![]() |
Yaşar Özmen, İmgelem-İmge-İmgelem Kapak Tasarımı, Kapak Fotoğrafları: Yaşar Özmen E-Kitap,
Yayım Tarihi: 1 Mayıs 2020 E-Kitap,
2. Sayısal Sürüm: Mart 2021 E-Kitap 3.
Sayısal Sürüm Ekim 2025 ISBN No:978-605-74589-3-3
Yaşar Özmen İmgelem; Sanata ilişkin bilgi birikimimiz, belleğimiz ve bilincimizin zihinsel
ve duygusal olarak ortaya koyduğu tüm sanatsal tasarılar, düşler, çözümlenmiş
ilişkiler, sezişler, anlamsal görünüş ve görüntülerdir.
Yaşam Öyküm1964 yılında
Eskişehir’in Mihalıççık ilçesi Kızılbörüklü köyünde doğdu. 1985’te Kuleli
Askerî Lisesi’ni, 1989’da Kara Harp Okulu Makina Mühendislik bölümünü bitirdi.
2007 yılında Selçuk Üniversitesi’nde Yönetim Organizasyon konusunda yüksek
lisans yaptı. 2014 yılına kadar yöneticilik ve bilgi yönetimi konusunda değişik
görev yerlerinde çalıştı. 2014 yılında emekli oldu. Bilgi yönetimi, iş sağlığı
ve güvenliği, gayrimenkul değerleme gibi özel uzmanlık alanlarına sahiptir.
2011 yılından beri sanat bilimi, dil bilimi, resim, öykü, deneme ve özellikle
şiir üzerine çalışmalar yapmaktadır. Anadolu Üniversitesi AÖF Türk Dili ve
Edebiyatı öğrencisidir. Yayımlanan Kitapları:Bir Damla Suda Halkalar, şiir kitabı, Temren Yayınları 2018 Saf Sanattan İnsana, Şiir Çözümleme
Tekniği ve Şiir Eleştirisi, Sanat
çözümlemesine yönelik kuramsal kitap, Trend Yayınları 2018 Şiir-Sanat Çözümlemesi (Sanatsal
Denemeler-2), E-KİTAP, Ekim 2025 Dilhan, Belgesel
Nehir Şiir, E-Kitap, Ekim 2025 Umut Bekler Bizi, Şiir, E-Kitap, Ekim 2025 UMUT isimli şiiri, Güncel Sanat 11. Kaygusuz
Abdal Seçici Kurul Özel ödülüne; MASAL DAĞI İsimli şiiri 17. Yunus Emre Şiir Yarışması Üçüncülük
Ödülüne uygun görülmüştür. ŞİİR
SARNICI (e- dergi)’nın, kurucu,
yayıncı ve yöneticisidir. Sardunya Zamanı Şiir Seçkisi, Türk
Dünyası Şiir Seçkisi, Şiir Kalbimizde Şiir Seçkisi ve Nar Öykü/Şiir Seçkisinde
yer almıştır. Deneme, makale, öykü ve şiirleri, yazın dergileri ile diğer yayın
ortamında yayımlanmaktadır. AÜ AÖF Türk Dili ve Edebiyatı Öğrencileri
“Edebiyat Çalışmaları Şiir Kitabı-1 de (Bir İdik Bin Olduk 2024 ) yer almıştır.
İÇİNDEKİLER :Giriş…………………….…...…….……………………….…………………………
7 İmgelem-İmge-İmgelem……….……………………….….......................9 Sanat Kavram ve
Terimleri……………………………………………………15 Kuram
Nedir?...........................................................................19 Kavram, Kuram,
Sanat………………………………………………………….25 Sanatta Özgünlük ve Biriciklik..................................................30 Gerçeküstücülüğe Teğet Bakış………….……………….....................36 Saf Sanat…………………………………….………….…………………………….42 Evrimsel Sanat Yaklaşımı…………………………….........................…47 Her İki Kişiden Üçü Şairdir...………………..…………………….….….....53 Biz Bu İşin Neresindeyiz?...…………….........................................60 Şiir Neden Uzaktır İnsana?...…………………..…………………………….65 Şiirde Anlamsal Devinim...….....................................................70 Şiirsel Anlatım……………………….................................................
74 Şiirde Yaratıcılık…………………………………….………………………........78 Şair ve Şiir………………………………................................................82 Özgür ve Özgün Sanat…………………………………………………………..86 Şiiri Şairden Korumak……………………………………………………….…..92 Genellemelerle Boğmayın Şiiri…………………………………………....100 Şiiri İnceleme Yarışması
Değerlendirmesi…………………………….103 Görsel-Sayısal Şiir………………………………………………………….…….110 İnsan Neden Sanat Yapar?......................................................117 Dilsel
Şiddet............................................................................123 Şiddet
ve Yazın……………………………………………………………..…....128 Paradigma Değişimi…………………………………………………………….134 Kendimize Bir Masal
Anlatmalıyız…………………………………….…140 Söylem…………………………………………………………………………..……147 Türk Şiiri mi, Türkçe Şiir mi Tartışması………………………………...153 Dil
Çalışmaları………….………...…...............................................158 Türkçenin Anlatım Olanakları……………………………………………...163 Bilgi Aktı…………………………………………………………………………..…178 Yaşlı Düşünce………………………………………………………………….….180 Genç Şaire
Mektup………………………………................................187 Geleceğe Mektup………………………….………………………………..….192 Kendimi Yazayım Bari………………………………………………………….201
GİRİŞ Ülkemizin günceli ve geleceği, bizleri
kaygılandırıyorsa ister istemez belirli konularda yazma zorunluğu duyarız.
Aydınlar, çağdaş değerleri öteleyip metafiziği önceleyen ortamda bu kaygıyı
daha fazla duyumsarlar. Süregelen gelecek kaygısını gidermek umuduyla bir
şeyler üretme çabası içindedirler; özgürlüğe uzanan yola güzellik katmak
isterler; resim, şiir, heykel, deneme vs. gibi etkinliklerle. Kandinsky,
“Sanat, içsel bir zorunluluktur.” der. Bana göre yazmak, özgürlükten değil;
özgürlük özleminden doğan içsel bir zorunluluğun sonucudur. Karanlık dönemlerden geçtik, ağrılı günlerimiz
sürekliliğini koruyor. Toplum, her geçen gün biraz daha karanlığa gömülüyor;
hatta bunu kendi elleriyle yapılandırıyor. Aydınlık, çağdaş ve özgür dünyanın
kurulması ve insanın insanca yaşayabilmesi, bilgiler arası iletişim, eşgüdüm ve
yaşama uyarlayabilme yeteneğine bağlıdır. Daha açık söylemek gerekirse insanın,
tam insan olmasıyla ilgilidir. Rivayetlerden gerçeği bulduğunu sanan beyinlerin
etkin olmadığı bir dünya ne kadar güzel olurdu değil mi? İnsanı, insan yapan değerler onun bilinç
dünyasıdır. Bilgiyle donatmak, bilinci yapılandırmak kolaydır; ne var ki bilinci
yöneten başat etken duygudur; sevme duygusudur. Sevmeyi güçlendirmenin yolu,
duyguyu işleyen, besleyen ve güçlendiren sanat gibi değerlerden geçer. Bu
nedenle, denemelerim sanatı temel alır. Sanatın; bilinçli, bilgiler arası
iletişim ve eşgüdümle yapılmasına yönelik çaba harcar. Çalakalem yapılan sanat,
günümüz insanının estetik kaygısını bilemekte yetersiz kalmaktadır. Sanat dediğimiz görüngü; insan, evren ve yaşam
arasındaki ilişkiyi yeniden anlamlandırmak; yeni bir değer yaratmak ve bununla
estetik değer üretmektir. Yazmak, imgelem kaynaklarının ve imgelem gücünün
araçsal sonucudur. Düşlem sınırlarını genişletmek için, sağlıklı, güçlü ve
teknik donanıma sahip olmak zorunluluğu vardır. Yazar, sanat bilimi denen
disiplinler ile diğer disiplinler arasındaki eşgüdümü sağlıklı kurmalı ve
bunları çağdaş bir gözle okuyabilmelidir. Bilgi zenginliğine ve bilginin
bilimsel-çağdaş-sanatsal yorumunu yapabilme yetkinliğine ulaşmadan; kalıcı,
yeni ve güçlü yapıt ortaya konulamaz. Yazarın amacı, gelecek için yeni şeyler
üretmek, kalıcı yapıtlar vermek ve insanı sevgi ile yoğurarak aklı
evrimleştirmek olmalıdır. Denemelerim, çoğunlukla şiir sanatına yöneliktir.
Daha doğrusu sanat felsefesinden yola çıkarak şiire yaslanır. Şiirin varlık
katmanları ile aralarındaki ilişki, sanatsal süreci daha net görünür
kılmaktadır. “Sanat ayrıntılarda gizlidir” düşüncesini baz alır ve kuramsal
bilgiye dayanır. Bu kitapta yer alan denemeler, Vedat Günyol 2020 Yılı
4. Deneme Yarışması Seçici Kurul Özel Ödülü’ne layık görülmüştür. Birkaç
denemem, konusu gereği Şiir/Sanat Çözümlemesi (Sanatsal Denemeler-2) kitabına
alınmıştır. Vedat Günyol Deneme yarışmasında yer almayan, sanatseverler için kaynak
olabileceğini düşündüğüm bazı denemelerimi de bu kitaba aldım. Yarışma
dosyasında yer almayıp bu kitapta yer alan denemeler, deneme başlığının altında
belirtilmiştir. Sevilmek onurdur; sevense onura ait olandır. Sevgiyle
büyüyüp seviyle ve esenlikle yaşamak, okumak, okunmak dileğiyle… Yaşar Özmen, Eylül 2025 İMGELEM-İMGE-İMGELEM “İmgelem-İmge-İmgelem”, bu üç ardışık
sözcükle ne anlatıyor olabiliriz? Yapıtın doğuşundan insanla gelecekteki
ilişkisine kadar olan toplam sanatsal süreci açıklayabilir mi bu üç sözcük?
Açıklayabileceğini düşünüyorum. Nasıl? İmgelem-imge-imgelem süreci; şiir,
resim, müzik gibi tüm sanat yapıtlarının doğuma hazırlık safhasından doğumuna,
imge ve iletilerini kurmaktan okurda yeniden bir imgelem dünyası yaratmasına
kadar izlenen zorlu bir yoldur. Daha anlaşılır biçimde söylersek, şairin
imgelem gücü ve zenginliği, şiirdeki imge ve iletiler bütününü kurar; şiirdeki
imge ve iletiler bütünü de okurla karşı karşıya geldiğinde okur imgelem
dünyasını oluşturur. Yapıtın imgelem yaratma gücü etkin olduğu sürece de eser
varoluşunu korur. Bir yapıtın yaratılışından okurdaki etkisine kadar geçen
süreç, imgelem-imge-imgelem süreci değil midir? Önce burada kullandığımız ve
bizim yazınımızda pek ele alınmayan imgelem terimini biraz olsun anlaşılır
kılalım. İmgelem; sanatsal birikimimize ve yapıta
bağlı olarak, toplam bilgi birikimimiz, belleğimiz ve bilincimizin zihinsel ve
duygusal olarak ortaya koyduğu tüm sanatsal tasarılar, ilişkiler, düşler, sezişler,
anlamsal görünüş ve görüntülerdir. Bilgilerin yoğurularak anlamın
derinliklerinde gezinilmesidir; düşlemin sanatla olan özgün bir alanıdır. Düş
ve düşünme gücünün sanatsal bir ortamdan, zihinde ortaya çıkardığı örüntüler
evreni olarak da tanımlayabiliriz. Buradan şunu anlamalıyız. Sanatçının imgelem
zenginliği, çeşitliliği, yaratıcılığı ve gücü; evren, yaşam ve insan ile
aralarındaki ilişkiyi görme, duyma, sezme ve anlamlandırma yetisine bağlıdır. İmgelem, sanatçının/şairin donanımı ile
ilgilidir. Başka bir söylemle imgelemin kaynağı, sanatçının duyusal ve düşünsel
dünyasında kullanılabilir duruma dönüştürdüğü tüm kültür varlıkları ve bilgi
varlıklarını anlamlandırma biçimidir. Kullanılabilir bilgiden kastım,
içselleştirilmiş ve anlamsal bütünlüğü zihinde hiyerarşik olarak tasarımlanmış
bilgidir. Bir anlamda okunabilir, anlamlandırılabilir, görüntülenebilir bilgi
toplamıdır. Şairin sezme, görme, duyma ve yaratma yetisi; yaşamsal deneyimleri,
bilgi birikimi, evreni ve ilişkileri okuma biçimi ile doğru orantılıdır. Sahip
olduğu bilgi kaynağı ne kadar güçlü ve tasarımlanabilir ise imgelemin gücü de o
oranda fazladır, sıra dışıdır, yaratıcıdır. Bu yeteneğin niteliği; şairin fen,
sosyal, insan bilimleri ilkelerine hâkimiyeti ve yaşamsal deneyimleri ile
koşuttur. Kısaca söylemek gerekirse sanatı ve şiiri,
sanatçının imgelem gücü ve zenginliği yaratır; onun imgelem gücü ve zenginliği,
duyusal ve düşünsel sürecin bilgi bütünlüğü ile olasıdır. Yani imgelemi doğuran
kaynak, duyusal, duygusal, sosyal ve bilimsel işlenebilir bilgidir. Bilgi
olmadan, bilinç yerli yerine oturmadan, sezme ve güçlü görme olasılığı hemen
hemen yoktur; düşlem sınırları zayıftır; bununla birlikte sanatta yaratıcılık
ve sıra dışılık olası değildir. Buraya
kadar olan bölümcelerde imgelemi açmaya çalıştım. Şimdi imgelemin doğurduğu imge
kavramını biraz olsun açalım. İmgelemi
dil aracılığıyla anlama ve görüntüye taşımak, diğer bir söyleyişle imge kurmak
daha belirgin bir süreçtir. Bu süreç; dil, hareket, ışık, renk, şekil gibi
sanatın asıl diline aktarılma aşaması ve anlamsal yoğunluğun ortaya konmasıdır.
Artık şair zihninde tasarladığı anlamsal görüntüleri, sanat dili ile nesnel
duruma dönüştürmektedir. Şair, imgelemiyle bir anlam alanına, görüntüye ve
bunlarla bütünlüklü bir imge sistemine ulaşacaktır. Kafasında tasarladığı anlam
ve imgeyi dil ile nesnel duruma getirmek, şiir yazmanın dilsel, yazınsal ve
teknik boyutudur. Bunun üzerinde durmayacağım; çünkü bizim yazınımızda üzerinde
durulan, sürekli dile getirilen, yazılan, çizilen bu boyuttur. Buna karşın
konuyu açıklayabilmek için imgenin ne olduğu konusunda ayrıntılı bilgi vermek
gerekir diye düşünüyorum. Şöyle ki: Şiirde imge;
ses, anlatım, anlam ve çağrışımın toplam sonucudur. Okur birikimiyle
görünürlük, anlaşılırlık kazanır. Özellikle şiir gibi örtük ve anlam bağlamı
geniş dil kullanan sanatlarda çok anlamlılık, çağrışımda rastlantısallık
dolayısıyla anlamda rastlantısallık mutlaktır. Rastlantısallık
terimini kullanmak zorunda kaldım; Gerçeküstücülükte dile getirilen
rastlantısallık terimi ile karıştırılmaması için konuyu hemen açıklamalıyım: Okurun; algı, anlama, bellek, bilgi birikimi, düşünme
biçimi ve yaşamsal değerlerine göre şiirden ulaşacağı anlam ile zamanla bilgi
gelişimine bağımlı olarak şiirin uğrayacağı anlamsal genişlemeye ‘Rastlantısal Anlam[1]’ diyorum.
İmge sadece
iki uzak söz tamlamasıyla (bağdaştırma) değil; sözcük, söz kaynaşması, deyim,
dize, mısra, kıta, bölümce veya şiir bütünlüğünden doğurulabilen sonuçlarlardır.
İmge;
hareket, biçim, renk veya sözle görünüşe taşınan değerlerdir ve aynı zamanda
yeni imgelem alanları yaratma gücüne sahiptir. Örneğin, //Usun tekbirle kelepçeye vurulduğu yerde[2]// dizesinde tekbirle kelepçe, İslam
kültürünün yoğun olduğu ülkelerin geri kalmışlığını, vahşetini, pozitif
bilimleri göz ardı etmesini düşünebiliriz. Bu dizede dikkatli bir imgelem çözümlemesine
gidersek, tek başına “kelepçe” sözcüğü bile imge ve arkasından bir imgelem
süreci doğurma gizilgücüne sahip olduğunu görürüz. (Örneğin, durun ve “kelepçe”
sözcüğünün zihninizde nereleri kurcaladığını bir düşünün.) Ayrıca
şiirin temel ögesi olan şiirsel ezginin, imgesel bir değeri ve imgelemi
yöneltme gücü vardır; ayrıntılı ve teknik bir konu olduğu için şiirsel ezgi
konusuna burada girmiyorum. İmgelem-imge
sürecini ele aldıktan sonra, üçüncü sırada olan ‘imgelem’den söz edelim. Yani
bu aşama, sanat yapıtının izleyicisiyle ilişkinin nasılını açıklayan bir süreçtir.
Örneğin, okurun şiirden anladığı ve şiirden ulaştığı toplam sonuca okur
imgelemi diyebiliriz. Şairin
imgelem gücüyle bir anlam bütünlüğüne ulaşılmış, anlam imgeye dönüştürülmüş ve
şiir yazılmıştır. Yapıt veya şiir okur ile karşı karşıya gelmiştir. Şiir anlam,
anlatım, ses ve çağrışım gibi kendine özgü dil varlığıyla okurla bir başınadır
artık. Şiirdeki anlam, anlatım ve ses gibi katmanlar; çağrışım-coşum ve estetik
değer etkisiyle okurda anlam, görüntü ve duygu durumunu oluşturmaya hazırdır. Çağdaş sanat
anlayışı yapıtı açık, organik ve hareketli bir bütün olarak ele alır. Bu kavrayış sonucu; sanatçı, yapıt
ve bunların içinde en önemlisi sanat alıcısının (izleyici) etkin bir konuma
yükseldiğini görürüz. Daha açık söylersek bir yapıt izleyicinin zihinsel gücü
oranında kavranır. Şairin imgelem kaynaklarının genişliği ve şiirin imge uzamı,
okurun bilgi birikimi ve anlamlandırma yetisiyle doğru orantılı olarak değer
kazanır. İnsanda estetik beğeni dediğimiz duygu durumu bu aşamadan sonra
oluşur. Sanat
eserinin duyusal ve gerçek varlık alanları, izleyicinin evren algısı ve bilgi
birikimine göre yeni anlam evrenine açılır. Bununla birlikte şiirin anlam ve çağrışımı
ister istemez insan zihninde yeni imgelem ve görüntülere evrilir. Şiir, dil
varlıklarını gerçek, soyut ve gerçeküstü bağlamda sıra dışı kullanan ve
çokanlamlılığa yönelten bir sanat dalıdır. Okur da bu anlam çeşitliliğinden çok
farklı anlam ve görüntü üretebilir. Yani okurun geçmişten gelen temel
verilerine, bilgi düzeyine, görme, işitme ve duyma gelişmişliğine bağlı olarak
çok çeşitli imge ve anlam gurubuna ulaşabilir. İşte ulaşılan bu imge, anlam ve
görüntüler; okurun bellek ve bilgi birikimine bağlı olarak yeni bir imgelem
süreci başlatır. Yani şiir, okuru yeni dünyaya alıp savurur ki bu savruluş
çağrışımsallık taşır, rastlantısallık taşır. Okurun kurduğu imgelem, şiirin
iletileriyle her zaman örtüşmek zorunda değildir. Şair, şiirdeki ileti, imge
ve anlam açılımını doğal olarak kendi tekniği ile yönlendirir. Ancak; okur
şiirle iletişime girdiğinde şiiri anlamlandırması sınır ve kural tanımaz.
Anlamlandırma; okura, zamana ve yere bağlı olarak daha öteye yönelebilir,
kapsamı daha geniş olabilir veya zamana bağımlı olarak tam tersi bir değişime
uğrayabilir. Diğer dil sanatlarında sözcük veya tamlamalar çoğunlukla belirli
bir şeyi göstermek ve anlatmak için kullanılır; şiirde ise sözcük ve tamlamalar,
çoğunlukla gerçek anlamın dışında duygulandırma, sezdirme, farklı görüntüleri
çağrıştırma veya daha derin anlamlandırmaya yöneltir. Şair, okuru istediği
anlam tabakasına taşırken aynı zamanda okurun imgelem dünyasını uyandırmak
ister. Yani şiirdeki sözler gerçekte söyledikleri şeyin ötesine uzanır, okurun
belleği ve bilinci anlamın daha öteye uzanmasına ya da dönüşüme uğramasına
katkı sağlar. Özet
olarak, imgelemden imgeye, imgeden imgeleme dönüşümlü bir zihinsel akış süreci
vardır ve bu süreç okurda rastlantısal anlam ve çağrışımsal imgelem[3]
alanlarını doğurmaya açıktır. İmge, şair
tarafından şiirindeki söz ve duygu değerleri ile oluşturulur; ancak okurun
bilgi birikimi, yaşamsal değerleri, belleği ve zamansal dönüşümler nedeniyle
imgelerin uzamları ve yönelimi ile okur imgelem sınırı kontrolsüzdür. Okurun
sezgi yetisi, bilgi birikimi, yaşamsal deneyimi, dünyayı okuma biçimi ve
anlamlandırması ile koşuttur. Bu da çağdaş sanat anlayışının en temel
yaklaşımıdır. İmgelem-imge-imgelem;
sırasıyla bir şiirin doğuşundan varoluşuna, gelecekte alacağı anlamsal ve
estetik değere kadar toplam süreci ifade eden bir tamlamadır. İşte bizler
sanatçıya, yapıta ve yapıtın alıcısına döndüğümüzde ulaşacağımız görüntü budur.
Eğer sanat çözümleme ya da eleştiri gibi işlere soyunacaksak bu süreci temel almalıyız.
Süreç; sanatçının imgelem kaynaklarından okurun/alıcının imgelem yetisine,
bilginin zamanda gelişiminden yaşam koşullarının dönüşümüne kadar çok geniş bir
alanı kapsamaktadır. Şiirde ve sanatta hedef, okurun imgelem dünyasıdır; onun
estetik yargısı için açık ve kapalı deliller sunmaktır. Öne süreceğimiz
delillerin altı dolu olmak zorundadır. Anlatımı sıra dışı olmalıdır, felsefi
bağlamı güçlü olmalıdır, özellikle sevgi ve türevlerini barındırmalıdır. 21 Ocak 2019, Narlıdere
SANAT KAVRAM VE TERİMLERİ Yanlışı yanlışla düzeltmeye çalışmak bir
doğru ortaya koymadığı gibi içinden çıkılamaz daha büyük yanlışları doğurur;
özellikle dil konusunda. Kavram, terim ve sözcüklerin kendi aralarında anlamsal
konumları, hiyerarşisi ve duruşları vardır. Kavramların kapsamını, anlamsal
konumu ve hiyerarşisini doğru tanımlamadığımız zaman yanlış üstüne yanlış
yapmayı göze almalıyız. Örneğin akıl dediğimizde; bilgi, algı, zekâ, duygu,
bilinç ve bilinçaltı gibi kavramların bileşiminden söz ediyoruz demektir; çünkü
aklın varlığı ve kullanımı bunların birbirleriyle olan ilişkisidir. Dil, incelik ve ayrıntı gerektiren bir
evrendir; düşüncenin nesnelleşmiş durumudur. Kavram, terim ve sözcüklerin
kullanımında basit bir anlam yanlışı veya eksik tamlama, anlatmak istediğimiz
durumu tam tersine dönüştürebilir. Bu yüzden, günümüzde her alan kendi kavram
ve terim dizgesini oluşturmuş, anlam ve anlaşılma kargaşasını engellemeye
çalışmıştır. Bunlardan biri de sanat alanıdır. Sanatta ise farklı bir durum
vardır. Sanat; insan, evren ve yaşam ilişkisi üzerinde hareket ettiği için
bütün bilimlerin alanına giren kocaman bir evrendir. Ayrıca metafizik, sanal ve
gerçeküstü gibi zihnimizin işlediği soyut anlamlandırmalar, bu alanı daha da
karmaşık bir duruma getirir. Bunun yanında sanat kavram ve terimlerinin
anlamsal kapsamı ile bağlamı kaygandır. Bu kavramların anlam, kapsam ve
konumunu zihnimizde yerli yerine koyamadığımız zaman doğru gibi düşündüğümüz
birçok yanlışı üst üste yaparız. Dergi yöneticileri, yazının önde
gelenleri ve sanat düşünürleri; şiir ve sanata ilişkin yazıyorlarsa öncelikle
estetik biliminin kavram ve terimleriyle doğru ilişki kurmalılardır. Örneğin
“estetik soyutlama, estetik farklılaşma, estetik örgütlenme, estetik eleştiri,
estetik tablo” gibi tamlamalar ile “Sanatsal birikimi olmadan ‘beğeni’ sahibi
olunamaz.” gibi yargılara deneme türü metinlerde sık sık karşılaşırız. Hem de
bunu yazının önde gelenlerinin yazılarında görürüz. Güvendiğimiz için de doğru
şeylermiş gibi bunların üzerinde hiç durmadan atlarız; ne şık kullanmış diye
bir de hayranlığımızı belirtiriz ve bunları belleğimize yazarız. Baştan sona
yanlış kullanımların üzerine basa basa bir şeyler öğrenmiş olmanın haklı
gururuyla olgun tavrımızı sürdürürüz. Oysa sanat, estetik biliminin ürettiği
kavramların anlamsal kapsamı içerisinde değer kazanır. İşte bu kavramları eksik
veya yanlış anlamlandırırsak, bunların yön ve etkilerini doğru kullanmazsak
estetik biliminin çözmeye çalıştığı pek çok konuyu da yanlış tanımlarız. Öncelikle estetik kavramı; bir biçim, görünüş
ya da güzellik demek değildir. Bir niteleme, belirtme veya durum sıfatı da
değildir. Estetiğin güzellik olduğunu yalnızca plastik cerrahlar söyler;
kusurlu ya da istenmeyen bir organ biçiminin düzeltilmesi sonucu ortaya çıkan
durum anlamında kullanırlar; ‘estetik bir burun oldu’ gibi… Estetik kavramı; yapıt
ile insan arasındaki beğeni ya da ilişkinin duygulanım süreci, estetik bilimi
ise bu sürecin bilgi disiplinidir. Daha geniş anlamıyla ele alırsak insan ile yapıt
arasındaki ilişkinin kapsamını inceleyen bilim dalıdır. Soyuttur ve duygu
durumunun yaşanma biçimidir. Halk arasında güzel sözcüğünün eş anlamlısı gibi
kullanılabilir; ancak sanat alanında bu şekilde kullanılması yadırganacak bir
durumdur. Bu bilgi disiplinini, buna koşut sanatın en temel kavramını
içselleştirmemiş olmak demektir. Dolayısıyla sanatın en temel bileşeni ve aynı
zamanda en güçlü çarpanını terazinin kefesine koymadan yapıtı tartıya
çekmektir. İnsan ile yapıt arasındaki iletişimden
doğduğu düşünülen estetik ve beğeni kavramlarının bugüne kadar okuduğum çoğu
yazıda eksik ele alındığını gördüm. Bununla birlikte estetik terimleri ve
tamlamalarının dilimizdeki kullanımı, estetik bilimini katleder durumdadır. En
azından sanatla uğraşan insanların bu kavramları yanlış kullanmamaları gerektiğini
düşünenlerdenim. Örneğin herhangi bir objeye, estetik olmuş diyerek bir plastik
cerrah mantığı ile bir sanatçı konuya bakmamalıdır. Beğeni; insanda doğuştan var olan durum
ile sonradan inşa edilen olgular sonucunda oluşan bir duygu durumudur. Bilgi,
kültür, eğitim, deneyim, çevre, koşullar gibi etkenlerle birlikte yaşam, olay
ve nesneler arasında kurduğumuz ilişkiye bağımlıdır. Daha açık söylersek,
beğeninin öncesi, genelliği, genel geçerliği, zorunluluğu vardır. Beğeni
duygusu insanda her zaman, her yer ve her durumda oluşan bir duygu durumudur.
Bilinci az çok oluşmuş her insanda genetik olarak kodlu olan ve adına estetik
kaygı dediğimiz durumun tetiklenmesiyle açığa çıkan bir durumdur. Sanatla
ilişkili beğeniden söz edeceksek buna, "estetik beğeni" demeliyiz. Estetik beğeniyi açıklamaya çalışanlar ve
araştıranlar bunu iki aşamada incelerler: Yapıtın estetik değeri (işte burası
bilgi, kültür ve eğitim seviyesine göre anlam kazanır) ve insandaki doğuştan
var olan-sonradan güçlendirilen estetik kaygı. Dolayısıyla estetik değer ile
estetik kaygı arasındaki ilişkiyi doğru tanımlamamız gerekir. Estetik değer ile estetik kaygı arasındaki
ilişkiyi, Kant ve daha sonraki estetikçiler yarardan arındırılmış bir haz-hoşlanma
durumu olarak açıklarlar ki ben buna katılmıyorum. Yarardan arındırılmış
"estetik beğeni" ya da haz-hoşlanmanın olası olmadığını ve estetik
beğeninin “durumsallık” gösteren bir
sürecinin olduğunu düşünüyorum. Estetik beğeniyi doğuran etkenlerin ilk aşaması
kalıtım yoluyla aktarılan genlerde kodludur ve bunlar temel yasa gibi
davranırlar. Bunlar daha sonra toplumsal olgu ve olaylarla yapılandırılırlar.
Yarardan arındırılmış estetik beğeni tıpkı yaşamdan arındırılmış sanat gibi
olası değildir. Bu şiiri neden sevdim, bu resmi neden beğendim gibi soruları
kendimize sorduğumuzda, bu soruların sizde bir yanıtı mutlaka vardır. Ayrıca
bunu, deneysel olarak kendi yaşamımızda karşılaştığımız olay ve olgular
sonucunda da görebiliriz. Durumsallık ne demektir? Doğuştan var
olan estetik kaygıya; yaşam, coğrafya, iklim, bilgi, eğitim, kültür, sanat ve
toplumsal değerler gibi etkenlerin eklenmesiyle insan duygularının inşasında
değişiklik ve dönüşüm yaratılmasıdır. Bu, uzağa gitmeksizin günlük yaşamdan da
görülebilecek bir sonuçtur. Öyleyse her estetik beğeninin altında yatan bir
gerçek değerler dizgesi vardır. Değerler dizgesi ne kadar insanın varoluş
değerleri ve kabul görmüş değerler dizgesiyle örtüşür durumdaysa estetik beğeni
de o oranda yüksek olacak demektir. Tam da bu noktada şu soru aklımıza gelecektir:
Estetik beğeni durağan değilse bu süreç, istenen biçimde oluşturulabilir veya
geliştirilebilir mi? Bu durumda hayır demek olası değildir. Öyleyse estetik
değer ile estetik kaygı arasındaki ilişkiyi tanımlarken estetik kavramlarını da
uygun yerde ve devimsel bir biçimde konumlandırmamız gerekir. İnsanın düşünsel
sürecine göre ele aldığımızda; güzellik ile estetik, haz ile beğeni, hoş ile
güzel, iyi ile yüce, oran ile simetri gibi estetiğin temel kavramlarını kendi
kapsamları içinde anlamlandırmamız ve kullanmamız gerekmez mi? Sonuç olarak, estetik gibi sanata ilişkin
kavramların anlamsal kapsamıyla bilinmesi ve doğru kullanılması bize şunu
sağlar: Türü ne olursa olsun herhangi bir yapıtın ilgi ve etki alanını
sorgulayabilme yeteneğini kazandırır. İkinci olarak ise sanata bakışın doğru
yönde gelişmesine, sanatın her türünün yeniliğe kucak açmasına, var olanlara
uyum yerine yenilikçi ve daha çağdaş yapıt ortaya çıkmasına alt yapı oluşturur.
Diğer bir deyişle, sanat kavramlarını anlam, kapsam ve hiyerarşik yapısıyla
içselleştirmiş olmak demek, var olan yapıtlara yaslanmak yerine kendi biçim ve
biçemini kurabilecek yetkinliğe yaklaşmak demektir. 5 Şubat 2019, Narlıdere
KURAM NEDİR? Anadolu Üniversitesi AÖF Yeni Türk Edebiyatına
Giriş-1 ders kitabındaki edebiyat kuramı tanımı[4];
anladığım kadarıyla, kuramın nitelikleri ve nicelikleri gereği bilimine uygun
olmayan, eksik ve zorlama bir tanım görünüyor. Adı geçen kitaptaki edebiyat ve
eleştiri kuramı diye yapılan isimlendirmeler de bana göre salt birer yöntemdir
ya da konuya yaklaşım biçimidir. Kuram, yöntem, teknik, sistem gibi
kavramların; anlamsal alanını ve hiyerarşik bağlantılarını bilimsel olarak
tanımlamadığımız sürece fen bilimleri eğitimi almış kişilerle sosyal bilimler
eğitimi almış kişiler birbirlerini anlayamazlar. Öyle görünüyor ki edebiyat dünyasında
kuram; belirlenmiş, sınırları çizilmiş ya da yöntemler üst üste konmuş bir
algoritmik akış olarak bilinmektedir. İlginç olanıysa bugüne kadar bilim adamı
kimliğine sahip akademisyen/akademisyenler tarafından bunlar bir kuram mı yoksa
yöntem mi diye kuşkuya düşülüp hiç tartışılmamış. Tartışılsaydı kuram diye
isimlendirilen çoğu durumun, yöntemden öte bir içerik taşımadığı kolaylıkla
anlaşılırdı. Yol, yöntem ve işleyiş biçimlerine baktığımızda bunlar; yaklaşım
biçimi, yöntem daha ileri düzeyi belki teknik olabilir. Estetik değeri, nesnel olarak saptamaya yönelik
bir sanat çözümleme tekniği geliştirdim, iki tane sanat/şiir kuramı saptadım,
bir kişi bile ne işe yaradığını ya da ne olduğunu sormadı. Anadolu Üniversitesi
AÖF Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne öğrenci olarak kaydımı yaptırdığımda neden
anlaşılamadığımı çözdüm. Ders kitaplarından ve önceki yıllarda kaydedilmiş
canlı derslerden gördüm ki kuram kavramı, halk arasında konuşulduğu biçimiyle
bilimsel gerçeklikten uzak, sınırları belirlenebilir bir yöntem ya da yöntemler
topluluğu olarak açıklanmaktadır. Bir anlamda yaklaşım biçimlerine/yöntemlerine
kuram denmektedir. Kısacası, edebiyat alanındaki akademisyenlerin önbilgisiyle
örtüşmeyen bu nedenle de ne demek istediğim anlaşılmayan bir durum olduğunu
gördüm. Hatta ünlü bir eleştirmenimizin kuram hakkında söylediklerinin
tamamıyla yanlış olduğunu, açıklamasını da gerekçeleriyle birlikte ortaya
koydum. Deneme, Çağdaş Türk Dili Dergisi ve Şiir Sarnıcı (e-dergi) Dergisi’nde
de yayımlandı. Yine bir kişiden bile ses çıkmadı. Kuram kavramı, halk arasında
konuşulduğu gibi test edilmemiş bir önsezi veya kanıtları desteklemeyen bir
tahmin, yaklaşım biçimi, yöntem, sınırları belirlenebilir bir yol, teknik vs.
anlamında akademik seviyede kullanılamaz. Çünkü kuramın; oluş, işleyiş, sonuç
kısmı mutlaklık taşır; belli yöntem veya teknikleri birleştirerek yapılabilecek
bir şey değildir. Ayrıca kuram zaten doğal işleyişi olan bir süreçtir; kuram
yapılmaz sadece varlığı saptanabilir. Örneğin adı geçen kitapta, “Okur odaklı
eleştiri kuramı” denen yöntemin neresinde kuram vardır ya da kuram tanımına
uyan ne gibi bir özelliği vardır? Bunu bana açıklayabilecek bir akademisyen var
mıdır? Ders kitaplarında bile kurama örnek verildiğine göre benim göremediğim
bir şeyler olmalı. Kuram, kanıtlandığında yasa niteliğinde bir
süreçtir, olgudur ya da harekettir. Hem sosyal hem fen alandaki saptanmış
kuramlarda; etki dışında, tepki, oluş, işleyiş ve sonuç kısmına müdahale
edilemez. Yani sadece etki parametreleri değiştirilebilir. Sosyal kuramlarda
sonuçların doğruluk değeri, belli bir yelpaze içerisinde kalır; fen kuramları
gibi matematiksel hesabı yapılamasa bile sonuçlar izlenebilir, sınanabilir,
genellenebilir niteliktedir. Açıkçası, kuram tanımındaki ve işleyiş tarzındaki
genel akademik görüş; bilimsel verilere dayandırılmıyor, edebiyatçılar
incelediği alanı yüceltmek uğruna kavramın adını kullanıyor hatta kulaktan
kulağa öğrenilmiş bir alışılmışlık, bilimsellikten uzak bir söylem olarak
bugüne kadar sürdürülmüş görünüyor. Bu nedenle, eğer edebiyat bir bilim dalı
olarak görülüyorsa o zaman akademik seviyede kuram; insan bilimleri, sosyal
bilimler ve fen bilimlerinin eşgüdümü altında yeniden sorgulanıp bilimsel bir
nitelik şemsiyesi altına sokulmalıdır. Çünkü kuram diye ortaya atılan şeyler,
yöntemden daha ötesi değildir. Ayrıca yönteme kuram deyip kuramları saptamak
yerine halının altına süpürürseniz işte edebiyat bilimini olduğu yere mıh gibi
çakarsınız. Katman Edebiyat Eleştiri Sistemi diye bir yöntem
geliştirdim. Berna Moran ve akademik kariyer sahibi hocaların söylemlerine
bilimseldir diye inanıp bu sistemin adına kuram dedim. Sonradan anladım ki ben
de öğrenilmiş alışkanlıkların kurbanı olmuşum. Bunun, kuram değil bir yöntemler
bütünü olduğunu araştırınca anladım. Daha sonraki denemelerimde ve kitabın
sanal ortamdaki nüshasında, eleştiri kuramı yerine eleştiri sistemi dedim;
kitaptaki bölüm basılı olduğu için değiştirmek mümkün olmadı… Sürekli
yinelediğim bir söz vardır: Bir bilim alanında kavramları, daha doğrusu o
alandaki terimlerin, anlamsal alanını ve hiyerarşisini doğru tanımlamazsanız
her şey birbirine karışır. Kaldı ki kuram; evrensel bir terim. Bazı bilimsel
terimler arasında, sezgiyle bile ayırt edilmesi zor olan ayırtı diye
adlandırdığımız çok küçük ayrıntı/farklılıklar vardır. Bu yüzden, eğitimin,
değişimin, gelişimin başarısı ve yeniliğin temel taşı; bu ayrıntıları ayırt
edebilmek, bilimine uygun tutum geliştirebilmektir. Çoğu denememde sormuşumdur: Bu ülkede edebiyat
kuramı saptayan var mı, diye. “Her zaman tekrarladığım gibi, yapıtlar
kavramlardan, kurallardan değil; kuramlar, kavramlar yapıtlardan doğar.”
diyebilen bir mantığa ve bu mantığa itiraz etmeyen akademik camiadan nasıl
kuram saptamasını bekleyebilirsiniz ki? Yöntemleri üst üste koyup edebiyat
kuramı diye altına imza atan bununla da akademik unvan kazanılan bir ortamda,
neyin doğru ya da yanlış olduğunu saptamak kolay mı? Diğer kültürlerde
saptanmış kuramları, her defasında kaynak gösterip yanına üç beş yorum
ekleyerek çok önemli akademik çalışma yaptığını sanan dostlarımızdan daha
ötesini beklemek bir düştür kanımca. Bunların, kurum kültürünün ve oturmuş
akademik sistemin bir sorunu olduğunu, bu sistemden bilimsel ve yenilikçi bir
yaklaşım geliştirilmesinin çok kolay olmayacağını şimdiden söyleyebiliriz. Bunca
yıl, öğretmenler dâhil tüm akademik personelin kafasında oluşmuş içi boş kuram
kavramının anlamsal alanı ve hiyerarşisini, çöpe atıp yerine anlaşılması daha
zor bilimsel bir tanımı getirmek elbette zordur. Her şeyden önce bu işleri
çekip çeviren orta yaş üstü kemikleşmiş kişilerin öğrenilmiş alışkanlıklarını
yıkıp yerine yenisini koymanın başarılı olamayacağı açıktır. Ayrıca sosyal alan
kuramları, genellikle soyut durumlardır/olgulardır. Anlaşılması, bilimler arası
eşgüdümü ve disiplinler arası egemenliği gerektirir. Diğer taraftan bilimsel
gerçeklikler, er ya da geç kendi yatağını bulur ve sizi oraya çeker. Edebiyat bir bilim dalıysa, bunun ilkelerinin
doğru tanımlanması, sınırları dinamik bir şekilde belirlenmesi, bilgi
bütünlüğünü sağlayacak sistemin tesis edilmesi, geri beslemeye yönelik
ölçütlerin belirlenmesi gerekir. Bilgi disiplini ve bütünlüğünün sağlanması,
gelişim için gerekli ön adımdır. Edebiyat fakültelerinden mezun olan binlerce
öğrenci vardır. Şair yazarlardan, az çok tanıdığımız kadarıyla, çok azı
edebiyat bölümü mezunudur. Aslında fakülteler, bunları araştırıp istatistiki
bilgi olarak ortaya koyacak bilgi ve dokümana sahipler. Böyle bir çalışmaları
var mı, bilmiyorum. Fakülteler bilim yuvasıysa sistemde geri besleme
yapabilmesi için bunların araştırılması bilimin gerektirdiği bir zorunluluktur.
Arkasına dönüp biz ne yaptık diye sormayan bir kuruma, bilimsellikten ve bilim
alanı temsil ettiğinden söz edilemez. Sanat, her ne kadar yeteneğe bağlıysa da,
bu işin eğitimini alanlardan edebiyat sanatına yönelik bir verim alınamıyorsa
önemli bir sorun olduğu ortada değil midir? Daha doğrusu başarısızlık değil
midir? Edebiyat biliminden sorumlu yöneticiler; başarısızlığın hesabını,
bilimsel gerekliliği bir kenara itsek bile vicdanen kendilerine sormayacaklar
mı? Yoksa böyle bir sorgu, akıllarının ucundan bile geçmeyen anlamsız bir öneri
midir? Kuramın; sınırlarının, anlamsal alanının ve
oturduğu dizgenin doğru belirlenmesi bilimsel çalışmaların bu açı altında
yapılması gerekliliktir. Gerek fiziki gerek sosyal gerek soyut olgu ve olaylar;
kuramların dikte ettiği açı altında ya da dikte ettiği yelpaze içerisinde
hareket eder. Kuramı, içi boş bir terim olarak edebiyat bilimi alanında
kullanırsak, bu bilime yön verecek gerçek kuramlar saptanamaz. O bilim alanında
kuram saptanmadan yenilik, dönüşüm ve gelişim olmaz. Kolay anlaşılabilir diye iyi bilinen ve
herkesin deneyebileceği bir kuramdan örnek vereyim. Bir taşı, yerçekimi
kuramının izin verdiği oranda daha yükseğe atabilirsiniz. Sanırım bu
eylemi, formülize etmeye gerek yoktur.
Kuramın gerektirdiği koşulları sağlamadığınız sürece başarılı olamazsınız.
Sosyal alandaki kuramlar da buna benzer özellikleri barındırır. Örneğin ‘Nesnel
Bağlılaşık Kuramı’nı önünüze koyup düşünebilirsiniz. Ancak sosyal kuramların
saptanması, ölçümü, kanıtlanması, örneklemlerde aynı sonucu vermesi daha
zordur, tolere açısı daha yüksektir.
Çünkü girdisi ve değişkeni çok fazladır, çoğunlukla açık dokulu
konulardır ya da soyuttur. Sonuç olarak kuramı, bilimlerin öngördüğü şekilde
tanımlayıp alanınızda var olan kuramları saptamaya yönelmezseniz bilimden ya da
bilimsel gelişmeden söz etmek boş bir söylem olarak kalır. Böyle bir durumda
var olanla yetinmek dışında gelişim ve yeni bir şeyler ortaya koymak, mümkün
olmaz. Edebiyat alanında saptanmamış belki de yüzlerce kuram vardır. Örneğin
sanatın en önemli katmanlarından birisi olan çağrışımda… Bu katman, sanatta
olduğu kadar edebiyat alanında da başat hatta temel taşı olan bir konudur. Ayrıca
edebi metin ve sanat çözümlemesinde de temel alınması gereken bir alt alan.
Yüzlerce edebiyat fakültesi ve güzel sanatlar fakültesi olmasına karşın, Türk
yazın dünyasında çağrışımla ilgili; araştırma, inceleme ve denenerek
raporlanmış kaç çalışma ya da istatistiki bilgi vardır, isterseniz bir
araştırın. Artık yapay zekâ çağına ulaştık. Yapay zekâ, sanal ortamda
yayımlanmış tüm dokümanlara ulaşıp bir saniye içinde ayrıntıları önünüze
koyabiliyor. Artık bilimlerin amacı, özelde edebiyat biliminin hedefi; Anadolu Üniversitesi, Yeni Türk Edebiyatına
Giriş-1, ders kitabında açıklandığı gibi bilgiye ulaşmak ve yöntemler altında
tarihsel bilgiyle boğuşmak değildir; bilginin kullanılmasını, bilgiden bilginin
nasıl üretileceğinin yollarını bulmaktır. Anlaşılması için kısa anlatımla
yazayım: Var olan bilgiden henüz bilinçlerde uyanmamış uyur bilgiyi
saptamaktır; saptamayı yapabilecek beyinleri yetiştirmektir. Lisans düzeyindeki
edebiyat fakültesinin derslerinden buna yönelik ben bir açıklık, saptama, hedef
belirleme görmedim. Umarım yanılıyorum. 17 Ekim 2023, Narlıdere KAVRAM, KURAM, SANAT (Bu deneme,
Vedat Günyol 2020 lV. Deneme Yarışma
Dosyası’nda yer almamıştır.) Şiir eleştirisi üzerine tanınmış bir
eleştirmenimizle yapılmış, Gösteri Sanat Dergisi Kasım 2004’te yayımlanmış
söyleşiden ilginç bir tümce aldım: “Her zaman tekrarladığım gibi, yapıtlar
kavramlardan, kurallardan değil, kuramlar, kavramlar yapıtlardan doğar.” diyor
eleştirmenimiz. Anısı güzel olsun, yanıt veremeyeceği için adını özellikle
belirtmiyorum. Beni şaşkınlığa uğratan bir tümce olduğu için üzerinde biraz
düşünelim istedim. Metnin diğer kısmını alma gereği duymadım; çünkü asıl sorun
tam da bu tümcenin içindedir Aynı düşünceyi anlatmaya çalışan
tümcelerle çok kez karşılaştım, şiiri bildiğini düşündüğüm çok kişiden de duydum.
Bu yüzden bu konuyu, özellikle yazma gereği duyuyorum. Bu tür bilgi
noksanlığının sorgulanması ve doğrunun açıklıkla ortaya konmasından yanayım.
Bunları yaparken, önemsizleştirmek, küçümsemek, pay çıkarmak gibi bir çabam
yoktur, olmamıştır. Bilgi çağında, herkesin ulaşabileceği kadar bilginin yanı
başımızda olduğu bir ortamda, çoğunluğumuzun hâlâ bu genellemelere inanması,
sorgulamadan olduğu gibi kabul etmesi edebiyatta bulunduğumuz noktayı gösteriyor.
İçten olmalıyız ve bilimsel konuları enine boyuna açıklıkla kişiselleştirmeden
tartışmalıyız. Yazını/sanatı/eleştiriyi, sağlam zemine oturtmanın başka bir
yolu yoktur. Edebiyat dediğimiz sanat alanı, bilimlerle eşgüdümlü çalışan bir
sürece sahiptir. Örneğin şiir gibi sanatların kısırlığı, felsefesinin çağın
nesnel ve düşsel gerçeklerine uygun tanımlanmamasından kaynaklanır; yazının her
dalı da… Yapacağınız kavram yanlışı, süreci istenmeyen yerlere sürükleyebilir.
Yanlış yapılması bugün için çok önemli olmayabilir belki ama arka planından
doğacak sonuçlar, gelişimin önüne kocaman birer engel olarak çıkabilirler.
Şimdilik pek çok kişi bunların ayırdında da olmayabilir. Gelecek kuşaklar
mutlaka ayırdına varacaklardır. Yanlışların, özellikle bilim alanındaki
yanlışların er geç doğruya ulaşmak gibi bir huyu vardır. Biliyorum ki pek çok şair, yazar ve akademisyen;
başta örnek olarak aldığım tümce için “Nesi var, tastamam doğru bir tümce”
diyecektir. Yazının önde gelenlerinin donanımını ve birikimini az çok
tanıyorsam… Sanatta bazı şeyleri olduğu biçimiyle kabul edip bakış açınızı
değiştirerek yapıttan başka bir iyi yan ya da estetik değer yakalayabilirsiniz;
sanatın doğasında vardır bu. Ne yazık ki bilim alanında ve bilimsel konularda
böyle bir esneklik yoktur. Görünen o ki eleştirmenimiz, bu tümceyi kurduğu
zaman yapıtın dayandığı felsefeyi ve kuramla ilişkisinin nasıl olması
gerektiğini yeterince incelememiş. İsterseniz hem fen alanında hem de sosyal
alanda kuram nedir, küçük birer örnekle açıklamaya çalışalım. Siz, bir yere
nişan alıp taşı atarsınız, nişan aldığınız yeri vurursunuz vuramazsınız. Taş,
sizin uyguladığınız gücün yönü ve şiddeti ile yerçekimi yasasına göre bir
yörüngede hareket ederek düşer. İşte buradaki (fen alanı) kuram, yerçekimidir.
Taşı, yerçekimine, deneyimlerinize ve denge durumunuza göre atarsınız. Sizin
kuramsal olarak yerçekimine herhangi bir müdahale olanağınız yoktur; taşın
hedefe varmasını hesaplamak ve uygun kuvvet uygulamak dışında. O, kendiliğinden
işleyen bir mutlaklıktır. Bu örnek şunu açıklar: Kuram, yaptığınız işten doğan
bir ilkeler bütünü değildir. Yaptığınız işte, uymak zorunda olduğunuz ya da
uyguladığınızda daha verimli sonuç alacağınız bir ölçüttür. Zaten var olan bir
gerçekliktir. Yani yapıttan ya da yaptığınız işten kuram doğmaz,
doğuramazsınız; böyle bir sav bilimselliğe aykırıdır. Yapıtlar, araştırma
evreninde bir örneklem olarak ele alınabilir mi? Alınır ancak bu kuram
doğurması anlamına gelmez. Kuramı doğurmak ve kanıtlamak için ilgili bilimlerin
eşgüdümü gerekir. Edebiyat gibi sosyal konularda kuram,
yerçekimi yasası gibi var olan; yaşanan ancak değişkeni ve etkeni daha fazla
olan; bilimsel verilerle bizim saptadığımız genellenebilir, gözlenebilir,
denenebilir ve aynı sonuçlara yönelen olgu ve süreçlerdir. Sistemin, olgunun ya
da olayın; oluş, işleyiş ve sürecinde aynı sonuçlara yönelen ilkeler bütünüdür.
Etkiye karşı verilen tepkinin sonuçlarının genelliğidir. Genellikle soyut
olgulardır. Kuramı, kişi ya da yapıt üretemez; zaten ilişkiler arası yaşanan
bir süreçtir. Olgu, olayın; oluş işleyişinden önerme ortaya koyar ve deneriz.
Benzer sonuçlara yöneliyorsa, genellik içeriyorsa, izlenebilir bir süreçse,
tanımlar ve kuram olduğu kanısına varırız. Örneğin yansıtma kuramı, bilgi
kuramı gibi… Bu durumda, yansıtma kuramı, yapıtlardan doğmuştur diyebilir
miyiz? Bu bilgilerden sonra: Kuramın yapıttan
doğması diye bir durumu olmayacağı gibi kuramdan yapıt doğurmak gibi bir işlev
de olamaz. Kısacası, kuram doğmaz, doğurulmaz; saptanır; zaten var olan ve
işleyen bir süreçtir. Öyleyse, “Kuramlar, kavramlar yapıtlardan
doğar.” önermesi bilimsel olarak doğrulanması olası olmayan bir önermedir.
Öylesine bir varsayımdır ki bunu kanıtlayabilmek için, tümcedeki üç sözcüğün
aralarında olanaklı olmayan bir ilişkiyi türetmiş olmak gerekir. “Yapıtlar
kavramlardan, kurallardan doğmaz” önermesi de önerilmesine gerek olmayan
anlamsız bir tümcedir. Örneğin, kavramları kullanmadan ve dil kurallarına
uymadan öykü yazabilir misiniz? Bu noktada benzer bir konuya daha açıklık
getirmeliyiz. “Kuramsal bilgiyle iyi şiir yazılamaz” gibi konumuzla ilgili
anlamsız sözler yazınımızda döner dolaşır. Aynı mantıksızlığın, benzer
bilgisizliğin tersinden görünümüdür bu söylem. Kuramsal bilgi, şiir yaratısının
dışında bir şey gibi anlaşılmaktadır. Oysa şiirin her aşamasında bilinçli ya da
bilinçsiz kullanmak zorunda olduğumuz bilgidir. Kuramsal bilgi dediğimizde,
sanata ilişkin tutarlı içerik ve genel doğruluğa sahip, bilimselliği ya da
değeri kanıtlanmış bilgi olarak ele almalıyız. Kuramsal bilgi, her yaptığınız
işin içinde var olan bir bilgidir. Araba sürerken matematik ya da fizik
kuramlarını ve bilgisini kullanmak gibi… Akademik bilgi olarak anlaşılır
yazınımızda. Oysa akademik bilgi, aynı zamanda doğrulanmış yazınsal (edebi)
bilgidir. Yazınsal bilgisini kullanan iyi şiir yazamaz demek gibi bir şey
olmuyor mu bu sav? T.S. Eliot’ın nesnel bağlaşıklık kuramını
düşünün. Şiir yazarken bu kuramı bilseniz de bilmeseniz de kuramın sürecine
bilinçsizce uyarsınız. Saptanmadan önce de şiirler nesnel bağlaşıklık kuramına
uygun yazılabiliyordu. Şiir yazarken uyguladığınız her eylem; dilsel ya da
düşünsel, tanımlayabildiğimiz ya da tanımlayamadığımız kuramların sürecine
uygun işler. Kısacası her alan kendi kuramları ve ilgili olduğu alanların
kuramlarıyla bir bütünlük içinde çalışır… Gerçi Türk yazınında tespit edilmiş
çok fazla kuram yok. Yöntemi ya da tekniği kuram diye adlandıran pek çok
akademisyen, şair ve yazarımızın olduğu ise ayrı bir konudur. Sonuç olarak, bu kuramları biliyorsanız
ve kuramsal bilginiz varsa; o alanda düşünmeniz, duymanız, görmeniz,
ayrıntıları yakalamanız, yaratıcılığınız daha etkin ve yetkin olur… Yaptığınız
işi; bilerek, görerek, duyarak, tanımlayarak, farkındalık yaratarak yaparsınız.
Tersi durumda, attığınız taşın nereye düştüğünü ve ne işe yaradığını anlamada,
yazdığınız şiirin ne olduğunu ve nasıl bir sonuç ürettiğini açıklamada yetersiz
kalırsınız. Sonuçta kuramsal bilgi, iyi şiir yazmanıza engel olmaz; denenmiş ve
kanıtlanmış genel doğrulara uygun, çözümlemeli ve daha bilinçli yazmanızı
sağlar. Yazınımızı salt bu tür söylemler değil;
bilimine aykırı olmakla birlikte felsefesiyle yakından uzaktan ilgisi olmayan
genellemeler sarmıştır. Genellemeler, anlamları olmadığı gibi sanatın daha
esnek kısmı olan benzetme, değinmece, değişmece gibi anlamına da yönelmiyorlar.
Örneğin; “Şiirin estetiği bir matematiktir.”, “İdeolojik brikimi olmayanın
estetik birikimi olmaz.”, “Şiir dili, yapay bir dildir.”, “Şair, dili
kullanmayı reddetmeden şiir yazamaz” gibi önerme görünümünde ortaya atılmış tümceler.
Bu tür söylemler, ortalarda dolaşıyor ve hâlâ inanılıyorsa bu durum, bize şunu
sorduruyor: Türk yazınında, şiirinde, sanatında biz neredeyiz ve bugüne kadar
bu denli bilginin ortasında ne yaptık? Edebiyat/sanat kaygısı duyan her birey
bu soruyu kendisine sormalıdır. Ayrıca Türk yazınında; bilim, diyalektik,
paradigma, kuram, estetik, potansiyel, metinler arası ilişki, tarihsel bilgi…
gibi pek çok kavram/terim/tamlama çok yerde yanlış/yersiz kullanılmaktadır.
Bunlara ayrıca örnek vermeyeceğim. Bu kullanımları yerine oturtmak için
kavramlar arası anlamsal alan ve aralarındaki ilişkiye egemen olmak gerekiyor.
Özellikle sanat alanında. Bu da, sanat felsefesine, psikolojisine,
sosyolojisine ve estetik bilimine egemen olmaktan geçer. Bilimlerin eşgüdümlü işlerlik
ve birbiriyle çelişmezlik ilkesini anlamış olmakla ilgilidir. Yazın, daha
doğrusu sanat, çok yönlü bilinç ister; diğer bir deyişle pek çok alanı içeren
bilimsel donanım ister. Bu yüzden ben şu sözü sürekli kullanırım: “Bilim ve
sanat yalan söylemez; böyle bir yetenekleri yoktur. Sanatta doğruluk değeri
yüksek bilgiye ulaşmak istiyorsak başvuru kaynağımız, her zaman bilim
olmalıdır. Çünkü sanatla bilim, eşzamanlı ve eşgüdümlü çalışan dünyanın iki
ayrı kolu gibidir.” En önemlisi, bir metin yazıyorsanız
metinde kullanacağınız kavram, terim ve sözcüklerin; tümce içindeki kapsamını,
bölümce içindeki bağlamını, metin içindeki uzayını bilerek, görerek, anlayarak
kurgulamalısınız. Tersi durumda kullandığınız her sözcük, hava olsun diye
kullandığınız her yabancı terim, bulundukları yerden sırıtır. 20 Ocak 2022
SANATTA ÖZGÜNLÜK VE BİRİCİKLİK Şiir sanatı,
yetenek temelli bir alan gibi görünüyor olsa da her sanat dalında olduğu gibi
felsefi ve kuramsal yönü daha ağır basar. ‘Ben şiirimde kültürümü, duygularımı,
sezgilerimi anlatırım, içimden geldiği gibi yazarım’ demek sanat olgusuna biraz
sığ bakmak demektir. Her sanatta olduğu gibi kişisel yetenek önemli bir
etkendir; ancak yetenek konusunu bir kenara koyup şiiri kuramsal açıdan ele
almak, geleceğin şiirinin kurulması için bize önemli veriler sağlar.
Sorulagelmiş ya da bugüne kadar sorulmamış farkındalık yaratan sorular sormaya
iter bizi. Nasıl ki bugünün bilimlerinin çıkış noktası felsefeden hareket
almışsa şiir sanatı da kuramsal bilgi, düşünce ve dilin teknik kullanımından
hareket alarak geleceğini kurar. Bu durumda şu soruları kendimize hemen
sormalıyız: Şair; şiirini nasıl yazar veya bir şiir nasıl doğar, hangi süreçten
geçmelidir; dil, duygu, düşünce ve bilimle ilişkisi nedir? Tarihe
baktığımızda divan şiiri dışındaki şiir anlayışı çoğunlukla halk ağzı ile
kendine zemin bulmuştur. Yunus Emre’den Aşık Veysel’e kadar büyük şairler,
bugün bile hayranlıkla okuduğumuz insan odaklı şiirler yazmışlar ve bizim şiir
yolumuza aydınlık olmuşlardır. Divan şiiri de bu aydınlığın önemli bir
parçasıdır. Ancak bütün sanat dalları, modern sanat dönemiyle birlikte kuramsal
bilgi, teknik olanak, dilsel ayrıntı ve bilimsel verileri baz alma yoluna
girmiştir. Şiir bir sanat alanıdır; bunun yanında bilimsel disiplini olan bir
bilgi kütlesidir; yani bir bilim alanı olma yeteneğine sahip bir bütündür. Bu
yüzden şiir sanatı, sanat bilimi[5]
açısından ele alınmalı ve çağdaş sanat anlayışının öngördüğü bir yön çizmeye
çalışılmalıdır. Ayrıca doğa, sosyal ve insan bilimleri ile olan ilişkisi doğru
çözümlenmelidir. Kullanılabilir bilgi ve kirli bilgiyi birbirinden ayırt etmek
ve şiir sanatının geleceğini insanı kavrayan bir yapıya taşımak, günümüzün
görünen bir gereksinimidir. Sanatı bir bütün
olarak ele aldığımızda, sanat bilimi ve ontolojik inceleme sonuçlarına
dayanarak şöyle diyebiliriz: Şiir veya herhangi bir sanat yapıtının ortaya
çıkmasında iki aşama vardır: Birincisi;
sanatçının duyusal ve düşünsel dünyasını oluşturan ve imgelemi doğuran bilinç
dünyası, diğer deyişle “imgelem” sürecidir. İkincisi ise bilinç dünyasının yani
sanatçının imgeleminin, sanat dili, teknik ve teknoloji yardımıyla kendine özgü
ve özel biçimlerde nesnelliğe dönüştürülmesidir. Sanat yaratım sürecinde,
yani bilinçten imgeleme kadar (imgelem dâhil) olan süreçte, sanatçı ne kadar
bilimsel ve teknik verilere sahipse, artalan bilgisi ne kadar zenginse,
donanımı ne kadar güçlüyse, imgelemi o kadar zengin olur ve insanı kavrayan
değerlere o denli egemen olur. Onun; görme, işitme, duyma, sezme yetisi daha
güçlüdür. Soyut, sanal, bilinç üstü ve fizikötesi görüngüleri daha sağlam
temele oturur. Bir anlamda, sanatçının bilinçten imgeleme kadar olan sürecinin
asıl kaynağı; duyusal, teknik, bilimsel, insani ve sosyal disiplinlerden
beslenir. Bu yazının temel konusu
olması ve sık sık kullanacağım için imgelem kavramını bir kez daha burada
açıklamaya çalışayım: “İmgelem; sanatsal kültüre bağlı toplam bilgi
birikimimiz, belleğimiz ve bilincimizin zihinsel ve duygusal olarak ortaya
koyduğu tüm tasarılar, fanteziler, sezişler, anlamsal görünüş ve görüntülerdir.
Bilgilerin yoğurularak anlamın derinliklerinde gezinilmesidir; düşlemin sanata
yönelik özel bir alanıdır. Bu düşünceden hareketle,
lisans ve lisans üstü sanat eğitim içeriğinin etki ve
ilgi alanı, “imgelem yetisi”nin güçlendirilmesi olmalıdır. Diğer bir söylemle
eğitim izlencesinin içeriği, öğrencinin imgelem yetisini güçlendirmeye yönelik
olmalıdır. İmgelem yetisi güçlü olmadan insanı kavrayan ve insanın
derinliklerine sızan imge yaratılması olası değildir. Bu nedenledir ki imgelem
olanakları belli bir düzeye çıkarılmadan ortaya çıkacak sanat, geçmişte var
olan klişeleşmiş anlayışı kırabilme yeteneği taşımaz. Her şairin belirli bir
dünya algısı ve onu anlamlandırma yetisi vardır. Ancak şair, bilimsel veri ve
sanat biliminin ayrıntılarına egemen olmadan kuracağı şiir var olanlara yaslanmak
zorunda kalır. Bana göre bu biçimde yazılan her şiir, özgün ve biricik olabilme
yeteneğinden ödün veriyor anlamına gelir.
Çağı aşan şiiri
yazabilmek ve şiire yeni bir gelecek kurmak, şairin imgelem gücüne ve
zenginliğine bağlıdır. Bizler, uyutmak için büyük sahte tasarıların içine
itilen ve bu anlayışla sanat üretmeye çalışan şanssız bir kuşağız. Salt sosyal
alanda değil bütün alanlarda, bölünmüşlük, bilgiye saygısızlık, okumadan
yazmak, kendini gösterme bencilliği, ideoloji ve inanç kaygısı gibi etkenler,
ne yazık ki Türk Şiirinin de derinden etkilendiği onulmaz bir hastalıktır.
Konuyu dağıtmamak için öncelikle şunu söylemeliyim: Şiir sanatına bir gelecek
kurmak istiyorsak kuramsal bilgiye ve bilgiler arası eşgüdüm ile onun bilimsel
çözümüne gereken önemi vermek durumundayız. Onu, gerektirdiği disiplinlerle ele
almalıyız. Örnek olması için, 24. İzmir Kitap Fuarı’ndaki izlenimlerimden
edindiğim sonucu burada dile getirmeliyim. Günümüzün şair ve yazarları, çevrede
ne olup bitiyor, öneme değer yapıt var mı, kim ne kadar nitelikli yazıp
çiziyor, bakmıyor bile. Tanınmışlığı, tanıdıklığı veya popülarite devşirme
beklentisi yoksa, diğerinin şiiri onlar için yok hükmündedir. Bunun kısaca
tanımı, okumadan yazmak demektir; hedef, sanat ya da yazın değil demektir. Oysa
iyi yapıt nitelikli etkileşim sonucunda üretilebilir. Birbirimizden
öğreneceğimiz o kadar çok şey var ki ben yetkinim diyen şairler bile buna
dahildir. Bilgi bilgiyle, bilgi katılımla, bilgi çoğul düşünce yaklaşımlarıyla
çoğalır. Sanat eseri bireysel çıktıdır; gerisindeki imgelem, toplumsal,
yaşamsal, deneyimsel, bilimsel, olgusaldır. Sanat kültürü ve sanatta
yaratıcılık bilginin çözümü, yorumu ve deneyim sonucu gerçeklik kazanır;
estetik değer üretme yeteneğine sahip olur. Deneyim aktarılmazsa ve deneyimden
yeterince yararlanma yoluna gidilmezse, şiirin varacağı nokta bugünün gerisinde
kalması demektir; durağanlık, geriye gitmek demektir sanatta. ‘Türk şiiri
magazinsel söylemler üzerinde yönlendirilmektedir.’ diye bir tümce kurarsam pek
çok şair karşı çıkacaktır; ancak işin ayrıntısına girdiğimizde bunun gerçek
olduğuna tanık oluruz. Sanatçının imgelem gücü, çok boyutlu veri akışıyla
artırılabilir. Biz insanların en onulmaz hastalığı neyi bilmediğimizi bilmiyor
olmamızdır. Şiirin birkaç teknik ayrıntısını bildiğimizde dünya şiirini
anlamışız gibi duyumsarız. Aslında şiirin teknik ayrıntısı herkesin kısa bir
eğitimle edinebileceği bir konudur. Asıl olan şiiri yazdıran ve imgeyi kurduran
imgelemdir. İmgelem gücü öyle kolay elde edilecek bir sonuç değildir; yaşam,
evren, insan ve bilimlerin karşılıklı ilişkilerinin çözümünden doğan bir
yetenektir. Geleceği kucaklayan şiiri ancak ve ancak bu güce sahip şairlerin
yazabileceğini söylemek yanlış olmaz. Sanatın
doğumundaki ikinci aşama ise teknik kısımdır. Biraz da ustalık ve yetenek
alanıdır. Renge, ışığa, sese, harekete ve güzel söze dökme işidir. Zaten bu
konu her yerde, her yazıda, her kurs ve sohbette insanlara aktarılmaya
çalışılıyor. Aslında sanatı ticari sektörlerle iç içe çalışmak zorunda bırakan
aşama ve süreç burasıdır. Herkes Nazım’ın iyi şiir yazdığını bilir; ancak kimse
ona o şiirleri yazdıran imgelem gücünün kaynağını sorgulamaz. Sanat, estetik ve şiir gibi kavramlar; insan
zihninin sahip olduğu bilgi ve deneyim yüküne, yaşam koşullarının şekillendirdiği
duygu gücüne göre şekil alır.
İmgelemin
nesnelleştirilmesi ve somutlaştırılması sanattaki ikinci aşamadır, demiştim.
Bilim ve teknolojiyi çok daha yoğun ve görünür biçimde kullanan süreçtir.
Ayrıca sanat dili kullanımı bu aşamadan sonra öne çıkar. Salt duygunun ivmesi
ile sanatsal edim açıklanamaz. Söz ettiğim iki nedenden dolayı, sanatı ve
eleştiriyi bilimselliğin dışında düşünmek, sanatçı, sanat, bilim, bilinç,
imgelem ve bilgi kavramlarının arasındaki bağıntıya bütüncül verilerle bakmamış
olmayı gerektirir. Aslında burada anlatmaya çalıştığım şey, sanatın yaratım
sürecidir. Özgün ve biricik olma özelliğine giden yoldur. Aslında B. Croce’nin dediği
gibi “Estetik yaratma süreci” ile benzerlik gösterdiğini söyleyebiliriz. Hatta,
B. Croce’nin estetik yaratma sürecindeki ilk üç aşama, “izlenim, tinsel sentez ve hedonist eşlik” bilinçten imgelem
sürecine karşılık gelen aşamayı oluşturur. Son aşama ise imgelemin
nesnelleştirilmesi aşamasıdır ve Croce bunu “Fiziki
fenomenlere aktarılması” diye ifade eder. Şiirimizde en
çok ilgi duyduğumuz alan, sanat yaratım sürecinin ikinci aşamasıdır; yani
dilsel ve imgesel alanıdır. Genel duruma baktığımızda, şiir nasıl yazılır,
imge, bağdaştırma ve sapma nasıl yapılır, türündeki soruları yanıtlamaya
çalışırız. Bunların yanıtlarını bulunca iyi şiir yazılır düşüncesindeyiz
çoğunlukla. Oysa bu soruların yanıtları, sanat eseri ortaya koymanın teknik
gerekliliğidir. Şiirde dilin yetkin kullanım ayrıntılarıdır. Bunları her şair
bilmek zorundadır zaten; bilmeden şiir yazılamaz. Yazıldığını varsaysak bile
yazılanlar, öykünen ve sıradan bir metin olmaktan öte geçemez. Şiir, gördüğünü,
duyduğunu, içinden geleni anlatmak değildir; gördüğünü, duyduğunu yeni baştan
anlamlandırmak ve estetik değer yaratacak biçimde insanı kavrayan imgeyi ve
imge bütününü kurmaktır. Şiire sanat
eseri olma özelliğini kazandıran, salt dil kullanım yeteneği değildir. Anlamsal
derinliğin; insan, yaşam ve evren ile olan ilişkisindedir. İmgelem gücü ve
zenginliği; her sanat eserinin doğumunda ön koşuldur. Başka bir deyişle güçlü
imgelem, gelecekle anlam ilişkisini kalıcı ve yaratıcı kurmak demektir. Bu
nedenle, şiir eğitimi/kursu veren ve okullarda şiire yönelik çalışanlar, hedef
kitlesinin imgelem yetisi, gücü ve zenginliği üzerine yoğunlaşmalılardır. İmgelem yetisi
yüksek şair, aynı zamanda dili çok iyi kullanan kişidir. Bilgiyi çözümlemiş,
yorumlamış ve daha yetkin dil kurgulama yeteneğine sahiptir. Dile, çağa,
deneyime, iletişime, okumaya ve araştırmaya önem veren; bunları yapan kişidir.
Okurun algısını, estetik kaygısını, yaşam ve evrenin gelecekle olan ilişkisini,
zihninde çözümlemiştir. Var olana değil; estetik ve sanatsal değer taşıyan
ögelere kendiliğinden yönelecek demektir. Sanattaki “özgünlük” ve “biriciklik”
kuralı bu noktadan sonra geçerlilik kazanır. Usta çırak yöntemi yetişmiş olmak elbette
önemli bir deneyimdir; ancak özgün ve biricik kuralına uyan eser üretmek için
yeterli bir süreç değildir. Bu nedenle; okumadan, sanatın felsefesine girmeden,
kavram ve terimler arasındaki anlamsal konumu ve hiyerarşisini zihinde
çözümlemeden şiir yazmak, trenin raylar üzerinde seyretmesine benzer; yönü ve
hareketi raylar belirler. Sanat, kumandanın dış etkenlerde olmasını kabul
etmez. Özgür olmalı ve sınır gözetmemelidir. Sanatın sanat olabilmesi için; biçimden anlama, anlamdan anlatıma, sesten
çağrışıma, coşumdan estetiğe[6] kadar tüm varlık katmanlarında
sanatçının özgün yaratısı gereklidir. Temmuz 2019,
Narlıdere GERÇEKÜSTÜCÜLÜĞE TEĞET BAKIŞ Sürrealizm (Gerçeküstücülük), sanatın tüm
boyutlarına sızan, devasa yenilik ve asimetrik düşün dizgesinin önünü açan
önemli bir sanat yaklaşımıdır. Bugünkü gerçeküstü eserlere baktığımızda, bu
akımın önemli bir sanat anlayışı olduğu ve bugün de etkinliğini güçlenerek
sürdürdüğünü söyleyebiliriz. Anlık ve istenç dışı düşün yönteminden çıkış ile
asimetrik düşünme ya da düşün açısını değiştirmek tanımıyla kısmen
karşılanabilecek yeni bir sanatsal teknik yaratmıştır. Bana göre sanata ve
sanatsal kavramlara bakış açısına yeni bir boyut getirmiştir. Ne var ki pek çok
sanat düşünürü gerçeküstücülüğü; yatay bir düşün dizgesi, bilinçaltının zengin
deposu ve dürtüsüne göre şekil aldığını söylerler. Bu akımın; uygulama, anlatım
ve çizim tekniği içselleştikçe; insan haz duygusunu doyurdukça; akla geldiği
gibi yapılan, yazılan, çizilen ve salt bilinçaltının doğurduğu bir sonuç
olmadığını kabul etmeliyiz. Daha doğrusu bugün ortaya konmuş gerçeküstü
eserlerin, ayaküstü bir mantığın ve imgelem gücünün üretebileceği eserler olmadığını
söyleyebiliriz. Gerçeküstücülük; birikim, yoğun bilgi
bütünlüğü ve bu bilgi bütünlüğünü simetrik/asimetrik kullanabilen zihinlerin
sanat yapıtı üretebileceği bir yolculuktur. Akımın bildirilerinde (manifesto)
söylendiği gibi bilinçaltından çağırdığını çağrışım mantığına göre anlık
yazmak, aklına geldiği gibi çizmek ya da rastlantısal bir sonuca ulaşmak
olmadığını, ortaya çıkan eserlerin derin yapılarından anlıyoruz. Bunu,
bilinçaltına ve bilince oturmuş zihinsel bütünlüğün doğurduğu karmaşık çözümlerin
görüntüye dönüştürülmesi, kişisel izlerin farklı bir bakış açısından
yansıtılması, ruhsal dünyanın ve yaşamın mühendislik olarak objeye
dönüştürülmesi olarak düşünüyorum. Yaratıcılık, incelik, bilgelik ve yüksek
zekâ gerektiren bir teknik olduğunu delile gerek duymadan söyleyebiliriz.
Sanatçının; güçlü bilgi bütünlüğü, tasarımsal yeteneği, yaratıcı zekâsı ve
bilimsel altyapısı olmasını gerektirir. Ayrıca gerçeküstücülüğün bildirilerinde
mantığın ve aklın geri planda tutulduğu söylenir. Söylenenin tam tersine
gerçeküstü sanat; temelde sağlam bilgi, duyusal yeti, sezi, akıl ve güçlü
mantığın varlığından doğacak bir alan olabileceğini düşünüyorum. Kaldı ki
mantık dizgesini kırmak, zekâ gerektiren, yaratıcı yaklaşım ve ayrıksı
düşünme/yorum gerektiren bir şeydir. Gerçeküstücülüğün dayandığı uzayı, hem
resim sanatında hem de şiirde deneyimlemiş birisi olarak bunları rahatlıkla
söyleyebiliyorum. Bilinçaltı bir vahadır; bilginin çok
büyük bir oranını saklar. Çoğu kaynakta bilginin yüzde doksan beşinin saklandığı
söylenir. Buna sözümüz yoktur, ancak beynin çalışma sistemini biraz olsun
biliyorsak, anlık çıkarım ve mantığı geri plana itmekle böylesi güzel eserlerin
ortaya konabileceği inandırıcı gelmiyor. Bilinçaltındaki bilgilerin bilince
taşınması, bilincin sağlam temellere oturmasını gerektirir. Duygu, bilinç,
bilinçaltı, donanımlı bellek, zihin, zekâ, mantık ve bunların toplamı; örgütlü
akıl demektir. Sanat eseri yaratmak, imgelemin nesneye dönüştürülmesine yani
bilginin teknolojiye dönüştürülmesine benzer; bununla eşdeğer bir işlemdir.
Örgütlü akıl gerektirir. Bu işlem için bilgi; ister bilinçaltında olsun ister
bilinçte hazır olsun, onu imgeye dönüştürmek için bilincin ve üst bilincin
mutlaka devreye girmesini gerektirir. Albert Camus, her ne kadar gerçeküstücülük
için, “Sürrealist eserlere lojik ve reel kategorilerle yaklaşmak onları
anlayamamak gibi bir sonuç yaratır.” dese de bugün, Camus’un söyleminin çok
yerinde olmadığını anlayabiliyoruz. Bu akımın ileri sürdüğü akıldışı alan;
duyular üstü alan; bugünün insanı tarafından zihinde tasarımlanabilir duruma
dönüşmüştür. Sanal gerçekliğin getirdiği olanaklar, algı dünyasında somut,
görülebilir, işitilebilir ve duyumsanabilir (en azından sayısal teknolojiyle)
bir yenidünya yaratmıştır. Olamaz, varılamaz, edilemez, akıl ötesi ve
gerçeküstü dediğimiz pek çok olayın, yeni gelişmelerle gerçeklik kazandığını
veya gerçekleşme gizilgücü taşıdığını söyleyebiliriz. Gerçeküstücülük akımını şiir açısından
ele aldığımızda, bütün sanatlarda olduğu gibi şiir diline de çok geniş bir
anlam ve anlatım olanağı sunmuştur. Şiir dünyasına farklı bir boyut ve sınırsız
bir uzay derinliği yaratmıştır. Kısaca söylemek gerekirse şiire sınırsız ve
koşulsuz yeni bir devinim ve anlam alanı kazandırmıştır. Nasıl, diye
soracaksınız. Şuna benzetebiliriz gerçeküstücülüğü: Nasıl matematik yaşamın tüm
alanlarında varsa, gerçeküstü söylemler de sanatın tüm alanlarında var olabilme
genelliğine sahiptir. Sanat düşünürleri, eserin varlık katmanlarını nesnel ve
duyu üstü alan diye ikiye ayırırlar. Bu tanıma dayanarak sanat eserini
oluşturan toplam iki yapıdan söz ederler. Bir anlamda gerçek ve gerçeküstü
yapının toplamı bir sanat eserini oluşturur. Örneğin şiir dili, nesnel dünyayla
bütünleşmiş gerçeküstü söylemler dizgesiyle günlük dilden ayrılır. Bilindiği
gibi sanatın en önemli özelliği; algıyı uyarmak, anlamayı güçlendirmek,
düşünmeyi derinleştirmek, duyuları ve duyguyu ayartmaktır. Kısacası zihni
sarsmak ve duyguyu istenen kıvama taşıyarak, alımlama ve düşünmeyi daha etkin
kılıp estetik beğeniyi sağlamaktır. Şiir bir düşün sanatıdır; düşüncenin,
dili ivmesi ve dil kullanım ayrıntılarına girmesiyle gerçeklik kazanır.
Gerçeküstücülüğün şiire kazandırdığı anlam ve anlatım olanakları, bugünün şairi
tarafından genişletilmelidir, derinleştirilmelidir. Çünkü bu alan, aklı ve
mantık dizgesini sarsıcı bir anlam alanıdır. Daha önce değindiğim gibi,
gerçeküstücülük, yeni bir düşün uzayının önünü açmış ve sınırsız bir alanın
kapılarını aralamaya yöneltmiştir. Eserden çok şairin düşüncesinin sınırını
genişletme yolunu göstermiştir. “Şiir, yaratıcılığın ekseninde yer alan
bir sanat dalıdır.” Düşünmenin sınırlarını zorlayıcı ve imgelemi daha çekici
somutlaştırma tekniğidir. Yaratıcılığa, bunun yanında düşüncenin sınırlarını
zorlanmaya yönelten dilsel esnekliktir. Gerçeküstücülük, şiirdeki anlam,
anlatım ve çağrışım katmanlarına yüksek düzeyde katkı sağlayan sınırsız bir
uzaydır. Üretilen bilgi, teknoloji, kültür
varlıkları, doğa, sosyal ve insan bilimleri, gerçeküstü diye adlandırılan alanı
derinleştirme ve bu alana yeni bir boyut kazandırma yetkinliğindedir. Başka bir
söylemle bugünün şairi, düşüncenin sınırlarını kırıp; evren, insan ve yaşam ile
aralarındaki ilişkiye daha farkındalıklı bir anlam kazandırma; bunları nesnel
dünya ile bütünleştirme yeteneğine sahiptir. Gerçeküstü dünya insan tasarımıdır; yani
düşüncenin ürettiği bir evrendir. Sınırlarını göremediği ve doğa bilimlerince
açıklanamadığı için, insanoğlu bu alanın içine girmekten çekinmektedir. Aslında
gerçeküstü dünya, matematik ve sanal dünya dediğimiz alandan farklı bir şey
değildir. Matematik, insan tasarımı sanal bir kurgudur. İnsan, kendisinin bunu
algılayabilmesi ve anlayabilmesi için doğada karşılığı olan sayı, çizgi ve
uzamla bütünleştirmiştir. Dil, düşüncenin
nesnel karşılığıdır; öyleyse biz gerçeküstü dünyayı şiir, resim, sinema gibi
sanat diliyle daha farkındalıklı olarak nesnel hale dönüştürebiliriz. Bu,
günümüz bilgisiyle zor değildir. Gelişigüzel ve saçma olduğunu düşüneceğimiz
sonuçlara yönelse bile nesnel dünya ile daha yakın ilişki içinde olabilecek bir
durumdur. Bir anlamda gerçeküstü dünyayı nesnel
dünya ile bütünleştirerek sarsıcı biçimde ortaya koymak; dilde esneklik,
kıvraklık ve anlam derinliği sağlar. Sanal dünya, nesnel dünya ve yaşam
ilişkilerini bir şiire giydirmek; derinlik, farkındalık, dil kullanım becerisi
ve yaratıcılık gerektirir. Daha doğrusu imgelemin anlaşılabilir, tanımlanabilir
imgeye dönüştürülmesi, nesnellikle mantıki bir düzlemde buluşmak demektir.
Şiirde gerçeküstü anlatım, okurda nesnellik kazanacak biçimde olmalı ve onun
bilincini altüst edecek bir anlatıma sahip olmalıdır. Nesnel ve gerçek yaşam
ile ilişkilendirilmesi şiir gibi anlatım sanatlarında daha kolaydır. Çünkü şiir
dili; uzam, zaman ve kuralları kırabilme esnekliği olan, aynı zamanda bunları
kırarken hem çekici hem de anlam derinliği oluşturabilen bir kıvraklığa
sahiptir. Örneğin; (…) Sınırsızlığı
çek üzerime İşte
çuvaldız del gökyüzünü Getir
anakaraları karinamın altına Ellerimize
rastlayan her şehri sevelim Gerisi
senin güzelliğin.[7] (…) Daha anlaşılır olması açısından bir de resim
sanatından örnek verelim: Salvador Dali'nin "Kelebekler ile Tekne"
tablosunu biliyoruz. Gerçeküstü bir tablodur. Kelebekler, yelkenlerin yerine
teknenin hareketini sağalıyorlar. Hem suda hem de karada kelebeklerin kanat
gücüyle teknenin yüzebileceğini anlatıyor tablo. Doğa üstü bir eylem
görüntüsünde ve farkındalık yaratacak biçimdedir. Aslında doğa bilimlerine
uyumlu bir görseldir. Dali bu eseri, 20. yüzyılın ilk yarısında yapmıştır. Bu
resim, bugün savunma sanayiinde kullanılan Hover Kraft[8]
teknolojisinin temel çalışma ve hareket ilkesini bire bir tanımlayan bir
tablodur. “Kelebekler ile Tekne” tablosu ile Hover Kraft teknolojisi
karşılaştırıldığında, imgelem, renk, düşünce ve dünya algısından dökülmüş
geleceği de kucaklayan büyük bir eser olduğunu anlarız. Böyle bir eser; basit
bilgilerle, mantık dışı çıkarımlarla, aklı geri plana itmekle, anlık fırça
sallamakla yaratılacak bir eser değildir. Doğa bilimlerine dayanan yüksek bir
imgelem gücü, böyle bir tabloyu çizebilir. Şuna dikkatinizi çekmek istiyorum:
Tablo Dali tarafından yapıldığında, Hover Kraft teknolojisi henüz icat
edilmemişti. Bu örnekten yola çıkarak gerçeküstü şiir; gerçek anlamda
yaratıcılık, birikim, donanım, örgütlü akıl ile düş gücü gerektirir. Gerçeküstü
sanat, bu bağlamda ele alınırsa sanatın gelişimine ve geleceğine önemli katkı
yapabiliriz. Ayrıca gerçeküstücülük, sarsıcı ve sezdirici bir çağrışım
tekniğini bünyesinde barındırır. Sonuç olarak gerçeküstü dünya, insan düşüncesinde
var olan ve tasarımlanabilen bir duruma evrilmiştir. Sanatın her alanıyla iç
içedir. Estetik tavır yaratma konusunda son derece etkindir. Bilinçsiz,
bilgisiz ve gerçeküstü şiirin ne olduğu konusunda yetkin olmayan şairlerin
yazdığı gerçeküstü şiirler örnek oluşturmamalı ve konuya dar bir açıdan
bakmamalıyız. Yunus Emre, Cemal Süreya, Ece Ayhan gibi pek çok şairimizin
gerçeküstücülüğe yaslanmış başarılı eserleri vardır. Gerçeküstü şiir, örgütlü
ve gelişkin akıl tarafından yazılabilecek bir tekniktir. Algıyı uyarmak,
anlaşılabilir olmak ve mantık dizgesini kırabilmek için nesnel dünya ile
bütünlük kazandırılması gereken bir durumdur. Bana göre, gelecekte
gerçekleşmesi beklenen olay ve olguların bugünden dillendirilmesidir.
Söylendiği gibi toplumdan kopmuş veya toplum gerçekleriyle örtüşmeyen bir durum
değildir. Tam tersi; gelecekle bugünü, olanla olması gerekeni, insanla yaşam
ilişkilerini, doğanın kendisiyle hesaplaşmasını, nesneyle ilişkilerini ve onun
uzamını daha farkındalıklı anlatma yöntemidir. Kısacası donanımlı insan, zengin
ve güçlü imgelem işidir. Özeti ise örgütlü akıl işidir; doğa, sosyal ve insan
bilimlerinden beslenmek zorundadır. Ağustos 2019
“Saf şiir” ya da “saf sanat”
tamlaması uzun zaman kullanılmış ve tartışılmıştır bazı düşünür, şair ve
eleştirmenler tarafından. Değişik anlam ve açılımlar yüklenmiştir bu tamlamaya.
“Saf Sanat” bağdaştırmasını, bu metinde öylesine kullanılmış bir sıfat
isim tamlaması olarak düşünmeyiniz. Ben bu tamlamanın anlamsal değerini daha
farklı bir açıdan ele almak istiyorum. Sizler de bu kavram karşısında,
bilinenlerden ayrıksı bir yaklaşım sergilerseniz daha somutlaştırabiliriz, diye
düşünüyorum. Çünkü burada saf sanat, saf şiir ya da öz şiir gibi tamlamaları
kullanarak geçmişte tartışıldığı gibi bir tartışmaya girmek istemiyorum. Benim
önerdiğim sanat ve şiir anlayışını, en anlaşılır biçimde ‘Saf sanat’ tamlaması
karşılamaktadır. Bir kez daha belirtmekte yarar görüyorum; saf sanat ya da saf
şiir kavramlarını geçmiş bilgilerinizden farklı bir düzlemde ele alacağım. “Saf sanat” tamlaması, öncelikle
tarihte sanatsal gelişim ve dönüşümün hiç saf, temiz, çıkarsız ve arı
olamadığını anlatmaya yönelir. Yani sanatsal geçmişin hiç temiz olmadığını
anlatır. Bu tamlama, sanat ve şiire temel imgelem dünyasının, oluşturulagelen
bir zorunluluğun şemsiyesi altında olmaması gerektiğini belirtir. Sanat, hiçbir
zaman gücün ya da onu temsil eden diğer gereçlerin esaretinden kurtulamamıştır;
bugün de. Sanatın özgür istenç ve özgür bilincin ürünü olmak gibi bir saflığı
hiç olmamıştır. İkinci olarak, sanatın
oluşumuna neden olan imgelem gücünün, yani düş gücünün özgür ve özgün
olmasından söz ediyorum saf sanat derken. Sanatçının imgelem gücü, yani diğer
söylemle düş gücü ve düşünme edimi ne kadar özgürdür ve ne kadar özgündür?
Toplumsal, parasal, ideolojik ve dinsel önyargılar; insan algılarında artalan
bilgisi oluşturarak etkin olur ve insanı varoluş değerleri ve istemi dışında
düşünmeye zorlar. İşte bu, bilimsel gelişme ve saf sanatın en önemli
düşmanlarından birisidir. Ben doğruyu ve doğru bildiğimi söylerim diyenler ya
da benim düş gücüm özgündür diyenler ne kadar söyledikleriyle özdeştir?
Kabulleri, ideolojileri, inançları, algıları ve yargıları karşısında ne kadar
özgürdür ve neye göre özgündür? Ne kadar saltık kabul edilebilir? Dün gücün,
ideolojilerin ve inançların gölgesindeki sanatsal edimler, bugün paraya dayalı
yıkıcı bir anlayışın elinde değilmiş gibi özgür bir sanatsal edimden bahsedebilir
miyiz? İmgelem, şiir ve sanat
yazınımızda ayrıntılı ve sık tartışılan bir konu değildir. Aslında sanatın
temeli imgelem yetisidir ve şiirin doğumu imgelem gücüne ve zenginliğine
bağımlıdır. İmgelem, şiir ve sanat için bedendeki kan ve kan dolaşım sistemi
kadar yaşamsaldır. Anlamın doğuşuna kaynaklık eden temel verilerin düşünsel
biçimidir. Onun dolaşımı anlam dünyasını beslemediği sürece sanat ve şiirden
söz edemeyiz. Saf sanattan kastım;
imgelem dünyasının altında yatan kan ve dolaşım sisteminin temizliği, özgünlüğü,
özgürlüğü ve yaratıcılığıdır. Yani sanatçının imgelem dünyasının,
özgür, özgün, istem dışı girdilerden uzak, yaşamsal, kültürel, evrensel
değerlerle kendi yorumunda varlık bulmasıdır. Saf imgelemden, dolayısıyla saf
sanattan kastım da budur. İşte ben saf sanat derken,
sanatçının ülküsel yaşam algısından doğmuş “saf imgelem[9]e” dayalı özgün ve
özgür sanatsal edimlerden söz ediyorum. Bir anlamda sanat, sanatçının duyumsadıklarının
altında yatan ve ona şekil veren bilinç ve bilinçaltı dünyasının bir aynası
değil midir? Çağımız insanının bilinci bu kadar ele geçirilmişken, şekil
verilebilir kıvama dönüştürülmüşken, her kıvılcımda bomba gibi patlamaya
hazırken; özgün sanattan dem vurma şansımız var mıdır? Bu başka bir tartışma
konusudur; ancak şiirin sanat eserine evrilişi, kasıtlı yapılandırılmış bilinç,
bilinçaltı ve duygunun ürünüdür. İşte bu yüzden imgelem, insanın varoluş ve
yaşamsal değerlerine yaklaşabildiği oranda şiir de saf şiire doğru
evirilecektir. Nasıl yani? Yaşamsal,
evrensel, sanatsal, insani ve doğal değerler ve bunların birbiriyle
ilişkilerinin doğru dürüst okunabilmesiyle belki. İnsanı insana, toplumu
toplumlara, ülkeyi dünyaya egemen kılma yarışı içerisinde geçen ortamlarda
hiçbir zaman özgün ve özgür sanatsal edimlerden söz edemeyeceğiz. Kaldı ki
bugün yaşadığımız ve değer olarak kabul ettiğimiz pek çok şey, insanı yenik
düşürmeye, birbiri omzuna basmaya, diğerlerinden bir adım önde olmaya odaklıdır;
hem de hiçbir insani değeri, hatta insanın doğal davranış mutlaklığını dikkate
almadan. İşte ben saf sanat derken;
ideoloji, inanç, ekilmiş, öğretilmiş ve yönlendirilmiş diktelerin etkisinden
bağımsız, insanın varoluş değerlerinin, yaşam hakkının ve yaşam sevincinin
doğal sürecine göre biçim alan bilinç ve bu bilincin ürettiği sanattan
bahsediyorum. Başka bir söylemle, başka bir yapının dikte ettirdiği
olgu ve yargılardan uzak, insani ve yaşamsal değerlerin duygu, bilinç, imgelem
gücü ve zihinsel etkinliğinin çıktılarını baz alan bir görüngüyü anlatmaya
çalışıyorum. Çağımızda böyle bir sanatsal
yaklaşım, yani saf sanat yaklaşımı insan algılarında etken ve başat konuma
getirilebilir mi? Üstün olmaya yönelik,
kargaşa içinde ve bencil insanın olduğu bir dünyada bu çok olası görünmüyor.
Ayrıca günümüz sorunlarından olan “benlik görünüş bozulması” diye tanımlanan
ayrı bir karmaşık durumla da karşı karşıyayız. O zaman şöyle bir soru geliyor
akla; duygudaşlık kurabilen, düşünebilen, acıma ve sevme duygusuna sahip olan
insanoğlu, daha ne kadar kendi cinsini yemeye, ölümleri görmezden gelmeye ve
kargaşayı büyüterek yaşamayı sürdürebilir? Sanatı sanat olarak
yapabilmenin önündeki en açık ve pürüzsüz yol, insanı insan olarak görmek,
duyguyu ve özgür aklı egemen kılmaktır. Saf sanat kavramına daha sorgulayıcı
biçimde yaklaşmak adına şu soruyu sorabiliriz: Düşlediğimiz dünya
gerçekliğinde, savaşları, şiddeti, dehşeti, bölünmüşlüğü, ölümleri, acıyı,
sonlandıracak bir örnek var mıdır? Varsa nerededir? Bakın bu soruya Adorno şöyle
yanıt veriyor. “Bu örnek vardır ve bu
örnek sanatta bulunur. Bundan ötürü sanat, yanlışlar ve bölünmüşlükler
ortasında bir sığınma yeridir, bütünselliğin ve doğruluğun ülkesidir. Sanat,
mümkün, gerçek barışın (bütünleşmenin) örnek ve aracıdır.” (İleten İ.Tunalı, Estetik) Saf sanat derken amaçladığım
öz ve içerik, sanatın içinde var olan, daha doğrusu var olması gereken;
tarafsız, önyargısız, özgün ve özgür düş ülkesinin, yani saf imgelemin araçsal
sonuçları olmalıdır. Sanatın yaratım sürecinde, insanın saplantı, takıntı,
ideolojik, dinsel önyargıları ile bilgiye dayalı olmayan kabullerinden
arındırılmış bir sanat anlayışının varlığına ulaşmaktır. Bu uzak bir olasılık
da değildir. İmgelem; bilginin sağladığı duyu, düşünme, sezi, görü ve öngörü yetisi
ile varlık bulan bir görüngüdür. Bugün sahip olduğumuz bilgisel ve kültürel
değerler ile gençlerin dünya algısı bunun bir düş olmadığını göstermektedir.
Oldukça iyimser beklenti içinde olsak bile, insanoğlunun sahip olduğu evrimsel
akıl mutlaka kendi geleceğine ilişkin değerleri kendine uygun er geç
kuracaktır. O yüzden, baskıdan şikâyet edip kendi özgün baskı sistemini kuran,
kuralcılıktan sızlanıp söz varlıklarını bile kurallar zincirine terk eden,
şiirin özgürlüğünden söz edip şiiri hapseden anlayış, şiir ve sanatın evrimsel
kodları ile insanın sınırsız beyin gücü hakkında yetkin yoruma varamayan
anlayıştır. Sonuç olarak barış ve sevgi
içinde yaşanabilir yenidünyanın kurulumu, insan bilincinin kendi yaşamsal ve
varoluş değerleriyle yapılandırılmasına bağlıdır. Şiirde ve sanatta değerler
dizgesinde değişim gerekliliği vardır. İnsan bilincinin insana yaraşır biçimde
yapılandırılması, saf imgeleme ulaşılması ve bu bilincin çıktılarının sevgiye
yönelmesi sağlanmalıdır. Her ne kadar bugün, pasta paylaşımına yönelik şiddet
ve ölümler her coğrafyanın yollarında kol geziyorsa, sanat nikel çizmelerini
giyinip fularlı emmilerin yalılarında dolaşıyorsa, şiir sakallı amcalarının
pipolarında buram buram keyif verici duman olmaya çalışıyorsa da gelecek
mutlaka güzel gelecektir. Çünkü geleceğin beyni insana yaraşır dünyanın
taşlarını mutlaka döşeyecek, “saf imgelemden saf sanata ve tam insana” ulaşacaktır.
Konuyu biraz daha özelleştirirsek, Saf imgelemden evrimsel şiire, yani geleceğin
şiirine ulaşmanın, çok uzak bir beklenti ve ulaşılamaz bir düş olmadığını
söyleyebiliriz. Mart 2018, Narlıdere
EVRİMSEL
SANAT YAKLAŞIMI Belli başlı
sanat akımları; insanın kültürel gelişim düzeyine koşut gelişim gösterdiğini,
bilgi birikimine, insanın dünya ve yaşam algısına göre şekillendiğini
söyleyebiliriz. Bir bakıma sanatın gelişim süreci, sanatın tarihselliği
içerisinde insanlık tarihinin fotoğrafik görüntüsüdür diyebiliriz. Sanat yaratı
dünyasını ve insanlık tarihi ile bağıntısını anlamak için, bu dönemlere fazla
ayrıntıya girmeden kısaca göz atmakta yarar olduğunu düşünüyorum. Şunu da
gözden kaçırmamak gerekir; sanatsal dönemlerin, hatta akımların her biri büyük
hacimli, ayrıntılı inceleme ve çalışma konularıdır. Burada konumuz bu olmadığı
için kısaca kendi yorumlarım bağlamında bu dönemleri özetlemek istiyorum. Klasik sanat
anlayışını henüz insanın kendini tanıma ve gerçekliği taklit aşaması, romantizm
dönemini ise sanatın insanla ve insanın asıl amacıyla bağ kurduğu bir dönem
olarak değerlendirebiliriz. Bu nedenle, klasisizm ve romantizm dönemine ilişkin
çok ayrıntıya girmeyeceğim. Çünkü asıl insanın kendini gerçekleştirmesine
yönelik sanat, 17. yüz yıldan itibaren başlar. Yani modern sanat anlayışı,
sanatsal nüvenin insanı, bilimi, bilgiyi ve aklı ele alması ile başlar diye
kabul edebiliriz. Modern sanat
dönemini iki farklı bakış açısından ele alarak değerlendirmek gerekir.
Birincisi teknik uygulama, yani sanat edimi açısından ele alınmalı, ikincisi
ise sosyal ve psikolojik açıdan, yani imgelem açısından değerlendirilmelidir.
Modern sanata sanat uygulamaları kapsamında teknik yönden baktığımızda farklı
görünüm ortaya çıkar, sosyal ve psikolojik temelli imgelem çerçevesinden
baktığımızda ise daha ilginç bir sonuç karşımızda buluruz. Sanat
uygulamalarına teknik yönden baktığımızda, modern sanat anlayışı sanatın
yenidünyaya uyarlanması, yani teknik yenidünya ile insan ilişkileri ve zihinsel
yetilerin bir düzleme oturtulması dönemidir. Her olanak, teknik araç, bilimsel
çalışma verileri, insani değerler ve yaşamsal değerler; sanatsal etkinlik ve
eylemlerin içinde var olmasına çaba gösterilmiştir. Bu dönem, insanı bulunduğu
yerden çekip çıkarmaya yönelik ayakları yere basar oluşumların keşif dönemidir.
Başka bir deyişle modern sanat dönemi, sanatın olgunluk dönemidir. Yani sanatın
insan algısında var oluş şekli ile biçimlendiği dönemdir. Sanatçı ve sanat
yaratılarının hareket aldığı temel nokta, evrimsel gelişime ve devimsel bir
sürece sahip olmasıdır. Yani sanat “evrimsel”dir, “devimsel”dir. İşte bu yüzden
soyut ve gerçekliğin değişik açılardan nesnelleştirildiği, mimesis kavramının
akılda tekrar işleme tabi tutularak daha özellikli bir yansıtma dönemine girildiğini
söyleyebiliriz. Modern sanat
dönemini imgelem ve onun artalan bilgisi açısından ele aldığımızda,
farkındalığa yönelik aklın kullanımına ağırlık verilmesi, toplumlardaki dinsel
ve ideolojik amacın yerine getirilmesi ve insan ilişkilerinin arzu edilen kıvama
dönüştürülmesi görevi sanatın omuzlarına yüklendiği en verimli dönem olduğunu
görürüz. Bunu, insanın kendini bulması ve toplumların düzenlenmesi maksadıyla,
sanatın etkin gücünden faydalanmak üzere bir otama yöntemi olarak başvurduğu
bir durum olarak da düşünülebiliriz. Sanatsal özden ziyade sanatın toplum
üzerindeki etki ve eylem yönünün önde tutulması sanatsal değişim açısından
dramatik bir sonuç üretmemiştir. Günümüzde de sanatın ekonomik ve tek merkezli
yönlendirme kıskacı altında olması, modern sanat dönemine göre daha sıkıntılı
durumda olduğunu söyleyebiliriz. O gün sanat, ideoloji ve inançların sırtına
yaslanmış ise bugün de ekonomik kaygının ve bir diğer insanın sırtına yaslanmak
zorunda bırakılmıştır. Modern dönemde hiç olmazsa bir ufka ulaşmak amacı vardı.
Bilinmeyeni bulmak, doğruya, güzele ulaşmak, coğrafyasından hiç çıkmamışa
yolunu göstermek gibi bir amacı vardı. Şimdi ise bir yere ulaşmak bir yana
dünyada varoluşunun yanıtını bulamayan, sadece kazanç ve ben içerikli
yönelimler dönemi yaşıyoruz. Modern sanat dönemi, çağdaş sanatın temeli ve
doğumu için yapılan düzenlemelerin tümüdür diyebiliriz. Sanatın, kavram ve
kuramlarının temelinin sarsılması, yeni önerilerin, soyut düşüncenin ve
gerçeküstü dünyanın tasarımlanması, yeni bir evrene kanatlanıp uçma hazırlığı
bu dönemin eseridir. Modern sanatın ileri aşaması olarak sözünü ettiğim
hazırlık ve tüylenme evresi, özellikle son elli yılı, bana kalırsa post modern
kavramı ile tanımladığımız döneme denk gelir. Yani çağdaş sanata geçiş dönemi.
Post modern sanat anlayışının modern sanat anlayışına göre pek çok ülküyü
sıradanlaştırdığı, çoğu kavram ve yönelimi parçaladığı bugün söylenegelen
ölçütler arasındadır. Ancak bu dönemi, bir geçiş dönemi olarak düşünmek, tam
tanımını bulamamış bir zaman dilimi olarak görmek daha akılcı bir yaklaşımdır. Çağdaş sanatı
diğerleriyle kıyasladığımızda, sanatın asıl yaratıcısına dönüşü olarak
düşünebiliriz. En önemli özelliği ise,
sanat yapıtının gerçek ve duyusal dünyasının hareketli olduğunun
anlaşılmasıdır. Eserin insanla iletişime girmesinden sonra, iletilerini
yaydığı sürece insan algısına göre biçimlenebiliyor olduğunun
kavranabilmesidir. Çağdaş sanat, uçarı aklın bütün olanaklarını kullandığı sıra
dışı yaratıların dünyasıdır. Uçarı akıl deyiminden kastım, aklın sınırlarını zorlama
ve sınırları dışına taşma çabasıdır. Sanat eserinin de bu sınırsızlığa uyum
sağlayabilmesidir. Oscar Wilde şöyle bir tümce kurar; “…Yaşam, sanatın en
iyi ve yegâne öğrencisidir.” Öyle sanıyorum ki çağdaş sanatın kavramsal
anlamı, bu tümcede gizlidir. Sanat akıl işidir; duygu ile fişeklenen aklın
sonucudur. Aklın evrim sürecine göre şekillenir. Sanatın evrimi de aklın
evrimiyle koşuttur. Bugün sahip olduğumuz deneyimsel bilgi sonucunda, tarafsız
bir gözle baktığımızda görebildiğimiz erimde evrimsel bir sanat olgusunun
varlığıdır ve hiç durmaksızın devinim halinde olan bir süreç yaşandığını gözle
görebiliriz. Genel olarak
sanatın tarihsel sürecine ve bugüne kadar zamanına öncülük etmiş sanatsal
akımları göz önüne aldığımızda, çok boyutlu bir sanat algısının, görüsünün ve
duyusunun oluştuğunu söyleyebiliriz. Aklın ve duyuların evrimini, bilginin
gelişimini ve kullanılabilirlik uzayını göz ardı ederek çağdaş bir zeminde
sanatsal edimlerimize yer bulamayız. İnsanı, evreni, duyuyu, zihni, gerçek ve
gerçek üstü algı ve değerleri, bugüne kadar üretilmiş tüm verilerle çözümleyip
çağdaş sanat anlayışını içselleştirmeliyiz. Çünkü çağdaş sanat anlayışı, aklın
sınırsızlığını, yaratıcılığın sonsuzluğunu, bilgi ve teknolojinin sınırsız
kullanımını, duygunun gizil gücünü, algının verilerden bağımsızlığını
anlatıyor. Eserin estetik dünyasının da bu özelliklere göre şekillendiğini
açıklayabilmemiz için veriler sunuyor. Kısacası sanatın sınırsızlığını ve
sonsuzluğunu gösteriyor. Sanatta sonsuzluk ve sınırsızlığa yanıt verebilmenin
ön koşulu, sanatsal yaratı sürecini sağlam temeller üzerinde konumlandırmaktır.
Çağdaş sanat, dünyayı algı biçiminin sınırsız form ve tasarımda yansımasıdır.
Bunun da sonu ve sınırı yoktur. Sanat tarihine
konu olan, özellikle modern sanatın içinde var olan akımlar, diğer bir deyişle
...izm’li sanat yaklaşımları, numaralandırılmışlar ve ışıklı vitrinlere
konmuşlardır. İnsan bilincine ve sanat anlayışlarına gerekli verileri
kazandırmış akımlar olarak sanatta tarihsel bilgiyi oluşturmuşlar, etkilerini
kendi içlerinde sağladığı sanatsal değerler ile kanıtlamışlar ve çağdaş sanatın
içinde kendilerini değerleriyle yaşar kılıp köşelerine çekilmişlerdir. Sanatın
ve bilginin tarihselliğini, metinler arası ilişkinin anlamsal boyutunu,
sanatsal yaratıların sürekliliğini ve engin bir sanat deneyimini önümüze hazır
bilgi olarak sermişlerdir. Burada şunu açıklıkla söylemek gerekir. Kübizmden
sürrealizme, Fovizmden Dadaizm’e kadar pek çok sanatsal yaklaşım bu günkü sanat
anlayışının bilgi birikimi ve deneyimini oluşturmuş öncü akımlardır. Kabul
edilmelidir ki ..izm’li sanat akımları, deneyimsel bilgi zenginliği, görme ve
sezi yetisi ile sanatsal gelişmelere evrimsel bir devinim kazandırmışlardır.
Sanatçı bu akımların ürettiği bilgiye dayanarak görme ve sezi yetisini
güçlendirmiş, beklenenden daha hızlı gelişen bir sanat evrenine girmiştir.
Artık çağımızda parça bölük bilgilerle tanımlanması olası olmayan, çok boyutlu
ve açık uçlu, aklın sınırlarını reddeden bir sanat yaklaşımını kucağımıza bırakmıştır.
Bugünün sanatı ve sanat anlayışını, ancak ve ancak “evrimsel sanat” gibi
küresel ve evrensel değerler dizisini de içerisine alan yaklaşımlarla anlaşılır
duruma dönüştürebiliriz. Artık aklın yolu
bir değildir; aklın yolu birden çoktur. Doğrunun doğruluk değeri açık uçludur.
Bunun böyle olduğunun en somut göstergesi de şiir, mizah, resim, sinema gibi
sanatlardır. Yıllardan beri doğru kabul edilen ama bugünün bilgisiyle
yanlışlanabilen kuramlar ve fizik yasaları bunun en açık delilidir. Biz
biliyoruz ki henüz bizim gerisinde olduğumuz, düşünce gücümüzün dışında kalan
bir mantık ve düşün dünyası (nesnel ve gerçeküstü) vardır; biz bunları günümüzde
ne işleyebilecek ne de anlayabilecek bilgiye sahibiz. Bilinç ve zekânın bunları
tanımlayabilecek seviyeye ulaşmasını, yani evrim sürecini beklemek
durumundayız. İşte “Evrimsel sanat” dediğim yaklaşım bu soru ve
sorunlara şimdilik yanıt oluşturabilecek bir değerler dizisi olarak
durmaktadır. Günümüz
insanının sınırsız yaratıcılığı, bilimsel verilere dayalı beyninin çalışma
gizilgücü, çalışma ve iş görme yeteneğinin sınırsızlığı, sanatı çok daha farklı
boyuta, gelecekte ön göremeyeceğimiz bir biçim ve düzeye çekeceğinin
habercisidir. Dijital ve bilgisayar teknolojisinin olanakları, yapay zekâ,
sanal dünya tasarımı, ses ve görüntü teknikleri gibi çağın kazanımları, sanatı
artık benzer biçim ve biçemlerden uzaklaştırmaktadır. Bu nedenle, bugün el
birliği ile benimsenen “çağdaş sanat” tanımının, sanattaki bu hızlı dönüşümü ve
gelişimi, daha doğrusu evirilişi karşılamakta yetersiz kalacağı kesindir. Sanattaki baş
döndürücü gelişmeler, aklın gelişimi ile eşgüdümlüdür. Sanatın üç boyutta
genişlemesi; bilgi ve yayımın yüksek devinime sahip olması; sanatsal bilgi,
teknoloji ve bilimsel olgularla açık uçlu bir evrenin tasarlanması; sanatsal
süreci yeni bir tanıma zorlamaktadır. Sanatta gözlenen bu sonuçlara göre, tüm
sanatın edimlerini, dönüşümünü, gelişimini anlatan sanatsal kuram ya da yeni
bir tanım getirmekte yarar olduğunu değerlendiriyorum. Böyle bir devinim,
değişim, dönüşüm ve gelişimi karşılayabilecek, onu açıklayabilecek, açık uçlu
olmakla birlikte her şeye yanıt verebilme olanağına sahip olacak tanım; ancak
ve ancak “Evrimsel Sanat Yaklaşımı” olabilir. Klasik, modern
ya da çağdaş gibi kavramlar geçmişe göre bulunduğumuz zamanın devinimini
anlatırlar; oysa evrimsel kavramı, bugünden öncesini, bugünü ve bugünden
sonrasının sonsuzluğunu, olay ve olguların var olan doğal ve yapay devinimle koşutluğunu
anlatır. Evrim sözcüğü, sadece canlılardaki fizyolojik değişim ve koşullara
uyumunu anlatmadığını; aynı zamanda bilincin; değişim, gelişim, dönüşüm gibi
eylemlerini anlattığını düşünürüm. Bu düşünceden yola çıkarak, evrimsel sanat
yaklaşımı, her sanatsal edim çoğulluğuna, bilim, teknoloji, yer ve zaman boyutu
ile bunları başka bir açıdan görme gibi her tür sanatsal gelişime ve yaklaşıma
yanıt verebilme olanağına sahiptir. Bir
anlamda evrimsel sanat yaklaşımı; sanatta limitin olmadığını, düşün ve zihinsel
etkinlik ile bilincin sonsuzluğunu ve sınırsızlığını anlatan bir bütünlüktür.
“HER ÜÇ KİŞİDEN İKİSİ ŞAİRDİR” Sanat
felsefesine dokunmadan, tekniğini öğrenmeden ve eğitimini almadan, özellikle
ayrıntılı okuma yapmadan sanat üretmeye yeltenen bir toplumun son kuşağıyız.
Atalarımızdan devraldığımız gibi çalakalem sanat yapma alışkanlığını sürdürme
kararlılığımıza da doğrusu diyecek söz bulamıyorum. Resim, şiir veya seramik
gibi kendi tekniği olan bir sanat alanının içsel ve dışsal ayrıntılarını
çözmeden o alanda sanat üretmeye kalkışmak, bizlerin en yaygın tutumudur. Böyle
bir genelleme yaptığım için bağışlayın. Bu tümceleri gönül rahatlığı ile
kurabiliyorum; çünkü şiir yazan ve resim yapan kişilerin çok azının, sanatla
ilgili kuram ve ilkeleri öğrenmeye çalıştıklarına tanık oldum. Geri kalanı usta
çırak usulü ve sağdan soldan duyduğu bilgiler ile sürdürmektedir sanat ve şiir
ile olan ilişkisini. Tabii ki örgün sanat eğitimi veren kurumsal yapıları
sözlerimin dışında tutuyorum. Sanatın
iki aşaması vardır. Bunlardan ilki imgelem aşamasıdır. Bu aşama bilinç
dünyamızın soyut ve somut kavramları okuma, sezme, görme biçimi ve sahip olduğu
tüm bilgiyi yorumlama gücüdür. İkinci aşama ise imgelemin dil, ışık, biçim,
hareket ve ses gibi ilgili sanatın dili ile nesnelleştirilmesidir. Bu aşama,
ilgili sanat alanının kendine özgü tekniğini ve kullandığı dilin ayrıntılarını
gerektirir. Bu çoğu yerde zorunluluk nedeniyle üzerinde durulan ve bilinen bir
konudur. Sanatta asıl üzerinde durulması gereken aşama,
imgelem sürecidir; sanatın sanat olmasını sağlayan ögeler, imgelemin zenginliği
ve gücünde gizlidir. İmgelem dediğimiz olgu; sahip olduğumuz yaşamsal
koşullarla başlar, dünyada üretilmiş bilgi ve kültür varlıklarının bizde
yarattığı görme, işitme, duyma ve sezgiye kadar toplam bilinç dünyamızın
ışığıdır. İmgelem gücümüz dünyayı okuma ve onu anlamlandırmada bir farklılık
doğuramıyorsa var olanlara öykünmekle yetiniriz. Çağdaş
sanat, var olana öykünmekle sanat üretme anlayışını yıkmıştır artık. Bu
anlayış, var olanı yeniden anlamlandırma, ilişkilerden yeni varlıklar keşfetme,
yaratıcılığın sınırlarını zorlama, zekâ ve farkındalık yaratan yeni
biçim/duyuş/seziş olanaklarını temel almaktadır. Durum böyle olduğu zaman
okumadan, bilgiler arası eşgüdüm ve ilişkiyi çözmeden sanat üretmek, bir
anlamda öykünmek dışında sanatsal bir değer niteliği taşımayacaktır. İşte bu
yüzden bilgi ve bilgiler arası eşgüdüm ve çözümü içselleştirmek durumunda
olduğumuzu artık kabul etmeliyiz. Bu da ancak ve ancak sanat bağlamında; insan,
yaşam ve evren arasındaki ilişkiye bilimsel yaklaşım ve yerleşik kuralların
sınırlarını yıkmakla olasıdır. Özetlersek: Sanata ilgili disiplinlerin
gözlerinden bakmak, sanatsal bilgiyi sıra dışı ve tekniğine yaraşır biçimde
kullanmak durumunda olduğumuzu söyleyebiliriz. Bunlarla birlikte, zekâmızın el
verdiği oranda yeni düşünme alanları açarak, farkındalık yaratarak çağını aşan
ya da çağı yakalayan eser ortaya koymaya çalışmalıyız. Bunları
dile getirdikten sonra günümüze dönüp neler olup bitiyor ve biz bu işin
neresindeyiz, biraz olsun irdelemeye çalışalım. Konuya ilişkin birkaç sorunu
dile getirelim ve bunlara dayanarak bir sonuca ulaşalım dilerseniz. Düşünür,
sanatçı ve felsefeciler tarafından söylenmiş sözleri, Türk sanatı ve şiirine
yönelik yapılan yorum ve getirilen önerileri, şair ve yazarlar olarak sosyal
ortamlarda bugünün bilgisini kullanarak ortak akıl ile tartışamıyoruz. Eli
kalem tutanlar, basmakalıp bir tarafın savunucusuna dönüşmüş, ben bilirim,
benim düşüncemin ötesinde düşünce yoktur mantığı içinde hareket etmektedir. Ben
bilirim egemenliği ve benim düşüncem daha üstün saplantısı ayyuka yürümüş durumdadır.
Örneğin sosyal platformlarda açtığımız tartışma konularına yapılan yorum ve
tutuma baktığımızda şunu görüyoruz: Paylaşılan bilgiye veya yoruma olumsuz bir
yanıt verildiğinde hemen hemen herkes katı bir savunma durumuna geçiyor.
Bilimsel veriler gereği yanlış olduğu çok net olan düşünce ve yaklaşım
biçimlerini, tarafının ya da yandaşının ileri sürdüğü sav olması nedeniyle, hiç
çekinmeden savunmayı sürdürebiliyorlar. Hatta kişinin seviyesine bağlı olarak
ya karşı saldırıyla uçkur altına yöneliyor ya da ufak tefek eksikliklere yönelerek
savunmasına gereç boca ediyor. Ne yaparsak yapalım kafasındaki sabitliği ve
önyargıyı yıkmak olası olmuyor. Bunun
dışında çok yaygın bir sıkıntımız daha vardır. Sosyal medyada, etkinliklerde ve
çalışmalarda ileri sürülen konulara ilişkin dinleyenlerin/okurların yorumlarını
incelediğimizde, ileri sürülen konu ile ilgisi olmayan, dağdan bayırdan
yorumlar ve çıkarımlar ile karşı karşıya kalıyoruz. Buna kavram kargaşası
dediğimiz durumun yaşanması diyebiliriz; çünkü sanatta kavramların anlamsal
kapsamı esnektir. Kişiden kişiye kavramların anlamları farklı ve değişik
algılanabilir; ancak, asıl sorun ve anlatmaya çalıştığım konu, bu algı
yanlışları değildir. Asıl sorun, önümüze gelen metinleri sağlıklı ve anlaşılır
biçimde okumuyor olmamızdır. Okuduklarımızı anlamıyoruz ve okuduğumuz metnin
özünü anlama çabası göstermiyoruz. Sanatın felsefesine ve kavramlarına tam
egemen olmadığımız için anlamakta güçlük çekiyoruz. Kavram ve sözcükleri, yerli
yerinde kullanmakta ve onları anlamlandırmakta önemli sıkıntılarımız vardır.
Yazar ve şair olsak bile iyi bir okur olmadığımız için, çoğu metnin karşısında
ilgisiz sonuçlara yöneliyoruz. Genelleme yapmak doğru olmasa bile
çoğunluğumuzun bu durumda olduğunu söyleyebiliriz. Ünlülerin
ve özellikle yabancı sanatçıların söylediği sözleri yasa gibi görüp onu
sorgulama kültüründen yoksun bir geleneğimiz var ne yazık ki. Kafasında yer
edinen doğrunun tersini aklına bile getirmek istemeyen pek çok şair ve yazarın
varlığı, üzerinde durulması gereken başka bir konudur. Sosyal platformlarda
paylaşılan bir düşünceye, meslektaşları veya okurları tarafından getirilen
küçücük bir olumsuz yorum, şairine/yazarına en büyük hakaret gibi
algılanmaktadır. Dostlar sizin yorumunuz veya beğendiğiniz bir sanatçının yorumu
mantıken doğru bile olsa sanatta doğrunun doğruluk değeri yoktur. Kaldı ki
artık fizik yasalarının bile doğruluk değeri sorgulanıyor. Asıl olan
sorgulamaktır. Sorgulamak ve her açıdan konuya bakmaktır. Çağdaş insan olmanın
en temel göstereni, sorgulama kültürü ve düşünceye saygıdır; onun bilimsel
veriler ile doğrulanıp doğrulanamayacağıdır tek ölçüt. Bu
metinde söz edilmesi gereken ikinci sorun ise özgünlüğe değil, öykünmeye
yöneldiğimiz bir sanat/şiir anlayışıdır. Şair ve yazar dostlarımız; magazinsel söylem
ve günü kurtarmak için yazılmış yazıları, bir anlamda öykünme dolu sanat ve
şiire ilişkin yazıları çok açıklayıcı ve önemli yazılarmış gibi düşünüp bunları
öğrenmekle şiiri öğrendiğini, hatta bunlarla sanatsal yetkinliğe ulaştığını
varsayarlar. Peşi sıra şiire ve sanat bilimine ilişkin kuramsal ve teknik
yazıları o kadar gereksiz görürler ki “Şiir öğrenilmez.” diyecek kadar ileri
giderler. Bu tümceyi, kitabı olan pek çok şairin ağzından duyduğum için kaynak
göstermeden yazabiliyorum. Dostlar ya neyi bilmediğimizi bilmiyoruz ya da
sanatın ve şiirin ne olduğunu bilmiyoruz, demektir bu tür söylemler. Sanat
dediğimiz görüngü, insan, evren ve yaşam arasındaki ilişkiyi yeniden
anlamlandırmak, yeni bir değer yaratmak ve bununla estetik değer üretmektir.
Bilgi dağarcığı dolmadan, dağarcıktaki bilgi sağlıklı yoruma ve çözüme
ulaşmadan, imgelem dediğimiz görüngüyü kuran zihinsel yeti tam oluşmaz.
İkincisi; nitelikli imgelem kurabildiğinizi varsaysak bile bunu dile taşımak
için dilsel ve yazınsal teknik gerekir. Örneğin dilsel ve yazınsal teknik
dediğim konu, bugün bilimler arası eşgüdüm gerektirecek kadar çok dala ayrılmış
kocaman bir bütündür. Bu da onun bunun söylediğiyle öğrenilecek şeyler
değildir. Örgün bir eğitimin sonucunda kazanılacak bilgi ve yetenektir bunların
önemli bir kısmı. Sanat ve şiirin kendine özgü ilke ve kuramları vardır.
Bugünün sanatı, çağı kucaklayan ve var olanı yinelemeyen çizim, devinim,
söyleyiş ile anlatım gerektirir. Bu
metnin konusu gereği olagelen üçüncü bir duruma daha değinmeliyiz. Bu durum,
şiirin ve sanatın kuramsal yanını anlamaya, çözmeye çalışan sanatçı ve
şairlerin sanata bakış açılarıdır. Şiir öyle bir bilgi kütlesidir ki bütün
bilimlerin penceresinden bakmayı gerekli kılar. Biz biliyoruz ki her sanat
alanı, bilgiler arası eşgüdümlü bir yaklaşım ve bakış gerektirir. Bilgi ve
kavramlar, artık kendi alanlarıyla açıklanamayacak kadar geniş anlam alanlarına
açılabilir duruma gelmişlerdir. Bu anormal bir durum değildir; olması gereken
bir süreçtir. Bilgi üretildikçe kavramlara yeni anlam alanları açar, yeni anlam
ilişkileri doğurur ve o açılan anlam alanları bir şekilde daha yaratıcı biçimde
doldurulmaya çalışılır. Bugün çağdaş sanat dediğimiz anlayış, şiir de dahil
bütün sanat alanlarının kavramlarını bir bütün olarak ele almayı öngörür.
Ayrıca bu kavramların anlamsal kapsamı, konumu ve hiyerarşisini
anlama-çözümleme gereğini vurgular. Bugün bizlerin algılarında oluşmuş olan
bütün kavramlar ve onların anlamsal kapsamı, büsbütün birbiri ile bağıntılıdır
ve aralarında önemli bir ilişki vardır. Sanat; insan, yaşam ve evren arasındaki
ilişkinin çözümlenmesi, sadece sanat biliminin ele aldığı disiplinler ile
olacak bir iş değildir. Bilimler arası bir bakış gerektirir. Özetlersek; şiir,
sadece yazın veya güzel sanat fakültelerinin verdiği eğitimle çözümlenemez.
Diğer disiplinlerin toplamının altında eşgüdümlü bir yaklaşım ve bakış
gerektirir. Bütün
bunları ortaya koyduktan sonra, “Saf Sanattan İnsana” isimli kitabımda ısrarla
üzerinde durduğum bir konuyu burada dile getirmeliyim. Sanat dünyasında daha
doğrusu şiir ve yazın dünyasında, paradigma (değerler dizgesi) değişiminin
gerekliliğini öne sürüyorum. Paradigma değişiminden kastım nedir? Sanatın her
aşamasında, alışılmış kalıpların yıkılarak daha bilgi donanımlı, farkındalıklı
ve çözümlemeli bir sanat anlayışına giden değerler dizgesinin kurulmasından söz
ediyorum. Sanatta
düşlem sınırlarını genişletecek uzagörüşü (perspektif) yakalayabilmek için,
sağlıklı, güçlü ve teknik donanıma sahip olmak zorundayız. Şair/yazar, sanat
bilimi denen disiplinler ile diğer disiplinler arasındaki eşgüdümü iyi kurmalı
ve bunları çağdaş bir biçimde okuyabilmelidir. Yazmak, imgelem kaynaklarının ve
imgelem gücünün araçsal sonucudur. Bilgi zenginliğine ulaşmadan ve bilginin
bilimsel-çağdaş-sanatsal yorumunu yapabiliyor olmadan, kalıcı ve sağlıklı eser
ortaya konulamaz. Şair veya yazarın amacı, yeni dünyaya giden yolda yeni şeyler
üretmek ve zihni sevgi ile yoğurarak evrimleştirmektir. Paradigma
değişimi, yaptım oldu biçiminde olan bir şey değildir; bu, kültür birikimi,
sağlıklı bir dünya okuma biçimi ve bilginin sanatsal yorumuyla olasıdır. İşin
en kötü yanı ise bunları yapma yetkinliğine ulaşmamış sanatçılar, yazarlar,
ressamlar ve şairler, birbirlerinin paçalarını çekiştirmek dışında çağdaş sanat
anlayışına uygun ürün veremezler. Ortaya konmuş yapıtların üzerinden üstünlük
taslayan, eserin değil de yazarın ön planda olduğu düzeysiz tartışmaları
eleştiri ve karşılaştırmalı edebiyat çalışması sayan bir kalabalık türer.
Kalıcı ve çağına ayna tutan eserler üretemedikleri gibi başka coğrafyalarda
üretilmiş eserlere öykünürler ve bunlar üzerinden kavgada bulurlar kendilerini.
Yazara-şaire sözde makamlar üretirler ve onların ritüellerinden,
alışkanlıklarından ve seviyelerinden başka konuşacak şeyleri olmaz. Bugün bizim
şiir ve edebiyat dünyamızda sanat ve şiir adına süregiden dedikodular,
magazinsel söylemler, çekiştirmeler ve ben şucuyum-bucuyumlar buna
verilebilecek en güzel örneklerdir. Şiir;
gördüğünü, işittiğini, bildiğini, inandığını ve hissettiğini anlatmak değildir.
Şiir gördüğünü, işittiğini, bildiğini, inandığını ve hissettiğini öğütüp
yenilebilir ve hazmı kolay ekmek yapma işidir. Öğütüp, karıp, hamur yapıp,
mayalayıp, uygun ateşte pişirip ekmek olarak sofraya servis ustalığıdır. İşte
bu süreç; imgelemin gücüne dayanan anlam, anlatım ve sesin en derin, en
sarsıcı, en uyumlu ve dilin en ekonomik kullanımıyla bir ayrıcalık kazanır.
Daha açık söylemek gerekirse yaşamı, insanı, dünyayı ve aralarındaki ilişkiyi
yeniden anlamlandırma, uyumu kurma ve algı çekici olarak görünüşe taşıma
işidir. İşte bunun için her sanat dalında, özellikle şiir gibi ayrıntısı fazla
bir alanda; bilgisiz ve donanımsız çağı kavrayan şiir yazmak olası olmaz. Ne
bilmediğimizi bilmemek önemli ve güzel bir özelliktir. Önemlidir, çünkü neyi
bilmediğimizi bilemeyiz. Güzeldir, öyle olmasaydı yerimizde duramazdık;
huzursuz olurduk. Çevremize baktığımızda herkes her şeyi biliyor ve herkes
durumundan son derece hoşnut ve bilgisiyle övünç içindedir. Montaigne,
“Tanrı’nın insanlara en adil dağıttığı şey akıldır; hiç şikâyet edenini
görmedim.” demiştir. Albert Einstein ise, “Şu cahillik ne güzel bir şey; insan
her şeyi biliyor.” der. Günümüzün şiiri ve şairinden söz ediyorsak, Aziz
Nesin’in “Her iki kişiden üçü şairdir[10].”
sözünü oturup düşünmemiz gerekir. 02 Ocak 2019 Narlıdere
BİZ BU İŞİN NERESİNDEYİZ? “İnsan neden sanat yapar?” sorusuna verilecek
çeşitli yanıtlarımız vardır. Örneğin, kişisel
yararlılık gösterme, kendini kendinde görme, kanıtlama, gerçekleştirme, siyasal
kaygı veya inanç baskısının yarattığı yaratanın en iyi kulu olma, ölümsüz olma,
dünyayı iyileştirme ve anlatmaya çalışma isteği gibi pek çok gerekçe
sayabiliriz. Ayrıntıya girdiğimizde, yukarıda verdiğimiz yanıtlar,
insanın asıl amacının yüzeysel olarak yaşamımıza yansımasından başka bir şey
olmadığını söyleyebiliriz. İnsanın kendini gerçekleştirme çabası ve bu çabanın
dışavurumu, temel güdülerin de devreye girdiği içsel bir zorunluluktur. Yani hormon
ve genlerimizin ortaya koyduğu kendini gerçekleştirme arzusundan doğan
zorunluluk, bu durumun temelinde yatar. İnsanın güzele yönelmesi ise; doğuştan
var olan estetik kaygı, sonradan yapılandırılan estetik algı ve ona yüklenen
anlam ile karşımıza çıkar. Sonuç olarak insanın yaşamsal sürekliliğini sağlama
ve var oluşuna anlam kazandırma çabası, estetik kaygıyı tetikleyen ‘güzel’
kavramının içinde gizlidir. Bilindiği gibi güzel kavramı; iyi, hoş, uyum, güç,
oran, simetri, denge gibi insanoğlunun gözünde estetik değer taşıyan bir üst
kavramdır. Her insan bu kavramın üstünde kendini gerçekleştirme yolunu seçmek
durumunda kalır. Felsefi bir girişten sonra
sanata ve sanatçıya ilişkin güncel uygulamalara biraz değinelim ve çözümlemeye
gidelim isterim. Daha doğrusu kendimizi sorgulayalım ve zihnimizi silkeleyelim
ki sağduyulu bir bakış açısı yakalayabilelim. Sanat kadar çabuk eskiyen hiçbir
olgu yoktur; keşfedildiği anda artık eskimiştir o. Hep yeni, hep yeni bir
şeyler üretmek zorundasınızdır. Bu yüzdendir ki sanat alanına çok daha geniş
açıdan bakmak gerekir. Gelişmelerin gözünden ele almanın yanında gelişmelerin
önünde olmayı gerekli kılar. Henüz küresel olarak
tasarlanan büyük resmi ve insan düşün sisteminin çalışma düzenini tam olarak
çözümleyememiş çoğu sanatçı; dışalım doğruları, bir bakıma kendine dikte
ettirilmiş, bilincine ekilmiş doğruları, mutlak doğru ve estetik değer taşıdığı
yanılgısı ile sanat üretme çabası taşımışlardır. Ülkemizde gelmiş geçmiş pek az
sanatçı, sanat adına kuram kabul edilebilecek, yeni bir çığır ve yeni bir
bakışın önünü açabilecek, insan düşünde devrim sayılabilecek nitelikte düşün üretmiştir.
Bunun yanında, ne yazık ki Türkçe düşünen sanatçı ve sanat düşünürleri
tarafından uygulamalı ve kuramsal anlamda ortaya konmuş sanat veya şiire
ilişkin özgün inceleme-araştırma yok denecek kadar azdır. Sanatsal inceleme,
araştırma ve ekol sayılabilecek yeni yaklaşımlar, özellikle modern sanat
döneminde, çoğunlukla bir yerlerden aktarma yöntemiyle Türk diline ve sanatına uyarlana
gelmiştir. Türk dilini konuşan insanlar
olarak kendimizi acımasızca eleştirmek zorundayız. Sanatın gelişimi, felsefi
açılımının genişlemesi, etki ve algının daha sarsıcı olması, estetik değerin
oluşturulması gibi konularda kendi yorumlarımızdan hareket almalıyız. Bu
kapsamda düşünmediğimiz sürece, yabancıların dili ve estetik algısı bağlamında
çıkarımlarını tercüme (çeviri) etmekle bilgi aktarımından başka bir şey yapmış
olmayız. Sanatsal bilgi, bir yerlerden aktarılsa bile bilginin sanata dönüşümü,
diğer söylemle bilginin şiir, resim veya heykel olarak görünüşe taşınması,
özgün bakış açısını, kişisel anlamlandırmayı, yetkinliği ve özgürlüğü
gerektirir. Bunları söylerken haksızlık etmek istemiyorum, elbette bu konu çok yönlü bir sorgulama gerektirir. Gelmiş,
geçmiş ve yetişmiş çok iyi sanatçılarımız vardır. Ne var ki sanatsal katkı ve kuramsal
yorumlarının istediğimiz düzeyde olmadığını söylemek durumundayız. Biliyorum,
bu tümce acı verecek kadar sunturludur; ancak zihnimizi artık silkelemek
zorundayız. Yeterince zihnimizi silkelersek belki sanata ilişkin genel bir
olgunun geniş açılı fotoğrafını yüksek doğrulukla çekebilme olanağı kazanırız.
Genel resmi görmek için çektiğimiz fotoğraf bizlere yardımcı olabilir, diye
düşünüyorum. Sanat aktarılabilir
(transfer) bir şey değildir, aktarım var olanlara öykünmek anlamına gelir.
Eserde biricik ve özgün olma zorunluluğu vardır. Çağın ve insan düşünün dört
köşesinden tutulabilir bilgi üretmek sanatsal bağlamda en temel uğraşı alanımız
olmalıdır. Diğer taraftan sanatı kaba gürültüden, kayırmacı anlayışlardan, tebliğ
kültüründen ve propagandadan kurtarmanın en etkin yollarından biri, onun öz,
içerik ve biçimindeki varlık katmanlarının anlaşılabilmesidir. Başka bir
deyişle sanatı neden yaptığımızdan başlayıp yarattığımız eserin temel
bileşenlerine kadar her şeyi kendi disiplinleri gözünden görebilmeliyiz. Sanat
ve sanat bilgisi evrenseldir, buna itiraz edecek durumumuz yoktur ve bu genel
doğrudur. Özgün sanat üretmek için bazı koşullar oluşmuş olmalıdır. Sanatçının
zihinsel örgütlenmesi, toplumsal ve evrensel değerler ile bütünleşmiş
olmalıdır. Dil sanatları, doğduğu yerin
dili, coğrafyası ve kültürünü yansıtıyorsa evrensellik katmanına yükselebilme
olanağını kazanır. Buna en iyi örnek Nâzım Hikmet’in şiirleri ve Yaşar Kemal’in
romanlarıdır. Başka dil, anlayış ve kültürün yansımasını yeniden bir eserde
yansıtma başarısına ulaşmak insan beyni ve yeteneği açısından zor olduğunu
düşünüyorum. Diğer bir deyişle, içinde yaşayıp duygu değerlerini tatmayan,
kültür değerlerini yaşamayan, ana dili dışındaki dil ile dil sanatlarından
herhangi birinde (şiir öykü, roman, oyun vb.) başarılı eser vermenin çok zor
olduğunu düşünüyorum. Dış aktarım kültürlerin duygu değerinden ve sezgisinden
dört başı mamur sanatsal bir bütünlük doğurulabilmek çok zaman isteyen bir
durumdur. Sanat; duygu, bilgi ve sezgi işidir; kısaca akıl ve imgelem işidir.
İmgelemse dünyayı ve onunla ilişkili insanı bir bütün olarak okuma, duyma,
işitme ve görme etkinliğidir. Dünyaya ve insana yeni, farklı bir gözle bakma ve
anlamlandırmadır. Sanat, yıllardan beri
kralların, padişahların, güçlü olanların, başat yönetimlerin ve öğretilerin ön
bahçesi şeklinde ve niyetinde kullanılmıştır. On yedinci yüzyıldan beri birey,
birey olma yolunda kazanımlar elde ettikçe, özgürlük kavramının anlamsal değeri
arttıkça sanat da özerkliğini kazanma yoluna gitmiştir. Ne var ki sanat; özerkliğini duyurmaya çalışırken,
endüstrileşen toplum ve gelişen sosyal bilimlerin çıkarımlarıyla, kültür
endüstrisi diye isimlendirilen bir çemberle kuşatıla gelmiştir. Bugün birey,
birey olma savaşını kazanmış görünmektedir; hâlâ kul mantığını körü körüne kabul
edenleri konu dışı tutarsak. Birey, özgürlük kavramını tam anlamıyla
içselleştirmiş olmasa da bu uğurda oldukça uzun yol kat etmiş görünmektedir;
baskın toplumların ve diğer coğrafyaların yıllar önce ürettiği düşün
bütünlüklerini savunmayı hâlâ namus borcu sayan sanat yolcularını konu dışında
tutarsak. Sanatın tarihsel bilgisine baktığımızda zorlu bir süreç yaşandığını
görüyoruz. Güncel olmak yetmiyor, geleceği okuyabilen sanatçı olmak daha
önemlidir, anlayabiliyoruz. Sanata estetik açıdan
yaklaşmanın temel kuralı, düşün sistemimize dikte edilmiş zorunluluklardan
kurtulmuş olmaktır. İnsan düşün sisteminin özgürlüğü, ruhbilimsel ve toplumbilimsel
olarak tam anlamıyla sağlanabilir mi, bilemiyorum. Her nasıl olursa olsun,
sanatla estetik yaşantıya girilmesi, güzelin algılanması, duyumsanması ve
yaşanır kılınması bu zorunluluklardan kurtulmuş olmayı gerektirir. Bunlar da
yetmez; farkındalık yaratan, algıyı sarsıntıya uğratan, insanı ve geleceği
kavrayan bir sonuç üretmek gerekir. Saydığımız özellikleri barındıran bir eser
de sığ bilgilerin yorumundan doğmaz. Şimdi konunun kapsamını
biraz daha daraltarak şiire dönelim. Estetik açıdan Türk şiiri ve şiir
bilgisinin iyi bir noktada olduğunu söyleyebilecek eleştirmen, şair veya
sanatçı var mıdır? Öyle sanıyorum ki
yoktur. Şiirin önde gelenleri, son zamanlarda doğduğu ortamın kültürel
varlıkları yerine hayranlık ürettiği ortamın, kuramların ve coğrafyaların
kültürel çıkarımlarını yeğ tutmuştur, tutmaktadır. Başka bir deyişle henüz
“kendi olmak” gibi zihni yeterliliği tam olgunlaşmamıştır. Şiirlerde mit ve
kahramanların ele alınış sıklığı ve biçimi bile bu yargımı doğrular. Sanatta ve
şiirde evrenselliğe giden yol, insanın kendi kültüründen, özünden, özgün olarak
doğan değerler bütününden geçer. Evrensel kültür varlıkları tabii ki insanlık
değerleridir; bizim bakışımıza ışık verir, yön verir. Ancak şiire yerel ve
evrensel normlarla eşit aralıktan bakmadığımız sürece, taraftar tutumu
takındıkça iyi bir şiir kültürünün kurumsallaşması önüne aşılamaz engeller koyarız. Biliyoruz ki Türk şiiri usta
çırak yöntemiyle kendine yön bulmaya çalışan bir sanat alanıdır. Bu yöntem, var
olan bilgiye öykünmek dışında bir sonuç üretemez. Kuramsal bilgiyi dışlayarak,
sadece duyguların yönlendirmesi ve hayranlık duyulan alan bilgisiyle iyi şiir
yazmanın olası olmayacağını görmeliyiz. Dil düşüncenin nesnel biçimdir. Diğer
bir deyişle düşüncenin ufku ne ise dilin erimi de o kadardır. Dolayısıyla
düşüncenin ufkunu ve dilin erimini aşan şiir yazmak olanaklı değildir. Büyük
şiir yazmak için kuramsal bilgi ile düşüncenin ufku geliştirilmelidir. Sanatsal
kuramlar, düşüncenin kıvraklığını, farkındalıklı görmeyi, sezgiyi, değişik yön
ve açıdan bakışı sağlarlar. Şiirde yenilik arıyorsak,
insanı kavrayan, estetik ve sanatsal değer taşıyan şiir yazmak istiyorsak,
imgelem kaynaklarımız ile imgelem gücümüze dönmeliyiz. İmgelem kaynaklarımız
ile imgelem gücümüze dönmek ne demektir? Donanımlı olmak ve bu donanımı
farkındalıklı görünüşe taşımaktır; sahip olduğumuz bilgiyi estetik değer
üretecek biçimde yorumlamak ve çözümlemektir. Yorumlarımız ve çözümlerimizi
dilsel teknik ve şiir diliyle görünüşe taşımaktır. Bu durumda sanatsal bilgi
bir anlam taşıyacaktır anlaklarımızda… Bundan sonra hepimizin
kafasını kurcalayan bir soru takılacaktır. Biz bu işin neresindeyiz? Mart 2019
Narlıdere/İzmir
ŞİİR NEDEN UZAKTIR İNSANA? Günümüz
şiir anlayışının temelinde; bilgiye, bilime ve aydınlanmaya küçümsemeyle
yaklaşılmasının altında yatan nedenlerden biri, özgürlük ve güdüm altında
olmanın arasındaki ayrımın belirsizliğidir. Bilgiyi ve bilimi küçümseme, sadece
post modernist söylemin ortaya koyduğu bir sonuç değildir. Dünya ve ülkemizde
gelişen olaylara baktığımızda, aydın, siyasetçi ile sanatçıların tutum ve
uygulamalarında yaşanan kavram kargaşası, özgürlük ve güdüm altında olma
arasındaki ayrımın doğru tanımlanabilir olmayışıdır. Dinsel, politik ve
ideolojik yönelimler, özgür düşünce altında gerçekleşiyor gibi görülmesine karşın,
tam tersi kurulmuş sistemlerin güdümünden başka bir şey olmadığı gerçeği ile
karşı karşıyayız. Bilgiye ve bilime dayalı çözümler ve sonuçları, bugün sözde
yönetici, sanatçı ve aydın olduğunu savunanları korkutmaktadır. Bu korkunun
temeli, makamlarının ellerinden alınması değil; köklü öğrenilmişliklerin
yıkılacak olmasıdır. Bir
öğreti ya da sistemin yaşama geçirilmesi gereğine inanmış, kendine o uğurda
savunma görevi edinmiş sanatçıların davranış türü olmaz ise olmaz gibi
düşünülür. Bu tür inanmışlık ve duruş biçimi sanatçılar arasında övgüyle
karşılanır. Bu anlayışın kırılamaması, eleştirel düşünmenin yozlaştırılması,
biçimselleştirilmesi, sanatı politik öğretilerin gereci veya inançların tebliğ
aracı yapma kolaycılığı, sanat ve kavramlarını içinden çıkılamayacak açmazlara
götürmüştür. Şiirin gereci yapılagelen bu kolaycı yaklaşımlar, bugün şiiri
insan algısında değersizleştirmiştir. Biliriz ki toplumun ve insanın ortak
duygularını, yönelimlerini şiir gibi duyguyu yoğuran sanat dalları ilmek ilmek
işler, insan ve değerleriyle kenetlenip canlı bir hücre durumuna dönüşür. Kıpır
kıpır bir yaşamın şiirle dönüşerek insanı kavradığını görürüz. İnsanı korumayı,
özgürleştirmeyi ve ona mutlu bir toplumsal yaşam sunmayı amaçlayan politik öğretilerin
hedefi, insana ve toplumsal düzene egemen olma arzusu üzerine kurgulanmıştır.
Bu amaca yönelik tüm etkinlikler, özellikle aydınlanma tasarılarının en büyük
destekçileri yine bu ideolojik yaklaşımlar olmuştur. Aydınlanma tasarılarını kendi
kol ve kanadı olarak gören öğretiler; bilgi, akıl, sanat ve bilim yoluyla
doğaya egemen olma yürüyüşüne çıkmış, insana yapay cennet ve özgürlük vaat
etmesine karşın ne yazık ki daha derin bir çıkmazı beraberinde getirmişlerdir.
Bugün karşı karşıya olduğumuz şiddet, savaş, terör ve ölümler, bu durumun böyle
bir sonuca ulaştığının göstergesidir. Gelişmemiş, az gelişmiş ve gelişmiş
toplumlar arasındaki kültürel, insani ve sistemsel eşitsizlik, binlerce insanın
açlığa ve ölüme itildiği bir dönemi doğurmuştur. İşin sanat ve şiir boyutunu
ele aldığımızda, bundan farklı bir biçimde yürümediğini söyleyebiliriz. Çağdaş
sanatın öncülüğüne soyunmuş gelişmiş toplumlara bakarak ayak uydurmaya çalışan
az gelişmiş toplumlar, daha modern sanat anlayışını içselleştirmeden post
modern ve çağdaş sanat anlayışına özgü şiir kurma girişimine yönelirlerse ister
istemez öykünmeciliğe düşmekten kendini kurtaramazlar. Çok yaygın ve basit bir
örnek vermek gerekirse, henüz kendi olma evresini tamamlayamamış özenti
kişiler, Türkçeyi öyle bir kırarlar/kullanırlar ki sanırsınız Google çeviri
uygulamasıyla çevirilmiş bir metin okuyorsunuz gibi duyumsarsınız. Toplumsal bilinç ve
toplumsal algı ile sanatçının anlatımı arasında önemli bir uçurum doğmuş ise
burada düşünülmesi gereken önemli bir sorun var demektir. Kimse şiiri anlamak
için insanların şiir eğitimi alması gerekir diye bir zorunluluğu öne süremez.
Şiir ve sanat kavramları içerisinde dayatma ve zorunluluk diye bir şey yoktur.
“Ben yazarım, yaparım anlayan anlar anlamayan anlamaz” söylemi bir sanatçının
söylemi olamaz. Okurun, Bir şiirle uzlaşımcı, alımlayıcı ve anlamlandırıcı çaba
ile iletişime geçmesi elbette artalan bilgisi gerektirir. Şiir sanatına ilişkin
önbilgiyi gerekli kılar. Bu demek değildir ki şair yalnızca şiir eğitimi alan
okurları hedef kitlesi olarak görecektir. Bilinir ki her sanat yapıtı
alıcısıyla vardır. Alıcısında estetik kaygı uyandırıyorsa ve estetik tavır
yaratıyorsa sanat olarak anlam kazanır. Her şiir şiirse eğer,
toprağa kökleri salınmış bir kültür hazinesidir. Şiirin açığa çıkardığı her düşünce,
dilsel kıvraklık, düşünsel ve duygusal evren, insanı bir yanından kavrayarak
onu sımsıkı tutar. Algıyı sarsıntıya uğratarak duygu durumunu ve görme biçimini
değiştirir, yeni bir gerçeklik olgusunu kavramaya yöneltir. “Ben”i yaşam
sevincine götürür. Biliyoruz ki her şiir,
okuyucusu veya alıcısı ile yaşamsal bütünlük kazanır. Şiire okur gözünden
bakmak bugünün eleştirel yaklaşımlarında çok üzerinde durulan bir konu olmasa
da ben bu yanını özellikle önemsiyorum. Çünkü her sanat eserinde olduğu gibi
şiir de insan için vardır ve yapıtın varlık katmanları insanla bütünleşmesi
için bir araya getirilmiştir. Bu açıdan baktığımızda Türk toplumunun toplumbilimsel
ve ruhbilimsel incelemesi önem kazanır. Sanat eserleri evrenseldir, ancak
şiirin kapsadığı evren şiirin yazıldığı dili konuşan insanlarla daha yakın bir
ilişki içinde olması bakımından böyle bir araştırma yöntemini gerekli kılar. Türk toplumu genelde
duygusal bir toplumdur; bakmayın son zamanlarda siyasi kaygı, ekonomik kaygı ve
algı yönetim teknikleriyle insanın duyusal kimyasında bozulmalar gözlendiğine.
Aslında Türk toplumu, sanatın ve şiirin değerini bilecek yoğunlukta estetik
kaygı taşır ve estetik duyarlılığa sahiptir. Bunu öylesine bir yorum olarak ele
almayınız. Her insanla birey olarak oturup konuştuğunuzda, onu anlamaya
çalıştığınızda çok büyük bir oranının, güzele duyarlı, estetik kaygısı yüksek,
insancıl, duygusal ve insani değerlere tutkun olduğunu görürsünüz. Umursamaz
gibi görünen, kendi işinde gücünde olan kırsal kesimden, ekonomik güç, mevki ve
makam sahibi insanlara kadar hepsi, özünde yaşam ve insani değerleri içinde duyan
kişilerdir. Toplumbilimsel ve
ruhbilimsel açıdan incelenmesi gerekli bir bilgi olsa da bana göre, insanın
sanata ve şiire karşı ilgisizliği bireyin özünde estetik kaygının olmayışı
değildir; bu ilgisizliği, şiir ile okurun yaşamsal, insani, duyusal algı ve
yargılarının harekete geçirilememesi olarak görmek gerekir. Bundan ötesi,
duyusal algının tepkisel bir konuma sokulmasıdır. Diğer taraftan şiire karşı
ilgisizliğin nedenini, insanın algısını harekete geçirecek şiirsel yaklaşımın
öğretici, yönlendirici, dışlayıcı, küçümseyici, ideolojik ve inançsal kaygı
taşıyıcılığı tavrında aramak gerekir, diye düşünüyorum. Çoğu şair, bu
çıkarımımı benimsemeyecektir, biliyorum. Türk şiirinin değerler dizisi;
uyarıcı, öğretici, direnişçi ve dönüştürücüdür; genel kanı bu yöndedir. Bu
yoruma önyargı ile yaklaşmak yerine, önce insanın tutum, davranış ve algı
biçimlerinin ruhbilimsel çözümlemesine gidilmelidir. Bugünün bireyi dayatmacı
ve dönüştürücü tavırlara karşı alıngandır, kırılgandır. Gerek bilinçli gerek
bilinçaltı eğilimleri ile bu tür yaklaşımlara tepki koyar. Şiir direnişçidir,
dönüştürücüdür, eleştireldir yadsımıyorum. Kaldı ki bu doğrudur ve sanat
eserlerinin temel özelliğidir. Ancak şiir, tavırları ile bireyin duygusal
dünyasını rencide etme hakkına sahip değildir. İşte bıçak sırtındaki bu iki
eşik, doğru tasarımlanmalıdır. Sonuç olarak şunu söylemeliyiz; şiirin işi
öğretmek, anlatmak ya da dayatmak değildir; okurun imgelem gizilgücünü ve
duyarlılığını söz kalabalığına boğmadan harekete geçirmektir. Böyle bir devinim
de ancak şiirsel ve derin anlam dokunuşlarıyla sağlanabilir. Sonuç olarak, şiirin
insandan uzak durmasının altında yatan nedenleri okurda değil; şairin dünyayı,
insanı ve şiiri okuma biçiminde aramak gerekir. Çünkü dünyaya bir sanatçı
gözüyle bakabilen şairin şiiri; anlam, ses ve anlatımı ile öyle bir sinerji
yaratır ki okurun duygularını ezdiği gibi okuru daha sıra dışı zihni etkinliğe
yöneltir ve dizeler belleğine bir kene gibi yapışır. Narlıdere/İZMİR
ŞİİRİN ANLAMSAL DEVİNİMİ Gelecekteki bilgi, algı,
olay ve olgular; bugün yayımlanmış bir şiirin anlamını, diğer bir söylemle imge
gücünü ve imgenin zamana bağlı ürettiği imgelem olanaklarını zenginleştirir. Bu
durum, çağdaş sanat anlayışındaki hareket (devinimle) olgusuyla açıklanabilir. ‘Şiirin anlamsal devinimi’ konusuna girmeden
önce, çağdaş sanat anlayışındaki ‘hareket olgusu’ nedir, onu biraz olsun
açmalıyız. Bu anlaşılmadan, şiirdeki anlamsal devinimle anlatmak istediğimiz
amacı kavramak güçleşir. Çağdaş sanatı
diğer sanat dönemlerinden ayıran en
önemli özellik, sanat yapıtının gerçek ve duyusal dünyasının devingen olduğunun
anlaşılmasıdır. Eser/şiir yayımlanıp okurla iletişime girmesinden sonra,
şiirin anlam ve iletilerinin insan algı, anlama ve görme yetisine göre
biçimlenebiliyor olduğunun kavranabilmesidir. Çağdaş sanat, duygu ve aklın
bütün olanaklarını kullandığı sıra dışı yaratılar dünyasıdır. Sanatı insanın ve
insan aklının yaptığını, sanat düzlemine çekilebilecek olguların da zekâ ve
akıl ile yapıldığını düşünmeliyiz. Çünkü çağdaş sanat, verilerini sadece
yaşamdan ve yaşamsal olgulardan almaz; düşünülebilen, düşlenebilen,
kurgulanabilen gerçeklik ve dış gerçeklikten alır. Somut, soyut, sanal, sayısal, gerçek, gerçek
ötesi bilgi ile aklın ve zekânın sınırsız gücü ile şekil alır. Yani sanat
yaratıcı akıl işidir; duygu ile tetiklenen aklın sonucudur. Bir anlamda zekânın
evrimsel gelişimine göre şekillenir. Bu nedenle sanatın veya şiirin evrimi,
akıl ve zekânın evrimiyle eş zamanlıdır. Kısaca söylemek gerekirse sanat
eserinin, anlamsal, coşumsal ve estetik değeri geleceğin bilgi birikimi, kültür
varlıkları ve insanın algı biçimine göre devinim halindedir. Değişimin
değişmezliği mutlak bir gerçekliktir; çoğunlukla gözlenebilir ve zamanla ilgili
bir süreçtir. Bizi ilgilendiren kısmı, yayımlanmış bir sanat eseri zamanla
anlamsal değişime ve dönüşüme uğrar mı? Yazılmış bir şiir; anlam, çağrışım,
estetik ve coşum olarak çağın algı ve anlama değerlerine göre kendini sürekli
yeniden üretir dersek bunun altını doldurabilir miyiz? Değişim sözcüğüyle
anlatmak istediğim durum, şiirin anlamsal etkinliğinin bilgi, algı, görme ve
yorumlama sonucu anlamsal ufkunun genişlemesidir. Değişmeyen tek şey ise şiirin
ilk ses ve söz varlığıdır. Aslında yazılmış bir şiirdeki değişim, önemli değil
gibi gelse de şiir yazarken, değerlendirirken ve eleştiride oldukça önemli bir
ölçüt olduğunu düşünüyorum. Neden? Yayımlanmış bir şiir, anlam, çağrışım,
estetik ve coşum olarak çağın algı ve anlama değerlerine göre kendini sürekli
yeniden üretir. Zamana bağlı olarak eserin anlamsal ufkunun genişlediğini
söyleyebiliriz. Çağdaş şiirin en önemli özelliği, insanın algısal ve duyusal
dünyasının devingen olduğu gibi, şiirin gerçek ve duyusal dünyasının da devingen
oluşudur. Diğer bir söylemle şiirin, okurun ufkunun genişliğine ve bilincinin
genişlemesine uyum sağlayacak devinime sahip olmasıdır. Çünkü şiir, söz ve ses varlığı olarak durağan
gibi olsa da sürekli anlam ve diğer katmanlarıyla yeni ileti ve değerler yaymayı
sürdürür. Algı dünyamız evrimsel olarak geliştikçe, yeni değerler ürettikçe,
geçmişte yazılmış bir şiirin anlam, anlatım ve diğer katmanlarında kayma ve
üreme meydana gelir. Bir anlamda şiirin anlamı mayalanır, yıllanır; yeni
bilgilerle zenginleşir. İşte asıl kavramamız gereken önemli nokta tam da
burasıdır. Aragon diyor ki,
“Sanat eserlerinin, yaratıldıkları yer ve
zamanlardaki yankılarıyla sınırlı kalmayacak, ilerleyen zamanla birlikte gerçeğin,
yaşam gerçeğinin sanat eserine yeni ve güçlü bir yorum kazandıracak, sanat
eserinin ufkunu genişletecektir.” (Mehmet H. Doğan’ın “Uzun Sürmüş bir Günün
Akşamı” isimli denemesinden Mehmet Fuat’ın Eleştiri Yazıları kitabı) Prof. Dr. İ Tunalı, “Dün belirli bir ufuk için verilmiş olan
değer yargısı, bugün yeni bir ufuk içinde yeni bir değer yargısına
dönüşecektir.” der. (İ.Tunalı,
Estetik) Bu iki değerli düşünürün söylediklerini de elimizde var kabul
ederek bunun ne demek olduğunu açmaya çalışalım. Şiirin kalıcılığı,
büyüklüğü, gelecek ve duygu şekillendiriciliği ile kalıcı bir esere dönüşme
ölçütleri burada kendini gösterir. Yani bir şiiri yazarken; evrensel değerler,
insanın varoluş sürecine özdeş ve insanın asıl amacına ilişkin gelişime bağlı
değişimler göz önüne alınmalı, buna göre sanat eserine veya şiire
giydirilmelidir. İnsan bilinç ve mantığının ürettiği, duygunun olumlu gücü ile
zihnin yönlendirdiği ve yansıttığı evrensel olguların işlenmesi, şiirin evrimsel
gelişime ayak uydurma yeteneğini daha da artıracaktır. Şairin, anlamı
şekillendirme ve gelecek olgularını sezme yeteneği burada kendini gösterir.
Biliyorum, kalıcı ve geleceğe dönük eser üretmek çok zor, farklı bir algı
yetisi, ileri seviyede sezgi ve imgelem gücü gerektiren bir durumdur. Ancak
şair olmanın ve sanatçı olarak anılmanın bedeli, her bireyin yapamadığını,
göremediğini, yaratamadığını, sezinleyemediğini yakalamaktır. Şair, iletilerini
geleceği de dikkate alarak kurguladığı zaman, şiirin imge dünyası geleceği
sezdiricidir ve uyarıcıdır. Bu durumda şiirin zaman yolculuğundaki kalıcılığı,
anlamının değer kazanması ve imgelem gücünün daha yetkin/etkin hale dönüşmesi
demektir. Bu özellik, şair ve eleştirmen açısından üzerinde durulması gereken
önemli bir konudur. Şiirin zaman yolculuğunda anlam, bilginin dönüşümüne
bağımlıdır ve kendini zenginleştirme gizilgücü vardır. Okurun zamana göre
değişen algısı, gelişen olayların gerçekliği görünür kılması, yeni gerçeklikler
üretilerek anlamın değer kazanması, bilgi birikiminin zihni daha etkin
düşündürme gücü gibi konular okurun ulaşabileceği anlamın durağan olmadığına
ilişkin verilebilecek gerekçelerdir. Ayrıca bunlara ilave olarak, aynı
gelişmişlik ve birikime sahip eleştirmenler, zamanla şiire sığınmış sır
perdesini kaldırarak şiirin ileti gücü ve anlam derinliğine yeni boyutlar
kazandırır ve anlam genişlemesini sağlarlar. İşte şairler ve
eleştirmenler, şiiri yazarken ve çözümlerken küçük gibi görünen bu önemli
ayrıntıyı dikkate almak zorundalardır. Tarihte yaşayan, bugün adını bildiğimiz
ve hâlâ şiirlerini hayranlıkla okuduğumuz ozanlar, bu özelliklerinden dolayı
ölmezler. Çünkü şiirlerinin öz ve içeriğindeki anlamsal devingenlik, yarattığı
imgelerin gelecekle ve gelecekteki insan algısıyla kurduğu ilişkide saklıdır.
ŞİİRSEL ANLATIM Bir anlamda şiir, insanın duygu ile bilincini
aydınlık dünyaya taşımak ve güzelliğin ellerinden tutması için ona oyalı bir
mendil uzatmaktır. İşte okurun o oyalı mendili alması ve güzel dünyanın
ellerini tutması, anlam, ses ve anlatım gibi fiziksel katmanların olanakları
ile reddedilemez ortamın yaratılabilmesine bağlıdır. Bana öyle geliyor ki
yazınsal sanatlarda ve özellikle şiir sanatında, reddedilemez ortamın
oluşturulmasında en önemli etken anlam üzerine giydirilmiş anlatım katmanıdır.
Bunu söylerken yazınsal sanatlarda, konunun, “tem”in veya izleğin önemi yoktur
demiyorum; ancak anlamdan sonra başat etkinin, anlatıma yöneldiğini belirtmek
istiyorum. Anlatım, anlama yöneldiği gibi anlam da kendi içinde vurucu duruma
dönüşüyor. Kant veya Hartmann’ın tanımladığı ‘yüce’ kavramı
ve bu kavramın duygusal değeri, şiirde anlatımın anlamı güçlendirdiği noktada
ortaya çıkar diye düşünüyorum. Yüce değeri bir estetik değer olmakla birlikte,
anlatımın gücü bizi aşan, yani bizim duygularımızı ezen bir değer olarak
görünür. Duygularımızı ezen derken, olabilirlik ölçülerinin ötesinde bir
görünüşün bizi hayranlığa taşıması anlamında düşünülmelidir. İşte bu olağanüstülük
veya olabilirlik ölçülerinin dışında bir anlatımın anlama yönelmesi hem yüce
hem de estetik değeri ortaya koyması açısından önemlidir. Bir ozanın şiirde
ortaya koyacağı en önemli özelliktir bu durum. Örneğin; (...) Laleli'den
dünyaya doğru giden bir tramvaydayız//Birden nasıl oluyor sen yüreğimi
elliyorsun (...)// Cemal Süreya’nın sadece şu iki dizesi, anlatımın anlamı
nasıl güçlendirdiği, yüce ve estetik değerin açıkça duyulur kılındığı somut bir
örnek olsa gerek. Dil sanatlarında şiirin ayrı bir özelliği var ve
bu özellik şiirin bel kemiğini oluşturur. Öykü, roman, masal gibi metinler,
konu ve anlam üzerinden anlatıma yönelir. Şiir ise anlamdan anlatıma giderken
diğer taraftan da anlatım üzerinden anlama yönelir. Şiirin estetik değeri,
öncelikle anlatım üzerinden çıkış alır; sonra bütün katmanlara belirli ağırlıkta
yaslanır. Güzel söz söyleme sanatı söylemi, güzel anlatım demek değil midir?
Sonuç olarak, “Anlatımdan anlama yönelmek, şiire özgü ayırıcı bir özelliktir.”
önermesini ileri sürebiliriz. Dil sanatlarında, hangi türü olursa olsun, anlam
üzerine oturmadan, bir şiir, bir öykü kısacası bir metin oluşturmak olası
değildir. Anlatım, bir anlam üzerine yaslanmak zorundadır. Şiirsel anlatım, dilin cezbedici, sarsıcı ve en
güzel ifade biçimidir. Şairin dili güzelleştiriyor olması, zihin ve düş gücünün
tasarımsal yeteneğini sınırsız ve sonsuz anlatım olanaklarıyla açıklıyor olması
ne yapay bir dil kurmak ne de dili değiştirmek anlamına gelir. İşte bu nedenle
çoğu yerde söylendiğinin tersine, şiir diline yapay dil demek yerine şiir
dilinin anlatım gücünden, ortak dili değiştirmek yerine anlam ve anlatımı
güzelleştirmekten söz edebiliriz. Çünkü anlatım, şiirde önemli bir bileşendir
ve sanatsallığı doğuran temel ögelerden biridir. Kısaca söylemek gerekirse
şiirsel anlatım, okurun kendine yönelmesini sağlamak ve estetik değer yaratmak
için ortak iletişim dili ile iletişim zincirinin en güzel ve yüce kullanımıdır.
Şairin işi zihnimizde ayırdına varamadığımız insan, nesne ve doğa
ilişkilerindeki gizemi dil görünümünde görünür kılmaya çalışmak değil midir? Her şairin hedefi, insanı kavrayan, yeni bir
dünya algısına yönelten, sevgi ve özgürlük öneren yeni şiiri yazabilmek
olmalıdır. Bir anlamda şair, alışılmamış tasarım, akıcı dil, vurucu anlam ve
sarsıcı anlatımla çağdaşlarından daha güzel, etkili ve farklı şiiri yazmak için
çaba harcamalıdır. Yeni şiirden kasıt, şiirin öz, içerik, biçim ve biçem olarak
farklı ve daha önce denenmemiş özellikler taşımasıdır. Öyle sanıyorum ki yeni
şiir yazabilmek için bunlar yetmez; yeni bir gelecek görüşüne, yeni bir dünya
tasarımına gereksinim olduğunu da eklemeliyiz. Biçimi, biçemi ne olursa olsun
yeni şiir, şaşırtıcı içerik, geleceği kucaklayan, tasarlanması güç dil
kullanımı içeren, okuyan dinleyenin en saplantılı yerine yumruk atan ve
zincirleme etki oluşturarak güzellik algısını büyüleyen şiirdir. Şiir bir sanat
eseri ise, o şiir gelecek yıllara yaygın bir özyapı taşımalı, duyguları ve aklı
ele geçirmelidir. Bunları yapabilmek için anlama giydirilmiş iyi bir anlatım
şiir için olmazsa olmazlardan biridir. Eylül 2018, Narlıdere/İZMİR
ŞİİRDE YARATICILIK Benim şiire
bakışım biraz sıra dışıdır. Hegel’in en üstün sanat alanının yazın olduğuna ilişkin
yorumunun ötesinde, bir yazın biçimi olan şiiri, sanat alanlarının temeli,
sanatın yaratıcılık anlamında ilk çıkış noktası olarak görüyorum. Bakmayın
şiirin ticari değişim değeri ve meta estetik değeri düşük olduğuna ve sanatsal
değer olarak en arka sıralara itilmiş gibi göründüğüne. Dil, düşünce ve duygu
üçgeninin oluşturduğu ve bilincin ortaya koyduğu imgelemin toplam sonucudur
şiir. Sanatın ve sanatsal yaratıcılığın çıkış noktasıdır, eksenidir. Bu
bağlamda şiir, imgelem sürecini kendi gereci ile nesnelleştirmesi açısından
diğer sanat alanlarına göre daha ayrıcalıklıdır. Çünkü şiir, bilinç
süreci, onun yarattığı imgelem ve dil üzerinde konumlanır. Sanatın tözünü kavramadan, anlamadan,
sanatta estetik değer ve estetik yargı sürecini içselleştirmeden üretilen her
eser, yazılan her şiir, var olanlara fazlaca yaslanır. Çünkü kavramlar arası
ilişkilerin sağduyulu çözümleri zihne oturmadan, görme, duyma, sezme ve
anlamlandırma, buna bağlı olarak sanatsal yaratıcılık istenen düzeye ulaşamaz. Şiir ve sanata
ilişkin eski bilgilere dayalı kuramsal yaklaşımları tarihten devşirip hayranlıkla
bakmak yerine, yeni bilgiler ile dönüşümünü sağlamak daha akılcı bir tavır
olur. Şiire yönelik tarihsel bilgiyi yadsımadan iyi bilgi ve bilgi birikiminin
gücünü kullanmalıyız. En önemlisi de şiir ve sanatı, insan sevgisinin ve olumlu
duygunun güçlendirilmesi için daha uygun bir açıdan bakarak daha çağdaş ve
yenilikçi tasarlanması için çalışmalıyız diye düşünüyorum. Şiir dünyası,
buna koşut sanat dünyası, kültür endüstrisi dediğimiz öğütücü dişlerin tehdidi
ile karşı karşıyadır. Bununla birlikte sanatçının bilinçsizliğini,
kıskançlığını, hırsını ve bencilliğini de aynı kefeye koyarsak durum daha da kötüleşir.
Aynı gemide seyir halindeki bizlerin en önemli çabası, içimizdeki güzelliğin
insan yüreğine değmesi için, kavgadan çok, söz konusu tehdide karşı üretilecek
önlemler silsilesini biraz olsun zihinlere işleyebilmek olmalıdır. Şiir ve sanat dilinde kavram
ve terimler, sanatsal görüş açısından (perspektif) bakıldığında çoğunlukla çok
boyutlu anlam yükü taşırlar. Anlam alanları oldukça geniştir ve kaypaktır.
Sanatsal yaratıcılık, farklı, sıra dışı, asimetrik düşünmeyi ve anlamlandırmayı
gerektirir. Yani doğrusal düşünme biçiminin dışında kişinin yeteneğine bağlı
olarak yeni bakış açısı, görme, duyuş ve yeni anlamlar üretme zorunluluğunu
doğurur. Zaten sanatın, özellikle şiirin doğrusal düşünme biçimi ve doğrusal
bir dil olma özelliğinden uzak olması, konuşma ve bilim diline göre daha alımlı
karakter taşıması bir yerde sanatsal yaratıcılık için vazgeçilmez ilk
adımdır. Şiir, dil sanatları içinde
gerçekten karmaşık, çok parametreli (ölçütlü), çok boyutlu bir sanat alanıdır.
Bir sanat türünün bilgi ve olgunun her çeşidini kullanabilmesi demek, tersinden
söylersek somut soyut her olgu ve nesne şiirin gereci ise, şairin sınırsız bir
bilgi evrenine, duygu yoğunluğuna, imgelem gücüne ve onu çözümleyecek,
açıklayacak zihin gücüne sahip olması gerekir. Başka bir deyişle şiir; dil,
ezgi, duygu, akıl, bilinçaltı, bilinç, bilinç üstü, sınırsız düş ve düşün
sistemi ile mevcut kültür ve öngörülebilen tüm yaşam kaynaklarını en iyi
örgütleyerek kullanabilen sınırsız bir ses, dil ve düşün evrenidir. Şairin polimat (farklı disiplinlerin ilkelerine egemen olan) olmasını gerekli kılar.
Her tür sanat edimi ve sanatsal yaratıcılık, sosyal, bilimsel, duyumsal
ve teknolojik bilgi altyapısını gerekli kılar. Yani üç temel bilim ve
uzantıları ile sosyal ve insan bilimlerinin kuram ve disiplinlerine egemen
olmak yaratıcılığın temel çıkış noktasıdır.
Kavramlar arası anlamsal ve hiyerarşik örgütlenmeyi başarmış, yaşam ve
insan ilişkilerini ruhsal ve nesnel olarak çözümlemiş her şair, şiirsel
yaratıcılık yetisine sahip olmaya daha yakındır. Kısaca söylemek gerekirse, sanatı ve şiiri sanatçının imgelem gücü ve
zenginliği yaratır; imgelem gücü ve zenginliği, duyusal ve düşünsel sürecin
bilgi bütünlüğü ile olasıdır. Yani imgelemi doğuran kaynak, duyusal,
duygusal, sosyal ve bilimsel işlenebilir bilgidir. Bilgi olmadan, bilgi
işlenebilir hale dönüşmeden, anlamlandırma, sezme, görme ve yaratıcılık
olasılığı hemen hemen yoktur. Düşlem sınırları zayıftır, bununla birlikte
sanatta yaratıcılık ve sıra dışılık sadece renkli bir düş olarak kalır. Şiir; dil, düşünce ve
sanatsal yaratıcılık ekseninde bir sanat alanıdır, sanatsal
tüm değerleri içinde barındırır, sanatsal yaratıcılığın anasıdır ve sanata
ilişkin tüm olanakları kullanır. İnsandan sanatsal yaklaşım, düşsellik,
düşünsellik ve içsellik bekler. Şiir bir bilimdir; diğer özellikleri yanında
şiir dili, düşünceyle bağı ve derin yapısı bütünlüklü bir bilgi yumağıdır,
bilgi disiplinidir, bilimsel ve duyusal bilgi bütünlüğünün akıl tasarımı
altında kapsamlı örgütlenmiş durumudur. Ve şiir sanatının ilgi alanı, görünür
dünya ile görünmez dünyanın insan algısında anlam bulduğu ve estetik yaşantının
doğduğu yerdir. Düşüncenin ve
düş gücünün sınırı yoktur; bununla birlikte dilin sınırı ve iskeleti
yoktur. Şiirsel dil ise en omurgasız
dildir. Bir anlamda şiir dilinin anlamsal genişliği, düşünce ve düş gücünün
ulaşabildiği ufka bağımlıdır. Dolayısıyla şiir, duygu, dil ve düşüncenin
özdeşliğinden beslenir ve sınırları tanımlanamayan dilsel/düşsel bir alanın
içinde var olur. Şiir sanatını sanatsal yaratıcılığın ekseninde
konumlandırmamın en görünür delili, dil ve düşüncenin özdeşliği, sınırsızlığı
ile yaşam ve bilinç arasındaki çok parametreli ilişkidir. Keşif bekleyen o
kadar büyük sanatsal ve şiirsel bir evren var ki bugün, bizler belki bunu
okuyamıyoruz ve göremiyoruz. Henüz bilincine varamadığımız, kavrayamadığımız
sayısız şiirsel ve sanatsal model ve eğilim, bizden keşif beklemektedir.
İnsanlık olarak, bağnaz algı ve yargı modellerinden kurtulup şiir ve sanata
çoklu ve sınırsız modeller açısından bakmalıyız. Şiir, şairin
imgelem dünyasının imgelere dönüştürülmesidir. Tersinden söylersek, dil ve
düşüncenin özdeşliğinden imgelemin imgeye dönüştürülmesi dilsel bir tasarımdır.
Düş ve düşüncede anlam kazanmış imgelemin dil ile nesnelleştirilmesi bir bakıma
dil mühendisliğidir. İmgelemin imgeye dönüşme sürecinin dille gerçeklik
kazanması demek, düşüncenin asıl anlatım biçimi olan özgün yöntemi kullanıyor
olması demektir. Bütün sanat eserlerinin yaratım süreci işte bu eksende görünür
ve daha sonra sanat türünün diline uyarlanır. Yani ışık, renk, çizgi, ses ve devinime
dönüştürülür. Bu yüzden şiir sanatı diğer sanatlara göre daha ayrıcalıklıdır.
Düşüncenin doğal anlatım biçimiyle gelişir. Şiir dili
olanaklarından olan bağdaştırma, sapma, değinmece, değişmece ve aktarma gibi
bütün dil ve söz sanatı teknikleri, aynı zamanda şairin imgelemine geri
bildirim sağlar. Söz ve söz bağlamlarının anlamsal genişliği, iki veya daha
fazla söz kaynaşmasının çağrışımı, şaire yeni ve farkındalıklı anlamlandırma
yolunu açar. Dolayısıyla şiire özgü bu teknikler, şaire sıra dışı düşünme,
görme ve düşlem yetisi kazandırma olanağına sahiptir. İşte bu durum şairi, yaşam, nesne ve olguları
farkındalıklı ve daha ayrıntılı anlamlandırmaya yöneltir. Aynı zamanda daha
çarpıcı ve algıyı sendeletici anlatım biçimlerinin doğmasına neden olur. Bir diğer konu daha vardır; şiirde anlam,
örtüktür, esnektir ve yönü kaypaktır; bu özellikler yeni düşlem alanlarına
yolculuğun yatağıdır. İnsan, yaşam ve
nesne ile ilişkisinde mantıksal ve doğrusal düşünme biçimlerini kırabilir
demektir. Sanatsal ve şiirsel
yaratıcılık olgusu, bu süreç ve bu eksen üzerinde varlığa bürünür. Şubat
2018, Narlıdere/İZMİR
ŞAİR VE ŞİİR Şair;
kültür varlıklarını, değer yargılarını ve toplumsal beğeni kültürünü iyi çözümleyebilmesi
durumunda, aynı dili konuşan insanlar arası bellekte şiirleriyle önemli bir
yere tutunur. Şairin bu yaklaşımı ve şiirleri, okur anlağında değer kazandıkça
şiirlerindeki iletiler diğer dillere yayılmaya başlar. Şiirin büyümesi,
genişlemesi, evrensel değerlere yaklaşabilmesi sanatçının yaşamda farkındalık
yaratan tutumuna, şiirindeki ses, anlam ve anlatım güzelliğine bağlıdır,
diyebiliriz. Büyük şiirin yazılabilmesi, şairin yenidünyayı okuma biçimi,
estetik algı ve estetik değer yargısı ile yakından ilgilidir. Büyük şiir ve
büyük şair ideal olanıdır. Oysa bugün geldiğimiz dünyanın sanat algısı ve
beklentisi, şiir ve şair duruşu biraz daha endişe verici olarak gelişmektedir. Özellikle
post modern sanat anlayışının getirdiği yaklaşım, pek çok değeri yadsımakta ve
hemen şimdi şu anda sanat üretmek gibi yüzeysel bir kabulü ortaya koymaktadır.
Bu yöntem performans (izleyici önünde yapılan) ve kavramsal sanatlar için yeni
bir yaklaşım biçimi olabilir. Oysa şiir ve roman gibi eserlerin biçiminden estetik
katman[11]ına
kadar her alanında, düşünsel ve duyusal yeni bir dünya yaratılmasını gerekli
kılar. Bu yüzden dil sanatları, kendine
özgü bir ayrıcalığı sahiptir. Ülkemizde modern sanat
dönemindeki şiirsel yönelim ve gelişim, yani divan şiirinden çağdaş şiire kadar
olan süreç, aslında iyi irdelenmesi gereken bir zaman dilimidir. Post modern
sanat anlayışının bilgi ve nesnel bilime köklü bakış getirmesi, zaman, yer, yansıtma
ve seçkincilik gibi üst kavramları yadsıması gerçeği ile karşı karşıyayız.
Postmodernizmin yadsıma aşamasına geldiği bu ve buna benzer pek çok konunun,
bahsettiğimiz modern sanat zaman diliminde bile henüz ülkemiz şairlerince
içselleştirilmiş, yani anlaklara oturmuş bir tasarım olmadığını söyleyebiliriz.
Bu gerçekliği, duyabilen, okuyabilen ve anlamlandırabilen şair ve düşünürler
olmuştur; ancak bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar azdır ve yazdıkları,
söyledikleri kitaplarda kaldığını günümüz şiir ve şiir yazılarından
anlayabiliyoruz. Kapitalist dönüşüm süreci ve onun çıktısı Marksizm ve
Liberalizm karşıtlığının yarattığı arızalı durum, şiirin ve sanatın felsefi
boyutuna değil; biçimlendirme ve taraftar toplamayı en kısa yoldan
gerçekleştirebileceği pratik çözümlere yöneltmiştir. Bunun sonucunda Türk
şairi, kendinin olmayan estetik değerleri, şiirsel kuramları, duygu ve
duyarlılık havasını batı düşünürlerini izleyerek tanımlayabileceğini,
açıklayabileceğini varsaymıştır. Şiir ve sanatın, yaşam, dünya, insan,
gerçeklik, üst gerçeklik algısı ile insanın duyumsal niteliklerinin
örtüşmesinin bir ürünü olduğu gerçeğini göz ardı etmiştir. Başka bir söylemle,
Türk şairi düşünme, araştırma, inceleme ve kuram saptama işini bir başkasının
ellerine bırakarak sanat/şiirde kültürel duyarlılık farkını önemsememiştir.
Şiirin anatomisi ile uğraşmak yerine, şiirde bireyselliği ve eğilimleri
kızıştıran magazinsel tutumla daha fazla zaman geçirmiştir. Biliyoruz ki
Türk şiiri, Cumhuriyetten bir süre önce modern şiir anlayışına
kucak açmaya başlamıştır ve üzerinden kabaca bir buçuk asır geçmiştir. Ne var
ki bir buçuk asırlık süre az zaman değildir. İnsan beyninin evrimsel gelişimi
geçmişe oranla çok daha hızlıdır. Estetik algı ve değerler dizisinin
dayandığı temeller her yeni gün değişime ve dönüşüme uğruyor. Geçmişten bugüne
kadarki şiir serüveninde elimizden gelen en verimli iş, tespit ve aktarım
olmuştur. Sanırım bu yaklaşım, şiiri ün sahibi olma gereci, eğlence ve söz
söyleme ustalığı gibi basit bir eylem görme anlayışından kaynaklanıyor. Oysa şiir, kültür birikimi ve yaşamsal
bileşkelerin bel kemiğini oluşturan değerler dizgesidir. Harmonik bir
bütünlüğün görünüşe taşınmasıdır. Şiir sanatını
anlamak, onu çözümlemek, gerçek anlamda eleştiri ve eleştirinin eleştirisini
geliştirmek, sadece dil ve yazın bilgisi veya deneyimiyle olacak şey değildir.
Çünkü şiir sanatı, karmaşık ve çok katmanlı bir yazın biçimidir. Nesne, yaşam,
bilgi, duygu ve insan ilişkilerine ait sentezin toplam sonucudur. İşte bu
senteze ulaşıp güçlü imgelem yetisine sahip olmak, bilgi, bilimsel donanım,
farklı görme ve duyma gerektirir. Şiir sanatına gönül verenler olarak şu soruyu
kendimize sormalıyız. Şiir yazınımızda bugüne kadar, “imgelem, anlam, söz,
imge ve tekrar okurdaki algı ile imgelem süreci”ni inceleyen, açıklayan ve
ortaya koyan kaç tane metin okuduk? Şiir ve sanat üzerine
sayısız düşün üretmiş ve yayın yapmış şairler, söylediğim konuya şiddetle karşı
duracaklardır. Ancak yukarıda ileri sürdüğüm tespitin doğruluğunu kanıtlayacak
pek çok delil gösterebilirim. Türk şiirinin sanat bilimi açısından incelendiğini,
birkaç parça bölük metin dışında ben yazınımızda görmedim. Aynı şekilde dört
başı mamur nesnel şiir eleştirisi ve eleştirinin eleştirisini de görmedim. Bu
söylediğim konulara ilişkin uygulamalar, atışma, yerme, küçümseme veya dil
bilgisinin kıyısından köşesinden eksik bilgilerle bir şeyler yazıp çizme
biçiminde gelişmiştir ve öyle sürmektedir. Dostlar şiirin şiir ve şiirin sanat
eseri olabilmesi, şairin imgelem yetisi ve onu dille teknik olarak
nesnelleştirebilmesine bağlıdır. Diğer bir deyişle, biçimlendirilmemiş bilinç
ve sağduyu ile bilginin yorumuna, insan ve evren arasındaki yaşamsal ilişkinin
sözle görünüşe taşınabilmesine bağlıdır. Sözünü ettiğim imgelem yetisi ve
zenginliği, fen, sosyal ve insan bilimlerinin ortak sentezinden doğar ve sevme
duygusuyla örgütlenerek estetik değer üretme yeteneği kazanır. Birilerinin
sizin üzerinizde kurguladığı yaşam, algı ve inanç biçimleriyle değil! Bunlardan ayrı daha büyük
bir okyanus vardır ki o da, sanat ve şiir bilgisidir. Sanat ve şiir, sadece yazın
ve dil bilimi gibi disiplinlerle anlaşılacak, açığa kavuşturulabilecek bir konu
değildir. Fen bilimlerinden insan bilimlerine kadar pek çok disiplinin ortak
değeri gözünden konuyu ele almayı gerekli kılar. Aynı zamanda şiirsel süreç,
şair ve okur imgeleminde yarattığı etki açısından ele almayı ve eleştiriyi bu
düzlemde oluşturmayı gerektirir. Şairin imgelem
sürecinden şiiri yaratışına, şiirin okurda yaratmak istediği erekten
iletilerinin gelecekteki devinimine, şiirin ürettiği estetik değerden okurda yarattığı
estetik kaygıya kadar toplam şiirsel süreci içeren, aynı zamanda bu sürecin
eleştiri yöntemini ortaya koyan bilimsel veriler ile araştırma ve inceleme
yapmak gerektiğine inananlardanım. Çağımız insanının algısı, estetik yargısı ve
sanatsal bilgisi; evrimsel bir sürece uyum sağlar. Şiir gibi insan da sürekli
bir dönüşüm yaşar; ancak insanın dönüşümü sanat ve şiir bilgisinden çok daha
hızlıdır. Nesne, olgu ve olaylar ile yaşam arasındaki ilişkinin şiire
dönüştürülebilmesi ve okur gözünde beğeni kazanabilmesi için şiire daha
yenilikçi gözle bakmak durumundayız. Yeni sanatsal kuramlar ve okur estetik
kaygısını harekete geçiren estetik değerler üretmek zorundayız. Aksi takdirde
şiir okurdan uzak durur, daha kötüsü şairinden uzaklaşır. Şiir sıradan bir
söz yumağı değildir. Şiirin bir dizesi bile sınırları belirsiz iki dünyanın
(gerçek ötesi ve nesnel dünya) elekten geçirilmiş özetidir. İnsanın duyma,
görme ve duyumsama eylemlerini en kolay söze dönüştürebilen bir sanat dalıdır
şiir. O nedenle sokak arası söylemler bir kenara bırakılıp şiir sanatı, sanat
bilimi ve ilgili disiplinler ile ele alınmalıdır. İşte o zaman dili aşan,
algıyı sendeleten, duyguyu ezen yeni şiiri, çağın şiirini yazabiliriz. Aralık 2018, Narlıdere/İZMİR (Bu deneme, Vedat Günyol 2020
lV. Deneme Yarışma Dosyası’nda yer almamıştır.) Kimin neyi ne kadar bileceği, kimin nasıl
yaşayacağı, kimin neye inanıp inanmayacağı, tek merkezli karteller ve onun
yandaşı medya tarafından belirlenen bir sistemde bağımsız düşüncenin bir
geçerliliği, gerçekliği var mıdır, sorgulanmalıdır. Toplumsal algı, iletişim
teknolojileriyle kolaylıkla yönlendirilebiliyorsa özgür düşünceden dem vurmamız
pek gerçekçi görünmüyor. Bilgi aktı diye bildiğimiz algı, anlama ve düşünme
süreci; ‘algı’nın sağlıklı olmasına bağlıdır. Kitlesel dönüşüme uğramış
bireylerin, yaygın algı güdümü altındayken, özgün olabileceği, özgür
düşünebileceği pek akla uygun gelmiyor. Sanatçı ve şair, özgün yaratı peşinden
koşuyorsa, sisteme karşı direniş gösteriyorsa bu durumdan nasıl kurtulabilir,
bunun yollarını araştırmalıdır. Biliyoruz ki bugün pek çok bilgi, davranış türü
ve algı yapılandırması; çıkar gruplarının amaçlarını kolaylıkla geçekleştirmek
için tasarlanmıştır. Ben özgürüm diye kollarının altına karpuz koyup gezen
şair-yazar-çizerler, bindirilmiş emanet bir kayıkta kürek çektiklerini
kendilerine itiraf edecek kadar cesurlar mıdır? Sanat ve sanatsal etkinliklerin
vazgeçilemez ögeleri; tarafsızlık, özgünlük, özgürlük, evrensel bakış ve özgün
yaratıcılıktır. Ne yazık ki bu gerçeklik, aydınlanma çağının bile bir karanlık
noktasıdır ve bunu hepimiz biliyoruz. Sanat alanında ‘tarafsız, özgün, özgür,
yaratıcılık ve evrensel’ kavramlarının anlamsal sınırlarının hâlâ muğlak ve
sanatsal kulvarda çok şey anlatmadığını söyleyebiliriz. Bir öğretinin düşünce
kalıpları altında, kâğıt kalelerin gölgesinde, bir inancın zorunlulukları
altında ya da yapay bir zorunluğun güdümünde; sanat yapmayı, yaratı ortaya
koymayı özgürlük ve özgünlük kabul etmek, çağımıza özgü bir iyimserlik
olmalıdır. Şöyle ki; farklı olduğunu, özgün olduğunu, tarafsız olduğunu düşünen
pek çok (sözde) aydının, çakma aidiyet duygularına kapıldığını, düşünsel
altyapısının güdüm altına alındığını ve öğreti kalıplarına sıkışmayı
kahramanlık saydığını her ortamda tanık oluyor ve görebiliyoruz. Bu tür kişiler, güdümlü aydınlardır ve
durumları incelenmesi gereken önemli bir görüngüdür. Sözünü ettiğim görüngü,
ülkemizde yaşanan son olaylara kabaca göz atmakla bile anlaşılabilir bir akıl
tutulması durumudur. Bu kuşak kendi kendini yitirmeden ortam huzura kavuşamaz;
bunu söylemek zorundayım. Çünkü özgürlük ve özgünlük, sınırsız ve çerçevesiz düşün
sistemi ile kalıpsız tutumlar gereğini vurgular. Diğer yandan, ne söylersek
söyleyelim, bu yüzyılda bile bu tür bilince ve mantığa sahip kişilere
ulaşabilmek, özgürlük ve özgünlüğün içinde taşıdığı değerlerin sınırsızlığını
anlatabilmek, olası değildir. Bunların; düşün sistemi ve karşılaştırma yeteneği
sorunları çözümleyemez; onlar için uyulması, uygulanması zorunlu olan tek doğru
ve öğretilmiş bir model vardır; yüce bir çözüm yoludur, çoğu şey önceden
düşünülüp en mükemmel hale getirilmiştir. Sorgulanamaz mutlak doğrular, taraf
olduğu düşünce sisteminin içerisinde zaten vardır. Çok kabul gören bir sanat yorumuna, çok
okunan bir esere ilişkin tutuma, atılan tutulan sanatsal yenilikler vb. gibi
magazinsel konulara, uzak durduğumu ve çoğunlukla inanmadığımı söyleyebilirim.
Sanat, bilgi aktı ve yaşamı içselleştirmiş, yüksek zekâların eseridir. Örneğin,
ülkesinin yaşamsal değerleri ile terör faaliyetini bile birbirinden
ayıramayacak kadar iğdiş edilmiş şair adı altındaki reklam ve propaganda
uzmanlarının duruşu, sanatla yan yana düşünülebilir mi? Bilinçli bir toplum, bu
tip yaklaşımlara çanak tutmaz ama ne yazık ki terör ve şiddete bile bir avuç
tuzla koşanların varlığı da ayrı bir konudur. İşte bunun gibi insanoğluna özgü;
utandırıcı, acı ve zavallı davranışlar; bilgi dağarcığı dolu, deneyimi yeterli
ve olayları sağduyu ile okuyabilen insanların içini acıtmaktadır. Tanımladığımız şekli ile özgün sanat,
özgür bilincin kurduğu düşle ortaya koyduğu sanattır. Bu bana oldukça sığ ve
altı dolu olmayan bir önerme gibi geliyor. İnsan bilinci ne kadar özgürdür?
Çelişkiler taşıyan bir tümcedir. Şu soru aklımıza geliyor hemen. Bilincin özgür
olmasının sınırları neresidir, nereye kadar uzanabilir? Başka bir açıdan
baktığımızda bakış açımızı şu üç soruya yanıt arayarak geliştirelim: Her
adımının kontrol altında ve başkalarının uydurduğu anlamsız emirlere mutlak
uymak zorunda olduğuna inanan bir insan, bilincinin mutlak özgürlüğünden söz
edebilir mi? Sıkı savunucusu ve taparcasına bağlı olduğu bir öğretinin,
yenidünya ve huzurlu bir gelecek kuracağına inanmış ve onun öngördüğü düşünce
biçimine göre zihnini şekillendirmiş bir insanın bilinci ne kadar özgürdür?
Çağın en önemli sorunlarından birkaçı, ekonomik kaygı taşımak, var olma ve
beğenilme hırsının belirlediği koşullara bağımlı olmaktır. Yazdığı eserin
yayımı ile eser içeriğinin kendisi için sorun olup olmayacağını gücü elinde
bulunduranların iki dudağı arasına bırakmak zorunda olan bir sanatçı, ne kadar
özgür ve özgün olabilir? Özgün şiir yazabilme potansiyeli doğrudan bilincin
özgürlük sınırları ile ilgili bir konudur. Ne yazık ki bu çağda bile,
bilincimizin özgürlük, bağımsızlık, özerklik sınırlarını tanımlayabilme
olanağına sahip değiliz. En azından bir yazar; toplumda yara olan; haksızlığı,
soysuzluğu, uygunsuzluğu, hırsızlığı, kotarmacılığı; şiirinde, öyküsünde,
resminde, denemesinde açıkça yazıp söyleyebilmeli ve bundan endişe
duymamalıdır. Öyle mi peki? Nasıl bir özgünlükten söz edeceğiz; özgür olmayan
beyinler özgün düşünemezler. Toplumun istenilen bir düzen içinde yaşamasını
sağlamak, toplumu oluşturan bireylerin zekâ etkinliğini, yaratıcı, girişimci
ruhunu ve her türlü aydın niteliğini sınırlandırmakla olasıdır. İkinci sınıf
toplumlardaki yönetici ve liderler hatta aydın olduğunu varsayan pek çok kanaat
önderi kişiler, halk katmanlarının temelinde var olan bu özelliklerin
değişmemesi, gelişim göstermemesi ve gizilgücün ortaya çıkmaması için çaba
harcarlar. Bu tür kişiler, eğitim ve sanat gibi zihin değiştirici, dönüştürücü
olanakların inanç veya ideolojilerin mutlak emrinde olduğuna inanırlar. Öyle
dikte ederler. Çünkü biraz eğitim almış insan, inanmadığı bir konuda,
kronolojik sıraya ve hiyerarşik bir düzene göre yalan söylemeyi sürdüremez.
İşte aydın olduğunu savunan çoğu kişi ve yöneticiler, ideoloji ya da inanç gibi
olguların, diğer bir söyleyişle doğruluğuna inandığı inanç ve öğretilerin
geleceğin yeni ve yaşanabilir dünyasını kuracağı öngörüsü içindedirler. Bu tür
kişilerin zihninde, mutlak doğruluğuna inandığı yöntemler dışında yeni bir
çıkış yolu ve yeni bir dünya modelinin olmadığı görüşü tamamen sabittir. Dünya
toplumlarında yaşanan kaos ortamı ve çözüm üretilememesinin nedeni, bu tür
düşünce ve yargıya sahip insan oranının çok yüksek olmasıdır. Sanat dünyası da
bu ve buna benzer algı ile oluşturulmuş sabit fikir sahibi insanlarla doludur.
Ne yazık ki imaj düşkünü takipçileriyle de desteklenen magazinsel ve ağır bir
ego yumağıdır bunlar. Bir adım geriye çıkıp sanata ve şiire
biraz daha geniş bir açıdan bakmış olsak, gördüğümüz manzara ve izlediğimiz
model, geleceğin sanatını (evrimsel sanatı) kuracak tek model olmadığını bize
gösterecektir. Yaratıcılığın sınırı yoktur; ayrıca sistem, yöntem, uygulama,
yol, usul ve düzen; yaşadığımız dünyada sınırsızdır. Bunların çok azı denenmiş
ve keşfedilmiştir. Olayların ve uygulamaların tamamına bu açıdan bakmalıyız.
Şiirin ve sanatın baz alacağı temel düşünce, bilgi temelli yaratıcılık
olmalıdır. Sanat, özgür ve sıra dışı düşünebilmenin
sonucunda ortaya çıkarılabilen bir olgudur. İmgelem, yaratıcılık ve sanatsal
etkinlikler, yalnız gerçekler üzerinde değil, tasavvurlar ve düşler üzerinde
kişilik, hatta sanatsal özellik kazanır. Eylem alanı salt nesnel dünya değil,
gerçek ve gerçeküstü dünyada düşüncenin tasarımlayabildiği alanlardır. Bugün
tanık olduğumuz önyargı, ideolojik yaklaşım ve özellikle dinsel kaygıların
dikte ettirdiği anlayış; kurguladığı düzenle genç bireyi; düşünemez,
sorgulayamaz, sadece emirleri uygular durumda görmek ister. Onun düşünme ve
sezgi yetisini, belirli kalıp ve kırılması zor demir bir kafes içinde tutmaya
çalışır. Her düşünce kalıbının temel ilkesidir bu tür yaklaşım; zorunluluktur.
Ortadoğu coğrafyasında yaşanan terör, şiddet, çatışma ve ölümler; bu söylediğim
konuyu kanıtlayan somut örneklerdir. Oysa insana yaraşır yaşamsal değerler,
toplum ilişkilerini düzenleyen çağdaş normlar ve sanatsal etkinliklerin en
önemli bileşeni, sorgulama yeteneğini güçlendirilmek ve kalıpları kırıp
atabilmektir. Çağdaş sanat; aklın, keskin zekânın ve
eğitilmiş duygunun, özgür düşünüşün ve düşün eseridir. Sıra dışı düş kurabilme,
imgelemi ufuk ötesine çekebilme yeteneğine dayanır. Sanatın geleceği, bugün
algılayamayacağımız kadar bilincin geniş bir özgürlük alanına sahip olmasıyla
garanti altına alınabilir. Ya biz bugün, böylesi özgür bir bilince sahip miyiz? Yazımı Hintli düşünür Jiddu
Krishnamurti’nin sözleriyle bitirelim: “Düşünmek gerçekten de acı vericidir.
Çünkü farkındalık yaratır ve kuşkuya yol açar. Düşünmek insana bir yük gibi
gelir. Bu yüzden; insanların çok büyük bir bölümü düşünmekten kaçmak için,
kendilerini bir ideoloji veya inançla hipnotize ederler.” 15 Mayıs 2020,
Narlıdere/İzmir ŞİİRİ ŞAİRDEN
KORUMAK (Bu deneme,
Vedat Günyol 2020 lV. Deneme Yarışma
Dosyası’nda yer almamıştır.) Sanat, şiir ve sanat felsefesi ile
estetik konusunda kafa yormuş adı belli kişilerin geçmişte yazdıklarına ve
söylediklerine bakılırsa bu kişilerin, doğru bildiğimiz pek çok yanılgının
savunucuları olduğunu görürüz. Yaptıklarının yanlış olduğunu söylemiyorum.
Kaldı ki yanlış olduğunu söylemem, sanat hakkında öne sürülen düşünceyi
zamandan ve bilgi birikiminden bağımsız değerlendirmiş olurum ki bu da sağlıklı
bir sonuç doğurmaz. Ayrıca doğrunun, doğruluk değerinin göreceli olduğunu
düşünebilecek birikime sahibiz artık. 1882 yılına kadar kimse içten yanmalı
motoru bilmiyordu. İki yüz elli tonluk dev bir kütlenin okyanus ötesi
uçabileceğini 1900’lü yıllardan önce kimse bilemezdi. Bilinçaltının güçlü bir
bilgi deposu olduğunu Sigmund Freud’dan önce ayrıntılı olarak kimse
çözümlememişti. Sanatın insan aklı dışına taşma girişimi olduğunu, insanın
varlığını ve sürekliliğini sağlamaya yönelik temel yönelimin bir sonucu
olduğunu kimse düşünemeyebilirdi. Bugünün bilgi birikimi ile geçmişi
yargılamak, geçmişte yapılanları, ileri sürülen düşünceyi önemsiz bulmak,
üstünde oturduğumuz kazanımları görmezden gelmek anlamına gelir ki böyle bir
tutum, metinler arası ilişkiyi ve bilginin tarihselliğini yok saymak olur. Sanat, estetik, şiir gibi kavramlar;
insan zihninin sahip olduğu bilgi yüküne, yaşam koşullarının şekillendirdiği
duygu gücüne göre şekil alırlar. Bunları, bugün sahip olduğumuz teknik ve bilgi
birikimi ışığında yeniden değerlendirmek gerektiğinin altını çizmeliyim.
Sanat/şiir hakkında söylenmiş hiçbir çıkarıma yanlış gözüyle bakmıyorum; sadece
zamanın sundukları ve bilgi birikiminin doğurduğu zihinsel gücün boyutlarına
göre şekil aldığını anlatmak istiyorum. Günümüzde ise insan beyni öylesine
çeşitli bilgiler ile donatılmıştır ki neyin doğru neyin yanlış olduğunu tespit
edemeyecek kadar kirli bilgi bombardımanı altındadır. Aynı zamanda karmaşık
olguları, çözümlemek için ayrıntılı araç ve birikime sahiptir. Zamanın
olanakları, bilginin teknolojiye dönüştürülmesinden çıkarılan sonuçlar ve aklın
evrimsel gelişimine koşut, sanatı ve sanatın amacını yeniden tanımlamak
durumunda kalabileceğimizi göz ardı etmemek gerektiğini düşünüyorum. İlk Çağdan bugüne kadar üretilen bilgi,
sanatsal çalışmalar, emek ve düşünce; bizler için çok değerlidir. Sanat tarihine konu olan, özellikle modern
sanatın içinde var olan akımlar, diğer bir deyişle ...izm’li sanat
yaklaşımları, numaralandırılmış ve ışıklı vitrinlere konmuştur. Kabul edilmelidir ki ...izm’li sanat
akımları, deneyimsel bilgi zenginliği, görme ve sezi yetisi ile sanatsal gelişmelere
evrimsel bir devinim kazandırmıştır. Sanatçı, bu akımların ürettiği bilgiye
dayanarak görme ve sezi yetisini güçlendirmiş, beklenenden daha hızlı gelişen
bir sanatsal harekete yönelmiştir. Artık çağımızda parça bölük bilgilerle
tanımlanması olası olmayan, çok boyutlu ve açık uçlu, aklın sınırlarını
reddeden bir sanat yaklaşımı kucağımızdadır. Bu yüzden, şiire ilişkin eski söylemleri
tarihin arka cebinden çıkarıp sorgulamadan kabul etmek, savunmak, hayran olmak
ve işin magazinsel tarafıyla ilgilenmek; bugünün şairinin/yazarının kabul
edebileceği bir durum olmamalıdır. Tarihsel ve sanatsal bilgiyi yadsımadan,
bilginin kullanılabilirliği, uygulanabilirliği ve sonuçlarını ince eleyip sık
dokumalıyız. Bu durumda, neyin ne olduğunu, doğru bildiğimiz pek çok şeyin de
yanlış olduğunu, görme şansı elde ederiz. Yeni düşünce ve sanata yeni bakış
biçimleri üretebiliriz. Var olan bilginin yinelenmesi, çözümleme için
gereklidir; ne var ki o bilgiden yeni bilgiler üretemiyorsak anlamı yoktur.
Bugün şair-yazar-çizer dediğimiz büyük bir çoğunluk, hatta yazının hatırlı
ağızları, -Türk yazınındaki metinlerden de anlaşılacağı üzere- üretilmiş
bilgiyi tespit etmekle uğraşmaktadır. Birbirini yinelemekten, küçümsemekten,
birbirini överek tanınırlık devşirme arayışından fazlasını yapamamaktadır. Şiir
sanatı kocaman bir dünyadır; söz bağlamlarından ve kısıtlı bilgiden genellemeye
gidecek kadar sığ yargılarla hiçbir sonuç üretemeyiz. Örneğin, “Şiir dili yapay
bir dildir” deme lüksünü kendimizde görmemeliyiz. En önemlisi de bunu söyleyeni
alkışlamamalıyız. Her yazar/şair, dilin farkındalıklı kullanımının yapay bir
dil olmadığını, estetik/sanatsal değer üreten anlatımın zaten dilin kendisinde
gizli olduğunu bilmelidir. Bilimsel ve sosyal kuramlarla uyuşmayan,
bilginin, mantığın, zekânın ve aklın çıkarımı olmayan, ithal ve ezbere
dönüştürülmüş her tür yaklaşımı, söylenceyi, yargıyı ve çıkarımı; şiir
sanatının gelişimi için sorgulamalıyız. Her sanatsever bu sorumluluğu
duymalıdır. Yalan yanlış şeylerle, propaganda ve tebliği mantığıyla sanat
üretme, şiir yazma devri bitmiştir artık. Şiir sanatı bir düşün sanatıdır;
bütün dil sanatlarında olduğu gibi. Şunu biliyorum; toplumda anlamı
içselleşmemiş sanatsal yabancı terim ve kavramlardan; duygu değeri oturmamış
mitler, öyküler ve kahramanlardan tanınırlık devşirmeye çalışmak; öne çıkmış
kişilerin isimlerini kullanarak bir yarar sağlamaya çalışmak; yazarın
yetkinliğini değil, acizliğini ve artalan bilgisinin zayıflığını gösterir. Bu
yüzden, metnin konusu olan söylence, yargı ve tamlamaların kime ait olduğu ve
ne düşündükleri inceleme konum değildir. Bu metinde yapamaya çalıştığım şey;
yargı, söylence, tümce ve tamlamaları günümüz verileriyle inceleyip bilimsel ve
sanatsal gerçeklikle uyuşup uyuşmadığına dikkat çekebilmektir. Sanat biliminde yeterliliğe ulaşmadan,
çok iyi bir şair de olsanız, şiir sanatı hakkında yargıda bulunmanın ve
eleştirmenin altı dolu olmayan söz kalabalığından başka bir anlama gelmeyeceği
kanısındayım. Şiir sanatı; kendine özgü bir sanat, sanatsal edimlerin pek çoğunu
kullanabilen etkinlik; bilgi disiplinine bağlı bir bilgi bütünlüğü; gerçek
katmanı yanında gerçeküstü bir arka planı; bilgi, algı, düşünme ve anlamanın
duyguyla örgütlenmesi gibi kendi usul ve tekniği olan; dil ve kültür
varlıklarının tamamını en çekici ve akılcı kullanan, yazınsal bir alandır.
Diğer sanat alanlarının pek çoğundan daha fazla gerece sahip; ses ve sesin
parçalar üstü birimlerini; duygu, akıl, bilinçaltı, bilinç üstü ve sınırsız düş
ve düşün sistemini; mevcut ve öngörülebilen tüm yaşam kaynaklarını en iyi
örgütleyerek kullanabilen; sınırsız bir dil, kültür ve düşün evrenidir. İşte bu
gerekçelerle, “Şiir akıl dışıdır” ya da “Folklor Şiire düşman”
dır, diyemeyiz. Neden diyemeyiz? ‘Kızım sana söylüyorum,
gelinim sen de dinle’ der gibi bir durum ortaya çıkıyor bunlardan. Yani, “Şiir
akılla tanımlanacak bir şey değil, git otur evinde. Araştırma, inceleme ve
çalışma yapmana gerek yok, gelişigüzel yaz şiirini” demekle eşdeğerdir. Örneğin
küçücük bir örneklemden “Folklor şiire düşman” diye büyük bir şey söylemiş gibi
kocaman bir genelleme yaparsanız şu sonuca ulaşırsınız: “Boş ver şairim içinde
doğduğun kültürü, git kendine başka bir kültür edin” demek olur. Bu sözleri,
nesnel gerekçeleriyle çözümlediğinizde en iyimser haliyle ulaşacağınız sonuç bu
ve buna benzer olacaktır. Çok bilinen sözler olduğu için isim kullanıyorum.
Anıları güzel olsun. Bu söylemlerin sahibi, Melih Cevdet Anday ve Cemal
Süreya’dır ve Türk şiirinin ustalarıdır, değerlerimizdir; şiirine şairliğine
diyecek hiçbir sözümüz yoktur. Saygıyla ve hayranlıkla anıyoruz. Öneğin, Cemal
Süreya’yı nasıl tanımlarsınız, diye sorsalar: Şiirde dili; asimetrik, güçlü,
akılcı ve farkındalıklı kullanan; folklorü şiire ustaca giydiren; döneminin
gelmiş geçmiş en başarılı şairidir, diye tanımlardım. Başta söylediğim gibi,
maksadım değerlerimizi eleştirmek değil; neyin ne olduğuna körü körüne
inanmadan bugünün bilgisiyle sorgulama gereğinin altını çizmektir. Kaldı ki
söylenceleri, zamanının birikimi ve ilgili bilimlere egemen oluşlarıyla
ilgilidir; bu durum, yaşayan şairler için de geçerlidir. Küçük bir örneklemden
şiir ve folklor gibi birbirinden beslenen kocaman iki dünyayı düşman ilan eden
bir söylemi hâlâ geçerli görebilen bir akıl, bilimsel süreçleri çalıştıramıyor;
sağduyulu çözümlemeler yapamıyor demektir.
Şiir yazıları, yorum ve çıkarımlarında;
şiiri büyük bir sanat olarak göstermek için, atar tutar, söyler geçer, benzetir
boyar türünde bir sürü söylem vardır. Bunlarla, şiir severleri ve okuru
oyalamamak gerektiğini düşünenlerdenim; özellikle de lise ve lisans eğitimi
alan öğrencileri. Bu maksatla; 19 ve 20. Yüzyıl sanat literatüründe,
şiir, şair ve sanat adına söylenmiş; içi boş tanımlamaları, tamlamaları
(“estetik soyutlama” gibi, soyutun soyutlanabildiğini daha hiçbir bilim
açıklayamadı) ve tümceleri toplayıp dikkatinize sunmaya çalışıyorum. Bunlar;
şiiri/sanatı etkilemiş/oyalamış ama bugünkü bilgimizle çağın boş birer söylemi
olduğu anlaşılanlardır. Bir kısmının; görüş biçimi, öğreti bütünlükleri gibi
bilimsel aklı sınırlayan, büyük abilerinden aldığı emirlere göre söylem
geliştiren, dış kaynaklı bilgilerin gelişmişliğinden kuşku duymayan bir
mantığın çıkarımlarından/yinelemelerinden ibaret olduğunu açıklıkla
anlayabiliyoruz. Aşağıdaki her tümce, tamlama ya da söylemin; şiir/sanat adına
yarar sağlamadığını, bir anlam içermediğini hatta bir kısmının zarar bile
verdiğini; nesnel gerekçeleriyle birlikte ortaya koyabilirim. Ne var ki ilgili
alanın verileriyle ortaya koyduğum sonucun, tamamıyla anlaşılmasını
sağlayabilir miyim, işte bundan emin değilim. Çünkü gerekçeleriyle birlikte
ortaya koyduğum sonucu okuyabilmek için, yeni bir bakış açısı gereklidir. Bunca
yıldır batılılar söylemiş bizimkilerin çoğunluğu yinelemişler ve kimse bunları
sorgulamamış. Tam tersi yanlışı yanlışla düzeltmek için adeta yarış
yapmışlardır. Şiir felsefesine yönelik deneme kitaplarına ve şiir yazılarına
baktığınızda, çoğu kitapta bu söylemlerin izlerini, övgülerini, süslenerek yeni
söylenişlerini ya da yakın anlam taşıyan temelsiz yorumlarını görebilirsiniz. Şiir sanatı ve kültürü, büyük bir
evrendir. Ölçütü, değişkeni, değerler dizgesi; oldukça karmaşık bir alandır. Bu
metinde amacım, şiir yazılarına ilişkin gördüğüm ve araştırma sırasında
sıkıntısını çektiğim birkaç sorunu dile getirmekti. Şiirsel ezgiyi incelerken kaynak
bulamadım dünya literatüründe. Yinelemeler, genellemeler, özlü sanat sözleri
sayfalar dolusu; işin aslına değinen bütünlüklü metin neredeyse yok gibi.
Elbette şiir sanatı hakkında önemli bilgiler üretilmiştir Türk yazınında.
Geçmişten günümüze kadar çok güzel yapıtlar da ortaya konmuştur. Türk şiirine
hizmeti geçen şair, yazar ve eleştirmenler; saygıyla önünde eğileceğimiz
değerlerimizdir. Yapmaya çalıştığım şey, değerlerimizi eleştirmek ya da
yadsımak değildir; onların o günkü bilgisinin bugünkü bilgiyle yeniden
sorgulanmasının önünü açabilmektir. Şiir gelip tıkanmıştır genellemelerin
kucağında. Sorgulanamaz, sorgulansa da bir sonuç çıkmaz, o zaman doğruysa bugün
de doğrudur mantığından sıyrılmak için bir bakış açısı geliştirebilmektir.
Tartışılan, sorgulanan her şeyin altından mutlaka dikkate değer bir şeyler
çıkar. Zaten gelişim, dönüşüm ve yenilik de böyle gün yüzüne çıkar. Şiirin felsefesinden yola çıkıp insanla
olan ilişkisini bilimsel olarak çözümlemezsek tıkanıklığı aşamayız. Şairler
arasında sağlıklı bir tartışma kültürü, iletişim ve eleştiri anlayışı yoktur.
Bu şöyle olmalı dediğinde ya da söylediğini/yazdığını onaylamadığında,
kendisine hakaret edildiğini düşünüyor. Ben konuya bu açıdan baktım; senin
belirttiğin açıdan da sorgulanmalıdır, diyemeyecek kadar koşullanmış sıkıntılı
bir anlayış çoğunluktadır. Şiir; düşünceden dile, bilinçaltından bilince,
dilden dilbilime, fizikten biyolojiye, soyuttan somuta, gerçeklikten gerçeküstü
dünyaya ve sanattan insan ilişkisine kadar koca bir dünyadır. Ben bilirim, ben
doğuştan yetenekliyim gibi sözde tutumlarla, gelecek için değer yaratılabilecek
bir sanat değildir. Sonuç olarak, aşağıdaki
aforizma/tümce/tamlamaları söyleyenler, bir bakış açısından ve bağlam altında
konuya yaklaşmışlar ve kendilerince haklı gerekçeleri vardır ki söylemişler.
Ancak ilgili disiplinlerin ilkeleriyle yaklaştığımızda, boş söylemler olduğu
hatta şiire zarar verenlerinin olduğu gün gibi ortadadır; “Folklor şiire
düşman”, “Şiir akıl dışıdır” gibi… Çoğu, şiir adına hiçbir anlamı olmayan
çıkarımlardır. Boş yere zaman harcıyoruz; bunlarla oyalandığımız için asıl ele
alınması gereken konular, havada kalıyor. Günümüz bilgisi, bunları kaldırıp
atacak kadar güçlüdür ve dolaşım/iletişim olanağına sahiptir. Bunu yazarken
abarttığımı düşünmüyorum; ne yazık ki yazınımızda şiir yazısı diye
yayımlanmış/yayımlanan çoğu metin bu durumdadır. Neyin doğru neyin anlamsız
olduğu ve neyin şiire zarar verdiği konusunda biraz çaba gerekiyor yazınımızda.
İşte ben bu çabaya: Şiiri, şairden korumak, diyorum. Şiir ve şiir yazılarıyla,
şiir sanatına önemli değerler kazandıran şairlerimizi, yazarlarımızı; bunun
dışında tutmalıyız. İşte bazı örnekler aşağıdadır: Kaç
tanesinden şiir adına kazanım elde edebileceksiniz? Bu yargı tümcelerinin çoğu,
yabancı şairler/düşünürlerin sözleri olduğunu, bizim şairlerimiz tarafından
doğrulanmaya çalışıldığını söylersem sizler için bir şey anlatır mı,
bilemiyorum. Şiir düşünceyle
değil, sözcüklerle yazılır. Şair, dili
kullanmayı reddetmeden şiir yazamaz. Şair, dile
başkaldırarak işe başlamalıdır. Şiirde anlam
aranmaz. Şiir bilgi içermez. İdeolojik brikimi
olmayanın estetik birikimi olmaz. Şiirin kıyısına
düştü. Sanatsal birikimi
olmayanın estetik beğenisi olmaz. Kurallar şiirden
çıkar; kaç çeşit gerçek şair varsa o kadar da gerçek kural vardır. Bir şiirde önemli
olan ne söylenendir ne söyleyiştir ne anlamdır ne de musiki. Başka bir şeydir,
tarif edilemez. Şiir tarif
edilebilseydi yüz türlü değil bir türlü şiir tarifi olurdu. Gerçek şiirin, asıl
sanat eserinin kendi varlığından başka bir amacı yoktur. Kendisinde başlar
kendisinde biter. Bütün soyluluğu da buradan gelir. Estetik soyutlama,
Mücadele estetiği, Estetik farklılaşma İdeolojiye hizmet
etmeyen sanat, sanat değildir. Şiir dili bir üst
dildir. Şiir dili yapay bir dildir. Şiir dikey
doğruların Tanrısıdır. Şairin en büyük
yükü üstünde bir buyruğu taşımasıdır. Şair, şiirinde
kendisi olmalıdır. Şiir, sözcüğün
kavramla buluşması sürecinde oluşur. Şiir diyalektik bir
dildir. Şiir geldi sözcüğe
dayandı veya Şiir geldi dayandı kelimeye… Folklor şiire
düşman… Sanat, sanat
içindir veya sanat, toplum içindir. Şair, dünyayı
sözcüklerle gören insandır. Şiirin konusu
yoktur, hayatı vardır. Şiir de kendisinin
ne olduğunu bilmez. Şiir yazmak
sözcükleri savurma sanatıdır. Şiirin estetiği bir
matematiktir. Şiirler, şairlere
kendilerini yazdırtırlar. Şiir imgelerin
soyutta birleşmesidir. Şiir aykırılıkların
imgelenmiş halidir. Şiir
politik/apolitik olmalıdır. Şiir iktidar karşıtlığıdır. Şiir asidir! Şiir
her şeye muhaliftir! Şiir isyandır, başkaldırıdır! Şiir ne
söylemediğindir. Şiir sözcüklerin
arasındaki boşluklardadır. Şiir, kendinden
başka bir şey olmadan başka hiçbir şey olamaz. (…)
GENELLEMELERLE
BOĞMAYIN ŞİİRİ (Bu deneme,
Vedat Günyol 2020 lV. Deneme Yarışma Dosyası’nda
yer almamıştır.) Yanlışı yanlışla savunan şiir yazılarını,
eleştirel denemeleri okumak yararlıdır; mizah tadı verirler. Bununla da
kalmazlar; asimetrik bir bakış açısı kazandırırlar okurlarına. Önyargıların
yanılsamasından başka bir şey olmayan ancak yüzde yüz doğru ve mutlak yararlı
sandığımız sanata ilişkin yorum ve eleştiri yazıları, yazarına çoğu zaman düşün
harikası gelebilir; öyle olduğunu sanır. Son derece normal bir durumdur. Çünkü
insan ne kadar aydın ve eğitimli olursa olsun, neyi bilmediğini bilememesi,
olağan bir durumdur. Bu yüzden,
kavramlar arasındaki anlamsal bağıntıyı ve hiyerarşik konumlanışı tam anlamıyla
çözmeden; sanat felsefesi ile sanatın tözünü kavramadan; şiir adına yazılan bu
tür yazılar; bugün anlıyoruz ki şiir dünyasında sırıtmaktadırlar. Hiçbir şey anlatmayan, gerçekte anlamsal
karşılığı bulunmayan tümce kurabilmek veya tamlama yapabilmek, şiir ve eleştiri
dünyasında özel bir yetenek, tutucu bir gelenek olmalıdır. Hele yanlış bir
başlıkla başlayıp o başlıktaki yanlışı, yanlışla savunmayı gayet ciddiyetle
sürdürmek, mantığıyla dalga geçildiği konusunda kuşkuya düşürüyor okuru.
Kavramların, terimlerin ve sözcüklerin anlamlarının kılık değiştirdiği bir dil
mi var, diye sorgulamak zorunda bırakıyor. Gerçekten böyle yazılar okuyorsunuz
değil mi? Ben çok sık karşılaşıyorum. Örneklerini vermek isterdim ama konu
kişilere yöneleceği için yazınsal şiddet kapsamına girsin istemiyorum. Benim
anlayışımda kişiler konu değildir; maksadım sistem ve sürecin değişimine katkı
sağlamaktır. Zaman oldukça değerlidir ve sayılıdır.
Yetmiş yıl yaşayan bir insanın ömründe ortalama altı yüz on üç bin saat vardır.
Uyku, yemek, temizlik ve çocukluk yıllarını da çıkarırsanız kullanılabilir
zaman, aşağı yukarı dörtte birine düşer. İş yaşamı ve diğer etkinlikleri
de çıkarırsak en fazla elli bin saatlik zamanı vardır okumak için; okumayı
seviyorsa. Niçin bu hesabı yaptım? Birincisi, okumak için seçici olmak
zorundasınızdır. Bir yazarın bir romanını okuduğunuzda ikincisini okumak gibi
çok zamanınız yoktur; eğer verimli ve çeşitli yazarların birikimlerinden
yararlanmak istiyorsanız. Polimat bir bilgi dağarcığına sahip olmak
istiyorsanız. Bunca yıllık bir okur olarak şunu deneyimlerimden söyleyebilirim:
Bir yazar, bütün birikimini yazdığı kitapların herhangi birisine tamamıyla
yansıtır. Yazarın dünyasına ilişkin alacağınız toplam yararı herhangi bir
kitabından alabilirsiniz. Tabii ki bilimsel ve özel alanları konu edinen
kitapları, bunun dışında tutmak gerekir. İkincisi, bir yazarın bütün
kitaplarını okumanız aşırı lüks bir durumdur. Parantez içinde belirteyim: Ben
verimli olanından söz ediyorum. “Renkler ve zevkler tartışılmaz” diye bir söz
vardır; her ne kadar pek doğru olmasa da. Siz istediğinizi dönüp dönüp
okuyabilirsiniz. Bir yıl içerisinde basılan iyi kitapların yüzde onunu bile,
okumak için yaşamınızın yeterli olmadığını anımsatmak istiyorum. Asıl ben yazar ve şair dostlarıma
seslenmek istiyorum. Zaman bu kadar değerlidir. Bilgi ve kültür varlıkları bu
kadar zengindir. Yarardan ve okuma tadından söz ediyorsak yazar ve şairlerin de
çok dikkatli olması gerekir. Okura nitelikli yapıt sunulmalıdır. Şaire ne
yapacağını söylüyorum algısı doğurmuş olmak istemem. Her ne yazıyorsanız yazın,
diyeceğim yoktur. Okuru aptal yerine koyucu, bir anlam taşımayan metinleri
okurların önüne sürmemek gerekir. Gerçekte anlamsal karşılığı olmayan
tümcelerden kurulu bir metinle; okurun morali, okuma sevgisi ve iç dünyasıyla
oynanmamalıdır. Zamanı heder edilmemelidir. Dedikodularla,
magazinsel söylemlerle, bir temele oturmayan genellemelerle; şiir yazınını
kirletmemek gerekir. Basılı kitapları geçtim, dönüp kültür, sanat ve yazın
dergilerine bir bakınız. Şiirler neyse iyi veya kötü. Ama şiir yazılarına
baktığınızda olmasa daha yararlıdır türünden yazılarla dolu. Kimse şiire
olağanüstü bir format giydirip, genellemelerle anlamsız süslü edebiyat yapmak
zorunda değildir; gülünç oluyor. Sanat bilimi denen bir bilim vardır; neyin ne
olduğunu herkesin anlayabileceği şekilde göstermektedir. Şiir bir sanat
alanıdır ve kendi gerçekliğini koruyabilir. Övgüye gereksinimi yoktur. Şiir
sevgisinin ve sanat kültürünün oluşması için, şiire yönelik gülmece, magazin ve
felsefi yazılar yazılması gerekir; ne var ki atar tutar yazılar da şiiri bilen
insanları rencide ediyor dostlar… Ayrıca, okurda değişiklik/haz
doğurmayacak metinleri, yayımlamamak veya insanların gözüne gözüne metin
sahibini övmek için dayamamak daha akıllıca bir tutum olur. Ne çok eleştirel
deneme var, nasıl bir dil kullandıysa anlamak olası değil; zaten bir şey de
söylemiyor. Sıksan sıksan bir dirhem şeker çıkaramıyorsunuz. Ne çok şiir yazsı
var, genellemelerle dolu, bırak bir şey söylemeyi, yanlışa kurşun sektiriyor.
Bilinçli okurlar; sanatın, inancın, öğretinin ve dünyanın neresinde durduğunuzu
daha ilk tümcelerinizde anlıyorlar. Uçuk tümce kurulumuyla, anlamsal kapsamı
oturmamış terimlerle, anlamsız bağdaştırmalarla; yazınıza çekicilik
kazandırmaya çalışmanıza gerek yoktur.
Metnin dilsel, zamansal ve anlamsal dizilimini kırmak; yaratıcılık
ister, bilimsellik ister. Zaman ve insana saygı, çağdaşlığın temel
göstergesidir. Okura saygı duymak zorundayız. Anlamsız, tutarsız, bağdaşıklık
taşımayan ve okura bir kazanım sağlamayacak metinleri üretmeden önce kendimizi
sorgulamalıyız. Bilgi artık uzakta değil, bir tuş sesi kadar yakınınızda
duruyor. Onu bulmak size düşüyor. Aralarındaki bağıntıyı çözmek ve kurmak,
çabanızı bekliyor. Genellemelerle boğmayın artık şiiri… 24 Mayıs 2020, Narlıdere
KARŞIYAKA
BELEDİYESİ HOMEROS EDEBİYAT ÖDÜLLERİ 2020 BİR ŞİİRİ İNCELEME YARIŞMASI DEĞERLENDİRMESİ (Bu deneme,
Vedat Günyol 2020 lV. Deneme Yarışma
Dosyası’nda yer almamıştır.) Sarmal Çevrim
Dergisi, 15. sayısında Homeros Edebiyat Ödülleri 2020 Bir Şiiri İnceleme Yarışmasında dereceye
giren şiir incelemelerini yayımladı. Bu sayede dereceye giren incelemeleri
topluca okuyabildim. Bilindiği gibi Türk yazınında, edebiyat yarışmalarının
açıklamalı sonuçlarına ulaşmak olası değildir. Seçici Kurul, ödüle layık
gördüğü şiir incelemelerinin neden ödüle layık olduğuna ilişkin gerekçeli
kararını açıkladı mı, bilmiyorum. Türk yazınında böyle bir gelenek, uygulama
veya yöntem var mıdır? Böyle bir uygulama yoksa, en azından etik olması, emeğe
saygı duyulması, şeffaf ve adil bir tutum açısından hemen başlatılmalı. Ödül
alan yapıtlara ilişkin seçici kurul gerekçeli kararını, net olarak ortaya
koymalı ve basın yoluyla açıklamalı. Sadece bu yarışma için değil; tüm yazın
yarışmaları ve diğer etkinlikler için geçerli bir tümce kurmalıyız burada: ‘Bu
tür işlerde ne kadar bilinmezlik varsa o kadar sorun var demektir.’ Şiir sanatı
sorun kaldırmaz… Karşıyaka Belediyesinin düzenlediği şiiri
inceleme yarışmasına ben de katıldım ve sonuçlarına göre üçüncülüğü Dizdar
Karaduman’la paylaştık. Yarışmanın tarafı olmam yüzünden adil bir yorum
yapamayabilirim diye düşünenler olabilir. Bu yazımda, kimlerin incelemesi
ödüllendirilmişten ziyade; neyin, nasıl ödüllendirildiği üzerinde duracağım. Bu
yüzden, yarışmanın içinde olup olmamam çok şey değiştirmeyecektir, umarım. Bir şiiri inceleme yarışmasında dereceye
giren incelemeleri okuyunca bu yazıyı kaleme alma gereği duydum. Yeni ve
bilimsel esaslara dayalı, şiirin ontik (varlıksal) bütünlüğü ve integral yapısı
gereği şiir çözümleme tekniği ileri sürmüş birisi olarak bu yazıyı yazma
hakkını kendimde görüyorum. Ayrıca bu ve buna benzer yazınsal yarışmalarda
sonuçlar, enine boyuna tartışılmalıdır; etik yanından adilliğine,
tarafsızlığından şeffaflığına, dil yapısından değerlendirme ölçütlerine kadar…
Tartışmaya esas olmak üzere her yarışmanın sonucu, seçici kurul gerekçeli kararı
olarak açıklanmalıdır. Etik değerler, mantıken bunun böyle olmasını söyler.
Ortada bir emek vardır, seçici kurulun bir çabası vardır; bunlar görünür
kılınmalıdır. Yapılan işe, harcanan emeğe hakkı verilmelidir. Şiir incelemesi yarışmalarında seçici kurul
tarafından nelerin ele alınması, nasıl olması, neden böyle bir yöntemin
uygulanması ve nelerin dikkate alınarak ödüllendirilmeye gidilmesi konusunda,
bilinenlerden farklı şeyler söylemek istiyorum. Yarışmaların, kapsam ve yöntem
olarak bir çerçevesi, belirli sınır ve kuralları olmalıdır. Bu yarışmada
belirli bir kapsam ve yöntem olmadığı gibi nasıl bir inceleme istendiği açık
ifade edilmemişti. Buna karşın yarışmaya başvurdum ve yarışma sonucuna ilişkin
bazı tahminlerim vardı. Ne var ki bu kadar düş kırıklığı yaratacak bir durumun
olabileceğini hiç düşünmemiştim; peşinen söylemeliyim. Türk şiirindeki ödül ve eleştiri
sisteminde; ne nerede aksıyor, ne neden eksik; ortaya koymak, eksisini artısını
konuşmak gerekir. Aksi durumda gelenekten edinilen uygulamalarla çağdaş sanat
döneminde evde göce dövmeye devam ederiz. Homeros Edebiyat Ödülleri 2020 için
söylemiyorum; genel anlamda yazınımızdaki ödül ve eleştiri sistemi, belirli bir
ölçüt, yöntem veya tekniğe sahip değil; hiç saygın değil, yazara, şaire, okura
güven vermiyor. Bu yüzden; genelleme, doğrulama ve yinelemelerle şiir bilgisi
öğrendiğimiz, şiir incelemesi yaptığımız bir edebiyat dünyasından bazı
ayrıntılara dokunup uyandırmalıyız uyuyan yerlerimizi. Özellikle şiir, bütün
disiplin ve kültürleri kapsayan bir düşün sanatıdır. Kavramların hiyerarşisi ve
anlamsal konumlarını, birbirleriyle ilişkilerini çözmeden yapılacak ve hakkında
metin yazılacak bir sanat alanı değildir. Hele hele inceleme metni… Bugüne kadar yapılan şiir inceleme
yarışmaları ve ödül sisteminde sorgulanması gereken çok şey olduğunu bazı
metinlerden anlıyorum. Öncekileri ayrıntılı incelemedim; net bir şey
söyleyemem, zaten dereceye giren yapıtlara ulaşmak sıkı bir çaba gerektiriyor.
Ayrıca gerekçeli karar açıklaması yok… Bugüne kadar bir şiir kitabı için
gerekçeli karar açıklaması gördüm: Her tür metin için geçerli olabilecek, sanat
bilimini yerle bir eden üç beş genelleme tümceydi… Yalnız şiir incelemesi değil; şiir alanındaki
tüm ödül ve yarışma yöntemleri, sorgulanmalı, en uygun, adil ve uygulanabilir
olanı ortaya konmalıdır. Yarışma, ödül ve eleştiri sistemindeki
sorunlara kısa sürede çözüm üretilebilir mi? Tabii ki üretilemez; bu, anlayış
ve kavrayış sorunudur. Tespit edilip değerler dizgesinde değişikliğe gidilmesi
gereken bir durumdur. Zaman ve bilinç olgunluğu gerektirir. Çağdaş sanat
anlayışının kavranması ve bilimlerin eşgüdümüyle ele alınması gereken bir
durumdur. Uzatmadan kısa, açık ve olumsuz bir soru
sormak istiyorum: Şiir incelemesi ne demek değildir? Çoğunluğunu Karşıyaka Belediyesi
Homeros Edebiyat Ödülleri 2020 Bir Şiiri İnceleme Yarışması’nda dereceye
giren incelemelerden çıkardığım maddelerle, şiir incelemesinin ne olmadığı
konusunu burada açmak istiyorum. Öncelikle Şiir İncelemesi
demek; Süslü kompozisyon yazma tekniği demek
değildir. -Şiirdeki kahraman ya da konuların ruhsal
çözümlemesinden şairin öyküsüne ulaşmak demek değildir. -Şairin öyküsüne dayanarak bunun üzerinden
şiir anlayışını kanıtlamak demek değildir. -Şairin dünya ve yaşam algısından yola
çıkılarak şiirinde ne dediğini kanıtlamak demek değildir; tam tersidir. -Sanat felsefesi ve estetik kavramlarının
kuru sıkı sallanmasıyla oluşturulan, süslü ve bilinenleri yineleyen bir metin
yazmak demek değildir. -Şiir ve şairi konu mankeni yapıp öyküsü
üzerine edebiyat parçalamak demek değildir. -Şairin şiir anlayışını yüceltmek için
referanslara yaslanıp yalan yanlış çıkarımları sıralamak demek değildir. -Şiirin okurla olan ilişkisini, okurdaki
etkisini bir kenara koyup övücü genellemelerle şairin şiirini nasıl yazdığını
saptamak demek değildir. -Şairin herhangi bir izleği üzerinden
genelleyici deneme yazmak demek değildir. -Dizelerin anlam açılımını sıralamak
demek değildir. -Şairin ne dediğini kanıtlamak demek
değildir; dediğinden doğan sonucu ortaya çıkarmaktır. Şiirin etkinliğini,
yetkinliğini ve etkisini ortaya koymaktır.
Öyleyse şiir incelemesi ne demektir? İşte
asıl yanıtlanması gereken soru budur. Şiir incelemesini kısa ve net tanımlamak
gerekirse: Şiirin; “sanatsal, şiirsel ve estetik” değerini ortaya koymaktır. Kısa ve basit bir tümcedir. Nasıl
yapılır? İşte bunun için bütünlüklü bir sistem gerekir. Şiir incelemesi
dediğimizde şiir, ameliyat masasında tanısı konmamış bir hasta gibidir. Bütün
organlarını tek tek ele almamız gerekir. Bunu yaparken de şiirin arka
planındaki yaşamsal tüm fonksiyonlarını incelemek ve organlarla ilişkisini
belirlemek gerekir. Bütün bilimlere, özellikle sanat bilimine başvurmadan
içinden çıkamayacağımız bir karmaşa durumudur bu. Kaotik olmakla birlikte
çözümlenemez şeyler olmadığını peşinen söylemeliyiz. Maksadımız bağcı dövmek
değil de üzüm yemekse, soruları ve hedefi net ortaya koyarak yola çıkmalıyız.
Şiir incelemesi demek; şiiri her yönüyle, olabilecek her tür soruya yanıt
verebilecek şekilde incelemektir. İnceleme sözcüğünün kavram kapsamı,
sözlüklerde bu şekilde açıklanır ve zihnimizde anlamsal karşılığı budur. Çünkü
her şiir; varlıksal (ontik) bir bütünlüğe sahiptir, ön ve derin yapıdan (nesnel
ve duyusal alan) oluşur. Bu iki alanın ayrıntılarına el atmadan şiir incelemesi
yapamazsınız; tanı koyamazsınız. Şiiri anlam yönünden inceleyin veya anlatım
yönünden inceleyin derseniz o zaman durum farklılaşır, kapsam daha daralır ve
hedef netleşir. Bir şiiri inceleme dediğinizde, şiiri; sanat felsefesi
açısından, dil açısından, anlam, anlatım, çağrışım, ses gibi tüm yönleriyle
incelemeli ve ödül de böyle bir incelemeye verilmelidir. Burası işin yöntem
sorunudur. Bu tür etkinliklerde, yerleşik bir alışkanlık durumuyla yola
çıktığımızdan, sonucun da alışkanlıklarla paralel işlediğini her zaman her
yerde görebiliriz. Şiir incelemesi, şiir incelemesi ne demek
değildir, başlığı altında saydıklarımın hiçbiriyle yapılamaz. Bunlardan
bazıları incelemede ele alınmalıdır ama bu metinlerde olduğu gibi değil. Şiir
bir sanat yapıtıdır; asıl ele alınması gereken yanı, şiirin düşünce sanatı
olması ve şiirin ekinliği ile okurda bulduğu karşılığıdır. Yani sanat
değeridir. Bir şiirin; biçimsel, anlamsal, anlatımsal, sessel, çağrışımsal,
coşumsal değerlerini incelemeden; şiir değerini, sanat değerini ve estetik
değerini, ortaya koyamazsınız. İnceleme yapmak için, incelemeye yönelik sistem
bütünlüğü gereklidir. Bunları yapmadan yaptığınız her inceleme; biraz üfürme,
biraz şişirme, biraz kıyısından köşesinden dolaşma, biraz da şiir ve şair
üzerinden edebiyat parçalama anlamına gelir. Şiir, bir dil sanatıdır ve
tutarlılık, bağlaşıklık, metinler arası ilişiklik gibi metin dilbilimi
gerekleri yanında bir de sanatsal ifadenin estetik bilimi bağlamında
görünürlüğü söz konusudur. Her şeyden öte estetik değerin inceleme metninde
duyumsanır kılınması gerekir. Yarışmada istenen ile beklenen ve
isimlendirme uyumlu olmalı; bunun yanında istenen ile sonuç, örtüşmelidir. Bu
durumda, yöntem ve ele alınacak konuların seçimi; hem seçici kurul hem de
yazarlar için kolaylaşacaktır. Biz atalarımızdan böyle gördük, bizde bu kadarı
var diyorsanız, bu ödül sistemini ve seçici kurulları öpüp başınıza
koyabilirsiniz. Hayır biz bilgi çağının insanıyız; sanatsal ifadenin gerekleri,
şiirsel görünüme esas ayrıntılar ve bilimsel olgular ne diyorsa oradayız
diyorsanız, oturup sanatın döngüsüyle ilgili bilgilerimizi sorgulamalıyız. Diğer bir konu da şudur: Eldeki metinler
ne ise seçici kurul da o metinler arasından en iyisini seçmek durumundadır.
Öyle olsa bile sanat felsefesi açısından ciddi hatalar taşıyan metinler, bir
kenara konmalıdır; öyle olmuştur ümit ederim!? Alışılmış ve kanıksanmış
bilgiyle verilen yargı, sanatın da sanattaki ödül sisteminin de en güçlü
düşmanıdır. Bunun adı, yeniliğe duyarsız olmaktır ve şairin; beyin ölümünün
başladığını, sanatın kış uykusuna yattığını gösterir. Sanatta sınır ve
sonsuzluğun yanında özneler arasılık gibi kuram ve savların etkisini de dikkate
almalıyız bunları sorgularken. Kişidir; düşünmesi, anlaması, görmesi göreceli
ve özneler arasılık söz konusudur. Öyle olsa bile istenen biçim ile varılan
sonuç, uyumlu olmalı, amaçla çelişmemelidir. Yeniliğin, farkındalığın,
farklılığın ne olduğunu anlamadan şiir gibi bir sanat alanında metin yazmak,
karar vermek, ben yaptım oldu şeklinde bir tutum takınmak sağlıklı bir sonuç
doğurmaz. Şiir incelemesinde maksat, en azında
incelenen şiirin, şiirsel değerini ortaya koymak olmalıdır; genellemelerle şairini
övmek ya da şiirin bir özelliğini çözümlemek değil. Bu maksatla, şiir inceleme
yarışması düzenlenecekse yarışmanın; kapsamı, hedefi veya şiirin incelenecek
alanı belirlenmelidir. Örneğin, anlam açısından inceleyin diyebilirsiniz. Bir
şiiri incelemek dediğiniz zaman bütünlüklü bir incelemeden söz ediyorsunuz
demektir. Bu durumda sadece ruhsal çözümleme yapan bir metne şiir inceleme
ismiyle ödül vermek, yarışmanın ciddiyetini ve bilinçli yapılıp yapılmadığını
gündeme taşır. Yarışma; ismi, konusu ve sonucuyla çelişmemelidir. Yarışmada
ödül alan yapıtlardan yola çıkarsak bu yarışmanın adı şöyle olmalıydı: “Homeros
Edebiyat Ödülleri 2020 Bir Şiir Üzerine Deneme Yazma Yarışması” denmeliydi.
Yarışmanın ismi böyle olsaydı, tüm olumsuz yorumların yolunu kapamış olacaktı.
Çünkü denemenin biçimi ve kapsamı belirsizdir; istediğiniz şekilde
yazabilirsiniz. İnceleme dediğinizde bunun; sistemi, belirli yöntemi ve tekniği
olmalıdır; dayanakları olmalıdır, söylemlerle işleyen bir tür değildir. Bu
durumda ele alınan şiir, tüm yönleriyle bütünlüklü bir biçimde incelenmelidir
ki adı inceleme olsun. Sonuç olarak, şiir gibi düşünce
sanatları, ayrıntılı düşünmeyi gerektirir. Gerek eleştiri gerek şiir ödülü
gerek diğer etkinliklerde, şiir kendine şiir gibi davranılmasını bekler. Özet: Yarışmalarda ödül verilen yapıt, seçici
kurul gerekçeli kararının alt maddelerini kuşkuya yer bırakmayacak biçimde
ayırıcı nitelikleriyle doldurmalıdır. Doldurmuyorsa ya istenende ya yapılanda
ya da sonuçta sorun var demektir. 19 Eylül
2020, Narlıdere/İzmir
GÖRSEL-SAYISAL ŞİİR
(Bu deneme,
Vedat Günyol 2020 lV. Deneme Yarışma
Dosyası’nda yer almamıştır.) Görsel-Sayısal Şiir; nedir, amacı nedir,
nasıl yapılıyor ve yapılmalıdır? Uzun zamandır kendime sorduğum ve
üzerinde düşündüğüm soru şuydu: Fotoğraf, resim ve şiiri bir arada nasıl
kullanabilirim? Şiirde, görsel estetik değer ile sözlü imgesel estetik değeri
nasıl birleştirebilirim? İkisinin birleşiminden nasıl bir sonuç elde edebilirim?
Bu soruların yanıtlarını biraz olgunlaştırdıktan sonra, “Umut Bekler Bizi”
isimli görsel-sayısal şiir kitabımı 15 Mayıs 2020’de bilgisunar ortamında ve
PDF dosya biçiminde yayımladım. Tablolar ve şiirler bana aittir, fotoğrafların
bir kısmı alıntı ve birleştirmedir. Yanlış bilmiyorsam bu, Türk şiirinde ilk
denemedir. İyi bir sonuç verip vermeyeceğini, kalıcı olup olmayacağını zaman
gösterecektir. Neden
“Görsel-Sayısal Şiir?” Öncelikle isimlendirme konusuna değinip bir an önce
görsel-sayısal şiiri, merak konusu olmaktan çıkarmalıyım ve anlaşılmasına katkı
sağlayacak şekilde üzerinde konuşalım. Görsel diye
nitelendirmemin nedeni, görsel sanat olan resim sanatı ve fotoğrafın, şiir
sanatıyla bütünleştirilmesinden doğmasıdır. Görsel imgenin, sözsel imgeyi
desteklemesi veya tersi durumdur. Okurda ortak ve daha zengin bir imgelem
dünyasını yaratmak için görsel ile sözeli bir arada kullanma çabasından doğar. Işık, renk, yazı
gibi sanatın gereçlerinin ekranlarda görünümü, sayısal bir anlatımdır ve en
küçük birimi pikseldir. Bilgi sunar ve bilgisayar ortamında görüntülenebilmesi
sayısal kodlar (piksel) üzerinden yapılmaktadır. Görüntü ve imge görünümünün,
sayısal/dijital kodlarla ifade edilmesidir. E-kitap (Sayısal Kitap) olarak
bildiğimiz teknikle benzerlik gösterir. Bu yüzden ‘sayısal’ sözcüğünü
kullandım. Bu yöntem, basılı kitaptan daha çok ekran görüntüsü biçiminde tercih
edilmelidir. Cep telefonu veya diğer ekranlar, resmi ve fotoğrafı basılı kitaba
göre daha sağlıklı görüntüleyebilir. Ekran görüntüsüyle daha yüksek etki
sağlama olanağına sahiptir. İşte bunlara dayanarak tasarıyı, “Görsel-Sayısal
Şiir” olarak isimlendirdim. Bu yeni bir şey mi? Teknik gereklilikleri içeren,
sanatsal gereklere göre uyarlanan, imge bütünlüğü oluşturan ve çağrışımsal
imgelem alanı yaratan kitap bütünlüğünde ayrıntılı bir çalışma ile
karşılaşmadım. Ne var ki sayısal teknolojide uygulanan bir durumdur. Pek çok
kişi, sosyal medyada şiirlerini buna benzer bir şekilde paylaşıyor; genellikle
imgesel bütünlüğü esas almıyorlar. Örneğin kendi fotoğrafıyla paylaşıyor. Çoğu
yazıya da fotoğraf ekliyorlar, fotoğraf olduğunda okunurluk oranı yüksek olduğu
için. Görsel-sayısal şiir, Türk şiirinde
bilinen görsel veya somut şiir anlayışından ayrılır. Bildiğimiz görsel ve somut
şiir, şiirin kendi kullandığı malzemeyle imge açılımı yapmaya, biçim üzerinde
oynamaya çalışan bir tekniktir. Harfler ve dizelerin veya birimlerin biçimsel
kullanımıyla oluşturulan bir yöntemdir. Türk şiirindeki örnekleri, bize bunun
bu şekilde anlaşılıp uygulandığını göstermektedir. Görsel-sayısal şiir ise iki
sanat alanını birleştiren ve bunların imge gücünü topluca kullanan, birlikten
bütünlük doğurarak daha yüksek estetik değer yaratan bir yöntemdir. Resim
sanatı, şiir sanatı veya fotoğraf-şiir sanatının ayrı ayrı ortaya koyduğu imge
gücünü, imgelem yeteneğini birleştirir ve estetik değeri yükseltir. Bileşke
güçten yeni, sinerjik (görevdeş) bir estetik değer yaratma mantığı üzerine
kurulu bir yaklaşımdır. Şiirde biçim; her ne kadar tartışılıyor
olsa da bütün katman[12]ları sırtında konumlandıran önemli bir taşıyıcıdır.
Sanat eserinin varlıksal bütünlüğü gereği, tıpkı insan vücudu gibidir. Yapıtın
hem tüm organları hem de ruhsal/duyusal dünyası, biçim üzerinde konuşlu olmak
zorundadır. Bilimsel olarak da böyledir zaten. Ne var ki biçim, heykel sanatı
veya resim sanatında olduğu gibi şiirin estetik değerine etkisi konusunda başat
katman değildir. Başka bir deyişle şiirde biçimin, imgesel güce ve estetik
değere çok fazla katkısı yoktur. Heykelde durum daha farklıdır. Tiyatro
sanatında daha farklıdır. Sanat terimleriyle anlatırsak biçim, yapıtın nesnel
ve duyusal alanlarını üzerinde barındıran kısmen görünür bir yapıdır. Görsel
şiir veya somut şiir diye bilinen şiirler, yapıtın biçimi üzerinde değişiklik
yaparak farkındalık yaratmak üzerine kuruludur; bu uygulamadan kısmen imgesel
bir verim de alınabilir ama benim anladığıma göre sınırlıdır. Bana göre
görsel-sayısal şiirin yanında çok sönük kalır. Sanatın maksadı, en yüksek düzeyde
estetik değer yaratarak insanı estetik yaşantıya sokmaktır. Estetik yaşantıya sokarak,
duyarlılığını ve yaşam sevincini güçlendirmektir. Yaşamsal varlığını ve
sürekliliğini sağlamaya yönelik anlam kazandırmaktır. Şiirin maksadı da budur.
Öyleyse biz, neden bütün sanatların bileşke gücünü kullanmayalım? Örneğin
sinemanın yaptığı gibi; resim, fotoğraf, hareket, müzik, şiir ve yazın
dallarını aynı karede neden bütünleştirmeyelim? Engelleyen bir durum yok
bildiğim kadarıyla; önyargı dışında… Öyleyse görsel bir sanat türünü veya
teknolojik bir durumu, daha yüksek estetik değer yaratacak şekilde şiirle
birlikte kullanabiliriz. Bu, fotoğraf ve resimle sınırlı olmamalıdır. Daha
teknolojik ve değişik yöntemler de kullanılabilir; grafik veya hologram gibi… Şiir, kolay yapılabilen bir sanat gibi
dursa da aslında çok zor bir sanattır. Herkes şiir yazabilir; ancak metnin şiir
olabilmesi için anlatım, ses ve anlamla sıradan metinlerden ayrılması gerekir.
Diğer sanatlara göre imge oluşturma gereci oldukça fazla, imgelem yaratma gücü
oldukça yüksektir. İlgi ve etki alanı çok geniştir; yaşam, nesne ve evren
arasındaki soyut-somut tüm olgu ve olayları en ayrıntısına kadar çağrıştırma
gücüne sahiptir. Şiir sanatının sahip olduğu bu olanak, neden resim sanatı ve
fotoğrafla bütünleştirilip bunların bileşke gücünden daha yüksek bir değer
yaratmak için kullanılmasın? Mantıken de doğru bir yaklaşım değil midir? Bana
doğru geliyor ve bunu denedim. Resmin, imge gücü ve imgelem yaratma
yeteneği şiire göre daha özel alanı kapsar. Bir anlamda sınırlıdır imge ve
imgelem gücü. Fotoğraf da resim sanatı gibi kısıtlı imge ve imgelem yeteneğine
sahiptir. Örneğin resim bir kare olmasına karşın şiirle aynı kareden çok sayıda
ve çeşitlilikte resim yaratabilirsiniz. Yani görselin, görünenin dışına taşma,
çağrışımsal imgelem kurma, rastlantısal anlam kurma olanağı kısıtlıdır. Daha
durağan ve statiktir. Şiirde sözlerin; çağrışım yelpaze[13] oldukça geniştir, anlam genişlemesine
açıktır, çoğul anlama açıktır, imge olanağı oldukça fazladır, çok fazla resim
oluşturabilir. Dolayısıyla imgelem yaratma gücü çok yüksektir. Çağrışım, çağrışımsal
imgelem, ezgisel imge, rastlantısal anlam ve rastlantısal imgelem gibi
şiirsel/sanatsal özellikler, şiirde imge oluşturma ve imgelem yaratma gücünü
sınırsız kılmaktadır. Bir anlamda görseller şiirin çağrışım gücünü yükseltmek
üzerine kurgulanmalıdır. Örneğin bir fotoğraf bir coğrafyada yaşanan dramı göz
önüne getirebilir; ne var ki şiir bu dramın ayrıntılarına değinir,
inceliklerine dokunur, çeşitli durumlarını çağrıştırır. Şiirde; anlam, anlatım
ve sesle ortaya konulan bu değerler, görsel estetik değerle birleştiğinde iyi
bir sonuca gider kanısındayım. Fotoğraf, salt kadraja takılan karelerle
sınırlı değildir. En iyi fotoğraf, çekilen değil; yapılan fotoğraftır.
Yani teknolojiyle oluşturulan fotoğraf, istediğiniz görüntü ve imge kurgusuna
açıktır. Resim zaten elle yapılan bir sanat olduğu için, istediğiniz gibi
hareket edebilirsiniz. Burada önemli olan şudur: Resim, şiir ve fotoğraf hem
anlamda hem imgede hem görüntüde bütünleşmeli, aynı çağrışım yelpazesi
sınırları içinde olmalı, aynı hedefe yönelmeli ki estetik değeri, sarsıcılığı
ve vurgusu daha güçlü olabilsin. Bunun için yapılacak iş çok basit değildir.
Fotoğraf yapmayı ve birleştirmeyi bileceksin. Resim yapmayı bileceksin, iyi
şiir yazmayı bileceksin ve her üçünün imge gücünü birleştirerek yapıtın
çağrışım yelpazesini kurgulayacaksın. Şiirin kendi içinde dilsel ve sanatsal
bir tekniği var; resmin ayrıca bir tekniği var; fotoğrafın da kendine özgü
tekniği ve teknolojisi vardır. Görsel-sayısal şiir yazmak istiyorsanız, resim,
fotoğraf ve şiir dalında; yapım, çizim, çekim ve yazım konularında iyi
olmalısınız. Fotoğrafı başkasından, tabloyu bir başka yerden alıntılarsanız,
konu ve imge bütünlüğünü kurmakta zorlanabilirsiniz. Fotoğraf-şiir veya
resim-şiir bir arada ve aynı zaman dilimi içerisinde kurgulanmalıdır, yapılmalıdır,
yazılmalıdır. Bu tekniğin, profesyonel yaklaştığımızda önemli oranda estetik
değer üreteceği kanısındayım. Nasıl yapılmalıdır? Fotoğraf-şiirde,
şiirin anlamsal ve çağrışımsal gücünden yola çıkarak fotoğraf karesini fotoğraf
yapma tekniği ile, yani fotoğrafları birleştirerek düzenleyebilirsiniz. Veya
fotoğrafı kurgulamak istediğiniz temaya göre çekip, fotoğrafın imgelerini
destekleyecek biçimde şiiri yazabilirsiniz. Zor olan şiir yazmaktır; şiir
ortaya çıktıktan sonra şiirin temasına göre fotoğrafı çekerseniz ve imge
bütünlüğü oluşturacak şekilde birkaç fotoğrafı birleştirebilirsiniz. Resimde
uygulayacağınız teknik de aynıdır. Fotoğrafta olduğu gibi ya resimden şiire ya
da şiirden resme yönelmelisiniz. Hangi yöntem daha kolaydır derseniz? Bana
kalırsa hem görseli hem şiiri aynı zaman dilimi ve aynı tema içinde var etmek
daha uygun ve kolaydır. Resimde kurgulayacağınız imge bütünlüğü ile şiirde
kurgulayacağınız imge bütünlüğü birbirine koşut olmalıdır. Ayrışmadan bir
hedefe yönelmelidir, bütünlük oluşturmalıdır. Bunların, imge yönü ve okurda
yaratacağı imgelem yeteneği birbirini bütünler biçimde olmalıdır. Bu yüzden,
imge bütünlüğünü kurmak, çağrışım yelpazesini bir temaya yöneltmek,
rastlantısal anlamı, çağrışımsal imgelemi ortaya koymak ve imgelem olanaklarını
hesaplayıp görsel-sayısal şiiri kurgulamak; ayrıntı, zaman ve emek isteyen bir
iştir. Bu, önemli anlamda sanat bilgisi gerektiren bir durumdur. Sanatta sınır ve
kural tanımıyorum; temel ve teknik gereklilikler dışında. Sınırsızlık,
sonsuzluk ve yaratıcılık; sanatın temel ilkesi ve çıkış noktası görülmelidir.
Örneğin görsel-sayısal şiir, şiir türlerinden bildiğimiz somut şiir ve görsel
şiirle de birleştirilebilir. Fotoğraf-resim-görsel şiir-somut şiir-şiir,
şeklinde de ele alınabilir. Yenilik ve farklılığın sınırı yoktur. Bunu
engelleyen bir durum var mıdır? Yoktur. Yeni bir durum olarak düşünülebilir.
Estetik değer yaratacağı inanılan her şey yapılabilir. Yapılacak bir tek şey
vardır: Öğretilmiş olanları, dayatılmış olanları, sınır ve kural getirilmiş
olanları buruşturup atmak. Bilgi, bilgiyi üretir; akıl, bilgiyi teknolojiye
dönüştürür. Bunlar da şiiri geleceğe taşır. Düşüncenizi ve düş gücünüzü özgür
bırakmak, sanatta yaratıcılığın olmazsa olmazıdır. Görsel- sayısal
şiirle ilgili olumsuz bir durum öne sürülebilir mi? Her şeyde olduğu gibi
olumsuz birkaç yönü olabilir. Örneğin görselin şiirdeki imge ve imgelem gücünü
sınırlayabilir, görüşü ortaya atılabilir; bu olasılığı da vardır. Görseli sözle
uygun kullanırsanız bu kısıt da aşılabilir. Daha yüksek imge gücü ve imgelem
zenginliği yaratılabilir. Sonuç olarak Görsel Sayısal Şiir; görsel
sanatla dil sanatını birleştirerek daha zengin, daha güçlü ve daha somut imge
elde edebilen; okuru daha zengin ve kapsamlı imgeleme taşıyan; daha yüksek
estetik değer elde ederek okur zihninde kalıcı ve sarsıcı bir tat bırakmaya
yönelen şiirdir. İşte ben
böyle bir yöntemi denedim. Estetik ve sanatsal değeri ile kalıcılığı hakkında
gelecek karar verecektir. Ne var ki ortaya koyduğum görsel-sayısal şiir; her
yönüyle tartışılmalı, eksik yanları tamamlanmalı, sıkıntılı yanları
giderilmeli; eleştiri konusu olarak ele alınmalı; gelişime açık yanları ilgili
uzmanlar tarafından denenmeli ve okur/yazar zihninde olgunlaştırılmalıdır. Akıl
akıldan üstündür ve her ileri sürülen eksiklik veya güzellik, ek değer
katacaktır. Bu tür girişimler, üzerinde düşünülmekle olgunlaştırılır. Not: Denemede sözünü ettiğim, ‘Umut
Bekler Bizi’ isimli görsel sayısal şiir kitabımı yayından kaldırdım. Normal
Şiir kitabı olarak yayınlayacağım. Nedenine gelince; kitapta yer alan
görsellerin (Tablo ve fotoğrafların), eşleştiği şiirin konusu, kapsamı ve
temasıyla birebir örtüştüğüne ikna olamadım. Yani görseller ve eşleniği
şiirler, eşzamanlı ve eş duygu durumuna
göre yazılıp çizilmeden yapıldığını ve profesyonelce olmadığına kanaat
getirdim. Zaman bulabilirsem, görsel sayısal şiiri, kendi fotoğraf çekim ve
fırça çizimlerimle kitap oylumunda yeniden deneyeceğim. İNSAN NEDEN SANAT YAPAR? İnsan neden şiir yazar, resim yapar veya dans eder?
Daha genel soralım, neden sanat yapar? İnsanın sanat eseri üretme amacının
temelinde ne yatar? Bunu bir kez de birey olarak kendimize soralım; neden şiir
yazar veya resim yaparız? Bu ve buna benzer sorular sürekli sorulagelmiş ve
bakış açısına göre yanıt, çoğunlukla değişiklik göstermiştir. Bunlar, basit
sorular gibi görünse de işin ayrıntısına girildiğinde evren döngüsü ve insan
davranışları ile ilişkileri işin içine girer. “Sanat için sanat, toplum için sanat”
gibi birkaç açıdan ele alınmış bir önerme ile durumu açıklayamayız. İnsanoğlunun sanata yönelik çabasının başında, kendini
gerçekleştirmesi olduğu düşüncesinden hareket etmeliyiz. Sanatı insan üretir;
bu eylemin nedenleri, fizyolojik dürtü, psikolojik güdü ve toplumsal olgular
olmak üzere, bilinçaltı, bilinç ve bilinç üstü ile duygu-algı-anlamasından
doğan bir amaç vardır. Hangi tür canlıyı ele alırsak alalım hepsi, varoluşunu
koruma ve sürekliliğini sağlama çabası içindedir. Bu temelde fizyolojik ve
biyolojik bir güdüdür/dürtüdür. İnsanoğlu ise bu amacı gerçekleştirmek için,
güdü, duygu, mantık ve zihin denen toplam akılla daha da sıkı örgütlenmiştir.
Ülküsel varsaydığı etkinliklerle varoluş ve sürekliliğini daha çekici yapma
çabası içindedir. Aklını kullanarak; güzele, yüceye, iyiye, rahata, uyuma ve
geleceği şekillendirecek olan en mükemmele ulaşmaya çalışır. Kimilerinin ‘saf
istek’, kimilerinin estetik tavır, kimilerinin güzele ulaşmak dediği görüngünün
temelinde yatan gerçek; sırasıyla temel dürtüler, duygu, bilinçaltı, bilinç ve
toplam aklın en mükemmele ulaşma çabası yatar. Tüm canlıların, varlığını ve
yaşamsal sürekliliğini sağlama çabasının altında yatan gerçeği tanımlamak için;
özellikle erkek ve kadının arasındaki bütünselliğe, birbirini tamamlar ilişkiye
bakmak gerekir. Özel bir gayrete gerek kalmaksızın, kadın ve erkek arasındaki
geometrik uyuma, hormonal zorunluluğa, biyolojik çekime, tensel ve gensel
dengeye, güzeli ve güçlüyü arama tutumuna, yine bu amaca yönelik kendini
gerçekleştirme çabasına bakalım. Bunlar, sanat yapmanın temelinde yatan ve
değişik biçimlerde dillendirilen gerçek hakkında bilgi veriyor olmalıdır. İster makinist dünyadan kaçınmak ve daha korunaklı bir
yere sığınmak için diyelim; ister kendini kanıtlamak için diyelim; ister
ekonomik kaygıdan diyelim; sanat üretme çabasının altında yatan şey; bilinçaltı
ve bilincimizin en iyiye, en üstüne, en yaşamsal gerekliliklere yönelik
çalışmasıdır. Dış dünya kaygılarından kaçınmak, iç huzuru kendinde yakalamak
vb. gibi hangi gerekçeyi öne sürersek sürelim, insanın güzeli aramasının
temelinde yatan neden, onun güdü diskinde doğal olarak yüklü olmasıdır. Diske yüklü bilgiler; güzeli yaratarak daha yaşanabilir
dünyaya ulaşmak; kendinden sonra egemen olacak genlerin varoluşunu ve
sürekliliğini sağlamak içindir. Gerek sosyal düzen gerek toplumsal olgular
gerek kişisel eğilim etkisiyle, yaşamımızda yeniden şekillenirler. Bu, yaşamsal
süreklilik ve neslin egemenliği üzerine kurulmuş bir varoluş gerçeğidir.
Yaşamın sürekliliğine yönelmeyen, varoluşunu garanti altına alma çabası içinde
olmayan, bitkiler dahil hiç canlı gördünüz mü? Cinselliğe, canlıların üreme davranışlarına,
bitkilerin çoğalma şekillerine baktığımızda, bazı şeylerin kesinlik taşıdığını
görebiliriz. Ayrıca, sanatın cinselliğe bağlı gerçek güdüler ile yakın bir
ilişki içinde olduğunu pek çok düşünür söylemektedir. Ancak bu ilişkinin
dayandığı temeli doğru yorumlamak önemlidir diye düşünüyorum. ‘İnsanın
fizyolojik güdüleri ile sonradan kazandığı olgular, kendisi için daha
yaşanabilir dünya kurmak ve kendinden sonra egemen olacak genlerin
sürekliliğini sağlamak üzere yapılanır.’ Bu tümceyi biraz açalım isterseniz. Fizyolojiyi ve özellikle beynimizin çalışma yöntemini
uzmanların açıklamalarından az çok anlıyoruz. Buna dayanarak, dürtü, güdü,
bilinçaltı, algı, anlama, bilinç, bilinç üstü ve insanın diğer duyumsal
niteliklerini açıklayabiliyoruz. Bilincimiz dâhilinde yaptıklarımız ile
bilinçaltı-zihnimizin yaptırdığı, sayısız etkinlik söz konusudur. Bunlar,
biyolojik ve psikolojik emirlerdir. Doğuştan genlere kodludur ve bunlardan
hareket almaktadır, diye düşünüyorum. Bana kalırsa bu açıklamayı
somutlaştırmanın en kolay şekli, cinsellik ve aşk kavramlarına bakmaktır. İnsanın bazı davranış ve eylemlerini, erkeklik ve
kadınlık hormonlarının ürettiği enerji yönlendirmektedir. Enerjinin sönümlenme
amacına yönelik insanı, ısrarla sürüklemektedir. İşte burada önemli bir nokta
vardır. Enerjinin sönümlenme amacına uygun yönelim, öğrenilmiş kalıplar ile
tehlike doğuracak durumlar söz konusu olduğunda baskı altına alınabilmektedir.
Dürtü, güdü ve duyular aracıyla, bilinçaltı ve bilinci harekete geçirmektedir.
Cinsellik gibi aşk da, ruhbilimsel olduğu kadar biyolojik bir eylem türüdür.
Bilinçaltı ve bilincin emirleri ile yönetilir. Bu eylem, canlının en önemli
gördüğü bir gerekliliğin dışavurumudur; doğal ve karşı durulamaz bir emirdir.
Canlı organizmaların mutlak davranışıdır. İnsanda açığa çıkan bu enerjinin
sönümlenmeye yönelik çabası, güçlü ve güzel olanda kendini gerçekleştirme
üzerine kuruludur. Dikkat edilirse ‘estetik kaygının doğuş gerekçesi’
burasıdır. Cinsellik ve aşkın birinci aşama amacı; bilinçaltında kodlu olan bilgiden
hareketle; güçlü, üstün, seçkin ve güzel olanda kendini gerçekleştirmektir. Bir
diğer anlamda güç sahibi olmak veya güzel olmak bu amacın gerçekleştirilmesinin
en risksiz yoludur. Sağlıklı geni geleceğe taşımak; güçlü, üstün, seçkin ve
güzel olmaya bağlı olduğuna dair algı; canlı doğasında gizil bir zorunluluktur.
Bu amacı gerçekleştirmek için, güç sahibi olmak veya çok güzel görünmek doğal
bir istek olarak karşımıza çıkar. Bilinç ve bilinçaltı yazılımı, transfer ve
hazzın gerçekleştirilmesini bu özellikler üzerinde görür. Buraya kadar olan kısmı, insan davranışlarının birinci
aşama eylemleri olarak adlandırabiliriz. Cinsellik ve aşkın nihai amaca
ulaşması, yani birinci aşama eylemleri, sadece insana özgü, duygu ve bilincin
yönettiği duygusal, naif, estetik biçimde gelişir. Bu, eylemin nesnel,
biyolojik ve kimyasal yanıdır, aynı zamanda bunun içinde daha karmaşık olan
duygusal alan vardır; ancak burada daha fazla ayrıntıya girmeyelim. Ayrıca şunu da belirtmekte yarar vardır; estetik
değer, estetik tavır, estetik yargı, güzel, haz ve hoşlanma kavramları sadece
insan için geçerlidir. Bunlar, doğal
olarak sadece insanda vardır. İnsan neden sanat yapar, sorusunun yanıtını tamda
bu noktada, yani cinsellik ve aşkın birinci aşama eylemlerinde aramalıyız. Varoluş
ve yaşamsal eylemlere yönelik tüm dengelerin, neslin sürekliliği üzerine kurulu
olması ayrı bir tanıktır bu teze. Kant ve Shiller gibi düşünürler, estetik tavrı
‘auto-talos’ kavramında görürler. Diğer bir söyleyişle, ‘kendinden başka ereği
olmayan’ tavır olarak ele alırlar. Estetik tavır, bir eserden haz duyma veya
estetik yaşantı, kendinden başka ereği olmayan estetik tavır olarak tanımlansa
da bunun çok geçerli bir söylem olabileceği akla uygun gelmemektedir. Yüzeysel
baktığımız zaman, bir çocuğun oyun oynaması kendinden başka ereği olmayan
estetik tavra örnek verilebilir belki. Ne var ki bunun altında, aklın gelişmesi
ve yaşama hazırlık için bir çaba olduğunu söyleyebiliriz. Yaşamsal gerçekleri
çözümlemiş bir insanın, kendinden başka ereği olmayan bir estetik tavrı
yaşayabilmesi bana göre olası görünmüyor. Adı geçen estetik tavrı yönelten,
doğuran mutlaka bir altyapı gerçeği, artalan bilgisi vardır ve her farklı insan
için farklı biçim alır. Tıpkı çağdaş sanat anlayışına göre, sanat eserinin her
insan algısında farklı bir kavrayışı sağladığı gibi. İşte bu noktada, gerek güdü, duyu ve bilinçaltı gerek
bilinç ve gerekse bedensel gereksinimler; bireyin bilinçsiz, bilinçli ve
öğrenilmiş olan davranış kalıplarını yönetir. Üstün olma, güç sahibi olma, önde
olma, güçlü olma, güzel olma, güvende olma, kendini kanıtlama, beğenilme gibi
görüngüleri doğurur. Birey, kendinde bulduğu yetenek ve olanakların sınırlarını
zorlayarak bunları; hareket, söz, ses, çizim ve yazı ile dışa vurur. İçinde var
olan, öğrenilmiş, gelenekten alınmış eylemleri; sevme ve hoşlanma duygusunun
yoğunluğuna bağlı olarak gerçekleştirmeye yönelir. Bilinçaltı emirlerine uygun
olarak; duygusal, psikolojik ve sosyal yönelimleri ile sonradan öğrenilmiş
olgulara dayanarak; kendini gerçekleştirebildiğine, kanıtlayabileceğine ve
beğenileceğine inanır. Bu yüzden herhangi bir sanat alanına sevgi ve tutku ile
bağlanır. Beğenildiğini ve alkış aldığını gördüğünde, iktidar ereğine, kişisel
tatmin ve hazza ulaşır ki kendini gerçekleştirmenin en somut dışavurumudur
bu. Buraya kadar açıkladıklarımızdan şu yanılgıya
düşmeyelim. Sanat edimi, sadece cinsellik ve aşk temelli bir eylem olarak
düşünülemez. Cinsellik ve aşk, sanat üretme eyleminin temel çıkış noktasını
oluşturması açısından önemlidir. İnsandaki estetik kaygıyı doğuran; dürtü, olgu
ve olaylardır. İnsanın sanat üretmeye yönelişinin, doğal ve ilkel temelini bu
düzlem oluşturur. Bundan sonrası, öğrenilmiş ve sonradan yapılandırılmış
olgulara dayanır. Örneğin, kişisel yararlılık duygusu, kendini kendinde görme,
anlama, gösterme, kanıtlama, gerçekleştirme, toplumsal bilincin oluşturduğu
ideolojik misyon veya inanç baskısının yarattığı yaratanın en iyi kulu olma
çabasıdır. Bunların yanında, ölümsüz olma isteği, dünyayı iyileştirme ve
anlatmaya çalışma gibi olguları sanat yapmaya yönelten durumlar olarak
gösterebiliriz. Ne var ki burada saydıklarımız, sanat yapmak için ikincil
gerekçe olmaktan öte geçemezler. Sanat yapmanın temelinde yatan birincil gerekçe,
insanın nihai amacına ulaşma kaygısıdır. Bu kaygı kendini gerçekleştirme
olgusunda ortaya çıkar. Zaten bu konuda çoğu düşünür benzer yaklaşımlarda
bulunur. Bunlar yine bilinçaltı kodları üzerine oturmuş, bir kısmı sonradan
kazanılmış ancak bilinçli (yeniden yapılandırılmış) bir yönelimdir. Neresinden
ele alırsak alalım, sanat ediminin en önemli ve değişmez parametresi, insanın
nihai amacına hizmet eden bir eylem olmasıdır. Buna göre sanat yapmaya yönelten
ikincil gerekçeler; inanç, misyon, yararlılık, kendini gerçekleştirme,
toplumsal gücü sağlama… gibi değişkenlerdir. Bunların bir kısmı, büyük oranda
öğrenilmiş, öğretilmiş, duygulara ekilmiş, inandırılmış ve yönlendirilmiş insan
davranış kalıplarıdır. Bir bakıma, yönelimlerin, sistemlerin, olayların,
yönetim ve eğitim tekniklerinin yardımıyla; dürtü, güdü ve gereksinimlerin
yaşam sürecinde güncellemesidir. Kandinsky, “Sanat, içsel bir zorunluluktur.” der. Bu
bana göre, insanın nihai amacından doğan bir kaygıdır. Kendini gerçekleştirme
isteği, bu kaygıyla ortaya çıkan bir insan tutumudur. İçsel zorunluluk, kendini
gerçekleştirme isteği doğurur. Konunun kökenine indiğimizde, varoluş ve neslin
sürekliliği kaygısının doğurduğu bir zorunluluktur. Zorunluluk sonucunda sanata
yönelik eğilim, sonradan yapılandırılmış olgu ve olaylarla ilgilidir. Sanata
yaklaşımı; kişi, ortam, kültür, bilgi ve coğrafya gibi etkenler nedeniyle
farklı farklı biçimler alır. Aslında amaç aynıdır ve aynı kaygının
sonucudur. Özetlersek, sanat yapma veya sanata yönelme, birincil
olarak varoluş ve süreklilik kaygısından doğar; içsel bir zorunluluktur. İnsana
özgü bir kaygının sonucudur. Kaygısını; yüceye, iyiye güzele ulaşmakla; üstün
olmak, en başarılı olmak, güç sahibi olmak gibi görüngüler üzerinde gidermeye
çalışır. Bu tutuma, kendini gerçekleştirme çabası da diyebiliriz. Sonra ikincil kaygı kendini gösterir. İnanç,
kültür ve algı biçimi gereği yaşam sürecinde yeniden yapılandırılarak daha
farklı boyuta, yaklaşıma, anlayışa evrilir. Kiminde estetik kaygı, kiminde
ekonomik kaygı, kiminde politik kaygı, kiminde inanç kaygısı öne çıkar. Sanat
anlayışını buna göre şekillendirir. Hiç kimse ama hiç kimse, ben sevdiğim için
resim yapıyorum diyerek kendisini bize tanımlayamaz. Çünkü sevmenin gerisinde,
art alan bilgisi ve bir döngüyü gerçekleştirme çabası vardır; süreklilik… Sanat
ediminin gerisinde var olan zorunluluk gibi… DİLSEL ŞİDDET Dilsel şiddet.
Bu da nedir demeyin! Estetik bilimi penceresinden bakarsak şairin
kullandığı dilde dikkat etmesi gereken en önemli konu, şiirlerinin ‘dilsel
şiddet’ içerip içermediğidir. Bu kavramdan ne anlamalıyız? Bunu sekiz
kategoriye ayırır Franz Kiener. (İleten
İmran Karabağ, Dil ve Şiddet, İkaros Yayınları) Maytap geçmeden başlayıp küçük düşürme ve
sözlü saldırıya, hakaretten küfre kadar varan konuşma dilidir. Bir başkasını
incitmeye, onun duygularını ve saygınlığını ezmeye yönelik sözlü eylemler
bütünüdür. Salt düşüncede kalan eleştiri yöntemi,
kızgınlık göstergesi veya anlatım özgürlüğü içerisinde bir konuşma dili olarak
düşünülmemelidir. Fiziksel şiddetin gerisinde tamamlayıcı rol oynayan bir
olgudur dilsel şiddet. Tersinden söylersek, düşüncede yerleşmiş şiddet
anlayışının birebir çıktısıdır. Şiddet eğiliminin gerisindeki gösterendir,
dışavurumdur. Fiziksel şiddeti olağan karşılayan, hakareti, baskıyı, saldırıyı,
korkuyu, terörü ve ölümü onaylayan bir anlayışın dil kullanım biçimidir. Baskı, korku, şiddet ve güvensizliğin
egemen olduğu bir ortamda yetişen bizlerin; bugün hâlâ aynı mantıkla
eğitilmekte olan bir kısım çocukların; dilsel şiddetin altında yatan gerçeği
tam anlamıyla kavrayabileceğini beklememek gerekir. Dilsel şiddet içeren her
metin, bu şiir olsa bile, sırasıyla baskı, korku ve egemenlik kaygısı üzerinde
konumlanır. O metni okuyan kişi ise doğduğu ortamın onda yarattığı kaygılara
dayanarak, metni olumlu karşılar ve anlamlandırma yoluna gider. Şiddet havasını
olumlar ve yeni bir yandaş olarak istenmeyen ortamda sürekliliğini korur. Hangi sanat alanı olursa olsun, esere
giydirilen şiddet havası, ‘ben’ kavgasının en etkili ve uzun menzilli silahıdır.
Bu anlayış ve ortamdan beslenen okur ise bu silahı edinme çabası içine girer. Konuya daha sağlıklı baktığımız zaman
şunu görürüz: Şiddet içeren söylem ve davranışlar, sağlıksız ve bozuk duygu
durumunun dışavurumudur. Sanat ruhunun karşıtı bir durumdur. Şiddeti normal
davranış biçimi olarak gören bir anlayışın çıktısından başka bir şey değildir
bunlar. Bütün dinlerde olduğu gibi tanrı
korkusuyla ya da ideolojilerin egemenlik baskılarıyla şekillenmiş günümüz
insanları, elbette dilsel şiddet kavramını anlamakta güçlük çekecektir. Hatta bu tip söylemlerin sanatı
geliştireceğini, insanı dönüştüreceğini, terbiye edeceğini savunacak kadar
ahmaktırlar. Bu söylemlerle kendini gerçekleştirme yolunu benimsemiş
zavallılar, elbette şiddetin gerisinde yatan ereği ve yıkıcı etkilerini
anlayamazlar. (Son üç tümce için
okurlarımdan özür dilerim; bold yazılan üç tümce, dilsel şiddete yerinde örnek
olması için kurulmuştur. Okurlara yönelik değildir; bu tümceler konuyu görünür
kılabilmek içindir.) Şiir; duyarlılığı, duygulanımı ve estetik kaygıyı uyarıcı bir anlatımı
öngörür. Daha doğrusu bütün sanatların asıl ereği, estetik değer yaratmaktır.
Bununla birlikte şiirin maksadı, sevgi duygusunu var ederek insanda yaşam
sevincini doğurmaktır. Bu nedenle; baskı, korku ve şiddet içeren söylem biçimi,
şiirin duygusal ve sanatsal değerini, dolayısıyla estetik değerini yok eder.
Dilsel şiddetin şiirde yaratacağı iticilik, sanata ve şiire gönül vermiş
şairlerce iyi okunmalı, şiddet ile şiire giydirilen söyleyiş biçiminin sınırı
doğru yerden çizilmelidir. Şiirin kullandığı gereçler,
ideoloji ve inançlarla birlikte tüm bilgi kaynaklarıdır; bunu göz ardı
edemeyiz. Şair, ideoloji ve inançları sanat ve şiirin gereci değil de onların
emrine girmiş bir yaklaşım tarzı sergilediğinde durum sanat ve şiir dışında başka
bir düzleme evrilir. Bunun en bilinen tanımı; propaganda, irşat (dinsel tebliğ)
ya da misyonerliktir. Daha hafifleterek ve açıklayıcı biçimde söylersek,
egemenlik ve üstünlük kaygısı taşıyan her tür sanat dili, ister istemez dilsel
şiddetin türevlerine başvurmak zorunda kalır. Okurlar, sanatçılar veya
sanat eleştirmenleri; egolarına yenilerek, ideoloji, inanç, öğrenilmişlik ve
önyargı zinciri altındaysa, diğer bir deyişle zihinleri bazı edinilmiş
kalıplardan dolayı baskı altındaysa, estetik kaygı diye tanımladığımız durum
farklılık gösterir. Bu durum, estetik kaygıdan dayatmacılık ve yararcılık
kaygısına evrilir; sanat dünyasında yaşanagelen ve bugün yaşadığımız en geçerli
davranış gibi görünen temel sorunla karşı karşıya olduğumuzu gösterir. Ayrıca sanat, özgürlük
kavramından anladığımız kadar özgür; sanatçı ise, önyargı ve bilinçaltı
güdülerini ehlileştirebildiği kadar tarafsızdır. İnsan zekâsı; önyargı,
inanmışlık, şartlı öğrenilmişlik gibi durumlarda, sanatsal anlamda yeni görme
ve duyma biçimlerine yönelemez. Ona giydirilen kalıpları kıramayacağı için,
yaratıcı ve farkındalıklı düşünme sürecine giremez. Artalan bilgisi dediğimiz,
bilinç ve bilinçaltına saplanmış mutlak kabulleri kırmak pek kolay değildir.
Sanatın en büyük düşmanı bu tür ön kabullerdir, keskin köşeli çizgilerdir. Bir
anlamda yaratıcılığın önündeki en güçlü engellerdir. Aslında bu, estetik algı
dediğimiz olgunun önünde duran en çetin hastalık durumudur. Bir ülkenin okuru, sanatçısı ve öne çıkanları; şiddet ve dilsel şiddet
nereden gelirse gelsin, hedefi ne olursa olsun, çağdaş insan ile uyuşmayan bu
tür konulara karşı duyarlı olmalılardır. Şiir; şairin duygu gücü öncelikli
etken olmak üzere, algı-düşünme-anlama-yargı sisteminin dış gerçeklik ve
gerçeküstülüğü yorumu ile şekillenir. İşte bu yüzden şairin dünyayı okuma,
anlamlandırma ve görme biçimi çok önemlidir. Şiirden önce kendisi şiir kadar
şiir olmalıdır. Her ne kadar konusu şiir de olsa, önemli olan insandır. Şiir
sanatında asıl amaç, estetik kaygıyı güçlendirecek estetik değer
yaratabilmektir. Estetik ya da güzelduyu
dediğimiz kavram, insanın tam insan olabilmesine katkı sağlayacak verilerin
yaşam alanıdır ve güzelliğin yaşanma biçimidir. Her ne kadar güzelliği
gereksinimlerimiz arasında ele almıyor olsak da güzelliğin her insanın temel
gereksinimleri arasında olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Özellikle aydın
insanın iş görme, sanat üretme yetisi, güdülenmesi, iç huzuru, doyumu, mutluluğu
ve yaşam sevincinin sürekliliği, güzellik olgusunun içinde gizlidir. Sanatın
beslendiği kaynaklar; çatışma, karşıtlık, uyumsuzluk, yenilik, aşırılık gibi
durumlardır. İnsanı insana, kuramları kuramlara, sistemleri sistemlere, devleti
devletlere egemen kılma adına çatışmalardan söz etmiyorum burada. Bugün çatışma
kültürü, toplumlarda saplantılı, önyargılı ve ayrıştırılmış akışkan kitleler
yaratmıştır. Bireyin, kul olma özentisi
ve çabası içinde olduğu bir dönüşüme yakından
tanık oluyoruz. İşte biz böyle bir ortamda sanat eseri
ve izleyici üzerindeki dilsel şiddet, estetik değer ve algısından bahsediyoruz.
Toplumsal katmanlar hangi hamurdan yoğrulmuş olursa olsun, sanatın işlevi ve
yolu, aydınlık ve yeni bir dünya algısının başat olduğu evrendir. Sanatçı da bu
bağlamda, zihin ve duygu gücü ile geleceği öngörüp yaşadığı dünyanın
döngüsünden daha hızlı davranmak zorundadır. Bakınız dünya tarihine, tiranlar,
baskılar, korkular, şiddetler, savaşlar tarihidir. Hangisi ayakta
kalabilmiştir? Savaş, terör, şiddet ne zaman insan için iyi bir sonuç
üretmiştir? Kaldı ki dilsel şiddet şiire estetik değer kazandırmaz; tam tersi
itici, ayrıştırıcı bir oluşuma yöneltir ve şiddet algısını güçlendirir.
Dolayısıyla bu tür şiirler, şiir tavrıyla çelişirler. Sonuç olarak, çağdaş şair ve
çağdaş şiir; şiddeti olumlayan ya da olağan karşılayan algı ve duyuları naif
koşullara yaslayarak harekete geçirmeli, olumlu duygu durumuna dönüştürmelidir.
Şiddeti kaşıyan bir dil değil; sevinci güçlendiren bir dildir sanatta asıl
olan. Şiir deyince bizlerde oluşan imge ve imgelem, güzellik dediğimiz değerler
üzerinde anlam bulmuyor mu? Ağustos 2018
ŞİDDET VE YAZIN Altının ayarı, durduğu rafın ya da yanında
bulunduğu diğer nesnenin/kişinin niteliğine göre belirlenmez; kendi saflık
derecesiyle belirlenir. ‘Edebiyatın, şiddeti önleyici etkisini nasıl artırabiliriz’ diye
sorduğumuzda, buna doyurucu yanıt verebilecek çalışma var mıdır? Çocuk
edebiyatında şiddet konusu üzerinde özellikle durulduğunu biliyoruz ancak
yetişkinler için aynı çalışmaların yapıldığını söyleyebiliyor muyuz? Sanırım
buna yanıtımız olumlu değildir. Çoğunluğumuz, neyin dilsel şiddet, neyin
eleştiri olduğunu veya neyin alaysama olduğunu ayırt edemeyecek
durumdadır. Şiddetin her türüne karşı
çok duyarlı bir toplum olmadığımız gibi şiddet ve dilsel şiddet konusunda bilgi
noksanlığımız olduğunu hemen söylemeliyiz. Bu yüzden, dilsel şiddet içeren
metinler, iyi bir şiir olarak topluma sunulabiliyor ve bunlar alkış alabiliyor.
Şiddet duygusunu kamçılayan şiir, öykü veya denemelere yapıt denebilir mi,
bunlar ayrıca tartışılmalıdır. Yazın dünyamızda, şair veya yazarlar hakkında yazmak
pek yaygın ve geçerli bir tutumdur. Neredeyse bir yazın türüne dönüşmüştür;
biyografi olmayanlardan söz ediyorum. Ritüeli şuymuş, alışkanlıkları buymuş,
böyle yazar şöyle çizermiş, kahvaltısını böyle yapar, paltosunu şöyle giyer,
votkasına şarap karıştırırmış gibi dedikodudan öte bir anlam içermeyen
yazılar... Yapıtları hakkında söyleyeceğiniz bir şey varsa, eleştiri gibi
eleştiri yapıp etkinliğini ve yetkinliğini yazacaksanız diyeceğim yoktur. Şair
ve yazarları öteki tarafa koyup kendi tarafına geçerek, inceleyip eleştirmek
yerine övgü ya da yergiyle metin yazmak sığ bir konu gibi geliyor bana. Çünkü
yetkin bir eleştiri sistemi olmadan haklarında ortaya koyacağımız yargı, bir
temele dayanmayacak, onları sadece övecek ya da yerecektir. Konumuz şiddet ve edebiyatsa, saygınlık, makam, mevki
algısından, yani kişisel dürtülerin en ilkel olanıyla hareket eden bir kitleden
söz etmeliyiz öncelikle. Sadece sanatçılar arasında değil; hemen hemen her
ortamda olan bu kaygı ve tutumdan. Ayrıştırılmış, akışkan, birbirine saldıran,
birbirinin üstüne basan ‘bir ben’ kaygısının görünürlüğü vardır buralarda. Ne
var ki bu kaygıdan doğan tutum, dilsel şiddetin (edebî şiddet) altında yatan
temel ögedir. Görünür olmak, bir başkasının omzuna çıkmakla veya yakınında
olmakla özdeş tutulmaktadır. Sanata gönül vermiş insanları bu tür davranışlara
zorlayan, ele geçirilmiş ve dayatılmış sistem ile alışılagelmiş algı biçimidir,
düşüncesindeyim. Toplum tarafından saygınlık görüyor olmak, kişiye
rütbe ve makam verilmiş anlamına gelmez. Diğer taraftan iyi şiir yazmak ve çok
güzel tablolar yapmak, ne rütbe verir ne de makam sahibi olmanızı sağlar.
Sosyal medyada bir paylaşım, çok hoşuma gitmişti. Aklımda kaldığı kadarıyla
şöyle yazıyordu: “Galaksinin içinde binlerce gezegenden birinde, taş çatlasa
altmış-yetmiş yıl yaşayan küçük bir canlı formusun, senden önce milyarlarca
insan yok oldu, sen de çevrendeki yirmi-otuz kişi dışında kimsenin umurunda
değilsin. Ne diye kasıyorsun kendini?” İnsan; sıkıntılarını, isteklerini ve eksikliklerini
gidermeye çalışır. Bunlar, çoğu zaman yerleşik kurallara aykırı davranışlar
olarak ortaya çıkar. Ancak başka bir konu vardır ve işin temeli burasıdır diye
düşünüyorum. Üstün olma ve saygınlık sorunu… Bu sorunun ikincil ayağı; insanda
sonradan oluşan bir durumdur. Üstün olma güdüsüyle ilgilidir; ancak bu metinde,
toplumsal olgu ve olaylardan öğrenilen sözde saygınlık sorunundan söz ediyorum.
Toplumsal olgu ve tutumlar, kişiler üzerinde etkilidir. Bu tutumlar, bir
anlamda toplum içerisinde öğrenilip taklit edilen, sonra da davranış biçimine
dönüşen şeylerdir. Ayırdına varamayanlar veya davranış değişikliğine
gidemeyenler, başkalarının ona dikte ettiği makam, mevki, iyi şair, ortalama
şair gibi yakıştırmaları gerçekliğe taşıyarak bunlara boyun eğmek durumunda
kalırlar. Buna göre tutum geliştirirler ve herkesin saygı duymasını isterler.
Deyim yerindeyse, ‘Dünyayı kurtardığını’ düşünerek herkesin onu omuzlar üstünde
taşımasını bir hak olarak görürler. Ne yazık ki okuduğumuz çoğu metinde bu tür
yaklaşımlar sıklıkla görülür. Buna, insan oğlunun kendisini savunma
mekanizmasıdır, deyip geçelim. Sosyal medyaya, dergilere, kitaplara, sanat veya şiire
ilişkin yazılara şöyle bir bakalım. Bu yazıların çoğunda, yazar veya şair,
kendini ışıklı bir vitrinin en üst noktasına yerleştirmiş, diğerlerini; kötü,
bilinçsiz, bilgisiz, şiirden, yazından habersiz bir kalabalık olarak
görmektedir. Sanatsal ve bilimsel yazılar konu dışı olmak üzere, eleştiri adı
altında yazılan metinlerin büyük bir kısmı böyledir. Yukarıdaki tümceler, birer
saptama olduğu için satırlara girdi. Yazınımızda sık sık karşılaştığımız
eleştiri amaçlı metinler, çoğunlukla dilsel şiddet içeren metinlerdir. Yazı ve
şiirlerimizde kullandığımız dil, başkasının üzerinden pay çıkarmaya, yarar sağlamaya,
görmezden gelmeye, öç almaya, tanınırlık devşirmeye, saygınlığına zarar
vermeye, küçük düşürmeye ve gülünç duruma düşürmeye yönelikse bunlar, dilsel
şiddet içeren metinler olarak görülmelidir. Başkalarını aşağılamak, kendine makam mevki vererek bir
yerleri işgal etmeye yeltenmek, bir diğerini değersiz görmek, güzel değeri
olmasına karşın sırf saplantılarınızdan dolayı bilerek görmezden gelmek,
sanatta ve edebiyatta bir şiddet türüdür. Şiddeti sekiz kategoriye ayırıyor
Franz Kiener. (İleten İmran Karabağ, Dil ve Şiddet, İkaros Yayınları)
Maytap geçmeden başlayıp küçük düşürme ve sözlü saldırıya, hakaretten küfre
kadar varan konuşma dilidir. Bir başkasını incitmeye, onun duygularını ve
saygınlığını ezmeye yönelik sözlü eylemler bütünüdür. Bunu biraz açalım isterseniz. Ruhsal şiddetin en
etkili aracı dildir. Diğer bir deyişle sözle yapılan saldırılardır. Şiddet
açısından düşünecek olursak çoğu metinde var olan, ancak çok üzerinde
durmadığımız ayrıntılardır bunlar. Elbette dilsel şiddet konusu, eğitim ve
yaşam anlayışıyla doğrudan ilgilidir. Ayrıntılı düşünmeyi gerektirir. Bu tür
söylemlere başvuran kişi, kendisine bir yarar sağlamak amacıyla yapar. Ne kadar
özen gösterilip gösterilmeyeceğini, toplumdaki ortak davranışlar belirler. Dilsel Şiddet (Sözlü saldırılar) Kategorilerini şu
şekilde belirliyor Franz Kiener: Şüpheye dayalı olanlar; yalan söylemek, bir başkası
hakkında çarpıtıcı bilgi vermek… ·
Yerleşik kurallara aykırı
olanlar; azarlama, uyarma, ön yargıya dayalı eleştiri, yargılayıcı sözler, alay
etmek, görmezden gelme, ·
Kötü niyetli olanlar;
suçlama, iftira ve ihanet türü sözler, öç alma, dolaylı yoldan zarar verme,
haysiyet ve onurunu kırma… ·
Teşhir ediciler; küçük
düşürücü, suçlayıcı, tahrik edici, saygınlığını yok edici söylemler ·
Taciz ediciler;
tartışmaya yönlendirenler, saygısız konuşmalar, ·
Tehdit edici-meydan
okuyucular; okura bağırma, saygı sınırlarını aşan söz kullanımı ·
Sert tartışmaya neden
olanlar; hakaret, küfür, hor görme, aşağılama… ·
Gülünç duruma düşürenler;
alaycı, taklit edici, iğneleyici ve makaraya alıcı, maytap geçme. Aslında ‘şiddet, övgü, eleştiri ve dilsel şiddet’
ayrımı önemlidir. Sınırları çok dikkatli çizilmelidir. Eleştiri olmadan gelişim
olmaz. Dilsel şiddet içeren ancak göz ardı edilebilir gibi düşünülenler vardır
ki bunlar, ruhsal çöküntüyü için için körükleyen şeylerdir. Görmezden gelme,
hor görme, küçümseme söylemleri gibi… Neden özellikle bunu belirtiyorum?
Okuduğumuz pek çok metin, eleştiri gibi görünmesine karşın çoğunlukla dilsel
şiddet içermektedir. Biz bunları eleştiri yazısı ya da deneme diye okuyor,
üstelik ‘Ne güzel yazmış, ağzına sağlık’ diyoruz. Çünkü bizden başka birini
aşağılıyor veya toplum gözünde onun saygınlığını zedeliyor. Çoğunlukla bunlar,
bizim de şiddet duygumuzu kaşıyan metinlerdir. Büyük çoğunluğumuz da bunların
dilinden hoşnut oluyor. Eleştiri düşüncesiyle yazılan çoğu metin; kişi, grup,
sınıf gibi hedef aldığı kitlenin toplum gözünde saygınlığının zedelenmesine
neden oluyor. Bunları çok kötü iş yapıyor olmakla suçlayarak veya yaptıklarını
kötüleyerek, okurların uzak durmasına yardımcı oluyorlar. Birey olarak bizler,
birbirine bakarak karar vermeye eğilimli kişileriz. Olumsuz bildirilerden
etkilenerek, etkinlikte, dergi sayfalarında veya bir grubun yanında bulunmaktan
kaçınıyoruz. Hem de çok açık bir şekilde yapıyoruz bunu. Sanat dünyasında
bilerek ya da bilmeden yapılan bu tür girişimler, etkili birer şiddet türüdür,
diye düşünüyorum. ‘Altının ayarı; durduğu rafın ya da yanında/ilişkide
bulunduğu diğer nesnenin/kişinin niteliğine göre belirlenmez; kendi saflık
derecesiyle belirlenir.’ Sanatçı da altın gibidir. Bulunduğu, durduğu yere göre
saygınlığı belirlenmez. Bu, dayatılmış ve sonradan öğretilmiş bir anlayış
kalıbıdır. Diğer yazarın iyi ya da kötü olması kimsenin iyi yazar olmasıyla ilgili
değildir. Düzeyleri hakkında karşılaştırma yapabilmek için somut bir kanıt da
yoktur elimizde. Sınırsızlık, sonsuzluk ve özgürlük ortamında üretilmelidir her
yapıt. Kimin ne yaptığını ve kimin nerede durduğunu küçümsemek bağnaz bir
yaklaşımdır. Birinin yanında durduğu için şişinmek, kendi yetkinliğini
kanıtlayamamış kişi tutumudur; başkalarına karşı dilsel şiddet kullanmak ise
eğitimsizliktir. Edebiyatı şiddetten uzak tutacaksak, daha doğrusu
toplumda şiddeti önlemeye yönelik edebiyatın işlevini etkin kullanacaksak; önce
yazar ve şair olarak, şiddetin kaynaklarından kendimizi arındırmalıyız.
Dilimizden, kalemimizden uzaklaştırmalıyız. Dilsel şiddet, tek başına bir
eylem/olgu değildir; içimizde yatan asıl şiddetin dışavurumudur. İster istemez
kalemimize yansır. Okura aynı şekilde geçer. Okuru estetik yaşantıya yöneltmek
yerine, şiddet eğilimli bir varlığa dönüştürür. Kadın, çocuk veya toplumun her
kesimine karşı şiddet, içsel bir sıkıntının sonucunda ortaya çıkar. Bu
sıkıntılar, sanat ve yazın gibi alanların gücüyle azaltılabilir. Yeter ki yazar
ve şairler, son zamanlarda olduğu gibi içlerindeki şiddeti sağa sola cömertçe
saçmasınlar. Ön almak için öncelikle yazar ve şairler dikkatli olmalılardır.
Geçmişte kalmışlar gibi, şiire silah, eleştiriye mezarcı, öyküye gardiyan ve
denemeye bildirge görevi verilmemelidir. Şiiri veya yazınsal metni, öteki
üzerinde üstünlük kurma gereci olarak görmemeliyiz. Şiirin/sanatın hedefi,
okuru ezmek ya da ötekini dövmek değildir; okuru estetik yaşantıya sokmaktır. 14 Aralık 2019 Narlıdere/İzmir PARADİGMA DEĞİŞİMİ (Bu deneme,
Vedat Günyol 2020 lV. Deneme Yarışma
Dosyası’nda yer almamıştır.) Şiir Sarnıcı (e-dergi)’nin blog başlığı
açıklamasında: “Türk yazınındaki kalıplaşmış edebiyat anlayışını ve yayın
kültürünü kırıp sanat bilimi ışığında; çağdaş, tarafsız, çıkarsız ve nitelikli
bir yazın ortamı kurmak istiyoruz. Dünyadaki tüm yazar, şair ve okurları bu
ortamda buluşturmaktır amacımız. İyi sözü, iyi dizesi ve sağlam öyküsü olan her
sanatçı; yer alabilmeli dergimizde. Bilgi çağını yaşıyoruz. Ayrılmışlık,
bölünmüşlük, öğreti, inanç gibi sınıflandırmaları bir yana atıp şaire-şiire,
yazara-kitaba, bilime-sanata değer yüklemeliyiz. Sanatsal ve estetik değer
üretecek imgelem dünyasının kapılarını aralamalıyız. Tarihten miras aldığımız
sanatsal bilgiyi aşmanın zamanı geldi ve geçiyor.” diye yazdım. Günümüz şair ve yazarlarını, özellikle
yazın konusunda ciddi çalışmaları olan yazın emekçilerimizi, bu tümceler ilk
bakışta rahatsız edebilir. Bilgiye, sanata, yeniliğe, deneyime ve emeğe sonsuz
saygım olduğunu öncelikle söylemeliyim. Maksadım, geçmişi ve bugünün
yazarını-şairini irdelemek değildir. Sanatta geleceği kurgulayıcı tutumların
önünü açabilmektir. Geleneksiz gelecek, geçmişsiz bugün, deneyimsiz yenilik
olmaz. Bunları düşünebilecek bilgi birikimine ve bilince sahip insanlarız. ‘Saf Sanattan İnsana’ isimli kuramsal
kitabımda da kerelerce yinelediğim gibi Türk yazınında paradigma (değerler
dizgesi) değişimine gereksinim vardır. Salt yazında değil; şair ve yazarın,
insana yaklaşımında da paradigma değişimine ivedilikle gereksinim vardır. “Paradigma, bir bakış açısıyla oluşan
değer, düşünce, inanç ve tekniklerin bir dizisidir. Sadece bilim alanına özgü
bir kavram değil, bireyin günlük hayatında etkin olan düşüncelerin, değerlerin
ve algıların bir bütünüdür. Bir olaya farklı bakış açıları ve geliştirilen
kavramsal algılar, paradigmanın kısa tanımları olarak görülebilir.[14]”
diye tanımlanabilir. Paradigma değişimi, haydi deyince olacak bir şey değildir.
Zaman, anlayış, birikim, deneyim ve özellikle bilimlere egemenlik gerektirir.
Sanat, insan ve dünyaya; daha ayrıksı bir açıdan bakmayı gerektirir. Ahmet
Haşim’in bülbülünü, İlhan Berk’in ritüellerini bir yana bırakıp şiirin
felsefesi ve felsefenin felsefesine sarılmakla olasıdır. İnsanın
algı-anlama-düşünme edimi ile bilgi, çok hızlı evriliyor; bunları yakalamadan
çağın şiirini yazamayız; hele geleceği kucaklayan şiiri asla. Şiir, kuramların
ve felsefenin arkasında gizlidir; bütün sanatlar gibi. Bu gerçekliğin ayırdına
varmak, yine bilginin bilgiyi açığa çıkarması ve bilincin bilgiyi işleyebilme
yeteneğine bağlıdır. Türk yazını ve yazın emekçileri arasında
şöyle bir gezinti yapalım ve hangi konularda paradigma değişimi önceliklidir
görelim: Bugünün yazarı ve şairi, şiir
tanımlanamaz diyen bir mantıktan artık kopmalıdır. Şiirin de tanımlanabilir bir
sanat alanı olduğunun ayırdına varan bir bilinç dünyasına evrilmek zorundadır.
Bilimsel sonuçlar, şu yorumu yapmamıza olanak tanıyor: Dünyada tanımlanmayacak
hiçbir şey yoktur; yeter ki o alandaki veri ve bilginiz yeterli olsun.
Ölçülemeyecek hiçbir şey yoktur; yeter ki ölçü aygıtı ve biriminiz uygun olsun.
Şiir gibi açık dokulu kavramların tanımlanabileceğini ve tanımının da açık
dokulu ve dinamik olacağını görecek birikime sahibiz. Şiir, sınırsız somut ve
soyut bir evrenin dilsel var olanıdır; tanımı yine o evrenin içindedir.
Sanatta, daha özelinde şiirde paradigma değişimi, eski bilgi ve yorumların
sağlıklı bilgi ışığında yeniden irdelenmesiyle başlayabilir. Sanatın kuramsal ve felsefi yönünü, çağın bilgisiyle
açığa çıkarmadığımız sürece, geçmişi yinelemekle yetinmek zorunda kalırız.
Değişimin gerisinde kalmak, yok olmak demektir.
Yenilikçi
şiirden söz edilir çoğu söylem ve metinde. Yeni şiir söylemleri arkasında,
bildiriler (manifestolar) dolaşır ortalarda. Yazınsal bazı teknikler dışında
bunların içeriğinde kuramsal tespit ve paradigma değişimine ön ayak olacak bir
yaklaşım görmedim henüz. Şiir; yerleşik beğeniye, alışılmış, kalıplaşmış söz
öbeklerine karşı elbette kendini yenilemelidir; ancak kendini yenilerken var
olanı reddetmek yerine; geçmiş bilgiyle geleceği kaynaştırmak, onu çağdaş bir
biçimde dönüştürmek zorundadır. Ne yıkmakla bir sonuca varılabilir ne de
geçmişe bağlı kalarak yeni şiir üretilebilir. Deneyimler gösteriyor ki yenilik;
bilginin bilgiyi üretmesiyle, bilginin anlamı, anlamın anlamı genişletmesiyle
olasıdır. Salt şiirde değil, gerçekte her olay ve olguda bu ilke geçerlidir. Önümüzde metinler arası ilişki, tarihsel bilgi, bilginin sürekliliği,
anlamın anlamı büyütmesi gibi gerçeklik; tanımlı dururken, şiir sanatı
gelenekten beslenmeli mi beslenmemeli mi gibi anlamsız sorular, tartışma konusu
olarak dergileri işgal etmemeli artık. En azından şiir adına manisfesto diye
ortalara kişisel algı ve sapkınlıkların izdüşümü çizilmemeli. Sanatta yenilik
ve yaratıcılık; görme, duyma ve bilginin değişimiyle doğru orantılıdır. Şiirde
yenilik, toplam akılla ve sağlam bilgiyle yapılır; kısıtlı bilgiyle değil.
Kuramsal bilgiden kaçınan ve sanatı bilimle iç içe düşünemeyen bir anlayış,
sanat bildirisi oluşturmayacağı gibi ne yeni şiir yazabilir ne de başka
alanlarda küçük bir yenilik ortaya koyabilir. Yazar-şair, sanatta yeniliğin
önünü açmak istiyorsa başını kaldırıp dünyaya bakmalı, bilimin kılıcını
kuşanmalı ve sanata yönelik yeni bilgi üretmelidir. Sanatı, öğreti ve inançların küheylanı
olarak gören jokey şair ve yazarlarımız çoğunluktadır. Bu yaklaşım aynı zamanda
bölünmüşlüğün, ayrılmışlığın, kalıplaşmışlığın ve taraftarlığın en görünür
alanı olarak karşımıza çıkıyor. Yazın platformlarının büyük çoğunluğu bu eksen
üzerine oturtulmuş ve her biri kendince bir duruş yüceliği safsatası
uydurmuştur. İnsana ve yaşama karşı her birey, duyarlı bir duruş sergilemek
zorundadır. Her yazın ortamı, sanatsal ve estetik değer için çabalamalıdır.
Herkes, topluma, toplumsal olgu ve olaylara duyarlı olmalıdır. En iyiye en
güzele yönelten tutumları sanatta öncelemelidir. Öncelik; insandır, candır, yaşamdır.
Sanatçıysa eğer kişi, zaten yaşama ve insana karşı yüksek değerler ile yaşamsal
gereklilikler açısından içsel bir zorunluluk taşıyor demektir. Herkesin bir din algısı ve siyasi görüşü vardır elbet.
Edebiyat, din algısı ve siyasi görüşünüzü kanıtlama ve yaşam alanına sürme yeri
değildir. Dilimiz; bilim ve sanat dili olmalıdır. Bilim ve sanat, insanlığın
ortak dilidir. Bir tarafın algısı ve çalgısıyla söz ya da nesne üretemez. İster sanat ister başka bir alan olsun,
her alanda bilim ve onun yolu dışında kurgulanan her sözde dik duruş, bir gün
bükülmeye mahkumdur. Sanat ve sanatın çıktıları, tarihin en başından beri
sürekliliğini korumuştur ama hiçbir öğreti ya da inanç, sürekliliğini
koruyamamıştır. Bu açıdan bakıp şiirde değerler dizgesinin özellikle sorgulanması
gerekiyor. “Cami ne kadar büyük olursa olsun imam bildiğini okur” diye bir ata
sözümüz vardır. Ben ne dersem diyeyim; “Politik bilinç olmadan şiir yazılamaz”
diyen bir akıl, sorgulama yapamaz. Ondan; çağdaş, aydınlık, sınırsız bir
evrenin varlığını görmesini bekleyemeyiz. İşte bu noktadan hareketle, bu alanda
paradigma değişimine yönelecek yeni bir bakış açısı üretilebilir mi? Yazın
kültüründe dönüşüm gerektiren en önemli nokta burasıdır. Şiiri, salt dil konusu olarak gören
edebiyat severlerin varlığı çoğunluktadır. Şiir, dil demek değildir; dil,
şiirin yalnızca gerecidir. Sanat
alanıdır; dil sanatıdır ama dilin kendi sınırları içerisinde değerlendirilemez;
sanat bilimiyle ele alınması gerekir. Şiir yazılarına baktığımızda, büyük bir
çoğunluğu, dil ve dilin sınırlarını sorgulayan yazılardır. Oysa şiire sanat
alanı gözüyle baktığımızda önümüze çok ayrıksı sorular çıkacaktır. Örneğin, her
şeyden önce karşımıza bütün sanat alanlarının temel bileşeni estetik bilimi
dikilecektir. Sonra insan bilimlerinden olan sosyoloji, psikoloji ve felsefe,
temel uğraşı alanımız olacaktır. Dil-düşünce-akıl-sanat ve bilimin
birbirleriyle nasıl bir ilişki içinde olduğunu net olarak söylemektedir. O
zaman, “Şiir sözcükle yazılır, şiir duyguyla yazılır, şiirde anlam aranmaz,
şiir yaşanır yazılır, şiir akıl dışıdır, şiirin ölçütü olmaz, şiirde duygular
anlatılır…” gibi altı dolduramayacak tartışmaların yüzeysel söylemler olduğu
ortaya çıkar. Şiirde propaganda dili, irşat dili kullanmak yerine sanat diline
yöneliriz. Ayrıca, şiire ve şaire ödül, övgü ve yergi; biraz olsun anlam
kazanır. “Körler sağırlar birbirini ağırlar” mantığından kurtulmak için bir
basamak olur. Bunun yanında, okur odaklı, eser odaklı, şair odaklı veya
izlenimci eleştiri mantığını bir kenara atıp öz ve içeriği, sanat değeri
oluşturan ögelerde aramaya yöneltir. Kısacası, sanat ve insan ilişkisinde var
olmayan yakıştırmaları bir kenara buruşturup atmamızı sağlar. Hiçbir şey
söylemeyen, sanat değeri olmayan, duygu değeri taşımayan, öykünen ve
alışılagelmişi bağıran şiir yazmaya paydos diyebiliriz. Artık çağdaş sanat
anlayışı, doğayı veya nesneyi birebir tuvale yansıtmayı, öykünerek rastgele
sözlerle dize kurmayı sanat kabul etmemektedir. Şair ve yazarın, okur nezdinde saygınlığı
nedir? Asıl sorgulamamız gerekense şairin, şair gözünde saygınlığı nedir? Açık sözlü olmalıyız. Dergi, kitap, gazete ve diğer yayın
ortamlarında, yayımlanan bir yapıtın maddi ve manevi karşılığını alan kaç yazar
vardır? Neden soruyorum bunları? Şairin, şaire saygısı yoksa, her fırsatta
birbirlerine dilsel şiddet uyguluyorlarsa okurun şaire saygı duymasını
bekleyemezsiniz. Yapıtını gönderdiği derginin editörü, yapıtını aldığına
yönelik bildirimde bulunma inceliğini göstermiyorsa bu ortamın havasını
koklamayan okurdan saygınlık beklememelisiniz. Şair ve yazar, yeni bir şeyler
üretme çabası taşır. Üretirler de. Peki yapıtları, ne kadar saygınlık görür
şair-yazarlar arasında, komüne kayıtlı değilse? İyi yapıt,
iyi bilgi ve yeni bilgiyi görmezden gelmek, salt bilgi ve yazar-şaire haksızlık
değil, bütün insanlığa yapılmış bir haksızlıktır. İyi bilginin örtülü kalma
gibi bir korkusu yoktur ancak geç kalınma sorunu vardır. Bilgiyi geç ayrımsamak
ise sanatsal gelişimi geciktirir; bu da şairin bilinciyle ilgili bir durumdur.
Şiir sanatında olduğu gibi eski çağ söylemlerine sığınıp yeni bilgiyi görmezden
gelmek, şairin kendisine ve şiire yapabileceği en büyük kötülüktür. Komüne
kayıtlı değilseniz ağzınızla kuş tutsanız kimse görmez. İkinci nedense, bilgiye
ve bilime karşı bilinçsizliktir. Türk sanatında daha özelinde Türk şiirinde,
paradigma değişiminin gerekliliği buralarda kendini gösteriyor. Bilgiyi ve
bilimi önümüze koymak; geleceğe yol almak için hantallıktan kurtulmak ve
dinamik olmak gerek. Bu da ancak Türk şiirindeki bazı tabuların sorgulanıp
yıkılmasıyla olasıdır. Ayrıca şunu da belirtmeliyim: Türk şiirinin önündeki en
büyük engel Türk şairinin kendisidir. Türk şiirinde paradigma değişimi şairin
değişimiyle başlayabilir; bu da birkaç kuşak gerektirir kanısındayım. Sanatın tüm alanlarında olduğu gibi
şiirin amacı, okura bir şeyler öğretmek, algısını güdülemek, düşüncesini değiştirmek, yapılandırmak veya dönüşüm yaratmak değildir.
İnsanda duyarlılık yaratmak ve sevme
duygusunu güçlendirerek yaşam sevinci doğurmaktır. Bilincini olgunlaştırmak ve sevgi
kavramını bilincine yüklemektir. Oysa Türk şairi, okurun düşüncelerini
yapılandırma kaygısı altında şiir yazmıştır ve halen büyük bir çoğunluk bu
kaygıyla şiir/öykü/roman yazmaktadır. Sanatın işi, okurun inanç ve öğreti
dünyasını düzenlemek değildir; ruh dünyasını düzenlemektir. Duyarlılık
yaratarak okurda yaşam sevincini doğurmaktır. Öyleyse sanat adına taşıdığımız
kaygı ve bakış açısı değişmelidir. Değerler dizgesi, değişmelidir. Sanatı daha
özelinde şiiri, küheylan olarak gördükçe elinde kırbaçla dolaşan jokey çok
olur. Özet olarak, Türk sanatı daha özelinde Türk
yazını, bilimsel veri ve kuramlarla sorgulanmalı ve paradigma değişimini
gerektiren değerleri olgunlaştırmalıdır. Yazın; toplum düşüncesinin,
imgeleminin ve tasarım yeteneğinin önünde olmalıdır. Toplum düşünce ve düşünün
önünde değilse kendi kendini öldürüyor demektir. Günümüzde olduğu gibi aktarma
bilgiyle kendini var kılmaya çalışmak, yazının gelişmesine değil; öykünmenin
kronikleşmesine yol açar. 10.02.2021
KENDİMİZE BİR MASAL ANLATMALIYIZ (Bu deneme,
Vedat Günyol 2020 lV. Deneme Yarışma
Dosyası’nda yer almamıştır.) Yazın yolcularının inançlarını,
duygularını ve kabullerini yıkmak istemem ama belirtmem gereken birkaç durumu
da yazmadan geçemeyeceğim. Konumuz; şiir, edebiyat daha genel söylemle sanat
ise oturup biraz geçmişimize sonra da ayrıntılı günümüze bakmak zorundayız.
“Görünen köy kılavuz istemez” diye bir atasözümüz vardır. Şiir ve yazın
sanatının kapalı yanlarını görebilmek için veriye dayalı değerlendirme
yapmalıyız; kulplu önyargılarımızı bertaraf ederek... Bilim, sanat ve
insanlığın evrensel olduğu düşüncesinden hareketle; veriye ve deneyime dayalı
bilgiye yaslanarak... Pek çok konuda doyuma ulaşmış kuşaklar
olarak bizler, göğsümüz kabararak şiirimizden, edebiyatımızdan, sanatımızdan
haklı olarak söz etmek istiyoruz. Tarihin sayfalarına ayrıntılı baktığımızda,
kayıt altına alınan dönemden (7. yy’dan) bu yana yeni imgelem olanaklarının
önünü açmak yerine hep öykünme, diğer adıyla taklit denizinin içinde var olmaya
çalışmış bir geçmiş var elimizin altında. En yakın örneği, Arap ve Fars
kültürünün etkisiyle yaratılan divan edebiyatı. Tarih öncesi Köktürk ve Uygur
alfabesi varken Türkçeye uygun alfabe bunca yıl oluşturulamamış. Haberimiz bile
olmamış böyle bir alfabenin varlığından. En sonunda zorunlu olarak Latin
alfabesi uyarlanmıştır. Günümüzde akademisyenlerin deyimiyle “Batı kültüründen
etkilenen Türk Edebiyatı” gibi eleştiriden ödül sistemine kadar daha pek çok
konuyu, savıma örnek olarak verilebiliriz. Bu gerçeği, hamaseti ve güdülenmiş
aidiyet duygusunu bir kenara koyarak kendimize itiraf etmek zorundayız. Bilgi
evrenseldir; ırk anlayışı, kutuplaşmış siyasi yaklaşım, inanç, öğrenilmiş
aidiyet algısı bir yere kadar geçerlidir. Bugün, gerçekle yüz yüze gelmek için
bilginin evrenselliğinden yola çıkıp veriye dayalı değerlendirme yapacak
birikime sahip olduğumuzu düşünüyorum. Derin bir kültüre ve köklü geçmişe sahip
bir toplum olarak neden edebiyatta öncü konumunda olamadık? Geçmişimizde
edebiyatın çoğu türünde yapıt üretmiş bizler,
neden roman, şiir, öykü bilgisini transfer yoluyla öğrenmek durumunda
kalmışız? Açık söylemek gerekirse ben, sanat ve edebiyatımızın, bizim
dışımızdaki kültürlerin etkisi altında taklit ve öykünme biçiminde gelişmesini,
transfer bilgiyle dönüşmesini sağlıklı bulmuyorum. Böyle bir yaklaşımı, böyle
bir beklentiyi dahası diğer kültürlerin bilgi varlıklarından nemalanma tutumunu
sevmiyorum ve bu tutuma tamamen karşıyım. Hatta kendi kendini ve sahip olduğu
kültür varlıklarını aşağılamanın ustaca hazırlamış renkli bir kılıfı olarak
görüyorum. Elbette sanat, güneş ışınlarına benzer; yansıdığı bölgeyi kendi
rengine çevirir. Bilgi de öyle; kolay yayılır. Zaten bu yüzden sanat
evrenseldir diyoruz ya… İnsan bilinci ve beğenisine göre doğruluk ve uygunluk
değeri yüksek olan kavramlar, din-dil-ırka bakılmaksızın genellik taşıyan
durumlardır. Dolayısıyla yerel ya da
evrensel olduğunu varsaysak bile genellik taşıyan insan algısı, sanat yapıtının
içerik ve biçimine yön verir. Yoğun iletişim ortamında da, en Batı ile en Doğu
arasındaki mesafe küçülerek sanatta biçim ve içerik en uygun olana yönelir.
Ülke geneline ve önde gelenlerin anlatımlarına baktığımızda, ne yazık ki lisans
eğitimi ders kaynakları dâhil, öykünme ve tarihlendirme dışında bir şey yapmamanın
açık örneğini oluşturan bir süreklilikle yüz yüzeyiz. Sonuç olarak her sanat
dalı dünya üzerindeki etkinliklerden etkilenir; ne var ki bizim yaptığımız gibi
kendi ufkumuzu köreltip başkalarının ufkunda rota aramak bana çok aşağılayıcı
bir durum geliyor. Biraz ayrıntılı baktığımızda bu durumun bugün de
sürekliliğini koruduğunu görüyoruz. Söylemeye çalıştığım şey; bilginin
genelliği ve bilimin evrenselliği çerçevesinde daha özgün, yaratıcı, yön
verici, bilgi üretici ve izlenir olabilecek donanımlı insan gücüne sahibiz; ne
yazık ki bu gizil gücü kullanamıyoruz. Birincisi, bunun nedenlerini
araştırmamız gerekir. İkincisi ise, isterseniz sağduyumuzu yanımıza alıp
kişisel olarak enine boyuna ayrıca sorgulayalım. Var olandan değil; sanat adına
bugünkü bilgi varlıklarımızla var olması gerekenden yola çıkalım… Elbette var
olması gerekenden yola çıkmak, altyapı ve öngörü gerektiren bir durumdur. Bu
durumun üstesinden gelmek için özgüven dışında; altyapı, öngörü ve sezginin
insanımızda var olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Diğer taraftan sanatın özü ve estetik
tavrı; biriciklik, özgünlük ve duyumsallığın içinde var olan bir olgudur. Bir
yerlerden bilgi transferi yapmak yerine kendimiz sanat bilgisini üretmeyi
denesek, en azından bu anlamda baksak şiire, öyküye, romana… Örneğin şiirin,
keşfi tamamlanmamış çok fazla kapalı alanı var. Ne var ki akademik eğitim de
dâhil, şiirin tarihsel bilgisi üzerinde çalışmak dışında yaratıcılık ve gelişim
yönüyle ilgilenen sağlıklı kaynak ya da eğitim ortamı bulmak zor. Yapılmışı
tarihlendirmek akademik eğitimin asıl işi değil kanımca… Onun işi, tarihsel
bilgiyi irdelerken konunun felsefesinden yola çıkarak açılmamış alanların
yolunu açmak olmalıdır. Dahası bu anlamda insan yetiştirmektir. Bu yaklaşımda
olmadığımız sürece -ki olmamış- akademik personel dâhil şiirin önde gelenleri,
gelecek için sağlıklı bilgi üretemezler; bilgi transferi yapmak dışında
katkıları olmaz. Örneğin günümüz şairlerinin kitaplarını inceleyip şiir
düşünceleri hakkında sıradan yorum ve çıkarımlar yaparak makale yazdığını
sanan, deneme türü metnini makale türü adı altında hakemli dergide
yayımlattığını söyleyen, hakemli derginin de bu yazıyı makale diye yayımlaması
gerçekten üzerinde ısrarla konuşulması gereken bir konudur. Makaleyle deneme
arasındaki mesafeyi henüz kavrayamamış bir eğitim altyapısına mı sahibiz, diye
sormadan geçemeyeceğim. Abarttığımı düşünmemeniz için bir örnek daha vereceğim:
Tarihe dönüp baktığımızda İlk Türkçe yazıların (Göktürk, Uygur Metinleri,
Yazıtları) çözümünü bile Türkçe konuşmayan insanlar yapmış. Türkçe konuşan
ulusların akademisyenleri bunları sonradan duymuş ve henüz bir şeyler kopya
ederek sınırlı da olsa bizleri bilgilendirmeye çalışıyorlar. Ulusalcılık ya da
ırkçılık yaptığımı düşünmeyin lütfen; biraz geçmişe tarafsız baktığımızda
önemli bir sıkıntının varlığını, bugün bile tuttuğumuz yol ve yöntemin işlerlik
derecesinin ve işlevinin düşük olduğunu görebiliriz. Ayrıca edebiyat alanında
akademik eğitimin çerçevesine baktığımızda bir şeylerin eksik ve bilinçsizce
uygulandığını görüyoruz. Örneğin, edebiyat bir sanat ve aynı zamanda bir bilim
dalıysa –ki ders kitaplarında öyle yazıyor- estetik bilimini okumayan bir
edebiyatçıdan bir yapıt hakkında yorum yapması ya da edebi bir yapıt üretmesi
ne kadar sağlıklı olabilir? İçerik ve biçem hakkında nasıl bir tavır almasını
beklersiniz? Eleştirmen veya edebiyat eğitimcisinin, edebiyatın estetik değeri
konusunda yorum yapabilmesi ne kadar bilimsel olabilir sizce? Bütün bunları
önümüze koyup daha ayrıksı ve yaratıcı bir çıkış noktası belirleyebiliriz. Hem
siyasi hem de insan kaynakları olarak, genel ve bilimsel önlemler alınmazsa
eğer çok iyi bir sonun beklemediğini şimdiden söyleyebiliriz. Anlamsız bahaneler üretmenin bir yararı
yoktur. Siyasi yönelimlerin hatta ideolojilerin bile ithal olduğu kanıksanmış
bir anlayışın gölgesinde varlık bulmaya çalıştığımızı yadsıyabilir misiniz?
Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde Mustafa Kemal, kısmen özgün bir model
uygulamaya çalışmış ne var ki biz çeşitli bahanelerle kazanımların altını
boşaltmışız ve boşaltmayı sürdürüyoruz. Beynimize nakşedilmiş ithal kültürün
pas kokuları altında aydınlığı çıkmaza nasıl sürükleriz, çabalıyoruz. Geçmişi
başkalarının ağzından dinliyoruz; bugünü, popülist uygulamaların kurbanı edip
gelecek kaygımızın olmadığı bir rahatlıkta yaşıyoruz. Üniversiteye gitsen,
kahveye gitsen ya da rastgele bir toplantıya katılsan, görüyorsun ki herkes o
kadar bilgili ki hiç kimsenin diğerinin bilgisine ihtiyacı yok; herkes her şeyi
biliyor. Buna karşın, özgünlük ve biriciklik ilkesini koruyan ortada üretilmiş
gözle görünür bir değer yok sayfaları karıştırdığımızda… Gerçekliği ve
uygulanabilirliği düşük öykülerle bilim yaptığımızı düşünüyoruz. Fen bilimleri
için aynı şeyi söyleyemem ama özellikle edebiyat gibi sosyal bilimler alanında
hikâyeden öte elle tutulur, dişe dokunur bir sonuç görmediğimizi fen
bilimlerinde lisans sosyal bilimlerde yüksek lisans deneyimime dayanarak
söyleyebilirim. Tarihteki ilk yazılı kayıtlardan 18.
yy’da haberdar olunması, 18 ve 19. yüzyıllarda yaşamış ve günümüze eser
bırakmış pek çok sanatçı hakkında bile sağlıklı bilginin yokluğu, yukarıda
açmaya çalıştığım konuyu farklı açıdan destekleyen örneklerdir. Kayıt
tutmadığımız gibi, sanatın felsefesine ilişkin küçük bir açılım gösteren belli
başlı kaynağımız olmamış… Varsa bile dünyanın modern sanat dönemine geçtiği
zamanın berisindeki kayıtlar; onlar da bir yerlerden alınmış, kopya edilmiş ya
da derlenmiş bilgiler… Örneğin, Divan Edebiyatının felsefesi, tamamıyla
transfer bilgiyle derlenmiş. Her alanda olduğu gibi sanat dallarında da
tarihsel bilgi büyük öneme sahiptir; yadsımıyorum. Ancak, tarihsel bilgiyle
uğraşacak kurumlarla bilgi üretecek kurumlar ve görevleri farklı olmalı. Bana
göre bilgi üretebilecek kurum olarak en başta geleni fakültelerdir. Gördüğüm
kadarıyla halen öğrencisi olduğum fakültenin, bilgi üretmesi şöyle dursun
bilgiyi doğru transfer etmekte bile sıkıntı yaşıyor. İdeolojik algısı, inancı
ve kabullenilmiş aidiyeti çerçevesinde bireysel bilgi aktarımı söz konusu…
Örneğin Hoca Ahmet Yesevî’nin hurma rivayetinde olduğu gibi şehir efsanesini
keramet adı altında öğrenciye gerçek bir olay gibi sunarken bir akademisyen
oturup düşünmelidir. Yazım ve imlemeyi doğru kullanamayan, güncel olmayan bir
dille konu anlatmaya çalışan, şehir efsanelerini ders kitaplarında gerçekmiş
gibi öğrenciye sunan, öykünmeden öte geçmeyen çıkarımları örnek versem, sanırım
içiniz acır; benim acıyor. Karamsar bir tablo çizmek yerine daha
ılımlı ve iyi yanlarını gösteren bir hava yaratabilirdim bu denemede. Yapılmışı
hor görmek ve geçmişte hiçbir şey yapılmamış gibi bir anlam oluşturmak istemem,
bunca yıllık birikimi de bir kenara koymuş değilim; okurda böyle bir kanının
oluşması da çok sağlıklı değildir, farkındayım. Evreni ne kadar geniş ve ne
kadar derin okuyabilmişsek o kadar da yeni ürünler vermişiz. Edebiyat sanatının gerçek dünyayla ilişki
kurmasını ve gerçekle kurduğu ilişkide Ahmet Cevdet Paşa, Münif Paşa ve Şinasi
gibi dönüşüm çarkının dişlilerini, Fikret’i, Nâzım’ı yok sayamayız elbet;
bayrağı onlardan teslim alan kuşakları da… Ne var ki ben bu metinde var olandan
değil var olması gerekenden yola çıkıyorum. Örneğin yapılmışı inceleyerek/açığa
çıkararak unvan alan akademisyeni değil; yapılmamışı yani yeniyi üreten
akademisyenin unvan alabildiği; hak eden yapıtın ödüllendirildiği bir
sistemden; sanat ve eğitim ortamından söz ediyorum. Bu ortam nasıl oluşturulur;
genelin kolaycılık anlayışı, kopi-pest tutumu, popülist yaygınlık, asılsız
övgü, yeterlilik düzeyi düşük hak edilmiş unvan, gerekçe açıklamaktan aciz
kurulların sanat ödülü vermesi gibi pek çok aksaklık nasıl önlenir; çok kolay
bir değişim ve dönüşüm gibi durmuyor. Bedel ödenmeden de böyle bir dönüşüm ve
değişimin olamayacağını biliyorum. Yine de iyi düşünmek, doğrunun, iyinin
yerini bulacağına inanmak gerek… Edebiyatın temeli masallarda gizlidir.
Hatta şiir, masalların üzerine bina edilmiştir; aslında edebiyatın her dalı…
Toplum olarak kendimize bir masal anlatmalıyız. Çünkü masallardaki düş ve
imgelem olanakları, inanın sahip olduğumuz bilgiden çok daha fazla kullanılabilir
bilgi üretme gizilgücüne sahiptir. Belki o zaman yukarıda sözünü ettiğim
sıkıntıların ayırdına varırız ve yavaş yavaş transfer değil, bilgi üretmek için
kolları sıvarız. En azından akademik eğitimi, şöyle sağından solundan
silkeleyerek niteliğini artırabiliriz. Yönetici olarak bulunmadığım sadece
öğrenci olarak bulunduğum fakülteler hakkında daha somut bilgi vermem çok olası
değil, ayırdındayım. Ne var ki ulusal ve uluslararası istatistiki veriler,
yurdun dört bir yanına dağılan insan kaynakları; ele alınır, dişe dokunur bir
sonucun olmadığını bize gösteriyor zaten. Bu sorunları dile getirmekteki amacım,
sanatın özelde edebiyatın yolcularını uyarmak ya da kulaklarına su kaçırmak
değil. Günümüze kadar kazanılmış değerleri ve birikimi yok saymamız da olası
değil. Yaratıcı ve yeni bilgiler üretebilecek gizilgüce sahip olduğumuzu,
donanımlı insan gücümüzün varlığını bir kez daha vurgulamak istiyorum.
Genlerimize örülmüş o sisli dünyanın pasından kurtulmanın ve evreni daha
sağlıklı okumanın bir yolu olmalıdır. Aslında herkesin bildiği, her ortamda
tartıştığımız ama uygulamada gerçeğini göremediğimiz alışılıp sıradanlaşmış
sorunları dile getirdim bu denemede. Bu sorunları, çok yakında yaşadığımız
acıklı darbede olduğu gibi, bilmedik duymadık gibi bir durumun oluşmasına karşı
gelecekte sıradan bir anımsatma olsun düşüncesiyle kayıt altına almak istedim.
Umarım yakın geleceğimizde tekrar tekrar üzerinde düşünülecek alışılmış bir
durumun görünürlüğüne katkı sağlamışımdır. Kendimize öyle masallar anlatmalıyız
ki her birey, o masalların yumuşaklığında büyüsün ve gerçeğini yaşayacağını
duyumsayabilsin… 10 Ağustos 2024
SÖYLEM (Bu deneme,
Vedat Günyol 2020 lV. Deneme Yarışma
Dosyası’nda yer almamıştır.) Şiire ve sanata yönelik neyi, ne zaman,
nerede söylemek gerek işte ben bunu pek beceremedim. Sanrım söylediklerim çok
uçuk geliyor çoğu kimseye. Kalabalığın söyledikleriyle de bir türlü barışık ve
koşut olamadım. Alışagelmiş söylemlerin sağından solundan baktığımda illa ki
bir yanının açık olduğuna tanık oldum. Bu yüzden sanatın özellikle de şiirin
her yönünü en ayrıntısına kadar araştırıp kendimce bir sonuç çıkarmaya
yöneldim. Sonuca giderken, bakılması ve incelenmesi gereken yolları belirlemeye
çalıştım. Değişik yöntemlerle nasıl daha iyi bir sonuca gidilir, her açıdan
sorguladım. Bu nedenle, şiir için etkin sonuç verecek bazı noktalara dikkat
çekmek istiyorum. Özellikle şiir sanatında şiirin
felsefesiyle değil de yerleşik, kalıplaşmış söylemleriyle yazıp çizerseniz daha
çok ilgi görürsünüz. Hatta daha iyi şair ve daha çağdaş bir yaklaşım
sergilediğiniz düşünülür. Pek çok sanatseverin duygularına rehberlik etmiş
görünürsünüz. Biraz da kişi bağlamında yazılarınızda övgü içerikli, yandaş
tümceler kurduğunuzda izlenmeye değer hatırnaz bir şair oluverirsiniz. Bunun
tam tersi, genel söylemlerden farklı, şiirin içeriğinden hele şiirin temelinden
söz ediyorsanız, sıkıcı olmanız kaçınılmazdır; boşa kürek çekiyorsunuzdur.
İnsan doğasıdır, sanat konusunda doğrudan sonuca gitmek ister. Örneğin şiirinin
herkes tarafından okunup alkışlanmasını ister; zamanının en iyi şiirini yazmış
gibi… Hatta yazılmış şiirlerde ne var ve bu işin temelinde ne yatar,
bakmaksızın. Beğenilmekten ötesi gereksiz bir uğraştır. Beynimizin çalışma
yöntemi de sonuç odaklı değil mi? Sözü çok dolaştırmayayım. Şiir sanatı, öylesi
geniş bir uzama sahiptir ki sınırsız bir düş dünyası gerektirdiği gibi sonsuz
bir bilgi kütlesi ister. Başka şekilde söyleyelim: Kullanılabilir bilgi ve
kültür varlıkları, şiir sanatının temel besin kaynağıdır. Bu kaynaklar, kişinin
düş gücüyle yoğrulabiliyorsa sanatsal bir şeyler üretilebilir. Tersi durumda
hiçbir işe yaramaz. Öncelikle metin boyunca kullanacağım
‘söylem’ terimini biraz açayım ki neye niçin karşı durduğum anlaşılsın. Şiirin
öğrenilmesine, anlaşılmasına, çözümüne, eleştirisine ve yazılmasına yararı
olmayan ama şiir yazınında ve etkinliklerinde dilden düşmeyen sözde felsefe
görünümlü önemli sözlere söylem diyorum. “Şiirin tanımı olmaz; Şiir dili yapay
bir dildir; Şiirde anlam aranmaz; Şiir anayasaya aykırıdır” gibi… Gelmiş geçmiş
şairlerin söylediği, zamanın bilgisine göre bir temele otururmuş gibi görünen
pek çok söylemi peş peşe sıralayabiliriz. Bunların çoğu, bugünkü bilgimizle
üzerinde duracak kadar bir anlam içermediği gibi şiir üzerinde ayrıksı
düşünmeyi de engelliyor. Özellikle şiire yeni başlayanların bakış açılarını
daraltıyor. Diğer taraftan hayran olunacak bir durum gibi öne çıkarıldığı için
şiir sanatının boşlukları üzerinde çok fazla düşünülmüyor. O koca şiir
dünyasını birkaç felsefe kokulu altı boş söylemlerle görünür kıldığımızı
sanıyoruz. Hatta bunları doğrulamak için söyleşiler bile düzenliyor diğer
taraftan şiire büyük hizmetler ettiğimiz kanısıyla huzura dalıyoruz. Şiir düşünce dünyamızda şiir sanatının
felsefesi değil de daha çok öyküleştirilmiş bilgi ve söylemleri, okur ve
şairler tarafından fazlaca değer görüyor. “Şairin hayatı şiire dâhildir, sanat
sanat için mi yoksa toplum için mi” gibi söylemler, inanın şiirin gelişimine
küçücük bir şey katmaz… Bunlar felsefi görünümlü magazinsel söylemlerdir.
Örneğin şiir ya da herhangi bir yapıt,
doğrudan şairin düş dünyasının çıktısıdır, ürünüdür. Ekmek, aynı
hamurdandır. Onun yaşamının dışında olması ya da şiire yaşamının giydirilmemiş
olması felsefi ve fiziki olarak olası değildir. Bunu tartışmaya ya da büyük bir
buluşmuş gibi öyküleştirmeye nasıl bir gerekçe gösterebilirsiniz? Öyleyse böyle
bir şeyi söyleyip tartışmanın kime neye ne kadar yararı vardır, herkes kendince
sorgulayabilir. Sloganlaştırılmış pek çok söz ya da söylem, bana göre içerikle
değil magazin kısmıyla ilgilenmekten başka bir şey değildir. Daha doğrusu
söylemler üstüne kurulan bir sistem, işin özüyle değil de sağına soluna
iliştirilen gözle görülür süslü nesnelerle uğraşır. Ben şiir düşünce evrenimizi
bu yargıya benzetiyorum. Şiirin öz ve içeriğiyle değil de söylemleriyle zaman
kaybetmek ve bu söylemlerden tanınırlık devşirmeye çalışmak inanın ki köylü
kurnazlığından öte bir tutum değildir. Bu arada ciddi araştırmacı, yazar ve
şairlere haksızlık ediyorsam peşinen özür dilerim. Ben gözlemlerimden ve tanık
olduklarımdan yola çıkarak yazıyorum. Böyle bir tutumun karşısında olmak ve bu
konuyla ilgili bir şeyler yazmak biliyorum ki bana da bu işle uğraşanlara da
bir yarar getirmeyecektir. Buna karşın farklı bir bakışın önünü açabilmek için,
yine de saptamak ve görünür kılmak gerekir, diye düşünüyorum. Deneyimlerini ve bize kazandırdıklarını
bir kenarda tutmak koşuluyla yaşı geçkin şairlerimizi geçtim; onlara bazı
şeylerin anlatılması, kemikleşmiş bilgilerinin aşılması, yaşamı ve şiiri
algılayış biçimlerinde farklılık yaratılması olası değildir. Benim asıl ulaşmak
istediğim genç şairlerimizdir. Ne yazık ki genç şairlerimiz de aynı şekilde
şiirin söylem yanıyla çok fazla ilgileniyorlar. Çoğu, kemikleşmiş bilgi hamalı
olma yolunda iyi birer izleyiciler. Farkındayım, modelleri gibi düşünmek
zorundalar, modellerine uyum göstermedikleri zaman adları silinecektir şiir
dünyasından. Bu yüzden genç şairlerimizin de aynı geleneği sürdürme çabası
içinde olması normal bir tutumdur. Biliyorum herkesin tuttuğu yol kendisi için
en uygun olanıdır. Ne var ki lisansüstü eğitim almış, bilimsel araştırmanın ne
olup olmadığını kavramış şairlerimiz de bu moda çevrimin dışında değillerdir.
Bunlara ve düşüncelerine; dergi ve diğer iletişim kanallarında sık sık tanık
oluyoruz. Şaşırtacak, bildiklerimizin üzerine yeni bir şeyler koyacak veri
alamadığımıza göre durum söylediğimden çok farklı değil demektir. Şiirin, her bilim alanından üzerine
giyineceği çok şey vardır; özellikle insan bilimlerinden. Örneğin Yusuf Alper
çok güzel bir iş yapıyor. Şiirin psikoloji ve psikodinamiğiyle ilgili
çalışmaları var. Ben bu tür çalışmalara saygı duyarım. Sosyoloji, psikoloji ya
da felsefe eğitimi almış bir başkası neden şiirin bu alanlarına girip ayrıntılı
çalışmalar yapmasın! Bir araştırma görevlisi ya da bir akademisyen şair, bunun
yerine neden diğer bir şairin öykülerinden ve söylemlerinden yağ çıkarmaya
çalışır? Doğaldır ki hem akademik platformda hem de okur gözünde değer görülmediği
için şiirin felsefesine ve bilimlerle ilişkisine kimse girmek istemiyor. Zaten
okur da sanatsever de akademisyen de böyle bir istekte bulunmuyor. Çok ilginç
tez konuları ve çok değerli metinler şiir yazınına kazandırılabilir. Tersine
daha kolay yoldan hedefe ulaşmak için adı bilinir bir şairin ya da şairlerin
şiirini herhangi bir açıdan irdeleyip çok önemli bir iş yapmış gibi kendilerini
ve okurlarını oyalıyorlar. Bunlarla ilgili bir sürü tez çalışması var; açıp
okuyabilirsiniz. Demem o ki şiirin bilimlerle olan ilişkisini açığa çıkaracak
çalışmalar olmalı gelişim için. Çağa, değişime, insanın günden güne gelişen
estetik algısına yanıt veren; şiir kültürünün oluşturulması çok zor olmasa
gerek… Kuşak belirleme çalışmaları, tür
belirleme tartışması, bildirilerle şiir yönlendirme girişimleri; almış başını
gidiyor. Şiir eleştirisiyle ilgili kaynak olarak gösterilecek eleştirel deneme
neredeyse yok yazınımızda. Şiir dalında kitaba ya da şiire neden ödül
verildiğini felsefesi bağlamında açıklayan bir seçici kurula tanık olmadım. Bir
şiire ya da şiir kitabının nesine ödül verilir? Bunun doğrusu, estetik değerine
ya da sanat değerine ödül verilir; şairin yaşamı tutuş biçimine değil. Seçici
kurullar tarafından açıklanan ödül gerekçeli kararlarında şiirin estetik
değerinden söz eden bir adet tümce duydunuz mu?
Öğreti ve inanç güdümlü terimler şiirin başına musallat olmuş, şiirin öz
ve içeriğiyle uğraşmaya bir türlü sıra gelmiyor, farkında mısınız? Estetik
biliminin bile öğreti temelli yaklaşımlardan nemalanıp bilimine aykırı terimler
üretildiğini hepimiz görüyoruz; ne var ki farkında değiliz. Toplumcu estetik,
mücadele estetiği, estetik bilinç gibi… Beğeni, beğenidir; beğeninin türü,
biçimi, yönü, yöntemi, yordamı olmaz. Örneğin yaşamdan öç almak için şiir yazan,
kavga eden, karşıtlık anlayışı adı altında kendisine aşılanmış düşüncesini
dayatan, bunun da en doğru yol olduğunu sanan; pek çok şiir düşünürümüz
olduğuna tanık oluyoruz. Şiirin felsefesinden baktığımızda bunun öğrenilmiş bir
tutuculuk olduğunu, kavgayla, karşıtlıkla, kindarlıkla estetik değer
üretilemeyeceğini söylemek; erken bir yorum olur, biliyorum. Ne dersek diyelim;
“Cami ne kadar büyük olursa olsun imam bildiğini okuyacaktır.” Elbette
azımsamamak gerek, şiirin felsefesine hatta amacına ters de olsa çoğulcu
yaklaşımın bir çeşnisidir, olmalıdır da… Yaratıcı düşüncenin önünü açar en
azından… Şiire yeni başlayanlar bilmelidir ki sanatın her dalında kavgayla
estetik değer değil, kindar devşirilir. Bu doğrusal bir denklemdir ama eski
kuşlaklara bunu anlatmak olası değildir. Onlar için “Evrensel İnsan Temelli
Dünya” henüz doğmamıştır ve yoktur… Varlığı fark edilmeyen ve duyumsanmayan bir
şeyin anlatımı da olası değildir. Kimsenin düşüncesini değiştirmek ya da
düzeltmek gibi bir çabam yoktur. Kendimce sanata/şiire yeni bir bakış açısının
yolunu aydınlatmaktır. Söylemlerle, yinelenen bilgilerle şiir sanatına yön
vermeye çalışmak kendimizi oyalayıp şiiri etkisiz kılmaktan öte bir sonuç
vermez. Oysa şiir sanatının uzamı öyle geniş ki hangi alanı ele alırsanız o
alan bir derya olarak karşımıza çıkar. Çünkü şiir, düşünce ve toplam bilgimizin
duygularla örülmüş biçimidir. İşte o düşünce dünyası, keşif ve yaratıcılık
bekleyen sonsuz bir boşluktur. Ne kadar düşleyebilirseniz o kadar öteye
uzanabilirsiniz. Şiirde paradigma (değerler dizgesi) değişiminin gerekli
olduğunu birkaç yazımda ve kitabımda belirtmiştim. Söz ettiğim paradigma
değişimi, alışılagelmiş söylem ve yinelen şiir yazılarıyla olmaz. Şiire ayrıksı
bakmak, estetik bilimi ile insan bilimlerini çok iyi yorumlamak, çağın
gereklerine göre yeni baştan ele almak, bilgi ve kültür varlıklarımıza daha
derinden bakarak yorumlamak, bilimlerin saptadığı verilere olabildiğince uyum
sağlamak ve özellikle kuramsal bilgiye değer vermek gerekir. En önemlisi de
kalıplaşmış söylemlerin tartışılıp daha bilimsel ve sanat felsefesine uygun
çözüm yolları üretmeye yönelmek gerek. Bu değişimi ancak, bilim ve kültürün
değer yargılarını içselleştirmiş genç şairler başarabilir. Geçmişe öykünmek
yerine gelecekteki değişime kulak kabartırlarsa. Özellikle akademik çevrenin
şiir ve sanatla ilgili metinlerini okumaya çalışıyorum. Bilgi yinelemesi ya da
ithal edilmiş kavramların gölgesinde var olanı irdeleme dışında dikkate değer
çok şey bulamıyorum. Bir anlamda şiirin öyküsünü yazıyorlar, diğer bir
söyleyişle sanat tarihçiliği yapıyorlar. Sanat tarihçiliği, sanat kültürünün
bir parçasıdır ama sanatın gelişim ve yaratıcılığına beklenen katkıyı yapamaz.
Şiire ivme kazandırmaz. Her sanat dalına ayrıksı bir bakış açısı
geliştirebilecek kadar bilgi ve kültür varlıklarımız oldukça zengindir. Sanat
alanında eğitim alan ve eğitim veren yeterince yetişmiş insanımız da vardır.
Kısacası, yaratıcılık gizilgücüne ve bilgi yüküne sahibiz toplum olarak. Dış
kaynaklara, geçmişe ve geçmişin bilgisine göre bugünün yanlışlarına; öykünmeyi
bırakıp değişimin bize dayattığı yöne baktığımızda kolaylıkla açabileceğimiz
yollar mutlaka vardır. Sanatta tutuculuk, ben buna öykünmecilik diyorum; her
sanat dalının kendi kendini geçersiz ve gereksiz kılma eylemidir. Bu yüzden,
değişime şiirin de katılması gerekir, özellikle şiir bilgisinin; diğer
söyleyişle şiir felsefesinin… Alışagelmiş söylemlerin çevresinde dolaşıp
durursak ne doğruyu ne yanlışı saptayabiliriz ne şiire bir adım yol
aldırabiliriz ne de yaratıcılığı yakalayabiliriz… Sonuç olarak, şair, yazar, çizer; temcit
pilavından vazgeçip yeni lezzetler arayışına girmelidir. Şiir evreni, henüz
keşfi tamamlanmamış bitimsiz bir uzaydır.
TÜRK ŞİİRİ Mİ, TÜRKÇE ŞİİR Mİ TARTIŞMASI (Bu deneme, Vedat Günyol 2020 lV.
Deneme Yarışma Dosyası’nda yer almamıştır.) “Türk Şiiri” mi, “Türkçe Şiir” mi, diye bir tartışmaya girişmişler her nedense. Tartışma, sorunun kökenini
incelemek yerine onun bunun söylemleri üzerinden sürdürülmektedir; öyle olunca
da anlamsız bir gürültü kopmuş gidiyor. Çağdaş Türk Dili Dergisi’nde
yayımlanmak üzere, konuya açıklık getiren ayrıntılı bir yazı yazmıştım. Israrla
gündemde tutulan bir konu olması nedeniyle, Şiir Sarnıcı’nın 7. Sayısı için de
konuyla ilgili bir yazı kaleme alma gereği duydum. Kim ne demişi bir yana ve
kimin aidiyet sorunu olduğu gerçeğini diğer yana koyalım; bilimsel ve kavramsal
bir çözümlemeye gidelim istedim. Dilimizdeki kavram,
terim, sözcüklerin; anlamsal alanlarını, aralarındaki hiyerarşik yapıyı ve
kavramlar arası ilişkiyi; mantık ve ilgili bilimlerin ilkeleriyle çözümleme
yeteneği olmayanlar; yazdıklarımı anlamakta güçlük çekebilirler. Edebiyatın
önemli ilkelerinden biri; söz diziliminden doğan anlam alanını doğru
kullanmaktır. Biliyoruz ki dilin uygun ve doğru kullanımı, bilimlerin
ilkelerine egemen olmakla olasıdır. Bilgi çağında olmamıza
karşın yazılanlara bakınca, bilgiyi sağlıklı kullanmadığımızı ve bilgiye
güvenmediğimizi anlıyorum. Bu yüzden, Türk Şiiri mi,
Türkçe Şiir mi; sorusunu ayrıntılarıyla çözümlemek için bilgiler arası
eşgüdümü kullanmamız gerektiğini düşünüyorum. Herhangi bir sorunu ele
aldığımızda, tanımlamakta ve net yanıt bulmakta sıkıntı yaşıyorsak, bu soruna
değişik açılardan da bakma gereği doğar. Bazı sorular, bir konuyu örtmek için
ortaya atılır; bazıları ise deşmek için. Öyle sorular vardır ki hassas olduğu
kadar yanıtları da sıkıntılıdır. Sorun,
sorunun içindeyse çözüm kolaydır; dışındaysa çözüm anlayınız ki muğlaktır.
Süregelen tartışmalardan anlaşılıyor ki bu isimlendirme konusu, paravandır;
amaç başkadır ve çıkış kaynağı dışsaldır. Başka bir sıkıntının dışavurumudur.
Türk Edebiyatı mı/Şiiri mi, Türkçe Edebiyat mı/Şiir mi, sorusu da dışsal bir
sorunun dışavurumudur. Her ne olursa olsun öncelikle sorunun kapsamına bakalım
ve dışsal soruna ayrıca değinelim. Dilinize
takıştırdığınız öğreti ve inanç terminolojisini unutun, önceden edindiğiniz
düşünce kalıplarını da atın gitsin. Çok olası olmamakla
birlikte önyargı ve saplantılarınızı da… Onun bunun söylemlerini de bilgi
bazında ele alın ve geçerli olmadığını varsayın. Çünkü bu konuda ele avuca
alınır şeyler söyleyen kişi, neredeyse bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar
az. Biz, gelin bilimlerle ve felsefeyle konuşalım. Kendi bilgimize güvenelim ve
sağduyuyla hareket edelim. İnsanların tutumunu
belirleyen değerleri; araç değerler ve yüksek değerler (moral değerler) diye
etik felsefesinde ikiye ayırarak tanımlarız. Toplumların inandığı, yaşadığı,
duyumsadığı, kültür varlıklarına karşı gösterdiği saygı ve sevgi; yüksek
değerler kapsamında düşünülür. Araç değerlerse beslenme ve barınma gibi
konulara karşılık gelen birincil ve ikincil gereksinimlerdir. Bir anlamda maddi
konulardır. Yüksek değerler; toplumun
adı, bayrağı, kurucusu, kuruluş felsefesi, inancı, tarihsel ve folklorik
değerleri gibi tutkal niteliği taşıyan olgulardır. Bunlar; çoğunlukla
işlenmeye, kullanılmaya ve saptırılmaya açıklardır. Çünkü kesin hükme bağlanmış
kararlar değildir ve toplumlarca benimsenmiş yüce değerlerdir. Üzerine
tarihsel, ruhsal, sosyal ve kültürel anlam yüklenmiş kabullerdir. Türk Sözcüğü; köklü
tarihe ve yaşam birlikteliğine sahip bir halkın kimlik tanımlamasıdır.
Folklorik, sosyal, felsefi, tarihsel, ruhsal, siyasal ve toplumsal değerleri
içinde taşıyan bir söz varlığımızdır. Herhangi bir ismin önüne sıfat olarak
getirildiğinde o isme, içinde taşıdığı tüm değerleri yükler; folklorundan
felsefesine kadar. İsmin; duygu değerini, anlam değerini ve sosyal derinliğini
güçlendirir. Belirli bir saygınlık yükler. Örneğin, Türk insanı dediğimizde,
insan öznesinin üzerine; tarihsel, folklorik, felsefi, fizyolojik, metinler
arası bilgi ve diğer tüm yüksek değerleri yüklemiş olur. Bu sözcüğün kavram
alanı; tarihsel, siyasal, metinler arası, ruhsal, sosyolojik, genetik ve
toplumsaldır. Türkçe sözcüğü ise Türk
sözcüğünün bir aracıdır. Kendini tanımlamak üzere kullandığı bir gerecidir;
dilidir. Aynı yüksek değerleri üzerinde taşıması olası değildir; zaten böyle
bir anlam yüklenemez. Siyasal, sosyal, tarihsel ve ruhsal bir olgu değildir. Yüksek
ve araç değerlerin anlatımı için bir gereçtir. Sıfat olarak bir ismin önüne
getirildiğinde, Türk sözcüğündeki gibi toplam yüksek değerleri değil, kendi
kapsamındaki değerleri bir gereç olarak o isme yükleyebilir. Sonuç olarak aynı
anlam uzayını ve derinliğini oluşturamaz. Sanıyorum ki bu, söylediklerim
herkesin önceden görebileceği kadar basit bir çözümlemedir. Basit bir çözümlemeden
sonra, Türk yerine Türkçe sözcüğü (kavramı), şiir veya edebiyat sözcüğünün
önünde eş anlamlı olarak kullanılamaz. Bu kullanım; gerçek durumu, aynı duygu
ve anlam değerini veremez. Öyleyse anlamsız tartışmanın altında yatan gerçek
nedir? Bu tartışmanın çıkış gerekçesi; tamlamanın anlam uzayı, dilbilim
kurallarına uygunluk kaygısı ya da yeni bir yorum değildir. Açıkça anlaşılıyor
ki; yetkin olmayan, güdülenen, bilinçsiz insanlar ile konunun duyarlılığından
nemalanma amacı taşıyan insanlar; Türk Şiiri tamlamasından sıkıntı duyduklarını
anlatmaya çalışıyorlar. Bu tür tanımlardan rahatsız olmak, basit ve dayanaksız
bir düşüncenin mengenesinde sıkıştırılmış olmak, sağduyulu düşünememek anlamına
gelir. Peki bunun altında ne yatar? Bilindiği gibi bu ve buna
benzer tartışmaları, Ergenekon davaları ve FETÖ kalkışması sürecinde yaşadık,
daha öncesi de var; deneyimliyiz. Sonra açığa çıkardık ki; yandan çarklı,
güdülenmiş bilir kişiler; birilerinin emirlerini uygulamak üzere birtakım
senaryolar yazıp topluma şırınga etmeye çalışıyorlarmış. Tepemize bomba
yağdırıldığında anladık bunları. Zor da olsa anlamış olduk. Türk Şiiri mi,
Türkçe Şiir mi olsun tartışması da buna benzer bir amaca yöneliktir; birileri
tarafından yazdırılan senaryoların replikleridir. Öylesine ortaya atılmış
replikler değil; üzerinde çalışılmış, denenmiş, bir amaca yönelik replikler.
Öyle olsa bile altında yatan gerçeklere bakmak ve çözümlemek akıl
gereğidir. Yazımın başında dedim ki;
“Öğreti ve inanç terminolojisini, önceden edindiğiniz düşünce kalıplarını atın
gitsin.” İşte bunu yapabildiyseniz ortada tartışılacak bir konu kalmamıştır.
Her şey açıktır. Türk Şiiri isimlendirmesi, doğal bir süreçte oluşmuştur ve
dilin oluşum sürecine müdahale edilemez; etsek de bir anlam taşımaz.
Tartıştığımız konu için de geçerlidir; doğal oluşan bir tanıma karşı yapay bir
girdi yapamazsınız dil oluşum ilkelerine göre. Yaparsanız ne olur? Yanlışı
yanlışla doğrulamak için takla atanlara tanık olursunuz; kuklaları tanımış
olursunuz. Bilinci oluşmamış, yorum yeteneği gelişmemiş, bilgiden bilimden bir
haber; şairim yazarım diye dolaşan piyonlar görürsünüz. Konuyu şovenizm,
Irkçılık ve faşizme kadar taşıyan faşist anlayışa sahip sepetler görürsünüz.
Hatta bu konuyu kullanarak, nemalanmak isteyen bir yığın piyasa çakalları
tanırsınız. Aidiyet duygusu,
sömürülmeye açık bir duygudur. Her tür kötülüğü olağan gösterebildiği gibi her
tür güzelliği de nefret edilen bir olgu olarak duyumsatabilir. Bu duygu
durumundan dolayı, kendinizi Türk tanımının çatısı altında görmüyor
olabilirsiniz. Herkesin aidiyetine saygı duymak çağdaş insan olma gereğidir.
İnsan, evrensel değerlere ve evrensel haklara tabidir. Ne var ki toplumsal
bütünlüğün göstereni olan yüksek değer taşıyan bir ismi yadırgamak; bundan
kaçınmak için anlamsız çıkarımlarla boy göstermek; oturmuş kavramları
değersizleştirmeye çalışmak; yapmacık ve bilinçsizce bir tutumdur; bu konuda
olduğu gibi. Günümüz insanı, bunlara değer vermez. Anlamsız bir isimlendirmeyi
önümüze sürenleri de “Bilinci bu kadar demek ki ne yapsa yeridir” diyerek
gülümser geçer. Aklıyla dalga geçmeye
kalkılırsa, işte bu yazıda olduğu gibi payınıza düşeni veriverir. Bilgi
yükünüz, bilgiyi kullanma gücünüz, yorum ve analitik çözümleme yeteneğiniz
yetkin değilse, onun bunun söylemleriyle toplumun önüne çıkmamak gerekir. Çünkü
yüksek değer kabul edilen bir sözcük üzerinde konuşuyorsunuz. Ayrıca, kendisine
dayatılmış düşünce kalıplarından kurtulamayan yorum fukaraları için şunu da
eklemeliyim: Türk şiiri demenin, ırkçılık olacağını söyleyecek kadar bilinçsiz
ve cahil sözde şairlerimiz varmış. İngiliz, Ermeni, Türk, Kürt gibi
tanımlamalar, ırkçılığın söylemi değildir; toplumsal ve tarihsel bir kimliğin
yıllar içinde oluşmuş bir adıdır. O toplumun folklorik değerlerini taşır. Bu
adların kullanılması, ırkçılığı ve şovenizmi değil; bir toplumun folklorunu,
anlayışını ve değerlerinin anlatımını içerir. Irkçılık ve şovenizm başka bir
şeydir. Felsefesi gereği sanatın; içinde, önünde ve arkasında zaten
kullanılamaz. Bilim ve sanat,
insanlığın ortak dilidir; yalan söyleme yetenekleri yoktur. Bir konuyu
tartışacaksak bu iki alanın diline önem vermek zorundayız. Sanatı ve onun alt
dallarını, küçük hesapların bir gereci yapmak gelişmemiş insan işidir. Toplumsal kimlik ve sanat gibi moral değer
kabul edilen kavramlar, incelik, duyarlılık ve ruh gerektirir. Toplumların
tutkalıdır; tarihsel bilgisidir, folklorudur. Ruhu ve özünün aynasıdır. Önemsizleştirilecek
kavramlar değillerdir; zaten yapamazsınız. İsimlendirmeler, hiçbir
sorunu çözmezler. İsme, biçime, tutuma; evrimsel gelişime ayak uyduramamış
kafalar takılırlar. Şiir sanatını, yazını ve toplumun duyarlı olduğu değerleri,
yormamak gerek isim-cisim görünümü altında. Örneğin, Türk şiiri, magazinsel
söylem ve dedikodular üzerinden kendine yol bulmaya çalışan bir sanat dalıdır.
Şiirle ilgili Türk yazınında elle tutulur kaynak, nerdeyse yok gibidir; varsa
da bir elin parmaklarını geçmez. Anlamsız işlerle uğraşmak yerine şiirin eksik
yanlarıyla uğraşmak daha akıllıca ve uygar bir tutum olur. Şiir konuşacaksak,
daha nitelikli tartışma konuları bulup gündeme taşımalıyız. 16 Aralık 2020
Narlıdere
TÜRKÇENİN ANLATIM
OLANAKLARI (Bu deneme,
Vedat Günyol 2020 lV. Deneme Yarışma
Dosyası’nda yer almamıştır.) Yazına gönül vermiş yazar ya da şair,
kullandığı dile sahip çıkmalıdır. Benimsemeli ve sorumluluk duymalıdır.
Yayımlayacağı kitabının içeriği izin veriyorsa dilimizle ilgili düşüncelerini
aktarmasında yarar olduğu kanısındayım. Kitabında kullandığı dille bu konudaki
düşüncesini zaten aktarıyor, diye düşünebilirsiniz. Bence bu yeterli değil,
Türkçe üzerinde kafa yorduğunu ve bunun gerekli olduğunu okuruna daha vurucu
şekilde duyumsatmalıdır. Çünkü dil; bilimden sanata, siyasetten stratejiye,
düşünceden yaratıcılığa kadar her alanda önemli bir etkendir. Aklınıza gelen
her konuda gelişimin önemli bir çarpanıdır. Anlatım gücü, sözcük sayısı, anlam
alanları, kavramların kapsamları, kuralları ve dil yasaları gibi konular
oldukça önemlidir. Kime sorarsanız sorun, “Dilimizin anlatım
olanakları oldukça güçlüdür” diye yanıt verecektir. Buna katılmıyorum. Anlatmak
istediğiniz düşünceyi, Türkçenin özelliği gereği eklemli bir dil olmasından yararlanarak,
çevresinden dolaşarak ya da sözcük tamlamalarıyla anlatabilirsiniz. Ne var ki
bu anlatım biçimi dolambaçlı ve beynimizin çalışma ilkelerine uyumlu değil.
Hatta Türkçe, matematik kadar iyi tasarlanmış dünyada başka bir örneği olmayan
güçlü bir dil. İlk bakışta anlatım olanakları oldukça güçlü diyebiliriz ama
bence eksik kalan ya da bilimlerle eş zamanlı genişlemede sıkıntıları gittikçe
büyüyen bir dil. Örneğin sanat alanında, düşündüklerimin
kavram karşılığını bulup sözcüğe dökmekte zorlanıyorum. Diğer dillerden alıntı,
yalan yanlış Türkçeye çevrilmiş kavramları kullanmak zorunda kalıyorum. İletişim teknolojisindeki terimbilim
konusunda da… Bilim ya da felsefe
alanında da aynı durum geçerli. Dilimiz, sanat ve bilimlerin ürettiği bilgi ve
nesne karşısında yeterince genişleyemiyor kanısındayım. Yalnız iletişim
teknolojisinde, dünya dillerinde yirmi beş bin sözcük üretildiği bilgisi var.
Buna karşın biz, bunların çok azını kullanıyoruz; üstelik çoğunu başka
dillerden alınmış şekliyle. Computere bilgisayar, internete bilgisunar demişiz
ve yerleşmiş. Diğerleri sayılabilecek kadar az. Geri kalanını ya hiç
kullanamıyoruz ya da diğer dillerden alındığı şekliyle kullanıyoruz. Arı, duru
ve temiz bir Türkçe istiyorsak, anlatım olanaklarını güçlendirmek istiyorsak ki
amacımız bu, bilimlerin ve sanatın ürettiği kavram ve terimleri, dilimizin
özelliklerine uygun kullanılabilir duruma sokmamız ve yaygınlaştırmamız
gerekiyor. Bu nasıl yapılabilir? Bunun yanıtını dilbilimciler vermeli. Bazı duygu, hareket ve olayları, sözcük
tamlamalarıyla anlatmak zorundayız. Anne sevgisi, kurbağa yürüyüşü, hastalık
hastası gibi… Yukarıdaki üç tamlama, kavramlaşacak kadar sürekli yaşanan bir
durumdur. Dilimizdeki bu olanak, sözcük çeşitliliğini sınırlıyor ve buna bağlı
olarak düşünce uzayını daraltıyor. Aynı zamanda yerine yeni bir sözcük bulup
koymamızı engelliyor. Bu durumun aşılması gerekir mi, tartışılır. Sözcük
çeşitliliğinin artırılması, anlatımın yalınlaştırılması, anlamın tek gösterene
indirgenmesi; algının kolaylaştırılması ve etkinleştirilmesi için gerekli
olduğunu düşünüyorum. En azından yaşanan temel duygu durumları ve günlük
yaşamda sürekli yapılan hareketler, sözcük tamlamasıyla değil de kavramlaşmış
tek sözcükle anlatılabilir. Bu hem sözcük çeşitliliğini doğurur hem düşüncede
yeni anlam alanları yaratır. Örneğin sevgi sözcüğü. Sevginin çeşitli yaşanma
durumları var. Aşk, hayvan sevgisi, çocuk sevgisi gibi. Sevgiyle aynı duygu
durumunu gösteren ancak başat bir duygu olduğu için sevi (aşk) gibi tek ve
başka bir sözcüğü kullanıyoruz. Hayvan sevgisi ve çocuk sevgisi, başat bir
duygu durumudur. Bunlar, neden tamlama yerine kavramlaşmış ayrı tek bir
sözcükle anlatılmasın? Bir başka örnek verelim: Yürümenin birçok çeşidi var.
Koşar gibi yürüyor, demek yerine bu yürüyüşü tek bir sözcükle anlatsak, bu
hareketin resmi beynimizde kavramsallaşsa düşüncede bir zenginlik oluşturmaz
mı? Bilim, sanat ve yazında daha özgür, kısa, yalın, etkin bir kullanım alanı
sunmaz mı? Kavramlaşmış ve deyimlere girmiş bir
sözcüğün yerine yeni bir sözcük üretmek, dil çalışmalarının en kolay yanıdır.
Türk Dil Kurumu’nun kuruluşundan bu yana yapılan ve halkın anladığı dil
çalışması bu yöndedir. Bu çalışmalarla kırk bin kadar sözcük üretildiği
biliniyor. Dilimiz kısmen temizlenmiş. Ne var ki çalışmalar, temiz bir Türkçe
için yetersiz ve anlatım olanaklarına katkısı sınırlıdır. Önemli olan yaşanan/yapılan, düşüncede
var olan; hareket, olgu ve duygularda, sözcük eksikliklerini gidermektir.
Örneğin sağ elimizin hareketleriyle yüzlerce şekil yapabiliyoruz ve yumruk
dışında çoğunun sözcük karşılığı yoktur. Bu bir eksiklik mi, hem de önemli bir
boşluk. Mimik var ve görüyoruz, hareketi yapabiliyoruz, bunları görüyoruz ama
göstermeden anlatamıyoruz. Bu önemli bir boşluk değil mi? Dikkat çekmek
istediğim nokta şudur: Düşüncede var olanın, yaşadığımız duygunun, kavradığımız
her olgunun, yapabildiğimiz her hareketin, sözcük karşılığı olabildiğince
çeşitli olmalı. Bunların düşüncede resmedilmesi ve dilde nesnelleşmesi kolay
bir süreç değil. Dilimizi geliştirmek istiyorsak bu sürece yoğunlaşmak
zorundayız. Bu sıkıntıya yönelik çalışma; donanımlı kurul, yetkin çalışma grubu
ve bilimsel yaklaşım gerektirir. Bugün var olanı yıkarken, kazanımları bir bir
yitirirken böyle bir çalışma gerçekleşir mi, bilmem ama bu er geç görülüp ele
alınması gereken bir dil sorunudur. Dilin zenginleşmesine ve düşünce uzayının
genişlemesine kendiliğinden katkı sağlayan önemli bir konu daha vardır. Arapça
ya da Farsça bir sözcüğün yerine TDK tarafından üretilen bir sözcük kullanıma
sokulmuş. Ne güzel ki sözcük, üretilen sözcüğün yerine değil, yakın anlamlı
yeni bir kavram alanı oluşturmuş, yakın anlamlı başka bir sözcük olarak
dilimize girmiştir. Bunun anlamı şudur: Düşüncenin gelişmesi ve saçaklanması;
yani düşüncenin uzayının genişlemesi. Örneğin, fikir ve düşünce; mümkün ve
olası… gibi sözcükler. Fikir, durağan bir düşünce topluluğunu çağrıştırırken;
düşünce, hareketli ve işlem halindeki bir düşünce topluluğunu çağrıştırıyor.
Mümkün, yapılabilir ya da olanaklı anlamına gelirken olası, bu anlama ek olarak
olasılık boyutu da katıyor. Kavram kapsamı genişliyor. Türkçenin gelişimini gerçekten
istiyorsak, dil çalışmalarının değerler dizgesinde (Paradigma değişikliğine)
değişikliğe gitmek gerekecek. Bugün olduğu gibi sözcükten dile doğru değil;
düşünceden-duygudan-hareketten-olgudan sözcüğe doğru bir yaklaşım gerekiyor.
Düşüncede kavramlaşmış ve resmi anlaklara çizilmiş olan pek çok olgu, duygu ve
hareket varken bunların, sözcük karşılığı olmaması bana göre önemli bir anlatım
boşluğudur. Dilbilimciler bunu görebiliyor mu, bilmiyorum ama çoğu eğitimci ve
yazar, bu işin farkında bile değil; dil konusunda yazdığı metin ve
uygulamalarından anlaşıldığı kadarıyla. Arapça ve Farsça sözcükleri dilimizden
temizlemeye çalışırken en az bunun kadar önemli ve öncelikli dil sorunlarını
göz ardı ediyoruz. Bilinçli ve kasıtlı olduğunu sanmıyorum. Her birey kendi
dilini sever. Sorunları önemsizleştirme ya da hedef saptırması gibi bir kasıt
da görmüyorum. Bir seçenek kalıyor; Türkçe üzerinde yeterince düşünülmüyor. Birkaç yabancı dil öğrenme çabam
olduğundan ve Türkçe üzerinde kafa yorduğumdan, dillerin doğasını az çok
kavradım diyebilirim. Dilde zorlamanın bir işe yaramayacağını, bileşen ve
değişkenlerinin çok fazla olduğunu, en az çaba ve en yaygın kullanımın önde olduğunu,
dilin doğal akışına kurallarına göre uymak zorunda olduğumuzu, toplumda kabul
gören yüksek ve araç değerlerin ana etken olduğunu biliyorum. Bilimsel
yöntemlerin dışında hiçbir zorlamanın dil gelişiminde işe yaramayacağını da
anlıyorum. Bugün dil çalışmalarında bir noktaya gelinmiş ne var ki istendiği
gibi değil. Aşılması gereken çok eşik var. Dil gelişim ve olanakları,
kendiliğine bırakılmış, isteyen istediği yöne çekmektedir. Dilbilim,
göstergebilim, anlambilim, kökenbilim, terimbilim gibi kendi içinde ilkelerini
oluşturmuş bilimler; dili ilgilendiren felsefeden insanbilimine kadar tüm diğer
alanlar; edebiyat, tarih ve güzel sanatlar gibi lisans eğitimi veren kurumlar;
iş birliği yapıp eşgüdüm ve eşzamanlı çalışmalıdır. Günümüzde bu konuyla ilgili
ne kadar ve neler yapılıyor, ayrıntısını bilmiyorum ama böyle bir çalışma grubu
ya da bilimsel bir iş birliğinin olduğunu duymadım. Arap kültürüne gözü kapalı koşan bir
toplumda temiz ve anlatımı yüksek bir Türkçeye nasıl ulaşılır, işte en büyük
soru budur. Çünkü dil, felsefenin derinleşmesi, bilimin gelişmesi ve düşüncenin
özgürleşmesi yanında araç ve yüksek değerlerin toplum katında bulduğu
karşılıkla doğru orantılıdır. En önemlisi çağdaş devlet politikası ve yüksek
anlayış gerektirir. Dil, yetim bırakılmayacak kadar önemli bir toplumsal
konudur. Gecikmiş olsak bile biz, olması gerekeni ortaya koyalım ve tatlı
düşler kuralım. Her düş gibi, bu düşümüz de er geç gerçek olacaktır.
DİL ÇALIŞMALARI “Türkçeyi yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmak her aydının
görevidir.” Yalnızca etkilendiği dillerin boyunduruğundan kurtarmak yetmez;
aynı zamanda Türkçenin gelişimi için, düşünce-duygu-eylem boşluklarını bulup
yeni kavram-terim-sözcüklerle dildeki anlatım olanaklarını artırmak gerekir. Dilimizdeki
düşünce, duygu, eylem ve bunların yaşanma/oluş biçimindeki tanımsız alanlar
saptanmalı ve tanımlanmalıdır. Saptanan boşlukların yerine; ses, anlam ve duygu
değerine uygun yeni sözcükler üretilmelidir.
Türk diline karşı son derece duyarlıyız. Onu istediğimiz gibi yönetip
istediğimiz şekli verebileceğimizi düşünürüz genellikle. Yanlış kullanım ve
yazımlarda dil elden gitti, dile sahip çıkmıyoruz gibi yakınmalar ve suçlamalar
ile sık sık karşılaşıyoruz. Kimlik anlayışı, saplantı, önyargı, geleneksel
bilgi ve öngörüye dayalı olası gerekçelerle, dil ve dilsel süreci
değiştirebiliriz, diye düşünüyoruz. Türkçeyi doğru kullanır ve kurallarına göre
yazarsak önemli şeyler yaptığımız algısıyla haklı olarak kendimizi daha mutlu
duyumsuyoruz. Haklı bile olsak, bunların yeterli ve sanıldığı gibi işe yarar
şeyler olmadığını biliyoruz; en azından deneyim ve sonuçlarından. Ayrıca dilin
bilimsel alanlarına egemen olmayan çoğu eğitimci ve önde gelenlerimiz,
zorlamayla Türk dilinin özleştirilebileceğini, zenginleştirilebileceğini ve
geliştirilebileceğini düşünmektedirler; dahası bilimsel temele dayanmayan
çıkarımları çevresine sürekli dikte etmektedirler. Bunun yanında haklı olarak
basın ve yazın dünyasındaki insanları yanlış kullanımından ötürü azarlamakta,
yok saymakta, sınıflandırıp dışlamaktadırlar. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana (On dokuzuncu yy.
sonlarından beri demek daha doğru olur.) Türkçenin geliştirilmesi için yoğun ve
haklı bir savaşım verilmektedir. Bu uğurda emek verenler, bizlerin saygıyla
önlerinde eğileceği aydınlarımızdır. Türkçeye katkıları büyük hizmettir.
Ayrıca, Türkçenin “özleşmesi, zenginleşmesi ve
gelişmesine” katkı sunan her bireyin önünde saygıyla eğiliyorum. Çünkü dil
demek; düşünce evreninin genişliği; duyguları yaşamanın tanığı; yaşamı
algılamanın ve duyumsamanın temel bileşeni; yaşamın estetik değeri; oluşturacağımız
yaşam alanının niteliği; insan olmanın özü demektir. Bilim ve gelişimin temel
bileşenidir. Aklın evriminde, geleceğin ve yeni dünyanın yapılandırılmasında,
en güçlü etkendir. Bu yazıda dil çalışmalarındaki süregelen eksiklikleri, başarıları veya
yöntemleri bir yana koyup farklı bir bakış açısıyla düşünelim istiyorum.
Geleneksel uygulamalardan bağımsız, çocuklar gibi safça sorular sorup yeni bir
bakış açısı ortaya koymaya çalışalım. Metinde önerdiğim veya açıklamaya
çalıştığım konular, daha önce üzerinde çalışılmış veya yeniden sorgulanmayı
gerektiren konular olabilir; bunun yanında hiç ağzı açılmamış konular da…
Geleneksel ve alışılmış bilgiden bağımsız, sizlerle birlikte sesli düşünelim.
Çünkü ileri süreceğim değişkenler ve yaklaşım, dil çalışmalarında ele alınması
gereken değerler dizgesinde değişim gerektireceğini umuyorum; mantıksal ama
doğrusal bir yaklaşım olmayacağını söyleyebilirim. Dilin düşünce ile özdeş olduğunu dikkate alarak, dilin düşünceyi,
düşüncenin de dili geliştirdiği gerçeğini ayrıntılı irdeleyip ne tür
varsayımlar ileri sürebiliriz? Bu varsayımlar üzerinde dil çalışmalarına daha
farklı nasıl yaklaşabiliriz ve nasıl yaratıcı çalışabiliriz? Hedef; dilin
geliştirilmesi mi olmalıdır, yoksa düşüncenin geliştirilmesi mi olmalıdır, sorularını
kendimize sormalıyız. Tersinden düşünüp düşüncenin geliştirilmesi varsayımını
hedef olarak ele almış olursak altından neler çıkar, ayrıntılı incelemeliyiz. Dilde "özleştirme (arıtma), zenginleştirme ve geliştirme” diye üç
ayrı kavram kullandım. Sözünü ettiğim üç kavramın önemli olduğunu düşünüyorum
ve bu sınıflandırmayı yapmamız gerektiğine inanıyorum; öz ile önemi birbirinden
ayırabilmek için. Bu üç kavramı açıklamadan önce üzerinde çok durulmayan bir
soruyu yeniden düşünmenizi istiyorum; her ikisi de birbiri içerisindedir deme
kolaylığına kaçmadan. Soru şudur: Dil çalışmalarında ‘hedef, düşüncenin
geliştirilmesi mi olmalıdır, dilin geliştirilmesi mi olmalıdır?’ Başka bir
biçimde soralım; hedef, dilin geliştirilmesi yerine düşüncenin geliştirilmesi
olursa; dile ilişkin sorgulanması gereken ögeler ne olur? Daha özel bir soruyla
pekiştirelim sorunun bağlamını: Hedef, düşüncenin geliştirilmesi olup bu açıdan
dil gelişimine yönelirsek, sorgulanması gereken değerler dizgesi nasıl bir
görünüme kavuşur? Kısacası, günümüzdeki çalışmalara nasıl yön verir? Türkçenin
gelişimine ivme kazandırır mı? Somut ve verimli bir şeyler üretebilir miyiz? Dildeki sözcüklerin üretilmesi, dilbilgisine uyumu, anlamsal
çerçevenin belirlenmesi, halk arasında kullanımı ve yaygınlaşması ile
uğraşırken bir anda bunları bir kenara koyuyorsunuz ve temel değişkeniniz
“düşünce” oluyor. Bu durumda, “Ne yapalım ki düşüncenin evrenini
genişletelim ve dilimizi evrim sürecine sokalım” diye karşınıza bir soru
çıkıyor. İşte bu sorunun şemsiyesi
altında farklı bir düşünce ve yaklaşım belirlemeye çalışalım. Bütün bilinenleri
bir kenara bırakmadan onların üzerine oturarak ve onlardan yararlanarak;
önyargı ve ben bilirimciliğe düşmeden nasıl daha geniş bir açıyla
düşünebiliriz? Birlikte beyin fırtınası yapalım… Dil gelişimi için “düşüncenin geliştirilmesi varsayımı”nı baz
aldığımızda karşımıza ne gibi sorular çıkacaktır? Dünyanın bir noktasına her
yönden gidilebildiği gibi hedef belirlendikten sonra ona ulaşmanın yolu
sayısızdır. Özellikle açık dokulu kavramlarda bunun sayısı yoktur ve doğrunun
doğruluk değerine çeşitli yöntemlerle ulaşılabilir. Metinde önereceğim hususlar
da bunun gibi bir şeydir. Doğru tek değildir; yaklaşım yolu sayısızdır.
Durağanlık varsa bir yerde, yaratıcılığı ve çözüm önerilerini sürekli
kullanılan yolların dışında aramak gerekir. Umarım böyle bir yaklaşım daha
verimli bir sonuç ortaya koyabilir. Şimdilik bu soruları bir kenara koyalım ve dil çalışmalarında
kullandığımız özleşme, zenginleşme ve gelişim kavramlarını düşündüğüm şekliyle
açalım isterim. Çünkü konu dil olunca bu kavramların arasındaki ilişki ve
birbirinden bağımsızlıkları önem kazanmaktadır. Özleşme deyince aklımıza ilk
gelecek diğer bir tanımlama Türkçenin arıtılmasıdır. Bir anlamda, yabancı
sözcüklerin kullanımdan uzaklaştırılarak yerine dilbilgisi kurallarına uygun
üretilen yeni bir sözcüğün kullanıma sokulması olarak düşünülür. Bu tür çalışmalar,
Türkçenin gelişmesi ve zenginleşmesine katkı sağlar mı? Elbette sağlar; ancak ileride açıklayacağım
gibi yeterli bir sonuç üretir mi, işte bu tartışılmalıdır. Var olan ve kullanılan bir sözcüğün yerine yeni bir sözcük
türetiyorsunuz ve bunu kullanıma sokuyorsunuz. Yerleşmiş, deyimleşmiş,
kavramsal alanı oluşmuş, kalıplaşmış, yaygın ve anlamsal çerçevesi anlaklara
tam oturmuş bir sözcüğe sen benim değilsin-ki değil- sen git diyorsun ve yerine
kapsamı tam oturmamış bir sözcüğü koyuyorsun. Zamanla bu sözcük anlam alanıyla
birlikte halk ağzına yerleşiyor, kavramsal alanı oluşuyor, deyimlere giriyor,
yaygın olarak kullanılıyor. Örneğin “edebiyat” yerine “yazın” sözcüğü gibi.
Yani simgeyi başka bir simge ile değiştiriyoruz ve çok iyi iş yaptık diye
övünüyoruz. Bu çalışma Türkçenin gelişimi için ne kadar etkilidir? Buradaki
asıl soru budur. Ancak şöyle bir soru sormak istiyorum: Zaten var olan sözcüğün
yerine yeni bir sözcük üreterek yerine koymanın Türkçeye kazandırdığı açı, yol
ve düşün uzayı ne kadar verimlidir? Bu çalışma yeterli bir çalışma mıdır? Var
olan bir şeyin yerine daha yenisini koymak, kişisel görüşleri tatmin dışında
başka ne gibi yararlar sağlar? Hırslarımıza yenilmeden bu konuyu sorgulayalım.
Bu tür çalışmaların Türkçeye çok şey kazandırdığını biliyoruz. Yeni yeni kavram
ve düşünce alanı yarattığını biliyoruz, ancak yeterli bir çaba mıdır,
düşünmeliyiz. Ülkemizin eğitimcilerinin üzerinde özenle durduğu, dildeki
gelişimi salt buna bağladıkları için özleşme konusunu özellikle sorguluyorum.
Özleşmenin başarılı olması ve yaygın olarak kullanılması durumunda Türkçede
bütün sorunların çözüleceğini düşünen ve kendisine dil uzmanıyım diyen, büyük
bir çoğunluğun varlığını biliyoruz. Kullanılan bütün sözcükler benim özümden
doğan, kök ve ekleriyle benim olan; deyimler, sözcükler, terimler ve kavramlar
olsun istiyoruz. Altı yüz bin Türkçe sözcük ve birçok deyim; özümüzden,
kültürümüzden, sesimizden, gereklerimizde ve değerlerimizden doğsun istiyoruz.
Haklıyız da. Ben de öyle istiyorum. Çünkü her bir sözcük, özümüzden doğan
değerler ve ürettiğimiz kültür varlıklarımızın birer gösterenidir. Ürettiğimiz
bir değerin karşılığıdır. Bu çabaya sonuna kadar katılıyorum; ancak ayrıksı
düşünerek Türkçenin gelişimi için daha etkin bir yöntem bulabilir miyiz? Açık söylemek gerekirse dilin özleşmesi, dilin gelişimi için devede
kulak bir çalışmadır, diye düşünenlerdenim. Yineliyorum; bu yöntemle az şey
yapılmadı; Türkçemiz çok fazla sözcük kazandı. Bu sözcüklerin bir kısmı birebir
yerine kullanılan sözcükle aynı anlama gelirken pek çok sözcüğün anlam alanı
genişleyerek düşüncedeki boş alanları dolduran kapsamlı sözcükler oldu. Düşün
ve fikir sözcükleri gibi. Bir anlamda düşünme yeteneğinin sınırlarını
genişletti. Bu durum ister istemez dilin zenginleşmesi ve gelişimine katkı
sağladı. Yazınsal bir metin üzerinde çalışırken, sözcükler düşüncenizden aktığı
dizgeyle oluşur ve diğer dillerden geçmiş sözcükler çoğu zaman gelir takılır;
örneğin Farsçadan geçmiş şu sözcük mü yoksa bu yeni üretilen sözcüğü mü
kullanayım diye ikileme düştüğünüz anda tüm yoğunlaşmanız yok olup gider.
Okurken de aynı durum söz konusudur. Bu, bir sayfalık metinde onlarca kez
karşılaştığım bir durumdur. Şiir yazarken de aynı sorunu yaşamaktayım. Yani bu
ikilem, yazınsal metinleri önemli derece etkilemektedir; kendi deneyimimdir.
İnsanlarda tutuculuğun yok edilmesi için dil gelişiminde paradigma (değerler
dizesi) değişiminin gerekliliği ilk olarak burada kendini göstermektedir. Sen
şu sözcüğü kullandın ben bu sözcüğü kullanıyorum türündeki mahalle baskısını
halkın sırtından indirmek gereğini düşünenlerdenim. Çünkü dil zorlamayla
yönlendirilen bir konu olmaktan çıkmalı ve kendi rayına bırakılmalıdır; raylar
uzaktan kumanda edilmeli, bilimsel olarak kontrol edilmeli ve tüm bilimlerin
ilkelerine dayandırılmalıdır. Kullandığı sözcüklerle insanları sınıflandırmak,
çağın koşullarına uymayan bir tutum olarak geliyor bana. Ayrıca sözcük
kullanımı ve anlatım biçimi kişinin bilinç düzeyiyle ilgilidir; bu durumda
kişinin anlatım ve sözcük kullanım kararını kısıtlayıcı tutum takınılmamalıdır;
çağdaş olabilmenin ilk kuralı, insanın diline, düşüncesine ve tutumuna
saygıdır. Üretilen ve türetilen her sözcük yeni bir sözcüktür; kullanıma
sokulabilmişse. Bu çok iyi bir şey ve dile önemli bir katkıdır. Aynı zamanda
dilin gelişiminde de etkilidir. Bu alan, çaba harcanması gereken bir alandır;
diyeceğimiz bir şey yok. Ancak bu tür bir yaklaşım bana göre yetersizdir; dilin
zenginliği ve gelişimi için yeterli kazanımı sağlamazlar. Şunu söylemek
istiyorum; var olan sözcüğün yerine değişik ses ve hecede yeni bir sözcük
koymak, dilin gelişimi için yeterli sonuç vermez. Asıl ele alınması gereken
konu; düşünce, olay, olgu, duygu, durum ve harekette yaşanan/olan boşlukların
yerine sözcük üretmektir. İkinci önemli kavram ise dilin “zenginleşme”sidir. Bu, dilin
özleşmesine göre daha kapsamlı bir konudur. Ayrıntısına girmemiz gereken bir
alandır. Zenginleşme deyince dilde kavram ortaya koyma, sözcük çoğalması ve
sözcüklerin anlam alanlarının genişlemesi, diye algılamak gerektiğini bir kez daha
vurgulayalım; çünkü dilin zenginleşmesi dil gelişiminin altyapısıdır. Bununla
ilgili ele alınması gereken üç ayrı konu vardır: Dünyanın herhangi bir yerinde
üretilen bilgi varlığını; dilbilgisi kurallarımıza, anlam, ses, duygu değeri ve
anlam köküne uygun dilimize Türkçe sözcük olarak kazandırılmasıdır. Örneğin
bilgisayar gibi… Bu son zamanların göz ardı edilen konusu olduğunu biliyoruz ve
toplum kendiliğinden bunların bir kısmını benzetme yoluyla Türkçeye
kazandırmaktadır. Bu ayrı bir sorundur ve kurumsal girişim ve yönlendirme
gerektiren bir durumdur. Yani kurumsal yapı gerektirmektedir; Türk Dil Kurumu
gibi… Bilindiği gibi üretilen her teknik, sistem, yöntem, olay, olgu, nesne;
kendi kavram, terim ve sözcüklerini üretmek zorundadır. Her kültür varlığı,
simge aracılığıyla dünya dillerinde tanımlanır. Bu evrensel bir olaydır. Dış
dünyada tanımlananlar, dilimize kazandırılırken sokaktaki insanın söylemiyle
değil; kendi özümüze, dilbilgisi kurallarına ve konuşma ezgimize uygun
tanımlanması Türkçenin bilim dili olması ve anlamsal alanın kolay kavranması
için önemli olduğunu düşünüyorum. Arapça ve Farsça sözcüklerin boyunduruğundan
dilimizi kurtarmaya çalışırken diğer yandan Türkçeyi batı dillerinin
egemenliğine sokuyoruz. Bu, özellikle üzerinde durulması gereken bir
konudur. Sözcüğü olmayan ancak yaşanan durum, eylem, olay, olgu yerine yeni
sözcük üretmektir. Üretmek sözcüğünü açalım. Sözcük üretmek; yeni bir buluşun,
tanımlanmamış bir duygunun, duygunun yaşanma biçiminin, olgunun/eylemin oluş
biçim ve çeşidinin, düşüncede yaşanan/olan/var olan bir boşluğun, yeni bir
tasarımın tanımlanması ve isimlendirilmesi sonucu, düşünce varlığının
gösterenenini ortaya koymaktır. Bu konuyu duygular veya zihni
durum eylemlerinde de açıklayabiliriz; daha somut olduğu için hareketler
üzerinden açıklamaya çalışalım. Örneğin, insan elinin bilekten aşağı kısmının
on dört serbestlik derecesi vardır, yani elin parmaklarla birlikte on dört
farklı yöne hareket yeteneği vardır; parmakların birbirleriyle olan hareket
ilişkisi vardır; bu hareket yeteneği ile çeşitli şekiller
oluşturulabilmektedir. Bunlardan yalnızca birkaçı Türkçede isimlendirilmiştir;
zafer işareti, tamam işareti (bu söyleyişler bile en az çaba yasası ve temiz
dil gereği sıkıntılıdır), “yumruk” gibi… İşte buradan başlanıp yaygın
kullanılan hareketleri; görünümüne, anlamına ve sesine uygun tanımlayıp yeni
sözcükler üretilerek kullanıma sokulabilir veya önerilebilir. Daha açık
söylersek, yaşanan, duyulan, yapılan bir eylemin/duygunun/durumun
tanımlanmasında Türkçede oldukça fazla boşluklar vardır ve bunlar tanımlanarak
yeni sözcüklerle anlatılabilmelidir. Eylem, durum ve duygu durumu ile
yaşanma biçiminde var olup sözcük olarak kazandırılmamış boşlukların tespit
edilip tanımlanması gerekir. İşte bu boşlukları tanımlama, düşünce sınırlarını
genişletme eyleminin önemli bir parçasıdır. Başka bir şekilde söylersek,
boşlukları tespit edip düşünme hızına, derinliğine, genişliğine ve özgürlüğüne
daha fazla katkı yaparız. İki veya daha fazla sözcükle açıklamaya çalıştığımız; durum, olay,
olgu, eylem, nesne ve duygu durumunu tek sözcükle çözmenin yolları aranmalıdır.
Örneğin anne sevgisi. Anne sevgisi dünyada önemli ve başat bir duygunun yaşanma
biçimidir ve biz bunu tek sözcükle anlatamıyoruz. Bunu tek sözcükle anlatabilsek,
doğrusal olarak bu sözcüğün türevleri oluşacak ve karşımıza yeni anlatım
olanakları doğacaktır. Dil uzmanları, bilinenleri bir kenara koyup dil üzerinde
ayrıksı bir bakış açısıyla düşünmelilerdir. Çünkü birkaç sözcükle tanımlanan
bazı konular tek sözcükle anlatılabilir; böylece beynin çalışma süresini biraz
daha azaltabiliriz. Temiz dili diğer bir deyişle temiz Türkçeyi yaratabiliriz.
Bilindiği gibi beyin en kısa zaman, var olan en az bilgiyle anlamlandırma ve
tanımlama yöntemiyle çalışan bir organdır. Bu yüzden dilde sadelik önemli bir
konudur. Leonarda Da Vinci’nin söylediği gibi “Sadelik, en yüksek gelişmişlik
düzeyidir”, çağdaşlıktır. Dilde en kısa yoldan anlatıma yönelmek, en az çaba
yasası gereği dile yapılabilecek en büyük katkı olur demek yanlış olmaz
düşüncesindeyim. Duyguların yaşanma ve görünme biçimi o kadar çok çeşitlidir ki bunları
nitelendirmeye/isimlendirmeye kalkarsak yüzlerce sözcük üretebiliriz. Gülmenin
sayısız biçimini isimlendirebiliriz veya nitelendirebiliriz. Düşünme süresinin
kısaltılması ve sadeleştirilmesi için fazla sözcük kullanmadan sorunu
anlatabilecek altyapının kurulması, sözcüklerin anlam ve ses uyumuyla
üretilmesi ve kullanımı önerilmelidir. Yürümeyle koşma arasında farklı eylem
biçimleri vardır; bunları değişik nitelendirmeyle veya birkaç sözcük kullanarak
tanımlamaya çalışıyoruz. Oysa hızlı yürüyüş eylemini tek bir sözcükle
belirtirsek, bu sözcüğün ekleriyle birlikte birçok türevi ortaya çıkacaktır.
Bunun anlamı, Türkçeye yeni yeni sözcükler kazandırmak ve düşün evrenini genişletmek,
dolaysısıyla dil evrenini genişletmek demektir. Düşünme ve söyleyiş süresini
kısaltmak ve yeni sözcüğün anlam alanıyla düşünce de anlatım derinliği
kazandırmaktır. Beynin anlamlandırma süresini kısaltmaktır. Dilin zenginleştirilmesi konusuna olağan bir bakış açısıyla değil;
düşüncenin geliştirilmesi yönüyle bakılırsa karşımıza daha farklı sorgulanması
gereken konular ve özel çalışma alanları çıkar. Örneğin, düşünme sürecini
kısaltmak ve beynin anlamlandırma yetkinliğini artırmak için dile kazandırılması
gereken özellikler neler olabilir, sorusu gibi… Var olan sözcüğün yerine sözcük
türetmek değil; nesne, durum, ilişki, eylem, duygu durumu ve bunların dilde
yaşanma/kullanım biçimlerinin tanımlanmasını kapsayan sözcük üretmek
gerektiğini düşünebiliriz. Sözcükler, yalnızca gereksinimden
doğmazlar/üretilmezler. Bugün beynimizin tanımladığı ancak sözcükler ile
anlatamadığımız o kadar çok şey vardır ki bunları somutlaştırma yönüne
gidebiliriz. Var olanı görüp-anlamlandırıp dilde tasarımlama yolunu açan bir
yaklaşım sergileyebiliriz. Bu durumda, bilimlerin bize sunduğu olanakları
sonuna kadar kullanmak zorunda kalırız ki o zaman temele dayanmayan ve sıradan
yaklaşımları öteleyebiliriz. Dil çalışmalarında temel değişken “düşüncenin geliştirilmesi” varsayımı
ile yola çıkar ve bu değerler dizgesi üzerinden sorgularsak dilin
eylem/duygu/olay/olgu boşlukları ile uğraşırız; bu tanımlanmamış bir şeyin
üstüne gitmek olur ki gelişmenin en etkin biçimidir. Soyut veya somut
hareket-nesne-eylem-duygu-olay-olgu boşluklarının sorgulanması; düşüncenin
genişletilmesi, düşünceye yeni yeni alanlar yaratılması demektir. Sorgulama
hızını artırmak, düşüncenin genleşmesini sağlamaktır. Düşüncenin evrilmesi,
dilin uzamının genişlemesi ve yeni anlam alanlarına açılması demektir. Üzerinde düşünülmesi gereken bir diğer konu şudur: Bilindiği gibi
insanın, doğanın ve nesnenin; bazı eylemleri, davranışları, duyumları,
sözcüklerle anlatılamamaktadır. Yaptığımız, duyduğumuz ve gördüğümüz,
düşündüğümüz her şeyi ne oranda sözcüklerle anlatabiliyorsak dil o kadar
gelişmiş demektir. Türkçe çok zengin bir dil olmasına karşın bütün dillerde
olduğu gibi bu tür boşlukları vardır. Dilin özleşmesi, zenginleşmesi ve gelişimi birbirleri ile iç içe olan
bir konudur; küçük ayrıntılarla bunlar birbirlerinden ayrılırlar. Şu ana kadar
özleşme, zenginleşme konularına kısaca göz attık. Şimdi dilin “geliştirilmesi”
konusunu ele alalım. Çünkü dilin özleşmesi var olan sözcükler üzerinden hareket
ederken dilin zenginleşmesi var olmayan sözcüklerin üretiminde varlık
bulmalıdır; daha doğrusu bana göre bu şekilde tanımlanmalıdır. Türetmek
sözcüğünü kullanmıyorum; çünkü türetmek demek, var olan bir kökten eklemleme
yaparak yeni sözcüğe ulaşmak demektir. Bu Türkçenin önemli bir özelliğidir;
ancak elbette her söz yeni anlam alanları açarak yeni sözcüklerin doğumuna yol
verir. Sadece bu durumla sınırlamamak için üretmek sözcüğünü kullanıyorum. Aynı
aileden bir köke dayanmak zorunda değildir yeni sözcük; işlevsel özelliği, ses
özelliği ve anlam alanı açısından düşünülerek yeni bir sözcük üretilebilir.
Mutlaka bir köke dayandırmak, yaratıcılığı sınırlamak olur ki böyle bir
zorunluluğumuz olmamalıdır. “Dilde Gelişim”; özleşme ve zenginleşmeyi de içine alan kocaman bir
alandır. Yani anlamsal olarak çok geniş bir kavramdan söz ediyoruz demektir.
Neden? Özleşme, dilin gelişmesine katkı veren önemli bir çalışmadır.
Zenginleşme ise insanoğlunun ürettiği yeni kültür varlıklarının dildeki
karşılığını tanımlamak ve yeni anlam alanı kazandırmaktır. Olmayan sözcüğün
yerine sözcük üretmektir. Bunları; ses, duygu, anlam ve köken olarak kavramsal
bir alana oturtmaktır. İnsanoğlunun algıladığı ve anlamlandırdığı tüm
soyut-somut varlık veya var olduğu varsayılanlar; her tür
görüngü-hareket-eylem-duygu-yer-nesne vs. ile eş zamanlı dile kazandırılması
demektir. Bir anlamda var olanı veya duyumsananı, düşünüleni, dile kazandırmak
olarak anlamalıyız. Diğer dillerden taşınan, yeni bilgi ve teknik sonucu açığa
çıkan terim/sözcükler dahil yüksek dolaşımı da içine alan bir alandır. Şöyle
dersek daha anlaşılır olacak: Nasıl bilgi bilgiyi üretiyor, kültür varlığı
başka bir kültür varlığını üretiyorsa bilgiler arası ilişki[15], kavram ve
terimi, terimler de sözcüklerin ortaya çıkmasını sağlıyorlar. Sonuç olarak bunların hepsi,
dilin kendini geliştirmesi gibi görünse de düşünce gücünün artması, daha
kapsamlı anlatım olanakları, yeni bakış ve anlayışın oluşmasıdır; düşüncede
tasarımlanmış yeni sözcükler olarak karşımıza çıkanlardır. Anlatım olanaklarını
artıran, dolayısıyla düşünme gücünü zenginleştiren kaynaklardır. İlkesel olarak dilin amacı, bana göre kendi anlatım olanaklarını
artırmak olmamalıdır. Dilin asıl amacı, düşüncenin uzam, uzay ve boyutunu
güçlendirmek/genişletmek olmalıdır. Daha doğrusu dilin genişliği değil;
düşüncenin genişliği temel öge olarak ele alınmalıdır. Öyleyse biz, dil
çalışmalarında düşüncenin geliştirilmesi varsayımından yola çıkarak daha
değişik bulgulara ulaşabilir miyiz? Düşünce dili araç olarak kullanır; dil
düşünceyi değil. Bu mantıktan yola çıkarak dil çalışmalarında düşünceyi
geliştirmeyi baz almak daha akılcı bir yaklaşım olabilir mi? Dilde gelişim dediğimizde biraz daha ayrıksı düşünme gereği
doğmaktadır. Benim düşünceme göre dil gelişimi, üretilen kültür varlıklarıyla
ilgilidir. Daha açık söylersek, doğa, sosyal ve insan bilimleri ile
soyut-metafizik kavramların mantıksal sonuçlarıyla ilgilidir. Ne kadar bilgi
üretirseniz, -ki bilgi üretimi bilimler arası bir sonuçtur- düşüncenin evreni o
kadar genişler ve ister istemez kendi gösterenini üretir. Örneğin telefondan başlayıp
günümüz iletişim teknolojilerine kadar tanık olduğumuz iletişim dünyası, kendi
kavram, terim ve sözcüklerini üretmişlerdir; yöresel dillerden daha fazla
sayıda özgün sözcüklere sahip olmuşlardır. Buradan da anlaşılıyor ki dilde
gelişimi sağlamanın tek yolu düşünce evrenini genişletmektir. Yeni bilgi
üretmektir; bilgiyi teknolojiye dönüştürmektir. Üretilen bilginin gösterenini
yerine koymaktır. Bilgi üretmiyorsanız dilde gelişim sağlayamazsınız. Son
yıllarda ne dış dünyada üretilen bilginin gösterenini dilimize doğru
uyarlıyoruz ne de kendimiz sağlıklı bilgi üretiyoruz. Bilgi üretmeden gösteren
de üretemeyeceğimize göre Türkçenin kısır bir süreç yaşaması kaçınılmaz bir
sonuç değil midir? Dikkat edilirse üniversitelerimizden yazın dünyasına kadar
tüm sektör ve kurumlar, zengin ve güçlü bir taklit dünyasında var olmaya
çalışmaktadırlar. Örneğin, sanat dünyasında, sanatın önünü açan kuramsal
yaklaşımlar, öne çıkan yazar ve şairler tarafından küçümsemekte ve görmezden
gelinmektedir. Bilgi üretiminden kaçış nedeniyle, farkındalıklı düşünen, özgün
bir şeyler ortaya koyan, öne çıkmış bilimsel bir sonuç üreten, ülkemizde yok
denecek kadar azdır. Dili geliştirmenin temelinde yatan ana öge, düşüncenin gücü ve uzamı
ile uzayını genişletmektir. Farkındalıklı yaklaşım ve bilgiler arası
çözümlemelerle, düşünme açısı genişletilebilir, düşünce gücü
derinleştirilebilir ve bu yolla yeni kavramlar üretilebilir. Yani kuramsal
bilgiler ortaya konabilir. Diğer bir anlatımla, dildeki anlatım olanakları
zenginleştirilebilir. Kuramsal bilgiler, bize genellenebilir, denenebilir ve
izlenebilir kavramlara yöneltir ve bu kavramlar düşünce uzayına yeni yeni ufuk
açar. Bildiğimiz gibi düşüncenin uzayı sınırsızdır ve buna bağlı olarak dildeki
anlatım olanakları da sınırsızdır. İşte bu yaklaşım bize; insan, yaşam, nesne
ve evren arasındaki ilişkilerin dilde yer almamış, anlatım olanağı kazanmamış
boşluklarını tanımlar, yeni anlam alanları açar ve bizleri kavram üretmeye
zorunlu kılar. Üretilen kavramlar kendi anlam alanlarını oluştururken aynı
zamanda terim ve sözcüklerini üretmeye yöneltir. Örneğin sanata ilişkin bir
kuram ortaya koyduğunuzda bu kuramı somut duruma dönüştürmek için anlamsal
alanı belirli bir kavramla tanımlamak zorunda kalırız. Açıkçası Türkçeyi şöyle kullandın böyle kurallarını hiçe saydın,
mutlaka böyle kullanmalıyız gibi söylemler, dile ne bir katkı sağlar ne de ne
de dilin kötüye gitmesini engeller. Bu söylemler, kendimizi ışıklı bir vitrine
koymak dışında hiçbir anlam içermez, diye düşünüyorum. Çünkü dil yaşayan bir
olgudur ve bu olgunun içinde düşünme görüngüleri çözülememiş bir değişken
vardır. Bilimsel verilere göre tutum takınmak, en mantıklı yaklaşımımız olur.
Ayrıca dil geliştikçe düşünce de buna koşut olarak gelişir, genişler; bunu
görmezden gelemeyiz. Dil ile düşünce iç içe bir olgudur. Ele aldığım konu bir
yöntem konusudur ve baz alınması gereken noktalara açıklık getirmektir. Bir
anlamda dile ilişkin gittikçe kısırlaşan çalışma biçimine devinim ve yeni bir
bakış açısı getirebilmenin yollarını araştırmaktır. Bilimsel çalışmalarda
yöntem ve sorgulanması gereken ölçütler değiştikçe, yeni yeni durumlar ortaya
çıkar ve sorunların çözümü kolaylaşır.
Dilde özleşme, zenginleşme ve gelişme kavramları; birbirini tetikleyen
ve birbirini var eden kavramlardır. Şekil üzerinde açıklarsak; piramidin
tabanını dilin geliştirilmesi, orta bölümü zenginleştirme ve özleşme ise üst
kısmı temsil eder. Sonuçta düşünce evreni; özgürlüğünü, derinliğini,
genişliğini, yetkinliğini ve yaratıcılığını kendi ekseninde var eder; bunlar sağlıklı
ve tutarlı bir biçimde doğrudan dile yansıtılır. Bir anlamda dilin simgelerini
düşünebildiği oranda ortaya koyabilir; bunun anlamı, dilin gelişmişliği
düşüncenin evreni kadardır. Yani dili geliştirmek gibi bir işe soyunuyorsak,
asıl değişken olarak düşünceyi baz almalıyız. Özet olarak en geçerli yaklaşım:
‘Dil, düşüncenin gösterenidir; dilin göstereni düşünce değildir’, olmalıdır.
Açıkçası şunu söylemek istiyorum. Uygulamada gördüğümüz kadarıyla, dil
çalışmaları istendiğimiz oranda başarılı değildir; elbette çok değerli
çalışmalar yapılmıştır ancak bu konuda karakucak bir savaşım veriliyormuş
izlenimi vardır. Dili geliştirmenin yolu düşünmenin sınırlarını genişletmektir;
çünkü düşünmenin sınırı yoktur ve düşünce kendi uzayında genişledikçe kendi kavram
ve terimleri ile sözcüklerini üretir. Bu açıklamalardan sonra bir kez daha soruyorum: Dil çalışmalarında baz
alınması gereken yaklaşım; düşüncenin geliştirilmesi mi, yoksa dilin
geliştirilmesi mi olmalıdır? Düşüncenin geliştirilmesi yaklaşımı baz alınırsa
“sorgulanması gereken değerler dizgesi” nelerdir? Yöntem ve yaklaşım
değişikliği nasıl bir sonuç üretir? Uygulamada somut bir şeylere ulaşabilir
miyiz? Bu sorular; bilimsel, deneysel ve ayrıntılı araştırmalar
gerektirmektedir. Diğer yandan, dil baz alınırsa şu anda yaptıklarımızdan çok
farklı bir şey yapmayacağımız için düşünmeden oturmaya ‘devam edebiliriz’.
Örneğin tırnak içindeki, “devam edebiliriz” yerine neden “sürdürebiliriz”
sözcüğünü kullanmadın diye birbirimizi suçlayarak Türkçeyi geliştirme
algoritmasının üzerinde yerimizi alıp kısır döngüyü alkışlayabiliriz. Sonuç olarak, özleşme çalışmaları bugün olduğu gibi daha kapsamlı
olarak sürdürülmelidir. Dilin zenginleştirme çabalarına ise daha bilimsel bir
açıdan yaklaşılmalıdır. Dilin gelişimi, özleştirme ve zenginleştirme ile
gerçeklik kazanır ancak bu, yeterli değildir. Başımızı kaldırıp bilimlerin
ileri sürdüğü kuramlara bakmalıyız, yeni kuramlar saptamalıyız ve düşüncede var
olup da dilde göstereni olmayan nedir, bunları çözmeye yönelmeliyiz. Kısacası
dil çalışmalarına fen, sosyal ve insan bilimlerinin toplamının gözünden
bakmalıyız. Türkçe, köklü bir kültüre ve uzak geçmişe (binlerce yıl) sahip
olmasına karşın günümüzde palazlanıp uçmaya hazırlanan yaralı bir kuş yavrusu
gibidir. Bilimlerle donatılıp, güçlendirilip ve farklı bir yaklaşımla
hareketlendirilmeden bir kanadı hep kırık kalacaktır. Dil; yaşamın amacını,
biçimini ve estetik değerini ortaya çıkaran bileşendir. Bilginin teknolojiye
dönüştürülmesinde başat etkendir. Dil gelişimi; bilgi üretimi ve bilimlerin
gelişimi ile koşut bir olgudur. Bilgi üretimi ve bilimlerin gelişimi ise dilin
gücüyle doğru orantılıdır. Düşüncenin uzayı temel değişken olmalıdır ve dilin
genişliği düşünebildiğimiz kadardır.
M.K.Atatürk, Türk Dil ve Tarih Kurumu gibi kurumsal bir yapı
oluştururken nasıl bir dil geleceği öngörmüştür? Öngördüğü o geleceği, yüz yıl
sonra biz görebiliyor muyuz? Dil çalışmalarında daha somut, hızlı ve etkili bir sonuca varabilir
miyiz? 27 Ekim 2019, Narlıdere
BİLGİ AKTI (Bu deneme,
Vedat Günyol 2020 lV. Deneme Yarışma
Dosyası’nda yer almamıştır.) Prof. Dr. Takiyettin
Mengüşoğlu, Felsefeye Giriş[16] kitabında
‘bilgi aktı[17]ndan söz
eder. Bilgi görüngüsü bağlamında; algı, düşünme, anlama ve açıklama aktlarıdır
bunlar. Bir anlamda bilme ve açıklama etkinliğini tanımlamaya çalışır. İnsanın
algılamasını, düşünmesini, anlamasını ve konuşmasını (açıklama) inceleyen bir
süreçtir. Bu aktların sağlıklı çalışmasını sevgiye, yani olumlu duyguya bağlar
Mengüşoğlu. Sağımızda, solumuzda, ekranlarda en kötüyü bile şirin gören ve
toplum yararına olduğunu ısrarla savunan insanlar var ya işte onlar, duygu
durumundan kaynaklanan bilgi görüngüsü kurbanlarıdır. Bilgi
aktının sanat açısından ayrı bir önemi vardır bana göre. İnsanla yapıt
arasındaki ilişkiyi ve etkiyi tanımlamaya yarayan yolları gösterir. Bir anlamda
yapıtın insan üzerindeki etkisinden, yapıta giydirilecek tüm sanat tekniklerine
kadar sanatsal işleyişi açıklamaya yarayan bir konudur. Bilgi aktı, çok
bilinmez ve yazılıp çizilmez. Aslına bakarsanız her sanatçının bilmesi gereken
önemli bir görüngüdür. Örneğin bilgi görüngüsünü bilmezseniz düş-imgelem,
algılama-anlama ve anlama-sezme arasındaki farkı ayırmakta güçlük
çekebilirsiniz. Yaygın olarak kullanıldığı gibi “Anladım yerine algıladım”
diyebilirsiniz. Algı-düşünme-anlama
ve açıklama aktları birbirine bağımlıdır ve birbiri içinde çalışırlar. Bunları
harekete geçiren, diğer bir deyişle ivmelendiren olumlu duygudur. Yani
sevgidir. İşte bu bilgiye dayanarak ‘duygu yönetimi ve eğitimi’ gerekliliği
karşımıza çıkar. Sevginin, diğer söyleyişle olumlu duygunun, küçük yaştan
başlayarak düşük yoğunluklu sanatsal ortam, sanat ve sanatsal etkinliklerle
yaratılabileceği kanısındayım. Bireyin ruhuna dokunabilmek, duyarlılığını artırmak,
olumlu duygu durumuna taşımak, sanat gibi güzellik ögesini önceleyen
yöntemlerle olasıdır. Sanatın gücüyle, insanın ruhuna dokunabilelim ki
duygularını inceltebilelim, duyarlılığını artırabilelim ve olumlu duygu
durumunu yaşatabilelim. Sorunu,
duygusunu olumlu ve yerinde kullanamayan insanlar yaratır. Gizli bir hastalık
biçimi ve ustalıktır sorun üretebilmek. Psikologların yaptığı iş, danışanının
duygu yönetimini düzenlemek değil midir? Ülkemizde yaratılmış olan öfkeyi,
ayrıştırmayı, olumsuzlukları dikkate aldığımızda, duygu yönetimi ve eğitimi çok
büyük bir öneme sahiptir. Dünyaya,
çevreye, insana, canlıya karşı duyarlı insan yetiştirmek ve barışçıl bir
dünyaya varmak istiyorsak bireye, duygularını yönetme becerisi kazandırmalıyız.
Kinden, nefretten olabildiğince uzak tutmalıyız. Duygularını, olumlu ve duyarlı
duruma dönüştürmek için taşın altına elimizi koymak zorundayız. En azından
ilkokullar başta olmak üzere tüm eğitim kurumlarında öğrencilerimize düşük
yoğunluklu sanat ortamı sunmalıyız. Sanata gönül veren ve yeteneği olanlara ise
sonuna kadar destek… Çünkü sanata gönül vermek, barışa en yakın durmaktır. 2
Şubat 2022
YAŞLI DÜŞÜNCE (Bu deneme,
Vedat Günyol 2020 lV. Deneme Yarışma
Dosyası’nda yer almamıştır.) Bu denemenin amacı, kimin ne yaptığını ya da ne yapmadığını sorgulamak
değildir. Kişiler ya da uygulamaları, konumuzun odağı olarak düşünülmemelidir.
Farklı bir açı ve yaklaşım altında şiir ve yazın konusunda aksayan yönleri
panoramik bir bakış altında biraz olsun sorgulamaktır. Bunun yanında, inceleme
ve araştırmalarım ışığında; şiire yaklaşım, şiir ödül sistemi ve şiir
eleştirisi konularında; öngörebildiğim çözüm önerilerini sizlerle
paylaşmaktır. Yaşlı düşüncenin balkonlarına yerleştirilmiş sanat ve şiir anlayışı,
oldukça sıkıntılı bir şiir geleceğinin habercisidir, diye düşünenlerdenim.
Günümüz şiir severi; kendini kanıtlamış yaşayan ya da yaşamayan şairlerimizin
söylediklerine çok önem verirler ve bunları ölçüt kabul ederler. “Folklor şiire
düşman”, “Şiirde anlam aranmaz” gibi… Bunlar; alınmalı, yorumlanmalı
değerlendirilmelidir. Bu; tarihsel bilgi, bilgiler arası eşgüdüm ve metinler
arası ilişki gereği böyle olmalıdır zaten. Ancak bugün olduğu gibi bunları
anıtlaştırıp sorgulanamaz duruma getirmek, şiirdeki ayrıntıyı ve kapsamın
genişliğini görmeyi zorlaştırıyor. İşin kötüsü ateşli şiir sever gençler, bu tür sözde ölçütleri fazlasıyla
önemsiyor. Öykünmeci bir yaklaşım içine giriyorlar. Klasikleşmiş bu ölçütleri
kırıp şiire yeni açılardan bakmalarını ve daha uzağı görmelerini sağlamak için
biraz çaba ve yenilik gerekiyor. Tabii bu iş, kolay değil. Bu durum, şiir
dünyasının en sert ve kırılamaz kalıbıdır, diyebilirim. Türk yazınında
öykünmeden şiir yazılabileceğini kavrayamamış ve kabul edemeyen büyük bir
çoğunluk vardır. Yani şiir, şiirden ve şairden öğrenilir gibi önyargı, gerçeğin
kendi gibi algılanır olmuştur. Öne çıkmış şiir yazılarını incelediğimizde böyle
düşünüldüğü, bundan başka bir yolun olmadığı kanısının yaygın olduğu
anlaşılıyor… Temiz ve sağlam bilgi, kendini delilsiz
kanıtlama yeteneğine sahiptir. Değişim sürecini biraz daha hızlandırır; bu
kesin. Ne var ki asıl sorun bu noktada öne çıkıyor. Edebiyat tarihçiliğiyle
edebiyatı, miras alınmış söylemlerle sanatı, kulaktan dolma bilgiyle estetik
bilimini anladığını varsayan yaşlı düşünce, sanat alanında temiz bilgiyi ayırt
edecek yeteneğe sahip olmadığı kanısındayım. Türk şiiri, sanat bilimi açısından
ele alınmıyor ne yazık ki. Usta çırak usulü ve derme çatma bilgilerle şiir,
şiir olmanın ötesinde bir mantıkla şiir severlere aktarılıyor. Yanlış veya
noksan bilgi, kabul edilmiş doğru olarak kulaktan kulağa aktarılıyor. “Şiirde
anlam aranmaz. Şiir bilgi içermez” gibi… Neden böyle düşünüyorum? Bugüne kadar okuduğum
şiir yazılarında ve sanat felsefesine yönelik yazılarda; ucundan tutulur,
dikkate alınır ve referans vermeye değer çok ender metin ve yazarla
karşılaştım. Örneğin, Özdemir İnce, Afşar Timuçin, İsmail Tunalı gibi
yazarlar… Belki çok daha değerli içeriğe
sahip yazılar ve konusunda yetkin yazarlar vardır; görememiş ve ayırdına
varamamış olabilirim. Sanat eğitimi içinde yetişmiş, konusunda uzman şair ve öğretim
üyelerinin affına sığınıyorum. Şiir yazılarının büyük çoğunluğu, şiiri
öyküleştirmek dışında sağlıklı bir içeriğe sahip görünmüyor. Ortaya yeni bir
şey koymuyorsanız referanslara yaslanarak şiir sanatı hakkında öykü anlatmak;
bir kazanım değildir. Hele akademik düzeyde, değeri olan bir çalışma değildir
bana göre. Artık şiir sanatı, sanat bilimi açısından ele alınmalı ve ilgili disiplinlerin
eleğinden geçirilerek gençlere sunulmalıdır.
Şiir sanatı, kavram kargaşası altında ele alınıyor ve bir şeyler
yapılmaya çalışılıyor. Özellikle estetik bilimi ve felsefeyle ilgili kavramlar…
Sanat kavramları arasındaki hiyerarşi ve anlamsal alanlar, tutarlılık ve
bağlaşıklığı sağlamıyor çoğu yerde… Sanat felsefesine egemen değilseniz şiir
sanatı gibi geniş bir alanda, kavram kargaşasından kurtulamazsınız. Bunlar
arasında kargaşadan kurtulmak, çok yönlü bir yaklaşım ve farkındalık gerektiren
bir durumdur. Bana göre bunun temel bir nedeni vardır: Çok yönlü olmayan
beyinler; şiir gibi kapsamlı bir alanda değerlendirme ve çözümleme için
bilimler arası eşgüdümü kullanamazlar. Belirli alanların dışına çıkamazlar.
Şiir sanatına, yedi başlı dev muamelesi yaparlar. Bu yüzden yüzeysel
çıkarımlarda bulunur geçerler. Yeni bir şey keşfetmiş gibi nesnel ve kavramsal
karşılığı olmayan tümce kurup böbürlenirler. Örneğin, “Şiir de kendisinin ne
olduğunu bilmez”, “Şiir yazmak sözcükleri savurma sanatıdır” gibi… Ayrıca
şiiri, salt dil açısından ele alırlar. “Kurallar şiirden çıkar; kaç çeşit
gerçek şair varsa o kadar da gerçek kural vardır” gibi genelleme söylemlere
fazlaca yaslanırlar. Şiir, ruhbiliminden
geometriye kadar tüm bilimleri ilgilendiren geniş bir yelpazenin taranmasını
gerektirir. İlgili disiplinlere egemen olmayı gerektirir. Neden? Şiir bir düşünce sanatıdır. Düşünce sanatı olması demek doğrudan
insanın bilinç dünyasıyla ilgili olması demektir. Onun, düş ve imgelem gücüyle
doğru orantılıdır, demektir. Duygu, zekâ, bilinçaltı gibi bilincin üzerindeki
etkenlerin ayrıntısına burada girmiyorum. Bilinci yapılandıran ve onun sağlıklı
çalışmasını sağlayan şey; bilgi, bilgiler arası eşgüdüm ve yorum yeteneğidir.
Bu demektir ki bilincin alanı, aklımızın sınırlarını zorlayan bir uzaydır. Bu
uzay, şairin düş ve imgelem uzamıdır. İşte bu uzam ne kadar bilgiyle doluysa;
bilgiler arası eşgüdüm yeteneği ne kadar güçlüyse; görme, sezme, duyma,
duyumsama, ayırt etme ve yaratıcılık yeteneği o kadar yüksek demektir. Yaşlı düşüncenin şiirle ilgili öyküleştirdiği
ve ritüel haline dönüştürdüğü pek çok şeye karşı çıkmamın nedeni, bu uzamın
anlaşılmamış olmasıdır. Şiir, her gün bir yeniye doğru evrilmelidir. Şiir, bir
sanat alanı değil; yeteneğe bağlı söz söyleme etkinliği gibi düşünülmektedir.
Genelleme tümcelerle övgüler sıralanmaktadır. Alaylı geleneğin yaptığı bu ve
buna benzer şeyler, bilimsel donanıma sahip gençliği doyurmamaktadır. Çağımız
bilgi çağıdır. Magazinsel söylemlerle, masalsı yakıştırmalarla şiir gibi bir
sanat alanında çağa ayak uydurulamaz. Teknik ister; bilimlerin eşgüdümünü
ister; sağlıklı ödül sistemi ister; iyi bir eleştiri ve eleştirinin
eleştirisini ister. Türk şiirinin sağlıklı bir ödül sisteminin
olmadığını çoğunluk kabul etmektedir. Ödül sistemini, sağlıklı ve güvenilir
duruma dönüştürmek için biraz özveri gerekiyor. Egoyu bırakıp bilgiye önem
gerekiyor. Seçici kurullarda yer alan şairlerimizin açıklamalarından ve
yazılarından anladığım kadarıyla çoğunluğunun estetik biliminden haberi yok.
Sanat felsefesine vakıf olmayan insanlardan seçici kurul oluşturmak, havanda su
döven insan topluluğu oluşturmak demektir. Bir kitaba/şiire hangi gerekçelere
dayanılarak ödül verilir, bunu bilen çok kişi yok; ayrıca en önemlisi, bu işin
elle tutulur bir yöntemi yok. Bir şiire neden ödül verilir sorusunun yanıtı;
şiirin estetik değeriyle ilgilidir. Yapıtın ölçütü ve ölçüsü, estetik değerdir.
Estetik değerden söz edilen bir ödül gerekçesi, hiçbir yerde görmedim,
okumadım, duymadım. Yapıtın estetik ve sanat değerini açıklamak yerine sayısız
ağdalı genel tümceler kuruluyor, ödül gerekçesi olarak. Üstelik sanat
kavramlarını yerle bir ederek… Türk şiirinin eleştiri sistemi, bana göre ağır
aksak yürüyen bir dedikodu dünyasıdır. Şiire yönelik, referans alalım
diyebileceğimiz eleştirel denemeye rastlanmaz oldu. Şairlerin birbirlerinin
bilgisine ve yapıtlarına saygısı yok. Bu ve buna benzer daha pek çok olumsuzluk
sayabilirim. Haksızlık etmeyeyim olumlu yanları var elbette yazınımızın,
şiirimizin. Dönüşüyor, gelişiyor, daha da gelişecek. Bu denemede söz ettiğim
konu; aksayan, acilen önlem ve sistem geliştirilmesi gerekenlerdir. Sorunları tespit ve şikâyette bulunmak,
anlayışımız gereği oldukça gelişkindir. Dağ gibi sorunlar önümüzdeyken “Nasıl
çözüm üretebiliriz” sorusundan çok “Kim ne söylemiş” dedikodusuna önem
veriyoruz. Tanımadığımız bir başkasından çözüm üretmesini bekliyoruz. Adı
duyulmuş ancak tanımadığımız yabancı ülke insanlarının çözüm önerilerine yüksek
değer veriyoruz; doğru yanlış, bilimlerle uyumlu olup olmadığını sorgulamadan.
İçimizden birinin ileri sürdüğü önerileri de nasıl çürütürüz diye yarış
yapıyoruz. Öğreti ve dinsel yönelimleri gerekçe göstererek, iyi bilgiyi kurban
ediyoruz. Görmezden geliyoruz, küçümsüyoruz. Bunlar şark zihniyetinden
kurtulamamış olmanın zayıflıklarıdır. Demek ki öğreti ve dinsel koşullandırma,
yeni bilgiyi göremeyecek kadar insanı körleştiriyor. Özet yapacak olursam: Birinci sorun, Türk şiirine sanat felsefesi
açısından bakmıyoruz. Dil sorunuymuş gibi algılayıp buna göre çözüm arıyoruz.
Değişik ortamlarda yayımlanan ve yayımlanmış şiir yazıları, böyle olduğu
sonucuna götürüyor bizi. Şiir sanatı, karmaşık bir sanattır; bütün
disiplinlerin eşgüdümünü gerektirir. Şiir, dille yapılır ama sadece dil
değildir. Çünkü şiir insan düşüncesi ve düşünün, birebir aynasıdır. Bu da,
sınırsız bir uzay demektir. İkinci sorun, yukarıda söz ettiğim gibi, şiir
ödülleri ve seçici kurulların sağlıklı olmayışıdır. Bu konuya yönelik önerim
vardır. “Saf Sanattan İnsana, Şiir Çözümleme Tekniği ve Şiir Eleştirisi” isimli
kitabımda önerdiğim bazı kuram ve teknikler var. Örneğin ‘Şiir Çözümleme
Tekniği’ adı altında ileri sürdüğüm teknik, ödül sistemine ve seçici kurulların
yöntemlerine katkı sağlayabilecek ayrıntılar içeriyor. Şiirin ilgili
disiplinlerini dayanak olarak ele alıyor ve bir şiirde olabilecek tüm
organların gözden geçirilmesine olanak sağlıyor. Delilsiz yargıya yer
bırakmıyor. Şiirin sanat ve estetik değeri hakkında bir kanıya varmayı
sağlıyor. Bu özelliği nedeniyle, sanat felsefesi konusunda yetkin olmayan
kişilerin seçici kurulda yer almasını engelliyor. Estetik bilimi, felsefe, ruh
bilimi ve toplum bilimi gibi sanatı çok yakından ilgilendiren başat bilimlere
uzak kimselerin, seçici kurullarda görev almamasını ve alırsa da bu işin
üstesinden gelemeyeceğini söylüyor. Bu tekniğin tek sorunu vardır. O da, uzun
zaman gerektiriyor olmasıdır. Üçüncü sorun ise şiir eleştirisidir. Şiir
eleştirisi adı altında bu işi yapan kimse veya topluluk var mı, kuşkuluyum.
Çünkü sayısız çözümleme ve eleştirel deneme okumuş olmama karşın bu, gerçekten
şiir eleştirisi diyebileceğim bir metinle ender karşılaştım. Çok sayıda
eleştirel deneme adı altında metin var yazınımızda ama ben, çoğunluğunun
eleştirinin işlevine uygun olduğunu düşünmüyorum. Eleştiri konusunda da bir önerim vardır. Aynı
kitapta, “Katman Edebiyat Eleştiri Sistemi” adı altında bir yöntem ileri
sürdüm. Bu yöntem, Şiir Çözümleme Tekniğine yaslanıyor ve dil sanatlarının tamamı
için uygulanabilir bir sistemdir. Hatta tüm sanatlar için kullanılabilir. Bu
sistem, eleştirmene şunu diyor: Eleştireceğin yapıtın otopsisini yapacaksın,
ilgili disiplinlerle açıklayacaksın ve estetik bilimine göre kanıtlar üzerinden
yargıya varacaksın. Yapıtı; yazar, yapıt, okur ve ortam ilişkilerini dikkate
alarak inceleyeceksin... Yapıtın,
etkinliği ve yetkinliğini ortaya koymak için kanıtları bir bir dökeceksin.
Kanıtsız yargıdan uzak duracaksın… Bu yöntem, bütünlüklü bir sistemi içeriyor
ve bilimsel yöntemlerin dışında eleştirmene açık kapı bırakmıyor. Öznel yargı
gerektiren yerlerde de bazı delilleri ön koşul olarak ileri sürüyor. Kitaplarımda öne sürdüğüm kuram, teknik,
sistem ve öneriler; akademik olarak ele alınmalıdır kanısındayım. Bunların hepsi,
sanat biliminin öngördüğü temele dayandırılmaktadır. Geliştirilmesi gereken
yanları mutlaka vardır. Bazı öneriler ile kuramlar, doktora tezi olacak
konulardır; ayrıntılı araştırma gerektiriyorlar. Türk yazınında, özellikle şiir
konusunda, daha dinamik davranılmalıdır. Salt edebiyat tarihçiliği ve dil
bilgisiyle bu işin üstesinden gelinemeyeceği anlaşılmalıdır. Hayranlık ve
öykünmeciliği birbirine karıştırıyoruz kanısındayım; bunlar ayrı şeylerdir.
Biri, sanatın gelişimine katkı sağlar; diğeri ölümüne… Yazılmış şiirlere benzer
şiir yazmak, özgün sanat anlayışını oluşturmanın önündeki en belirgin engeldir;
benzemekle kendi şiirini kurmak arasındaki çizgiyi koruyamıyorsan. Keşif
bekleyen geniş bir evren vardır şiir ve şiir emekçilerinin önünde… Donanımınızı
güncellemenin zamanıdır. Sararmış sayfalardan kopyalayıp aldığımız
bilgi, güncel olmayabilir. Bugünün bilgisiyle uyumlu olmayabilir. Bu bilgilere;
sanat felsefesi açısından baktığımızda önemli sorunları barındırdığı görülüyor.
Pek çoğunun, güncel bilgiyle çeliştikleri çok açık. Öğreti ve din gibi
koşullandırmaların altında yapılan yorum ve ortaya konan bilgiler; hepten sanat
bilimiyle çelişiyor. Örneğin, “İdeolojiye hizmet etmeyen sanat, sanat değildir”
diyebilen bir mantık, bugün kabul edilebilir mi? 25 Nisan 2021
GENÇ ŞAİRE MEKTUP Evren, yaşam ve insan arasındaki ilişkinin ruhunu
çözmüş kişiler, yaşam ile kültürel değerlerden damıtılmış bilgileri genç
kuşaklara aktarma çabasındadırlar. Bu, genetik ve yaşamsal olguların bir
sonucudur. Bizler de benzer çabayı sürdüren, insanlığı ileriye götürmeye
çalışan, ne var ki yavaş yavaş işlevlerini yitiren sıkıntılı bir kuşağız. Bizi;
savaş, cehalet ve baskıların linç ettiği sorunlu bir kuşak yetiştirmiştir; rol
modelimiz onlar olmuşlardır. Savaşı, şiddeti ve baskıyı gereklilik gören tutucu
çoğunluk, bugün de varlığını sürdürmektedir toplumuzda. Birey olma bilincine
erişmemiş ve şiddeti normal gören insanların yarattığı sorunlar, içimizi
acıtmıştır ve acıtmayı da sürdürecektir. Kafanızı kaldırıp baktığınızda, yanı
başınızda bunların kopyalarını çok sık göreceksiniz ve içiniz közlenecek. Bu
yüzden, bizler isteriz ki sizlerin aydınlık dünyayı kurmanız için; bakışınız
insancıl, donanımınız güçlü, bilinciniz saydam ve yüreğiniz sevgi dolu olsun.
Çağdaş kazanımları geliştiren, sorunlara insan odaklı yaklaşan, sanatı, sanat gibi
insanı, insan gibi okuyan yeni bir aydın kuşağı oluşturunuz. İnsanca yaşamanın
araçlarını yüreğinizle tutup insanın insanı yemesine ödül verilen şu küreyi
ters yüz ediniz. Genç şairim! Siyasi, harp ve
sanat tarihini incelediğimizde şöyle bir uygulamaya tanık oluruz: Dönemin başat
güçleri; egemenliklerini sürdürebilmeleri, yaşam alanlarını genişletebilmeleri
ve toplumu istedikleri gibi yönetebilmeleri için halkların temelde dört ana
duygusu üzerinde oynamışlardır. Bugün bile elinde güç bulunduranlar, yine bu
dört temel duygunun üzerinde çalışarak başarılarını sürdürmektedirler. Bu
duygular; “korku, düşmanlık, aidiyet ve din” duygusudur. Bunlar kaşındığında,
insan ve toplumlar üzerinde yarattığı etki ve sonuçlarının ayrıntısına
girmeyeceğim. Örneğin sadece aidiyet duygusunun insandaki olumsuz etkisini ele
alalım: Aidiyet duygusu; sağlıklı yapılandırılmaz ve diğer olumsuz duygularla
desteklenirse; adaletsizliği, işkenceyi, terörü, ölümü, şiddeti ve savaşı doğal
hak görebilecek kadar cani bir insan ruhu ortaya çıkartır. Ne yazık ki acı
örneklerini geçmişte olduğu gibi bugün de yaşamaktayız. İnsanoğlu; artık korku,
aidiyet, düşmanlık ve din duygularını sömürmeyi bırakıp ‘sevme duygusu’
üzerinde çalışmalıdır. İnsanlığın, insan gibi yaşamını sürdürebilmesi ve
geleceğini daha güzel, daha güvenilir yapılandırması; sevginin toplum
katmanlarında başat kılınmasıyla olasıdır. Şiir gibi duygulara seslenen
sanatlar, sevgi ve diğer olumlu duyguları daha yoğun yaşanır kılar, güzele
yöneltir ve ona yaşam sevinci aşılar. Diğer bir deyişle sanat dediğimiz olgu,
olumlu duygu ve sevgi duygusunun işlendiği, beslendiği, tımar edildiği en
konforlu yataktır. Toplum, birey, şair ve sanatçı olarak her durumda, sevme
duygusu üzerinde çalışılmalıdır… İnsanlık, yaşam alanlarını yok etmek ve her
geçen gün birbirini ezmek için elindeki tüm olanakları kullanmaya eğilimlidir.
İşte bu nedenle, olumlu duygunun toplum üzerinde etkin kılınması için, her
koşul ve durumda şiirin/sanatın gücünden yararlanmalısınız. Duygu yönetimi ve
sevgi eğitimi üzerinde özenle durmalısınız ki kendi geleceğiniz için insanı
kavrayan, dönüştüren ve değiştiren somut adımlar atabilesiniz. Geçmişin sorunları, geleceğin bulgularıyla daha iyiye
ve güzele dönüştürülebilir. Şiir, tüm sanat alanlarında
olduğu gibi, insanlığı güzele, iyiye, yüceye yönelten sinsi bir silahtır. Daha
doğrusu Şiir, bir gerçeğin gözler önüne serilmesi
değil, gerçek ile insan arasındaki zihinsel ilişkinin notalara dökülmüş ezgisi
olmalıdır. Bu
yüzden, eğitim kurumları dahil her yerde düşük yoğunluklu sanatsal ortamı
oluşturmak ve bu ortamda bulunan çocukların umut ve düşlerini daha bilimsel,
daha gerçekçi dünya ile bütünleştirmek olmalıdır çabanız. İnsanı insana egemen
kılmaya çalışan veya insanı kul mantığına sürükleyen sistemler, çağ dışı
verilerle donatılmış aklen sorunlu kişilerin eserleridir. Bunlar, bilim, mantık
ve aydınlığın karşısında direnemezler; zamanla aydınlığın içinde eriyerek
özelliklerini yitirmek durumunda kalırlar. Çocuklarımızı ve gençliğimizi sözünü
ettiğim sorunlu zihniyetin elinden kurtarmak amacıyla atacağınız her adım
değerlidir. Bunun en kolay ve kalıcı yolu, duygularını sanat ve sanatın yapıcı
gücüne teslim etmektir. Ne kadar bilgili ve bilimsel gençliğe sahip olursanız
olun, onların bilimsel aklına ivmeyi kazandıracak olan sevgi duygusudur; olumlu
duygudur ve bu duyguları yaşanır kılan öz; şiir, resim, müzik gibi sanatların
ruhunda gizlidir. Yıkıcı yaklaşımları yok edip
sevgi dolu insana ulaşmak için önlem geliştirmek zorunda olduğunuzu günlük
yaşamda görüyor olmalısınız. İnsanın toplumsal ve kişisel istekleri bağlamında,
özgün ve özgür yaşayabilmesi, kazanılmış insani değerler sisteminin
güçlendirilmesiyle, yani sevginin geliştirilmesiyle sağlanabilir. İşte bu
noktada, olumlu ve sevme duygusu gelişmiş dünya insanlığına ulaşmanın sırrı,
sanatın gizilgücünde durmaktadır. Sanat evrenseldir; yazın ve
onun alt dalı olan şiir de. Dil varlıkları ve buna özdeş kültür varlıkları ile
insan estetik duyarlılığını bütünleyen, özgün kuramsal bilgiler üretmeden, şiir
kendi rotasında ilerleme sağlayamaz. Evrensel değer kazanamaz. Yani şiir,
bilinci yapılandıran ve duyguyu örgütleyen bütün bilimlerin penceresinden
bakmayı gerekli kılar. Kültürel değerler, dil ve düşünce, bunlara bağlı algı
öyle bir şeydir ki yazınsal sanatlardan sadece haz duymaz, aynı zamanda kendini
geliştirir, görme ve algılama biçimini değiştirir. Yaşam sevincini perçinler.
Bu değişim, dönüşümlü olarak sanatı, onun bütün dallarını kuramsal bilgiler
üzerinde hareket eden değerler dizgesi olarak çağın ilerisine taşır. Bütün bu
değerler dizgesindeki çaba, örgütlenebilir duygudur, yani sevme duygusudur.
İnsandır, insanın temel değeridir. Duyguların yaşanma şeklinin
üst sınırı yoktur. Düş, düşünce ve yaratıcılık; sınırsızlığı ve sonsuzluğu
gösteren sevgiye koşut eylem biçimleridir. Düşlemin karşısında sınırlayıcı,
belirleyici ve kuralcı bir tutum sergilemek sanatta boş bir uğraştır. Sanatın
devinim alanı; yeniye, yeniliğe, inanılmaza, olanaksıza, farklıya ve
farkındalığa açılan bir evrendir. Şiir gibi pek çok sanat alanı, kurallara,
durağan ve kalıplaşmış biçim ve yaklaşımlara karşıdır, onları yıkmayı hedefler.
Sanatın bu özelliğinden yararlanarak, insan duygularını olumluya dönüştürebilir
ve yaşam sevincini daha yaşanır kılabilirsiniz. Sevginin başat kılınmasını
sağlayabilirsiniz. Genç şair dostlarım. Bizi
aşan bir dünya görüşüne, gülmece anlayışına, birey olma ve özgürlük bilincine
sahip olduğunuzu biliyorum. Daha çağdaş, akılcı, çağı insana ve gelişen
koşullara göre tasarımlayan bir sisteme doğru yol alacağınızı şimdiden
görebiliyorum. Bunun yanında ‘nasıl ve niçin’ gibi soruların yanıtlarıyla
sizleri oyalamak ve sizlere yol göstermek değildir amacım. Ruhunuza ulaşmak
için sizlere bir şeyler söylemeliyim diye bu mektubu kaleme alıyorum. Yaşamın
yüzümüze vura vura kazandırdığı deneyimi, birikimi; bilim ve gerçeklikten
doğmuş olan gizli özneyi; bir kez daha sizlere anımsatmakta yarar olduğunu
düşünüyorum. Yaşam felsefemizin, varoluşumuzun ve sürekliliğimizin dayandığı
gizli özne, sevgi kavramının kendisidir. Bu, sanatsal, siyasal ve bilimsel
çalışmalarınızın temel değeri olmalıdır. Sonuç olarak, barış ve sevgi
içinde yaşanabilir yenidünyanın kurulması, insan bilincinin kendi yaşamsal ve varoluş değerleriyle yapılandırılmasına
bağlıdır. Yaşamsal ve varoluş değerlerini en üst düzeyde açığa çıkaran şey,
sevgi ve onun türevleridir. İnsanın asıl ereği, yaşam
ve neslin sürekliliğini sağlamak için en yüksek seviyede kendisini gerçekleştirmektir.
Buna bağlı olarak sanatın asıl ereği ise, ‘Sevme
duygusunu var kılarak aklın evrim sürecini hızlandırmaktır.’ Sevme
duygusunun altında, haz duymaktan insanın yaşama bağlılığına, en iyi
yaşamsal koşulları oluşturmaktan neslin sürekliliğinin sağlanmasına ve aklı
evrimleştirerek en güç koşulların üstesinden gelme çabasına kadar sıkı bir kararlılık saklıdır. Varoluş güdülerimiz ve
bilincimiz üzerinde konumlanan, beynimizin çalışma biçimi ile şekillenen
karmaşık bir dünyanın arasında, sanatın gücü önemli yere sahiptir; bunlar,
sizlerin beyinleri tarafından bugün olduğundan daha farklı çözümlenmeyi,
keşfedilmeyi ve daha farkındalıklı bir yaklaşım sergilemeyi beklerler. Dilerseniz
yazımı Albert Einstein’ın
kızına yazdığı mektubundan alıntı yaparak bitirelim: Kızına şöyle der; “Son derece güçlü bir kuvvet var ki şimdiye
kadar bilim bunun için resmi bir açıklama bulamadı. Bu, tüm diğerlerini dâhil
eden ve yöneten bir kuvvettir ve hatta evrende işleyen tüm fenomenlerin
arkasındadır ve bizim tarafımızdan henüz tanımlanmamıştır. Bu evrensel kuvvet
SEVGİ’dir. (…) Sevgiye görünürlük sağlamak için, en ünlü denklemimde basit bir
düzeltme yaptım. Eğer E=mc2 yerine, dünyayı iyileştiren enerjinin
ışık hızının karesi ile çarpılan sevgi vasıtasıyla elde edilebildiğini kabul
edersek, sevginin var olan en güçlü kuvvet olduğu sonucuna ulaşırız, çünkü
sevginin sınırları yoktur.[18](…)” Sevilmek
onurdur; sevense onura ait olandır. Dilerim sevgiyle büyür, seviyle yol
alırsınız… 20 Temmuz 2019, Narlıdere/İzmir
GELECEĞE MEKTUP (Bu deneme,
Vedat Günyol 2020 lV. Deneme Yarışma
Dosyası’nda yer almamıştır.) Nesnenin ya da fizyolojinin
evrimi değildir asıl olan; düşüncenin, düş gücünün evrimidir. Çünkü dünyayı
yaşanabilir kılan ya da ateş topuna çevirecek olan düşünce ve düşlemin gücüdür. Sana
nasıl seslenmeliyim, bilemedim; bağışla beni geleceğin çocuğu. Oturdum, mektup
yazmaya çalışıyorum. Beş veya on asır sonra birbirimizi anlayabilecek miyiz,
bundan bile emin değilim. Senin için söylediklerimin bir anlamı olacak mı, onu
da bilmiyorum. Tarihsel bilgi olarak ne aktarabilirim kestiremiyorum. Bugünkü
dünya ve gelecek görüşümle, çağımdan ve gelecekten söz edebilirim ancak; senin
düşünce dünyanı ne yazık ki okuma yetisine sahip değilim. Amacım yol göstermek
değildir; böyle bir yeteneğim olmadığı gibi yol göstermeye gereksiniminin de
olmayacağını düşünüyorum. Mektubumu, en azından beni ve benim çağımı anlaman
için yazıyorum. Geçmiş ile gelecek arasında bir köprü kurulmadığı sürece,
bilginin tarihselliği ve metinler arası ilişki diye isimlendirdiğimiz devinim,
seni ek araştırmaya zorlar. Ulaştığın sonuç, bizi anlamak için yeterli olmayabilir.
Geçmişimi, çağımı ve geleceği öngörebildiğim kadarıyla tanımlamaya çalışayım. Mektubumu;
bulut teknolojisi, beynine enjekte, sanal görüntü veya daha gelişkin iletişim
aygıtlarıyla okuyor/dinliyor/görüyor olacağından eminim. Bizim kuşak, terörün,
savaşın, kavganın içinden kopup geldi; bugün de bunlarla iç içedir. Anlayacağın
bizi, çatışma kültüründen beslenen atalarımız yetiştirdi. Buna karşın,
atalarımızla duygudaşlık kurduğumuzda onlara kızamıyoruz. Onların; yaşam,
gelecek, değişim ve gelişim algıları böyle gerektiriyordu; bizimki de çok
farklı değildir. Senin çağın ve düşünsel dünyan, aynı çatışmanın içinde olacak
mı şimdiden bir şey söylemek zor. Ancak sen daha fazla çatışmalara açık bir çağ
yaşayacaksın, görebiliyorum: İnsan nüfusu, diğer canlıların nüfusuna oranla
daha hızlı artış göstermektedir. Yaşamda var olma üstünlüğüne ve olanağına
sahiptir. Dünya aynı dünya, su ve kara parçalarının gıda üretimi insan nüfusu
kadar hızlı artış göstermemektedir. Su ve gıda gibi temel gereksinimler, senin çağında
ulaşım, bölüşüm, dağıtım sorununu doğuracaktır. İster istemez yüksek yoğunluklu
bir çatışmanın, mutlak bir yarışın içinde olacaksınız. Diğer yandan
teknolojinin sağladığı hız ve nükleer gelişmeler, daha büyük sorunları
beraberinde getirecektir. Üstelik senin kuşağın, bugünkü insan egosundan daha
fazla egoya sahip olarak yaşamda var olmaya çalışacaktır. Bunları,
başka alanlarda çalışanlar ve istatistikî araştırmalar daha ayrıntılı
söyleyecektir. Ben mektubumda sanatsal konulara ilişkin bazı ayrıntıları dile
getirmek istiyorum. Senin zamanında belki yağlı boya tablo yapılmayacak; bizim
zamanımızda yapılmış olanlar da bir anlam taşımayacak olabilir. Bunların çok
daha gelişkin olanlarını sayısal teknoloji veya düş dünyanla sanal olarak
yapacaksın. Duvarlarında tablo yerine sayısal teknolojiyle oluşturduğun
görüntüler yer alacaktır; kim bilir bizim düşleyemediğimiz biçeme sahip
yapıtlar olacak. Biçime dayalı heykel ve resim gibi sanatlar, daha gelişkin
teknikle üretilebilecek, bugünün yapıtlarıyla benzerlikleri olmayacak belki.
Teknoloji ve sanat tekniği ne kadar gelişirse gelişsin, insan denen varlık aynı
değişime uğramayacaktır. Varoluş amacına yönelik çabası ile duyguları bugünden
çok farklı bir düzleme taşınamayacaktır. Üremesi, yaşama çabası, kendini gerçekleştirme
güdüsü ve beslenme amacı bugünün koşullarındakine benzer olacaktır. İnsanlık,
günümüze kadar savaşlarla zaman yitirdi. Barış ve sevgi içinde çağdaş bir
dünyada yaşayabilirdik; bunu kurabilme yetisine sahip olduğumuzu düşünüyorum.
Geçmişimiz, bize böyle bir dünya bırakmadı; biz de kuramadık. Barış ve sevgi içinde insanca yaşanabilir
yeni dünyanın kurulması, bilincin kendi yaşamsal ve varoluş değerleriyle
yapılandırılmasına bağlıdır. Yaşamsal ve varoluş değerlerini en üst düzeyde
açığa çıkaran şey, sevgi ve onun türevleridir. Senin kuşağın, sevginin oluş ve
sürekliliğine yönelik ayrıntılarını daha net keşfedecektir; ben bugün
bilebildiğim kadarıyla bundan söz edeyim. Sevgi, beden salgıları ve bilincin
yapılandırılmasına bağlıdır. İnsanın asıl amacı,
yaşamın ve neslin sürekliliğini sağlamak için en yüksek seviyede kendisini
gerçekleştirmektir. Buna bağlı olarak, sanatın asıl amacı, sevme duygusunu yüksek
kılarak yaşam sevincini güçlendirmek ve bununla aklın evrim sürecini
hızlandırmaktır. Sevginin
gerisinde, haz
duymaktan insanın yaşama bağlılığına, en iyi yaşamsal koşulları oluşturmaktan
neslin sürekliliğinin sağlanmasına ve aklı evrimleştirerek en güç koşulların
üstesinden gelme çabasına kadar sıkı bir kararlılık
vardır. Varoluş güdülerimiz ve bilincimizin yönlendirdiği bir olgudur.
Beynimizin çalışma biçimi ile şekillenen karmaşık bir evrendir. Bu evrenin
oluşumunda, sanatın gücü önemli yere sahiptir. Sevgi, bugün olduğundan daha
farklı çözümlenmeyi, keşfedilmeyi ve daha farkındalıklı bir yaklaşım
sergilemeyi bekler. Neden söylüyorum? Sevginin olduğu yerde savaş ve çatışma
kültürü beslenemez, varlığını sürdüremez. Ayrıca, sevgisiz sanat üretilemez;
sanatsız da sevgi güçlü kılınamaz. Benim
çağım sıkıntıların henüz aşılamadığı bir çağdır çocuk. Yazdıklarım sıradan bir
sızlanma değildir; birer nesnel gerçekliktir. Sanat, özellikle yazın sanatı
ellerimizde can çekişiyor. Onu, estetik değeriyle ele almıyoruz, meta değeriyle
yönlendirmeye, yapmaya ve ölçmeye çalışıyoruz. Anlayacağın duyguların yönlendirmesine
göre değil; öğretilmişliklerin, çatışmanın, dayatılmış sistemlerin
yönlendirmesine göre sanat ortaya koymaya çalışıyoruz. Bir anlamda taklit
aşamasının ötesine geçemedik diyebilirim. Sanatın amacı ve işlevi, insanın
yaşam sevincini artırarak düşünsel evrimini hızlandırmak olmalıdır. Tam insan
olması yönünde itici güç olmalıdır. Biz, asıl amacı bir yana itip görünür olma
çabası içinde birbirimizin omzuna basmaya çalışan kalabalıklarız. Sanat,
eğlence ve estetik tavır geliştirmek için temel ögedir. Biz, estetik tavır
göstermek şöyle dursun, sanatla eğlenmiyoruz bile. Varsa yoksa sanatı
kullanarak maddi kazanç sağlama ve üstünlük güdülerini doyuma ulaştırma
peşindeyiz. Şiir,
öykü ve roman gibi yazın sanatları, biçimden çok anlam alanında değişime gebe
olacaktır; çünkü bunlar düşünce dünyasının ve imgelem gücünün çıktılarıdır.
Bugünün yazın sanatları ile zamanının yazın sanatları arasında karşılaştırma
yapabilmen için bazı verileri ortaya koymanın yararlı olacağını düşünüyorum.
Biz nasıl Aristo’nun Poetikası’nı okuyor ve Horatius’un Arz Poetikası’nı didik
didik ediyorsak, sen de çağının sanatını daha ileriye taşımak için günümüzün
sanatsal bilgilerini incelemek zorunda kalacaksın. Çağımıza ilişkin bilgi ve
deneyim, senin için çok anlamlı olmayacak, bunu görebiliyorum; sen daha ileri
düş ve düşünce dünyasında yaşayacaksın; her ne olursa olsun tarihsel bilgi ve
sanatsal kalıtlar en azından yaratıcılık konusunda katkı sağlayacaktır. Sanat,
geçmişte gücün, inançların ve ideolojilerin emir eri gibi düşünülmüştür.
Günümüzde de benzer şekilde ele alınmaktadır. Biçim değiştirmekle birlikte çok
farklı bir yaklaşım içerisinde olmadığımızı söyleyebilirim. Senin zamanında,
sanatın asıl amacı ve işlevine dönük iyi yönde değişim ve dönüşüm kesinlikle
olacaktır. Ancak şunu unutmamalısın; insanın gereksinimleri ve bu
gereksinimleri karşılama biçimi çok belirgin yön ve şekil değiştirmeyecektir.
Bilgi ve bilginin kullanımı ne kadar gelişirse gelişsin, insanın tutumu, bu
gelişime koşut değişime uğramayacaktır. Bizler;
inanç, ideoloji, politika ve sanat gibi görüngüler arasındaki ilişki ile
ayrımı, sağlıklı çözümleyemeyen bir kuşağız. Sapla samanı birbirine
karıştırıyoruz. Nasıl olsa hepsi midede eriyecek diye her birini karıştırıp
yutmaya çalışıyoruz. Daha belirgin bir örnek vermek gerekirse, şiirle öykü
arasındaki ayrımı bile sağlıklı göremiyoruz. Konusunda yetkinliğe ulaşmış
yazarları/şairleri de yeterince izlemiyoruz; çünkü bizde yapılandırılmış olan
hırsların tutuklusu durumundayız. Gündelik yaşayarak büyük işler
yapılamayacağını bilmemize karşın kendimize dönmüyor ve değişim konusunda ağır
aksak davranıyoruz. İşte bizim yaşam, sanat ve yazına bakışımız bu durumdadır.
Ne yazık ki sana daha geliştirilmiş bir sanat evreni devredemeyeceğimizi açık
yüreklilikle söylemeliyim. Sayısal
teknolojiyi iyi kullanamıyoruz; üstelik kullanıcı düzeyinde bunları öğrenmekten
kaçınan bir yaklaşım içindeyiz. Çağın gerekleri gelip kapımıza dayanmış, hazır
olarak önümüze konmuş olmasına karşın bir elimizle onları itiyoruz. “Zamanım
yok, ne işime yarar, aman sende, aklım ermez” gibi gerekçeler ileri sürüyoruz;
aslında hepsi tembelliğin bir sonucu. Teknoloji çok hızlı gelişiyor. Yakalamak
için çok çalışmak gerekir. Diğer tarafını düşündüğümüzde, benim kuşağım az şey
yapmış sayılmaz. Nazım Hikmet’imiz, Sait Faik Abasıyanık’ımız, Aziz Nesin’imiz,
Yaşar Kemal’imiz… var. Çağın hızına
oranla yavaş hareket etmemiz anlayışla karşılanabilir; sen de bunu anlarsın
diye düşünüyorum. En azından keşfedilmedik daha pek çok görüngünün olduğunu,
bunlar senin aracılığınla, zamanla gün yüzüne çıkarılacağını biliyoruz. Bunlara
ortam yaratmaya çalışıyoruz. Öğretici
davranmak, öğüt vermek, davranışlarınızı yönlendirmek dahası kontrol etmeye çalışmak,
en başta gelen hastalığımızdır. Böyle yaparsan şöyle olur demek hoşumuza gider.
Deneyimden edindiğimiz bilgiyi senin de aynen kullanmanı bekleriz. Öğretici
olamayan iyi birer öğretmeniz. Söylemekle değil; yaptıklarımız ve
tutumlarımızla bunları aktarabileceğimizi bildiğimiz halde öğüt vermekte ısrar
ederiz. Bu, çatışma kültürünün bizlerde yarattığı bir sonuçtur. Başta
söylediğim gibi mektubumu ne sızlanma ne de öğüt vermek amacıyla yazıyorum.
Senin düşünce ve düş dünyan; oldukça gelişkin, bilgiyi doğru kullanan,
insan-emek odaklı, barışçıl ve özgür bir ortam yaratacaktır. Bundan kuşkum
yoktur. Geleceğe bu kadar güvenle bakabilmemin ve sana güvenmemin altında şu
düşünce yatar: Nesnenin ya da fizyolojinin evrimi değildir asıl olan;
düşüncenin ve düş gücünün evrimidir. Çünkü dünyayı yaşanabilir kılan ya da ateş
topuna çevirecek olan düşünce ve düşlemin gücüdür. Bizden sonra gelen yakın
kuşaklara baktığımda; duygudaş, çağdaş, akılcı, bilimsel, özgür bilince sahip
ve donanımlı bir gençlik buluyorum karşımda. Dayatma ve çatışma anlayışından
vaz geçen, özgür ve insan olma onurunu daha üstün tutan bir anlayışı egemen
kılmaya çalışıyorlar. Güven veriyor, umut veriyorlar. Günümüz
silah teknolojisi, kısa sürede dünyayı yerle bir etme yeteneğine sahiptir.
Bilimsel bulgular, yaşam kaynaklarını kısa sürede kullanılamaz hale
dönüştürebilir. Biyolojik bir saldırı veya kendiliğinden gelişen ve dönüşüme
uğrayan bir virüs dünyayı birbirine katabilir. Bu gelişmeler, senin zamanında
akıl almaz boyutlara varacaktır. Doğru yönetilmez ve insana dönük kullanılmazsa
büyük bir tehlike seninle demektir. Üretilen bilgiyi insan odaklı kullanmak
zorunda olduğumuzu sen de görüp önemini anlamış olacaksın. Bu yüzden, bugünden
sonra çatışma ve dayatma mantığını dışlayarak sevginin güçlü kılınması için
çaba harcamalıyız. Sevginin olduğu yerde birbirine saygı ve dinginlik vardır.
Bu duygunun güçlendirilmesi, en çok önem vereceğin bir konu olmalıdır. Sevgi;
duygudaşlığı, duyarlılığı, saygıyı, cömertliği, çatışmasız toplum yapısını
doğurur. Bu nedenle, sanat gibi sevgiyi güçlendiren görüngülere önem vermek
gerekir. Düşük yoğunluklu sanat ortamında eğitilen çocuklar, şiddete
yönelmezler. İnsanî değerleri üstün tutarak ölüm ve şiddete neden olan
uygulamalardan kaçınırlar. Benim çağım, özgürlük getirmek için savaşa karar
verebilecek kadar dayatıcı anlayışa sahip hastalarla doludur. “Benim davama
hizmet etmeyen sanat, sanat değildir.” diyebilen kalabalığın içinden kopup
geldik ve bu kalabalık halen etkin durumdadır. Öğretilmiş, ayrıştırılmış bu anlayış,
henüz yürürlükten kaldırılamamıştır. Sistemleri,
ülkeleri veya dünyayı yönetmek, insanı yönetmek demektir. İnsanı yönetmekse
duyguları yönetmekle eşdeğerdir. Bildiğiniz gibi olumsuz duygular, dilsel
şiddetten başlayıp terör ve savaşa kadar varan olumsuzlukları beraberinde
getirir. Tarihe baktığımızda, bizim zamanımız dâhil, terör, şiddet ve
savaşlarla geçmiş bir zamanla karşılaşırsınız. Senin de aynı sonucu yaşamaman
için duygu yönetimi
denen kavrama eğilmelisin. Olumlu duyguları toplumlarda başat kılmak,
şiddetten, kavgadan ölümden uzak barışçıl bir toplumun temel taşlarını atmak
demektir. Mektubumda sanata yönelik konulara bu yüzden değinmek istedim. Çünkü
sanat, ‘duygu yönetimi’nin
temel bileşenidir. Olumlu duyguları, yani sevgiyi güçlendirmenin en kolay ve en
kalıcı yöntemidir. Adil, duygudaş, duyarlı, sevgi dolu ve özgür insan, sanat
gibi amacı ‘güzeli yaratmak’ olan etkinliklerle yapılandırılabilir. Sen
bizi çok fazla dikkate alma; bizler, kavgada üstün olmak için şiiri silah
yerine kullanan bir kuşağız. Anlayacağın bizim sanat anlayışımız, kalın dişli
törpülerle inceltilmelidir. Başta söyledim ya, savaş ve şiddetin kol gezdiği
ortamlar, duygularımızı, ülkümüzü ve amaçlarımızı belirledi. Sorunlu kararları
alma ve uygulama zorunda bıraktı. Senin geleceğin akılcı, sevinçli ve daha
çağdaş olmalıdır; dahası bunu umut ediyorum. Çünkü senin duyguların, çok iyi
yönetilmese de özgürlük bilincine varmış ve insan olma değerlerini özümsemiş
durumdasın. Senden; olumsuzluk, haksızlık, şiddet, savaş ve terörden yana karar
çıkmaz, diye düşünüyorum. Çağımızın
en büyük yarası olan ve senin kuşağını daha fazla etkileyecek olan, önemli bir
soruna daha değinmek istiyorum. Bildiğin gibi doğada var olan her canlı türünün
bir işlevi var ve doğanın kendi kendine kurduğu bir dengede sürekliliğini
korumaktadır. Biz buna ekosistem diyoruz. Günümüz teknolojisi, bunların bir
kısmını yok etmektedir; ekosistemi alt üst etmektedir. Dahası yükselen bir
ivmeyle yıkım sürmektedir. Nasrettin Hoca’nın “Bindiği dalı kesmek” diye bir fıkrası
vardır. Senin zamanında Nasrettin Hoca tanınıyor ve fıkraları anlatılıyor
olacak mı, bilmiyorum. Örnek vermek gerekirse, bindiği dalı kesen ama bundan
haberdar olmayan bir varlık durumundayız bugün. Ekosistemi, buna bağlı olarak
ekolojik (çevrebilimsel) dengeyi bozuyoruz. Doğadaki oksijen oranı ve
içilebilir su kaynakları yaşamsaldır. Havadaki oksijen oranı %16-%22 arasında
olmak zorundadır. Bu oranlar sınır değerleridir ve bu oranların dışında yaşam
olası değildir. Şu an bile havadaki oksijen sınır değerlerini ters yüz
edebilecek bilgi ve teknolojiye sahibiz. Bu oranların korunması için önlem alma
gerekliliği vardır; örneğin oksijen dengesini sağlamak için bugün aldığınız
önlem, bir insan ömründen daha fazla zaman sonra etkili olmaktadır. Sana dengeli
bir doğa bırakmayacağımızdan eminim; çünkü bindiğimiz dalı bilinçsizce kesen
bir kuşağız. Bu yüzden, ekosistem ve çevrebilimsel dengeye özen göstermek,
koruyu ve önleyici önlem geliştirmek en temel göreviniz olmalıdır. Doğanın
dengesini koruyacak ya da bozacak olan şey, teknoloji değildir; insandır.
Sanattan ve duygu yönetiminden bu nedenle söz ediyorum; sevginin bir anlamda
olumlu duygunun daha güçlü olmasını önemsiyorum. Birkaç delinin yarattığı ve
milyonlarca insanın ölümüne neden olan İkinci Dünya Savaşı’nı bir düşünün.
Ayrıca nükleer silahlarla bir anakaraya saldırıda bulunulduğunu varsayın. Veya
ölümcül bir salgının baş gösterdiğini.
Nasıl bir sonuç ortaya çıkacaktır, senin düş gücüne bırakıyorum.
Anlayacağın, havadaki oksijeni sınır değerleri dışına taşımak, var olan
teknolojiyle çok kolaydır. Yaşamsal önemi olan şey, insanın kararını etkileyen
itici gücün sağlıklı yapılandırılmasıdır. Yani sevgi gibi olumlu duyguların,
üst düzeyde tutulması ve yönetimidir. Tek seçeneğimiz, sanat gibi güzeli var eden
değerler yardımıyla insanın olumlu duygularını beslemek ve güçlendirmektir.
Yinelemek gerekirse, sevginin egemen kılınması, kitlesel ölüm ve yıkımları
önlemek anlamına gelir. Çağımın
bilgi birikimi gereği, dünyanın üç boyutlu olduğu görüşü yaygındır. Yaşam
biçimimizi ve sistemleri buna göre şekillendiriyoruz. Aslında dördüncü bir
boyutun olduğunu, ne var ki bu boyutu doğru yönetemediğimizi söylemeliyim.
Dördüncü boyut, metafizik dünya veya ruhsal dünyadır. Yani insan duygularının
biçimlendirdiği dünyadır. Biz bunun ayrıntılarını keşfedebilmiş bir kuşak
değiliz. Dünyayı yöneten bu boyut olduğunu söylersem, bizim kuşağımız için çok
şey anlatır mı, emin değilim. Sen bunu tüm çıplaklığıyla görebilir olacaksın.
Dahası beş ve altıncı boyutu keşfedeceğini düşünüyorum. Sevgi, daha geniş
anlamda söylersek olumlu duygu, dünyanın üç boyutunu yönetme ve kontrol etme
gücüne sahiptir. Bu yüzden mektubumda; sanat ve sevgi, sanat ve insan ile yaşam
ve duygu ilişkisi üzerinde ısrarla duruyorum. Biliyorum,
hız yüksek, zaman kısadır senin için. Önüne söz kalabalığı koymamak için
mektubumda doğrudan gerekçeleriyle birlikte sonuçları yazdım. Umarım, çağıma
ilişkin aydınlatıcı bilgi verebilmişimdir. Seviyle
sürekliliğe yönelmeniz dileğiyle… 9 Aralık 2019,
Narlıdere/İzmir
KENDİMİ YAZAYIM
BARİ Sosyal medya, dergi ve diğer yayın
organlarında, zaman zaman yazmak, yorum yapmak ve tartışmak durumunda
kalıyorum. Dilimin döndüğünce sanat ve kavramlarını doğrusal mantık süzgecinden
geçirerek anlatmaya çalışıyorum. Olması gerekene ve bakılması gereken açıya
dikkat çekiyorum. Bu arada algı ayarı bozuk ve yargısı akort tutmayan
tutumlarla sık sık karşılaştığım oluyor. Yaşama ve yazına bakışım gereği bir
şairi ya da yazarı hedef alarak yermek ya da övmek benim işim değildir. Benim
için kişiler konu değildir; imgeleme esas dünyası ve ürettiği sanatı esastır.
Çabam, içinde yaşadığımız yazınsal sistemi ve kısır taraflarını sorgulayarak
çözüm üretebilmektir. Anladığım ve yazından takip ettiğim
kadarıyla, yazdığım pek çok şeyin, doğruluk ve uygunluk değerinin hakkıyla ele
alınmadığını düşünüyorum. Bir anlamda söylemek istediğimi anlatmakta
zorlanıyorum. Bu yüzden, nasıl bir düşünce sahibiyim; olay ve olguları nasıl
ele alıyorum; sanata ve yaşama neresinden bakıyorum; tarafım ya da
tarafsızlığım hangi boyuttadır gibi konuları, biraz olsun açmalıyım ki
basmakalıp düşüncelerle yargılanmak zorunda kalmayayım. Biliyorsunuz ki algı, ilginç bir insan
tepkisidir; önemli bir eşiktir. Algının uyarılması, sempati ve sevgi gibi
olumlu duyguya gereksinim duyar. Bir tarafın yanında olmayan, olaylara nesnel
ve tarafsız bakabilen bir göz; toplumumuzda ne yapıp ederse etsin yaptıkları,
pek geçerli ve tatmin edici şeyler görülmez. Çünkü beklediğini
söylememişsinizdir, doğruluğuna inandığı şeyi kökünden yıkmışsınızdır. Asıl
sıkıntı, toplum nezdinde iyi yazar algısını doğurmak, bizim anlağımıza göre
okurun ve sanatçının öğretisi/inancı tarafında olmaya bağlıdır. Düşüncesini
desteklediğiniz sürece varsınız. Hemen kendinizle bunu test edebilirsiniz.
Tarafın tarafındaysanız, sen en büyüksün; yorumun, bilgin ve söylemin her yer
ve her zamanda geçerlidir; doğruluk değeri yüksek olsun olmasın, hatta çıplak
yanlış olsun. Aklımız böyle çalışır. Ne yazık ki gerçek bilgiyle değil,
söylemlerle kendine yön bulmaya çalışan insanların tipik özelliğidir bu.
Bilginin yararını ve kullanılırlığını, sözde güvenilir kişilere onaylatıp ondan
sonra kabul eden kolaycı bir tutumumuz ve güvensizliğimiz vardır. Sosyolojik bir
tespittir; kabul eder ya da etmezsiniz. İşte ben bu tür durumların tamamıyla
karşısındayım ve farklı düşünüyorum. Bu yüzden yanlış yargı ve yorumların,
basmakalıp genellemelerin hedefi olmamak için, kendimi yazayım bari diye bu
metni kaleme alıyorum; ne kadar dilim dönerse… Dostlar benim dilim; bilim ve sanat
dilidir. Bilim ve sanat, insanlığın ortak dilidir. Bir tarafın algısı ve
çalgısıyla söz üretemez. Yargıya varmaz. İnsanın kişilik yapısından, yapıtın
varlıksal yapısına ve kendi dünyasından okurun dünyasına kadar her şeyi ölçüp
biçip bilgiye dökmek zorundadır. Bu, bizim köydendir; şu, bizdendir ödüncüne
kaşıyalım; şu, bizden değil geç gibi bir yaklaşım içinde olamaz. Nesnel ve
bilimsel verilerle yargıya yönelir. Eleştirecekse, eğrisiyle doğrusuyla inceler
ve tarafsız verilere dayanarak eleştirir. Benim tarafım yoktur; öğreti ya da din
gibi kişileri ilgilendiren durumları, yazın dünyama karıştırmam. Herkesin bir
din algısı ve siyasi görüşü vardır elbet ama benim anlayışıma göre bunlar bilim
ve sanatın içinde yer almamalı. Hayranı olduğum kişi yoktur. Sanatını
beğendiğim kişi vardır ama izlediğim kişi değildir. Yeni şeyler söylemişse
bilgisine saygım vardır; ilgiyle incelerim. Sanat dünyasından birini savunmak
gibi bir görevim olmadığı gibi birilerini yermek/övmek gibi bir düşüncem,
sempatim veya hayranlığım olmamıştır. Kişileri savunmak, adının gölgesinde
eşelenmek ya da yermek, bana göre değildir ve bunları eleştiri sınıfına koymam.
Yazın dünyasında kişiler hakkında eleştiri adı altında dedikodu yapmak, dilsel
şiddete girer, diye düşünürüm. Kendi alanında iyi bir sanatçının tanınırlığını
kullanmak; yetersizliğin bir sonucudur. Eleştiri yapıt için yapılır; kişi için
değil; yazar, yapıtı açıklamak için incelenir. Taraf olmanın sağladığı avantajla bugün
edebiyat sektörünün köşe başlarında oturanlara, tarafsızlık ya da herhangi bir
düşünce kalıbının içinde olmamanın nasıl bir şey olduğunu anlatmak olası
değildir. Bunu biliyorum. Kendisini güncelleyemeyen yaşlı, tutucu ve bağnaz bir
kuşakla iç içeyiz. Genellemelerle şiir sanatına yol çizmeye çalışan bir
statükonun içinde filizlenmeye çalışıyoruz. Aslında bu sorunları görebilmek çok
basit. Algılarınız güdülenmemiş ve koruyabilmişseniz bu ortamda, sağlıklı
çözümleme yaptığınızda her şey ortaya çıkıyor. Tabi algılarınızın güdülenmemesi
için bilgi ve bilimin analitik çözümü gereklidir. Mürit ya da taraftarlar, bu
çözümü sağlıklı yapamadığı için bir başkasının fikirleri ile belirlediği
kalıbın sınırlarını çiğneyemezler. Yani uygulayıcısı ve kölesidir. İster kabul
edin ister etmeyin, mürit veya militan gibi din veya öğreti kalıplarına bağlı
bilinçleri, köle bilinç olarak tanımlarım. Çünkü onlar, özgün ve özgür gibi
görünmesine karşın çevresi sıkı bir çeperle kaplıdır ve istenenin dışına
çıkamazlar. Beynimizin çalışma ilkeleri gereği bunun böyle olduğunu rahatlıkla
söyleyebiliyorum. Omurgalıydı, dik dururdu, şair duruşuydu,
dindardı, direnişçiydi gibi söylemlere inanmam; bunu söyleyenleri ve bunlarla
övünenleri çok basit bulurum. Bunu söyleyenler, kendilerinde olmayan bir şeyi
var göstermeye çalışan kişilerdir. Verili kalıpları kendi yararına gereç olarak
kullanan kişilerdir. Uzun zamandır kitap fuarları ve etkinliklerde, yazar ve
şairleri yakından izliyorum. Onlarca yıl ülkenin her şehrinden binlerce genç ve
aile yapılarıyla iletişim içinde oldum. Kahramanlık gibi algılanan bu tür
söylemlere koşut şair ve yazar görmedim bugüne kadar. Sanatçının dik duruşunu,
sanatında görebiliriz ancak; söylemlerinde değil. Bu yüzden en iyi şair, en iyi
şiir yazandır; en devrimci şair, en yeni şiiri yazandır; birilerinin kılıcını
kullanan değil. Birilerinin ürettiği düşünce üstünde fedailik yapan değil. En
iyi şiir yazan da şiiriyle, yaşama bakışıyla ve duruşuyla övünmez; bunları
okuruna ve geleceğe bırakır. Sanatta, özellikle şiir sanatında
magazinsel söylemlerden kurtulmak ve eleştiride dedikodu kültürünü yok etmek
için, uzun bir çalışma ve araştırmanın sonunda Şiir/Sanat Çözümleme Tekniği ve
Katman Edebiyat Eleştiri Sistemini ortaya koydum. Çok yeni bir teknik ve
ayrıntılı bir sistem, daha da geliştirilmesi gerekir. Bunlar, bilimsel verilere
dayalı çalışmaların sonunda ortaya çıkmış farklı ve yeni bir bakış açısı
gösterir. Tabii ki bunların anlaşılması ve kullanılabilir bilgi olarak ele
alınması, uzunca bir zaman gerektirir. Bu çalışmalardan sonra şairim veya
eleştirmenim diyen çoğu kimseye inanmıyorum. Yaptığı iş önemlidir benim için.
Metinlerine ve yaptığı sanata yazdığı şiire bakarım; dedikodunun dışına
çıkabilmiş mi, tarihsel bilgiye yeni bir şeyler katabilmiş mi, büyük abilerinin
söylemlerinden kurtulabilmiş mi, özellikle yaptığı iş öykünme mi, özgün mü,
diye. Biliyorum ki çoğu şair ve eleştirmen, geçmişin bilgilerini ıslayıp
ıslayıp önümüze sürerek bunları doğrulama ve paye kapma yarışındadır. Sanatın
içinde bu tür çabalarla var olma peşindedir dağarcığı dar olanlar. Abarttığımı
düşünmeyin lütfen, yazın dünyasına baktığımızda her bir sayfasında bu sıkı
çabayı görürsünüz. Şiir bildirilerinin hepsini (manifesto) ve
şiir yazılarının çoğunu, dikkate almıyorum. Şiirin biçimi, biçemi ve geleceği
bildirilerle belirlenemez. Şiirin biçim ve biçemini çağın güncel kültürü ve
bilgisi belirler. Yazınımızdaki şiir yazıları da şiire ve şaire çok şey katan
türden yazılar değildir. Şiir yazılarının çoğunluğu, sanat bilgisiyle değil,
şiir tarih bilgisiyle yazıldığından, öykünme ve yinelemenin ötesine geçmiyor.
Hatta şiirin içinde olmaması gereken konularla şiir sanatı, çok fazla meşgul
ediliyor ve anlamsızca yoruluyor. Yok mu iyi şiir yazıları; elbette var ama
parmakla gösterilecek kadar azdır. Siyasi görüşüm yok mu, elbette var. Çağdaş
dünyanın çağdaş değerlerle yoğurdu insanın dünyasıdır benim siyasi görüşüm.
Umarsız, çıkarsız, yararsız, salt insan için olan. Sağcıyım, solcuyum,
devrimciyim, faşistim, kapitalistim gibi kavramlar benim dağarcığıma
girmemiştir; bunlar, bana göre insanları yönetmek için dayatılmış düşünce
kalıplarıdır. Aidiyet duygusunu doğurmak için sahte anlam yüklenmiş
terimlerdir. İnsanı sınıflandırıp belirli kulvarda yürümesini sağlamaya
çalışmaktır. Kısacası üst akıl, kendi amacını gerçekleştirmesi için insanda
aidiyet duygusu oluşturup paye vererek onu bir köle olarak kullanmasıdır; bunun
adı; militandır, mürittir, yol arkadaşıdır, dava arkadaşlığıdır vs. Gereksiz
mi, hayır gerekli bir kurumdur, toplumsal döngüyü sağlamak için ama içinde
çıkara yer vermeden. Bu olası mı? Günümüzde ve güncel insan algısıyla böyle bir
siyaset olası değil, diye düşünüyorum. Yorum ve savlarım bir tarafa benzerlik
gösterdi diye, herhangi bir aidiyet çemberine hapsedilecek kadar sığ olmadığımı
belirtmek isterim. Doğruluk değeri yüksek olan neyse, odur. Aslında özgürlük
dediğimiz kavramın ne olduğunu biliyorsak eğer, çağdaş bilince sahip bir
insanın kendisini tanımlamak zorunda kalması, utanç verici bir durum olmalıdır;
ne var ki gerçektir. Doğruya doğru, olması gerekeni söyler yazarım. Kimin hangi
tarafta olduğu beni ilgilendirmez. Şiir sanatının duayenlerinin anlayacağı
şekilde söyleyeyim bunu: Tu kaka ilan edilmişin yanında yardakçı ya da duayen
kabul edilenin yanında yararcı bir çabam ve tutumumum olmadı, olamaz. Dilim,
bilim ve sanatın dilidir. Toplam bilginin çözümlenmesidir. Dikkat ederseniz
emeğe saygı gereği olmadıkça yazılarımın hiçbir yerinde tanınmış isim
kullanılmamıştır. Türk şiiri veya sanatında şu anlayıştan hemen
kurtulunmalıdır: Hiç kimse sizi elinizden tutup kürsüye çıkarıp adınızı
ünlendiremez; yaranmaya çalışmayınız. Hiç kimse, sanatınız iyiyse sanatınızı
sümen altına saklayamaz; kendinizi olduğundan farklı göstermeye çalışmayınız.
Bu tür beklentiler, aşılmalıdır. Dergilerde, gazetelerde, şuralarda, buralarda
kişiye yaranmak için ilginç tutumlar gördüm ki bunu dile getiriyorum. Şair ve
sanatçı bireydir ve en temel özelliği, kendisine, bilgisine ve sanatına güveni
olmasıdır. Değilse de böyle olmalıdır; aksi durumda sadece öykünür, sanat
üretemez. Bilim ve sanatın dışında, gerek öğreti
kalıplarıyla gerek inanç gerekleriyle yola çıktığınızda elinizden gelen ve
yapmak zorunda olacağınız şey, birilerinin aklına ve emirlerine hizmettir.
Gerçek bilgi ve yaşam gerçeğine ulaşmak için bilim ve sanatın dili dışında size
tarafsız bilgi veren hiçbir alan olmayacaktır. Kul olmanın düpedüz kişilik
teslimiyeti olduğunun ayırdında olmayan ve militan olmayı yaşamın yüksek değeri
sayan bir anlayışa, bunlar nasıl anlatılabilir ki? Söylediğim şeyleri, sözünü
ettiğimiz bilinçlere ulaştırabilmenin bir yöntemi var mıdır, inanın ben de
bilmiyorum. Zamanla insanımızda yüksek bilinç oluşacak ve illaki bunların
ayırdına varacaktır, diye ümit edip kısa keseyim. Her bireyin yaşama bakışı, beklentisi ve
düşünce biçimi farklıdır. Yaşadığı, gördüğü, deneyimlediği ve aldığı bilgi ile
bunlardan çıkardığı sonuç, farklı olacaktır. Aynı bilgiyi farklı biçimde
yorumlayabilir veya çözümleyebilirsiniz. Bunu yaparken her düşünceye kulak
vermek ve önyargıya saplanmadan tartışabilmek gerekir. Çözümleyici davranmak
gerekir. Çağdaşlığın temeli, bana göre düşünceye saygıdan başlar, insana
saygıyla taçlanır. İnsana saygı olduğunda pek çok sorun, kendiliğinden sorun
olmaktan çıkacaktır. Benim için insan her şeyin üstündedir; düşüncesi geçersiz
olsa bile. Sanat, ne dayatılan bir amacı
gerçekleştirmek ne toplumu düzeltmek ne de toplum düzenini düzenlemek için
yapılır. İnsanın yüksek değerlerini yüceltmek için yapılır. Amacı; neslin
sürekliliği için yaşam sevinci yaratarak insanı en güzele yöneltmektir. Ne
yazık ki şiir yazınımızda, şiirin özüne dokunan, şiir için önemli şeyleri
ortaya koyuyor diyebileceğimiz metin bulmak çok zordur. İçeriği; dedikodu,
genelleme, sataşma, hor bakma, yineleme ve övgü gibi magazinsel söylemlerdir.
Bu yüzden çalakalem yazılmış şiir yazılarını, şiire yüklenen görev ve abartı
yorumları dikkate almam. En çok yazı yazdığım konulardan biri de budur. Sanatçı, şair, yazar dostlarıma diyorum:
Gelin bir de benim gözümden bakmaya çalışın dünyaya, insana ve sanata. Nasıl
bir sanata ve nasıl bir insana varabiliriz, azıcık birlikte kafa yoralım.
Barışın, gerçek insan olmanın ve insanca yaşamanın, kısacası “tam insanın”
sırrı sanki burada duruyor. Ayrılmıştı, bölünmüştü, taraftı, devrimciydi,
faşistti gibi söylemlerle suçlanan insanların; suçlamayı bırakıp kişisel
aidiyet yanlışlarını onaralım. İnsanlığın; insanlığa hizmet eden bir bireyi
olarak yola çıkalım. Savaşla, şiddetle, sidik yarışıyla, dedikoduyla tarihten
bugüne kadar hiçbir sorun çözülememiştir. İnsanlığın geleceğini, bilim ve
sanatın yarattığı yüksek değerde aramak zorundayız; bundan ötesi söylenegelen
birer öyküdür. 5 Kasım 2020 Narlıdere/İzmir [1]
“Rastlantısal Anlam”, yapıt ve izleyici etkileşiminde düşünsel olarak
yaşanan mutlak bir süreçtir ve kuram niteliği taşır. “Saf Sanattan İnsana, Şiir
Çözümleme Tekniği ve Şiir Eleştirisi” isimli kitapta ayrıntılı açıklanmıştır.
(Rastlantısal Anlam Tabakası, Sayfa-268) [2] Özmen Y., “Bir Damla Suda Halkalar” Temren Yayn., Şubat 2018, “Büyüdükçe
Bir Daha Kırılıyor” isimli şiir. [3]
“Çağrışımsal İmgelem”, yapıttaki iletilerin çağrışımına
dayanarak okurun yaşamsal izlerine, zaman ve kültürüne bağlı daha farklı olay,
anlam görüntü ve örüntülerin zihninde oluşmasıdır. [4]
Anadolu Üniversitesi, Yeni Türk Edebiyatına Giriş-1 Ders kitabı. [5] Sanat bilimi; “Sanat Felsefesi, Sanat Sosyolojisi, Sanat Psikolojisi ve
Estetik Bilimi”nden oluşan bilgi disiplinidir. [6]
“Biçim, anlam, anlatım, ses, çağrışım, coşum ve
estetik” bir sanat eserinde olması gereken en az varlık katmanlarıdır. [7] Y.Özmen, Bir Damla Suda Halkalar, Temren Yayınları, 2018 [8] Hava yastığı ile su üstü ve karada hareket edebilen amfibi araç. [9]
İmgelem, edinilmiş zihinsel varlıkları tasarımlama ve bu tasarılardan yeni
zihinsel işlemler oluşturma yetisidir. “Saf imgelemi” zihnimizin, bağımsız,
çıkarsız, özgün, sınırlayıcı olmayan, dinsel ve ideolojik
sınırlayıcılıktan/bağlayıcılıktan uzak, insani, sosyal, kültürel ve doğa
değerlerini bağımsızca yorumlayabilme ve tasarımlayabilme yetisi olarak ele
alabiliriz. [10]
Aziz Nesin’in Bulgaristan’da bir etkinlikte
söylediği sözdür. Gazeteci Yazar Şair Okan Yüksel, sözün söylenişine tanıktır
ve tümcenin aslını bir toplantıda kendisi açıklamıştır. [11]
Katman; şiirde birbirine benzer belirli özellikleri fiziksel veya duyusal
nitelik veya niceliklerin bir arada bulunduğu bir yapı olarak kullanılan bir
terimdir. Örneğin ses veya anlam katmanı gibi… [12]
Katman; şiirde birbirine benzer belirli özelliklerin; içsel, dışsal, fiziksel,
duyusal nitelik veya niceliklerin, bir arada bulunduğu bir yapıyı belirtir. Ses
katmanı, anlam atmanı gibi… [13]
Çağrışım yelpazesi: Okurun çağrışımla ulaşabileceği en geniş anlam alanı. [14] https://www.iienstitu.com/blog/paradigma-nedir [15]
Bilgiler arası ilişki: Metinler arası ilişki, tarihsel bilgi, bilginin bilgiyi
açığa çıkarması ve bilginin teknolojiye dönüşümü gibi kavramları içine alan
bilginin işlem süreci. [16][16]
T. Mengüşoğlu, Felsefeye Giriş, Remzi Kitabevi, 11. Baskı, Ekim 2018 [17]
Olgu-olay, Bilme etkinliği [18]http://www.kosulsuz-sevgi.com/yeni-eklenen-mesajlar/albert-einstenin–kizina-mektubu/ Çeviren: Saffet Güler
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder