![]() |
Sanatsal Denemeler-3 Yaşar Özmen |
Sanat ve bilim, insanlığın ortak dilidir.
Barışın ve yaşanabilir dünyanın tek güvencesidir. Birbiri içerisindeki bu iki
alan, hiçbir gerekçeyle kirletilmemelidir.
SANATSAL DENEMELER
Yaşar Özmen
Sayısal Sürüm-1
Mart 2021
ISBN:
978-605-74589-2-6
Kapak ve Kitap Tasarım: Yaşar Özmen
1964 yılında Eskişehir’in Mihalıççık ilçesi Kızılbörüklü köyünde doğdu. 1989’da Kara Harp Okulu Makine Mühendislik bölümünü bitirdi. 2007 yılında Selçuk Üniversitesi’nde Yönetim Organizasyon konusunda yüksek lisans yaptı. 2014 yılına kadar yöneticilik ve bilgi yönetimi konusunda değişik görev yerlerinde çalıştı. TSK’dan 2014 yılında emekli oldu. Bilgi yönetimi, iş sağlığı ve güvenliği, gayrimenkul değerleme gibi özel uzmanlık alanlarına sahiptir. Sanat felsefesi, yazın, fotoğrafçılık, resim ve şiir gibi sanata yönelik konularda kurs ve çalışmalarını sürdürmektedir. 2011 yılından beri sanat bilimi, dil bilimi, resim, öykü ve özellikle şiir üzerine çalışmalar yapmaktadır.
Yayımlanan
Kitapları:
Bir Damla Suda Halkalar, şiir
kitabı, 2018, Temren Yayınları.
Saf Sanattan İnsana, Şiir Çözümleme Tekniği ve
Şiir Eleştirisi, sanat çözümlemesine yönelik kuramsal kitap,
2018, Trend Yayınları.
Umut Bekler Bizi,
Görsel-Sayısal Şiir Kitabı, Mayıs 2020, (e-kitap)
İmgelem-İmge-İmgelem (Denemeler-1) (e-kitap) Vedat Günyol 4. Deneme Yarışması Seçici
Kurul Özel Ödülü, Mayıs 2020
Şiir/Sanat Çözümlemesi (Denemeler-2) (e-kitap) Mayıs 2020, Homeros Edebiyat Ödülleri 2020
Bir Şiiri İnceleme dalında “Turgut Uyar’ın ÜÇYÜZBİN Şirinin İncelenmesi”
üçüncülük ödülü alan inceleme bu kitaba alınmıştır.
UMUT isimli
şiiri, Güncel Sanat Kaygusuz Abdal 11. Şiir Yarışması Seçici Kurul Özel ödülüne
uygun görülmüştür.
ŞİİR SARNICI (E- DERGİ)’nın,
kurucusu, editörü ve yöneticisidir.
Sardunya
Zamanı Şiir Seçkisi, Türk Dünyası Şiir Seçkisi, Şiir Kalbimizde Şiir Seçkisi ve
Nar Öykü/Şiir Seçkisi’nde yer almıştır. Deneme, makale, öykü ve şiirleri, yazın
dergileri ile diğer yayın ortamında yayımlanmaktadır. 06 Mart 2021
Giriş………………...…….…………………….………………….6
Neden Sayısal Kitap (e-kitap)…….…….…………………………8
Kısa Kısa Deneme Deneyelim-1..................................................11
Kısa Kısa Deneme Deneyelim-2………………………….………18
Kısa Kısa Deneme Deneyelim-3..................................................22
Kısa Kısa Deneme Deneyelim-4………….…………….….…....26
Kısa Kısa Deneme Deneyelim-5………….……………….…...…30
Kısa Kısa Deneme Deneyelim-6…………………………......……36
Kısa Kısa Deneme Deneyelim-7...………………..………….…....41
Kısa Kısa Deneme Deneyelim-8...…………….................................47
Kısa Kısa Deneme Deneyelim-9………………………….…………53
Kısa Kısa Deneme Deneyelim-10………………………….…………60
Kısa Kısa Deneme Deneyelim-11………………………….…………65
Kısa Kısa Deneme Deneyelim-12………………………….…………72
Eleştiri ve Eleştirinin Eleştirisi………………………......................79
Anlatım Katmanı………………........................................................86
Özgür ve Özgün Sanat………………………....................................93
Herkese Yetecek Kadar Söz Var………………………………..........98
Genellemelerle Boğmayın Şiiri……..….………..............................103
Bilgiye Duyarsızlık………………………………………………….106
Yanlışı Yanışla Düzeltmek………………….….……………….....111
Issız Şiir……………………………………………………..……114
Şiir Yazıları………………………………………………………120
Klasik-Modern-Postmodern-Çağdaş-Evrimsel Sanat…..….….….123
Homeros Edebiyat Ödülleri 2020’nin Değerlendirmesi..…............137
Madımak Yangını Büyüyor...………. .…..… .................................143
Türk Şiiri
mi, Türkçe Şiir mi?........................................................146
Şiir
Ölüyor mu?................................................................................150
Paradigma
Değişimi………………………………………………153
Kendimi Yazayım Bari…………………………………………...159
İnsanlık, dünya tarihindeki en rahat ve en teknolojik zamanını yaşıyor. Bulunduğumuz zaman; savaşların, afetlerin ve salgınların en az yaşandığı, ölümlerin nüfusun oranına göre çok düşük olduğu bir zaman dilimidir. Gerçeği, bilgi ve onun gücünde bulacağını gören insanlar başarmıştır bunu. Şanslı bir kuşağız. Belki bizimle birlikte birkaç kuşak daha iyi zamanlarını yaşayacak ve günümüzde başgösteren korona-virüs salgını gibi daha başka salgın, afet ve ölümcül savaşalara gebe kalacaktır dünya.
İnsan, havadaki
oksijen oranının yalnızca %19-%22 arasında olması durumunda yaşamını
sürdürebiliyor. Günümüzün teknolojisi, oksijen oranlarını kolaylıkla
değiştiribilecek olanak ve yeteneğe sahiptir. Bunun yanında dünyayı birkaç
günde yerle bir edebilecek silah teknolojisine…
Zaten doğal yaşamı
yavaş yavaş öldürüyoruz. Teknik üstünlüğün kötüye kullanıldığını düşünürsek
tehlike, düşleyemeceğimiz kadar büyüktür. Bu yüzden, gerçeği bilgide bulacağına
inanan ve bu bilgiyi en yararlı şekilde kullanabilecek duyarlı insana, yatırım
yapmalıyız. Seven ve olumlu duygu taşıyan insana varmalıyız. Sevgi dolu insana
varmak için en etkili yöntem, sanat ve sanatsal ortamın etkin olmasıdır, diye düşünüyorum. Denemelerimin, magazinsel
söylemler yerine sanata ve sanatın ayrıntısına yönelik olması bundandır. Ara sıra
tırmalıyorum güncel olayları ancak bilindiği gibi durum sanıldığından kötü. Bu
tümce, tarihe yazılmak üzere not olsun. Düşündüğünü yazmaktan korkar duruma
düşürülmüş toplumlar, toplam aklıyla sorun yaşıyor demektir.
Kitabımın adını, Sanatsal
Denemeler koydum. Türkçe; konuşma ezgisiyle, dilbilgisi yapısıyla,
kavram-terim-sözcüklerin biribirini doğurabilme yeteneğiyle, köküyle, ekiyle,
oldukça güzel bir dil. Hareket, olgu, olay, duygu durumu gibi bazı yerlerde
boşluklar olabiliyor. Eklemli bir dil, kabul ediyorum ancak beynin en az
veriyle anlamlandırma yeteneğine karşı anlatım kolaylıklarının geliştirilmesi
gerekir. Neyse bu derin bir konu, iyisi mi çok ayrıntıya girmeyelim. Ayrıca bazı
durumlarda eski kavram, terim ve sözcükleri kullanmak zorunda kalıyorum. Yenileri,
istediğimiz derin anlamı doğuramıyor. Örneğin biat sözcüğü yerine. Veya sanatsal
denemeler dediğimizde, sanat içerikli
denemelerden mi, yoksa sanata yönelik denemelerden mi söz edilmektedir? Sanata
dair diyebilirdim; dair, sözcüğünü sevmiyorum. Ne yapmalıyım?
Her ne kadar önsöz
yazıyor olsam da sınır ve kurallar olmasın istiyorum; gönlümce yazabileyim.
Denemeyi, koşulsuz olduğu için seviyorum. Öyle gibi de öyle değil işte. Deneme;
deneyim ister, felsefî derinlik ister, sanat bilgisi ister, yaşam bilgisi
ister, farklı görmeyi ve duymayı ister. Çoğunluğun yaptığı gibi magazinsel
şeyler yazacaksam kağıda yazık olur, okurun zamanına yazık olur, diye
düşünürüm.
Denemelerim, sanata yöneliktir. Eğri oturalım ve doğru
konuşalım. Günümüzdekiler gibi taraftarlık, sadakat ve biat temelli işler benim alanım
değil. Bilim ve sanat, insanlığın ortak dilidir. Bunlar ne diyorsa o. Ortalarda
dolaşan bilgilerden derleme değil yaptığım iş. Uzun bir yolculuğun kısa
duraklarıdır. Amacım, sorgulayıcı bir yaklaşımla, sanat bilimi ve şiir
sanatının ayrıntılarını sanatseverlerin bilgisine sunmaktır. Türk sanatı ve
Türk şiirinin, özellikle sanat felsefesinin; söylemlerden kurtarılıp
çağdaş ve evrensel değer üretmesine
katkı sağlamaktır.
Denemenin kısasına
merak sardım son günlerde. Neden biliyor musunuz? Uzun metinleri okuyamamak
gibi bir sorunumuz var artık. Günümüz teknolojisi ve hızı, böyle bir sorun
yarattı. Bu nedenle olabildiğince kısa deneme denedim. Şöyle bir göz atarsınız.
Okumasanız bile sayfayı açıp kapar gibi yaparsanız yeterlidir; günümüz
istatistiki verileri böyle tutuluyor. Tüm zamanlardaki okurlarıma saygılarımı
sunarım.
1 Mart 2020
Narlıdere/İZMİR
NEDEN SAYISAL KİTAP (E-KİTAP)?
İki sayısal (e-kitap) deneme kitabı ve bir görsel-sayısal
şiir kitabımı, sanal ortamda yayımladım. İmgelem-İmge-İmgelem isimli kitabım,
Vedat Günyol IV. Deneme Yarışması Seçici Kurul Özel Ödülü’ne uygun görülmüştür.
Buna karşın matbaalara veya yayınevlerine basılması için göndermedim. Okuduğunuz
kitap, dördüncü sayısal kitabımdır. Yazar-şair-yayıncı ve okur olarak sayısal
kitaba ve bunun uygulamasına hazır olmadığımızı biliyorum. Yayıncılığı rahatsız
eden bir durum olduğunu da. Bunun yanında eski alışkanlıklarını bırakamamış
bazı yazar-şair dostlarımızın, bundan rahatsız olduklarını gözlemlerimden
anlıyorum.
Bu gelişmenin gelecekte alacağı durumu kavrayamayan
dostlarımızın bir kısmı, sayısal yayına uzak durmaktadırlar. Gerekçesi
kendilerini ilgilendirir. Hepimiz biliyoruz ki basılı kitabın, derginin,
gazetenin yerini hiçbir şey tutamaz; bizim anlayışımıza ve alışkanlıklarımıza
göre. Ne var ki kazın ayağı öyle değil artık, yüzer gezer. El kadar
bir aygıt, içinde milyonlarca kitap taşıyabiliyor ve bir tıkla o yayınlara
erişebiliyorsunuz. Yolda, kafede, kuyrukta her durumda ve her zaman, cep
telefonu veya okuma aygıtlarıyla okuyabiliyorsunuz. Bu durumda, geçmiş olsun
kitap kokusu alışkanlığınıza. Zamanla yarışan bir kuşak, elbette elinin
altındaki sistemi tercih edecektir. Ben bile çok uzun zamandır elime
ansiklopedi ya da sözlük almadım. Sözlüklerin yapacağı işi bilgi sunar
ortamında bir tıkla anında yapabiliyorsunuz; sayfa çevirmekle neden zaman
kaybedeyim?
Kitap dünyasının, yazarına bir getirisi olmadığını
hatta götürüsü olduğunu hepimiz biliyoruz. Emek benden yemek başkasınaysa bu
sistemin sorgulanması gerekir. Çözüm üretilmesi gerekir. Gelişmiş toplumlarda
en değerli şey, emek ve onun korunmasıdır. Yaşadığımız toplum ve ortamda böyle
bir değerden ve onun korunmasından söz edebilir miyiz? Ne yazık ki söz
edemiyoruz. Öyleyse buna karşı bir çözüm üretme yoluna gitmeliyiz. Yazarlar
sendikası, derneği veya diğer meslek kuruluşlarından konuya ilişkin bir sonuç
bekleyecek kadar da düş gören bir insan değilim. Devletin yasama ve uygulama
biçimi gereği, bu tür bir soruna kısa sürede çözüm üretebileceğini düşünmüyorum;
toplumsal olarak sayısal kitaba karşı ortak bir tepki yoktur ki yasal düzenleme
olsun. Dilerim bu teknolojinin altyapısı bir an önce hazırlanır ve yasal
düzenlemeleri gündeme gelir.
Araştırıyorum, okuyorum, emek verip yazıyorum, buna
karşın bir karşılık beklemiyorum. “Bu kitabı okumak istiyorum ama alacak param
yok” diyen bir öğrencinin/okurun okuma isteğine biraz olsun katkı sağlamış
olmak güzel bir duygu olmalıdır. Ego tatmini dediğimiz deyim, yararlı bir
durumda karşılık bulsun istiyorum. Sanatın öz-içerik ve biçimine ilişkin yeni
şeyler söyleyebilecek altyapıya ulaşmışsam bu bilgimi gelecek kuşaklara
aktarmak için kalıplaşmış yöntemlere başvurmak zorunda değilim. Emeğe saygısız
bir pazarın vitrinlerinde bulunmak istemiyorum.
O demiş, bu koymuş, burası sıradanmış, bu dergi
vasatmış, burası şair-i azam makamıymış, burası ünlülerin locasıymış gibi
sınıf, ün, protokol, ritüel ve düzey saplantısı; bende yoktur. Bu tür duruş
kuruntuları, endüstriyel ve ideolojik saplantıların yarattığı uydurma egemenlik
törenleridir. Sanatçının egemenlik kaygısı olmaması gerektiğini
düşünenlerdenim. Çok yerde yinelediğim gibi bir kez daha aynı tümceyi
kuruyorum: Altının ayarı, durduğu rafa göre değil, kendi saflık dercesine göre
belirlenir. Bu nedenle, yararlı ve iyi bir sonuç üretecek her işin içinde
bulunmak isterim.
Maksat yararlı
bir şeyler ortaya koymak ve insanlığa sunmaksa işte bir yöntem de sayısal
kitaptır. Ben bunu deniyorum, böyle düşünüyorum. Kitaplarımın, söylendiği gibi
ucu bucağı olmayan sanal dünyada kaybolacağını da düşünmüyorum. İyi bilgi,
sümen altına sığmaz; geleceğini kendisi kurgular.
Kim ne derse desin, kim nasıl bakarsa baksın,
gelenekten aldığım mantığın doğruluk değerinin yüksek olmadığını; halihazırdaki
yayın sisteminin uygulanabilirlik durumunun sorgulanması gerektiğini; okuma
oranının çok düşük olduğu ülkemizde okurun kitap satın alma tutarının
azaltılmasını; okumak isteyene her tür kitaba ulaşmakta kolaylık sağlanmasını; düşünenlerdenim.
Bu nedenle okuduğunuz kitabımı, sayısal kitap olarak yayımlıyorum.
Not: Yaşama, sanata ve insana bakışımı açıklayan bir
deneme olduğundan “Kendimi Yazayım Bari” isimli denemeyi kitabın en
sonuna aldım. Merak ederseniz denemeyi kitaba başlamadan önce okuyabilirsiniz.
Yazılarıma olumlu duyguyla yaklaşmanız için rehber olabileceğini düşünüyorum.
Saygılarımla
Mart 2021, Narlıdere
KISA
KISA DENEME DENEYELİM-1
Her şeyin kısası var uzunu var, incesi var
kalını var, ağırı var hafifi var; kısacası kendini niteleyen sıfatları var.
Örneğin öykünün bile kısası var; hatta afili olsun diye “küçürek” öykü
deyivermişler adına. Yabana atmamak gerek aslında bu ad cuk oturmuş. Kavramlara
değil, sözcüklere takılan bazı kafataslarımız, bu ismi pek beğenmiyorlarmış.
Halbuki ne güzel, yeni bir sıfat üretilmiş. Neyse konuyu dağıtmayalım: Kısa
öyküden çağrışımla, denemenin neden kısası olmasın dedim kendimce. Kısa deneme,
denemeye giriştim hemen. Hani deneme öykü gibi de değil; daha özgür bir endama
sahip. İçerik kaygısı yok, kapsam kaygısı yok, biçim kaygısı yok, anlatım
kaygısı yok, doğruluk kaygısı yok; at atabildiğin kadar yazınımızdaki şiir
yazıları gibi. Genelle gitsin. Nasıl olsa çok kişi inanıyor, beğeniyor,
paylaşıyor, alkıştan bir de elleri acıyor. Şuraya bakın; denemede eleştiri de
yapabiliyormuşuz. Neyse örnek olması için yazılabilecek en kısa denemeyi kısa
kısa deneyelim…
Deneme, deneyime gönül eğlendirmektir; ne
deneme tahtası ne de bilginin kâhyasıdır.
EN KISA DENEME-2
Gündelik yaşamın normal ölçü ve ağırlıklarını,
tereyağından kıl çeker gibi başkalaştırdık. Ne kadar da ustayız; iş bulamayan
çocuğumuzu çok çalışmamakla suçlayıp üzerimizdeki yükten kurtulduk örneğin.
Şiir kitabını okurken tek bir ses duymalıyız;
şairin sesi. Şairle kafa kol olmalı ve telaşlı dünya aradan çekilmelidir. Öyle
olmuyorsa okumayın! Serin bir kavak gölgesinde uyuyun, başınız ağrımaz. Ya da
kısa kısa deneme okuyun.
‘Benim yaşadığım zamanda dolu dolu öyküsü olan
öyle yazarlar, şairler vardı ki yakından baktığımızda kendileri içlerinde
yoklardı…’ Dostlar bu tümceyi okuyabilir misiniz bilmiyorum ama bu, edebiyat
tarihinin bir gerçeğidir. Hem de Türk yazınında acının en acısı acınası bir
gerçek… Bu tümceyi bir kenara not ediniz; anlamına ulaştığınızda fazla söze
gerek olmayacaktır.
Yazdığınız şiirin, öykünün, çizdiğiniz resmin,
anlattığınız masalın; sağında, solunda, önünde, arkasında yoğunlaşmanıza engel
olacak hiçbir dış etkene izin vermeyiniz… İster gerçek ister gerçeküstü ister
soyut ister somut ister sanal ne yazarsanız yazın, temel kural kendi iç
dünyanızdır; safsatalara izin vermeyin.
Kimsenin, kimse için bir şey yapma çabasının
olmadığını deneyimlerimden biliyorum. Sanatçıyım, şairim, ressamım diyenlerin
sanat adına bir şey yapıp yapmama konusunu sorgulamaya çalıştım. Özellikle
sosyal medyadaki tutum ve ilişkileri gözlemledim. Bunun yanında sanatçılar ve
sanatseverler üzerinde gözleme dayalı sosyal deneyler yaptım. Sonuç gerçekten çok kötü: Pek çok kişi; sanat
adına, şiir adına, yazın adına diyerek duyarlılıklarını sayfalara döküyor;
etkinliklerde sızlanıyor; çevresindekileri şiire/dile zarar vermekle suçluyor
hatta mangalda kül bırakmıyor. Gel gör ki sanat için bir şey yapmalarından
geçtim; prestij, popülarite, statü sağlamayan ortamlarda görünmezliğe
bürünüyorlar. Kendileri için olanın dışında, hiç mi hiç yoklar oralarda. Üstelik,
Z kuşağının alaya alacağı kadar bağnaz tutum sahibi ve düşün yoksulları…
Bu, sosyal deney ve gözleme dayalı somut bir
tespittir; kızmayalım insanoğulları. Sakin kafayla durup aynaya şöyle bir
bakalım; sonra kısa kısa deneyelim…
Şiirde öne çıkarılması gereken konu bana göre
şunlar olmalıdır: İlk dizeden sonra gelecek dizeleri okur tahmin edememeli,
sıradan söyleyiş dışına çıkılmalı ve anlam yelpazesi oldukça geniş
tutulmalıdır. Örneğin sevgiden söz ederken bir anda hüzne götürmeli, kadından
söz ederken bir anda ona benzetilen bir canlının sıra dışı doğasına
yönlendirmeli okuru. Söyleyiş kıvraklığı ayrı bir güzelliktir; anlatımın
inceliğidir. Bunun yanında dizeler arası kıvraklık ve şaşırtıcılık da etkin
kullanılmalıdır. Söyleyiş biçimi ve söz tamlamaları, sıradan, eskitilmiş,
günlük dildeki kullanımları aşmalıdır. Değinmece, değişmece, benzetme, sapma ve
alışılmadık bağdaştırmalarla söyleyiş güçlendirilmelidir. Okurun zihni yerden
yere vurulmalıdır. Kolay iş değil; birkaç yıl çalışıp iki-üç yüz şiir yırtıp
attıktan sonra belki. Kısa kısa denenmelidir.
İŞTE
BÖYLE
Evlerinden koparılan insanlar tusunami
gibidir; hangi boşluğu dolduracağı rastlantısaldır. Güvenli coğrafyalar topun
ağzındadır. Amerika ve Avrupa, Irak’a saldırırken ve Arap baharının temellerini
kurgularken düşünmeliydi bunları. Asıl ilginç olansa şudur: Irak krizinde
ülkemizin yaşadığı sorunlar ve kaybı, bilinmesine karşın Libya, Mısır ve Suriye
gibi sonradan yaşanan krizlerde de aynı yanlışa düşülmesi düşündürücüdür. Bu
araştırılması ve incelenmesi gereken çok boyutlu bir konudur. Aynı yanlışı
ikinci kez yapmak nasıl ola ki… Kısa kısa denenmelidir.
Şiir, duyarlılığın aşırı uçlarında gezinmeyi
seven dil sanatıdır. Duyarlılığın iliklerine sızabilmeyi ve aklın şakulüyle
oynamayı sever. Severken de aklın burçlarına saldırmak zorundadır. Aklı
sarsmalıdır. Hani derler, “Kalbinden vurdu.” Aklından vurduğunda kalbinden de
vurmuş oluyorsun ya ben o nedenle aklından sözcüğünün tercih ettim… Kalp, salt
duyguyu, akıl ise tüm düşün sistemini (duygu dahil) içerir; böylelikle küçük
bir bilgi de sıkıştırdım araya, iyi mi? Ayrıntılı düşününce böyle durumlar
çıkıyor; kısa denemenin tek sıkıntısı, böyle durumlarda hacmi sınırlıyor
olması. Kısa kısa deneyelim.
Şair, yazar, ressam, akademisyen, sanat
düşünürü, kısacası sanatçı dostlarım; gerek dergi gerek gazete gerek
kitaplarınızda veya sosyal medyada hiçbir bilimle karşılaştırmadan lömbür
lömbür atıp paye kazanma kaygısında olanlarınız çoğunluktadır. Bu çoğunluk;
“Bak sevgili dostum burası böyle değil”, dediğimizde, hakaret edildiği
varsayımıyla olası tüm silahlarıyla üstümüze saldırıyor. Bu nasıl bir
çağdaşlık, bu nasıl bir mantık; bu nasıl tartışma kültürüdür? Sorgulamanın
temel ilkesi, her soru ve her eleştirinin mutlaka bir dayanağı var,
varsayımıdır. Bu, sanat insanı olmaktır;
bu, bilgiye ve karşıt düşünceye saygıdır; bu, çağdaşlığın temel ilkesidir;
anlamakta güçlük çekiyorum. Dostlarım, size dayatılmış bilgilerin esaretinden
kurtulun artık, size dayatılan öğretilerin kalıbından kurtulun artık; en
azından her insanın farklı düşündüğü varsayımına dayanarak… Beyniniz var, donanımınız Orta Çağ
insanından kat be kat güçlüdür; bilgi her yerde ve bilgiyi kullanmanın
yöntemleri var; azıcık çaba, azıcık mantık; başka bir şeye gerek yok. Aristo
senden çok şey bilmiyordu; Marks ve Hegel de… Sadece çağının bilgisi oranında
düşünüp inceleyip araştırıp sonuç çıkardılar… Yaşadığın çağın bilgisi, onların
çağının bilgisinin milyon katıdır. Azıcık kendi bilgine güven, kullan; bu bilgi
buraya oturuyor mu diye kısa kısa dene lütfen.
Kısa kısa deneyelim.
Kısa öykü olur da kısa deneme niye olmasın!
Kısa öykü kısa deneme derken aklıma geldi birden. Bir yazar/şairimizin kısa
öykü anlatımına rastladım sosyal medya kanalında. Anlatımının son tümceleri:
“Kısa öykü iktidar sevmez; iktidar da kısa öykü sevmez, bu nedenle kısa öykü
politik bilinci zorunlu kılar” dedi. Önce şaka mı yapıyor diye düşündüm. Şaka
değildi, kararlılıkla söylüyordu. Düşünce düşüncedir; düşündürücüdür. “Rabbim
Clevland dedi” şakası aklıma geldi. Zıt kulvardan sürümlü benzer bir tümce.
Haşhaş ekimi de yasaklandı ülkemizde ama yasaklanmadan öncekiler çok etkiliymiş
demek ki hâlâ sürdürüyor etkisini… BKM’deki çocuklar duymasın, öyle bir alaya
alırlar ki Clevland şakası gibi yıllarca belleklere yapışıp kalır. Z kuşağı da duymasın hani. Hatırlı bir mizah gereci
tümce; edebiyat tarihi üzülür. Kısa kısa deneyelim.
Türk edebiyatında ciddi bir sıkıntının
varlığını; tartışma, metin, yorum, gözlem, inceleme ve okumalarımdan
anlayabiliyorum. Edebiyatı, ilgi ve etki alanı dışındaki şeylerle oyalamayı
öyle güzel başarmışlar ki bu, ayrıntılı incelenmesi gereken bir görüngüdür.
Okur oranı yüksek bir edebiyatçı bile ipe sapa gelmez şeyler savunuyor ki sanki
edebiyata yeni bir tanım getirmişler de bizim haberimiz yok. Anlamsız şeylerle
gerçekmiş gibi oluşturulan düşünce kalıpları, kırılıp atılabilecek türden
değil. Algı, anlama ve düşünme süreci, gerçekte olmayan şeylerle ya da mantık
dışı kabullerle değiştirilmiş. Neyin neyle ilgili olduğunu, neyle ilgili
olmadığını, bilgi çağında bile anlatamıyorsunuz; anlama yeteneği fabrika
ayarlarına dönmüş. Bilgi yorumu ve işleme yetisi elinden alınmış. Bu, öğreti ve
inançların yazarlar üzerinde kurduğu geleneksel hegemonyadan başka bir şey
değildir. Doğru düşünebilme yollarında yürümek için, çok ama çok zamana
ihtiyacımız var. Çok ama çok dönüşüme, değişime ihtiyacımız var. Acilen
kalıplardan kurtulup bilim, bilim, bilim diye analitik bilgiyle yollara
dökülmeliyiz. Basmakalıp duvarları yırtmayı kısa kısa denemek gerek.
Şiir her ne kadar bireysel bir çıktı olsa da
her şiiri, toplum aklının dışavurumu olarak okumak gerekir. Bir toplumun;
bilimi, felsefesi ve teknolojisi bağımsız değilse, başka yerde yapılanlardan
aktarma ve kopyalama şeklinde sürdürülüyorsa, şiiri de bundan farklı olamaz,
öyküsü de. Kültür varlıkları, ürettiğimiz toplam değerlerimizdir; bunlar da
toplam aklımızın gücüyle doğru orantılıdır. Madem ana konumuz şiirse şiir
sanatından örnek verelim. Şiir sanatına yönelik onlarca yazar, şair, eğitimci
ve sanat düşünürü arasından bir tane gösterir misiniz; şu kuramı tespit etti,
şu yeniliği yaptı ve dünyada adı anılıyor, diye. Akademik çevreler de aynı
durumdadır; atlamadım prof abilerimizi. Aktarma, genelleme, doğrulama, izleme,
öykünme, hayranlık… Ne yazık ki durum budur dostlar. Kızmaca yok. Kısa kısa
deneyelim.
YAŞLI
DÜŞÜNCE
“Z” kuşağının en genç kısmı var ya şu kimsenin
takmadığı, “Z” kuşağı denen yeni yetmeler. Aha işte onlar, olduğundan farklı
gösterilen tüm yalan dolanı anında yakalıyorlar; olaylara objektif ve daha
bilimsel yaklaşıyorlar. Daha özgür ve özgün düşünüyorlar; metazorik eğitimle
yetiştirilen bir kısım genç hariç. Yaşlı düşünce[1]den
aşırı rahatsız oluyorlar… Bu bir kuşak kopması değil kanımca; yaşlı düşüncenin,
kabuğunu kırıp özgür ve özgün biçimde düşünemeyişinin altında yatan engeli
kırıp atamamalarına anlam veremeyişlerinden. Dünya gerçekliği ile insan
gerçekliği arasındaki basit ilişkinin neden sorun haline dönüştürüldüğüne anlam
veremediklerinden. İyi, güzel, özgün, özgür ve mutlu yaşama kültürüne sahip
olmayan kuşağın dayatmalarına zorunlu bırakıldıklarından. Yaşlı düşünce,
sorgulanmayı ve yargılanmayı artık kabul etmelidir; görmelidir ve buna göre tutum
geliştirmelidir. Yaşam, doğrularınızı sayısal kalemle karalıyor artık.
SANAT/ŞİİR
ÇÖZÜMLEMESİ
“Sanat eseri, ontik bir bütündür ve integral
yapıya sahiptir[2].” Yapıtı, daha özelde şiiri, ontik (varlıksal)
bir bütün kabul edersek ki öyle, nesnel ve duyusal varlıklardan oluştuğu
sonucuna götürür bizi. Yapıtı oluşturan katman[3]ları,
yapısını, özeliklerini ve birbirleriyle olan ilişkilerini; bir sistem dahiline
çözümlemek durumunda kalırız. Bunu yaparken nasıl bir yöntem izlemeliyiz? Öznel
mi, daha ele alınabilir başka bir yöntem mi tercih edilmelidir? Öznel inceleme,
çözümleyicinin ya da eleştirmenin sanatsal deneyimi, dünya algısı, inanç ve
değer yargılarına bağımlıdır. Örneğin şiiri; kuramsal şiir bilgisi, dilin
özellikleri, sanat felsefesinin öngördüğü sanatsal yaklaşım ve estetik
biliminin öngördüğü bakış açısıyla ele alıp incelersek kanımca daha nesnel ve
bilimsel yönteme ulaşırız. Bu değerlerle şiiri incelediğimizde, çözümleyicinin
öznel yargılarını daha azaltırız ve estetik yargımızı, ayakları yere basan
bilgiyle destekleme olanağımız olur. Bir şiiri değerlendirirken sanatsal
tecrübe ve dünya algısına bağımlı öznel yargı olmak zorundadır; ancak nesnel
yargıyı baskın kılmak daha güvenilir sonuca götürür.
İkinci konu, yapıtın integral yapıya sahip olmasıdır.
İntegral yapı, yapıtın yapısal ve duyusal varlıklarının tanımlanabileceğini,
hesaplanabileceğini, çözümlenebileceğini ifade eden matematiksel bir kavramdır.
Matematiksel ayrıntısına girmeyeceğim ancak yapıtı, belirli bir yöntemle
çözümleyebilirsiniz, değer biçebilirsiniz, ölçebilirsiniz anlamında bir
terimdir.
İşte bu iki kavramın uzamına yaslanarak,
katman yöntemiyle Şiir Çözümleme Tekniği[4]
ortaya koydum. Bu teknik hem yapısal hem de duyusal alanları inceleme
yeteneğine sahiptir. Dinamik bir tekniktir. Katman yöntemiyle çalışır. Aynı
zamanda her sanat türünü çözümlemek için kullanılabilir.
KISA ÖYKÜ MÜ, KISA DENEME Mİ?
Masum bir soru sormak istiyorum kendime.
Yazın bilirkişileri konuya karışabilir (müdahil olabilir). Aşağıda okuduğunuz
bölümce (paragraf), kısa öykü mü yoksa kısa deneme mi? Bunun ayrımını nasıl
yapmalıyım?
Günlerden 15 Temmuz’muş.
Hizan’a, Menemen'e, Sivas'a oradan da Silivri’ye kısa bir gezinti yaptım.
Çankaya!... Oh oh Seyran Bağları ne güzel!
Hele çiftlik, olamaz böyle bir öykü. Değişimin değişmezlik kuralına
karşın aynalı çarşı aynıydı. Aşağı tükürsen sakal yukarı tükürsen bıyık; “Öküz
ölmeden ortaklık bozulmaz” dediler. Sustum…
İşte böyle bir şey; ayrımı zor konular
gelip bulur illaki düşünen insanı; tıpkı bölümcedeki konu gibi…
KISA KISA DENEME DENEYELİM-2
ÇEREZ BİLGİ
Sayısal teknolojinin okuru çerez bilgilerle anlık
ödüllendirmesi, bilgiye kolay ve hızlı erişim; beynimizi daha önemli bir
sorunla karşı karşıya getirdi: Hazıra alışkanlık. Dikkat ederseniz çoğumuz uzun
yazıları okuyamıyor. Derin yazıları okumaktan kaçınıyor. Çerez bilgi ve kısa
yazı, günümüzde okur için ödül niteliği taşıyor. Hap gibi gör geç. Uzun
yazılarsa zaman harcanmaması gereken angarya. Madem öyle ben de uzun değil,
kısa deneme yazacağım. Öykünün kısası var da denemenin kısası neden olmasın?
Kısa olsun da çerez bilgi olmasın, önemli olan budur kanımca.
Denemelerde hep şunu aramışımdır: Okuduğum
metin; insan, yaşam ve kültürel değerlerden süzülmüş bir parmak bal çalsın ruhuma.
Bilmediğim, değmediğim, fark etmediğim bir durum-duygu-anlamı, çıkarıp
göstersin. Çok ender karşılaşıyorum öylesine. Deneme kısa olursa daha mı öz ve
etkin olur, diye düşünüyorum. Beklentimi kısa denemelerde deneyeceğim. Denemek
başarmak değildir; kısa kısa deneme deneyip göreceğim, bir parmak bal tadı duyacak
mıyım?
Şair öykü ve ritüellerinin kıçına teneke
bağlayıp kuru alkış tutanları, çok dikkate almamak gerek; onlar, boşa atan avcı
gibi akşam hüznüyle evine dönerler.
Türk şiirinin en
önemli sorunu nedir diye sorsalar, düşünmeden: “Türk şiirinin temel sorunu,
Türk şairinin kendisidir.” diye yanıtlardım.
Estetiğin doğuma hazırlandığı rahim, kişisel algı ve yargının özgünlüğü ile
ortamın özgürlüğüdür. Şiddetin bulunduğu yerde özgünlük ve özgürlük olmaz.
Şiir veya herhangi bir yapıt, okurun/izleyicinin duygu
durumunu olabildiğince yüksek düzeyde hareketli tutma amacı taşımalıdır. Bunu
yapmayan ve duyguyu etkisi altına alamayan yapıt, sadece var olan bir yazı veya
nesnedir.
Dilsel şiddet, maytap geçmeden başlayıp küçük düşürme ve sözlü saldırıya,
hakaretten küfre kadar varan konuşma dilidir. Bir başkasını incitmeye, onun
duygularını ve saygınlığını ezmeye yönelik sözlü eylemler bütünüdür.
Sanat;
gerçek, gerçeküstü ve sanal uzamı kullanabilmesine karşın sanat bilgisi, daha
mantıklı ve aklı esas alan bir yaklaşımda olmalıdır. İşin doğasını ve aklın
gösterdiği gerçek dünyayı tam anlamıyla içselleştirmeden gerçeküstü ve sanal
dünyanın bilincine ulaşmak olası değildir. Gerçeküstü ve sanal dünya, gerçek
dünyanın üzerine yaslanarak anlamlandırılabilir, duyumsanabilir, düşüncede
somutlaştırılabilir. Şiire ancak ve ancak o zaman giydirilebilir.
Deneme, yazın türleri arasında en özgürüdür. Konu,
biçim ve yönteminde; ortak kabul görmüş kural, sınır, hacim ve belirlenim
yoktur. Bunlara dayanarak, sanata dair ve kısacık denemeler yazıp fırına
sürersem daha lezzetli olur diye düşündüm. Birincisi, sizleri düşündüğüm için.
Ne o öyle, oku oku bitmesin, üstüne üstlük magazinsel öykü anlatıcılığından
öteye geçmesin. İkincisi, uyuyan yerlerinizi gürültüsüzce uyandırmak niyetinde
değilim. Üçüncüsü, siz yazın emekçilerinin kulağına kar suyu kaçırmak kaygım
değil. Sanat felsefesinden yola çıkarak şiir sanatına ve onun mimarı şairlere özeniyorum
doğrusu. Bizim şair ve eleştirmenlerin yaptığı gibi yukarıdan-aşağıdan, doğru-yanlış,
genelleyip-yuvarlayıp sallayacağım; ne tutarsa.
Kısa kısa değinmelerle belleklerinizi kurcalayıp
zihninizi sallasam ne olur ki? Hadi salladım diyelim; kimin umurunda… Kısa kısa
deniyorum; kendim için…
Anlamıyorum
şu bizim şairleri. Çoğu şiir yazılarını okurken kendimi mantar tarlasında
hissediyorum. Her tümcede kofluğa basıp üzerime boşluk sıçrayacak diye
korkuyorum. Şiire neden bu kadar çok anlamsız görevler yüklerler? Neden abartılı
sıfatlarla tanımlamaya çalışırlar. Torba kavramlarla şiiri neden genellemeye
boğarlar? Şair kendisine neden böyle anlamsız bir görev yüklemiştir? Örnek mi,
sürülerce: “Şiir isyandır, başkaldırıdır!” “Şiir ne söylemediğindir.” “Şiir
dikey doğruların Tanrısıdır.” “Şiirin konusu yoktur, hayatı vardır.” “Şiir
imgelerin soyutta birleşmesidir.” “Şiir, sözcüğün kavramla buluşması sürecinde
oluşur.” gibi… Bunlar, şiir adına, sanat adına azıcık bir şey anlatsa gam
yemeyeceğim. Şiirin, böyle övgü ve öykünmeci söylemlere gereksinimi yok ki. Bu gerekliliği,
siz kendinizde duyuyorsanız, en azından anlamı tüylenmiş genelleme yapın. Niteliğine
uyan isimlendirme yapın bari. Çırılçıplak salıvermeyin. Yakışıklı olsun, güzel
söz diyelim; şiir gibi olsun…
DİL İŞİ DİŞ İZİNE BENZEMEZ
Dil çalışmaları[5]nda
temel değişken “düşüncenin geliştirilmesi” olmalıdır. Bu varsayımdan yola çıkar
ve değerler dizgesini bunun üzerine kurgularsak, dilin eylem/duygu/olay/olgu
boşluklarını sorgulamak durumunda kalırız. Böyle yaparsak tanımlanmamış bir
şeyin üstüne gitmiş oluruz ki bu, değişim ve gelişimin en etkin yoludur. Soyut
veya somut, hareket-nesne-eylem-duygu-olay-olgu boşluklarının sorgulanması;
düşüncenin genişletilmesi, düşünceye yeni yeni alanlar yaratılması demektir.
Sorgulama hızını artırmak, düşüncenin genleşmesini sağlamaktır. Düşüncenin
evrilmesi, dilin uzamının genişlemesi ve yeni anlam alanlarına açılması
demektir.
Dil işi diş izine benzemez. Dil işi,
yazımı tamamlanamayacak uzun bir öyküdür. “Dil çalışmaları[6]”
isimli denememde bu konuyu ayrıntılı açıkladım. Ulaşmak isterseniz bağlantısı
aşağıdadır. Dil konusunda paradigma değişiminden söz ettiğim, dil gelişimine
farklı bir bakış getirdiğim için öneriyorum; benim yazım olduğu için
değil.
ZORUNLULUK
Belki de sahip olduğum veya kendi yarattığım
olanaklar gereği; ben, kimsenin ekmeğine yağ sürmedim, kendi ekmeğime de yağ
sürülmesi için hiç çaba göstermedim. İnsanla, malzemeyle, eğitimle, üretimle ve
tüketimle uğraşmanın ne demek olduğunu az çok bilirim; işim, gözlemlerim,
deneyimlerim ve incelemelerimden. Bugünün koşullarında bir başkasının ekmeğine
yağ sürmeden başarılı bir yaşamın olası olmadığını da bilirim. Ama ben, kendine
hesap vermek zorunda olmayan tarafında bulundum ülkenin… Koşullar, vicdan muhasebesi yapmamı hiç
gerektirmedi; biraz da ben zorlamasına izin vermedim, demek daha doğru
olur. Giydirilmeye çalışılan format, bir
türlü benim üzerimde maya tutmuyordu; tutmasına da izin vermek niyetinde
olmadım… Edinilen, öğrenilen, duyulan ve görülen her bilgi kendi havuzumda
arıtılmadan doğaya salınmamıştır. İçinde yaşadığımız çağda arıtılmadan
kullanılan bilgi, çevreye zararlıdır çoğunlukla… Zorunlulukların üzerime
abanamaması, bu yüzdendir.
GÜNCEL
Elimden geldiğince güncel politikaya ilişkin
yorum yapmamaya çalışıyorum; ne varsa gelip damarıma basıyor hukuksuz
uygulamalar, konuşmalar, yorumlar. Biz meslek yaşamımızdan ve deneyimlerimizden
biliyoruz ki amaç belliyse; yani minare çalınmış ise minareye kılıf bulmak zor
değildir; hele hukuksal alanda. Bunu çok yakın tarihte yaşadık, izledik, gördük.
Asıl acı olanı ise hukukçu diye geçinenlerin, uydurma sayısal verileri somut
delil/deliller olarak kabul ettiği bir kara dönemi yaşadık hep birlikte. Son günlerde
yaşadıklarımıza bakılırsa, o yüz karası günleri anımsatıyor açıktan açıktan. Öyle
olunca ister istemez tarihsel bilgiyi kurcalamak durumunda kalıyorum. Bu
benzerlik, bu sarmal en önemlisi de amaca uygun yetki kuşatması, gerçek değil;
benim yanılgım olsun isterdim. Biz ülküsüne, ülkesine, değerlerine, Atatürkçü
düşünceye ve Çağdaş Cumhuriyete inanan ve onu düstur edinen insanlarız. Her gün
ufkumuzda bir ışığın daha karardığını görmek acı veriyor; yazmak yetmiyor
artık…
KISA KISA DENEME DENEYELİM-3
Sosyal sistemler, kültür varlıkları ve
bilginin teknolojiye dönüşümü; kontrol edilemeyecek kadar kapsamlı bilgi
birikimi oluşturmuştur. Günümüz bilgi varlıkları, insan beyninin işleme ve kontrol
etme olanağını aşmıştır. Sanat bilgisi de aynı durumdadır. Her sanat dalının
kendine özgü tekniği ve kuramsal bütünlüğü vardır. Hepsine ulaşmak ve üst
seviyede gereklerini uygulamak şimdilik insan kapasitesinin üstündedir. Öğrenen
makinalar ve yapay zekâ gibi ileri teknoloji aygıtları, gelecekte bu işi yapabilir
mi, şimdilik öngörülemez. Bu yüzden her tür yazınsal yapıt; kısa, öz, vurucu,
zaman kaybettirmeden okurda iz bırakmalıdır.
Günümüz; hız, bilgi ve teknoloji çağıdır. Zaman
değerlidir. Magazinsel öykü anlatıcılığını, artık deneme dışındaki türlere
bırakmak gerekir. Deneme özgür bir yazın türüdür, magazinsel öykü anlatıcılığı
da yapılabilir ama bu türü etkin kullanmak çağın gereğidir. Vur-kaç, dokun-geç,
al-geç, at-vur türü kısa ve özet tümcelerle konuyu anlatmanın daha etkili
olacağını düşünüyorum. Kısa denemede ısrar etmemin özeti budur; siz de kısa
kısa deneyiniz.
Şiir incelemesi; şair ve şiirin üzerinden
edebiyat parçalamak değildir. Şiir incelemesi, şiirin sanatsal, şiirsel ve
estetik değerini ortaya koymaktır. Bu da sanat bilimine dayalı bütünlüklü bir
sistemle yapılabilir. Bunun dışında yapılan şiir incelemeleri ve yazınımızdaki
çoğu şiir incelemesi, şiirden anladığının iç dökümüdür.
Şiire giydirilen şiddet, dilsel şiddettir;
“ben” kavgasının en etkili ve uzun menzilli silahıdır. Dilsel şiddet ortamından
beslenen şiir okuru, bu silahı en kısa zamanda edinip diline takar.
24. İzmir
Kitap Fuarında; bir hafta boyunca yayıncı, yazar ve şairleri özellikle izledim
ve gözlemledim. Çok ilginç; hiçbirisinin kendi yazdıklarından başka diğerlerine
ayıracak zamanları yoktu; düşündüm ki okumadan yazıyorlar.
Bazı
şiirler var ki şarap gibidir. Ya hemen içime hazır olur ya da bekletirsin;
yıllar sonra şuruba dönüşür. Yıllar geçmesine karşın şiire bir türlü asıl
olması gereken anlam ve estetik değeri veremezsin. Bazı şiirler var ki kısa bir
sürede olgunlaşır, kanatlanır; uçup gitmiş konmuştur ruhların köşesine. Şair
kafası, ne zaman nasıl bir şey yapacağı belli olmaz. Açıklaması var mı?
Şimdilik yok.
Coşum, duyguların ayartılmasıdır. Estetik
hazdan önceki coşkunluk durumudur. Bir anlamda duyguların uyandırılıp maceralı
bir gezintiye çıkarılmasıdır. Temiz ay ışığı ve iyi bir şiir eşliğinde
gidemeyeceği yer yoktur.
“Çocuklar kurnazlaştı çift çift kapar
Analar daha kurnaz
Bir pazıdan çift ekmek yapar.”
Deli
Gadir
(Eskişehir,
Mihalıççık Kayı köyünde 1900’lü yıllarda yaşamış bir gezgin)
Niye bu tekerlemeyle başladım? İzmir’de büyük
bir inşaat projesinin fiyat politikasından kısa bir kesit çıkarmak için.
Gerçekçi bir ekonomi yönetimi olsaydı olmazdı ama oldu ve konut kredi faizleri
çok düşük bir seviyeye zoraki çekildi. Düşük faiz oranlarının açıklandığı
sabah, büyük inşaat şirketleri ve müteahhitler, eski faiz maliyetinin üç katı
yük bindirdi konut fiyatlarına… Yedi mi konut alıcıları, bir kısmı yedi. Faiz yedi mi, yemedi; matematik yanılmaz.
Sorun çözüldü mü, çözülmedi. Büyük sorunlar hop deyince çözülmez, daha da
batar. Deli Kadir şimdi yaşasaydı daha güzel bir tekerleme yazar mıydı, en
sunturlusundan yazardı. Malzeme çok; destan çıkarırdı destan. (Kasım 2020)
Tarihin ayrıcalık ve farkındalık gibi bir
derdi yoktur; o, içinde yaşadığı gerçek öykünün kayıtçısıdır. Siz neresinden ve
hangi açısından bakarsanız bakın, onun yalın bir fotografik görüşü vardır. Yama
yapabilirsiniz ya da çelişkili yerler bulup yeni bakış biçimi üretebilirsiniz.
Çünkü bu, tarihin gerçekliğinden değil; sizin bakış açınızdan kaynaklanan
algısal bir görüntüdür. Bu görüntüler; algınızın yapılandırılması ve dağarcığınızın
düzeyine bağlıdır. Sıkıntı şudur:
Birincisi; dağarcığınız çerçöple donatılmışsa
rutin ve gereksiz bir şeyi bir o kadar insanın duyarlılığını kullanıp törene
dönüştürebilirsiniz. Şeffaf olamazsınız, çağdaş ve bilimsel düşünemezsiniz,
kaynakları doğru ve şeffaf kullanmanız olası olmaz, adalet sağlayamazsınız,
işin başına getirdikleriniz işinin ehli değil itaatkârlarınız olmak zorunda
kalır, özgür bir bakışa ve dünya görüşüne sahip olamazsınız, en kötüsü geleceği
ve geleceğin belirtilerini okuyamazsınız.
İkincisi;
pozitif bilimlerle donatmışsanız, çağdaş bir yaklaşım ve olaylara her yönüyle
bakıp haklının hakkını, yaşamın gerçekliğini teslim edebilirsiniz. Tarihi kendi
kalemiyle yazar, pozitif bilimlerin gözünden okursanız; takkeli, fesli,
cübbeliler değil, asıl tarihçiler gündeminizi belirler. İşte o zaman yanıldık yenildik olmaz; biz de
tarih hakkında kısa kısa deneme yazmak zorunda kalmayız.
Şiir sanatında iz bırakmış olan şairlerimiz
elbette bizim değerlerimizdir; anılmalıdır, tartışılmalıdır, referans
gösterilmelidir, söyledikleri dikkate alınmalıdır. Ne var ki bugün aramızda olmayan
şairlerimizin bazılarına olması gerekenin üzerinde ve körü körüne anlam
yüklediğimizi görüyorum. Örneğin, bu şairlerin dergi veya medya kanallarında
yazısı paylaşılıyor ya da referans gösteriliyor. Şiir hakkında dikkate değer
bir şey söylemiş olmalarını geçtim, sanat kavram ve terimlerini yerle bir etmiş
olduklarını görüyorum. Kültürümüz gereği anısına ve emeğine saygılı olmak
durumundayız. Bugün sanat bilgisi daha genişledi ve biçem değiştiriyor. Bu
şairler tarafından geçmişte yazılmış ancak bugünün şiir bilgisine ufuk açmayan
yazılara ve söylemlere öykünmenin anlamlı olmadığını söylemeliyim. Bu tutumun; anısına
saygı duyulacak bir isim üzerinden paye kazanma çabası olduğunu ve etik
olmadığını düşünüyorum. Öykünmenin, yanlışı yanlışla doğrulamanın, yanlış
bilgilerle okurların zamanını almanın; sağlıklı bir tutum olmadığını söylüyorum.
İyi bilgiler miras bırakmışlarsa, başımızın üstündedir, sık sık referans gösterilmelidir,
tartışılmalıdır, anılmalıdır. Ancak sanat bilimini yerle bir edenleri de ayırmalıyız
dostlar. Kendim için söylüyorum: Eleştirel deneme diye önümüze sürülen mahalle
dedikodularını, okumak istemiyorum. Genellemelerden şiir öğrenmek istemiyorum. “Şiiri,
şairden korumak” başlıklı denemeyi bu konuya dikkat çekebilmek için kaleme
aldım. Bu işin bilimi var; felsefesi, estetiği, sosyolojisi, psikolojisi var. Genelleme ve öykünmeyle olacak iş değildir.
“Duygu yönetimi ve eğitimi” ile ilgili örgün ve profesyonel bir yaklaşım
var mıdır ülkemizde? Yok. Böyle bir şeyin adını duydunuz mu? Belki.
Bana göre düşün devriminin ilk adımı, duygu yönetimi ve duygu eğitiminin
bilimsel ve kurumsal bilgi bütünlüğüne kavuşturulması, ödünsüz eğitim
kurumlarında uygulanması olmalıdır. Olumlu duygu; bilgiye hevesli, duyarlı, inana saygılı, sevecen, olumlu düşünen,
yaşam stilini sanat hâline dönüştüren aydın insana varmak için önemli bir
bileşendir. Eğitim sisteminden sosyal yaşama kadar yüz yüze kaldığı tüm
alanlarda öğrenci; korku, kin, nefret, güvensizlik gibi duygu durumu yaratacak
etkenlerden uzak tutulmalıdır. Duygu kontrolü ve olumlu duygu durumunu
güçlendirmeye yönelik; edebiyat, resim, müzik gibi tüm sanat alanları, sportif
ve sosyal etkinliklerle desteklenmelidir. Duygularını yönetmesi için
profesyonelce yol ve yordam geliştirilmeli ve uygulamaları bireysel olarak öğretilmelidir.
Neslimizin geleceği düşünülüyorsa bu konu, siyaset üstü bir görev ve çaba
olmalıdır. Örgün, etkin ve ödünsüz;
duygu yönetimi ve eğitimi…
Kaygım büyük, haksız da değilim. Konuşmayı henüz öğrenen çocuğu; öcü,
cin, cehennem, polis, askerle korkutarak terbiye eden anne-babadan aydın bir
aileye, oradan duygu yönetimi ve eğitiminin gerekliliğini anlayıp uygulayacak
bir siyaset anlayışına nasıl varılır? İşte asıl soru ve sorun burasıdır.
Deneme; eğitici, öğretici ve kanıtlayıcı bir yanı olmamakla birlikte yeni
bir şey söylemiyorsa; okurun görme, duyma, sezme, duyumsama yetisine katkı
sağlamıyorsa; çok anlamlı bir metin olmaktan uzaktır. Çağımız bilgi çağıdır,
her tür bilgiye her tür kaynaktan ulaşabilme olanağına sahibiz. Okurda dönüşüm,
değişim veya gelişim kapılarını açmayan bir metin, bana göre okura boşa zaman
harcatmaktır.
İstiyorum ki öyle olmasın. Kısa denemelerle söylenmesi gerekenleri
söyleyelim; yazar iç yükünden kurtulsun, okur da bir parmak bal tadını alsın.
Nasıl olur bu? Dayatmadan, öğretme çabasına girmeden, zorlamadan. Kısa kısa
altın oran tadında…
Sanat, en
güvenilir tarihsel bilgidir. Çağını yadsıma ya da olduğundan farklı gösterme
yeteneği yoktur. Tarihçiler, tarihi yazarken sağlama yapmak istiyorlarsa tarih
bilgilerini sanat tarihiyle birlikte değerlendirmelilerdir.
Hakkınızla tırnaklarınızı taktığınız yer olmalı bulunduğunuz makam. Ne
bir basamak aşağı ne bir basamak yukarı. Liyakat da adalet de işte o zaman
kendini göstermeye başlar. Sanattan ekonomiye kadar her alan, güler yüz
göstermeye başlar.
Sanat, rastlantı yeteneklere bırakılacak kadar yüzeysel bir iş değildir.
Sanat bilimi yanında bütün bilimlerin eşgüdümünü gerekli kılar. Yetenek,
yanında donanım ister.
Yolunda dosdoğru giden bir insanın öyküsü
oldukça basittir. Ya varmıştır ya da varmak üzeredir.
KISA DENEME-20
Ben
şiirde ağız dolusu bir dil duymak isterim. Ağız dolusu dil, ne dil oyunlarıyla
ne de dil buyruklarıyla kurulur. Anlamın, insanı kavrama gücü ve duygu değeri
ile kurulur.
ŞİİR DONANIM İSTER
Öne çıkmış şairlerimizin tutumundan sanatsal
kuramlara yeterince önem verilmediğini anlıyorum. Dahası kuramsal bilginin gereksiz olduğunu,
bu bilgilerle şiir yazılamayacağını savunanların çoğunlukta olduğuna tanık
oldum. “Akademik bilgidir; şiir yazmak için çok gerekli değil” diyorlar. Daha
kötüsü, şiirle ilgilenenler sanatsal kuramların ne anlama geldiğini de
düşünmüyor. Hatta kuram sözcüğü, yalan yanlış kullanılıyor şiir yazılarında.
Şiir; sanat felsefesini bilmeden hakkıyla
yapılacak bir yazın türü değildir. Resim veya seramik gibi sanat dallarında,
teknikle işi belli bir düzeye götürebilirsiniz. Şiirde de dize yazarsınız, şiir
diye metin yazarsınız ama bunun şiir olup olmadığı kuşkuludur; başkalarının
ağzına bağımlısınızdır. İmge bütünlüğünden söz dizimine, metnin tutarlılığından
bağdaşıklığına, bağdaştırmadan sapmasına kadar sanatsal tekniğin ne anlama
geldiğini kuramsal bilgiyle çözebilirsiniz. Bunlar yetmez; şiir yaşamın ve
nesnenin her noktasında eli-ayağı olan bir türdür; donanım ister. Kuramsal şiir
bilgisine egemen değilseniz, kurduğunuz her dize yanıt bulamayacağınız sorular
üretir.
Türk Şiir Sanatı, Türk dili açısından evrensel
sanat normları çerçevesinde, kendi diline özgü, kendi kültürünün doğurduğu algı
ve estetik kaygı bağlamında mutlaka ayrıntılı ve işin uzmanı bilim insanları
tarafından incelenmelidir. O iyi şiir, bu kötü şiir, şu şiir değil gibi altı
dolu olmayan, farklı dillerin referanslarına dayanan, ideolojik ve dinsel
artalan bilgisine bağımlı, nesnel açıklama içermeyen, kulaktan dolma ve usta
çırak usulü deneyime dayalı öznel eleştiri, yargı ve çözümlemeler; ne şiir
sanatına ne okura ne de şaire ufuk açar. Şiir sanatını, öğreti ve inanç
önyargısı ile baskısından, magazinsel söylemlerden ancak bu tür
inceleme/çözümlemelerle kurtarabiliriz.
VAH
BENİM İNSANIM
Çağdaş, bilgi ve kültür dolu dünyaya bakıyorum
da bir o kadar çağdaş olmayan ve kültürsüz insanların köşe başlarında ahkâm
kestiklerini görüyorum. Devrimciyim, dindarım deyip faşizmin en koyusunu
içlerinde yaşayan, hastalıklı, inandırılmış, bilinçsiz kocaman kocaman insanlar
hışmını buluyorum karşımda. Efendilerinin sözleriyle kendilerine oluşturduğu
eğreti dünyayı bana da kakalamaya çalışıyorlar; komik desem değil, acı desem
değil, çocukça desem o da değil. Öylesine çelişkili bir dünya ve yaşam algısı
inşa edilmiş bilince sahip insanlar ki “vah benim insanım” demekten kendimi
alamıyorum. Kısacası paçalarına kadar bulaşmış eğreti bir özgürlük anlayışıyla,
esaretin en katmerlisini yaşamak için küheylan kesiliyorlar; beni de yanlarına
katmaya çalışarak.
Ben hep buydum, bulunduğum yerdeydim;
eğilen-bükülen, dönen-dönüşenler benden uzaktılar zaten. Dik durmanın bedeli
bazen kimsesiz olmaktır, bazen züğürt bazen de bir köşede unutulmak.
Başkalarının dikte ettirdiğine değil, doğru olduğuna inandığın yere yürüdüğünde
de zorlu bir yoldasın demektir. Engeller senin için kişiye özel tasarımlanmaya
başlar. Doğru ve adil olan, kalabalıkta sırıtır. Vicdanınla bunu ilk bakışta
görebilirsin; çünkü doğru ve adil olan size her bakışta gülümser. Doğruluk ve
adalet göreceli kavramlar olsa bile sağduyu dediğimiz yaklaşım onların, ne
kadar ışıltılı durduklarını gösterirler. Burada tek ölçüt, dağarcığınızdaki
değerlerin yaşamsal ve çağdaş değerlerle örtüşüp örtüşmediğidir.
İşte biz bu değerleri olması gerektiği gibi
aktaramadık arkadan gelen kuşaklara. Bugün yaşadığımız sıkıntı, çağdaş
değerlerin yerle bir edilmesinin altında yatan temel gerekçe de bu olsa gerek.
Tarihi gerçekleri saklayan uluslar, kanun ve yönetmeliklerini çalışanından gizleyen
kurumlar, uzun süre yaşayamazlar; çünkü sakladıklarına göre orada bir yolsuzluk
ya da hastalığın en bulaşıcı olanı vardır. Bunun sonucunda kendi kuruluş
felsefesini bilmeyen, çağdaş değerler üzerinde yürümeyi hakaret sayan bir güruh
elde edersiniz. Ne yazık ki bugün yaşadığımız kargaşa, bilgiye ve gerçekliğe
dayanmayan olguların eseridir. Bu güruhun sesi artık duyulur olmaya başlamıştır
ve korkutuyor beni.
Şu sosyal medya ne güzel bir laboratuvar.
Gerçekten incelediğimizde öyle malzeme buluyorsunuz ki sokağa çıkmanıza
neredeyse gerek kalmıyor. “Saf Sanattan İnsana Şiir Çözümleme Tekniği ve Şiir
Eleştirisi” isimli kitabımı yazarken; okuma, araştırma, inceleme, atölye
çalışmalarımın dışında, en önemli kaynağım ve laboratuvarım sosyal medya
olmuştur. Bu olanağı kullanmayan sanat yolcusu dostlarıma anımsatmak isterim.
Buna
karşın sosyal medyada sanat ve şiire ilişkin yazıları ve yorumları görünce
üzülüyorum. Şair dostlar, sanatın terim ve kavramlarına egemen değilseniz
yazdığınız yazılar sırıtıyor. Hem de öyle sırıtıyor ki “ben şehire yeni indim”
der gibi…
Bilimsel alanlarda kullanılan ve günlük dile
de giren yabancı kökenli sözcüklerin çoğunun Türkçe karşılığı vardır. Örneğin,
potansiyel, estetik, ontoloji, psikoloji gibi… Türkçe karşılığını tümcede
yerine koyduğunuzda bir sıkıntı varsa o sözcüğün kullanımında bir sıkıntı var
demektir. Dilin inceliklerini, kavramların anlamsal kapsamı ve hiyerarşisini düşünmeden
yazdığınız her yazı duvara toslar. Örneğin, “potansiyel” sözcüğü tanımlanmamış
bir güç karşılığıdır fizikte. Günlük dilde de gizilgüç biçiminde ifade edilir.
Siz tanımlanmamış bir gücü, nasıl tanımlı bir güçmüş gibi tümcenizde
kullanabilirsiniz?
Dil çaba ister; ancak en çok sevdiği şey, en
az çaba yasasıdır.
İMGELEM
Öncelikle imgelemi, imge ile karıştırmayınız.
Çok kişi karıştırıyor. Ayrı şeylerdir. İmgelem; toplam bilgi
birikimimiz, belleğimiz ve bilincimizin zihinsel ve duygusal olarak ortaya
koyduğu tüm tasarılar, ilişkiler, düşler, sezişler, anlamsal görünüş ve görüntülerdir.
Bilgilerin yoğurularak anlamın derinliklerinde gezinilmesi, düşlemin daha geniş
alanıdır. Düş ve düşünme gücünün zihinde ortaya çıkardığı anlamsal örüntüler
evrenidir. Şairin imgelem zenginliği, çeşitliliği, yaratıcılığı ve gücü; evren,
yaşam ve insan ile aralarındaki ilişkiyi görme, duyma, sezme ve anlamlandırma
yetisiyle doğru orantılıdır.
Şairin, duyusal ve düşünsel dünyasında
kullanılabilir duruma dönüştürdüğü, tüm kültür varlıkları ve bilgi
varlıklarının yorumudur. Kullanılabilir bilgiden kastım, içselleştirilmiş ve
anlamsal bütünlüğü zihinde hiyerarşik olarak tasarımlanmış bilgidir.
Öyleyse imge ne mi? İmge, anlam ve
çağrışımıyla okurda imgelemi doğuran anlam parçalarıdır. Sanatsal ögeler, imgenin
okurda doğurduğu imgelem zenginliğinde aranmalıdır.
Türk şiiri, özellikle ödül ve eleştiri sistemi;
yalan yanlış bilgilerle, öğreti ve inanç saplantılarıyla, aktarma ve kulaktan
dolma söylemlerle düğün atı oynatma alışkanlığını aşmalıdır artık. Şiir gibi
ölçütü ve değerler dizgesi (parametre ve paradigma) çok fazla olan sanat
alanlarında sığınabileceğiniz tek yer, olabildiğince bilimsel verilere sadık
kalmak ve şeffaf davranmaktır. Saygınlık ve güven kazanmanın biricik
yoludur.
Okurlar, sanatçılar veya sanat eleştirmenleri;
egolarına yenilerek, öğreti, inanç, öğrenilmişlik ve önyargı zinciri
altındaysa; zihinleri bazı edinilmiş kalıplardan dolayı baskı altındaysa;
estetik kaygı diye tanımladığımız durum farklılık gösterir. Bu durum, estetik
kaygıdan dayatmacılık ve yararcılık kaygısına evrilir. Bu, sanat dünyasında
yaşanagelen ve bugün yaşadığımız en geçerli davranış gibi görünen temel sorunla
karşı karşıya olduğumuzu gösterir.
Şiirin anlam katmanı; şairin bilerek ya da
bilmeden yaptığı, okurun şiir iletileri ile yaşamsal izlerinden ulaştığı ve
şiirsel düzlemde sessel, görüntüsel, anlatımsal, çağrışımsal, coşumsal tüm
olguların ürettiği okunabilir anlamsal varlıklardır. Anlatım, ses, çağrışım,
coşum ve estetikle bağıntılıdır.
Biçim, yapıtın temel taşıyıcısıdır; dilsel veya
sanatsal tüm özelliklerin yapıt üzerine giydirilmiş bir formudur. Yapıtın
nesnel varlık katmanları ile duyusal varlık katmanlarının toplamından oluşur.
Yazınsal yapıtlarda biçimin şekilsel özellikleri önemli bir yer tutmaz. Görsel
sanatların aksine şiir, ağırlığını ses, anlam ve anlatım olanaklarına bırakır.
Çünkü şiir bir heykel ya da resim değildir, şiirin kullandığı malzeme dilin
kendisidir. Dilse biçimle değil, anlam, anlatım ve sesle nesnelleşir.
EN KISA DENEME-25
Estetik kavramı; yapıt ile insan arasındaki
beğeni ya da ilişkinin duygulanım süreci, estetik bilimi ise bu sürecin bilgi
disiplinidir. Daha geniş anlamıyla ele alırsak estetik, insan ile sanat eseri
arasındaki ilişkinin kapsamını inceleyen bilim dalıdır. Soyuttur ve duygu
durumunun yaşanma biçimidir. Halk arasında güzel sözcüğünün eş anlamlısı gibi
kullanılabilir; ancak sanat alanında bu şekilde kullanılması yadırganacak bir
durumdur.
Beğeni; insanda doğuştan gelen ve
sonradan inşa edilen olgular sonucunda oluşan bir duygu durumudur. Bilgi,
kültür, eğitim, deneyim, çevre, koşullar gibi etkenlerle birlikte yaşam, olay
ve nesneler arasında kurduğumuz ilişkiye bağımlıdır. Daha açık söylersek,
beğeninin öncesi, genelliği, genel geçerliği, zorunluluğu vardır. Beğeni
duygusu insanda her zaman, her yer ve her durumda oluşan bir duygu durumudur.
Bilinci az çok oluşmuş her insanda genetik olarak kodlu olan ve adına estetik
kaygı dediğimiz durumun tetiklenmesiyle açığa çıkan bir durumdur. Sanatla
ilişkili beğeniden söz edeceksek buna, "estetik beğeni" demeliyiz.
Çağdaş
sanat, var olana öykünmekle sanat üretme anlayışını yıkmıştır artık. Bu
anlayış, var olanı yeniden anlamlandırma, ilişkilerden yeni varlıklar keşfetme,
yaratıcılığın sınırlarını zorlama, zekâ ve farkındalık yaratan yeni
biçim/duyuş/seziş olanaklarını temel almaktadır. Durum böyle olduğu zaman
okumadan, bilgiler arası eşgüdüm ve ilişkiyi çözmeden sanat üretmek, bir anlamda
öykünmek dışında sanatsal bir değer niteliği taşımayacaktır. İşte bu yüzden
bilgi ve bilgiler arası eşgüdüm ve çözümü içselleştirmek durumunda olduğumuzu
artık kabul etmeliyiz. Çağdaş sanat, yaşam ve evren arasındaki ilişkiye bilimsel
yaklaşmak ve yerleşik kuralların sınırlarını yıkmakla olasıdır.
Şiir; gördüğünü, işittiğini, bildiğini,
inandığını ve hissettiğini anlatmak değildir. Şiir gördüğünü, işittiğini,
bildiğini, inandığını ve hissettiğini öğütüp yenilebilir ve hazmı kolay dil
kurma işidir. Öğütüp, karıp, hamur yapıp, mayalayıp, uygun ateşte pişirip ekmek
olarak sofraya servis ustalığıdır. İşte bu süreç; imgelemin gücüne dayanan
anlam, anlatım ve sesin; en derin, en sarsıcı, en uyumlu ve dilin en ekonomik
kullanımıyla bir ayrıcalık kazanır. Daha açık söylemek gerekirse yaşamı,
insanı, dünyayı ve aralarındaki ilişkiyi yeniden anlamlandırma, uyumu kurma ve
algı çekici olarak görünüşe taşıma işidir. İşte bunun için her sanat dalında,
özellikle şiir gibi ayrıntısı fazla bir alanda; bilgisiz ve donanımsız çağı
kavrayan şiir yazmak olası değildir.
Sanat, aktarılabilir (transfer) bir şey
değildir. Aktarım, var olanlara öykünmek anlamına gelir. Yapıtın temel
özelliği, biricik ve özgün olma zorunluluğudur. Çağın ve insan düşünün dört
köşesinden tutulabilir bilgi üretmek, sanatsal bağlamda en temel uğraşı
alanımız olmalıdır. Diğer taraftan sanatı kaba gürültüden, kayırmacı
anlayışlardan, tebliğ kültüründen ve propagandadan kurtarmanın en etkin
yollarından biri; onun öz, içerik ve biçimindeki varlık katmanlarının
anlaşılabilmesidir. Başka bir deyişle sanatı neden yaptığımızdan başlayıp yapıtın
temel bileşenlerine kadar her şeyi kendi disiplinleri gözünden görebilmeliyiz.
Özgün sanat üretmek istiyorsak, kafamızda bazı koşullar oluşmuş olmalıdır.
Sanatçının zihinsel örgütlenmesi, toplumsal ve evrensel değerler ile
bütünleşmiş olmalıdır. Yaşamı sıra dışı okuyabilmeli ve aktarma bilgilerin
üzerine basabilmeyi becermelidir.
ŞİİRSEL
EZGİ
Şiiri dil sanatları içinde belirgin noktaya
taşıyan özelliklerden biri de şiirsel ezgidir. Şiirde ses, sadece anlatımın
güzelleştirilmesi, estetik değer algısının uyarılması demek değildir; aynı
zamanda duygunun örgütlenebilir kıvama sokulması, duyarlılığın yükseltilmesi
için önemli bir işlev görüyor olmasıdır. İnsanın duygusal yaşantısını, bir
bakıma duygu durumunu çok kolay ve sarsıcı bir şekilde biçimlendirme yeteneğine
sahip olmasıdır. Başka bir söylemle ezginin duygu şekillendirici gücü, insan
sesi ve şiirsel ögelerin dengeli kullanılması, şiirin insanla duygusal bağ
kurmasında vazgeçilemez ögedir. Zaten insana özgü estetik algı ve yargının
ulaşmak istediği sonuç (ulaşılmak istenen en üst güzellik katmanı) bu değil
midir? Buradan şu çıkarımı yapabiliriz sanırım: Şiirde duyarlılığı ve duygu
yoğunluğunu yükseltmek; estetik algı ve yargıyı etki altına almak; şiirsel ezgi
ve şiirsel ögelerin sarsıcı gücüyle olasıdır. Şiirde güçlü bir anlam, sarsıcı
bir anlatım; şiirsel ezgiyle bütünleşmiyorsa öyküden ya da herhangi bir
metinden nasıl ayıracağız?
Ses, estetik algının uyarılması ve duygunun
kavranması için şiirin bileşenleri arasında as kozdur. Estetik biliminde sözü
edilen haz, hoşlanma ve beğeni gibi kavramların, duyumsanır biçime
getirilmesinde şiirsel ezginin çok büyük bir payı vardır. Dil sanatları için
şiire özgü bu ayırıcı özellik, göz ardı edilemeyecek kadar değerli bir
olanaktır. Ne var ki şiirde estetik değer yaratacak özellikleri ayrıntılı
incelemediğimizden, estetik değer açısından ses gibi önemli bir bileşeni, bugün
bile göz ardı edebilme cömertliğini göstermekteyiz. Bu yanlışa düşmemek için,
şiirde ses ve ses birimlerinin doğurduğu fiziksel eksenleri bilimsel verilerle
incelemeliyiz. Şiirde sesin yani şiirsel ezginin, duyarlılığı artırmak için ne
kadar güçlü bir etken olduğunu deneysel olarak görmeliyiz.
Şiir Çözümleme Tekniği[7], sanat
yapıtının ontik[8]
bütünlüğü ve integral[9] yapısı
gereği öne sürdüğüm yeni bir şiir inceleme yöntemidir. Şiirin varlık
katmanlarını inceleme esasına dayanır. Bu teknik, şairin imgelem sürecinden
şiiri yaratışına, şiirin okurda yarattığı etkiden gelecekteki anlamsal devinime
kadar toplam şiirsel süreci kapsar. Şiirin bütün organlarının varlığı ya da
yokluğu ile işlevsellik ve işlerlik durumunu ortaya koymaya çalışır. Şiirin ön
ve derin yapısını, kapalı-açık alanlarını ve iletilerini açığa çıkarmaya
yöneliktir. Bunun yanında, şiirin kurgusu, şiir dili tekniklerini ve şiirin
okurla karşı karşıya gelmesinde ortaya çıkan etkiyi açıklamaya ve daha nesnel
sonuçlara ulaşmaya çalışır. Diğer taraftan bir şiirin ne olup olmadığı, nasıl
yazıldığı gibi sorulara ayrıntılı artalan bilgisi sunar.
Çözümleme katman yöntemiyle yapılır. Katman;
şiirde birbirine benzer belirli özelliklerin; içsel, dışsal, fiziksel, duyusal
nitelik veya niceliklerin, bir arada bulunduğu bir yapıyı belirtir. Ses, anlam,
anlatım gibi… Aynı zamanda birbirinden ayrıştırılabilir, belirli disiplinler
altında ele alınabilir ve kendi içinde tanımlanabilir yapılar olarak
düşünülmektedir. Örneğin ses katmanı; ses bilimi, estetik katmanı ise estetik
biliminin öne sürdüğü ilkelerle incelenebilir alanlar olarak ele alınmalıdır.
Bir şiirde en az yedi katman vardır: Bunlar; Biçim katmanı, Anlam katmanı, Anlatım katmanı, Ses katmanı, Çağrışım katmanı, Coşum katmanı ve Estetik katmanıdır.
Şiir, tarihinin en kısır dönemindeymiş gibi
geliyor bana. Okunmaması hatta hiç yazılmaması gereken metinler, bir şey
söylermiş gibi yapıp teğet geçen dizeler, severmiş gibi görünüp okuruna kötü
kızan şairler; yüksek perdeden işlem görüp rafting yapıyorlar… Şaşırma! Reyting
diyeceksin, diyorsun ama doğru yazdım; rafting. Akıntıya göre kürek çekme sporu
yani… Eee ne edersin? Yarandın mı bir komüne; alkış da hazır
tahterevalli de hazır yapay kanatlar da… İstersen yaptığın iş, iş değil çiş
olsun; Piero Manzoni gibi. Olmadı biz de deneyelim hem de kısa kısa
deneyelim.
Ne var ki
küçük bir sıkıntımız vardır bu konuda. Abartmıyorum, bu tümceleri dergi veya
kitaplardan aldım. Böyle büyük sözler ederiz de hiç düşünmeyiz. Şiir
yazılarındaki abartılara bir bakalım aklı selim. Örneğin yukarıda verdiğim dört
tümcenin şiir için ne anlama geldiğini birisi açıklayabilir mi? Kime bir yarar
sağlar, neyi geliştirir şöyle biraz sağduyulu sorgulayabilir miyiz? Bu tür
yazılar yazılmalıdır ama şiirle ilgili yazılması gereken çok daha ciddi konular
var dostlar. Şiir, magazinsel söylemlerle ve abartılarla yol alacak kadar sığ
bir sanat değildir; anlam ve düşünce sanatıdır.
İnsanı olumlu tutum ve davranışlara yöneltmek,
duygudaşlık, düşünme, düş ve imgelem yetisini güçlendirmek için; dürüstçe ve
çıkar kaygısı gütmeden şu dört konunun üzerine toplum olarak gidilmelidir.
Bunlar; Duygu Yönetimi, Beğeni Yönetimi, Sanat Eğitimi ve Sevgi Eğitimi’dir.
EN KISA DENEME-28
Estetik algı ve estetik değer yargısı, insanın
yaşamsal algıları ile bir bütündür ve her insan zihni bu algı ve yargı için
hazırdır. Şairin, okurda hazır olan bu estetik algı ve yargıyı doğru harekete
geçirmesi ve uygun yönetmesi gerekir. Şöyle bir çıkarım vardır; şair kendi
beğenisini kendisi oluşturur. Sözün özü, şair kendi beğenisini kurar, yayar;
ancak bunu yaparken okur dünyasının renklerini kullanmak zorundadır.
Vazgeçilemez ve karşılıklı ilişkidir.
Şiirde alışılmamış bağdaştırmalara başvurmanın
temelinde, insan zihninin derinliklerinde hiç dokunulmamış alanlarda yeni
görüntü ve tasarımların oluşmasını sağlamak yatar. Bu nedenle alışılmamış
bağdaştırmalar, şiir dilinin sanatsal özellikleri arasında en önemli ve çarpıcı
şiirselliği sağlayan dilsel, duyusal ve zihinsel olgudur. Aynı zamanda şaire,
dilsel ve sanatsal yaratıcılık ortamı sunar.
İmge; okur birikimi, anlam ve çağrışımın
toplam sonucudur. Şiirdeki anlam sisteminin nesnel halidir. Özellikle şiir gibi
örtük ve anlam alanı geniş dil kullanan sanatlarda; çokanlamlılık, çağrışımda
rastlantısallık dolayısıyla anlamda rastlantısallık mutlaktır. İmge sadece iki
uzak söz kaynaşmasıyla değil, sözcük, söz kaynaşması, deyim, dize, mısra, kıta
veya şiir bütünlüğünden doğurulabilen sonuçlardır. Sözle görünüşe taşınan
değerlerdir ve aynı zamanda okurda yeni imgelem alanları yaratma gücüne
sahiptir.
İyi huylu eleştiri, sevgi ve
sevginin yoğurduğu bilimsel aklı gerektirir. Bilimsel akıl, kirli bilgi ile temiz
bilgiyi birbirinden ayırabilir sağduyulu çözümlemelere sahip çağın önüne geçmiş
akıldır. Şair ve şiir eleştirmeni de bu akla sahip şiir işçisidir, öyle de
olmalıdır. Bilginin ve bilmenin sınırı yoktur; tıpkı sanat ve şiirin sınırsız
bir evren oluşu gibi… Sanat ve şiir dünyasında keşif bekleyen o kadar çok şey
var ki bu keşiflerin yapılabilmesi için eleştirmen de işin bir ucundan
tutmalıdır. Etik değerlere sahip, sanata ve çağa uygun donanımı kuşanmış
olmalıdır.
Eleştiri ciddi bir iştir. Şiirin etkinliğini,
yetkinliğini ve estetik değerinin tespitini bir kenara koydum; her şeyden önce
eleştiri, şairin okuludur; olmazsa olmazıdır. Öyle de olmazsa ne olur? Bizim
gibi olur. Eleştirel deneme diye şair hakkında genelleme, şiir hakkında
yinelemeler okuruz.
Taraftarlık, görüş farklılığı ve önyargı bir
yere kadardır yapıt karşısında. Sanatsal ve şiirsel bilgi kamusaldır, metinler
arasıdır, tarihseldir, evrenseldir, dinamiktir, farkındalıklı algı, özgün
anlamlandırma ve yargılamanın sonucudur. Ortaya konan bir sanatsal bilgi veya
kuramı önce okur olarak okumakta yarar vardır. Şair önce okur olmalıdır. Her
tür bilgiye eşit mesafede durmalı ve onu süzgecinden geçirdikten sonra bir
yorumda bulunmalıdır.
Eleştiri sadece bir metin türü değildir; sanat
eserinin tanımlama, çözümleme, değerlendirme, değerini belirleme ve raporlama
sürecidir. Altının değeri durduğu rafın niteliği ile ölçülmez; kendi saflığı
ile ölçülür. Önemli olan altının ayar değerini ölçebilmektir. Bunu ölçmek için
de donanım ve özel teknik gerekir. Eleştiri de tıpkı altının ayar derecesini
ölçmek gibi bir şeydir. Üç beş süslü ve çeviri bilgi, ideolojik ya da dinsel
olguların güdümünde yaptığınız sanatsal yorumla eleştiri yapmış gibi
görünebilirsiniz; ne var ki bunlar, özgün ve yetkin bir eleştiri olmaz. Çünkü
bir şiiri değerlendirmek için onun varlık katmanlarını açmak, örtük alanlarını
açığa çıkarmak için bilimsel ilkeleri kavramış olmak gerekir. Şiir, şair, okur
üçgenindeki doğrusal ve çapraz ilişkiyi, bu ilişkiden doğan sonuçları yakalamak
gerekir.
Öğreti, konsept, form ve kavramların doğrusal
etkilerini gereğinden fazla dikkate alanlar, kendisine öğretilen kalıpları,
günlük yaşamda uygulamak isterler, bağlılık duyarlar ve en doğru davranış
içinde olmalarıyla böbürlenirler. Oysa tutarlı olmak ya da ilkelere sıkı sıkıya
bağlı olmak, sanatsal yaratıların önünde duran kocaman bir engeldir. Bu yüzden
sanatçı, özellikle şiir gibi sanat alanlarında, insan beklenti ve kabullerinin
ötesinde olmalı, alışık olmadığımız düşünme biçimini önümüze sermeli,
arzuladığımız derin duygu durumuna girmemizi sağlamalı ve önerdiği yenidünya
görüntüsünü örnekleriyle duyumsatmalıdır.
Her şiir, şiirse eğer, toprağa kökleri
salınmış bir kültür hazinesidir. Şiirin açığa çıkardığı her söylem, dilsel
kıvraklık, düşünsel ve duygusal evren, insanı bir yanından kavrayarak onu
sımsıkı tutar. Algıyı sarsıntıya uğratarak duygu durumunu ve görme biçimini
değiştirir, yeni bir gerçeklik olgusunu kavramaya yöneltir. “Ben”i yaşam
sevincine götürür.
Biliyoruz ki her şiir, okuruyla yaşamsal
bütünlük kazanır. Şiire okur gözünden bakmak bugünün eleştirel yaklaşımlarında
çok üzerinde durulan bir konu olmasa da ben bu yanını özellikle önemsiyorum.
Çünkü her sanat eserinde olduğu gibi şiir de insan için vardır. Eleştirinin
önemli konularından biri de şiirin, okur üzerinde yaratmış olduğu imgelem
gücünün tespitidir.
ELEŞTİRİ İŞİ
Şiir kendine özgü bir bilim alanıdır; sanat
da. Şiir bilgisiz, şiire ilişkin kavramlar arası bağıntı ve hiyerarşik
konumlanışını çözmeden geliştirilemez; yeni ve büyük şiir yazılamaz. Alışılmış
ve kalıplaşmış yargılardan uzak bir gözün bakması çoğu zaman yeniliğin,
yaratıcılığın ve farklı bir bakış açısının doğumu için önemlidir. Eleştiri,
eleştirmen ve eleştirinin eleştirisi bu açıdan çok önemli bir işleve sahiptir.
Bu nedenle uzun bir araştırmadan sonra şunu anladım; sanat öyle gelişigüzel ve
gösteriş için yapılan bir eylem değildir. Sanat yenidünyayı, çağdaş insanı ve
aralarındaki ilişkiyi farklı biçimde anlamlandırma, görme, duyma, işitme, sezme
işidir; var olandan ve kavranabilen soyut gerçeklikten yeni görünüşler ve
görüntüler üretmektir. Bundan sonrası yazı, söz, çizgi, renk, hareket, ışık ve
biçim gibi kendi tekniği ve özelliğinde var etme işidir.
Eleştiri ise bu ayrıntıları temelinde var olan
gerekçeleriyle birlikte okunabilmesini, açığa çıkarılabilmesini sağlamaktır.
Yapıtın yetkinliğini, etkinliğini ve estetik değerini duyumsanır kılmaktır.
KATMAN
EDEBİYAT ELEŞTİRİ KURAMI
Katman Edebiyat Eleştiri Sistemi; Şiir
Çözümleme Tekniği[10] diye önerdiğim
kapsamlı bir sistemin üzerinde uygulanabilir, izlenebilir, denenebilir ve
genellenebilir sonuçlara yönelen bir kuramdır. Kuramın ayrıntılarını ortaya
çıkarabilmek için, özellikle “şiir sanatı” ele alınmıştır; çünkü şiir duyusal
ve nesnel yapısı bakımından, sanat yapıtlarında olması gereken tüm katmanları
görünür biçimde içinde taşır ve bunlar, şiir sanatı ile daha kolay
açıklanabilir. Yapıtların tamamında, nesnel ve duyusal olarak var olan içsel ve
dışsal varlık katmanlarını şiir çözümleme tekniğine dayanarak sanat bilimi,
sosyal ve insani bilim veriler ışığında görünür kılmaya çalışır. Şiir Çözümleme
Tekniği, şiiri katman[11]lara
ayırır, katmanları da tabaka[12] veya
eksen[13]lere
ayırarak ilgili tabakaları kendi disiplini içerisinde şair, okur, eser, zaman
ve ortam çarpanlarını dikkate alarak çözümlemeye yönelir. İşte Katman Edebiyat
Eleştirisi, Şiir Çözümleme Tekniği ile daha nesnel, daha tarafsız, bilimsel ve
sanatsal eleştiri biçimidir. Aslında bu teknik şiir için tasarlanmıştır; ancak
yazın evreninin her alanına uygulanabilir ve diğer tüm sanat türlerine de
uygulanabilme yeteneğine sahiptir. Ayrıntılı bilgi için dipnotta verilen
kaynaklara bakabilirsiniz[14].
KISA KISA DENEME DENEYELİM-7
Birey, birey olma bilincine ulaşmış, özgürlük
bireylerce içselleştirilmiş, sanat özerkliğini ilan etmiş olmasına karşın ne
birey ne özgürlük ne de sanat ideal gerçekliğini yaşama geçirebilmiştir. Çünkü
bireyin birey olması, özgürlüğün içselleştirilebilmesi, bireyin özgün yaratı
ortaya koyabilmesi ve sanatın çağı öncelemesi; ortak aklın algı
deformasyonundan uzak kalmayı başarabilmesine bağlıdır. Bilim ve felsefede
bağımsız değilseniz, değerleriniz kul mantığında kotarılıp işleniyorsa, aktarma
bilgilerle değirmeni döndürüyorsanız bu nasıl olacak? Hangi birey, nasıl
özgürlük, nice özerklik?
Bugün düşünebildiklerimiz, gelecekte
tasarımı ve yaşama geçirilmesi çoğunlukla olanaklı olanlardır. Hele
özlenenler daha yakındır. Geçmişte ütopya diye adlandırılan düşlerimizin pek
çoğu gerçekleştirilmiştir; somut-soyut anlamsal bütünlük veya nesnellik
kazanmışlardır.
Dünyanın olumlu, en güzel ve yüce duygusu
sevgidir. Güzellik karşısında büyüyen bir duyumsama eylemidir. Pek çok
düşünürün söylediği gibi sanat güzeli görünüşe çıkarmak, insanı güzel ve yetkin
ruha taşımaktır. Sonuç olarak insanda sevgiyi ve yaşam sevincini yaratmaktır.
Sanat sevmektir; sevmekse şiirdir, şiirselliktir.
İnsanı, insana egemen kılmak ve insanı
öğrenilmiş maddiyata dayalı hırslarla donatmak yerine; insanda sevgiyi egemen kılmak,
pek çok sorunun üstesinden kolaylıkla gelecektir.
Çevremize çekilmiş görünür olmayan demir
çember, aynı zamanda aklın evrimi önüne konmuş aşılması zor bir engel
sistemidir. Sanat adamı, çemberi kırmak için beyaz dünyaya değil; iç dünyasına
dönmeli ve biçimsel aklın yolunu kendisine kapatmalıdır. Popülariteye değil,
gerçekliğin kucağına dönmelidir. Bu durum, küçük bir fındık uğruna neleri
kaybettiğimizin farkında olamadığımız gerçeğidir.
“İmgelem-İmge-İmgelem[15]” üçlüsü
nedir? Şiirin yazılışından insanla gelecekteki ilişkisine kadar bütün sanatsal
sürecini açıklayabilir mi bu üç sözcük?
İmgelem-imge-imgelem süreci; şiir, resim, müzik gibi tüm yapıtların
doğuma hazırlık safhasından doğumuna, imge ve iletilerini kurmaktan okurda
yeniden bir imgelem dünyası yaratmasına kadar izlenen zorlu bir yoldur.
Ülkemiz kültüründen beslenen bazı bireyler,
dahası sanatçı ve aydın olduğunu ileri sürenler, çatışma ve dayatma kültürünü
en gözde ve yararlı davranış kalıbı olarak benimsemişlerdir. Benim inandığım
değerler senin inandığın değerler gibi karşılaştırmacı, sanatın ve şiirin
hiçbir noktasında yer almaması gereken bölünmüşlük, küçümseme, önyargı,
beğenisizlik ve ben bilirim yaklaşımı yaygındır. Bunun yanında, zihin okuma,
aşırı genelleme, keyfi ve duygusal çıkarsama gibi bilişsel psikolojinin ortaya
koyduğu olumsuz düşünce işleyiş biçimlerini çoğunlukla yaşayan bireylerdir.
Sanatçının sanatçıya, şairin şaire nasıl bir yaklaşım içinde olduğunu,
eserlerine karşı nasıl bir tutum sergilendiğini az çok gözlemlemiş birisi
olarak bu tümceleri kurma gereği duyuyorum. Kızmaca yok; bu bir tespittir.
Okuma konusunda çok nazlıyız çook! Aşık
usandırırcasına. Daha ilk birkaç tümcede “Olmaz böyle şey!” diye peşin hüküm
verip okuma zahmetine kendince kılıf hazırlayacak gizilgüce sahibiz. Üretilen
bilgiyi ve ortaya konan yeni bir yaklaşımı yerden yere vurma ve yok sayma
alışkanlığımız pek yaygındır. Nedendir bilinmez, yakınımızdaki insanların
bilgisine güvenemeyiz. Referansımız yabancı ya da ün kazanmış birisi olacak ki
mutlaka öyledir diyebilelim. Kabul edip
öykünebilelim.
Genel olarak üretilen bilgiyi nasıl yok
sayarız diye türlü yollar deneriz. Bilindik bilgileri öğrenmiş olmanın haklı
gururu ile oyalanmaya yatkınız. Peşin hükümlüyüz ve büyük beklenti
içindeyizdir. Bilgiye ulaşmak bilgi üretmekten daha zor değildir. Okumaktan
geçer yolu; önyargısız ve beklentisiz okumaktan. Biraz da temiz bilgi ile kirli
bilgiyi birbirinden ayıracak altyapıya kavuşmaktan.
Düşüncenin
ve düş gücünün sınırı yoktur, bununla birlikte dilin sınırı ve iskeleti yoktur.
Şiirsel dil en omurgasız dildir. Bir anlamda şiir dilinin anlamsal genişliği,
düşünce ve düş gücünün ulaşabildiği ufka bağlıdır. Dolayısıyla şiir; duygu, dil
ve düşüncenin özdeşliğinden beslenir ve sınırları tanımlanamayan bir alanın
içinde var olan bir sanattır. Şiir dili; sözcük, kavram ve anlam üzerinde
oynayan bir dil olması nedeniyle sanatsal yaratıcılığın ekseninde durur. Bizden
keşif bekleyen o kadar geniş bir sanatsal ve şiirsel evren var ki bugün, bunu
büyük bir kısmını düşünemiyor ve göremiyoruz. Tersinden söylersek henüz
bilincine varamadığımız, kavrayamadığımız sayısız şiirsel ve sanatsal model ve
eğilim, bizden keşif beklemektedir. İnsanlık olarak, bağnaz algı ve yargı
modellerinden kurtulup şiir ve sanata, çoklu ve sınırsız bir görüş açısıyla
bakılabilmeliyiz.
Öykünmeyle
değil; her bilginin altındaki derinliği çözerek…
Değişik kültürlere ilişkin bilgi ve yargıları
kaynak gösterme; içselleşmemiş yabancı kavram ve terimleri öne çıkarma;
yerleşik kültüre yabancı az bilinen mitolojik öykülere yaslanma; ideoloji veya
inancından dolayı hayranlık duyulan kişileri öne çıkarma; gelişmişliğimizi
gösterme gereci gibidir. Ne birilerine karşı önyargı ne hayranlık ne de sahip
olduğumuz değer ve kültürün altında ya da üstünde bir değer ve kültür varlığı
kabul edilebilir. Elbette kuramlar,
söylemler, mitler, destanlar, masallar ve halk öyküleri vardır yaşayan sanatın
içinde. Bunları bir kenara itemeyeceğimiz gibi sıradan kuram, öykü ya da halk
arasındaki söylemlerden ibaret olduğunu söyleyemeyiz.
Sanatın özünü, estetiğini ve çekiciliğini
kendi tespit ettiğimiz kuramlar ve mitlerimizde aramalıyız. Sahip olduğumuz
değerler, insanımızın duygu dünyasına daha etkili seslenir. Bunlar, değerlerini
içsel olarak duyumsuyorsam beni bende rendeye vurabilirler. Şunu biliyorum;
toplumda anlamı içselleşmemiş sanatsal yabancı terim ve kavramlardan; duygu
değeri oturmamış mitler, öyküler ve kahramanlardan tanınırlık devşirmeye
çalışmak; yazarın yetkinliğini değil, acizliğini ve artalan bilgisinin
zayıflığını gösterir.
Kültür emperyalizmi denen olgu, kendine bilindik ve kontrol
edilebilir düşmanlar yaratır. Bunlar iyi yürekli, atak kahramanlardır. Mazlum
için çalışan kahramanlardır. Sanırsınız ki inandığımız değerler için mücadele
ederler, yenilik ve devrim yapmaya çalışırlar, toplum bilincinde kanayan
yerlere merhem sürerler, iyileştirirler, dönüşümü sağlarlar, haksızdan alıp
haklıya verirler. Görünüm öyle olmasına karşın bunlar, karşı oldukları
düşüncenin farkında olmadan sadık birer hizmetçileridir. Bu tür sistemlerin en
önemli özelliği ve sürekli kazanmasının temelinde yatan gerçek, kendisine karşı
olanları en büyük hizmetkârı olarak kullanabiliyor olmasıdır. Sanatçının
uyanması gereken nokta burasıdır. 19 ve 20. yüzyıldaki genel tabloya, değişim
ve oluşum sürecine bakalım. Görünen manzara odur ki devrin devrimcileri kendi
kendilerini istekli bir biçimde devire gelmişlerdir. Yani karşı oldukları
sistemlerin gelişimine en büyük hizmeti yapmışlardır. Bir özeleştiri yapıp
deyin ki “Bu doğru değil!”
MAGAZİNSEL
SÖYLEM
Toplumu istenilen bir düzen içinde yaşatmak
için; onu oluşturan bireylerin zekâ etkinliğini, yaratıcı özelliğini, girişimci
ruhunu ve her türlü gizilgücünü sınırlandırmak gerekir. İkinci sınıf
toplumlardaki yönetici ve liderler, hatta aydın olduğunu varsayan pek çok
kanaat önderi kişiler, halk katmanlarının temelinde var olan bu özelliklerin
değişmemesi, gelişim göstermemesi ve gizilgücün ortaya çıkmaması için çaba
harcarlar. Bu tür kişiler, eğitim ve sanat gibi zihin değiştirici, dönüştürücü
olanakların inanç veya öğretilerin mutlak emrinde olduğuna inanırlar. Öyle
dikte ederler. İşte aydın olduğunu savunan çoğu kişi ve yöneticiler, öğreti ya
da inanç gibi olguların, diğer bir söyleyişle doğruluğuna inandığı inanç ve
öğretilerin geleceğin yeni ve yaşanabilir dünyasını kuracağı öngörüsü
içindedirler. Bu tür kişilerin zihninde, mutlak doğruluğuna inandığı yöntemler
dışında yeni bir çıkış yolu ve yeni bir dünya modeli yoktur. Küresel olarak
dünya toplumlarında yaşanan kaos ortamı ve çözüm üretilememesinin nedeni, bu
tür düşünce ve yargıya sahip yönetici oranının çok yüksek olmasından
kaynaklanır. Sanat dünyası da bu ve buna benzer algı ile oluşturulmuş sabit
düşünce sahibi insanlarla doludur. Ne yazık ki yoz destekçileri karşısında
magazinsel söylemlere kapılarak önlerini göremeyecek kadar körlerdir ve bundan
habersizlerdir.
“İleri bilimsel ve felsefi düşünme konusunda
oldukça kabiliyetsiz olan çocukların sürekli olarak yüksek düzeyde sanatsal
yetenekler sergilediğini biliyoruz.” diyor R.G. Collingwood. Bu sonucun doğru
olduğunu varsaysak bile, sanatsal etkinliğe yatkın bu kişiler, hangi sanat dalı
olursa olsun günümüz koşullarında bilimsel, felsefi ve teknik bilgiden
uzaklarsa yaptıkları sanatsal etkinlikler belli bir ufkun ötesine ulaşamazlar.
Bizim deyimimizle arabeske bulaşmak durumunda kalırlar. Özellikle şiir gibi dil
sanatlarında bilgisiz yola çıkmak, disiplinler arası konumlanışı çözmeden yola
çıkmak, demirsiz ve çimentosuz bina inşa etmekle eşdeğerdir.
Dostlar, donanımsız sanat üretme devri
bitmiştir artık. Donanımlı bir akıl var karşınızda ve onun estetik yargısını
kazanmanız kolay değildir. Birkaç gömlek ileride olmalısınız.
Bilgi aktı dediğimiz olgu;
“algı, düşünme, anlama ve açıklama” aklarından oluşur ve bu zihinsel etkinlik
birbirinden ayrılamaz, iç içe döngüsel bir süreçtir. Genel olarak, bilgi aktına
insanın düşünsel etkinliğinin toplamı da diyebiliriz. Yani bu kavram, insanın
bilme etkinliğidir. Ancak, bilgi aktının işlerliği, insan zihinsel etkinliğinin
hareket motoru, özellikle sanatsal alanda "sevgiye” bağlıdır. Sevmeden
algı, algı olmadan anlama, anlamadan düşünme istenen düzeyde gerçekleşmez. Bu
bağlamda, duyguya doğrusal bir mantıkla yaklaşırsak her konuda öncelikli ele
alınması gereken bir konu olduğunu görürüz. İşte bu nedenle– duygu yönetimi[17]
son derece önemlidir diyorum. Her alanda
olduğu gibi özellikle sanat ve şiirde duygu, ilk irdelenmesi, eğitilmesi ve
yönlendirilmesi gereken başat bir insan etkinliğidir, eylemidir.
Heykel, şiir, resim gibi bütün sanatsal
yaratılar; bilimi kullanır ama bilimden özerktir, bilgiyi kullanır ama bilgiden
bağımsızdır, insanın edimlerini kullanır ama insanın içine saldırır, aklı
kullanır ama aklın çeperlerini parçalar, bilincin üç alanını kullanır ama
bilinçle kavgalıdır. Başka bir deyimle, doğru yanlış kavramı geçersizdir sanat
için. Güzel ya da güzel değil söyleminin de kesin bir ölçütü yoktur. Özellikle
sanatta; özneler arasılık, belirsizlik, görecelilik ve rastlantısallık
kuramları öne çıkar.
Şiir ve sanat dünyasında
bilimsellikten söz edildiğinde yadırganır, farklı bir gözle bakılır. “Şiir
diyalektiktir” denir. Oysa diyalektik, bir bilimsel yaklaşım yöntemidir.
Örneğin şiirin kendisi bir bilim alanıdır. Tabii bilimi, yirminci yüz yıl
tanımıyla ele almıyorsak. Sanatın; felsefe, psikoloji ve sosyoloji ile
estetikten oluşan sanat bilimi diye bir bilgi bütünlüğü vardır.
Bilim, aklın ürettiği bilgi
ve anlam sistemidir. Sanatsa aklın düş gücü ile tasarladığı, imgelem sonucu
ürettiği yapıtlar bütünüdür. Her ikisi, aynı kandan beslenen ve aynı karından
doğan kardeş gibidir. Sanatsız bilim, bilimsiz sanat olmayacağını sanatın
tarihsel gelişiminden de söyleyebiliriz. Sanat ve bilim kardeş iseler
insanoğluna düşen görev, onu eş zamanlı, eş güdümlü, iç içe ve birbirini
destekler biçimde kullanmaktır.
Sanat ve bilim,
insanlığın ortak dilidir.
KISA KISA DENEME DENEYELİM-8
İçimizdeki görkemin yansımasıdır şiir. Duyarlılığınız, sanatsal bilgi ve
yeteneğiniz ne kadar zengin imgelem kurabiliyorsa şiiriniz de o kadar zengin ve
kavrayıcıdır okuru. Evren ve yaşam arasındaki ilişkinin ayrıntılarını duymadan
ve çözmeden şiir yazarım diyorsanız, gördüklerinizi anlatmaktan başka bir şey
yazamazsınız. Duygularınızın zorladığı ve sağdan-soldan duyduğunuz süslü
sözcükleri getirip önümüze dize diye koyarsınız. Bunun adı bence şiir değil, iç
dökmedir. İç dökme sanat mıdır, tartışılır ama çoğu düşünür bunun sanat
olmadığını söylüyor.
Bilmemesiyle suçlanamaz ki insan. Ne
bilmediğini bilmeyen kişi için var olan, yok hükmündedir. Zaten bizim
biçtiğimiz değerle bir anlam kazanmıyor mu, var olan?
Ben insanoğlunun bulunduğu yerde, işlerin
olması gerektiği gibi yürüdüğüne güvenmem. En zor konu, en kısa zamanda
çözümlenirken en basit konu, yıllarca çözümsüz kalabiliyor.
“Akıl sahibi insan; ne kendisi ne bir başkası
hatta ne de Tanrı için bir araç olabilir.” demiş Kant. On sekizinci yüz yılda
söylemiş hem de…
“Düşüncenin özgür olması” tamlamasından ne
anlıyorsunuz? Bu konu gerçekten sıkıntılı bir durumdur. Özgürlük kavramını az
çok bilen herkes “Ben özgür düşünüyorum” diyecektir. Şu anda sizin düşünceniz
ve düşün sisteminiz gerçekten özgür mü? Bunu, tarafsızca sorgulamanız mümkün
mü? Bu konuda kuşkuya düşmüyorsanız ciddi sıkıntınız var demektir. Kendi
kendinize basit bir test işte.
Şair ve yazarın ilk işi iyi bir okur olmaktır;
iyi bir okur olmayan her birey ne söylendiğini anlamadığı gibi neyi bilmediğini
gösteren bilgilerin de ayırdına varamaz. Bu durumda çok yazan ama yeni bir şey
söylemeyen, kavram-terim-sözcükler arası anlamsal bağıntıyı kuramayan ve sadece
öykünen yazarlar/şairler sürüsü türer; bu kaçınılmaz bir sonuçtur.
Sanat; öğretilerin, dinlerin, inançların ve
yarar çatışmalarının yedek akçesi gibi görülmüştür tarih boyunca. Çağının,
insan bilincinin, kültürünün, imgeleminin ve düşünme biçiminin dışında bir olgu
değildir. Ancak, amacı ve işlevi çok açıktır; yaşamsal sürekliliği sağlamak
için insanı yetkin ruha taşımak ve olumlu duygulara yönelterek yaşam sevincini
yüceltmektir. Değişik bakış açılarından getireceğiniz her açıklama, bu temele
dayanır.
ÇATIŞMA
KÜLTÜRÜ-2
Çatışma kültüründe büyümüş ve hâlâ çatışma
kültürü anlayışıyla boğuşan bir kuşağız. Sanatımız da bu kültürden alması
gerekenleri alıp aynı mantıkla varlığını sürdürmektedir. Başka türlüsünü
düşünmek bizler için zordur elbet. Artık sanata ve onun alt dallarına daha
felsefi ve bilimsel yaklaşmanın zamanı gelmiştir. Şiirin, sinemanın, tiyatronun
maksadı hiçbir zaman çatışma ve şiddet doğuran bir açılım olmamıştır.
Sanatta karşıtlık, direniş ve çatışmacı
tutumlar; bir amaca hizmet eder ki bunun tanımı son derece açıktır. “Ben üstün
olmak istiyorum” söyleminin altında yatan gerekçedir. Daha kısa yoldan söylemek
gerekirse sanatın, oksijeni sevgidir dostlar. Siz hangi mantıkla yola
çıkarsanız çıkın sevginin dışındaki tüm gereçler, bir gün sanatın kucağında
kendi kendini imha eder. Sanatın işlevi ve yönelimi tamamen sevgiyi yüceltmek
ve yaşam sevincini büyütmeye odaklıdır. Öbür türlüsü, bir amacı gerçekleştirmek
veya üstünlük kurmak için bir gereç haline dönüşür. Yıllarca da böyle olmuş.
Dil, bir anlam dünyasıdır. Düşüncenin nesnelleşmiş halidir. Düşüncenin
tasavvur edebildiği dünyayı görünen kılandır. İnsanlar arası bağ kurma varlık
alanıdır. Dahası bilgi ve anlamlar arası eşgüdüm mekanizmasıdır. Dil ile
düşünce özdeştir; dil düşünceyi güçlendirirken düşünce de dili güçlendirir. Bu
birbirinden ayrılamaz geri dönüşümlü bir ilişkidir.
En önemlisi de ürettiğimiz kültür varlıklarıyla doğru orantılıdır. Bir
anlamda düşünebildiğiniz, tanımlayabildiğiniz dünyanın gösterenidir. Dünyada
üretilen tüm kültür varlıklarıyla, yaşamsal değerlerle ve beklenen gelecek
anlayışıyla etkileşim içindedir. Kendi kültür ve kendi ulusunun içerisine
hapsedilmeyecek genişlikte bir sistemdir dil. İsterim ki bütün kavram, terim ve
sözcükler; benim ürettiklerim, benim değerlerim, benim coğrafyamdan doğsun.
İsterim ki Türkçe Türklerin öz malı olsun. Ne var ki beklentilerle olmaz bu.
Kısa deneme dedik ya uzatmayalım. Toplam aklınız ne kadarsa ve ne kadar
bilgi üretmişseniz; ürettiğiniz kavram, terim ve sözcüğünüz de o kadar olur.
Bilgi üretmiyorsanız taşıma sözcükler işgal eder dilinizi. Bilim ve felsefede
bağımsız değilseniz, ‘değirmeni’ aktarma bilgilerle döndürüyorsanız dil
gelişmez dostlar. Önce değirmenin suyu…
Şiir dilinin güzelliği;
çarpıcı, yaratıcı, şaşırtıcı ve yeni bakış içermesi, pozitif bilimler ile diğer
sosyal bilimlerin kavramsal ve kuramsal tasarımları, bunun yanında insan
davranış dizgesine egemen olunması ile doğru orantılıdır. Yani şiirsel anlatım,
yaşamsal kurguyu ve olguları iyi okumak, fotoğrafı doğru kadraj ile uygun
açıdan çekmekle olasıdır. Herkes şiir yazabilir; ancak bugün okunan ve
tüketilen şiiri yazar. Gelecekte gündemden düşmeyecek, zihinlere yapışacak ve
elden ele okunacak şiirleri yazmak, yaşam döngüsü ve kurulu elzem sistemleri,
kuşaklar arası zihinsel evrim özelliklerini, gelecek kuşakların akıl etkinliği
ile onların estetik algı biçimini öngörmekle olasıdır.
Bu denemede uzun tümce kurayım dedim. Kısa denemede uzun tümce gitmiyor
değil mi?
Dil sanatlarında şiirin ayrı bir özelliği var ve bu özellik şiirin bel
kemiğini oluşturur. Şiir dışındaki öykü, roman, masal gibi metinler, konu ve
anlam üzerinden anlatıma yönelir. Şiir ise anlamdan anlatıma giderken diğer
taraftan da anlatım üzerinden anlama yönelir. Yani anlatım anlama, anlam da
anlatıma katkı sağlar. Başka bir şekilde söylersek diğer metinlerde anlamın
duygu değeri üzerinden yola çıkılır. Şiirde anlatımın duygu değeri daha
belirginleşir ve şiire renkli elbise anlatım sayesinde giydirilir. Şiirin
estetik değeri, öncelikle anlatım üzerinden çıkış alır; sonra bütün katmanlara
belirli ağırlıkta yaslanır. Güzel söz söyleme sanatı söylemi, güzel anlatım
demek değil midir? Sonuç olarak, “Anlatımdan anlama yönelmek, şiire özgü ayırıcı bir özelliktir.” önermesini ileri sürebiliriz.
Şair, okuru çoğul bir anlama yöneltmek, çağrışım
yelpazesi[18]ni
daha geniş tutmak, şiiri daha etkili kılmak ve şiiri daha yalın tutmak
maksadıyla, dizelerde eksiltili anlatıma başvurabilir. Bir dizenin, sesin,
sözcüğün ya da tümcenin eksik bırakılması onun bütün bir dize ve tümce olmadığı
anlamına gelmez. Bana göre eksiltili anlatımın önde gelen ereği, şiiri yalın
tutmaktan ziyade okuru, eksik kalan yerleri tamamlatarak çoğul anlam ve çağrışıma yöneltmek, rastlantısal anlam[19]
ve çağrışımsal imgelem[20]
zenginliği doğurmaktır. Okuru şiire katılmaya zorlamaktır. Bu, insan
beyninin önemli bir özelliğidir; var olanla anlamlandırmak. Bu durum, “Geştalt Etkisi” kuramıyla
tanımlanmalıdır. Geştalt psikoloğu Kurt Koffka’nın bu konudaki kuramı şu
şekildedir: “Bütün, kendisini oluşturan
parçaların bir araya gelmesinden daha fazlasıdır. (...) Bütün, bağımsız bir
varoluşa sahiptir.” Koffka’nın söylemini daha açık söylersek “Beynimizin, özellikle basit ve bağlantısız
ögeleri görsel olarak bir araya getirerek tanıdık ve bütün figürler çıkarma
kabiliyetidir.”
Geştalt etkisi sayesinde, şiirde eksik bırakılan,
kapalı gibi görünen söz duygu değerleri, anlam ve çağrışım alanları beynimizin
çalışma özelliği gereği bir bütüne kavuşturulur, yani anlamlandırılır. Ancak
burada oluşan bütünlük, anlam ve çağrışım saçağı[21],
okurun bilinçaltı, zihni ve belleğinin gücü ile doğru orantılı oluşur.
YÜCE DEĞERİ
Gündelik yaşamın gelgitleri içerisinde insanların
duygulanım süreçlerini hızlandıran etkenler vardır. Her birey için
yapılandırılmaya veya işlenmeye hazır tertemiz duyguların hüküm sürdüğü yumuşak
bir dünyadır orası. Bu saf ve tertemiz kişisel duygu durumunun, sömürülmeye
yatkın ve karşının isteklerine göre şekillendirilmeye açık yumuşak yönleri de
vardır. Sanat diye yapılan, duyguları karamsar ve içinden çıkılamaz bir hiçliğe
sürükleyen edimlere; tanık olduk ve tanık olmaya da devam edeceğiz. Buna örnek
vermeye gerek yoktur; müzikten sinemaya kadar uç örnekleri, hatta rencide edici
örnekleri gözler önündedir. Ancak şiirin hedefi; duyguları sömürme,
yapılandırma veya onu şekillendirme değildir; estetik kaygıyı, estetik
duyarlılığı, estetik yaşantıyı, estetik yargının gücünü arttırmak ve yaşam
sevincini var kılmaktır. İnsanın kendisine karşı ellerini güçlendirmektir. Bir
başka söylemle, insandaki “yüce değerini” duyulur kılmak ve sevme duygusunu
güçlendirmektir.
Şiirin kalıcılığı, anlamının zamanla değer
kazanması ve imgelem gücünün daha yetkin/etkin hale dönüşmesi demektir. Bu
özellik, şair ve eleştirmen açısından üzerinde durulması gereken önemli bir
konudur. Şiirin anlamı, bilginin dönüşümüne bağımlıdır. Metinler arası ilişki
burada görünür durumdadır. Bilgi bilgiyi üretirken anlam da anlamın
genişlemesini sağlar. Okurun zamana göre değişen algısı, gelişen olayların bazı
gerçeklikleri görünür kılması, yeni gerçeklikler üretilerek anlamın değer
kazanması, bilgi birikimiyle anlamın genişlemesi ve zihnin daha etkin düşünme
gücü; okurun gelecekte şiirden ulaşabileceği anlamın durağan olmadığını
gösteren gerekçelerdir. Ayrıca bunlara ek olarak eleştirmenler, zamanla şiire
sığınmış esrar perdesini kaldırarak şiirin ileti gücü ve anlam derinliğine yeni
boyut kazandırıp anlam genişlemesine katkı sağlayabilirler.
Şair, şiirinin kalıcı olmasını düşünüyorsa
şiirini kurarken, anlam devinimini dikkate almalıdır. Eleştirmen ise önceden
yazılan şiirin anlamsal genişlemesini ortaya koymak veya bugün yazılan şiirin
gelecekte alacağı değeri öngörmek için çaba harcamalıdır.
İş yaşamımdan da bilirim; insanlar işyerinde
işsiz kaldığında; bir de yaranma veya tanınma kaygısı olduğunda; özellikle
öğreti veya inanç saplantısına sahipse; ya isimlerle ya kavramlarla ya yüksek
değerlerle ya da kimlikle uğraşırlar. Kurumların, cadde ve sokakların, sık sık
isimlerinin değiştirilmesi bu işgüzarlığın sonucudur. Toplum olarak çok şey
üretmiyoruz ama bozmakta oldukça yetkiniz.
Kimlik sorunu gündeme geldi yıllar önce, koca
koca insanlar tartıştı. Bakıyorsunuz konuyu gündeme getirip tartışanlara,
poposuna yapışmış keneden habersiz yaşayan birkaç hımbıl.
Felsefi olarak şöyle tanımlanır: Bir toplumun
değerleri, araç değerler ve yüksek değerlerden oluşur. Araç değerleri yüksek
değerlerden baskınsa, o toplum kötüye gidiyor, denir. Kardeşim küçücük
aklınızla yüksek değer dediğimiz varlıklarla oynamayınız. Kavramların anlam
kapsamı son derece açıktır; muğlaklığa yer yoktur. Senin kafan bulanıksa al bir
kilo sabun yıka gitsin, olmuyorsa çöpe at gaz üretmesin.
Türk edebiyatıyla Türkçe edebiyatın aynı şey
olmadığını, cahil bir insana sorsanız bile size doğrusunu söyler. Türk şiiri
ile Türkçe şiirin, aynı şey olmadığını günümüz ilkokul çocukları size açıklayabilir.
Kavramların anlamsal kapsamı ve hiyerarşik yapısını, lise düzeyi bilgi
birikiminizle açtığınızda her şey ortaya çıkıyor zaten. Siz nerenizle
düşünüyorsunuz? Mantık denen bir şey var.
KISA KISA DENEME DENEYELİM-9
ŞİİR
Şiir, çatlak testiden sızan su gibi sessizce
insanın içine akar ve bilinçaltı güdülerini sular. Bu arada duygu ve duyular,
dansa çağrılırlar; naif ve içten ortamın sandalına bindirilip okyanus derinliği
ve genişliğinde salınmaya başlarlar. İnsanı böylesi duyarlı bir ortama sokmak o
kadar kolay ki… Sanatın veya şiirin asıl amacı da budur. Ne var ki biz işin bu
yönüyle değil; kendi kafamızdaki sıkıntıları okura nasıl aktarırız kaygısında
olduğumuzdan ortaya kör topal bir şey çıkarabiliyoruz. Şiir, dayatma sanatı değildir,
güzelliğe çağrı sanatıdır. Şiiri yedeğine alıp gelişi güzel sallayan ve silah
yerine kullanmaya yeltenen, sayısız şoven gördük biz bu alanda; bilgi çağında
bile…
Eğri oturup doğru konuşmayı öğrenmek
zorundayız şairdaşlarım. Şiir; öyle sandığınız gibi attığını vuran, kaçanı
tutan, kışkırtan, direnen, dik durma sendromuna muhafız olan, bir sanat
değildir. Tüm olumsuzluklara, bedeli kendi cebinden olmak üzere çiçek
çarşısından çelenk ısmarlayan bir sanattır. Bilmem anlatabildim mi, bu tuhaf
benzetmeyle… Ne de olsa kısa kısa deneme denedim; olsun.
Okur duygusunu ele geçirmek, onun hem ekonomik
yönelimini hem beğeni karar yargısını ele geçirmek anlamına gelir. Yani yapıtla
okur arasındaki estetik değer ve estetik algı ilişkisi, kurulmuş demektir.
Gönül kazanılmışsa gerisi su gibi…
Her şeyden önce özgür ve özgün düşünebilme
yeteneği kazandırılmalıdır gençlere. Bilinçlerini, dayatılmış kalıplardan
kurtarıp gerçekliğin ve gerçeküstü dünyanın kucağına koşulsuz bırakıvermek
gerekir. Düş ve anlam dünyalarına güvenmeliyiz. Bu kuşak kötü değil, düş
dünyası travmatik değil; daha insancıl, daha çağcıl, daha yaratıcı ve daha
sevecendir.
Bilimsel bulgu ve olgulardan yeterince payını
almayan; çoğunlukla tarihsel süreçte ne olup bittiğinden habersiz olan; diğer
yandan öğrenilmiş kalıpların veya mistik düşüncenin sınırlayıcı ve tutuculuğunu
erdem gören; günümüz şairinin yazdığı şiir, elbette bağnaz ya da tutucu
olacaktır. İlginç olanı ise bu temel sorunun tanımlanmasında olduğu gibi
çözümlenmesinde de çağcıl bilince gerek duyulmasıdır. Çağcıl bilinç yoksa var,
zaten yoktur. Sorun da burasıdır.
Çağdaş sanatın öncülüğüne soyunmuş gelişmiş toplumlara bakarak ayak
uydurmaya çalışan az gelişmiş toplumlar, daha modern sanat anlayışını
içselleştirmeden postmodern ve çağdaş sanat anlayışına özgü şiir yazmaya
çalışırlarsa ister istemez taklitçiliğe düşmekten kendini kurtaramazlar.
Toplumsal bilinç ile sanatçının anlatısı arasında önemli bir uçurum doğmuş ise
burada düşünülmesi gereken önemli bir sorun var demektir.
Dilin farklı ve alışılmadık bir biçimde
kullanımı, aynı zamanda zihni yeni ve aşkın düşünme biçimlerine taşır. Sanatsal
yaratıcılığı, salt insanın anlama, düşünme ve yeteneğinde aramanın fazla
iyimserlik olduğunu düşünüyorum. Çünkü zihin, anlamlar bütününü; dil
olanaklarıyla görüntüler, bunları oluşturur, işler ve cenge hazır tutar. Bu
klasik bir yaklaşımdır. Bunun tersi; dilin akıcı, çarpıcı, sıra dışı kullanımı
algı ve bilinci sarsıntıya uğratır. Örneğin alışılmamış bağdaştırma, öyle bir
anlam alanı üretir ki ben bunu daha önce neden düşünemedim diye şaşırırsınız.
Bu tür farkındalıklı dil kullanımı, keşfedilmemiş düşünme biçimine ve sanatsal
yaratıcılığın devinimine katkıda bulunur. Düşünce dili yaratıp kurarken; dil de düşünceyi yaratıp kuran bir
sistemdir. Birbirini besleyen geri dönüşümlü bir evrendir.
“Yüce” kavramı ve bu
kavramın duygu değeri, şiirde anlatımın anlamı güçlendirdiği noktada ortaya
çıkar, diye düşünüyorum. Yüce değeri bir estetik değer bileşenidir ve bu, duygularımızı
ezen bir değer olarak görünür. “Duygularımızı ezen” derken, olabilirlik
ölçülerinin ötesinde bir görünüşün bizi hayranlığa taşıması anlamındadır. Şiirde
daha çok anlatımın sarsıcılığından duyumsarız bu değeri. Olağanüstülük veya
olabilirlik ölçülerinin dışında bir anlatımın anlama yönelmesi hem yüce hem de
estetik değeri ortaya koyması açısından önemlidir. Bir ozanın üzerinde
ayrıntılı durması gereken bir durumdur. Örneğin; (...) Laleli'den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız//Birden nasıl oluyor
sen yüreğimi elliyorsun (...)// Cemal Süreya’nın sadece şu iki dizesi,
anlatımın anlamı nasıl güçlendirdiği, yüce ve estetik değerin açıkça duyulur
kılındığı somut bir örnek olsa gerek.
Şiir diline “Yapay bir dil” diyenler var. “Üst
dil” diyenler de. Ozan, şiir dilini kurmak için “Ortak dili değiştirir.” diye
söyleyenler çoğunluktadır. Bu söylemlere biraz ayrıntılı baktığımız zaman
aslında bunların, doğru olmadığını söyleyebiliriz. Ben okuduğum hiçbir şiirde,
dilin yapaylığına, üst dil, alt dil ya da değiştirilmiş dil olduğuna tanık
olmadım.
Şair, ortak dili değişime ya da yapaylığa
uğratmaz; zaten bunları yapamaz. Zihinsel etkinliğinin gücü oranında dilin
kullanım güzelliğini ve derinliğini açığa çıkarır. Dilde var olan bir olanağı
ortaya koyar. Her dilin kendinde bu gizil güç saklıdır zaten. Daha güçlü algı
yaratmak, daha derin anlam ve çağrışım yaratmak, coşum gücünü artırmak ve
estetik değer yaratmak maksadıyla, ortak dilin sessel, anlamsal ve anlatımsal
olanaklarını daha etkin kullanmaktır. Yani dili şiirleştirir. Şiirleştirir ne
demek? Dilin düş, duyuş ve tasarım olanaklarını etkin, yetkin, sade, kısa ve
çarpıcı kullanarak algı uyarıcı anlatıma dönüştürür. Şiirsel anlatım, güzel anlatım
demek değil midir?
Şiir dili dediğimizde, kavram ve sözcüklerin
bağlamlarının olağan dışı kullanılmasıyla ortaya konan mantıksal ama estetik
değer taşıyan anlatıma sahip bir dilden söz ediyoruz demektir. Ortak dilin
güzel kullanımından başka bir şey değildir.
Üst dil söylemine de değinelim yeri gelmişken.
Şiir dili ile günlük dilin aralarında; biçim, yöntem ve işleyiş bakımından
içerme ilişkisi yoktur. Bu ilişki yoksa alt-üst kategorilerinden söz
edilemez.
Yaşamsal gerçeklerin altında ezilen insanlık,
olası olmasa bile ideal yeni bir dünya beklentisi içerisindedir. Bu beklentinin
doğurduğu düş gücü, yaşanabilir bir dünyanın tasarımını edebiyat, müzik, sinema
gibi sanat alanları içinde bulmaya yönelir. Bu sanat alanlarında, özellikle
şiirde, ideal yenidünya tasarımının insana yansıtılması ve duyumsatılması, bilimsel
bütünlüğü ve felsefî derinliği olan sanatçıların yenidünya algısı ile
olanaklıdır. İnsanoğlu gerçek olaylardan ve yaşamsal risklerden fiziksel olarak
kaçınabilir veya kendini koruma altına alabilir. Ancak içinden ve ruhunun
derinliklerinden kaçışı olası değildir. “İç sıkıntısı, mümkünün gerisinde
olduğunu görmektir.” derler. Sahip olduğu yetenekleri kullanamamaktan, daha
iyiye ulaşamama kaygısından kaynaklanır bu. İç sıkıntısı ve ruhun baskısından
kaçışın mümkün olabileceği en korunaklı yer resim, şiir ve müzik gibi sanatsal
eylemlerdir. Bunların ruhumuzda yarattığı dinginlik ve bilincimizde yarattığı
huzur, sığınabileceğimiz en sıcak yerlerdir. Buna mümkünün ötesine vardığını
düşünmenin rahatlığı da diyebiliriz.
Görünüşte şiir, duyguların düşlere giydirilmiş
bir elbisesi gibi durur; çoğunlukla gerçek yaşamdan imgelem yoluyla alınmış
desenlerle bezenmiştir. Şiirin görünen yüzünün arkasında can alıcı gizli bir
gerçek hep vardır; şairinin duyargalarını titreten. Şiir, açıkça söylenenlerin dışında
örtük anlamlar bütünü ve çok katmanlı imgelem verilerini bünyesinde barındırır.
“Çoklukta birlik” ilkesini görünür kılan bir durumdur bu. Gerçek, sanal,
gerçeküstü ve mistik dünyanın; düşünceyle ilişkili olgu ve olayları, bir bütün
olarak kurgulanır. Bu, sanatın sanat olmasını, şiirin şiir olmasını sağlayan
varlıkların görevdeşliğidir. Buradan şunu diyebiliriz: Şiir, salt bir gerçeğin
gözler önüne serilmesi değil, somut-soyut-sanal toplam varlıklar ile insan
arasındaki zihinsel ilişkinin notalara dökülmüş özel bir ezgisidir.
AKIL GERİSİ
Çağın uygar kazanımları, teker teker akıl
gerisine itildiği bir zamanda yaşıyoruz. Böyle bir ortamda; estetik, sanat
felsefesi ve sanat dallarının gelişimi için harcanan çabadan söz ediyorum. Bu
çaba, ütopik bir uğraş değil midir, sorusu aklınıza gelecek ister istemez. Acı
ki bu sorunun yanıtı, hepimizin umut bütünlüğünü yaralamaktadır ve ruh
sağlığını tehdit etmektedir. Sanat algısının sıradanlaştırıldığı, insan varlığı
ile emeğinin önemsizleştirildiği, insan algı, duyu ve sezilerinin kültür
endüstrisi çarklarında öğütüldüğü bir çağın, iç tepisini yaşıyoruz. Sadece akıl
gerisine itilmekle kalsak, kazanımları tüketmek için ileri akılla birlikte
hareket ediyoruz. Asıl tehlike buradadır.
Toplum belleğinin arka
odalarına atılan toksik maddeler, yavaş yavaş ve farkında olmadan insanları
tutarsız, duyarsız ve umarsız duruma dönüştürüyor. İnsanların birbirine karşı
güvensizliği, suç oranının yüksek oluşu, zorunluluk, hukuksal altyapının
mağduru yeterince savunamaması gibi bir sürü etken; tutarsızlığı, duyarsızlığı
ve umarsızlığı körüklüyor. Ayrıca özel bir amaca yönelik kurgulanmış basın ve
yayın araçları, bilinçsizce yapılan magazinsel belge ve görüntüler;
duyarsızlık, tutarsızlık ve umarsızlığı besliyor. Algı-anlama-düşünme-yargı
biçimi dönüştürülmüş çağın aydın kalabalığı; gözü önünde cereyan eden şiddet,
terör ve somut acı olayları sıradan bir konu olarak görebiliyor. Bunu da
erdemmiş gibi izleyicilerine servis edebiliyor. Sistematik duyarsızlaştırmanın
en gelişmiş teknikleri, kullanılıyor ve kullanımı etkin bir şekilde
sürdürülüyor. Ne yazık ki şiir de sanattın diğer alanları da bundan payını
yüksek derecede alıyor. T.W. Adorno bunun adını yıllar önce koymuş zaten; “Kültür
endüstrisi.”
BİLGİ KORKUSU
Dinsel, politik ve ideolojik kabul ve yönelimler;
sanatçı, yönetici, birey ve toplum bilincinde özgür düşünce altında
gerçekleşiyor gibi bir algı olmasına karşın, tam tersi kurulmuş sistemlerin
güdümünde hareketten başka bir şey değildir. Bu yüzden, bilgiye ve bilime
dayalı çözümler ve sonuçları, bugün sözde yönetici, sanatçı ve aydın olduğunu
savunanları korkutmaktadır. Korkunun temeli ise yüksek değer yüklenerek
öğretilmiş bilgilerinin yıkılması, uzun soluklu çabalarının boşluğa düşmesi ve
saygınlık kaybı düşüncesidir. Şiirin bir kısım ileri gelenlerinde de bu tür bir
korkunun varlığını yazdıklarından net olarak görüyorum.
Üretilen bilgi, teknoloji, kültür varlıkları,
doğa, sosyal ve insan bilimleri; gerçeküstü diye adlandırılan alanı tasarımlama
ve derinleştirme yetkinliğindedir. Başka bir söylemle bugünün şairi, düşüncenin
sınırlarını kırıp; evren, insan ve yaşam ile aralarındaki ilişkiye daha
farkındalıklı bir anlam kazandırma; bunları nesnel dünya ile bütünleştirme
yeteneğine sahiptir.
Gerçeküstü dünya insan tasarımıdır; yani
düşüncenin varlığını tasarladığı bir evrendir. Sınırlarını göremediği ve doğa
bilimlerince açıklanamadığı için, insanoğlu bu alanın içine önlemsiz girmekten
çekinmektedir. Aslında gerçeküstü dünya, matematik ve sanal dünya dediğimiz
alandan farklı bir şey değildir bana göre. Örneğin matematik, insan tasarımı
soyut ve sanal bir kurgudur. Bunu algılayabilmesi ve anlayabilmesi için doğada
karşılığı olan nesne, çizgi ve uzamla bütünleştirmiştir.
Gerçeküstü kavramını, zihnimizde
tasarımlayabiliyorsak sorunun en önemli kısmını çözmüşüz demektir. Düşüncede
tasarlananı, dile uyarlamak kolaydır. Özellikle sanat diline uyarlamak çok daha
kolay. Birazcık yaratıcılık ister.
Julia Kristeva’nın “metinler arası ilişki”
tanımı, sanırım çoğunluk tarafından yanlış anlaşılıyor. Bu iyi bir kavramdır ve
doğru tanımlanmalıdır. Bilginin üretilmesi ve onun kullanılabilmesi, önceki
bilgi ve teknolojiye bağımlıdır; bugünün bilgisi yarının bilgisini üretici güce
sahiptir ve olmaz ise olmaz bir koşuldur. Metinler arası ilişki, bilgi ve anlam
bağlamında düşünülmelidir; salt metin olarak ele alınırsa içerik göz ardı
edilir. Kaldı ki her metin, içeriği için vardır. Örneğin bir sanat dönemi, genetik olarak geçmiş dönemin
kodlarını üzerinde taşır. R. Barthes,
bunu “metinler arasılık” diye tanımlar[22].
Her üretilen metnin içeriği daha önce üretilmiş
bilgiye bağımlıdır ve bundan sonra üretilecek metinleri de etkisi altına alacak
ve bu döngü sürecektir. Bilgiyi, bilgi çoğaltır ve üretir. “Metinler arası
ilişki” kavramını bu şekilde ele almak gerekir diye düşünüyorum. Ayrıca, her
metnin anlamsal oluşumu, kendinden önceki metinlerin anlamsal etkilerine
dayanır. Aslında bilginin dinamizmini, birikimini, üretkenliğini evrimini ve
anlamsal sürekliliğini içeren bir kavramdır, metinler arası ilişki.
Örneğin bu kitapta okuduğunuz denemeler, bugünlerde
yazılmasına karşın Aristoteles’in Poetikasına kadar yaslanır.
KISA KISA
DENEME DENEYELİM-10
TUTARLILIK
Sanat yapıtı, buna şiir de dahil, olağan bir
görünümdeyse ve sıradan bir düzlemde hareket ediyorsa sanatsal değeri yüksek
bir yapıt adayı değildir. İyi ve kalıcı sanat yapıtı, algıda seçiciliği, akılda
dengeyi ve duyguda durağanlığı bozandır.
Yirminci Yüzyıl aydınları
sanat anlayışının tersine, sanat ne öğretilerin ne inançların ne de baskın
güçlerin sıradan oyun bahçesidir. Aklın yaramaz tutumunun somut varlığıdır
sanat. Aklın bilirkişisidir. Evrimin sözel ve görsel tanığıdır. Söylendiği gibi
ne şiir akıl dışıdır ne resim renk tasarımıdır ne de müzik sadece bir ses
uyumudur. İnsanın sahip olduğu duygu, zihin ve düş gücünün; fiziksel, kimyasal
ve biyolojik nesne, hareket veya sese dönüştürülmüş şeklidir. Aynı zamanda yeni
bir zihni gerçekliğin tasarımlanması ve zihinsel gücün evrilebilirliğinin
göstergesidir.
Sanatsal yaklaşımlar,
düşünürler ve şairler; konuya nasıl bakarlarsa baksınlar; ben şiirde
kalıcılığı, estetik ve şiirsel değer varlığını; yaşamsal ve vazgeçilemez
ögelerin anlamsal, ağır ve felsefi olarak görünüşe taşınmasında buluyorum.
Anlamsal derinliğin, okurdaki imgelem uzamını ve şiirdeki lirizmi daha seviyeli
oluşturacağına inanıyorum. Şiiri kalıcı yapan ve geleceğe taşıyan değerleri de…
Gençlik ciddi anlamda kaygılıdır; bunu siz yarattınız. Kafanızda yaşayan
çağdışı havayı görüyorlar. Hiçbir uygulamanıza güvenmiyorlar; bunu da siz
yaptınız… Bugünün zekâsı, kişilere bağımlı uygulamalara değil; sistemin
sürekliliğine, işlerliğine, doyuruculuğuna ve adaletine güven duymak istiyor;
işte bunu göremiyorsunuz…
Kim istemez yaşamak yük değil zevk olsun
Umut gökyüzü, özlem keyfe keder olsun
Tuttuğum el sıcak, çaldığım kapı boş çevrilmez olsun.
İsterim ki yaşamak kavgadan uzak
Korkudan bağımsız, şiddete dimdik
Yalnızlığa küs olsun…
(…)
İstedim ki bu deneme de şiirsel olsun.
İmgelemi kuran düşünsel ve duyusal altyapı,
çevremizde olup biten ve az çok bildiğimiz bilgi dünyasının verileridir.
İmgelemse bilinç, bilinçaltı ve belleğimizde kayıtlı tüm bilgiyi yorumlamakla
oluşan kesintisiz bir etkinliktir. Öyleyse şunu diyebiliriz: Sanat; psikolojiyi
ne kadar iyi kullanıyorsa dili, sesi, duyguyu, fiziği, kimyayı, biyolojiyi,
felsefeyi de o kadar ustalıkla kullanabilir. Durum böyle olunca sanat;
duygunun, aklın ve bilginin içinde, yani insanın yarattığı bilgi varlıkları ile
gizil gücünde bir yerde durmaktadır. Sanat, hangi türü olursa olsun bir yaratı
işidir; yaratıcılığın beş duyusu ise sevgi, sezgi, doğa, bilgi ve teknolojidir.
Bunun anlamı ise sanat dünyası, insanın sahip olduğu toplam bilgi, teknoloji ve
kültür varlıkları ile ilgili olduğudur.
Her sanatçı; okuyabildiği,
sezebildiği, sentezleyebildiği ve görebildiği dünyanın görüntüsü ile
tasarlayabildiği yenidünya görüntülerini birleştirerek yapıtlarına yansıtır. Kendine özgü ve özgün dünya algısı oluşmamışsa, sanatsal yetkinliğe sahip
değil ve düşündüklerini nesnelleştiremiyor demektir. Toplam akıl varlıklarını mantıksal bir sentezden
geçiremiyorsa; birilerinin sözlerini, birilerinin dikte ettirdiği öğretileri
birebir alıp savunmaya kalkıyorsa; işte o zaman sıkı bir öykünmeci olduğunu
açıklıyor demektir. Bu durumda şiirlerine giydirmeye çalıştığı elbise, eğreti
duruyor. Titizlikle karşı durduğum ve anlatmaya çalıştığım konu; kısa erimli,
adı konmamış küçük taklitçilik ve görünmez bağnazlıktır. Biliyorum, itici bir
tanımlama ve kulakları tırmalıyor; ancak bu tanım, her sanat insanı tarafından
sağduyulu sorgulanmalıdır. Kişi kendisine özgü düşün dünyasını, acımasızca
özeleştiriye tabi tutmalı, sorgulamalı ve düzenlemelidir. Sorgularken şunlara
yanıt aramalıdır: “Benim doğrularımın temeli bana mı özgüdür; yoksa
başkalarının amaçlı gereciyle mi donanmıştır? Düşün ve düş dünyamın ne kadarı,
kendi yorumumdur? Bilgiyi kullanma yeteneğim, işleme yeterliliğim ve estetik
değer üretme yetkinliğim ne kadardır?”
Sanat; tarafsız, önyargısız,
özgün ve özgür düş ülkesinin yani saf imgelemin araçsal sonuçları olmalıdır. Amacımız; insanın saplantısı, takıntısı,
ideolojik ve dinsel önyargıları ile bilgiye dayalı olmayan kabullerinden
arındırılmış bir sanat anlayışının varlığına ulaşmaktır. Buna ulaşmak, düşük
bir olasılık değildir. İmgelem, bilginin sağladığı duyu, düşünme, sezi, görü ve
öngörü yetisiyle var olan bir etkinliktir. Bugün sahip olduğumuz teknik bilgi,
kültürel değerler ve gençlerin dünya algısı, bu amaca ulaşmanın bir ütopya
olmadığını göstermektedir. Oldukça iyimser beklenti içinde olsak bile
insanoğlunun sahip olduğu evrimsel akıl, mutlaka kendi geleceğine ilişkin
değerleri kendine uygun er geç kuracaktır. Bu yüzden baskıdan şikâyet edip
kendi özgün baskı sistemini kuran; kuralcılıktan sızlanıp söz varlıklarını bile
kurallar zincirine terk eden; şiirin özgürlüğünden söz edip şiiri esaret
çemberine hapseden anlayış; sanatın evrimsel kodlarıyla insanın devasa beyin
gücünü doğru okuyamıyor demektir.
SAKIZ SÖZLER
Kimin neyi ne kadar bileceği
tek merkezden belirlenen kemikleşmiş bir sistemin, insanın mutluluğuna ve
gelecek algısına artı bir değer katmayacağı çoktan bellidir. Güncel sistemin
yıkıcılığı ve ölümcül çıktıları, mutlak bir sürecin doğal sonucu gibi algılanır
olmuş ve onun istekleri doğrultusunda hareket etme zorunluluğu doğurmuştur.
Yıkıcı bir endüstrinin
çarkları arasında olduğumuzu herkes biliyor ve çoğunluk, bunların arasında
ezilmemeye karşı direnç göstermiyor. Yozlaşmış sistemin amacına hizmet etmemek
için; deneyim, birikim ve yaşam felsefesine dayanarak, sanat ve özellikle şiir konusunda
geçmişten günümüze kadar olan sanatsal etkinliklerle kuramsal yaklaşımlara
kuşkuyla ve eleştirel bakmak gerekiyor.
Kuşkuyla yaklaştığımızda
ilginç sonuçlarla karşılaşıyoruz. Şairlerin ağzında sakız olmuş ve
belirleyicilik kazanmış bazı bilgiler, amaçsız, rastgele söylenmiş ve yanlış
çıkarımlar olduğunu görülüyor. Üzerine sayfalar dolu yazılar yazılan,
etkinliklerde göğe çıkarılıp övgüler düzülen çoğu bilgi, bilimlerin gözünden
veya sağduyulu incelediğimizde çağın kocaman birer palavrası olarak karşımıza
çıkıyor. Örneğin, “Şiir düşünceyle değil; sözcüklerle yazılır.” “Folklor şiire
düşman” gibi…
İnsan ve teknoloji uyumuna
dayalı bir sanat, günümüz teknoloji ve bilişim sistemlerini de dikkate
aldığımızda, olmazsa olmaz bir gereklilikle karşı karşıyadır. Modern sanattan
ayrılan ve yeni bir bakış açısı oluşturan postmodern sanatın olmazsa olmazı,
teknolojiyle koşut ve aynı kulvarda yürümektir. Postmodern anlayış, bilimi geri
plana iter gibi algılansa da aslında durum öyle görünmüyor. Yine bilimlerin
öngördüğü bir gerçekliğe savruluyor. Her ne kadar postmodern tanımlaması yerli
yerine oturmuş tanımlama olmasa da bugün postmodern sanata baktığımızda,
teknoloji ve bilimle koparılamaz sıkı bir ilişki içinde olduğu görülür. Bu kötü
bir durum değildir. Çünkü teknolojiyi üretmek, kullanmak ve sanatla
bütünleştirmek, sanatın başka bir türünü ortaya çıkarabilir.
ELEŞTİRİ CİDDİ İŞTİR
Her tümcenin, her dizenin ve
her sorunun; kendi içinde ve dışında bir görünümü, çözümü, bir başka deyişle açılımı
vardır. Bir tümce, dize veya bir şiirin; açık olarak dile getirdiği görülür,
duyulur dokunulur dünya dışında açık olarak söylemediği ancak sezdirdiği,
çağrıştırdığı ya da okura göre anlamı genişleyen;
dinamik bir varlık alanı daha vardır. Bunlara ek olarak, şiirin yarattığı
duyusal varlık alanı ise ayrı bir inceleme konusudur. Bu yüzden bir yapıt; şunu
diyor, bunu şöyle dile getiriyor, şununla bu olayı anlatmaya çalışıyor gibi
basmakalıp açıklama ve genellemelerle değerlendirilemez, eleştirilemez. Örneğin
bir şiir hakkında; inceleme, çözümleme veya eleştiri yapmamız gerekiyorsa o
şiiri; içerdiği yedi katman altında çözümlememiz gerekir. Bunlar; biçim, anlam,
anlatım, ses, çağrışım, coşum ve estetik katmanlarıdır. Bu katmanları ve
birbirleriyle ilişkilerini çözümledikten sonra, şiirin estetik ve sanatsal
değeri hakkında altı dolu bir şeyler söyleyebilelim. Yoksa halihazırda
yapıldığı gibi: “O, şiirin kıyısından dolaştı, şiirini öldürdü, şiirini kötü
bitirir, çok iyi şiir, şiir değil, duruşu şair duruşu değil, şöyle güzel
söylemiş, böyle şiire zarar vermiş” türünden beylik tümcelerle anlamsız
genellemeler yaparak eleştiri yaptığımızı sanırız. Eleştiri, ciddi iştir.
Bilgi, deneyim ve kendine özgü sistem gerektirir; yanı sıra genellemeye izin
vermeyecek sıkı bir çözümleme…
KISA KISA DENEME
DENEYELİM-11
Şiirde bilimsellikten söz edilmesi, şairlerce
yadırganır; ne ilişkisi var şiirle bilimin, diye küçümsenerek bakılır. “Şiir,
diyalektiktir” tümcesini böbürlene böbürlene savunur çoğu şair. Nedense kimse
diyalektiğin, bilimsel yaklaşım yöntemi olduğunu bilmek istemez; ona başka bir
kılıf uydurur. Şiir ve bilim ilişkisi çok tartışılmasına karşın bu konuya,
noksan bilgi ve üstünkörü yorumla yaklaşıldığı görülüyor. Örneğin, şiirin
kendisi bir bilimdir. Sanatın; felsefe, psikoloji ve sosyoloji ile estetik
biliminden oluşan sanat bilimi diye bir disiplini vardır. Bunların hepsi bir
yana dilin kendisi başlı başına bir bilim konusudur. Anlam, anlatım, çağrışım,
coşum gibi şiirdeki katmanlar, deneyimsel ve bilimsel verilerle açıklanabilir.
Örneğin coşum, psikoloji; anlam ise anlambilim gibi. Bilimselliği, büyük
hesapların yapıldığı karmaşık işlemler veya laboratuvarlarda deney yapmak
olarak algılamamakta yarar vardır. Bilgi bütünlüğü olan, bir disiplin altında
ele alınan ve sonuç çıkarmaya yönelen her alan bir bilim dalıdır. Kaldı ki
şiir, resim, heykel gibi tüm sanat alanları; bilim ve teknolojiyle iç içedir.
Bunlar, bilimlerle açıklanırlar, teknolojiyle gerçeklik kazanırlar.
Sanatın, üç aşaması vardır:
Birincisi, sanatçının duyusal ve düşünsel
dünyasını oluşturan ve imgelemi doğuran bilinç dünyasıdır. Buna, sanatçının
imgelem süreci deniyor; yani düşlenen, görülen, duyumsanan zihni durum.
İkincisi ise düşlenen dünyanın yaşama
geçirilmesidir. Sanatçının imgeleminin; teknik ve teknoloji yardımıyla kendine
özgü ve özel biçimlerde, nesnelliğe dönüştürülmesidir. İmge ve imgeler
bütününün kurulmasıdır.
Üçüncüsü ise bizde pek dikkate alınmaz. Yapıtın
okurla olan ilişkisinden doğan aşamalar ve sonuçlar. Üçüncü aşama sağlıklı
çözümlenmeden, ayrıntıları dikkate alınmadan, diğer iki aşamadan istenen verim
alınamaz; geri dönüşümlü bir sistemdir.
Dünyada en tehlikeli silah insandır. En korkuncu yine
insandır. Cahil olanı daha tehlikeli, hele cahil tarafından cahilce eğitilmişi
tamamıyla ölümcüldür. Söylediklerim, yanı başımıza baktığımızda görebileceğimiz
örneklerle doludur. İnsanlığın en önemli ve acil gereksinimi, ‘duygu yönetimi’
ve ‘sevgi eğitimidir.’ Gerçekleştirmekse sanatın gücünde saklıdır…
EN KISA DENEME-53
Sanat eğitiminden kastım; her insanın bakış,
görüş ve eğiliminde değişiklik yapacak, estetik kaygıyı doğuracak düşük
yoğunluklu sanat ortamının genel anlamda oluşturulmasıdır. Bu konu, salt eğitim
kurumlarının görevi değildir; tüm insanlığın sorumluluğudur. Çünkü insanın,
insanca yaşamasının tek güvencesi sevgi duygusudur.
Sanat; sevginin, olumlu
duygunun ve insan olmanın hamurudur.
Anlatım, sınırsız bir uzaydır; şiir sanatı için
çok büyük bir olanaktır. Şiir şöyle olmaz, şiir böyle yazılmaz benzeri
yaklaşımlar; öğrenilmiş olanla yaşamaya alışık olmanın sonucudur. Şiire, sınır
ve çerçeve çekilemez. Şiirde anlatım; dili kırar, kural tanımaz, mantığı yıkar,
çelişkilere yüklenir, zaman ve yerden bağımsızdır. Düşüncenin niteliği ve
itkisine göre biçim alır.
Yapıtlarında moda tutum ve davranış kalıplarını
işleyen yorum ve yaklaşımlar, güncelliği ve beğeni yüzdesini artırıyor görünse
de onlar çabuk eskiyecektir. Ayrıca, anlık bilinçaltı yönlendirmeleri ve geçici
duygu yoğunlaşması sonucu ortaya konulan dizeler, biraz sığ ve kendisine
gelecek kurmakta yetersiz kalır kanısındayım. Oysa bilgi, bilinç, mantık ve
duyguyu içeren toplam aklın; bir şiirde ürettiği, yönlendirdiği ve yansıttığı
evrensel olguların işlenmesi, şiirin evrimsel gelişimine ayak uydurma
yeteneğini daha da artıracaktır. Burada şairin anlamı şekillendirme ve gelecek
olgularını sezme yeteneği, devreye girmelidir. Biliyorum, kalıcı ve geleceğe
dönük yapıt üretmek çok zor, farklı bir algı yetisi, ileri seviyede sezgi ve
imgelem gücü gerektiren bir durumdur. Ancak şair olmanın ve sanatçı olarak
anılmanın bedeli, her bireyin yapamadığını, göremediğini, yaratamadığını,
sezinleyemediğini yakalamaktır. Geleceğin ellerini bugünden kavrayıp kendine
doğru çekmektir; gelecek kendine sizi zaten doğal olarak çekmektedir.
Yenilikçi şiirden söz edilir çoğu yerde. Bu
söylem, altı dolu olmayan bir tanım gibi gelir bana. Şöyle soralım; Yunus’un
Hayyam’ın, Fikret’in, Uyar’ın ve Süreya’nın şiirleri şimdi eski midir? Yeni
şiir çabaları sayılan, bildiri ve söylemler dolaşıyor ortalarda. Sonuç olarak
bu söylemlerin içeriğinde, yazınsal bazı teknikler dışında kuramsal tespit ve
paradigma değişimine gidilecek bir yaklaşım görünmüyor. Şiir; yerleşik
beğeniye, alışılmış, kalıplaşmış söz öbeklerine karşı elbette kendini
yenilemelidir. Kendini taklit etmekten kurtarmalıdır. Ancak kendini yenilerken
var olanı reddetmek yerine, gelenekle geleceği kaynaştırmak, onu çağdaş bir
biçimde dönüştürmek zorundadır. Ne yıkmakla bir sonuca varılabilir ne de
geleneğe bağlı kalarak yeni şiir üretilebilir. Deneyimler gösteriyor ki
yenilik, bilginin bilgiyi üretmesiyle, bilginin anlamı, anlamın anlamı
genişletmesiyle olasıdır. Salt şiirde değil, gerçekte her olay ve olguda bu
ilke geçerlidir.
BÜYÜK ŞİİR
Büyük şiiri yazmak, salt
şiir ve dil bilgisiyle olacak iş değildir. Geniş bilgi ve imgelem dünyasına
sahip olmayı gerektirir. Herhangi bir öğretinin, dinin veya düşünsel sistemin
bağımlısı olmuş; yüzyıl önce ortaya atılmış söylemleri bugünkü okura kabul ettirmeye
çalışan; kendi düşünsel devrimini yapamamış; yeni kuşakların düşünsel
dünyasının çok gerisinde kalmış önyargı sahibi kişiler; yenilik getirmek yerine
şiire sınırlama getirirler. Biçimi, biçemi ne olursa olsun iyi şiir; şaşırtıcı
içerik, geleceği kucaklayan, tasarlanması güç dil kullanımı içeren, okuyan
dinleyenin en saplantılı yerine yumruk atan ve zincirleme etki oluşturarak
güzellik algısını büyüleyen şiirdir. Bu tanımlamaları yaparken, ipe sapa
gelmez, bir mantık dizgesine oturmayan, şiir diye benzetme ve imge kalabalığına
soyunan, öğreti ve inançların emrine uyan bir yapıdan söz etmiyorum. Şiir,
büyük şiir olmak için önce insanı insan olduğu için öncelemeli, sonra
duygusunu, arkasından zihin ve akıl dengesini sarsmalıdır. Gelecek yıllara
yaygın bir içerik taşımalı, duygu ve aklı kıskıvrak kavramalıdır.
Şair, şiirindeki ileti ve imgelerini geleceği de
dikkate alarak kurguladığı zaman, şiirinin imge dünyası geleceği kavrayıcı,
sezdirici ve uyarıcı olur. Bu durum, şiirin zaman yolculuğundaki kalıcılığı,
anlamının değer kazanması ve imgelem gücünün daha yetkin/etkin duruma dönüşmesi
demektir. Bu özellik, şair ve eleştirmen açısından üzerinde durulması gereken
önemli bir konudur. Şirin anlamı, bilginin dönüşümüne bağımlıdır. Kendini
zenginleştirme ve genişletme gizilgücü vardır. Okurun zamana göre değişen
algısı, gelişen olayların değişik gerçeklikleri görünür kılması, yeni
gerçeklikler üretilerek anlamın değer kazanması, bilgi birikiminin zihni daha
etkin düşündürme gücü; okurun şiirden ulaşacağı anlam, imge ve imgeleme yeni
boyut kazandıracaktır.
Deneyimli eleştirmenler, bilginin üretimine bağlı
olarak şiire giydirilmiş sır perdesini sıyırıp atar ve ayrıntılar daha da açığa
çıkar. Bu durum; şiirin ileti gücüne, anlam derinliğine yeni boyut kazandırır
ve anlam genişlemesini sağlar.
İşte şairler şiir yazarken ve eleştirmenler şiir
çözümlerken; küçük gibi görünen şu önemli ayrıntıyı dikkate almak
zorundadırlar. Tarihte yaşayan, bugün adını bildiğimiz ve şiirlerini
hayranlıkla okuduğumuz ozanlar, bu özelliklerinden dolayı ölmezler. Çünkü
şiirlerinin öz ve içeriğindeki doğal anlamsal güç, yarattığı imgelerin
gelecekle ve gelecekteki insan algısıyla kurduğu ilişkide gizlidir. Açığa çıkan
bilimsel olaylar, bilginin evrilmesi, gelişen algı yetisi, düşünme ve görme
zenginliği ile tarihsel/sosyal olayların yeni gerçeklikleri ortaya koyması gibi
nedenler; yapıtın imge ve imgelem şemsiyesini genişletir. Şair, bu özelliği
dikkate alarak şiirini kurmalıdır. Eleştirmen ise geçmiş ve gelecek bilgi
değişimi arasındaki değerlendirmeyi doğru yapmalıdır.
Geçmişte olduğu gibi bundan sonra da yaşamsal
kazanımları, çağdaş değerleri; dinlerin ve öğretilerin hizmetine sunmaya devam
edersek varacağımız istasyon, yeni bir ölüm coğrafyasıdır. Okuma oranının yüzde
on dört olduğu bir coğrafyada, aydın ve sanatçıların sorumluluğu olmalıdır.
Aksi durumda neye, niçin ve kime hizmet ettiğini bilmeden, sanat yapan, şiir
yazan, yayın yapan ve TV kanallarında ileri geri konuşarak hizmet ettiğini
varsayan; kandırılmış sözde özgür sanatçı ve aydınlar türer. Çok seslilik,
toplumsal aklın ve evrensel değerlerin okunması için elzem bir durumdur; ancak
misyonerliğe, şiddete, savaşa, insanın yok oluşuna bilinçsizce hizmet etmek de
çok seslilik anlamına gelmez. Büyük resmin satır ötelerini okumak ve var olan
gerçekliği açıkça görebilmek için yeterince üretilmiş bilgi, değer ve
kazanımlara sahip olduğumuza inanıyorum. Yeter ki saplantı, önyargı ve
biçimlendirilmiş aidiyet duygularınızdan kurtulup tarafsızca sorunlara
yaklaşabilelim.
Bireyin sanata ve şiire karşı ilgisizliği, özünde
estetik kaygının olmayışı değildir kanımca. Bunu, sanat veya şiirle okurun
duyusal algı ve yargılarının harekete geçirilememesi olarak görmek gerekir. Bir
başka yönüyse duyusal algının tepkisel bir konuma sokulmasıdır. Daha açık söylemek
gerekirse şiire karşı ilgisizliğin nedenini, insanın algısını harekete
geçirecek şiirsel yaklaşımın öğretici, yönlendirici, dışlayıcı, küçümseyici,
ideolojik ve inançsal kaygı taşıyıcılığı tavrında aramak gerekir, diye
düşünüyorum. Bu yoruma pek çok şairin, bağnaz bir tutumla yaklaşacağını, karşı
duracağını biliyorum; çünkü Türk şiirinin, değerler dizisi olarak kabul edilen
uyarıcı, öğretici, dayatıcı, direnişçi ve dönüştürücü bir yaklaşımın üzerinde
anlam bulduğu genel kanısı vardır. Bu yoruma önyargı ile yaklaşmak yerine,
yorumu ele almadan önce; insanın tutum, davranış ve algı biçimlerinin
psikolojik çözümlemesine gidilmelidir. Bugünün okuru, dayatmacı ve dönüştürücü
tavırlara karşı alıngandır, kırılgandır. Gerek bilinçli gerek bilinçaltı
eğilimleriyle bu tür yaklaşımlara tepki koyar. Kaldı ki bu tür yaklaşımın doğru
olduğunu varsaysak bile öncelik, şiirin insana ulaşmasıdır. Sanatın bir ilkesi
de şair, şiir ve okur üçgeninin doğru kurulmasıdır. Şiir, insana ulaştıktan
sonra ancak bu eylemlere girişebilir. Şiir direnişçidir, dönüştürücüdür,
eleştireldir, yadsımıyorum. Kaldı ki bu doğrudur ve sanat eserlerinin temel
özelliğidir. Ancak şiir, tavır ve söylemiyle, okurun duygusal dünyasını rencide
etme hakkına sahip değildir. İşte bıçak sırtı eşik, doğru kurgulanmalıdır.
Sonuç olarak şunu söylemeliyiz; şiirin işi öğretmek, anlatmak ya da dayatmak
değildir; okurun imgelem gizilgücünü ve duyarlılığını söz kalabalığına boğmadan
harekete geçirmektir. Böyle bir devinim de ancak şiirsel ve naif dokunuşlarla
sağlanabilir.
Her tür sanat edimi ve sanatsal yaratıcılık;
sosyal, bilimsel, duyumsal ve teknolojik bilgi altyapısını gerekli kılar. Doğa,
sosyal ve insan bilimlerinin kuram ve disiplinlerine egemen olmayan bir
sanatçı; kavramlar arası anlamsal, hiyerarşik örgütlenmeyi başaramaz;
biçimlendirme ve yaratıcılık yetisi zayıf kalır. Sanat eğitimi programları,
asıl yüzünü imgelem kaynaklarına çevirmelidir. Yani imgelem kaynaklarına egemen olmadan, sanatta yaratıcılık yetkin
olamaz. Günümüz koşullarında, anlamı çözümleme, biçimlendirme ve
yaratıcılık; ilgili sanatın kendi kapsamından, yaşamsal pratiklerden ve doğa
hareketlerinden kazanılamayacak kadar büyük ve karmaşıktır. Çağdaş dünyanın
işlerliğini sağlayan bilgi bütünlüğüne sahip olmadan ve bu bütünlüğü yorumlama
gücünü kazanmadan, sanatsal yaratıcılığın kapısını açmak şansa bağlıdır.
Yaratıcılık; teknik birikime, imgelem için yüksek bilimsel donanıma sahip
olmayı gerektirir. Sanat objesini üretmek (nesnelleştirmek) nasıl teknik ve
teknoloji gerektiriyorsa sanatı yaratan imgelemin de aynı bilimsel donanımı
gerektirdiği göz ardı edilmemelidir.
Çocukların erken yaşlardan başlayarak, estetik
kaygısını ve estetik duyarlılığını güçlendirecek yaygın sanat eğitim ortamı
ülke genelinde oluşturulmalıdır. Başka bir deyişle her yer ve zamanda, aile
dâhil bütün eğitim ve öğretim kurumlarında, sanatsal eğilime yönelten, estetik
kaygıyı tetikleyen ve estetik duyarlılığı artıran eğitim örgütlenmesini
öneriyorum. Düşük yoğunluklu sanat ortamı oluşturulması durumunda, çocukların estetik
kaygı ve estetik duyarlılığı, daha etkin ve olumlu yönde gelişecektir. Gerçek
anlamda sanat eğitimi alan, estetik kaygısı güçlendirilen yetişkinin; şiddet
gibi yöntemlere, suç ya da ahlaksal olmayan tutum ve davranışlara başvurmasının
yok denecek kadar az olduğunu istatistiklere gerek kalmadan söyleyebiliriz.
Böyle ortamda büyüyen çocuklar, gerçeklikle ilişkilerini daha kolay kuracaklar,
yaşamın gerekleriyle daha naif ve kolay baş etme yeteneği kazanacaklardır.
ANLAM DERİNLİĞİ
Şiirin ileti değeri, gelecekle kurduğu bağ, anlam
derinliği, ses zenginliği, yaşamsal değerlerle örtüşürlüğü gibi özellikler;
estetik değer varlığını açıklar. Şiirden ne beklendiği okura bağlıdır. Kimi
kendini arar, kimi salt duygularına yönelir, kimi kendini bulmak ister, kimi
geçmişindeki izlerini yaşamak ister, kimi de ideolojik veya dinsel kaygılarını
şiirle yatıştırmaya çalışır. Nasıl bir yöntem ve yaklaşım sergilenirse
sergilensin, şiirde estetik değer yaratmak öncelikle anlam derinliğine, bunun
da anlatım ve ezgiyle güçlendirilmesi temeline dayanır. Bu ne demektir?
İnsanoğlunun yaşamı tutuşunu, varlığını, gerçekliğini, mistik-metafizik dünya
ile ilişkisini ve nihai ereğini gösteren/sezdiren değerlerin temeli, anlam
derinliğidir. Dolayısıyla okur kendini ve varlığının temel değerlerini, şiirde
veya yapıtta görmek ister; onları duyumsar ve daha zengin imgelem dünyasına
kanatlarını açar. Şiirsel ezgi ile bunlar desteklendiğinde artık uçuş
kaçınılmazdır. Anlam, ses ve anlatımın gücü karşısında duyguları ezen estetik
değer, şiirde oluşmuş demektir.
KISA KISA DENEME
DENEYELİM-12
Dönemler, çağlar ve
sistemler; insanı yeniden yapılandırmamalıdır. Bunları insan yapılandırmalı ve
kendisine yaraşır düzeyde yön vermelidir. Bugün üzerinde yaşadığımız coğrafya
ve içinde bulunduğumuz çağ, göz göre göre insanı yemeye yeltenmiş iyi huylu bir
canavar gibidir. Herkes bu iyi huylu canavarın pençesi altında ve hiç kimse
ters giden şeyleri yoluna koyma bilincinde değildir. İnsanlığın gelişimini
engelleyen yozlaştırılmış inançlar bir yana, insanlığı kurtaracağına soyunan
bir sürü öğreti, yaşanabilir dünyayı yok etmeye yönelmiş durumdadır. Benzetmek
gerekirse insanlık olarak yok olmaya doğru giden süslü bir geminin içindeyiz,
geminin sallantısı midemizi alt üst etmiş durumdadır. Kimse önlem almaya
yanaşmamaktadır.
Sanat, çok boyutlu ve çok parametreli bir
etkinliktir. Yapıt; bilgi, donanım, imgelem yetisi, teknik ve teknoloji olmadan
günümüz koşullarında beğeni oluşturan düzeyde var edilemez. Örneğin şiir ve
roman gibi yazınsal metinler bile teknik ve teknoloji gerektirir. Çünkü bu
metinlerin yazımı; öncelikle imgelemi, imgelemi nesnelleştirmek için donanımı,
dil, bilgi ve tekniği gerektirir. Biz biliyoruz ki bilginin kullanılabilir
duruma dönüştürülmesine teknoloji denir. Yazınsal metinlerde bilginin
kullanımı, kendine özgü bir tekniği, teknolojiyi ve dil kullanımını gerekli
kılar.
Günümüz genci, özgürlük ve birey olma bilincine
varmış; değer yargıları ve algıları bütünlük kazanmıştır. Bilgi ve teknolojinin
sağladığı olanaklarla insana ve dünyaya bakışında özgüveni geçmişe oranla
oldukça yüksektir. Özgüveni yüksek gencin
önüne konan şiirde; yönlendirme, öğretme ya da dikte etme duygusu
doğurulmamalıdır. Ayrıca sığ ve sıradan söz bukleleriyle şiir diye
karşılarına çıkılmamalıdır. Şairin ilk işi, şiirini şiir gibi yazmak; ikincil
işi, şiirinin iletileriyle insanı kavramaktır. Şiirin işi ise sevme duygusunu
güçlendirmektir. Sanatsal içerik her ne kadar öğretme ve dikte ettirmeyi
dışlıyor olsa da biz toplum olarak bu yolda ısrar etmeye kültürel algımız ve
iyi niyetimiz gereği eğilimliyiz.
Anlatım; okura kendini yüksek sesle gösterecek,
satır gerilerini sezdirmeye çalışacak, şaşkınlıktan hayranlığa giden bir duygu
durumunu yaratacak, okurun imgelem olanaklarını tartaklayacak, duygularını
ezecek ve zihinsel etkinliğini sarsacak biçimde kurgulanmalıdır.
Şiirin temel felsefesini ve estetik değer sürecini;
genç kuşakların önüne koymak, bu alanda bilgiye gereksinimi olan genç beyinler
için başvuru kaynağı oluşturmak, her şairin kaygısı olmalıdır. Şiirin
anlaşılması; sanat tarihi, sanat felsefesi ve estetik değer sürecinin
çözümlenmesine bağlıdır. Çözümlemeler sonucunda ortaya çıkan bilginin sağlıklı
aktarımı da diğer bir şair kaygısı olmalıdır. Şairler bu kaygıyı duyuyorlar mı?
Şiir yazılarını taradığımızda böyle bir kaygının varlığını ender
görüyoruz.
Özgür, özgün, evrensel ve donanımlı birey;
bilimsel temellere dayalı, sosyal kuramları içselleştirmiş, yaklaşım ve
düşüncelere hiçbir önyargı ve saplantı taşımaksızın bakabilendir. İçinde
bulunduğumuz sistemler ve yaşadığımız sosyal kurallar bile, birer kurgusal
kabuldür. İnançlar ve öğretiler de buna koşuttur. Kaldı ki çağımızda hangi
bilginin doğru hangi bilginin kirli bilgi olduğu, ayırt edilemez bir biçim
almıştır. Bu yüzden şiirdeki estetik değer tabakası, yaşadığımız dünya
gerçekleri arasında görecelidir.
Modern sanat dönemi, aslında iyi irdelenmesi
gereken bir zaman dilimidir. Postmodern sanat anlayışı; bilgi ve nesnel bilime
köklü bakış getirir; zaman, mekân, yansıtma ve seçkinlik gibi üst kavramlara
farklı bakar. Postmodernizmi, okuyabilen ve anlamlandırabilen şair ve
düşünürler olmuştur; ancak bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar azdır ve
yazdıkları söyledikleri kitaplarda kaldığını günümüz şiiri ve şiir yazılarından
görüyoruz. Kapitalist dönüşüm süreci ve onun çıktısı Marksizm ve Liberalizm
karşıtlığının yarattığı çelişki, şairi şiirin ve sanatın felsefi boyutuna
değil, insanı biçimlendirmek ve düşüncesine taraftar toplamak gibi anlamsız
arayışlara yöneltmiştir. Bunun sonucunda Türk şairi, kendinin olmayan estetik
değerleri, şiirsel kuramları, duygu ve duyarlılık gereçlerini Batı
düşünürlerini izleyerek tanımlayabileceğini, açıklayabileceğini varsaymıştır.
Şiir ve sanatın, yaşam, dünya, gerçeklik, üst gerçeklik algısı ile insanın
duyumsal niteliklerinin örtüşmesinin bir ürünü olduğu gerçeğini göz ardı etmiştir.
Başka bir söylemle, Türk şairi düşünme, araştırma, inceleme ve kuram geliştirme
işini, bir başkasının ellerine bırakarak sanatta kültürel duyarlılık farkını
önemsememiştir. Bu konuda bir şey daha eklenmelidir: Şair ve düşünürlerimiz;
Türk sanatı hakkında kendi bilgi ve yorumuna hiç güvenmemiştir; ithal bilgiyle
iyi ve özgün sanat yapabileceği yanılgısına düşmüştür.
Soyut sanatın öngördüğü yeni gerçeklik, yeni
görüntü yönelimi ve nesneyi dış görünüşten soyundurma girişimi; ayrı bir dünya
algısıdır. Bugünün duyulabilir, duyumsanabilir, görülebilir dünyasının dışında,
yeni bir gerçeklik kurma girişimidir. Aklın evrimsel gelişimi, başka bir dünya
yorumunu beraberinde getirir. Sonuçta, gerçeküstü ve soyut sanat bile kendi
bakışı ve kendi öngördüğü evren açısından bir anlam düzlemi üzerinde hareket
eder. Örneğin soyut sanatın nesne ve figürden uzaklaşması, yeni bir anlam alanı
üretmesi içindir. Gerçekliğin dışında, yeni bir gerçekliğin yorumuna
yönelmesidir. Nesneyi dış görünüşünden kurtararak yeni bir anlam katmanına
sürüklemesidir. İşte bu yüzden sanatta anlam katmanı; yeni açılım, yorum ve
keşiflere gebedir.
Şiirin gerçekle ve alamla işi yoktur, maksadı bu
değildir; doğrudur. Anlamın yönelttiği, ürettiği ve çoğalttığı imgelerle işi vardır;
bu demektir ki amaç yine anlamdır. Yani imgenin yaratılması için imgelem,
imgelemin doğumu için anlam temel esastır. Şiirde gerçeklik, düş ve tasarım
dünyasının bulguladığı somut veya soyut sonuçların yansımasıdır. Bu sonuçlar,
nesnel olarak var olmak zorunda değildir; zihinde tasarımlanabilmesi ve bir
anlam yüklenebilmesi yeterlidir. Şiir ne yalnızca gerçek üstünde var olabilir
ne de yalnızca dış gerçeklikle var olabilir. Somut, soyut, sanal, gerçek ve
gerçeküstü tüm kavramların anlamsal açılımı ile birbirini üreten, birbirine
bağımlı bir döngüden doğurulabilen bir sanattır. Bu kavramların bir kısmı
nesnel, bir kısmı duygu ve aklın gücüyle kurgulanabilen, tasarlanabilen,
nesnelleştirilen sonuçlardır. Aynı zamanda aklın evrimsel gelişimi ile ilgili bir
süreçtir; sanatta her şey duygu, akıl gücü ve imgelem yeteneğine bağlıdır. Daha
doğrusu, her şey üzerine yüklediğimiz anlam üzerinden nesnelliğe, sanat
özelliğine veya şiire kavuşur.
Şiir yazınında iyi bilgi olduğu varsayılan pek
çok çıkarım, verili olanlardan oluşur ve kalıp doğrular olarak ortalarda
dolaşır. Ortaya atılmış ve düz bir zekânın bile altını dolduramayacağı modaya
dönüştürülmüş kalıplardır. Bunlar; sanat severlerin kendi sanat felsefesini,
yenidünya görüşünü ve özgün şiirini kurma çabasını, olumsuz etkilerler. Örneğin
“Şiirde anlam aranmaz” gibi. Türk şairi, yenilikçi ve devrimci söylemine karşın
çoğunlukla öğrenilmiş kalıplar içinde yürür. Şiirin; profesyonel eğitimi, sağlıklı
yön belirleyiciliği ve bilimsel incelemesi yoktur; usta çırak usulü ağır aksak
bir bilgi aktarımı söz konusudur. Ayrıca hem sanatsal hem dilsel hem de
anlamsal açıdan şiiri incelemek için, dil ve yazın bilimi ile onların alt
dallarının yeterli olacağını düşünmüyorum. Böyle olunca şiirsel yaklaşımlarda
ister istemez bir başkasından etkilenmeyi, bir başkasının doğru kabul ettiğini
kabul etme zorunluluğunu ve yanlışı yanlışla doğrulama eğilimini görüyoruz.
Sonuçta, varoluş ve evren ile insan arasındaki duygusal örgütlenmenin önündeki
kadim önyargıları kırmak zorlaşıyor. Sanat, reelin arkasındaki irrealitenin,
sınırı olmayan bir düş yeteneğinin, ölçütü olmayan bilgi birikiminin özgün ve
öznel yansısı olmalıdır. O zaman estetik, sanatsal ve geleceği de tasarımlayan
değer olma özelliğini kazanır. Kısaca söylemek gerekirse sanatı ve şiiri, sanatçının imgelem gücü ve zenginliği yaratır; onun
imgelem gücü ve zenginliği, duyusal ve düşünsel sürecin bilgi bütünlüğü ile
olasıdır. İmgelem, sanatın önkoşuludur.
Anlatım, anlam ve sesin üstüne giydirilmiş bir
elbise gibidir. Şairler, evren ve insanın varoluş değerleriyle onun
beklentilerine yönelik değerleri; çok iyi okumalılardır. Bu okumadan sonra biçilecek elbise, ne kadar
uyumlu ve çekici ise şiir, o kadar şiirdir; o kadar estetik değer taşıyor
demektir. Dil sanatlarında anlatımın ayrı bir konumu vardır, çünkü anlatım aynı
zamanda anlama ve diğer katmanlara yönelir. Dilin sınırsız kullanım olanakları,
anlatım katmanı içinde kendini gösterir. Sanatsal ve şiirsel dil, çoğu zaman
kuralları kırar ve kendine uygun umulmadık çıkış yolu bulur. Kalıcı,
etkileyici, tasarımlayıcı bir anlatım dizgesi kurar. Bu dizge, olağan dilde var
olan dizgeden farklı olmak zorunda değildir; iyi gözlem ve çözümlenmiş bilgiyi,
zihni yönlendirici yansıtma becerisine sahip sıra dışı bir kullanım olması
yeterlidir.
Soyut düşünebilme
yeteneğimiz, ilginç bir özelliğimizdir ve sanatla bilimin gelişimi için olmazsa
olmazdır. Zihnin “soyut”u işleme yetisi, bilim ve sanatta tasarım ve
yaratıcılık açısından önemlidir. Sanat, gerçekte var olmayan ve var olup başka
bir gerçeklikte görünen, anlamı ancak zihinde tasarımlanmış soyut kavramları
kullanmak durumundadır. Aynı şekilde bilim alanında ileri sürülen önermelerin
veya varsayımların kanıtlanabilmesi için; soyut tasarım, soyut bilgi ve dış
gerçeklik olguları ile gerçeküstü yorum gücü önemli bir yaratıcılık yoludur.
Soyutlamanın şiire yüklü bir anlam kazandırdığı, alıcıyı düşlemsel bir
görüntünün içine soktuğu, çağrışım ve coşuma renk kattığı ve estetik değer
yarattığı kabul edilen sanatsal gerekliliktir. Bu konuya şiir açısından bakmak
gerekirse zihnin tasarlayabildiği soyut tasarımlar ve gerçek ötesi kavramlar,
nesnel gerçeklikle bağdaştırılabilir şekilde kurgulanmalıdır. Soyut
tasarımların, toplumun ortak düzlemde okuyabildiği kodlara dönüşmesi dil
açısından önem kazanır. Soyutlamayı matematik bilen herkes yapabilir ve bunun
sınırı yoktur. Soyutlamanın da ortak bir iletişim ve karşılıklı etkileşim
dilinde gerçeklik kazanması gerekir. Okur zihninde anlamı oluşmamış
soyutlamalar, şiire olumsuz anlamda yük getirecektir. Nesnel gerçeklikle bağ
kurabilir, anlama, çağrışıma ve coşuma dönüştürülebilir olmalıdır. Söz ve söz
öbeklerinden oluşturulan görünüş, soyut bir tasarıma dayanıyorsa bunun sanatsal
bir iletiye yönelmesi için belirgin izler içermesi gerekir. Kuru ve yavan soyut
tasarımlarla nesne, rastgele fırça darbeleriyle soyut resim ve rastgele
dizelerle soyut şiir yazılabildiğini varsayan anlayış; soyut kavramının
sanattaki varlık nedenini henüz çözümleyememiş demektir.
İnsan, dünyanın acılarını okuyabilmenin ağırlığı
altında iç dünyasına dönük kavgalarıyla bir başınadır. Ancak bu bir başınalığın
ve duygusal yüklerin getirdiği baş edilemez ruh durumu, eyleme dönüşür ve ideal
dünya arayışına yönelirse bir anlam üretebilir. Nesnel dünyanın diktelerine
boyun eğmeyip onu düzenlemek, ağır aksak giden durumlarını onarmak gibi bir
yaklaşım içinde olmak; bilinçli, yaşamın gereklerine karşı duyarlılığı ve sanat
duyarlılığını gerektirir. İşte bu duygu durumu ve insan olmanın getirileri ile
duyarlılık gibi kavramlar; bilinçli insana, şaire, yazara üstü örtük görevler
ve açık görevler yüklemektedir. Ne yazık ki bu üstü örtük ve açık görev algısı;
yönlendirme, öğreti ve inanç gibi kavramların gölgesi altında kullanılagelmiş
bir zayıflıktır günümüzde. Oysa bu duyarlılık, insanı insana egemen kılmak
yerine insana dönmek olarak kullanılsaydı bugün şikâyet ettiğimiz dünya bu
duruma dönüşür müydü? Kültür endüstrisinden ve emperyalist bir dünyadan söz
ediyor olur muyduk? Bu soruların yanıtını sizlerin yorumuna bırakıyorum.
Beğeni, oldukça fazla ölçüte bağımlı bir insan
eylemidir. Kişinin yaşamında eriştiği, yaşadığı, özlediği, öğrendiği ve gördüğü
tüm bilgilerin rol oynadığı zihinsel bir sonuçtur. Bu yapıt “güzel” veya “çok
güzel” derken, sözcüklerin satır gerisinde yılların birikmiş renk skalası ve
yaşanmış olay izlerinin birer özet görüntüsü yatmaktadır. Ne yaparsak yapalım
beğeni kavramını, insanın yaşamında öğrendikleri ve bizzat izlediklerinin
dışında tutamayız, düşünemeyiz. Beğeniyi doğuracak bilgi ve duyusal ortamın
tahmin edilmesi, diğer bir söylemle “beğeni yönetimi” bu bilgilerden sonra daha
kolaydır. Şair kendi beğenisini oluşturur diye bir yaklaşım vardır şiir
söylemlerinde. Doğrudur. İnsan ne kadar yönlendirilmeye hazırsa toplum beğenisi
de aynı oranda yönetilmeye hazırdır.
Kısa kısa denemelerden sonra biraz da suya sabuna
dokunurken zorunluluktan uzun uzun denemeler yazmak gerek, değil mi? Bu deveyi
güdeceksek bitine piresine katlanmak zorundayız. Dil sanatlarıyla uğraşacaksak,
kıçımızı çakıp okumalı ve okuduğumuzdan bir sonuç çıkarmalıyız. Not tutmalıyız,
yazmalıyız. Sonra karalayıp yeniden yazmalıyız. Yırtıp atmalıyız. Yok öyle üç
kuruşa beş köfte. Emeksiz yemek yoktur yazın dünyasında. Emeğe de yemek yok ama
karıştırmayalım, siz anladınız.
Neyse uzatmayalım ve sonuca gelelim. Bundan sonra
okuyacağınız denemeler biraz sıkıntılı; uzun ve özel alan konusu. İşin içinde
olmayı gerektiriyor. Okuyup da gerçekten ne demek istediğimi anlayacak okur
sayısı çok değildir. Buna karşın niye yazıyorum? Ortaya çıkarılan her bilgi
kayıt altına alınmalı. Zamanla anlaşılırım elbette. Türk yazın sanatı da
sanatçısı da evrilecektir.
Haydi azıcık çaba. Yumuşak bir geçiş yapıp
anlaklarımızı biraz zorlayalım. Okuyacağınız denemeler, bilirkişi ağızlarında
sakız olmuş bilgiler içermiyor. Yeni ve çoğunu hiç duymadınız; sorularınız çok
olacak.
ELEŞTİRİ VE ELEŞTİRİNİN ELEŞTİRİSİ
Eleştiri
konusunda önemli bir nokta daha var ki biz de hiç sözü edilmez: Eleştirinin
eleştirisi. Eleştirisi olmayan, tartışma kültürü ağır aksak yürüyen bir alanda,
eleştirinin eleştirisi söylemi bana fazladan bir konu gibi geliyor. Ne var ki
dünyadaki bütün sistemler, kendi içerisinde bir denge ve birbirine bağımlı
şekilde biçimlenmiştir. O denge ve zorunlu bağımlılığın işleyişine çomak
soktuğunuzda işler kötüye gitmeye başlar. Çevrenizdeki olay ve olgulardan
örneklerini görebilirsiniz… Eleştiri evreninde de birbirine bağımlı böyle bir
denge kurulmalıdır. Hiçbir sistem birilerinin düşünsel dünyasına, önyargı ve
saplantılarına bırakılamaz. Hele tekelleşmiş bir duruma hiçbir şekilde. Kaldı
ki ben kaygısı ve kazanç kaygısının en yoğun olduğu böyle bir ortamda,
rastlantıya bırakılamaz. Sanat gibi kocaman bir dünyada, eleştirmenin de önünü
açacak, ona yol gösterecek, eksiklerini gösterecek, yanlış yaptığında oturup
çağdaş bir şekilde tartışabilecek, bir üst sistem olmak zorundadır. Ne var ki
burada konumuz eleştiri olduğu için, bunun üzerinde fazla durmayacağım.
Eleştirinin kendisi sağlıklı olmadan eleştirinin eleştirisi olmaz, bunu da
belirtmeliyim.
Eleştiri
dünyasını; tartışmadan, güçlü bir eleştiri kültürü oluşturmadan, eleştiriye
yönelik iyi bir eğitim sistemi kurmadan, bilgiyi/deneyimi daha sağlıklı
aktarmadan; gelişime, dönüşüme ve yeniliğe açık tutamayız. Ben bilirim, en
uzman kişiyim, ben şu tür bilinç sahibiyim, ben bu işe yıllarımı verdim, ben
doğuştan yetenekliyim gibi sözde tutumlarla, gelecek için değer yaratacak
eleştiri kültürü oluşturamayız. Görüyoruz ki ben deneyimliyim diyen bir yazar
bile “İdeolojik birikimi olmadan estetik birikim olmaz” gibi baştan sona yanlış
bir söz söyleyebiliyorsa insan bilincine güvenmemek gerekir. Eleştiri; bir
yapıtı yermek, sahibini gömmek, bir öğretinin/inancın gözünden bakmak değildir;
yazarı, toplum gözünde küçük düşürmek ya da övgüyle onu göklere çıkarıp
anlamsız değer yüklemek değildir. Bir metni okuyup, gelenekten aldığı
bilgilerle deneme yazmak ya da metin üzerinden edebiyat yapmak da eleştiri
değildir.
Eleştiri
ve tartışma kültürünün olmadığı yerlerde, ben bilirimden doğan sağlıksız bilgiler
ve uygulamalar, anlamsız karışıklıklar yaratır; ülkemizde olduğu gibi. Ben
bilirimciliğin en önemli çıktısı, egemenlik kaygısıdır; öğreti/taraf
kayırmacılığıdır; yani basmakalıp düşünce ve egonun ilkel halidir. Körü körüne
inanmış insanların şiir tarihi bilgisiyle inanç ve saplantılarını birleştirdiği
varoşlar, şiir ve eleştirinin başat değerleri olarak karşımıza çıkar. Sanat ve
toplum yararı için ortaya koydukları söylemler, çağdaş değerlerle örtüşür gibi
görünse de baskıcı bir ortamı doğururlar. Hem kendilerine hem de
çevresindekilere sağlıksız bir sanat ve şiir görüşü dayatırlar. Bu tür düşün
dünyasında olanlar, bildiri dışında sanat üretemezler. Pohpohlama ya da yerme
dışında eleştiri yapamazlar. Sanatın amaç ve hedefini; inanç sistemlerini, herhangi
bir düşünceyi veya öğretileri egemen kılmak için kurgulamak anlamsız bir
çabadır. Çağdaş sanatla, bilgiyle, bugünün çağdaş bilinciyle çelişen durumları
artık tırpanlamalıyız. Bunları aşmalıyız. Şiirin ve eleştirisinin amacı başka
bir şeydir.
Şiir varsa eleştirisi; eleştiri varsa
eleştirinin eleştirisi, olmak zorundadır. Bilgi çağındayız. Bilimlerin
ortasında duruyoruz. Düşünmek, sorgulamak, oturup ayrıştırmadan bölüştürmeden
adam gibi tartışmak zorundayız. Herkesin çok şey bildiği ama şiir eleştirisiyle
ilgili elle tutulur bir şeyin olmadığına bakılırsa kimsenin; çok şey bilmediği,
çok şey yapmadığı bir gerçektir.
Öyleyse
şiir eleştirisinin kapsamında bulunması gerekenler nelerdir, şöyle bir bakalım,
ondan sonra değerlendirelim:
a.
Eleştirinin önceliği; yazarın/şairin, sanat
bilgisi ve yeteneğini kendi gözüyle görmesini sağlamaktır. Bir
anlamda, yazdığı şiir veya metindeki eksiklikleri, fazlalıkları yerinde
göstermek ve farkındalığını güçlendirmektir. Eksiğinin farkına varmasını
sağlayarak, kendisini eğitmesi için itici güç oluşturmaktır. Geri besleme
kültürünü kurumsallaştırmaktır. Şairin kendi kendini sorgulamasının yollarını
göstermektir. Ona çağdaş şiir anlayışına ulaşacağı yoldaki aydınlığı
göstermektir. Bu durum, paha biçilemez bir şair/yazar eğitimidir. Onun
vazgeçilemez okuludur. Yoksa bugün olduğu gibi, bu bizden tut ucundan destek
ol; bu bizim köyden değil görmezden gel; ödünçtür birbirimizi kaşıyalım,
diyerek yapılan/yapılacak bir iş değildir.
Eleştirinin odak noktası yapıttır. Kişiler değildir. Şair ve okurun
durumu, eleştirinin bazı aşamalarında ele alınmak zorundadır. Bu; şairin çıkış
kaynaklarını ve okurun algı olanaklarını ortaya koymak içindir.
b.
Eleştirinin ikinci konusu; yapıttaki örtülü
bölgeleri görebilmesi, çağrışım yelpazesini yakalayabilmesi ve ayrıntıların
farkına varabilmesi için okura rehberlik etmektir. Şiirin
kapalı yüzünü, duyusal dünyasının ayrıntılarını okura göstermektir. Yani
yapıtın karnını deşip içindekileri göstermek, zaman ve ortamla ilişkisini
çözmektir. Bu, eleştirel denemelerde kısmen yapılmaya çalışılmaktadır. Ne var
ki gelenekten alınan bilgilerle yapılmaktadır; en doğru yol benim yolumdur, en
sağlıklı düşünce benim düşüncemdir mantığıyla yapılan öznel bir
değerlendirmeden öteye geçmemektedir. Bunların hepsini yapabilmek için elimizde
sağlıklı bir sistem ya da yöntem yoktur. Deneyime bağımlı, inanç ve öğretilerin
gölgesinde gruplaşmış, salt bir dünya görüşüyle yapıtı ele almış; edebiyat
tarihçiliğiyle eleştiri yapılabileceğini sanan; sanat biliminden uzak bir eleştiri
dünyası karşımızda duruyor.
c.
Üçüncüsü ise Oscar Wild’ın dediği gibi
eleştirinin amacı, yapıtın etkinliğini ve yetkinliğini ortaya koymaktır.
Eleştirinin bu kısmı, asıl üzerinde durulması gereken konulardan bir diğeridir.
Yapıtın etkinlik ve yetkinliğinin somut olarak saptanması, bir sistem ve
sağlıklı bir sanat çözümlemesi gerektirir. Elbette yapıtın çözümlenmesinde,
kural, bağlayıcı ve sınırlayıcılık kabul edilemez; buna karşın yetkin bir
sistemin ışığında bu işe girişmenin yararlı olacağını düşünüyorum. Toplumuzda
hatta dünyada, öğreti ve inanç gibi göreceli konular, eleştirmenleri kontrolü
altına alıp onları biçimlendirilmiş algı ve yargılarına göre hareket etme
zorunda bırakmaktadırlar. Böyle bir yaklaşım, en yetkin bir yapıta olumsuz
diyebilme riskini doğurur ki yakın tarihimizde yaşanan ve üzüntü duyulan
örnekleriyle doludur. Estetik değer varlığını ve yapıtın
yetkinliğini-etkinliğini ortaya çıkaracak tek yöntem, bana göre bilimsel
verilerle yapıtı çözümlemek ve çözümleme verilerine dayanarak eleştiri
yapmaktır. Sanat bilimi ve diğer disiplinlerin ışığında ele almayı gerektirir
bu tür bir eleştiri sistemi. Bu da ancak ve ancak; polimat ve deneyimli
eleştirmen ile sağlıklı bir yöntem işidir.
d.
Eleştiride asıl amaç, yapıttaki estetik değer
ve sanatsal değer varlığını olabildiğince somutlaştırmak; ortaya koymaktır. Şiirdeki
estetik değerin insan estetik algısıyla olan ilişkisini anlamlandırmaktır.
Yazılarında estetik terimini güzellikle eş tutan bir yığın eleştirmen
gerçeğinden, bir eserin estetik değerini ortaya koymasını bekleyemeyiz. Estetik
bilimi, ruhbilimi ve bunların insandaki yaşanma sürecine vakıf olmadan,
eleştirel bir tavır ortaya konamaz; konsa bile söyledikleriniz yalnızca sıradan
söylemden oluşur. Bu ve buna benzer gerekçeleri, dikkate aldığımızda şu
karşımıza çıkıyor. Sağlıklı bir eleştiri için kapsamlı bir sistem
gerekmektedir. Kapsamlı sistemi işletecek, bilimsel ve sanatsal gereçlerle
donatılmış sanat duyarlılığına sahip çağdaş insan istemektedir.
e.
Eleştirinin diğer bir görevi; uzun yıllar önce
yazılmış bir şiirin bugünkü bilgi düzeyi ile zamanının bilgi düzeyi arasındaki
anlamsal devinimini ortaya koymalıdır. Ya da bugün yazılmış bir şiirin
gelecekte alacağı kalıcılık ve estetik değeri hakkında yorum olanağına sahip
olmalıdır. Geçmişte yazılmış şiiri, zamanının bilgisiyle değerlendirip bu günkü
bilgiyle ona yeni anlamlar yükleyebilirsiniz. Bu kolay bir şeydir. Ancak bugün
yazılan bir şiirin, gelecekte taşıyacağı anlam, estetik ve kalıcılık değeri
hakkında da bir şeyler söyleyebilmelidir eleştirmen. Şiirin ve şairin
kaygı duyduğu en önemli ölçüt, gelecektir; gelecekte kalıcı olup
olamayacağıdır. Şiirin veya herhangi bir sanat dalının önünü ve ufkunu açıcı
değerler; yorumlanmalı, açılmalı, ortaya bir görüş olarak konmalıdır.
Eleştiri yaparken dikkate alınmalı ve buna göre şaire ufuk açılmalıdır.
f. Amacı
gereği eleştiri kurumu, sanat için bir okul niteliğine dönüşmelidir. Yukarıda
söz ettiğim konular dahil olmak üzere, sanatçının yetiştiği, piştiği,
yeniliklere uyum sağladığı bilgi-deneyim dünyasını daha kullanılabilir hale
dönüştürmelidir. Sanatın her alanı, özelliği gereği kendi malzemesini kullanır.
Örneğin şiirin dil, resmin ışığı kullandığı gibi. İlgili sanat malzemesinin,
teknik gerekleri konusunda aydınlatıcı ve yol açıcı olunmalıdır. Şiirin dilsel
tekniği ve ayrıntıları dile getirilmelidir. Dil konusunda öncülük edilmelidir.
Teknolojik uyum, dilsel teknikler ve deneyimin; bütünleştirilmesi, yorumlanması
gerekmektedir. Şiir, bütün bilimlerin kucağında büyüyen duyarlı ve yaramaz bir
teknolojidir. Bu şekilde geleceğin şiirine hazırlık yapmak ve rehberlik etmek
olmalıdır, eleştirinin diğer görevi. Ve
yapılanların, teknolojik gücün; tanınırlık ve eşgüdümünü üstlenmelidir eleştiri
kurumu.
Eleştiriden
ve eleştirinin amacından anladığım bunlardır. Saptadığım durumlara, yeni
durumlar daha özgün gerekçeler ekleyebilirsiniz. Göremediğim, gerekliliğinin
ayırdına varamadığım yerler olabilir. Ne var ki gördüğüm eleştiri dünyası iç
açıcı durmuyor ve bu saptamanı altında bilimsellik, tarafsızlık gibi önemli
gerekçeler yatmaktadır. Bugüne kadar yapılanları elbette yadsımıyorum, bu
konuda emek harcamış sanatçı, akademisyen ve eleştirmenler de bilgilerimizin
temelini oluşturmaları açısından önemli katkı sağlamışlardır. Eleştiri alanında
kafa yormuş emekçilerimiz, yanlış anlamasın ve alınmasınlar. Ben işin daha
düşünsel, sanatsal, bilimsel ve teknik yönünü ortaya koymaya çalışıyorum.
Eleştiri kurumunun, bugüne kadar neden sistemli bir hale dönüştürülemediğinden
söz ediyorum. Şöyle düşünelim: En azından, yukarıda ayrıntılarını açıkladığım
altı konuya yanıt veren bir eleştirel deneme okuduysanız, eleştiri sürecine
tanık olduysanız, Türk sanatında eleştiri kültürü oluşmuş demektir. Eleştiriye
ilişkin ortaya atılan kuram ve yöntemler bu işi kısmen çözmüş demektir. Eğer
okumadıysanız, görmediyseniz; daha alınacak çok yol, değiştirilecek çok at var
demektir. Bunlara dayanarak: Eleştiri ve eleştirinin eleştirisi, sistemli ve
güvenilir bir kurumsal bütünlüğe kavuşturulmalıdır. Dil sanatları alanında, okul
niteliği kazandırılmalıdır. Bu, ütopik
bir şey değildir; gerekliliktir. Şair ve yazarlar, içsel duyarlılığı oluşmuş
kişilerdir; gereklilikleri algılayıp ego ve ilkel düşüncelerinden kolayca
kurtulabilirler.
Katman
Edebiyat Eleştiri Kuramı ve yine benim öne sürdüğüm Şiir/Sanat Çözümleme
Tekniği, eleştiri konusuna kısmen katkı sağlayabileceğini düşünüyorum. Şöyle
ki: Eleştirmenin önüne bir teknik koyuyor ve sistemli bir süreç izlemesini
sağlıyor. Ondan, sistemi kendi deneyimlerine göre düzenlemesini istiyor. Öznel
yargı alanlarını daraltıyor, ilgili bilim, disiplin ve yaklaşımın ışığı altında
şiiri/yapıtı çözümlemek zorunda bırakıyor. Delilsiz yargıya neden olacak
yorumlara açık kapı bırakmıyor; bazı öznel yargı gerektiren durumlar hariç.
Sanatsal ve estetik değerin ortaya çıkarılması için gerekli verileri sağlıyor.
Sonra ilgili sanata yönelik deneyim, bilgi, bilimler arası eşgüdüm, sanatsal
değer ve estetik değer gerekçelerine göre yapıtı incelemesini istiyor.
Bu
sistem; toplumcuydu, gerçekçiydi, yaşamın içindeydi, dışındaydı, onun
tarafındaydı, bunun yanındaydı, dindardı, faşistti, devrimciydi gibi
yakıştırmaları asıl çıktığı tarih olan 19. Yüzyıl karanlığına geri gönderiyor.
Çağdaş sanat anlayışı gereği olması gerekenleri önüne sürüyor. Eleştirmene şunu diyor: Sanat bilimi diye bir
bilim var; diğer bilimlerle eşgüdümlü kullanmak zorundasın; işte önünde
algoritmasını senin belirleyebileceğin bir sistem var. Önyargılı, saplantılı,
tutucu, taraflı davranırsan; ilgili alanları bilimsel verileriyle incelemez,
delilsiz atar, tutarsan; senin saygınlığını elinden almak için benim sistemimde
yeteri kadar delil ve gereç oluşacaktır.
Sonuç
olarak; eleştiri sanatı ve eleştirinin eleştirisi, sanat dünyasında
kurumsallaşmalıdır; yani okul niteliği kazanmalıdır. Şair, kendisini
sorgularken okulun değerlendirme ve çözümlerinden yararlanabilmelidir. Eleştiri
ve eleştirinin eleştirisi, sanatın laboratuvarıdır. Sanatın yolunu aydınlatan
fener gibidir. Görücüye çıktığı sahnedir. Ağırlığı, güvenirliği, saygınlığı
olmalıdır. Sevgi ve saygı olmadan vicdanın sağlıklı görüsü olmaz. Bilim dışında
başka bir şey de vicdanı adil çalıştıramaz. Kısaca söylemek gerekirse,
“Eleştiri bir sanattır”, sanat olması bir yana sanatların üstünde bir değer
taşımalıdır. Ütopik ve biraz da ideal düşünüyor olabilirim; ne var ki insanoğlu
bunları yapabilecek zekâya sahiptir. Gerekliliğine inanacak bilgiye sahiptir.
Eleştiri ve eleştirinin eleştirisini, insan hırslarının önünde tutmak
zorundayız. İnanç ve saplantıların gölgesinden uzaklaştırmalıyız. Çünkü; bu
işin altında kişisel saygınlık kaygısı vardır, onur kaygısı vardır, parasal
kaygı vardır, ben kaygısı vardır, emek kaygısı vardır; en önemlisi insan olma
ve üstünlük kaygısı vardır. İnsan vardır. Bu nedenle, eleştiri ve eleştirinin
eleştirisi, sanatsal çabanın başvuru noktası olmak zorundadır…
Başat
soru şudur? Bunu gerçekleştirmek için yıkmamız gereken kaç duvar vardır?
ANLATIM KATMANI
Herkes,
başından geçen bir olayı anlatabilir; şiir, öykü, roman türü metinler
yazabilir. Örneğin öykünün etkili bir yapıt olabilmesi için anlatımın, biricik
ve sıra dışı bir söyleyişi olmalıdır. Anlatımın, dil sanatlarında daha özen gerektiren
bir yanı vardır; aynı olayı ve aynı anlamı saysız biçimde aktarabiliriz. Salt
anlamla ilgili değildir; sesle olduğu kadar dünyayı görme işitme, tanımlama ve
anlamlandırma biçimiyle de ilgilidir. Anlatımın, algıyı tetikleyen ve daha
etkili alımlamayı sağlayan bir gücü vardır. Her sanat alanı için etkili ve
geçerli bir katmandır. Örneğin bir tabloda kompozisyon (yerleşim ve perspektif)
olarak tanımladığımız şey anlatımın bir parçasıdır.
Şiir;
şöyledir, böyle büyük bir sanattır, şöyle yazılır, böyle anlatılır, şurasından
girilir, şiire böyle varılır, burasından çıkılır gibi çıt kırıldım yargı ve
soruları bir yana bırakalım. Kendimize daha tanımlanabilir yeni sorular
soralım. Bu tür sorular ve bu konulara ilişkin yazılan genelleme yazılar,
kanıksanmıştır artık. Çoğu, okura yeterince açıklayıcı veri sağlayamıyor. Bu
düşünceden yola çıkarak; anlatım katmanını kendine özgü sorularla inceleyelim.
Bunun için kendimize neler sorabiliriz? Örneğin, konuyu okur beklentisinden
yana ele alalım. Şiir okuru, şairden nasıl bir dil kullanımı bekler?[23] İkinci soru ise, şiirde nasıl bir anlatım
olmalıdır ki okur-şiir ilişkisi doğrudan kurulup en akıcı ve duyarlı şekilde
sürdürülebilsin?
Anlatım
katmanını, neden okur açısından sorguluyorum? Estetik alımlama gözlenerek varılan
yargı, daha uygulanabilir bir yargıdır; doğruluk değeri yüksektir. Okurla
duygudaşlık kurulması, estetik alımlamanın gözlenmesi ve sonuçları hakkında bir
değerlendirme yapılması, durumu biraz daha somutlaştırır. Daha sağlıklı yorum
ve çıkarım yapmamızı sağlar. Okur, şiirde nasıl bir anlatım bulmak ister?
Şiir
okuru, öncelikle kendisini aşan bir dilin içinde kaybolmak ister. Kendisini aşan bir dil derken ne demek
istiyoruz? Çok açık gibi duruyor olsa da tanımlanmasında sıkıntı olan bir söylemdir.
Okurun beklemediği, sözel, anlamsal ve zamansal dizilimi kıran; mantığını
sendeleten, duygularını rendeleyen, anlamlandırılabilir açık verilerle zihnine
saldıran; çoğul, rastlantısal anlam ve çağrışımsal imgelem gücü yüksek olan;
bir anlatım demektir bu. Bir anlamda sıradan söyleyişin dışına çıkmaktır.
İlgili sanatın disiplinine uymak koşuluyla onun anlatım olanaklarını
olabildiğince genişletmektir. Anlatım, anlama derinlik kazandırırken anlamın da
anlatıma hareket özgürlüğü kazandırdığı karşılıklı bir ilişkidir. Öyleyse
karşımıza çıkan önemli soru şudur: Bunu nasıl yaparız?
İşte bu,
anlatı bilimin konusudur. Neyi nasıl anlatmalıyız ki okuru şiirin içinde
tutabilelim. Neyi nasıl söylemeliyiz ki okurun algısını çelip duyarlılığını en
üst noktaya taşıyabilelim. Şiir dili, diğer edebi türlere göre oldukça özgür
bir dildir. Anlamsal, uzamsal ve zamansal akışı kırabilen, somut ve soyutu
gerçeküstü dünya ile bütünleştirebilen bir esnekliği vardır. Gerçeküstü dünyayı
canlandırabilme yeteneği daha güçlüdür.
Anlam,
anlatım ve ses ögeleri, bir bütündür ve birbiri içinde birbirini var eden
görevdeş ve bağlılaşık katmanlardır. Anlam ve sese giydirilmiş farkındalıklı
bir anlatım, okurun algılarını tetikleyecektir. Günlük konuşma dilinden,
sıradan bir metin tümcelerinden veya rastgele kullanılmış söz ve sözcük
öbeklerinden uzak bir dil kullanımı, okurun imgelem olanaklarını
genişletecektir. Şiirsel ezgiyi oluşturan bir ses düzeni yanında sözcüklerin
anlamsal değeri ve duygu değeri, imge bütünlüğünü kuracak ve okurun şiirin
içerisine girmesini sağlayacaktır.
Sapma,
alışılmadık bağdaştırma, benzetme, eğretileme, değinmece, değişmece ve aktarma
gibi söz teknikleri, anlatıma güç katarken aynı zamanda şiirin imge örgüsünü
oluştururlar. Sıradan bir söyleyişin dışına taşırlar şiiri. Okur, şiirde
bunları yakalar ve imge bütününden kendi imgelem dünyasında gezintiye çıkar.
Bir anlamda okur, beklentisinin ötesinde bir dize kuruluşu ve söz kıvraklığı
içinde bulur kendisini.
Anlam
bütünlüğü en kolay algılanan ve duygu değeri en kısa zamanda duyumsanan sözcük
ve söz tamlamalarıyla kurulmalıdır dizeler. Ayrıca okur; zihninin
derinliklerinde hiç dokunulmamış yeni görüntü ve tasarımların oluşmasını
sağlayan; söz sanatı veya alışılmamış bağdaştırma gibi kendisinin yapmasının olası
olmadığına inandığı; tamlama, söyleyiş, dizilim ve imge kurulumu bekler.
Açıkçası yeni, hayranlık uyandıran ve duygularını ezici bir söyleyiş bekler.
Şiir
okuru, ruhsal ve duyusal olarak şiirle bütünleşmek ister. Biz biliyoruz ki şiir, okuru sarsıntıya uğratacak
bir anlatım, ses, aynı zamanda duyularını harekete geçirici bir anlam üzerine
kurulabilir. Şiirsel dilde neyi söylediğiniz öncelikli değildir; neyi
söylediğiniz göz ardı edilecek bir durum olmamakla birlikte nasıl söylediğiniz
ön plandadır. Duygulanım için farkındalığı, etkiyi ve ivmeyi yaratacak olan,
anlamın derinliği ve söyleniş biçimidir. Şiirsel dilde neyi söylediğimiz etkin
değilse, nasıl söylediğimiz de beklenen etkiyi ve estetik değeri doğuramaz. Bu
nedenle neyi nasıl söylediğimiz her zaman birbiri içindedir, bunu eş yüklü ve
eş zamanlı bir süreç olarak ele almalıyız. Anlatımın algı uyarma yeteneğini
uygun kullandığımız zaman anlamın, arzu edilen yoğunlukta alımlanmasını
sağlarız. Böylece okuru şiirle bütünleşmeye yöneltiriz.
Anlatım,
geniş bir alandır ve şöyle olmalıdır gibi bir yargı tümcesi kurmamız olası
değildir. O kadar çok seçeneği vardır ki dünyanın herhangi bir noktasından aynı
yönde sürekli gittiğimizde aynı noktaya gelmek gibidir. Birçok söyleyiş şekli,
kullanılabilecek sözcük ve sayısız seçenek vardır. Sonuçta hepsi bir şeyi
anlatır; ne var ki birinin duygu değeri ve duyarlılık yaratma gücü düşüktür
diğerininkiyse yüksektir. İşte biz duygu değeri ve duyarlılık yaratma gücü
yüksek olan anlatım biçimini tercih etmek durumundayız; çünkü şiirin hedefi,
okur duyarlılığını yüceltmek ve onu estetik yaşantıya sokmaktır.
Okur; düş,
duygu, beklenti, anı ve yaşamının kesitlerine incelikli bir biçimde
dokunulmasını ister. Okur;
yaşamsal değerleriyle, belleğiyle, duygu ve düşünceleriyle şiirin içinde var
olduğunu duyumsamalıdır. Daha doğrusu şiirin eli ayağı okura dokunmalıdır.
Duygu ve yaşamının kesitlerini daha ilgi çekici görünür kılmalıdır.
Sık sık
söylenir ya “Şiir yaşamın içinden olmalıdır” diye. Şiir yaşamın içinde olmak
zorundadır. Bunu yaparken sıra dışı bir anlatımla okurun ruhuna dokunulmalıdır.
Sıra dışı şeyler söyleyeceğim diye aşırılığa da yer verilmemelidir. Şiirde
maksat; öğretmek, bir fikri kabul ettirmek ya da şair gibi düşünmesini sağlamak
değildir. Aşırılıktan kastım, dayatıcı, şiddet ve öğreticiliktir; şiirde
sarsıcılık, sıra dışılık, beklenmedik patlamalar olacaktır, yapılmalıdır. Zihni
sendeletmeli, duyguyu havalandırmalıdır. Okurda duyarlılık yaratmak ve estetik
tavır oluşturmak, alışılmış şeylerle yapılamaz. Bu durumda anlamın duygu değeri
ve etkinlik değeri öne çıkar. Her söz ve söz tamlamasının duygu değeri
şiddetten sevgiye kadar değişen aralıkta oluşur. Birinci ilke, şiir şiddeti
kaldıramaz. İkinci ilke şiddete yakın çoğu olumsuz duygu değeri, baskıcı,
korkutucu ya da dayatıcı karakter taşır. Kültürel birikim ve buna bağlı oluşan
toplumsal algı; sözcük, söz tamlamaları, deyim ve özlü sözlerin duygu değeri
ile duyarlılık yaratma yükünü belirler. Biraz daha anlaşılır bir şekilde
söylersek; küfür, bağırma, çağırma, suçlama, aşağılama ve hakaretle kurulan
metinler şiir değil bildiri türüne girer. Sanatın hiçbir dalı dilsel şiddet[24] içeren söylemi kabul etmezken okur da
aşağılandığı, suçlandığı veya bir başkasına hakaret edildiği bir metnin içinde
estetik yaşantıya giremez. Böyle metinler daha çok nefret duygusunu yüceltir ki
bunlar, sanatın amacını aşan şeylerdir; şiir dışında başka bir türdür. Türk
şiirinde çok kullanılan ama gerçek tanımı yapılmamış ve adına hâlâ şiir denilen
bir metin biçimidir.
Okur,
şiirde ses duymak; belleğine kazınmış olan ezgiyi yaşamak ister. Anlatım, anlamı açığa çıkarırken sesin
imgesel gücünü de kullanmalıdır. Bu da
ne demektir, demeyin. Şiirsel ezgi[25] ayrı bir olaydır şiirde. İmgesel bir gücü
vardır ve sözel imgeden daha etkilidir; estetik değer açısından daha güçlüdür.
Ruhsal dünyayı, metafizik alanı kolay uyandıran bir imge türüdür. Şair
tarafından altyapısı kurulur ve okur tarafından oluşturulur. Ses ve söyleyiş,
eş güdümlü ve eş zamanlı oluşan şeylerdir.
Bu ayrıntı Türk yazınında sık ele alınan bir konu değildir. Zaten
bununla ilgili dünya yazınında bile ayrıntılı kaynak çok bulunmaz. Sadece şunu
söyleyelim: Şiirsel ezginin duyarlılık yaratma ve estetik yaşantıya sokma gücü,
azımsanacak bir durum değildir. Ses, anlatımla uygun kullanılmalıdır. Ayrıca bu
olanak, ciddiyetle ele alınmalıdır.
Okur
öykünen değil; özgün bir şiir okumak ister. Anlaşılmayı gerçekleştirecek, etki
yaratabilecek ve duyarlılığı artıracak bir anlatım, kolay iş değildir. Yetenek
ve bilimsel yetkinlik yanında dili iyi kullanmayı gerektirir. İyi şair,
eleştirel yaklaşan ve sorgulayan okurdur. Okuduğunu anlatı bilim gözünden ve
kendi anlatım düzeninden ayrıntılı inceleyip çözümlemelidir. Nazım Hikmet böyle
anlatmış, Cemal Süreya böyle söylemiş, ben de böyle bir anlatıma sahip olayım
gibi bir yaklaşıma girdiğiniz anda şiir yazmak bırakılmalıdır. Kendiniz olma
özelliğini yitirirsiniz; özgün olamazsınız. Sanatta öykünmek ile örnekler
üzerinden kendi anlatım düzenini kurmanın arasında çok ince bir çizgi vardır.
Ya öykünürsünüz ya da kendi anlatım düzenini kurarsınız. Bunun en verimli yolu,
anlatı bilim esaslarında konuya yaklaşmak ve kendi doğal söyleyişinizi
yitirmemektir. Yapaylığı artırdıkça ve kendinizi zorladıkça başkasının anlatım
biçimine sürtünürsünüz. İşte bu tehlikeli bir iştir.
Okur,
şiiri okuduktan birkaç gün sonra tekrar aynı şiiri gördüğünde bu şiiri okudum
mu, okumadım mı, diye kuşkuya düşmemelidir. Çok sayıda şiir kitabı okuyorum;
okuduğum bir kitabı on gün sonra elime alıp baktığımda içindeki şiirlerle
ilgili çok şey anımsamıyorsam sıkıntı var demektir. Özgün şiir, kendini
okunanlardan ayırt ettirir. Belleğe tutunur ve okuyup okumadım mı gibi bir
kuşkuya düşmenizi engeller. Bu yüzden şiir, sanatın ilkesi gereği biricik ve
özgün olmalıdır; belleğe tutunacak ayırıcı bir anlatım taşımalıdır.
Şiir
okuru; güven duymak, zamanının boşa gitmeyeceğine ikna olmak ister ve şairle
duygudaşlık kurmak için çaba harcar. Şair ile okur arasındaki güven, önemli bir bileşendir. Neden
biliyor musunuz? Estetik algı, olumlu duygu altında devinir. Olumlu duygu ise
sevgi, güven ve bunların türevleridir.
Bu duygu durumu, şiire giydirdiğiniz anlamın duygu yükü, tutarlılığı,
bağlaşıklığı ve varoluş değerleriyle örtüşürlüğüne bağlıdır. Okur, şiirle
özdeşleşmek, anılarını, izlerini, geçmiş duygularını yeniden yaşamak ister.
Şiirin duygu değeriyle kendi duygularını örtüştürmek ister. Örneğin daha ilk
dizede dilsel şiddet uygularsanız okur olumsuz duydu durumuna girecektir. Ters
bir durumdur. Olumlu duygu ve duygu
değeri yüksek anlamın anlatımı, duygu değerinin naifliğine uygun olmak
zorundadır. Çatlayan patlayan seslerden uzak durulmalıdır. İkincisi ise daha
incelikli ve duygu değeri yüksek sözcükler, bilinen kahramanlar veya objelerle
anlatım zenginleştirilmelidir. Türkçe bu konuda oldukça zengin ve birikimli bir
dildir; fazla gereci vardır, değişimli veya birbiri yerine kullanılabilecek çok
sayıda sözcüğü de… Doyurucu anlatım olanağı her şair için vardır; kınından çıkarılmayı
bekler.
Şiir
okuru, şiirde kendisini bulmak ister. Duygularının okşanmasını, belleğinin kaşınmasını, değer verdiği
olgu ve olayların farklı bir açıdan şiirde yer almasını ister. İnsanlığın ortak
değerleri vardır ve bunlar karşısında duygu değerleri birbirine yakındır. Aşk,
özlem, umut gibi… Nesnelere ve yaşama yüklediği anlam, kültürel ve sosyal
farklılıklar gereği değişiklik gösterebilir. Bu yüzden tarihsel değerler,
insani değerler, geleceğe ilişkin olgu ve olaylar; okurun belleği ve duygularını
zinde tutacak şekilde ele alınmalıdır. Güncel olay ve olgular, okur üzerindeki
etkisini gözlemleyip bildiri tarzına kaçmadan kılıf giydirmelerle
duyumsatılmalıdır. Etkili kılmak için; okurun en kolay ulaşacağı olay, olgu ve
bilgiye dayandırılmalıdır anlatım. Hem geçmiş hem güncel hem gelecek, aynı
dizede bir arada yer alabilir. Bu anlatımı daha güçlendirir. Dolayısıyla güncel
olay ve olgular daha tazedir, anlatımın etkisini kısa zamanda açığa çıkarma
gizilgücüne sahiptir. İçinde yaşanılan ortamın görünürlük ve etki derecesi her
zaman yüksektir. Duygu, tutum ve davranışları belirleyen, bu ortamdır. Okur,
güncelin içerisinde kendisini daha kolay bulur; zaten orada yaşamaktadır.
Şiir
okuru, şiirin anlam ve duygu değerinin kendi duygularını ezmesini ister. Duygularını ezmesi derken, olabilirlik
ölçülerinin ötesinde bir görünüşün bizi hayranlığa taşıması anlamında
düşünülmelidir. Bir anlamda şiirin anlam ve anlatımından doğan derinlik veya
sıra dışılık, okurun etkilenmesini sağlar ve hayranlığını belirginleştirir.
Yaratılan bu güzelliğin karşısında, duygu boyun eğer ve güzelliğe uyum sağlar. Söyleyişin
altında ezilir. Bu durum anlatımı güçlendirmek için kullanılabilecek açık
kapılardan biridir. Kurduğunuz anlam ve onu anlatmak için söyleyiş biçiminiz,
okura bu kadar da olamaz dedirtmelidir. Okura bunu söyleten bir anlatım,
sıradan bir dünya görüşüyle yapılamaz; donanımlı ve gelişmiş imgelem gücü,
yetisi ve zenginliği gerektirir.
Şiirde
hedef, dili ilginç kullanmak değildir; dilin güzel kullanımından anlamı
güçlendirmek, anlamın derinliğini ortaya dökmek, anlam-anlatım-ses uyumunu
sağlamak, algıyı duyarlı kılmak, duygulanımı sağlamak, çağrışım ve coşumu
güçlendirerek estetik değer yaratmaktır.
Düşünülen,
duyumsanan, duyulan, koklanan ve işitilen her şey dile çevrilemez, sözlerle
anlatılamaz. Duyarsın, koklarsın, düşünürsün ama dile çeviremezsin. Beynin
çalışma biçimi ile dil olanaklarının örtüşmediği bir alandır burası ve ayrı bir
araştırma konusudur. İnsanın düşünme yeteneğinin sınırsız olduğu kadar anlatım
da sınırsız bir uzaya sahiptir. Limit zorlanmalıdır. Düşünce ve duyguları,
mümkün olan en iyi bir anlatımla söze ve yazıya dönüştürmek ayrı bir çaba ve
yetenek gerektirir. Biz biliyoruz ki bunları ustaca dile dönüştürenler,
düşündüklerini, gördüklerini ve hissettiklerini okura etkili bir anlatımla
aktarmayı başaranlar; iyi anlatıcılardır, iyi yazarlardır, iyi şairlerdir.
Şairin
bilinci ve imgeleminin, dille buluştuğu alandır anlatım. Kavramlar, olgular,
olaylar ile insanlar arasındaki mutlak ilişkiyi tanımlama, duyusal süreçleri
duyumsama, kendine özgü yaşamı görme ve açıklama biçimi de diyebiliriz. Bu
noktada, şairin insanı okumasından tarih bilgisine kadar pek çok değişkenin
niteliği ve niceliği anlatımı etkiler. Donanımsal bütünlük ve zengin artalan bilgisini
gerekli kılar. Deneyim ve bilgi birikimi; görmeyi, duymayı, anlamayı,
yorumlamayı ve en uygun sonucu bulmayı sağlar. Söze dönüştürme yetisini üst
seviyeye çıkardığı gibi anlatımı da doğrudan etkileyen bir gerekliliktir.
Bilmeden, bilip görme yeteneği gelişmeden yapıt üretme devri geçmiştir.
Donanımlı olmadan anlatımı güçlendirmek, boş bir çabadan başka bir şey
değildir. Kişi heybesinde olmayanı çıkarıp ortaya söz olarak koyamaz.
Attığı
taşın nereye düştüğünü bilmeyen ve etki yarıçapını ölçemeyen kalfa, ustalık
düzeyine hiçbir zaman ulaşamaz. Bu yüzden ne yaparsanız yapın, şair bildiğini
yazar deseniz bile yaptığınız şeyin sonucunu ve hedef kitlenin beklentisini
karşılaştırmalısınız. Bu, popülist bir tutum olarak görülmemelidir. Etki ve
tepkinin, kendi disiplini altında incelenmesidir. “Şair, ne yazarsa yazsın
kabulümüzdür”, tek başına geçerli bir yaklaşım değildir artık. Okur ne ister
sorusunun yanıtı, estetik biliminin konusudur ve şaire ufuk çizgisini daha
öteye çekmesi için seçenek sunar.
15
Temmuz 2020, Narlıdere/İZMİR
Kâğıttan kurulmuş sarayları yıkmak,
fildişi kulelerde yuva kurmuş kalemşorlara dokunmak istemem. Ancak doğru
bildiğim iyi bilgiyi, bilgi aktı kapsamında ulaştığım çözümleri, içinde
gözlemci olarak dolaştığım sanatsal alanın görüntüsünü; göz önüne sermeyi
vicdani bir sorumluluk bilirim. Sanatçı ve sanata ilişkin çözümlemelerimi;
okurun önüne koyarak biraz olsun katkı sağlamak isterim. Tespit yerine çözüm
ortaya koymak, gelişim ve yenilik için, dahası gelecek neslin sanatsal bekâsı
için önemli bir aşama olduğunu, bunun uygar bir tutum ve gereklilik olduğunu
düşünenlerdenim. Sanatsal edimler; emtiadan olabildiğince bağımsız ve aklın
önünde hareket etmelidir. Sanatın özgür bilinç üzerine yapılandırılması,
bireysel bir çaba olmakla birlikte toplumsal bir sorumluluk da olmalıdır. Bu alanın, bilinçli ya da bilinçsiz,
gerçekmiş gibi görüntüler ve algı operasyonlarıyla tahrip edildiğini,
yıpratıldığını, zorunlu bırakıldığını; tarafsız bir gözle ortaya koymaya
çalışıyorum. Biliyorum ki sanat, bilimsel bilgi ve gerçekliği mumla aramaz.
Bilginin ve deneyimin imgelemde aldığı duyarlılığı arar; duyarlılığın bam
tellerine dokunmaya çalışır.
Sanat ve sanatsal etkinliklerin vazgeçilemez
ögeleri; tarafsızlık, özgünlük, özgürlük, evrensel bakış ve özgün
yaratıcılıktır. Ne yazık ki bu gerçeklik, aydınlanma çağının bile bir karanlık
noktasıdır ve bunu hepimiz biliyoruz. Sanat alanında “tarafsız, özgün, özgür,
yaratıcılık ve evrensel” kavramlarının anlamsal sınırlarının hâlâ muğlak ve
sanatsal kulvarda çok şey anlatmadığını söyleyebiliriz. Bir öğretinin düşünce
kalıpları altında, kâğıt kalelerin gölgesinde, bir inancın zorunlulukları
altında ya da yapay bir zorunluğun güdümünde; sanat yapmayı, yaratı ortaya
koymayı özgürlük ve özgünlük kabul etmek, çağımıza özgü bir iyimserlik
olmalıdır. Şöyle ki; farklı olduğunu, özgün olduğunu, tarafsız olduğunu düşünen
pek çok (sözde) aydının, çakma aidiyet duygularına kapıldığını, düşünsel
altyapısının güdüm altına alındığını ve öğreti kalıplarına sıkışmayı
kahramanlık saydığını her ortamda tanık oluyor ve görebiliyoruz. Bu tür kişiler, güdümlü aydınlardır ve
durumları incelenmesi gereken önemli bir görüngüdür. Sözünü ettiğim görüngü, ülkemizde
yaşanan son olaylara kabaca göz atmakla bile anlaşılabilir bir akıl tutulması
durumudur. Bu kuşak kendi kendini yitirmeden ortam huzura kavuşamaz; bunu
söylemek zorundayım. Çünkü özgürlük ve özgünlük, sınırsız ve çerçevesiz düşün
sistemi ile kalıpsız tutumlar gereğini vurgular. Diğer yandan, ne söylersek
söyleyelim, bu yüzyılda bile bu tür bilince ve mantığa sahip kişilere
ulaşabilmek, özgürlük ve özgünlüğün içinde taşıdığı değerlerin sınırsızlığını
anlatabilmek, olası değildir. Bunların; düşün sistemi ve karşılaştırma yeteneği
sorunları çözümleyemez; onlar için uyulması, uygulanması zorunlu olan tek doğru
ve öğretilmiş bir model vardır; yüce bir çözüm yoludur, çoğu şey önceden
düşünülüp en mükemmel hale getirilmiştir. Sorgulanamaz mutlak doğrular, taraf
olduğu düşünce sisteminin içerisinde zaten vardır.
Çok kabul gören bir sanat yorumuna, çok okunan
bir esere ilişkin tutuma, atılan tutulan sanatsal yenilikler vb. gibi
magazinsel konulara, uzak durduğumu ve çoğunlukla inanmadığımı söyleyebilirim.
Sanat, bilgi aktı ve yaşamı içselleştirmiş, yüksek zekâların eseridir. Örneğin,
ülkesinin yaşamsal değerleri ile terör faaliyetini bile birbirinden
ayıramayacak kadar iğdiş edilmiş şair adı altındaki reklam ve propaganda
uzmanlarının duruşu, sanatla yan yana düşünülebilir mi? Bilinçli bir toplum, bu
tip yaklaşımlara çanak tutmaz ama ne yazık ki terör ve şiddete bile bir avuç
tuzla koşanların varlığı da ayrı bir konudur. İşte bunun gibi insanoğluna özgü;
utandırıcı, acı ve zavallı davranışlar; bilgi dağarcığı dolu, deneyimi yeterli
ve olayları sağduyu ile okuyabilen insanların içini acıtmaktadır.
Tanımladığımız şekli ile özgün sanat, özgür
bilincin kurduğu düşle ortaya koyduğu sanattır. Bu bana oldukça sığ ve altı
dolu olmayan bir önerme gibi geliyor. İnsan bilinci ne kadar özgürdür?
Çelişkiler taşıyan bir tümcedir. Şu soru aklımıza geliyor hemen. Bilincin özgür
olmasının sınırları neresidir, nereye kadar uzanabilir? Başka bir açıdan
baktığımızda bakış açımızı şu üç soruya yanıt arayarak geliştirelim: Her adımının
kontrol altında ve başkalarının uydurduğu anlamsız emirlere mutlak uymak
zorunda olduğuna inanan bir insan, bilincinin mutlak özgürlüğünden söz edebilir
mi? Sıkı savunucusu ve taparcasına bağlı olduğu bir öğretinin, yenidünya ve
huzurlu bir gelecek kuracağına inanmış ve onun öngördüğü düşünce biçimine göre
zihnini şekillendirmiş bir insanın bilinci ne kadar özgürdür? Çağın en önemli
sorunlarından birkaçı, ekonomik kaygı taşımak, var olma ve beğenilme hırsının
belirlediği koşullara bağımlı olmaktır. Yazdığı eserin yayımı ile eser
içeriğinin kendisi için sorun olup olmayacağını gücü elinde bulunduranların iki
dudağı arasına bırakmak zorunda olan bir sanatçı, ne kadar özgür ve özgün
olabilir? Özgün şiir yazabilme potansiyeli doğrudan bilincin özgürlük sınırları
ile ilgili bir konudur. Ne yazık ki bu çağda bile, bilincimizin özgürlük,
bağımsızlık, özerklik sınırlarını tanımlayabilme olanağına sahip değiliz. En
azından bir yazar; toplumda yara olan; haksızlığı, soysuzluğu, uygunsuzluğu,
hırsızlığı, kotarmacılığı; şiirinde, öyküsünde, resminde, denemesinde açıkça
yazıp söyleyebilmeli ve bundan endişe duymamalıdır. Öyle mi peki? Nasıl bir
özgünlükten söz edeceğiz; özgür olmayan beyinler özgün düşünemezler.
Toplumun istenilen bir düzen içinde yaşamasını
sağlamak, toplumu oluşturan bireylerin zekâ etkinliğini, yaratıcı, girişimci
ruhunu ve her türlü aydın niteliğini sınırlandırmakla olasıdır. İkinci sınıf
toplumlardaki yönetici ve liderler hatta aydın olduğunu varsayan pek çok kanaat
önderi kişiler, halk katmanlarının temelinde var olan bu özelliklerin
değişmemesi, gelişim göstermemesi ve gizilgücün ortaya çıkmaması için çaba
harcarlar. Bu tür kişiler, eğitim ve sanat gibi zihin değiştirici, dönüştürücü
olanakların inanç veya ideolojilerin mutlak emrinde olduğuna inanırlar. Öyle
dikte ederler. Çünkü biraz eğitim almış insan, inanmadığı bir konuda,
kronolojik sıraya ve hiyerarşik bir düzene göre yalan söylemeyi sürdüremez.
İşte aydın olduğunu savunan çoğu kişi ve yöneticiler, ideoloji ya da inanç gibi
olguların, diğer bir söyleyişle doğruluğuna inandığı inanç ve öğretilerin
geleceğin yeni ve yaşanabilir dünyasını kuracağı öngörüsü içindedirler. Bu tür
kişilerin zihninde, mutlak doğruluğuna inandığı yöntemler dışında yeni bir
çıkış yolu ve yeni bir dünya modelinin olmadığı görüşü tamamen sabittir. Dünya
toplumlarında yaşanan kaos ortamı ve çözüm üretilememesinin nedeni, bu tür
düşünce ve yargıya sahip insan oranının çok yüksek olmasıdır. Sanat dünyası da
bu ve buna benzer algı ile oluşturulmuş sabit fikir sahibi insanlarla doludur.
Ne yazık ki imaj düşkünü takipçileriyle de desteklenen magazinsel ve ağır bir
ego yumağıdır bunlar.
Bir adım geriye çıkıp sanata ve şiire biraz
daha geniş bir açıdan bakmış olsak, gördüğümüz manzara ve izlediğimiz model,
geleceğin sanatını (evrimsel sanatı) kuracak tek model olmadığını bize
gösterecektir. Yaratıcılığın sınırı yoktur; ayrıca sistem, yöntem, uygulama,
yol, usul ve düzen; yaşadığımız dünyada sınırsızdır. Bunların çok azı denenmiş
ve keşfedilmiştir. Olayların ve uygulamaların tamamına bu açıdan bakmalıyız.
Şiirin ve sanatın baz alacağı temel düşünce, bilgi temelli yaratıcılık
olmalıdır.
Sanat, özgür ve sıra dışı düşünebilmenin
sonucunda ortaya çıkarılabilen bir olgudur. İmgelem, yaratıcılık ve sanatsal
etkinlikler, yalnız gerçekler üzerinde değil, tasavvurlar ve düşler üzerinde
kişilik, hatta sanatsal özellik kazanır. Eylem alanı salt nesnel dünya değil,
gerçek ve gerçeküstü dünyada düşüncenin tasarımlayabildiği alanlardır. Bugün
tanık olduğumuz önyargı, ideolojik yaklaşım ve özellikle dinsel kaygıların
dikte ettirdiği anlayış; kurguladığı düzenle genç bireyi; düşünemez,
sorgulayamaz, sadece emirleri uygular durumda görmek ister. Onun düşünme ve
sezgi yetisini, belirli kalıp ve kırılması zor demir bir kafes içinde tutmaya
çalışır. Her düşünce kalıbının temel ilkesidir bu tür yaklaşım; zorunluluktur.
Ortadoğu coğrafyasında yaşanan terör, şiddet, çatışma ve ölümler; bu söylediğim
konuyu kanıtlayan somut örneklerdir. Oysa insana yaraşır yaşamsal değerler,
toplum ilişkilerini düzenleyen çağdaş normlar ve sanatsal etkinliklerin en
önemli bileşeni, sorgulama yeteneğini güçlendirilmek ve kalıpları kırıp
atabilmektir.
Çağdaş sanat; aklın, keskin zekânın ve
eğitilmiş duygunun, özgür düşünüşün ve düşün eseridir. Sıra dışı düş kurabilme,
imgelemi ufuk ötesine çekebilme yeteneğine dayanır. Sanatın geleceği, bugün
algılayamayacağımız kadar bilincin geniş bir özgürlük alanına sahip olmasıyla
garanti altına alınabilir. Ya biz bugün, böylesi özgür bir bilince sahip miyiz?
Yazımı Hintli düşünür Jiddu Krishnamurti’nin
sözleriyle bitirelim: “Düşünmek gerçekten de acı vericidir. Çünkü farkındalık
yaratır ve kuşkuya yol açar. Düşünmek insana bir yük gibi gelir. Bu yüzden;
insanların çok büyük bir bölümü düşünmekten kaçmak için, kendilerini bir
ideoloji veya inançla hipnotize ederler.”
15 Mayıs 2020, Narlıdere/İzmir
HERKESE
YETECEK KADAR SÖZ VAR
Şiir Sarnıcı (e-dergi) Dergisi’nde, “Altının
ayarı durduğu rafın niteliğine göre değil, kendi saflık derecesine göre
belirlenir; şair de altın gibidir.” diye yazmıştım. Bulunduğu yer, yazdığı
dergi, paçasından tutunduğu ünlü veya yanında durduğu kişiler değil, ürettiği
yapıt ve kendisidir asıl olan. Açık söylemek gerekirse kimin kiminle yan yana
durduğu, kimin kimi kotarmaya çalıştığı ve kimin kiminle aynı fotoğraf
karesinde yer aldığının hiçbir önemi yoktur. Bunlar, günlük beklentinin
zincirli yanılgılarıdır.
Benim için sosyal medya, şiir etkinlikleri, yazar işlikleri, şiir atölyeleri ve dergiler, önemli
şiir laboratuvarlarıdır. Kuramsal kitabımı, sanat literatürü taraması yanında
bu laboratuvarlardan edindiğim bilgi, görgü ve deneyimle yazdım. Herkes farklı
bir şeyler söyler; kim ne derse desin, sosyal medya, şiir etkinlikleri, yazar işlikleri,
şiir atölyeleri ve dergiler; şiirin önemli kaynaklarıdır ve sanatın acemi
birliğini atlatma merkezleridir. Bunlar, hangi bilgi işe yarar; hangi bilgi
elinin tersiyle bir kenara itilmelidir, az çok ışık tutar. Şiir kültürünün
sürekliliğini sağlayan mecralardır.
Sağlıklı bir genel kültür ve evrensel dünya
görüşü, her şair için elzemdir. Ne var
ki Türk şiirinin önde gelenlerinin büyük bir çoğunluğu, evrensel dünya görüşüne
sahip olduğuna dair ergenliklerini ispatlamış görünmüyorlar. Şiir yazınındaki
deneme, şiir ve metinlere bakıldığında, umut verici bir dünya önerisinde
bulunmadıklarını, birilerinin düdüğünü çalmak dışında çok geniş bir düşün
dünyasına sahip olmadıklarını biraz ayrıntılı okuduğunuzda anlıyorsunuz. Bu
tespitimi hemen hemen herkes reddedecektir; kendisini sorgulamak yerine
doğrudan beni suçlayacaktır. Elbette bu söylediğim herkes için geçerli
değildir, üzülerek söylüyorum ki çoğunluktur. Aşağıda söz edeceğim konuları,
heybenize koyup kendi iç dünyanızda bire bir tartınız lütfen. Burada sadece
kendinizi sorgulamanızı sağlayacak algoritmayı vereceğim.
Şiir sanatı, ciddi iştir dostlar. Salt yazmak,
kitaplarla boy göstermek, bir dergiye önayak olmak değildir; yaşamın niteliği
de içindedir. Sanatçı ve şair denen kavramların üstünde büyük anlam yüklüdür;
bunu taşımaya yeterliliğiniz yoksa bu alanı kirletmeyin. Kimse kimsenin fikrini
kabul etmek zorunda olmadığı gibi kimse bir diğeri gibi düşünmek zorunda
değildir; ayrıca şiirin işi, birine bir şey öğretmek onun şiir anlayışını ölçüp
biçmek değildir. Ben bu işte söz sahibiyim gibi uydurma görev yüklenmeleriyle
kimseye, Everest’in tepesinden bakmak gibi bir görevi yoktur. Elbette bir
duruşu, dünya algısı ve estetik değer üretebilecek imgelem gücü olacaktır
şairin. Her şeyden önce elinden tutulup podyumlara çıkarılacak figüran
değildir. Karıştırılmamalıdır. Türk şiirini şairiyle birlikte nitelikli bir
kültür dünyasına taşıyacaksak biraz estetik tavır geliştirmek ve biraz da elit
davranmak zorundayız.
Birincisi, kimse kimsenin şiirini elinden alamaz.
İkincisi, herkese yetecek kadar yaşam alanı, sanat için hareket alanı vardır;
kimse kimseye aşağılayıcı, hakaret edici saldırıda bulunamaz. Herkese yetecek
kadar söz ve kâğıt vardır; herkese yetecek kadar mikrofon ve kürsü vardır.
Üçüncüsü ise herkes, donanımı ve düşünebildiği oranda yaşamın ve sanatın
içindedir. Asıl önemli olansa şudur; kimse kimsenin yeteneğini yargılama
görünümü altında; şiddet uygulamak, toplum gözünde küçük düşürmek, ayrıştırmak
gibi bir lüksü yoktur. Bunları eleştiri kapsamında düşünenler olabilir;
eleştiri, ayrı bir konudur; sözünü ettiğim konular, eleştiriyle
ilişkilendirilemez. Eleştiri de şiir dünyasında derin yaralı bir konudur;
burada girmiyorum buna…
Ne
yazık ki şairler ve şiir hakkında ileri geri konuşan, sözleri ceviz kapçığını
doldurmayan, pek çok insanımız vardır. Vasat, kifayetsiz muhteris, şaircik,
sucu, bucu gibi… “Şiire zarar veriyor” gibi bir düşünceyle bir şeyler yapmaya
çalışanları töhmet altında tutmaya, toplum gözünde küçük düşürmeye yeltenen
kişiler de çoğunluktadır. Ve bunu, toplum gözü önünde açık açık yapmaktadırlar;
şunu bilmiyorlar. Bu tutum, insana karşı bir şiddettir, saygısızlıktır. Şiddeti
ve saygısızlığı insanî değerlerden ayırt edemeyen kişiler, şairim diye koltuk
altlarında birer karpuz sıkıştırıp ortalarda dolaşmaktadırlar… Dergi, kitap ve
gazete sayfalarında da boy boy bu tutumlarını sergilemektedirler. Şiir, kişi
veya gruplara zimmetlenemez. Bu tür tutum, Orta çağdan miras kalmış, cehaletin
eşiğini kıramamış, bilinçsiz insan manzarasıdır.
Başka bir konuya daha değinmek istiyorum:
Sosyal medyada paylaşılan yazı ve altına yapılan yorumlara bakınca, ben de mi
bir gariplik var yoksa insanlık mı insanlığını yitirdi, diye düşünmeden
edemiyorum. Sağlıklı okur-yazarlığımız yok, bunu biliyoruz. Kafamızdaki
cendereden çıkıp söylenen ya da sorulan soruya koşut eyleme giremiyoruz. Ancak,
küfürler, hakaretler, düello davetleri, satanlar, burnundan soluyanlar ve
eleştiri adı altında zevkten zirveye tırmananlar görüyoruz.; sizler de sık sık
tanık oluyorsunuzdur. Ben kişisel olarak, bunlardan rencide oluyorum. Şair
sözünü kullanmaktan çekiniyorum. Bakıyorum bunların saldırılarını destekleyen,
şiire hizmet ettiğini sanan bir sürü tanınmış isim var; “yok artık” denecek bir
kokuşmuşluk durumu…
Bunların hepsi bir yana şiir yazınında bir de
televole kültürü dediğimiz anlayış, öylesine yerleşmiş ki yapılan yorumlara
bakınca gerçekten vurdulu kırdılı, zenginli fakirli dizilere, yemekteyiz gibi
devşirme programlara taş çıkartır nitelikte. Şairin özel yaşamıyla işiniz nedir
sevgili hatırı sayılır şairdaşlarım? Bu bir şiir kültürü değildir; televole
dediğimiz, sizin de sık sık aşağıladığınız algı biçimidir. Kahvede gündelik iş
bekleyen kardeşlerimiz yapsa bunu kabul ederim; zaman doldurmak da ince bir
iştir.
İnsandır; genetiği, beklentisi ve düşleri
gereği bazı şeylerin içinde bulunması kabul edilebilir. Algı ayarları bozuktur
ve çalgısı akort tutmaz şekilde olabilir. Ne var ki bu tür davranışlar, o kadar
çok ki bu kadar rencide edici biçimde işlemesi kabul edilemez. İnsana saygı,
insanın yapma-etme-isteme hakkına saygı ve etik dediğimiz değerler vardır. Göz
göre göre yanlışı bir amaç ya da bir yarar uğruna göklere çıkarmak zorunda
değildir kimse. Ya sus hiç bulaşma ya da açık yüreklilikle yanlış olduğunu
söyle, doğruya da doğru. Yanlışı, yanlışla doğrulama çabası da hangi kültürün
geleneğidir bilemiyorum. Şiir yazını, yanlışı yanlışla doğrulama çabası içinde
olan metinlerle dolu.
Has şairim diyen birisi, sosyal medyada birini
hedef edinmiş saldırıyor, hakaret ediyor ve aşağılıyor; bir diğer izleyici veya
şair de alkışlıyor; çiçekler, gülücükler dağıtıyor. Şiir şiddeti kaldıramaz,
şair de şiddet sever olamaz. Şiir/şair dünyası böylesi niteliksiz tutum ve
girişime prim vermemelidir. Herkese yetecek kadar söz var, istediğinizi kullanabilirsiniz;
tek koşulsa dilsel şiddet[26]
içermeden.
Dilsel şiddet, içinizde yatan şiddetin
dışavurumudur; daha genel söylersek dil, içimizle aynı şeyi söyler. Toplumsal
değerlere saygısızca davranan, insanı aşağılayan, şiddet, terör vb. benzer
konulara yaltaklananlar bana göre zaten sanatçı değildir; kendi çöplüğünde
kurtlanmak üzere üstünü kapatın gitsin. Böyleleri var, parmakla gösterebiliriz.
Her toplumda akort tutmayan güdülenmiş hemcinsler olur; fizik kuralıdır. Ancak
niye gereksiz birisi için ulu orta sizi izleyen elit insanları, rencide
ediyorsunuz? İncelik buradadır.
Toplum olarak pek çoğumuzun içinde uyuyan
şeytandır şiddet. Ne kadar eğitilirsek eğitilelim, korku ve çatışma kültürüne
dayalı bir inanç sistemi, disipline dayalı bir tutum şekillendirmesi altında
büyüdük. Yani çatışma kültürünün içinden doğup geldik. Sanatsal konuları bir
yana bıraktım, bilimsel bir konuyu bile tartışamayan, fikrini ve önerilerini
kabul etmeyenleri dilsel şiddet uygulamayı üstünlük sayan, şair olduğunu
gururla söyleyen çok sayıda kişilere tanık oldum. Ne olursa olsun, bir noktaya
kadar kabul edilebilir şiddet algınız. Ancak, bu çağda, hala davranış
değişikliğine gidemediyseniz, bence ortalarda görünmeyin; bir gün şiir sizi
tutuklayabilir. Çağdaşlığın birinci ilkesi insana saygıdır. Düşüncemi savunmadı
diye insanları düşman gören, yaratık gören bir anlayıştan yapıt değil;
kendisine dayatılan idelerin bildirisi ve şiddetin kraliçesi çıkar… Kadına
şiddet konusu günceldir. Süreklilik sağlayan toplumsal bir yaradır. Şair, bir
başka arkadaşına şiddet uyguluyorsa kadına şiddetin nedenlerini, uzaklarda
aramayınız; bugün şairdaşı hedefse yarın da bir kızcağız topun ağzında
olabilir. Şiddet duygusu, namludan çıkmış mermi gibidir, adres sormaz; tanımı
nettir.
Başkasına kızmak, kendi kendine işkence
etmektir. Daha fazla bu işkenceye katlanmamak, aşırı yoğunlaşma sendromu
yaşamamak ve sağlığınızın daha kötüye gitmesini engellemek için; öncelikle şiir
sanatının zimmetinizde olmadığını; kötü şiir yazanların şiire zarar vermesi
gibi bir argümanın tamamen bilinçsizlikten kaynaklandığını; sanatın gelişimine
yönelik savaşım verenlerin engellenmesi değil yanında bulunup omuz verilmesi
gerektiğini; kötü şairlerin şiirinden sizlerin sorumlu olmadığını; sanat ve
kültür dünyasında herkese yetecek kadar alan olduğunu; bilmelisiniz ve en kısa zamanda
tıbbi yardım almalısınız.
Şiir, içinizdeki şiddeti ortaya dökme sanatı
değildir; ürettiğiniz estetik değerle okurda yaşam sevinci yaratmak ve aklın
evrimini hızlandırmaktır. Sizde olan güzelliği yarına akıtmaktır. Düşünsel
dünyanızı yöneten sistemleri şöyle bir kenara itiniz ve biraz olumlu duygu
biraz da sevgiyle kendinizi sorgulayınız. Şiddetten, çatışmadan, kavgadan
arınmış duygu durumuna girdiğinizde göreceksiniz ki şiddet ve zorlamayla
tarihte hiçbir sorun çözülememiştir; sadece geçici bastırılabilmiştir. Şairler ve sanatçılar arası şiddete ve
kavgaya gerekçe olacak çok şey yoktur; Türkçede herkese yetecek kadar söz
vardır ve kimse kimsenin sözünü elinden alamaz. Kavgacı, saldırgan, küçümseyici
bir dil kullanımı, bilgi çağının insanına yakışmamaktadır. Ayrıştırılmış, dikte
edilmiş bir düşüncenin muhafızı olmakla hiçbir gruba ve topluma iyi bir yaşam
sunulamamıştır. Bu yaklaşım altında yazılan şiirlerle de estetik değer
yaratılamaz; tam tersi okur rencide edilir.
22 Temmuz 2020, Narlıdere/İZMİR
GENELLEMELERLE BOĞMAYIN ŞİİRİ
Hiçbir şey anlatmayan, gerçekte anlamsal
karşılığı bulunmayan tümce kurabilmek veya tamlama yapabilmek, şiir ve eleştiri
dünyasında özel bir yetenek, tutucu bir gelenek olmalıdır. Hele yanlış bir
başlıkla başlayıp, o başlıktaki yanlışı yanlışla savunmayı gayet ciddiyetle
sürdürmek, mantığıyla dalga geçildiği konusunda kuşkuya düşürüyor okuru.
Kavramların, terimlerin ve sözcüklerin anlamlarının kılık değiştirdiği bir dil
mi var, diye sorgulamak zorunda bırakıyor. Gerçekten böyle yazılar okuyorsunuz
değil mi? Ben çok sık karşılaşıyorum. Örneklerini vermek isterdim ama konu
kişilere yöneleceği için yazınsal şiddet kapsamına girsin istemiyorum. Yazınsal
şiddete, şiddetle karşıyım. Benim anlayışımda kişiler konu değildir; maksadım
sistem ve sürecin değişimine katkı sağlamaktır.
Zaman oldukça değerlidir ve sayılıdır. Yetmiş yıl yaşayan bir insanın
ömründe ortalama altı yüz on üç bin saat vardır. Uyku, yemek, temizlik ve
çocukluk yıllarını da çıkarırsanız kullanılabilir zaman, aşağı yukarı
dörtte birine düşer. İş yaşamı ve diğer etkinlikleri de çıkarırsak en fazla
elli bin saatlik zamanı vardır okumak için; okumayı seviyorsa. Niçin bu hesabı
yaptım? Birincisi, okumak için seçici olmak zorundasınızdır. Bir yazarın bir
romanını okuduğunuzda ikincisini okumak gibi çok zamanınız yoktur; eğer verimli
ve çeşitli yazarların birikimlerinden yararlanmak istiyorsanız. Polimat bir
bilgi dağarcığına sahip olmak istiyorsanız. Bunca yıllık bir okur olarak şunu
deneyimlerimden söyleyebilirim: Bir yazar, bütün birikimini yazdığı kitapların
herhangi birisine tamamıyla yansıtır. Yazarın dünyasına ilişkin alacağınız
toplam yararı herhangi bir kitabından alabilirsiniz. Tabii ki bilimsel ve özel
alanları konu edinen kitapları, bunun dışında tutmak gerekir. İkincisi, bir
yazarın bütün kitaplarını okumanız aşırı lüks bir durumdur. Parantez içinde
belirteyim: Ben verimli olanından söz ediyorum. “Renkler ve zevkler
tartışılmaz” diye bir söz vardır; her ne kadar pek doğru olmasa da. Siz
istediğinizi dönüp dönüp okuyabilirsiniz. Bir yıl içerisinde basılan iyi
kitapların yüzde onunu bile, okumak için yaşamınızın yeterli olmadığını
anımsatmak istiyorum.
Asıl ben yazar ve şair dostlarıma seslenmek istiyorum. Zaman bu kadar
değerlidir. Bilgi ve kültür varlıkları bu kadar zengindir. Yarardan ve okuma
tadından söz ediyorsak yazar ve şairlerin de çok dikkatli olması gerekir. Okura
nitelikli yapıt sunulmalıdır. Şaire ne yapacağını söylüyorum algısı doğurmuş
olmak istemem. Her ne yazıyorsanız yazın, diyeceğim yoktur. Okuru aptal yerine
koyucu, bir anlam taşımayan metinleri okurların önüne sürmemek gerekir.
Gerçekte anlamsal karşılığı olmayan tümcelerden kurulu bir metinle; okurun
morali, okuma sevgisi ve iç dünyasıyla oynanmamalıdır. Zamanı heder
edilmemelidir. Dedikodularla, magazinsel söylemlerle, bir temele oturmayan
genellemelerle; şiir yazınını kirletmemek gerekir. Basılı kitapları geçtim,
dönüp kültür, sanat ve yazın dergilerine bir bakınız. Şiirler neyse iyi veya
kötü. Ama şiir yazılarına baktığınızda olmasa daha yararlıdır türünden
yazılarla dolu. Kimse şiire olağanüstü bir format giydirip, genellemelerle
anlamsız süslü edebiyat yapmak zorunda değildir; gülünç oluyor. Sanat bilimi
denen bir bilim vardır; neyin ne olduğunu herkesin anlayabileceği şekilde
göstermektedir. Şiir bir sanat alanıdır ve kendi gerçekliğini koruyabilir.
Övgüye gereksinimi yoktur. Şiir sevgisinin ve sanat kültürünün oluşması için, şiire
yönelik gülmece, magazin ve felsefi yazılar yazılması gerekir; ne var ki atar
tutar yazılar da şiiri bilen insanları rencide ediyor dostlar…
Ayrıca, okurda değişiklik/haz doğurmayacak
metinleri, yayımlamamak veya insanların gözüne gözüne metin sahibini övmek için
dayamamak daha akıllıca bir tutum olur. Ne çok eleştirel deneme var, nasıl bir dil
kullandıysa anlamak olası değil; zaten bir şey de söylemiyor. Sıksan sıksan bir
dirhem şeker çıkaramıyorsunuz. Ne çok şiir yazsı var, genellemelerle dolu,
bırak bir şey söylemeyi, yanlışa kurşun sektiriyor. Bilinçli okurlar; sanatın,
inancın, öğretinin ve dünyanın neresinde durduğunuzu daha ilk tümcelerinizde
anlıyorlar. Uçuk tümce kurulumuyla, anlamsal kapsamı oturmamış terimlerle,
anlamsız bağdaştırmalarla; yazınıza çekicilik kazandırmaya çalışmanıza gerek
yoktur. Metnin dilsel, zamansal ve
anlamsal dizilimini kırmak; yaratıcılık ister, bilimsellik ister. Zaman ve
insana saygı, çağdaşlığın temel göstergesidir. Okura saygı duymak zorundayız.
Anlamsız, tutarsız, bağdaşıklık taşımayan ve okura bir kazanım sağlamayacak
metinleri üretmeden önce kendimizi sorgulamalıyız. Bilgi artık uzakta değil,
bir tuş sesi kadar yakınınızda duruyor. Onu bulmak size düşüyor. Aralarındaki
bağıntıyı çözmek ve kurmak, çabanızı bekliyor.
Genellemelerle boğmayın artık şiiri…
24 Mayıs 2020, Narlıdere
BİLGİYE DUYARSIZLIK
Böyle bir girişten sonra bilgi yoğunluğundan söz edeceğim diye
düşünebilirsiniz; ne var ki bilgi yoğunluğunun sorunlarından söz etmeyeceğim.
Daha özel bir konuya değinmek istiyorum. İşin ilginç yanı kendi deneyimim olan
bir konuyu gündeme getirmek üzere bu yazıyı kaleme aldım. Aslında kendi
deneyimlediğim bir durumu örnek vermekten sıkılıyorum. Birebir yaşadığım
deneyim olması nedeniyle, kendim için bir şey yapmış görünmekten çekiniyorum.
Öyle de olsa, sosyolojik ve gerçek bir durumu ortaya koymak, bazı konulara
dikkat çekmek için kendime ilişkin bu örneği vermek istiyorum.
“Saf Sanattan İnsana Şiir Çözümleme Tekniği ve Şiir Eleştirisi”
isimli kitabım Kasım 2018’de yayımlanmıştır. Kitapta yeni önermeler, kuramlar,
katman edebiyat eleştiri sistemi, şiirsel ezgi, şiir/sanat çözümleme tekniği ve
yeni terimler/kavramlar ileri sürdüm. Türk ve dünya yazınına farklı bir şeyler
ürettiğimi, sanat/şiir anlayışının önünü açıcı, özellikle şiir için yeni ve
farklı bir şeyler ortaya koyduğumu düşünüyorum. Kullanılabilir, bilimler arası
eşgüdümle araştırılması ve değerlendirilmesi gereken bilgiler öne sürdüğümü
söylemeliyim. Bunların yanında bazı etkinliklerde, katıldığım medya
programlarında, Kuramlar ve Şiir Çözümleme Tekniği gibi kitaptaki pek çok
bilgiyi sözlü olarak açıklamaya çalıştım. Ayrıca Vedat Günyol 2020 deneme
yarışması seçici kurul özel ödülü alan ‘İmgelem-İmge-İmgelem’ isimli deneme
kitabım ve Homeros edebiyat ödülleri bir şiiri inceleme yarışmasında dereceye
giren bir çözümlememin yer aldığı ‘Sanat/Şiir Çözümlemesi’ isimli deneme[27] kitabım,
ileri sürdüğüm konulara açıklık getirmek üzere e-kitap olarak yayımlanmıştır.
Aradan uzun zaman geçmesine karşın sosyal medyada birkaç tepki dışında ileri
sürdüğüm bilgiler konusunda doyurucu açıklama, yorum ya da olumlu/olumsuz
eleştiri almadım. Yazınsal platformlarda bunların konu edildiği bir yazı veya
eleştiri görmedim. Yeni düşünce, yaklaşım ve daha önce dillendirilmemiş
yazılara karşı herhangi bir tepki ve geri dönüş almadığım için, eksik bir
şeyler mi ortaya koydum, yanlış veya yinelemeler mi yaptım diye kuşkuya düştüğüm
zamanlar da oldu.
Bunların yanında, ‘Şiir Sarnıcı (e-dergi)’ isimli üç aylık sanat
ve yazın dergisi çıkarıyorum. Bu dergi, bloğumda ve internette aradığınızda ilk
sıralarda görünen kolay ulaşılabilir bir dergidir ve yazınla ilgili kişilerin
e-posta (bende bulunan) adreslerine PDF dosya olarak gönderilmektedir. Emek
dışında hiçbir gideri ve geliri yoktur. Şiir Sarnıcı ve şahsım, herhangi bir
öğreti, inanç ya da kalıplaşmış/ayrıştırtılmış düşüncenin temsilcisi ya da
sezdiren bir uydusu değildir. Aklı, bilgiyi, bilimi, sanatı, sevgiyi ve
insanlığı önceleyen; kalıplaşmış, ayrıştırılmış veya güdülenmiş düşünceyi
dikkate almayan bir içeriğe sahip olması için çalışıyoruz. Olabildiğince
bilimsel, yazınsal ve sanatsal nitelik kazanması için çaba harcıyoruz. Yazın,
şiir ve sanat için bir şeyler yapamaya çalışıyoruz; edebiyat adına deyip dikte
edilmiş düşüncenin peyki durumuna düşmek istemiyoruz. Grupların, komünlerin,
çıkar çevresinin, ben bilirim tarzı ego yumağının barınabileceği bir alan
dışına çıkarmaya çalıştığımız bir yazın düzlemidir bu dergi.
Derginin PDF dosyasını e-posta adresine gönderdiğimiz birkaç okur,
geri dönüş yaptı; eleştirdi veya teşekkür etti. Bunların dışında ben şiir adına
şöyle yapıyorum diye yazan çizen, şiir kulvarında boy gösteren, şiir elden
gitti diye çevresindekilere dert yanan, yurt içi/dışı şiir çağrılarında önde
dolaşan, şiir adına sağda solda baş kesen; kısacası şiir ustası denen şair
dostlarımdan ne bir dönüş oldu ne kutlayan oldu ne yorum yapan oldu ne şöyle
olsa daha iyi olur diye yardımcı olmak isteyen oldu ne de yapıtını gönderip
dergiye katkı sağlayan. Şiir öldü, dil elden gitti, sanat öldü, edebiyat adına,
şiire zarar veriyor gibi yargı tümceleriyle feveran eden büyük yazar, şair
dostlarım; bundan sonra sakın ola böyle tümceler kurup bir de güvenimizi
sarsmayınız; çok açıktır ki kendiniz için olanın dışında bir şey yapmıyorsunuz.
Sanat insanı; yararın, çıkarın, egonun, popülaritenin olduğu yerde değil;
insanın ve insan için bir şeyler yapanın yanında olur, içinde olur.
Şimdi temel soruyu soruyorum: Bu ülkede sanatsal etkinlikler
yürüten, sanatı işi olduğu için yapan ve sanat eğitimi veren yüzlerce
akademisyen var. Binlerce şair ve yazar var; daha doğrusu var olduğunu
biliyoruz. Ayrıca bir o kadar da edebiyat fakültesi öğrencisi, mezunu ve
bunların öğretim üyeleri ile emeklileri var. Fakülte düzeyi de olmak üzere
sanat eğitimi veren yüz ellinin üzerinde ülkemizde kurum ve kuruluş var olduğu biliniyor.
Üretilmiş yeni bilgi, kuram, kavram, yazınsal sistem ve ileri sürülmüş yeni bir
teknik karşısında bunlar neredeler? İki sanatsal kuram, bir katman edebiyat
eleştiri sistemi ve bir sanat çözümleme tekniği ileri sürdüm. Yeni bilgi bu
kadar değersiz mi? Edebiyat çevrelerinin ağzında sakız olmuş konular dışında
yeni bir şeyler söylemek bu kadar mı ürkütücü, anlam veremiyorum. Bilim, bilgi,
kuram, estetik, sanat ve felsefe dediğimizde herkesin kaçıştığı bir edebiyat kalabalığında
varlık bulmaya çalıştığımızı biliyoruz ama bu kadar da olmamalı…
İsterseniz bu sorunu biraz açalım. Sanat bilimine yönelik
çalışmalar ve sanata ilişkin bilgi üretimi yinelemelerden öteye geçmiyor, diye
bir yargı ileri sürersem ne dersiniz? ‘Türk şiiri magazinsel söylemler üzerinde
yönlendirilmektedir.’ diye her ortamda kullandığım bir tümce vardır. Bu yargıyı
haklı olarak ortaya koyduğumu düşünüyorum. Neden, diyeceksiniz. Haklı olduğumun
kanıtıdır yukarıda sözünü ettiğim deneyim. Popülist bir yaklaşım, popülarite
yığılmış bir ortam ve birbirini yineleyen sanatsal bir bilgi dünyasının içinde
yaşıyoruz. Türk yazınında ödül uygulamalarından eleştiri sistemine kadar
aşılamayan temel sıkıntıların olduğunu hepimiz biliyoruz. Ayrıca kendini
kanıtlamış, toplumda beğeni kazanmış şairlerin söylemleriyle şiiri
öğrenebileceğimizi düşünüyoruz. Bunlar iyi bir birikimdir; tarihsel bilgidir.
Metinler arası ilişkinin doğal bir sonucudur. Ancak şiirin gelişimi ve geleceği
için yeterli değildir. İyi şiir yazmak istiyorsak, yeni bir biçem kurmak
istiyorsak, şiir felsefesine ilişkin yeni kuramlar üretmek zorundayız. Çağın
bilgisine ve ileri teknolojisine uyum sağlamak öncelikli işimiz olmalı. Yapıt
ile insan arasındaki ilişkinin tanımlanmasında hâlâ sıkıntılar var ve net
şeyler söyleyemiyoruz. O öyle demiş bu böyle demişle birbirini yineleyen ne var
ki bilgiyi uygulamaya dönüştürmekten çok ötede kısır döngü içindeyiz. Çağdaş
sanatın önünü açan soruları ve evrimsel sanat yaklaşımına doğru gidişin
yollarını, araştırmaktan kaçınıyoruz.
Kuramsal bilgi üretmeden çağı önceleyen biçem kuramayız.
Yinelemeyle bir adım daha öteye gidemeyiz. Ayrıca bu tür yaklaşımla sadece
öykünen bir sanat biçimi kurabiliriz ki bunun adı sanat değil, taklit olur.
Sanatın temel ilkesi, her geçen gün yeni bir şey ortaya koymaktır. Kendini aşan
yeni yapıtlarla yaşamın karşısına dikilmektir. Türk şiiri veya yazınının ileri
gelenleri, kendilerine öykünmeci türetme peşindedirler. Yazının önünü açıcı,
yol gösterici tutum; ne ödül sisteminde ne eleştiri sisteminde ne de diğer
etkinliklerde duyumsanmaktadır.
Sanatçının ben kaygısı yüksektir; onu sanat üretmeye iten şeyin,
çıkış noktasıdır. Buna diyecek bir şeyimiz yoktur. Ancak üretilen bilgiyi
görmezden gelmek, Orta Çağ mantığından kurtulup olaylara mantıksal bir açıdan
bakamamak, açıklanmaya muhtaç önemli bir sıkıntıdır kanımca. Sanat çevresinde
yaygın ve kanserojen bir hastalık durumudur. Sanatın, şiirin, kültürün,
eğitimin, bilginin, insanın, emeğin; değersiz görüldüğünün birebir
gösterenidir.
Sanat dünyası; özellikle anlam sanatları, yeni ve farkındalıklı
bilgiyle zenginleşir. Aklın sınırlarını ve normalin çeperini kırmakla kendine
yaşam alanı ve etki alanı kurabilir. Her geçen gün yeni ve farklı bir şey
üretmeliyiz. Bilgiye duyarsız kaldıkça köreliriz. Bilgiyi öteledikçe
saplantılarımız bizleri esir alır. Yenilikleri kıskanıp ondan uzak durdukça
kabalaşırız. Sanatsal bağlamda iyi bilgi, kullanılabilir bilgi, yeni bilgi;
bazen bir çocuğun sorusundan bazen bir rüzgârın sesinden üretilir. Her üretilen
bilgiyi, didik didik etmeliyiz ki bir kazanım, bir sonuç elde edebilelim.
Çıkalım artık yirminci yüz yılın tozlu sayfalarından, nesnellik ilkesi kırılalı
yıllar oldu. Kurtulalım kalıplaşmış genellemelerden; genellemeler şiir gibi bir
düşün sanatını açıklamaya yetmez. Dünyadaki olgu ve olaylara bakıp yeni bir
şeyler yapalım. Dinozor hattını aşmak çok zor olsa da değiştirilmesi gereken
çok şey var bu kulvarda; en başta anlayış…
Sonuç olarak, saygınlık, makam, tanınırlık ve toplumsal izlenirlik
avantajı sağlamayan yerlerde görünmek, rüştünü ispatlayamamış kişiler için
sıkıntılı ve ürkütücü bir tavırdır; biliyoruz. Bu, çağın dönüştüremediği başka
bir rahatsızlık. Asıl sorun, çağı ve ürettiği bilgiyi okuyamıyor olmamızdır.
Okumak da istemiyoruz. Sanatta yeniliğe karşı duyarlı değiliz ve yeni şeylere
güvenimiz yok. Dahası sahip olduğumuz bilgi birikimini, günümüzün teknolojisi
ve anlayışıyla kullanmayı beceremiyoruz. Kullananı da öğreti, inanç gibi sözde
gerekçelerle görmezden geliyoruz. Sanatta gelişimin önündeki en önemli engel,
yeniliğe ve bilgiye karşı duyarsızlaşmaktır. Duyarsızlaşma şairi kabalaştırır;
estetik değer üretme yeteneğini elinden alır.
Yanlışı,
yanışla düzeltmeye çalışmak! Son günlerde çok takıldığım bir tümcedir. Şöyle
dersek öz söz mertebesine bile erişebilir kanımca. “Yanlış, yanlışla
düzeltilemez; ne yaparsanız yapın kuyruğu açıkta kalır.” Belki de böyle bir öz
söz vardır, ben bilmiyorum. Günümüz
koşullarında ve her alanda o kadar sık kullanılması gereken bir tümce ki pek
çok şeyi özetleyip önünüze koyuveriyor.
Neden bu
tümceyle giriş yaptım? Bu sözü vurgulu bir şekilde açıklayan üç olayla karşı
karşıya kaldım; daha doğrusu gözlemledim. Birincisi ülke güncelinden bir
gözlemdir. Büyükşehir Belediyelerinin yardım kampanyasıyla ilgili sarf edilen
söylemler… “Devlet içinde devlet olmak” gibi... Bunu doğrulamak için kimler
kimler, koca koca insanlar ne mesailer harcadılar biliyor musunuz? Kimler ne
ilginç yasal dayanaklar üretti. Oldu mu? Kuyruğu açıkta kaldı.
Ayrıca
belediye ve mülki makamların kuruluş yapısını az çok biliyorsanız, bu söylemle
ne kadar elzem bir durumun önü bile bile kapatılmıştır, düşünmek gerekir.
Örneğin kriz durumunda merkezi hükümetin emir verebileceği valilikler, dört
kilo domates taşıtmak isteseydi kime taşıtacaklardı? Öğretmene mi, hemşireye mi, yoksa polise mi?
Hizmeti satın alabilirdi yalnızca. Valilik gibi yapılar; daha genel anlamda
söylersek olağanüstü hâl dışında merkezi hükümetin emir verebileceği resmî
kurumlar, bu tür hizmet üretme yeteneğine sahip değillerdir; kuruluş ve
teşkilatları gereği.
Belediyeler,
bu tür hizmetler için yapılandırılmıştır. Suyundan çöpüne kadar geniş bir
hizmet üretim alanıdır görevleri. Kriz ortamında, insanların bir yumurtaya
ihtiyacı olduğu bir zamanda, belediyelerin hizmet olanağını siyasi bir kaygı
sonucu elinin tersiyle bir kenara itmek; bunu bir de politik ve ayrımcılık
kaygısıyla yapmak; işin altında yatan gerçeği gün yüzüne taşır. Bu konuda söylenecek tek şey, hangi gerekçeyi
üretirseniz üretin yanlışı, yanlışla düzeltemezsiniz demektir.
İkincisi,
basit bir sosyal deneydi. “Şiiri, şairden korumak” diye bir tümcenin alt
sorularını tartışmaya açtım. Daha doğrusu, sosyal medyada paylaşılan yazılar ve
bu yazılara yapılan yorumlar bu alanda gelişti. Bugüne kadar şiir yazınında
söylenegelmiş ve şiir dünyasında belirleyicilik kazanmış kalıp söylemleri
irdelemeye, yorumlamaya çalıştım. Nasıl bir kalıplaşmaysa bunların,
tartışılmasının bile yasak olduğuna tanık oldum. Bu söylediğim dar kapsamlı bir
örneklemdir; ne var ki şiir yazınına baktığımızda, totaliter/yasakçı anlayışa
sahip büyük bir çoğunluğun varlığını anlıyorsunuz. Doğru şiir bilgisi ve şiirin
özü, bugün yaşamakta olan şiir kurmayları tarafından çoktan tespit edilmiş de
bizim haberimiz yokmuş meğer; bilgiyi kapan kapmış, bize halt yemek düşer
anlamında tutumlarla karşılaştım.
Açık
söylemek gerekirse şiir yazınımızda yanlışı, yanlışla düzeltebilmek için ne
çabalar harcamışlar! Kitaplar, denemeler yazmışlar. Toplumda güven kazanmış bir
şair ya da yazarın bir sözü söylemiş olması, doğruluğun ve tartışılmazlığın
odağı olmuş… Konunun ilginç yanı ise bu söylemler genellikle batılı
düşünür/şairlerden alınmış ve bizim kurmaylarımız da yalnızca doğrulama
görevini yerine getirmişlerdir. Şunlara bir de sanat felsefesi ve diğer
bilimlerin gözüyle bakalım, altından ne çıkacaktır, diye sormak kimsenin aklına
gelmemiştir. Öyle gerekçeler üretmişler ki basit bir mantıkla sorguladığınızda,
olamaz bu kadar gelişmemişlik demek zorunda kalıyorsunuz. Birazcık bilgi,
birazcık bilimlerin eşgüdümü ve biraz da mantık; bu kadar basit; neyin ne
olduğu ve neyin gerçekten işin özünü anlattığı…
Üçüncüsü
ise yakın zamanda gerçekleşen bir sosyal deneydir. Şairin kaygısı, gerçekten
şiir mi yoksa başka bir amaca mı hizmet ediyor, sorusuna yanıt bulabilmekti.
Bir tasarı üzerinde yapılan tartışma ve paylaşımlar, bu sorunun yanıtını
vermekte oldukça yardımcı oldu. Ortaya atılan bir şeyin mantıklı ya da
mantıksız olmasının bir anlamının olmadığını gördüm öncelikle. Söyleyen
dinlenir konumda biriyse en mantıksız bir konu bile söylese, etrafındakiler
hemen ona mantıklı gerekçe üretmek, kafakol çıkmak için işbaşı yapıyorlar.
Övgünün bini bir para. Mantıklı bir konuymuş gibi inanıyorlar ve söylemlerini
sürdürüyorlar. Karga kılavuz hesabı, büyük uğraş başlıyor. İyi gerekçeler de
üretiyorlar; toplum olarak zeki ve pratiğiz bu konularda. Ne yaparsak yapalım;
kuyruğu illaki açıkta kalıyor. Bir yere geliyor ve tıkanıyor; salt çamurla
duvar örülemeyeceği bilinen bir şeydir ama bu durum, sosyal konularda da aynı
sonucu doğurduğunu gösteriyor… Başta da söylediğim gibi, yanlışı, yanlışla
düzeltme ustalığı biz de zanaat haline dönüşmüştür. Anlamsız pek çok konu;
gerçekmiş gibi işlem görmektedir.
İş
yaşamımdan deneyimimdir. Sürekli kontrol etmek ve aksayan konuları çözmek
zorundasınızdır. Çünkü insan yaşamı, eğitim ve işleyen bir devasa sistemle; baş
başa ve iç içesinizdir. Bir soruya, konuya, eyleme, olaya; yanıt bulmakta
güçlük çekmişsem altında mutlaka bir sorun var demektir. Ya soru saçmadır ya
konuya ilişkin olay mantık dışıdır ya gerisinde bir düşünce fukarası vardır ya
da yerleşik kuralların dışında bir şeyler oluyor demektir. Bunun anlamı,
altından bir çapanoğlu çıkacaktır.
Aslında
huzurlu yaşamak istiyorsanız bunları sorgulamadan yürüyüp gidebilirsiniz. Mutlu
olmanın, iyi yaşamanın en güzel yolu; çok şey bilmemektir. “Albert Einstein’ın
dediği gibi, şu cehalet ne güzel; her şeyi biliyorsun” mantığı daha kullanışlı
duruyor şöyle çevremize baktığımızda… He de geç, aman noksan yanını gösterme,
düşman kazanmayasın. Yanlışı yanlışla düzeltiver gitsin… Eskiler gibi; “Şiir her şeye muhaliftir!”
diye genelle gitsin, etrafına yandaş toplaman daha kolay olur. Tamam, şiir her
şeye muhalif, anladık; niçin muhalif kardeşim, diye soran olmayacak nasıl
olsa…. Kısa öykü, iktidar karşıtıdır; politik bilince sahip olmadan kısa öykü
yazamazsınız, deyiver gitsin. Çünkü sen, Orta Çağda mı yaşıyorsun kardeşim diye
soran olmayacaktır.
ISSIZ ŞİİR
Sesi güçlü olmayan şiirin yankısı ıssızdır. “Issız” sözcüğünün
anlamı sadece yalnızlık değildir; yalnızlık tercih edilen bir durum olabilir.
Oysa ıssız aynı zamanda kimsesiz olmaktır; zorunlu bir yalnızlıktır. Yaşamın
döngüsünün sessizliğidir, edilgenliğidir. Geleceğe dair bir değer üretmeyecek
olmasıdır. Dünyaya yaydığı iletiler ıssızlaştıkça, yani sesini yitirdikçe şiir
de bu yalnızlığı zorunlu olarak yaşayacaktır.
Şiirin son zamanlarda göz ardı edilen ve hoyrat davranılan ana
ögesi sestir. Şiirde ses konusunu ele alıp içerisinde ne var ne yok diye
kurcalayalım istiyorum bu yazıda. Türk şiirini, garip şiiri, ikinci yeni veya
2000 ler şiiri diye kategorize edip sorgulamak niyetinde değilim. Şiir tarihi
bir bütündür ve sorgulamak istiyorsak, sanat eserini doğuran çağ, olgu ve
teknikler bağlamında ele alarak sanat bilimi açısından sorgulamak
gerekir. Kaldı ki şiirde ses konusuna bakış, garip ve ikinci yenide
nasılsa üç aşağı beş yukarı bugünün şiirinde de benzerlik gösterir; hatta daha
fazla sesten uzaklaşılmıştır diyebiliriz.
Şiirde ses, şiir yazılarında üzerine gidilmeyen, araştırılmayan,
onun bunun olumsuz söylemlerine inanılan bir bileşendir. Uyak; yapaylık gibi
görülür, gelenekçilikten kaçış kapısı olarak düşünülür ve çağdaş şiire evrilişin
kör bir konusu gibi algılanır. Divan şiirindeki ağdalı ses ağırlığından kaçışın
yarattığı bir olumsuzluktur bu. İncelemeden yargılamak, Türkçenin ses bilgisi
açısından değerlendirmeden yorumlamak ve çağdaş sanattaki gelişmelerin doğru
okunamayışı gibi daha pek çok neden sayabiliriz.
Şiir, sanat dallarının temel katman[1]larını
içinde barındıran bir dil sanatıdır; biçim, anlam, anlatım, ses, coşum,
çağrışım ve estetik katmanları gibi. Şiirin ayrıntılarına girdiğimizde
öykü ve roman gibi dil sanatlarından ayrılan pek çok yönü vardır. En az söz, en
uygun ses, en çarpıcı anlatım, aklı sendeletici anlam ve duyguyu ele geçirme
çabası... İşte bunların hep birlikte yarattığı görevdeşlik şiir denen sanat
eserini ortaya çıkarır. Şimdi kendimize şu soruyu sorabiliriz. Bu
saydığımız özelliklerden bir tanesi zayıf olsa ne olur? Tabii ki şiir olur;
ancak arzu edilen bütünlüğü yaratır mı? Daha ileri aşamasını düşünürsek, insana
ve insanın zaman içindeki algısına katma değer oluşturur mu? Yani bir sanat
eseri olarak estetik etkisini ve kalıcılığını sürdürebilir mi?
Dünya şiir tarihine baktığımızda, zaman içinde canlılığını
sürdüren şiirler kendi dillerindeki söyleniş biçimiyle güçlü sesi olan
şiirlerdir. Elbette sesi zayıf olan şiirler de vardır zaman doğrusunda yerini
almış; ancak bunlar ya anlam ya da anlatım gibi vurucu değerler ile bazı zayıf
noktalarını görünmez kılabilmişlerdir.
Çağdaş şiir bağlamında nasıl bir sonuç üretirsek üretelim, şiirin
vazgeçilemez üç temel ögesi vardır. Bunlar aynı zamandan sanatın üç temel
sütunudur; anlam, anlatım ve ses. Sesi ele alırken anlam ve
anlatımı bir kenara koyma gibi bir lüksümüzün olmadığını hemen söyleyebiliriz.
Şiirdeki ses, anlam ve anlatımla ayrıştırılamayacak kadar bütünleşik bir
konudur. Yani ne ses ne anlam ne anlatım birbirlerine göre öncelikli
konulardır. Bir anlamda ses anlatımı yücelttiği gibi anlamı da güçlendiren bir
konudur. Bunun tersi ise anlam ve anlatımın da sesi yönetmesi ve yönlendirmesi
önemli bir özelliktir. Yapıtın dili gereği bazı katmanlar başat olabilir. Nasıl
ki müzikte ses başat katmansa, şiirde de anlam başat katmandır. Örneğin
heykelde biçim başat katman olmasına rağmen anlam ve anlatımı varlığa taşıyan
bir olgudur. Kısaca söylemek gerekirse bu üç temel öge birbiri içerisinde bir
konudur; dil sanatları açısından birbirlerinden ayrı ve hiyerarşik konumda
düşünülemezler.
Şiirde “ses”ten kastım nedir? Anlam ve anlatımla bütünleşen
söyleyiş biçiminin ya da şiirin sessel yönünün anlam ve anlatımda yarattığı
görevdeşliğin toplam şiirsel sonucudur sesten kastım. Şiirde ses
dediğimiz zaman iç ses uyumu ve dış ses uyumundan söz etmiyorum sadece.
Bunların toplamının oluşturduğu şiirsel ezgi[2]den
söz ediyorum. Nasıl ki her insana özgü taklidi mümkün olmayan konuşma ezgisi
varsa, nasıl ki kendi tekniği ile oluşturulan müziksel ezgi varsa, şiire özgü
oluşturulabilen bir “şiirsel ezgi”nin de olması
kaçınılmazdır. “Şiirsel ezgi nedir, bileşenleri nedir, nasıl oluyor,
nasıl kurulmalıdır, duyguyu duyarlı hale getirme yeteneği nedir” gibi soruların
ayrıntısına bu yazının hacmi gereği girmeyeceğim. Saf sanattan İnsana, Şiir
Çözümleme Tekniği ve Şiir Eleştirisi isimli çalışmamda “ses katmanı”nı
ayrıntılı olarak inceledim, şiirsel ezgiyi ayrıntılarıyla açmaya çalıştım;
bakabilirsiniz.
Her estetik yaşantı ve estetik tavır duygusal bir temele dayanmak
zorundadır. Algı, duyu, duygu ve beklenti sarsılmalıdır ki estetik yaşantıya
girilebilsin. Duyguları hareketlendiren en önemli duyular, özellikle görme ve
işitme duyularıdır. İnsan oğlunun duyuları temelde on dört çeşit olarak
bilinir. Ancak görme ve işitme duyusu ki bunlara entelektüel duyular da
denmektedir; duyusal dünyanın ve duygu durumunun baş aktörleridir. Örneğin
işitme duyusu sadece fiziksel seslerin duyulmasında etken değildir; aynı
zamanda gerçek üstü ve metafizik dünya ile ilişkinin kurulmasında önemli bir
duyudur. Şiirsel Ezgi, bir şiirin anlam, mimik, jest ve duygusal davranışlarını
açığa çıkaran vazgeçilemez fiziksel özelliğidir. Bununla birlikte anlam,
anlatım, çağrışım ve coşum gibi katmanların şiirsel ezgi üzerinde önemli bir
etken olduğunu günlük yaşantımızda ayırt edebiliyor olmalıyız. Şiirsel ezginin;
duyuların algı gücünü artırmak, bir şiirin anlamını, duygu değerini en etkin
ortaya dökmek, söz söyleyiş biçimini, ses benzeşimlerini kullanmak gibi birçok
teknik ve beceri gerektiren yanı vardır. Öncelikle, okurun şiirsel ezgiyi
oluşturabilmesi, şairin şiirsel ezgiyi yönlendirecek ses uyum niteliğini
yerinde kurmasına bağlıdır. Yani şiirde sese ilişkin kurulan temel ne kadar
sağlamsa okur da o oranda ses uyumunu yetkin kullanabilecektir. Şiirsel ezginin
etkinliği, şairin şiirinde dilin ses olanaklarını kullanabilme becerisine
bağlıdır.
Şiirsel ezgi, şair tarafından şiire özgü oluşturulmuş ses, anlam
ve anlatım düzenine uygun biçimlenmiş ve okur tarafından parçalarüstü[3] birimler yardımıyla oluşturulan ses
düzenliliğidir. Ton, vurgu, ritim, süre, durak gibi parçalarüstü birimler, ünlü
ünsüz uyumu, sesli harflerin ince kalın, düz yuvarlak gibi pratik ses
özellikleri önemlidir. Bunun yanında patlayıcı, sızıcı, akıcı, tonlu, tonsuz,
titrek seslerin kaynaşması şiirde ses uyumu açısından dikkat edilmesi gereken
ölçütlerdir. Ne var ki Türk şiirinde ses katmanı hem önemsenmemiştir hem de
araştırılmamıştır. Buna karşın, garip şiiri de dâhil olmak üzere günümüze kadar
yazılmış şiirler arasında ses açısından çok güçlü şiirlerin olduğu gerçektir.
Türkçenin ses yapısı, ünlü zenginliği, özellikle ses benzeşim zenginliği ile
ardışık sözcüklerin kaynaşmasından doğan ses düşmeleri ile söyleyiş akıcılığı
gibi pek çok özellik şiirsel ezgiyi kolaylaştırmaktadır. İncelediğim kadarıyla
Türkçe, şiirsel ezginin etkin bir biçimde oluşturulması için diğer dillere
oranla oldukça uygun bir dildir.
Sözcük, söz öbeği veya dizelerin anlam değerleri yanında her
birinin kendine özgü duygu değerleri vardır. Okurun bunları algılaması,
anlamlandırması ve duygusal bir atmosfere girmesi ses ve anlam üzerinden olan
bir durumdur. Şiiri sessiz okurken şiirin sesini fiziksel olarak duymasak bile
sözcüklerin sesini duygusal olarak yaşamak zorundayızdır; çünkü sözcükler insan
belleğinde ses ve anlamla birlikte depolanmışlardır.
Şiir ile ilgili yazılardan, yorumlardan, konuşulanlardan ve güncel
şiirlerin sessel özelliklerinden anladığım kadarıyla, ses katmanının (şiirde
sesin) öncelikli olmadığı, olsa da olur olmasa da olur türünde bir yaklaşım
sergilendiğini söyleyebilirim. Şiirde ses ile ilgili yazı, yorum ve incelemenin
çok az sayıda olmasına, olsa da doyurucu araştırma ve incelemeler olmadığına
bakılırsa bu konuya hiç önem verilmediği sonucu doğar. Örneğin uyak,
geleneksel, yenilikçi olmayan, devrimci olmayan, kendi kendini tüketen, anlamı
ve anlatımı sınırlayan bir kavram olarak düşünülmektedir. Hatta şiir uyaklı
ise, bayağı bir şiir algısı yaratılmıştır. Bilimsel gözle bunlara baktığımız
zaman, bu söylentilerin hepsinin birer palavra olduğunu hemen görebiliyoruz.
Son yüz yılda yazılan yorum ve incelemelere bakınız, şiirde uyak ve ses
düzenine ilişkin öne sürülmüş doyurucu bir araştırma var mıdır?
Ritim ve vurgu gibi ses birimlerinden şiir yazılarında çoğunlukla
söz edilir. Şiirde “parçalarüstü” birimlerin bütünleşik varlığından ve “şiirsel
ezgi” ile ilişkisi açısından bir inceleme yazın dünyasında görmedim. Şairin
ton, vurgu, ritim, iç ve dış uyak olmak üzere ses katmanına yaklaşımı mutlak
doğru ve başka bir yöntem yok gibi bir algı oluşturulmaya çalışılmıştır. Sesin
şiir üzerinde oynadığı role, çağrışım, coşum ve anlam üzerindeki etkisine,
estetik katmanına sağladığı estetik değere ilişkin sorulara yanıt aranmamıştır
şiir literatüründe.
İşitme duyusunun bütün duyu biçimlerini etkisi altına aldığını,
duyarlılık yaratmakta başat konumda olduğunu bilmek ve buna göre hareket etmek
gerekir şiirde. Çünkü şiirin ezgisel bir olanağı vardır ve bu olanak
şiirin sanatsal etkinliğinin önemli bir bileşenidir. Ses, şiirin şiir olma
nedenlerinden sadece bir tanesidir. Zihni ve duyguyu estetik tavra yöneltmek
amacıyla şiirde ezginin gücünü kullanmak ise sanatsal bir beceridir. Şiirde
ezgi hem şair için hem de okur için önemli bir bileşendir ve şiirin varoluş
maksadını gerçekleştirmeye yönelik temel bir özelliktir. Biz biliyoruz ki öykü
diye bir tür vardır. Şiirin pek çok özelliğini öykü dediğimiz tür içinde
barındırır; az söz, ses ve ses uyumu hariç. Sesin duyguyu işleme gücünü ve
ezginin duyarlılığı oluşturma gücünü kullanmayacaksak neden şiir yazıyoruz ki?
Öykü yazalım; şiire göre daha kolay.
Son yıllarda okuduğum şiirlerin büyük bir kısmında, ses konusu o
kadar dışlanmış ki şiir mi okuyorum, öykü mü okuyorum, çok zaman ayırt etmekte
güçlük çekiyorum. Sesi dışlamak şiirde aynı zamanda öykü gibi anlatımcılığı da
beraberinde getiriyor. Algıyı sersemletmek dil oyunlarıyla yapılabilir. Anlamın
gücüyle de yapılabilir. Bunlarla estetik değer üretilebilir. Ancak duyguyu öyle
kolay ele geçirip okuru estetik yaşantıya sokamazsınız. İşitme duyusunun insan
üzerinde yarattığı iç dünyayı ve duygu durumunu başka hiçbir enstrüman ile
yapabilme olanağına sahip değiliz. Dikkat ederseniz dinler, siyasi, ticari ve
kurumsal yapılar, ezginin olanaklarını etkin bir şekilde kullanırlar. Şiirsel
Ezgi’nin imgesel bir yönü vardır ve ezgisel imgenin gücü diğer imgelere göre
daha can alıcıdır, daha sarsıcı ve sersemleticidir. İnsan yaşamının sesle olan
toplam ilişkisinin izlerine götürür şairi, okuru ve dinleyiciyi. Ayrıca şiirsel
ezgi; anlamı, anlamın gücünü, anlamın yön değişimini, anlatımı ve anlatımın
gücü ile çağrışım ve coşumun düzeyini doğrudan etkileyen bir özelliğe sahiptir.
Dilde ses, ses uyumu ve ezgi, anlam ve anlatımda büyüleyici ortamı oluşturan
ana kulvardır. Hatta bütünleşik sanatlarda ezgi vazgeçilemez bir ögedir,
örneğin sinema gibi… Niçin şiirin elinden sesi alıp öyküleştirmeye çalışıyoruz?
Neden şiiri dil oyunu haline dönüştürüyoruz ki? Sesin duygu üzerindeki, anlam
üzerindeki ve bunlarla birlikte çağrışım, coşum ve estetik değer üzerindeki
etkisini neden görmezden geliyoruz? Şiirde asıl amaç duyguyu arzu edilen kıvama
taşıyıp estetik tavır yaratmak değil midir? Ses gibi sanatta en güçlü duyarlılık
yaratma aracını şiirin elinden almayı haklı gösterecek bir tane gerekçe öne
sürülebilir misiniz?
Şiirde ses dediğimde bildiğimiz, zihinlerinizde klasikleşmiş
uyaktan söz etmediğimi bir kez daha belirtmek istiyorum. Ünlü, ünsüz, ince,
kalın, yuvarlak, tonlu, tonsuz, çınlamalı, patlayıcı, titreşimli ses uyumundan
dizeler arası seslerin geçişine ve anlamsal uyumdan şirin bütünlüğüne kadar toplam
bir ezgi altyapısından söz ediyorum. Kısaca söylemek gerekirse, anlam ve
anlatımın, ses ile bütünleştiği, şiirin duyguyla en güçlü etkileşime girdiği
bir ses düzenidir bu.
Ses konusunu ele almışken şunu da vurgulamak gerekir: Estetik
bilimi, yapıttaki estetik değer varlığı yanında insandaki estetik algı konusuna
da önem verir. Çünkü estetik beğeni, insanla şiirin karşılıklı etkileşimi
sonucunda doğar. Şair dostlar! Toplumumuzdaki şiir algısı, ses ve anlamın
bütünleşik varlığında konumlanır; eğer şiir hâlâ bizim bildiğimiz şiirse. Eğer
şiir, üzerine giydirilen torba kavramlarla günümüzde kılık değiştirmediyse… Ve
ıssız şiir algısı güncelliğini korumuyorsa…
20 Haziran 2018 Narlıdere
ŞİİR YAZILARI
Genç şiir severlerin dergi veya
internet aracılığıyla paylaştıkları yazı ve şiirlerini, yoğunlaşarak okumaya
çalışırım. Gençlerin dünya görüşüne, sanat anlayışına ve yaratıcılıklarına
güvenirim. Estetik değer taşıyanı ve doğru olanı görmekte yanılmayacaklarına
inanırım. Onların sanata ve yaşama bakışları; çağdaş, sevecen, umut aşılayıcı
ve daha olumludur. Çatışma kültürünü iliklerine kadar yaşamış ve bundan zarar
görmüş bizler, ister istemez dünya görüşü ve algı biçimiyle ayrılıyoruz.
Doğaldır; uygarlık yürüyüşünde bizlerden daha ileride olmaları gerekiyor.
Görüşü ve inancı için birbirini boğazlayan insan türünü, tarihe gömmek için
çaba harcıyorlar.
Genç bir
şairimizin yazısıydı okuduğum. Şiiri, genel anlamıyla tanımamaya çalışan bir
yazıydı. Özellikle inceledim. Bazı tümceleri tek tek çıkardım; genellemeden ve
şiire giydirilen torba tanımlamalardan kaynaklanan kuramsal ve kavramsal
yanlışlardı bunlar. Şiirin büyük abilerince sürekli yapılagelen; genelleme,
kavramsal ve kuramsal yanlışların bire bir aynısıydı.
Maksadım,
kişilerin neyi nasıl yazdıklarını sorgulamak değildir. Şiir ve yazın kültüründe
şeytanın gör dediği önemli iki sıkıntıyı dile getirmektir. Birincisi, dedikodu
kültürü, ikincisi ise yanlış bilgi aktarımıdır.
Şiirin
dedikodu kültürü, en gelişmiş yazın türüdür dersek abartmış olmayız.
Örneğin, “O, bunu şöyle demiş”, “Şu şiirin kıyısında kalmış”, “Bu geleneği
resetlemiş”, “Bu eleştirinin babasıymış”, “Şu, şair omurgalıymış”, “Onun, şair
duruşu yokmuş”, “Şurada şöyle dedim”, “Burada böyle karşı durdum”, “Açıkça
söylemesem de bir tek ben bilirim” türünden yazılar…
Diğer
yandan dergi ve kitaplardaki şiir yazılarına baktığımızda, şiir bilgisine hiç
katkısı olmayacak önemsiz şeylerin yazıldığını; genelleme, yineleme ve
özellikle öykünme koktuğunu görebilirsiniz. Sayfalar, bu tür dedikodu türü
yazılarla dolu. Örneğin; “Şiir, kendinden başka bir şey olmadan başka hiçbir
şey olamaz”, “Şiir sözcüklerin arasındaki boşluklardadır”, “Şair, dili
kullanmayı reddetmeden şiir yazamaz” türünde söylemler. Sizce, şiiri bilen ya
da bilmeyen için ne anlama gelir bu tür maksadını aşan tümceler? Şiir severe ne
kazandırır? Dedikodu bilgilerle sanatseverlerimizin aklıyla dalga
geçilmemelidir. Şiir kültürünün olmazsa olmazıdır şiir yazıları. Açıklanabilir, desteklenebilir bilgiye
dayansın ki birşeyler kazandırsın okura.
Niçin
şiire yeni başlamış bir şairimizin yazısından yola çıktım? Sözünü ettiğim
hatırı sayılır kalemlerin yaptığı yanlışların aynısını bu genç şairimiz de
yapmış. Geçmişte olduğu gibi bugün de bilgi ve kültür aktarımı, ağır aksak
işliyor demek ki.
Onlarca
kitap yazmış, yazın platformlarında düşünce yazıları olan ve okurlarınca
bilgisine güvenilen şair/yazarlarımızın, sanata ilişkin düşünce yazılarında
kuramsal yanlış yapma özgürlükleri yoktur. Hele bu bilgi çağında, “Bu kadar
cehalet de olmaz” dedirtecek genelleme tümce kurmamalılardır.
Yazıyorsanız;
yazdıklarınızda doğruluğu kabul edilebilir şeyler söylemelisiniz. Özellikle,
bilimsel ve kuramsal yanlışa düşmemelisiniz. Şiir dünyasında bazı konular
görecelidir. Bazı bilgiler, belirsiz ve değişkenliği yüksektir. Bunlar, kişinin
dünyayı okuma biçimine göre şekil alabilir. Yaşamın her alanında olduğu gibi
şiirde de ikili kültür algısı, önemli bir sorunumuzdur. Ne var ki bilimsel ve
kuramsal konuların, doğruluk ve kabul sınırları belirsiz değildir ve bu
sınırları taşamazsınız. Hemen ele verirler sizi… Sanat felsefesine, sanat
psikolojisine, sanat sosyolojisine egemen değilseniz, özellikle estetik
biliminin kavramlarında yeterli değilseniz, sanat ve şiirle ilgili düşünce
yazısı yazmamak daha yararlıdır. En azından gelecek kuşaklara yanlış bilgi
aktarmamış olursunuz. Bu tutumunuz hem kendinize hem de okura saygı gereğidir.
Örneğin, azıcık estetik bilimini incelemişseniz; “Mücadele estetiği”, “Estetik
kategori” veya “Estetik soyutlama” gibi tamlamaları kullanamazsınız.
Şiiri
övmek için, kavramlar ve terimler anlamsız olarak birbiri üstüne yığılmaktadır.
Gereksizdir; şiir temel sanattır. Şiirin övgüye gereksinimi yoktur. Şiir
yazılarında sık karşılaştığım için örnek veriyorum: Kuram, estetik, imgelem,
tarihsel bilgi, metinler arası ilişki gibi pek çok sözcük ve kavram; sanki yeni
bir anlam alanı oluşmuş da biz bilmiyoruz türünde kullanılıyor.
Sonuç
olarak, özellikle şiir felsefesi konusunda, öylesine kavramsal ve kuramsal
yanlışlar yapılıyor, öylesine bariz ki bu yanlışlar… Bunlar, genellikle öğreti
ve inanç penceresinde yoğunlaşıyor. Her ne kadar alışkanlıklarınızı kıramamış
olsanız da bilgiye bir tıkla ulaşabiliyorsunuz. Demek ki insan kaç fakülte
bitirirse bitirsin, kaç yıl bu işin içinde olursa olsun; bazı şeyleri kavraması
ve görmesi için, özgür bir bilince sahip olması gerekiyor. Öykünmeyi yıkmış
olması gerekiyor. Bir amaç için benimsetilmiş kalıpları kırabilmiş olması
gerekiyor.
Şeytan
diyor ki: Şiir, edebiyat tarihi bilgisi ve dil bilgisiyle üstesinden
gelinebilecek bir sanat değildir. Dil bilgisi ve edebiyat tarihi bilgisiyle
dedikodu dışında şiir yazısı yazmak da olası değil.
Ekim 2020, Narlıdere/İzmir
KLASİK-MODERN-POSTMODERN-ÇAĞDAŞ-EVRİMSEL
SANAT DÖNEMLERİ
GENEL
Sanat dönemleri,
birbirinden kesin çizgilerle ayrılmayan ve ayrı ayrı düşünülemeyen bir
süreçtir. Klasik, modern, postmodern ve çağdaş sanat dönemleri, aynı düzlem
üzerindedir ve birbiri içindedir; aynı zamanda sırasıyla birbirinin devamı ve
birikimidir. Bunları anlamak ve hak ettiği biçimde değerlendirmek istiyorsak
her birinin ayrıntısını ve birbirlerine olan etkilerini; tarihsel bilgi,
metinler arası ilişki, sanat bilimi ve bilimler arası eşgüdüm altında
incelemeliyiz. Sanatın öyküsü, sanıldığı gibi basit bir öykü değildir; yaşam,
nesne, evren, kültür, zaman, düşünce, bilim, akıl ve teknoloji gibi her biri
kendi başına ayrı görüngü olan kocaman bir dünyanın bileşkesidir; birbirleriyle
korelatif ve çoğunlukla doğrudan ilişkilidir. Belirgin boyutlarının yanında
belirgin olmayan boyutu, fazla değişkeni ve karmaşık bileşenleri olan bir
etkinlik alanıdır.
Sanatın hangi
dalına neresinden ve hangi zamandan bakarsak bakalım, imgelem-imge-imgelem
formülüne göre çalışan bir sistem buluruz karşımızda. Amaç, kapsam, biçim ve
biçem olarak zamanla değişiklik gösterse de özde, belirli bir yolu ve hedefi
esas alır. İmgelem-imge-imgelem süreci; şiir, resim, müzik… gibi tüm sanat
eserlerinin doğuma hazırlık safhasından doğumuna, imge ve iletilerini kurmaktan
okurda yeniden bir imgelem dünyası yaratmasına kadar izlenen yol olarak
düşünmeliyiz. Daha anlaşılır biçimde söylersek, sanatçının imgelem gücü ve
zenginliği, yapıttaki imge ve iletiler bütününü kurar; imge ve iletiler bütünü
de okurla karşı karşıya geldiğinde okur imgelem dünyasını oluşturur. Yapıtın
yaratımından izleyicide oluşturduğu estetik tavra kadar olan süreci anlatır.
Yapıt, izleyicide imgelem yaratma yetisine sahip olduğu sürece, varoluşunu ve
estetik değerini korur.
Bir sanat dönemi,
bazı metinlerde geçmiş sanat dönemini reddediyor gibi okunsa da genetik olarak
geçmiş dönemin kodlarını üzerinde taşır.
Barthes, bunu “metinlerarasılık” diye tanımlıyor[28].
Sanatın hangi alanı olursa olsun, geçmişten üzerine bir takım renk ve parçalar
giyinmiş olarak varlık bulur. Bunun anlamı; en ileri sanat ile en ilkel sanat
arasında mutlak bir bağıntı var demektir. Bu nedenle hiçbir sanat dönemi,
diğerlerinden bağımsız değerlendirilemez. Geçmişteki sanatın; devrine göre
imgelem yaratma yeteneği şu anki en ileri sanatın imgelem yeteneğinden daha az
olduğunu söyleyemeyiz. Tamamıyla insanın; bilgi, kültür, algı, düşün ve onu
yorum yeteneğiyle doğrudan ilişkilidir; yineliyorum, korelatif değil, doğrudan…
Başka bir deyişle ne kadar bilimsel, ne kadar düşsel ve ne kadar evrensel düş
kurabiliyorsanız sanatınız, o kadar çağın içinde ya da önündedir. Zamanın
kültür birikimiyle ve düşünce gücünüzle doğru orantılıdır. İşte biraz da sanat
dönemlerine bu açıdan bakmak gerekir. Çünkü kültür varlıkları bilimlerin
öncülüğünde üretilir ve bilimler de düşünce gücünün sonucudur; sanat da düşünce
ve bilimin tasarımıdır. Döneme ait biçim ve biçem; nasıl isimlendirilirse
isimlendirilsin, insanın birikimi, yaşamı okuma biçimi ve kültür varlıklarıyla
olan düşünsel ilişkisine bağlıdır. Kandinsky, “Her sanat yapıtı, devrinin
çocuğudur ve her devir, kendine özgü olan ve bir daha tekrarlanamayacak olan
sanat yaratır.[29]”
der.
Konumuz, sanatın
zaman doğrusu üzerinde aldığı değişimi/dönüşüm ve sanatsal bağlamda postmodern
kavramını açmaktır. Buna bağlı olarak gelecek dönemlerin açılımını
yapabilmektir. Bu yüzden klasik sanat döneminden başlayıp bir bütün olarak
sanatın gelişim sürecine göz atmak, anlaşılması bakımından daha sağlıklı olur
kanısındayım. Sanatta postmodern kavramı çok farklı biçimlerde tanımlanmış
olması nedeniyle metinde, ağırlığı bu döneme vereceğim. Postmodern sanat
anlaşıldığında, çağdaş sanat ve evrimsel sanat kavramları daha kolay
düşüncemizde nesnelleşebilecektir. Modern, postmodern, çağdaş ve evrimsel sanat
yaklaşımı, birbirini bütünler bir süreç izlediği görülecektir. Postmodern
sözcüğü, çağın kültürü, insanının tutumu ve düşünce sisteminin karşılığıdır
bana göre. Bu da yirminci yüz yılın ikinci yarısına denk gelir.
Sanat biçim ve
biçemini belirleyen en önemli etken; çağın kültürü, bilgi birikimi, skolastik,
teokratik veya modern düşüncesidir. İnsanlık tarihi de kültür ve düşünce
tarihiyle anlaşılır hale getirilebilir. Gerçeğe inanç yoluyla varacağını sanan
insan ile gerçeğe bilgi yoluyla varacağına inanan insan, haliyle biçem olarak
farklı sanat üretecektir. Sanat tarihine baktığımızda bu durum, kuşkuya yer
bırakmayacak kadar açık görülmektedir.
Öyleyse Klasik Sanat, Modern Sanat, Postmodern Sanat, Çağdaş Sanat ve
Evrimsel Sanat dönemlerinden sırasıyla söz edelim. Aralarındaki süreklilik,
ilişki ve korelasyona göz atalım.
KLASİK SANAT
Klasik sanat,
imgeleriyle dış dünyaya benzemeye ve yaşam koşullarına uyum amacı taşıyan bir
sanat biçimidir; mimetiktir; gerçeği birebir yansıtmadır. Nesnenin ve imgenin
ötesine açılmak gibi bir ufku yoktur. Din ve öğretilerin direktifine göre yön
alan; bunları kanıtlama, güçlendirme çabası taşıyan; konusu genellikle yaşamın
üst tabakasından alınan bir sanattır. Bugünkü bilgi ve görgümüzle klasik sanat
anlayışı, basit bir durum gibi gelebilir. Ne var ki bu durum, bugünün sanatına
temel oluşturan bir dönem ve çabaların tümüdür. Hakkını vermeliyiz. Uzun yıllar
almıştır yolculuğu. Yılların birikimidir ve bütün değerlerini en ileri sanat
dönemi içinde var kılmıştır. Bu yüzden klasik sanat, temeldir. Temel ilkeler
taşır ve mutlaka her sanatçının yolu düşmelidir. Belki de klasik diye
isimlendirmesinin altında yatan gerekçe budur. Sanat dediğimiz görüngünün temel
taşıdır; diğer dönem ve akımlar buradan ışık alırlar… Yeni klasizm, romantizm
gibi içindeki akımlar modern sanata evrilmeyi hızlandıran yaklaşımlardır.
MODERN SANAT
Modern sanata karşı uygun tavır alamayan,
reddeden, anlamsız gören, kendince bir yere koyamayan; aydın ve sanatçılar
olmuştur; hâlâ da vardır. Skolastik, teokratik veya ideolojik düşünce
kalıplarını kıramayan büyük bir çoğunluktan; perspektif anlayışı ve kuralların
biçim değiştirmesini; gerçeküstü ve soyut sanat dünyasını; lojik olmayan
nesnelerin sanatta yer bulmasını; metafizik tavrını, estetik değer yargısının
bilim, sanat, bilgi ve kültüre koşut değişimini; kısa bir zamanda anlamasını
bekleyemeyiz. Klasik sanat dönemi, binlerce yıl sürmüş bir dönemdir. Modern
sanat döneminin bir çağa sığması büyük bir gelişme ve hız olarak görülmelidir.
Kendisinden tatmin olmayan modern sanat anlayışı, bir asır sonra postmodern
kavramını öne sürmüştür; daha doğrusu evrilmiştir. Normal bir gelişmedir.
Sanat, düşünce ve düş gücünün ürünüdür. Bunca bilimsel ve teknolojik
gelişmeden, insanda yarattığı travma veya yarardan sonra, varlığın ve nesnenin
insandaki anlamı ve ona vereceği görünüm, değişime uğrayacaktır. Bu da
yetmeyecek, başka biçim ve biçeme yönelecektir. Sanatta keşifler dönemi, henüz
yolun başında dersek yanılmış olmayız; insanın bilinciyle daha doğrusu toplam
aklıyla koşut bir durumdur.
Modern sanat
döneminin ayrıntısına girmeyeceğim. Ancak, modern sanatın bileşenlerinden en
önemlisi; tanrısal dünya görüşünün daha teknik ve bilimsel bir dünya algısına
dönüşmesidir. Bununla birlikte gündelik yaşamın, sanatın ilgi alanına
girmesidir. Bu bakıştan yola çıkarak; dışavurumculuk, izlenimcilik, kübizm ve
sürrealizm… gibi akımlar, sanata çok ama çok geniş uzam kazandırmışlardır. Bu
akımlar, bugün bile her tür sanat dalında yer bulmuş ve onlara önemli alan
kazandırmayı sürdürmektedir. Bunları, modern sanatı var eden akımlar olarak
veya postmodern döneme bir hazırlık olarak ele almak yetmez; aynı zamanda
çağdaş ve evrimsel sanat[30]
dönemlerinde de etkisini sürdürecek ve değerlerini yaşar kılacaklardır. Her ne
kadar biz sanat dönem ve akımlarını, tanımlamak için birbirinden ayrıymış gibi
düşünüyor olsak da onlar, bir bütündür ve bütüncül bir etkileşimle bulunduğumuz
çağın sanatını ortaya koyarlar.
Modern sanat
dönemi; keşiflerin, icatların, sanayinin, aydınlanmanın, bilimin ve bilginin
hızlı yükselişe geçtiği teknolojik bir zaman tünelidir. Her şey kısa bir
zamanda değişti ve bu değişim; savaşlardan sanata, insandan yaşam biçimine
kadar büyük bir devinimi ortaya çıkardı. Bu değişimin ortaya koyduğu sanat da
haliyle bu duruma uyum sağlamak zorundaydı ve öyle oldu… En temel kural,
değişimin değişmezliğidir. Bilgi, bilgiyi üreterek daha yaşanabilir bir dünyaya
yönelir ve sürekliliği sağlamaya çalışır. Modern sanat da bu kervanda yerini
almış ve kendini postmodern bir isimlendirmeyle sıra dışı gereç, dijital
teknoloji ve yapay zekâya uyum için hazırlığa başlamıştır.
POSTMODERN SANAT
Postmodern
kavramı; pek çok şeyi parçaladığı, yıktığı, reddettiği, bazı öğreti ve düşünce
kalıplarına karşı durduğu, bilim ve aklı reddettiği gibi konular üzerinden
yoğun eleştiriye gebe kalmıştır. İlk bakışta enine boyuna sorgulanması gereken
bir olumsuzluk gibi geliyor. Karşı durmak ve onu olumsuzlukla suçlamanın atında
yatan gerçek başka bir şey olabilir mi? Geçmişe bağlılığın, öğretilerin
statikliğine sığınmanın, inançların kesin doğrularına bürünmenin, bilimin
hızına ayak uyduramamanın, sanatsal ve kültürel kabullerin sabitliğine dayanan
kolaycılığın; olağan bir görünümü olabilir mi? Bu kavram, var olan cari kültür,
düşünce biçimi ve dünya görüşünü tanımlayan bir sanat dünyasının isimlendirmesi
değil mi? İçinde yaşadığımız kültüre, düşünce sistemine, toplumsal dünya
görüşüne hayır deme şansımız var mıdır? Postmodern sanat diye adlandırıyorsak
bunun bir gerçekliği kesinlikle var demektir. Nesini anlamıyoruz, nesini
olumsuz görüyoruz ve nesine karşı duruyoruz ki postmodern kavramının?
Kim hangi biçimde
ele alırsa alsın, sanatın en önemli özelliği; özgürlük ortamında, özgün ve
imgelem gücü oranında yaratılmasıdır. Bu ortamı önümüze koymaya çalışan; daha
güçlü ve zengin bir imgelem yetisine uzanan; sanatta sınırsızlığa, sonsuzluğa,
kuralsızlığa daha yakın duran; adına da postmodernizm denen olgu; kaos çağının
hayranlık verici düşünsel bir cüretkarlığıdır. Anlamsız sınır ve kalıplardan,
düşünceyi kırılmazlığından kurtarmaya çalışmak; postmodern hareketin
yörüngesidir ve olumsuzluk olarak görülmemelidir. Postmodernizm gibi açık uçlu
ve değişkenleri çok karmaşık kavramları, görmek istediğiniz biçim ve anlamda
yorumlayabilirsiniz. Ancak şunu unutmamak gerekir: Postmodern sanat; bilim ve
sanattaki kalıplaşmışlığı kırmaya, gerçekte olmayan ilişkilerden üretilmiş iki
kutuplu dünyanın tehdidini bertaraf etmeye, aklın sınırlarını zorlamaya ve
insanı daha özgür bir sanat ortamı aramaya yönelten bir çabanın öyküsüdür.
Bilim ve bilgiden köklü bir kopuşu değil; günün bireyinin kabul edebileceği
ussal işlevi ve yaşam gerçeğini bulmak için farklı seçeneklerin de ele alınması
gereğini öne sürme girişimidir. Bunun yanında, pozitivizmim tıkandığı noktadan
hareketle; insanlığı, doğayı ve yaşamın niteliğini yok eden çözümsüzlüğe karşı
çıkış yolu arayan bir düşün biçimidir. Gencay Şaylan, Postmodernizm[31]
kitabında Suzan Sontag’dan bir alıntıda; “Postmodern kavramı, kültür ve
sanat alanında yeni bir duyarlılığı anlatmak için kullanılmıştır” der.
Rasyonalizm artık rasyonel değildir. Türkçeye çevirelim; gerçekçilik artık
gerçek değildir! Aklımızın kurabildiği kurguya göre biçim alan bir gerçekliğe
doğru evriliyoruz.
Gerçeği, bilgi ve
onun gücünde bulacağını gören kuşaklar, yıllar önce ortaya atılmış inanç
sistemlerini, öğreti kalıplarını; sanat anlayış ve kavrayışını; isteseniz de
istemeseniz de sorgulayacaktır. Günümüzün zeki bireyleri, epistemolojik olarak
üstünlük sağlamış düşünce, inanç ve öğreti kalıplarını, çağın bilgisiyle
sorguladığında pek çoğunun anlamsızlığını görecek kadar zihinsel evrim geçirmiş
durumdalardır. Bu; gelişim, dönüşüm ve değişimin normal bir sonucudur. Onları,
kalıplara sığdırmanız ve kurallar bütününe hapsetmeniz olası değildir.
Postmodern anlayış, yirminci yüz yıl ikinci yarısının ürettiği kültür, bilim,
sanat ve düşünce dünyasının birebir görünümüdür. Kurallı aklın önündeki
engelleri silip süpürüp, sanatsal bağlamda insana özgürlüğünü vermekten başka
çabası yoktur aslında…
Çok yerde yazılıp
çizildiği için şu konuya değineceğim: Genç kuşaklar, postmodern sanata uyumu
nedeniyle sürekli suçlanmış ve bu suçlama bugün de sürmektedir. İçinde
yaşadığımız kültürü ve o kültürü var eden çocukları, anlamsız görmek ya da
suçlu bulmak, kuşakların kötülüğünden, yanlışlığından değil; o kuşağı
anlayamama sıkıntısından kaynaklanıyor. Tıpkı bugün olduğu gibi her olumsuzluğu
yaratan, inanç adına yaşamları yok eden, davam diye sözde savunduğu öğreti için
diğerine kurşun sıkan, kötülüğe kucak açan, insanlığı açlığa sürükleyen,
savaşlara, teröre ve şiddete başvuranlar; günümüzün karar vericileri yani
büyükleri değil midir? Öyleyse genç
kuşakları; aklını kullanıyor, birey olduğunu göstermek için diretiyor,
istediğine inanıp istediğini reddetme özgürlüğünü arıyor, savaşlara hayır
diyor, ekolojiye sahip çıkıyor, inanca ve düşünceye saygı duyuyor, yaşama
hakkına dayatılan sınırları reddediyor ve özgürlüğüne sahip çıkıyor, sanatta
yeni biçim ve biçem deniyor diye, olumsuz ve suçlu mu görmeliyiz? “Gerçek, kurgudan ibarettir” diyen bir
hiperrealite duruyor karşımızda. Arkamızdan gelen kuşak, bu hipergerçekliği
yakalayabilen bir beyne sahiptir. Haliyle sanatsal etkinlikleri farklı
olacaktır. Sanatla, yaşamla ve bilimle olan ilişkilerine dönüp bakmayacak
mıyız? Dönüp arkanıza bir bakın sağduyuyla. Çoğu mutlak doğrularımız, yalan
olmanın ötesini aşmış ve gülünçlük düzeyine yükselmiştir.
İşte Postmodern
kavramı, olumsuzluklara zekice karşı duran, aklın sınırlarını zorlayarak çıkış
yolu arayan ve insanın özgürleşmesinin önündeki engelleri kaldırmaya çalışan
bir anlayışın ortak söylemidir. Öküzün altında buzağı aramanın bir gereği
yoktur; biyolojinin evrimsel olduğu kadar kültür ve sanat da evrimseldir.
İnsanlık; belirsizlik, görecelilik, rastlantısallık veya öznelerarasılık gibi
kuramların anlaşılabilir duruma evrildiği bir zamanda daha farklı bir açıdan
düşünmek zorundadır. Bu yüzden sanat, çağı yakalamaktan öte çağın önünde
olmazsa anlamsızlığa itilir, estetik değer üretemez ve asıl amacına hizmet
edemez. Aydınlanma tasarısının bir sonucu olmakla birlikte bu tasarıya omuz
veren önemli bir bileşendir. Ne bilimin içine sığdırabilirsiniz ne de bilimin
dışında düşünebilirsiniz; ne doğrusal mantığa sığdırabilirsiniz ne de
mantıksızlıktan arındırabilirsiniz. Artık aklın ve düşün tasarımlayabildiği
alan, sanatın döl yatağıdır.
Modern sanat
anlayışına göre biraz daha kuraldan arındırılmış, sert kalıplardan sıyırılmış,
sanatın olması gereken sınırsızlığa ve sonsuzluğa yönelmiş olması, gerek sanat
bağlamında gerek toplumsal olgu ve olaylar bağlamında toplumsal kültüre nasıl
bir zararı olabilir? İleride ele
alacağım ancak yeri gelmişken belirteyim; çağdaş sanat bunların pek çoğunu
silip atan bir yaklaşım içindedir. Ona ne diyeceğiz? Bana kalırsa
postmodernizm; aklın, daha kapsamlı bir düşün evrenine evrilmesi için ele avuca
sığmaz gibi görülen; gerçekte aklın ve bilimin kendi yarattığı
gerçeklikten yola çıkan; olağan bir süreçtir. Çağdaş sanat anlayışının
satır aralarını ayrıntılı okuduğumuzda, bizi bu yoruma götürmektedir. Akıl
evrildikçe yeni yeni gerçeklikleri keşfetmektedir.
Örneğin,
postmodernizmi kucağımıza bırakan dizgeye şöyle bir göz atalım: İletişim ve
bilgi işleme teknolojilerinin hızla güçlenmesi; sanatın görüntüden ışığa,
dilden harekete kadar yeni boyutlar kazanması; küreselleşme ve onun getirdiği
ekonomik ve politik sistem; öğreti ve din gibi düşünce kalıplarının tutuculuğu
ile bağlayıcılığının kırılması; kültür varlıklarının çeşitliliği, mal hizmet ve
diğer objelerin üretimi yüksek ve ulaşımının kolay olması; soyut anlatımın
baskın hale gelmesi, metafizik perspektife yönelmesi, tüketim kültürünün
yükselişi ve metaaya dayalı sosyal yapının güçlenmesi; aklın ve bilimin daha
evrimsel bir tutum takınması; toplumların düş ve düşün dünyasını kısıtlayan
ancak gerçekte “olmayan ilişkilerin” artık sorgulanabilir olup yok sayılıyor
olması gibi; daha pek çok etken gösterebiliriz. Özet olarak söylersek bunların
hepsi, akıl ve bilimin ortaya attığı yeni bir gerçekliktir; ileri gerçekliktir.
İleri gerçekliğe karşı alınacak önlem, asıl bizim mücadele edeceğimiz alandır.
Aslında postmodern girişim, yaşadığımız çağı daha iyiye götürme ve ona estetik
değer giydirme çabasından başka bir şey değildir. Önümüze dikilmiş bir
görüngünün suçlanması değil; ona, sanatsal ve düşünsel anlamda çözüm
üretilmesidir doğru olan. Peki, var mı çözüme yönelik bir girişim?
Çağdaş insan;
öğreti ve inançların kurguladığı sistemi, toplumlara iyi bir yaşam yerine
yaşama hakkı bile tanımayan uygulamaları, özgürlüğüne izin vermeyen sistemleri,
kalıplaşmış sanat anlayışını; ayrıntılı bir şekilde sorgulamak zorundadır.
Gerçekliklerin daha farklı gerçeklikleri doğurması ve bunların farklı
ilişkilere evrilmesi için, düşün ve tasarı gücünü kullanıp çıkış yolu
arayacaktır. Sanat alanında da bu arayış sürecek; aklın, bilimin ve kültürün
gücü kadar farklı ve farkındalıklı sanat üretme yoluna gidecektir. Onu, akla
uygun olmayanın içine koyamazsınız, isteklerini bastıramazsınız ve istencini
sınırlayamazsınız. Örneğin, Türk şiirinin bugün bile tutucu tavra maruz
bırakıldığını, devrimci görünmesine karşın baskı ve şiddet üreten dilini veya
tam tersi tebliğ mantığı taşıyan irşat dilini, elbette sorgulayıp zamanla
sanatın gereğine uygun olarak düzenleyecektir. Aslı olmayan ilişkilerden payını
almış bu bileşenler, zekânın sorgulama alanına girecek, hastalığı ve işe
yaramazlığı er geç görülecektir. İşte postmodern anlayışın yelpazesi sanat
yoluyla bunları süpürüp atmaya yönelir. Her ne kadar direnirseniz direnin,
donanımınız bu süreci engellemeye yetmez. Toplam akıl ve toplam algıyı kullanan
bir süreçtir.
Tutuculuk, şiddet
ve bağnazlıktan kurtulamayanların; postmodernizmin mantığını okuyabilmeleri
olası değildir. Postmodernizmi kavrayamamak ve doğurduğu sanatı anlamamak;
zamandan, uzamdan, bilimsel ve sanatsal gelişmelerden uzak kalmış olmak
demektir. Nasıl bakarsanız bakın bu, yeni bir gerçekliktir; kavranması zor bir
gerçekliktir. Daha açık söyleyelim; gerçek ötesi de denilen yeni bir
gerçekliktir. Sınırı, kapsamı ve uzamı; aklı zorlayacak kadar geniştir. İnanç
ya da öğreti kalıplarının belirlediği düşünsel alan; artık çok dardır ve insan
içine sığamıyor. Lojik sistemlerle lojik olmayan sistemler birleşerek, yeni bir
gerçekliğe evriliyor ve kaotik bir yapıyı önümüze koyuyorlar. Asıl soru şudur:
Post-truth diye ifade edilen “yeni gerçeklik” karşısında; sanatın, daha özelde
söylersek şiirin, resmin, öykünün; nasıl bir biçim ve biçeme ulaşacağıdır.
Ülkemizde elliye yakın güzel sanatlar fakültesi olan bir üniversite
sisteminden, elle tutulur kuram, düşünce, evrensel anlamda sanatsal bir yenilik
ortaya çıkmıyorsa nasıl düşünmeliyiz? Bunun gibi sorgulanması gereken bir yığın
sorun vardır. Yadsımanın, suçlamanın, o öyleydi bu böyleydi diye hor görmenin
hiçbir anlamı yoktur. Gözümüzün önünde yeni bir gerçeklik, kılıcını çekmiş
üstümüze yürüyor. Ya siz ne yapıyorsunuz?
Postmodern sanat,
kendini tartışılır kılıp yerini, çağdaş veya güncel sanat dediğimiz yeni bir
görüngüye bıraktı. Postmodern sanatı anlamadıysak çağdaş sanata nasıl bir tepki
üretmeliyiz? Anladıysak nasıl bir sanata doğru yönelmeliyiz? Kritik soru budur.
Biraz eleştirel konuşalım bu aşamada. Okuma oranı düşük bir toplumuz; şiiri ve
sanatı genellemelerle tanımlamaya çalışan bir geleneğimiz ve bilgi
noksanlığımız var. Bilim, bilgi, kuram, estetik dediğimizde herkesin kaçıştığı
bir sanatçı kalabalığında varlık bulmaya çalışıyoruz. Gelenek ve tanınırlık
odaklı etkinlikler silsilesi süregidiyor. Ne yazık ki sanatçılar; genellemeler,
yinelemeler ve geçmişe öykünmelerle kendine yer bulmaya çalışıyor; en azından
şiir sanatı için durumun böyle olduğunu net olarak söyleyebilirim. Usta çırak
yöntemi öğrenmeye çalıştığımız bir şiir dünyasında, postmodern sanat ya da
çağdaş sanat kavramlarını kullandığımızda kuantum fiziğinden söz ediyoruz gibi
bakılmaktadır. Lisans eğitiminden en ileri aşamasına kadar akademik eğitimi
olan sanat alanları vardır; resim gibi, edebiyat gibi… Bu alanlardaki
akademisyenler, postmodern sanat anlayışında şiirin takınacağı tavra ya da
çağdaş sanat dünyasında öykünün takınacağı tavra, ilkeler bazında nasıl bir
katkı sağlamışlardır? Bugüne kadar okuduğum inceleme, makale, tez ya da
bildiriden; ciddi anlamda yararlandım, sanat algıma çok katkısı oldu, beni
çağdaş sanata uyumun konusunda ikna etti dediğim doyurucu bir çalışma
görmedim. Baudrillard, Faucault, Lyotard
gibi düşünürler bir şeyler söylemiş, bizim akademik kadrolar ve öykünmeci
edebiyatçılar; söylenenleri doğrulama görevi üstlenmişler; yığma ve tercüme
bilgiyi genelleyerek koca bir sanat alanını tanımlamış görünüyorlar. Acı ve
gerçek; yineleme, doğrulama ve genelleme.
Postmodern
anlayış; kanonun kırılmasını, bağlamın koparılabilmesini, kural ve ilkelerin
kabulden ibaret olduğunu ve bunların dışında daha özgür sanat yapılabileceğini
anımsatan bir girişimdir. Sosyo-politik, sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel
sistemin mengenesinden insanı kurtarmaya yönelen bir çabadır.
Öğretilmişliklere, dayatılmışlıklara kafa tutma girişimidir. Tanımsız, bilime
bile karşı, benim davama hizmet etmiyor gibi Orta Çağ söylemleriyle;
küçümsenecek ve göz ardı edilecek bir gerçek karşısında olmadığımızı
görmeliyiz. Kalıcı, tutarlı ve çağın sanatını üretmek istiyorsak donanımlı
olmak ve her açıdan bakmak zorundayız. Yetmez; gelecekte sanatın alacağı biçim
ve biçemi okumanın yollarını aramalıyız.
Çağdaş sanatın
endüstriyel ve ticari yönünü ölçüt olarak değil; eleştirel bir konu olarak ele
alacağım. Bunları, ölçüt olarak ele aldığımızda sağlıklı değerlendirme
yapamayız. İkincisi, çağdaş sanat hakkında hangi düşünürün ne dediği veya kimin
nasıl baktığını, bilgi bazında dikkate alacağım. Bağımsız ve sağduyuyla
yorumlayabilmek için, geçmişte üretilen bilgi, deneyim, metinler arası ilişki
ve bilginin tarihselliğine yaslansak da sanat bilimi ve diğer bilimlerin
eşgüdümüyle konuyu farklı bir açıdan ve yeni bir gözle yeniden
değerlendirmeliyiz. Ego, endüstri ve ticarete dönüşmüş bir sanat olgusu; algı
ve kültür yapılandırmalarıyla birlikte bütün kozlarını kullanarak
karşımızdadır. Açıkçası çağdaş sanat kavramı, meta değeri aşırı şişirilmiş
ancak sanat değeri olmayan objeleri izleyiciye yüksek sanat diye yutturma
zanaatı haline dönüşmüş bir kabuller dünyasıdır. Bu yüzden, konuya sanat
bilimi gözünden bakmalıyız, olabildiğince nesnel ve bilimsel davranmalıyız.
Bilginin, şaşırtıcılığın, sınırsızlığın, yaratıcılığın; üst teknolojiyle sıkı
ilişkisidir çağdaş sanat. Bu yüzden, sanatla sanat olmayanı birbirinden ayırmak
zorlaşıyor. Sanatın geleceği için, sanatla sanat olmayanı zor olsa bile
birbirinden ayırmanın gerektiğini düşünenlerdenim. En azından estetik değere
sahip, insan emeği, özgün ve biriciklik ilkelerine sahip sanatı öne
çıkarmalıyız. Yapay zekâ ve üst teknoloji aygıtları, bizim sanat dediğimiz her
şeyi üretebilme yeteneğine sahiptir ve daha iyisini yapabilecek donanıma
ulaşacaklar. Gelecekte ne olacak peki? Gelecek,
bunların seri üretimiyle endüstriyel bir sektöre dönüşeceğini gösteriyor.
Sanat, içinde bulunduğu çağın; algı, anlama, düşünme, açıklama edimlerine göre biçim ve biçem kazanır. Günümüze kadar gelen süreçte, kendine özgü ölçüt, ilke, disiplin, bilgi ve kuramsal dayanakları olagelmiştir. Bundan sonra da olacaktır; ancak akla ve estetik beğeniye koşut değişim ve dönüşüm göstereceğini söyleyebilir miyiz, tartışmalıdır. Sanat; postmodernist görüşle birlikte, biçim, biçem, yöntem, yordam, teknik ve malzeme açısından oldukça değişti ve bu değişim sürüyor, sürecek. Özellikle teknoloji, yapay görüntü ve yapay zekâ, sanatın tanımını zorlayan aşırılığa yol açtı ve doğrusal mantığı altüst etti. Malzeme, biçim, biçem, teknik ve diğer etkenler bir yana, aynı zamanda izleyicinin sanata bakış biçimi de değişti, diğer taraftan yozlaştırıldı. “Sanat, sanatçının belirlediği şeydir” gibi garip bir söylemle her tür objeye sahte yapıt süsü verildi ve verilmeye devam ediyor. Bu yolla, çağdaş sanat diye adlandırılan yapıtlar, algı yapılandırma teknikleriyle devasa bir pazarın malzemesi haline dönüştürüldü. Avelina Lesper, “Her tür objeyi sanat eseri olarak sunarsanız, sahte değer biçilmiş olan, estetik ve kuramsal dayanağı olmayan her eşyayı ticaretin aracı durumuna sokarsınız” diyor. Sanatsal değere sahip olmamasına karşın bu tür objelerin değer kazanç oranı, astronomik rakamlarla ifade edilir duruma geldi… Sanatın gerçek amacı dışına taşan, estetik beğeni ve estetik yaşantıya hizmet etmeyen, kazanç hırsıyla ticarete yönelen bir sektör konumuna dönüştü.
Burada şunu
söylemeliyiz: Sanat bilimine uzak sanatçıları, özellikle izleyici ve yapıt
alıcılarını; objenin göz doldurucu yanlarını kullanarak veya sanatsal
kavramların ardından dolaşarak ikna etmek için sayısız gerekçe, teknik ve
yöntem üretilmiştir. Oyuna gelmemenin bir tek yolu vardır: Sanat bilimine egemen
olmak. Özellikle sanat bilimi içindeki estetik bilimi, parametresi ne kadar çok
ve karmaşık olursa olsun az çok estetik değer taşıyıp taşımadığını size söyler.
Sanat bilimi, sanatla sanat olmayanı ayırt etmenin en tarafsız bilgisidir
günümüzde.
Çağdaş sanat,
bana göre bir dönemi değil; bir tarzı, yöntemi temsil ediyor. Dalına göre anlık
duruma odaklı, bir kanona bağlı olmayan, aklın kullanabildiği her tür malzemeyi
yapıta giydiren, sanat dallarını iç içe kullanan, sınır, koşul ve kural
tanımayan, bunlarla birlikte çağın estetik algısını karşılayan estetik değere
sahip yapıt üretme yöntemidir. Ekonomik kaygıyı ve yararcılık yaklaşımını ayrı
tutarsak, çağdaş sanat anlayışı, bir anlamda bilgi, akıl, teknoloji ve
yaratıcılığı en üst düzeyde kullanabilen, sınırları sonuna kadar zorlayıp yeni
bir şey üretme çabasıdır. Postmodern anlayış; kural, biçim, biçem, yöntem ve
tekniğe yeni bir bakış getirmiş ve düşünce bazında çağdaş sanatın altyapısını
hazırlamıştı zaten. Fotoğraftan videoya, resimden görüntüye, performanstan
enstalasyona kadar değişim ve tekniğin hazırlığıydı bu.
Bugün anladığımız
şekliyle söylersek çağdaş sanat; insan, nesne, teknoloji, akıl, dijital dünya,
sanal dünya, metafizik dünya, gerçek ve gerçeküstü dünya gibi her tür olanak,
boyut, teknik ve varlığı kullanan; kural, kanon ve bağlamın sınırlarını
reddeden; sanatçının bilgisi, kültürü, aklı, teknoloji kullanma ve yaratı
yeteneğinden doğan sistemin adıdır. Durum böyle olduğuna göre, şimdi ne olacak?
Sanatın işi insandır; buradan yola çıktığımızda sanatın diğer işi gelecektir.
Çağdaş sanat anlayışı, bugünü kapsamına alan bir tanımdır; ya sonrası?
Kabul edilmelidir
ki sanat dönemleri ve ...izm’li sanat akımları, deneyimsel bilgi zenginliği,
görme ve sezi yetisi ile sanatsal gelişmelere evrimsel bir devinim
kazandırmışlardır. Sanatçı bu akımların ürettiği bilgiye dayanarak görme ve
sezi yetisini güçlendirmiş, beklenenden daha hızlı gelişen bir sanat evrenine
girmiştir. Artık çağımızda parça bölük bilgilerle tanımlanması olası olmayan,
çok boyutlu ve açık uçlu, aklın sınırlarını reddeden bir sanat yaklaşımını
kucağımıza bırakmıştır. Bugünün sanatı ve sanat anlayışını, ancak ve ancak “evrimsel
sanat” gibi küresel ve evrensel değerler dizgesini içeren yaklaşımlarla
anlaşılır duruma dönüştürebiliriz.
Artık aklın yolu
bir değildir; aklın yolu birden çoktur. Doğrunun doğruluk değeri açık uçludur.
Görecelilik, belirsizlik, rastlantısallık ve öznelerarasılık gibi kuramlar,
bilime ve kültüre bakış biçimini değiştirmiştir. Yıllardan beri doğru kabul
edilen ama bugünün bilgisiyle yanlışlanabilen kuramlar ve fizik yasaları bunun
en açık delilidir. Biz biliyoruz ki henüz bizim gerisinde olduğumuz, düşünce
gücümüzün dışında kalan bir mantık ve düşün dünyası (nesnel ve gerçeküstü)
vardır; biz bunları günümüzde ne işleyebilecek ne de anlayabilecek bilgiye
sahibiz. Bilinç ve zekânın bunları tanımlayabilecek seviyeye ulaşmasını, yani
evrim sürecini beklemek durumundayız. İşte “evrimsel sanat” dediğim yaklaşım bu
soru ve sorunlara şimdilik yanıt oluşturabilecek bir değerler dizisi olarak
durmaktadır.
Günümüz insanının
sınırsız yaratıcılığı, bilimsel verilere dayalı beyninin çalışma gizilgücü,
çalışma ve iş görme yeteneğinin sınırsızlığı, sanatı çok daha farklı boyuta,
gelecekte ön göremeyeceğimiz bir biçim ve düzeye çekeceğinin habercisidir.
Dijital ve bilgisayar teknolojisinin olanakları, yapay zekâ, sanal dünya
tasarımı, ses ve görüntü teknikleri gibi çağın kazanımları, sanatı artık benzer
biçim ve biçemlerden uzaklaştırmaktadır. Bu nedenle, bugün el birliği ile
benimsenen “çağdaş sanat” tanımının, sanattaki bu hızlı dönüşümü ve gelişimi,
daha doğrusu evirilişi; karşılamakta yetersiz kalacağı kesindir.
Sanattaki baş
döndürücü gelişmeler; aklın gelişimi, bilimin evrilişi ve teknolojinin büyümesi
ile eşgüdümlüdür. Sanatın üç boyutta genişlemesi; bilgi ve yayımın yüksek
devinime sahip olması; sanatsal bilgi, teknoloji ve bilimsel olgularla açık
uçlu bir evrenin tasarlanması; sanatsal süreci yeni bir tanıma zorlamaktadır.
Sanatta gözlenen bu sonuçlara göre, tüm sanatın edimlerini, dönüşümünü,
gelişimini anlatan sanatsal kuram ya da yeni bir tanım getirmekte yarar
olduğunu değerlendiriyorum. Böyle bir devinim, değişim, dönüşüm ve gelişimi
karşılayabilecek, onu açıklayabilecek, açık uçlu olmakla birlikte her şeye
yanıt verebilme olanağına sahip olacak tanım, ancak ve ancak “Evrimsel Sanat
Yaklaşımı” olabilir.
Klasik, modern ya
da çağdaş gibi kavramlar geçmişe göre bulunduğumuz zamanın devinimini
anlatırlar; oysa evrimsel kavramı, bugünden öncesini, bugünü ve bugünden
sonrasının sonsuzluğunu, olay ve olguların var olan doğal ve yapay devinimle
koşutluğunu anlatır. Evrim sözcüğü, sadece canlılardaki fizyolojik değişim ve
koşullara uyumunu anlatmaz; aynı zamanda bilincin; değişim, gelişim, dönüşüm
gibi eylemlerini anlatır. Bu düşünceden yola çıkarak: Evrimsel sanat yaklaşımı,
her sanatsal edim çoğulluğuna, bilim, teknoloji, yer ve zaman boyutu ile
bunları başka bir açıdan görme gibi her tür sanatsal gelişime ve yaklaşıma
yanıt verebilme olanağına sahiptir. Bir anlamda evrimsel sanat yaklaşımının;
sanatta limitin olmadığını, düşün ve zihinsel etkinlik ile bilincin
sonsuzluğunu ve sınırsızlığını anlatan bir bütünlük olduğunu düşünüyorum.
Şimdi asıl soruyu
soralım: Sanat, çağdaş sanatın da ilerisine evrildiyse biz bunun neresindeyiz? Yirminci
yüzyılın dikte ettiği formlarla durağanlaşmış ve modern sanatı bile anlamamış yazın
temsilcileri, doğruyu söylemek gerekiyorsa bugün baş köşelerde oturuyor. Sanatla
değil; birbiriyle uğraşıyor, üretilmiş bilgiyi yineliyor; farklı bir şey
söyleyenleri de anlamamak için direniyor. Bir kısmı da “böyle sanatın içine…” mantığıyla
lanet okuyarak geziniyor. İnsan ne kadar bilinçliyse, sanat da o kadar
çağdaştır. İnsan ne kadar aklını kullanıyorsa, sanat da o kadar evrimseldir.
İnsan ne kadar insansa, yaşam da o kadar yaşanasıdır… Tersinden diyelim;
sanatın çapı, insanın aklı ve sevgisi kadardır. Kısacası sanatçının okuduğu
dünya, tartışması, eleştirisi, yapıtı, yorumu ve birbirine karşı tavrı; toplam
niteliği kadardır…
2 Eylül 2020 Narlıdere/İzmir
KARŞIYAKA BELEDİYESİ HOMEROS EDEBİYAT ÖDÜLLERİ 2020 BİR ŞİİRİ İNCELEME YARIŞMASI DEĞERLENDİRMESİ
Karşıyaka Belediyesinin düzenlediği şiiri
inceleme yarışmasına ben de katıldım ve sonuçlarına göre üçüncülüğü Dizdar
Karaduman’la paylaştık. Yarışmanın tarafı olmam yüzünden adil bir yorum
yapamayabilirim diye düşünenler olabilir. Bu yazımda, kimlerin incelemesi
ödüllendirilmişten ziyade; neyin, nasıl ödüllendirildiği üzerinde duracağım. Bu
yüzden, yarışmanın içinde olup olmamam çok şey değiştirmeyecektir, umarım.
Bir şiiri inceleme yarışmasında dereceye giren
incelemeleri okuyunca bu yazıyı kaleme alma gereği duydum. Yeni ve bilimsel
esaslara dayalı, şiirin ontik (varlıksal) bütünlüğü ve integral yapısı gereği
şiir çözümleme tekniği ileri sürmüş birisi olarak bu yazıyı yazma hakkını
kendimde görüyorum. Ayrıca bu ve buna benzer yazınsal yarışmalarda sonuçlar,
enine boyuna tartışılmalıdır; etik yanından adilliğine, tarafsızlığından
şeffaflığına, dil yapısından değerlendirme ölçütlerine kadar… Tartışmaya esas
olmak üzere her yarışmanın sonucu, seçici kurul gerekçeli kararı olarak
açıklanmalıdır. Etik değerler, mantıken bunun böyle olmasını söyler. Ortada bir
emek vardır, seçici kurulun bir çabası vardır; bunlar görünür kılınmalıdır.
Yapılan işe, harcanan emeğe hakkı verilmelidir.
Şiir incelemesi yarışmalarında seçici kurul
tarafından nelerin ele alınması, nasıl olması, neden böyle bir yöntemin
uygulanması ve nelerin dikkate alınarak ödüllendirilmeye gidilmesi konusunda,
bilinenlerden farklı şeyler söylemek istiyorum. Yarışmaların, kapsam ve yöntem
olarak bir çerçevesi, belirli sınır ve kuralları olmalıdır. Bu yarışmada
belirli bir kapsam ve yöntem olmadığı gibi nasıl bir inceleme istendiği açık
ifade edilmemişti. Buna karşın yarışmaya başvurdum ve yarışma sonucuna ilişkin
bazı tahminlerim vardı. Ne var ki bu kadar düş kırıklığı yaratacak bir durumun
olabileceğini hiç düşünmemiştim; peşinen söylemeliyim.
Türk şiirindeki ödül ve eleştiri sisteminde;
ne nerede aksıyor, ne neden eksik; ortaya koymak, eksisini artısını konuşmak
gerekir. Aksi durumda gelenekten edinilen uygulamalarla çağdaş sanat döneminde
evde göce dövmeye devam ederiz. Homeros Edebiyat Ödülleri 2020 için söylemiyorum;
genel anlamda yazınımızdaki ödül ve eleştiri sistemi, belirli bir ölçüt, yöntem
veya tekniğe sahip değil; hiç saygın değil, yazara, şaire, okura güven
vermiyor. Bu yüzden; genelleme, doğrulama ve yinelemelerle şiir bilgisi
öğrendiğimiz, şiir incelemesi yaptığımız bir edebiyat dünyasından bazı
ayrıntılara dokunup uyandırmalıyız uyuyan yerlerimizi. Özellikle şiir, bütün
disiplin ve kültürleri kapsayan bir düşün sanatıdır. Kavramların hiyerarşisi ve
anlamsal konumlarını, birbirleriyle ilişkilerini çözmeden yapılacak ve hakkında
metin yazılacak bir sanat alanı değildir. Hele hele inceleme metni…
Bugüne kadar yapılan şiir inceleme yarışmaları
ve ödül sisteminde sorgulanması gereken çok şey olduğunu bazı metinlerden
anlıyorum. Öncekileri ayrıntılı incelemedim; net bir şey söyleyemem, zaten
dereceye giren yapıtlara ulaşmak sıkı bir çaba gerektiriyor. Ayrıca gerekçeli
karar açıklaması yok… Bugüne kadar bir şiir kitabı için gerekçeli karar
açıklaması gördüm: Her tür metin için geçerli olabilecek, sanat bilimini yerle
bir eden üç beş genelleme tümceydi…
Yalnız şiir incelemesi değil; şiir alanındaki tüm ödül ve yarışma
yöntemleri, sorgulanmalı, en uygun, adil ve uygulanabilir olanı ortaya
konmalıdır.
Yarışma, ödül ve eleştiri sistemindeki
sorunlara kısa sürede çözüm üretilebilir mi? Tabii ki üretilemez; bu, anlayış
ve kavrayış sorunudur. Tespit edilip değerler dizgesinde değişikliğe gidilmesi
gereken bir durumdur. Zaman ve bilinç olgunluğu gerektirir. Çağdaş sanat
anlayışının kavranması ve bilimlerin eşgüdümüyle ele alınması gereken bir
durumdur.
Uzatmadan kısa, açık ve olumsuz bir soru
sormak istiyorum:
Şiir incelemesi ne demek değildir?
Çoğunluğunu Karşıyaka Belediyesi Homeros
Edebiyat Ödülleri 2020 Bir Şiiri İnceleme Yarışması’nda dereceye giren
incelemelerden çıkardığım maddelerle, şiir incelemesinin ne olmadığı konusunu
burada açmak istiyorum.
Öncelikle;
-Şiir incelemesi demek, süslü kompozisyon
yazma tekniği demek değildir.
-Şiir incelemesi demek, şiirdeki
kahraman ya da konuların ruhsal çözümlemesinden şairin öyküsüne ulaşmak demek
değildir.
-Şiir incelemesi demek, şairin
öyküsüne dayanarak bunun üzerinden şiir anlayışını kanıtlamak demek değildir.
-Şiir incelemesi demek, şairin dünya ve yaşam
algısından yola çıkılarak şiirinde ne dediğini kanıtlamak demek değildir; tam
tersidir.
-Şiir incelemesi demek, sanat felsefesi ve
estetik kavramlarının kuru sıkı sallanmasıyla oluşturulan, süslü ve bilinenleri
yineleyen bir metin yazmak demek değildir.
-Şiir incelemesi demek, şiir ve şairi konu
mankeni yapıp öyküsü üzerine edebiyat parçalamak demek değildir.
-Şiir incelemesi demek, şairin şiir anlayışını
yüceltmek için referanslara yaslanıp yalan yanlış çıkarımları sıralamak demek
değildir.
-Şiir incelemesi demek, şiirin okurla olan
ilişkisini, okurdaki etkisini bir kenara koyup övücü genellemelerle şairin
şiirini nasıl yazdığını saptamak demek değildir.
-Şiir incelemesi demek, şairin herhangi bir
izleği üzerinden genelleyici deneme yazmak demek değildir.
Şiir incelemesi demek, dizelerin anlam
açılımını sıralamak demek değildir.
Şiir incelemesi demek, şairin ne dediğini
kanıtlamak demek değildir; dediğinden doğan sonucu ortaya çıkarmaktır. Şiirin
etkinliğini, yetkinliğini ve etkisini ortaya koymaktır.
Öyleyse şiir incelemesi ne demektir? İşte asıl
yanıtlanması gereken soru budur.
Şiir incelemesini kısa ve net tanımlamak
gerekirse: Şiirin; “sanatsal, şiirsel ve estetik” değerini ortaya koymaktır.
Kısa ve basit bir tümcedir. Nasıl yapılır?
İşte bunun için bütünlüklü bir sistem gerekir. Şiir incelemesi dediğimizde
şiir, ameliyat masasında tanısı konmamış bir hasta gibidir. Bütün organlarını
tek tek ele almamız gerekir. Bunu yaparken de şiirin arka planındaki yaşamsal
tüm fonksiyonlarını incelemek ve organlarla ilişkisini belirlemek gerekir.
Bütün bilimlere, özellikle sanat bilimine başvurmadan içinden çıkamayacağımız
bir karmaşa durumudur bu. Kaotik olmakla birlikte çözümlenemez şeyler
olmadığını peşinen söylemeliyiz. Maksadımız bağcı dövmek değil de üzüm yemekse,
soruları ve hedefi net ortaya koyarak yola çıkmalıyız. Şiir incelemesi demek;
şiiri her yönüyle, olabilecek her tür soruya yanıt verebilecek şekilde
incelemektir. İnceleme sözcüğünün kavram kapsamı, sözlüklerde bu şekilde açıklanır
ve zihnimizde anlamsal karşılığı budur. Çünkü her şiir; varlıksal (ontik) bir
bütünlüğe sahiptir, ön ve derin yapıdan (nesnel ve duyusal alan) oluşur. Bu iki
alanın ayrıntılarına el atmadan şiir incelemesi yapamazsınız; tanı
koyamazsınız. Şiiri anlam yönünden inceleyin veya anlatım yönünden inceleyin
derseniz o zaman durum farklılaşır, kapsam daha daralır ve hedef netleşir. Bir
şiiri inceleme dediğinizde, şiiri; sanat felsefesi açısından, dil açısından,
anlam, anlatım, çağrışım, ses gibi tüm yönleriyle incelemeli ve ödül de böyle
bir incelemeye verilmelidir. Burası işin yöntem sorunudur. Bu tür
etkinliklerde, yerleşik bir alışkanlık durumuyla yola çıktığımızdan, sonucun da
alışkanlıklarla paralel işlediğini her zaman her yerde görebiliriz.
Şiir
incelemesi, şiir incelemesi ne demek değildir, başlığı altında saydıklarımın
hiçbiriyle yapılamaz. Bunlardan bazıları incelemede ele alınmalıdır ama bu
metinlerde olduğu gibi değil. Şiir bir sanat yapıtıdır; asıl ele alınması
gereken yanı, şiirin düşünce sanatı olması ve şiirin ekinliği ile okurda
bulduğu karşılığıdır. Yani sanat değeridir. Bir şiirin; biçimsel, anlamsal,
anlatımsal, sessel, çağrışımsal, coşumsal değerlerini incelemeden; şiir
değerini, sanat değerini ve estetik değerini, ortaya koyamazsınız. İnceleme
yapmak için, incelemeye yönelik sistem bütünlüğü gereklidir. Bunları yapmadan
yaptığınız her inceleme; biraz üfürme, biraz şişirme, biraz kıyısından
köşesinden dolaşma, biraz da şiir ve şair üzerinden edebiyat parçalama anlamına
gelir. Şiir, bir dil sanatıdır ve tutarlılık, bağlaşıklık, metinler arası
ilişiklik gibi metin dilbilimi gerekleri yanında bir de sanatsal ifadenin
estetik bilimi bağlamında görünürlüğü söz konusudur. Her şeyden öte estetik
değerin inceleme metninde duyumsanır kılınması gerekir.
Yarışmada istenen ile beklenen ve isimlendirme
uyumlu olmalı; bunun yanında istenen ile sonuç, örtüşmelidir. Bu durumda,
yöntem ve ele alınacak konuların seçimi; hem seçici kurul hem de yazarlar için
kolaylaşacaktır. Biz atalarımızdan böyle gördük, bizde bu kadarı var
diyorsanız, bu ödül sistemini ve seçici kurulları öpüp başınıza koyabilirsiniz.
Hayır biz bilgi çağının insanıyız; sanatsal ifadenin gerekleri, şiirsel
görünüme esas ayrıntılar ve bilimsel olgular ne diyorsa oradayız diyorsanız,
oturup sanatın döngüsüyle ilgili bilgilerimizi sorgulamalıyız.
Diğer bir konu da şudur: Eldeki metinler ne
ise seçici kurul da o metinler arasından en iyisini seçmek durumundadır. Öyle
olsa bile sanat felsefesi açısından ciddi hatalar taşıyan metinler, bir kenara
konmalıdır; öyle olmuştur ümit ederim!? Alışılmış ve kanıksanmış bilgiyle
verilen yargı, sanatın da sanattaki ödül sisteminin de en güçlü düşmanıdır.
Bunun adı, yeniliğe duyarsız olmaktır ve şairin; beyin ölümünün başladığını,
sanatın kış uykusuna yattığını gösterir. Sanatta sınır ve sonsuzluğun yanında
özneler arasılık gibi kuram ve savların etkisini de dikkate almalıyız bunları
sorgularken. Kişidir; düşünmesi, anlaması, görmesi göreceli ve özneler arasılık
söz konusudur. Öyle olsa bile istenen biçim ile varılan sonuç, uyumlu olmalı,
amaçla çelişmemelidir. Yeniliğin, farkındalığın, farklılığın ne olduğunu
anlamadan şiir gibi bir sanat alanında metin yazmak, karar vermek, ben yaptım
oldu şeklinde bir tutum takınmak sağlıklı bir sonuç doğurmaz.
Şiir incelemesinde maksat, en azında incelenen
şiirin, şiirsel değerini ortaya koymak olmalıdır; genellemelerle şairini övmek
ya da şiirin bir özelliğini çözümlemek değil. Bu maksatla, şiir inceleme
yarışması düzenlenecekse yarışmanın; kapsamı, hedefi veya şiirin incelenecek
alanı belirlenmelidir. Örneğin, anlam açısından inceleyin diyebilirsiniz. Bir
şiiri incelemek dediğiniz zaman bütünlüklü bir incelemeden söz ediyorsunuz
demektir. Bu durumda sadece ruhsal çözümleme yapan bir metne şiir inceleme
ismiyle ödül vermek, yarışmanın ciddiyetini ve bilinçli yapılıp yapılmadığını
gündeme taşır. Yarışma; ismi, konusu ve sonucuyla çelişmemelidir. Yarışmada
ödül alan yapıtlardan yola çıkarsak bu yarışmanın adı şöyle olmalıydı: “Homeros
Edebiyat Ödülleri 2020 Bir Şiir Üzerine Deneme Yazma Yarışması” denmeliydi.
Yarışmanın ismi böyle olsaydı, tüm olumsuz yorumların yolunu kapamış olacaktı.
Çünkü denemenin biçimi ve kapsamı belirsizdir; istediğiniz şekilde
yazabilirsiniz. İnceleme dediğinizde bunun; sistemi, belirli yöntemi ve tekniği
olmalıdır; dayanakları olmalıdır, söylemlerle işleyen bir tür değildir. Bu
durumda ele alınan şiir, tüm yönleriyle bütünlüklü bir biçimde incelenmelidir
ki adı inceleme olsun.
Sonuç olarak, şiir gibi düşünce sanatları,
ayrıntılı düşünmeyi gerektirir. Gerek eleştiri gerek şiir ödülü gerek diğer
etkinliklerde, şiir kendine şiir gibi davranılmasını bekler.
Özet:
Yarışmalarda ödül verilen yapıt, seçici kurul gerekçeli kararının alt
maddelerini kuşkuya yer bırakmayacak biçimde ayırıcı nitelikleriyle doldurmalıdır.
Doldurmuyorsa ya istenende ya yapılanda ya da sonuçta sorun var demektir.
19 Eylül 2020, Narlıdere/İzmir
MADIMAK YANGINI
BÜYÜYOR
Madımak Yangını büyüyor; söndüğünü varsayanlar, tarihsel bilgiyi gelişen olaylarla birlikte ayrıntılı okumalılardır.
Uygarlık yürüyüşünün kırılma noktasıydı Madımak
Yangını. Toplumsal, siyasal ve düşünsel anlamda toplumun tepkisini ölçmekti.
Destek kaynakları ve direnç noktalarını tespit etmekti. Buradan ortaya çıkan
duruma göre strateji belirlemekti amaç. Toplumsal algıyı yönetmek ve ortamı
yeniden şekillendirmek için güç kazanmaktı. Bugün yaşadığımız 15 Temmuz
olayının alana sürülüşünün ilk denemesiydi. Ne var ki bu olayın destek
kaynakları ve direnç noktaları bugün de değişmemiştir. Bu nedenle olayı
değerlendirmek için uzunca bir dönemi ele almak gerekir. Geçmişe dönüp
baktığımızda Madımak Yangını’na atılan ilk kıvılcım 1950’li yıllara dayanır,
ancak yazımın hacmi gereği bu döneme değinmeyeceğim.
Kuleli Askerî Lisesi hazırlık sınıfındayken
(1982) çok sayıda sınıf arkadaşımın aniden okuldan atıldığını öğrendim. Olayın
arkasından bizleri bilinçlendirmek için toplantılar düzenlendi ve bilgilendirme
yapıldı. Din tabanlı yapılanmalarla ilk o zaman tanıştım. Bu süreç harp okulu
yıllarında da sürdürüldü. Yasal olmayan örgüt ve odakların içeri sızmaması için
o yıllarda gerçekten özen gösteriliyordu ve içtenlikle çaba harcanıyordu.
İleriki yıllarda da değişik biçimde olaylar ve sızma girişimleriyle karşı
karşıya kaldım veya tanık oldum; bunlarla savaşım içinde geçen bir süreç
yaşadım. Maksadım gizlilik değeri olan bilgileri ortaya dökmek değildir;
izlediyseniz bunların bir kısmını basından duymuş olmalısınız. Uzatmadan
söylemek gerekirse 2007’den sonra, özellikle Balyoz ve Ergenekon gibi davalarla
güç odakları el değiştirdi ve siyasi yetkinin de yardımıyla toplumsal
şekillendirme girişimleri bir aşama daha ilerledi. Asker ve şehit çocuklarına
askeri okul giriş sınavlarında ek puan verilirken bu yıllardan sonra bu
çocukların askeri okullardan bir şekilde atıldığını öğrendim. Uzatmayayım, 15
Temmuz akşamı yurt genelinde komutanlık görevlendirmeleri WhatsApp ile
telefonuma geldiğinde, anladım ki yaşamım boyunca dinsel tabanlı odaklara karşı
yoğun savaşım sonuçsuz kalmıştı. Olayın ele başlarından bazıları devre
arkadaşlarımdı. Bunlardan birkaç kişi okuldayken araştırma ve soruşturmaya konu
olmuş, yeterli delil bulunamadığı için okullardan atılmamış, bizlerle mezun
olmuşlardı. Çağdaş ve bilimsel temele dayalı nitelikli bir eğitim aldık. Bu
nedenle, devre arkadaşlarımın çağdışı şeylere inanmayacakları varsayımıyla bu
eğilimin üzerinde hiç durmadım. Zaten söz konusu kişiler, üst rütbelere
gelinceye kadar da hiç renk vermediler.
Madımak Yangını ile 15 Temmuz olayı arasında
neden ilişki kurdum? Destek kaynakları ve direnç noktaları tespitinden söz
ettim yazımın başında. İşte direnek noktalarının en önemlilerinden bir tanesi,
ülkenin temel gücü olan Türk Silahlı Kuvvetleriydi. İçine sızılması ve ele
geçirilmesi için sayısız denemeler yapıldığını biliyoruz. Buna Balyoz ve
Ergenekon gibi davalar örnektir. Yıllardan beri bilinir ki bu odakların hedefi,
öncelik sırasına göre “Harbiye, Mülkiye ve Tıbbiye” dir. Alınan önlemlerin oldukça
güçlü olduğunu düşünerek, Harbiyenin ele geçirilemeyeceği inancını taşıyordum;
en önemli kale olarak düşünüyordum. Nitelikli eğitim alan ve Atatürkçü düşünce
sisteminin bütün değerlerine sahip aydın kişiler olarak herkesin görev
sırasında bu önlemlere yeterince uyduğunu sanıyordum.
Bunun öyle olmadığını Balyoz ve Ergenekon
sürecinde anladım. Görev alanım bu konuların incelenmesine yönelik olmasına
karşın TSK’nın içinde etkin bir yapılanmanın ayırdına varamamıştım. Bana göre
bunun iki nedeni vardı: Birincisi; bilgiye ulaşma yetkimiz arttıktan sonra
inceleme, araştırma ve çözümleme olanağı veren görev yerlerinden atama ile
uzaklaştırıldım. İkincisi; nitelikleriyle, donanımıyla ve görev becerileriyle
kendisini kanıtlamış Kara Harp Okulu çıkışlı bir subayın, böylesi bilinçsiz
olabileceğini, niteliksiz birilerinin peşine takılabileceğini kabul edemiyor
olmamdı; hâlâ buna inanamıyorum.
Görevden uzaklaştırılan ve askeri okullardan
atılan öğrenciler daha sonra nerelere geldiler? Diğer okullarda ve yurtlarda
özel olarak yetiştirilen ne kadar öğrenci vardı? Tıp ve hukuk fakülteleri ile
Polis Akademisi gibi okullar ne durumdaydı? Özel olarak eğitilen ancak askeri
okullardan atılan ve görev sırasında ordudan uzaklaştırılan bu çocuklar
nerelerde işe alınmıştı? Askeri okullardan atmakla sorun çözülmüş müydü? Bunun gibi birçok soru sorabiliriz. Ne var ki
bu soruların yanıtları biliniyor olmasına karşın iki binli yıllardan sonra
bilerek hiçbir önlem alınmamıştır. Tam tersi bunlar, bilinçli olarak daha etkin
görevlere getirilmişlerdir. Ordudan atılan subaylar, öğretim üyesi ve yönetici
olarak hemen işe alındılar; hatta bunları işe almak kamuoyu gözünde bir
saygınlık durumuna dönüştürüldü. Bunu yapanlar ve yaptıranlar bellidir; görünen
dağ rehber istemez.
Ne yazıktır ki son on beş yıl içinde Atatürkçü
Düşünceye karşı yapılan operasyonlar, 1980’li yıllarda yetiştirilen, aynı
sıralarda okuduğumuz arkadaşlarımızın başının altından çıkmıştı. Kalkışmaya
giden yolun temelleri işte bu yıllarda atılmış ve iki binlerden sonra siyasi
yetkililerce bu yürüyüşün yolları bilinçli olarak açık tutulmuştu.
Geçmiş geçmiştir. Şimdi durum nedir? Madımak
Yangını’nı, uygarlığa karşı yürütülen irili ufaklı operasyonları ve 15 Temmuz
kalkışmasını yapan anlayış, bugün daha güçlü bir şekilde yürüyüşünü
sürdürmektedir. Sözünü ettiğim bunca inanmış insan, ülkeyi terk etmediklerine
göre, bunlar geçmişte bu sisteme açık açık destek verdiklerine ve içinde hizmet
ettiklerine göre; bir şekilde bu zihniyetin ekmeğine yağ sürmeye devam
etmektedirler. Aktör değişmiş, taktik değişmiş, güç merkezleri el değiştirmiş
olabilir. Anlayış aynı, yürüyüş yönü aynıdır. İsimler ve gruplar değişmiştir.
Toplumsal algı; Cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar doğa,
sosyal ve insan bilimlerinden uzaktır. Güç yapılandırmasından tutun da
kaynakların kullanımına kadar tüm olanakların bu zihniyet sahiplerine
akıtıldığını bilmeyen var mıdır?
Madımak Yangını devam
ediyor; bu yangını çıkaran anlayış siper gerisine
çekilmiş gibi görünüyor. Din ve inanç temelli bilinç yapılandırmalarını;
bilimsel verilerle, yaşamsal olgularla, nesnel gerçekliklerle kıramazsınız.
Eğitim ve inanç odaklı beyni yıkanmışlar, karnımızın en yumuşak noktasını hedef
almaktadır ve bu sürdürülmektedir. Ortam şekillendirmesi ve algı güdüleme
tekniklerini bilenler, nasıl bir çıkmazın içinde olduğumuzu görmektedir. Ne var
ki bunlar; azınlıktadır, etkisizdir ve yetkisizdir.
Madımak Yangını büyüyor; bu yangında hedef Aziz
Nesin, Hidayet Karakuş veya beraberindeki arkadaşları değildir, hedef koca bir
coğrafyadır. Bu coğrafyanın merkezi Türkiye’dir ve için için yanmaktadır… Nisan
2019, Narlıdere
TÜRK ŞİİRİ Mİ, TÜRKÇE ŞİİR Mİ TARTIŞMASI
“Türk Şiiri” mi, “Türkçe Şiir” mi, diye bir tartışmaya girişmişler her nedense.
Tartışma, sorunun kökenini incelemek yerine onun bunun söylemleri üzerinden
sürdürülmektedir; öyle olunca da anlamsız bir gürültü kopmuş gidiyor. Çağdaş
Türk Dili Dergisi’nde yayımlanmak üzere, konuya açıklık getiren ayrıntılı bir
yazı yazmıştım. Israrla gündemde tutulan bir konu olması nedeniyle, Şiir
Sarnıcı’nın 7. Sayısı için de konuyla ilgili bir yazı kaleme alma gereği
duydum. Kim ne demişi bir yana ve kimin aidiyet sorunu olduğu gerçeğini diğer
yana koyalım; bilimsel ve kavramsal bir çözümlemeye gidelim istedim.
Dilimizdeki kavram, terim, sözcüklerin; anlamsal alanlarını,
aralarındaki hiyerarşik yapıyı ve kavramlar arası ilişkiyi; mantık ve ilgili
bilimlerin ilkeleriyle çözümleme yeteneği olmayanlar; yazdıklarımı anlamakta
güçlük çekebilirler. Edebiyatın önemli ilkelerinden biri; söz diziliminden
doğan anlam alanını doğru kullanmaktır. Biliyoruz ki dilin uygun ve doğru
kullanımı, bilimlerin ilkelerine egemen olmakla olasıdır.
Bilgi çağında olmamıza karşın yazılanlara bakınca, bilgiyi sağlıklı
kullanmadığımızı ve bilgiye güvenmediğimizi anlıyorum. Bu yüzden, Türk Şiiri mi, Türkçe Şiir mi; sorusunu ayrıntılarıyla
çözümlemek için bilgiler arası eşgüdümü kullanmamız gerektiğini düşünüyorum.
Herhangi bir sorunu ele aldığımızda, tanımlamakta ve net yanıt bulmakta
sıkıntı yaşıyorsak, bu soruna değişik açılardan da bakma gereği doğar. Bazı
sorular, bir konuyu örtmek için ortaya atılır; bazıları ise deşmek için. Öyle
sorular vardır ki hassas olduğu kadar yanıtları da sıkıntılıdır. Sorun, sorunun içindeyse çözüm kolaydır;
dışındaysa çözüm anlayınız ki muğlaktır. Süregelen tartışmalardan anlaşılıyor
ki bu isimlendirme konusu, paravandır; amaç başkadır ve çıkış kaynağı
dışsaldır. Başka bir sıkıntının dışavurumudur. Türk Edebiyatı mı/Şiiri mi,
Türkçe Edebiyat mı/Şiir mi, sorusu da dışsal bir sorunun dışavurumudur. Her ne
olursa olsun öncelikle sorunun kapsamına bakalım ve dışsal soruna ayrıca
değinelim.
Dilinize takıştırdığınız öğreti ve inanç
terminolojisini unutun, önceden edindiğiniz düşünce kalıplarını da atın gitsin.
Çok olası olmamakla birlikte önyargı ve saplantılarınızı da… Onun bunun
söylemlerini de bilgi bazında ele alın ve geçerli olmadığını varsayın. Çünkü bu
konuda ele avuca alınır şeyler söyleyen kişi, neredeyse bir elin parmaklarını
geçmeyecek kadar az. Biz, gelin bilimlerle ve felsefeyle konuşalım. Kendi
bilgimize güvenelim ve sağduyuyla hareket edelim.
İnsanların tutumunu belirleyen değerleri; araç değerler ve yüksek
değerler (moral değerler) diye etik felsefesinde ikiye ayırarak tanımlarız.
Toplumların inandığı, yaşadığı, duyumsadığı, kültür varlıklarına karşı
gösterdiği saygı ve sevgi; yüksek değerler kapsamında düşünülür. Araç
değerlerse beslenme ve barınma gibi konulara karşılık gelen birincil ve ikincil
gereksinimlerdir. Bir anlamda maddi konulardır.
Yüksek değerler; toplumun adı, bayrağı, kurucusu, kuruluş felsefesi,
inancı, tarihsel ve folklorik değerleri gibi tutkal niteliği taşıyan
olgulardır. Bunlar; çoğunlukla işlenmeye, kullanılmaya ve saptırılmaya
açıklardır. Çünkü kesin hükme bağlanmış kararlar değildir ve toplumlarca
benimsenmiş yüce değerlerdir. Üzerine tarihsel, ruhsal, sosyal ve kültürel
anlam yüklenmiş kabullerdir.
Türk Sözcüğü; köklü tarihe ve yaşam birlikteliğine sahip bir halkın
kimlik tanımlamasıdır. Folklorik, sosyal, felsefi, tarihsel, ruhsal, siyasal ve
toplumsal değerleri içinde taşıyan bir söz varlığımızdır. Herhangi bir ismin
önüne sıfat olarak getirildiğinde o isme, içinde taşıdığı tüm değerleri yükler;
folklorundan felsefesine kadar. İsmin; duygu değerini, anlam değerini ve sosyal
derinliğini güçlendirir. Belirli bir saygınlık yükler. Örneğin, Türk insanı
dediğimizde, insan öznesinin üzerine; tarihsel, folklorik, felsefi, fizyolojik,
metinler arası bilgi ve diğer tüm yüksek değerleri yüklemiş olur. Bu sözcüğün
kavram alanı; tarihsel, siyasal, metinler arası, ruhsal, sosyolojik, genetik ve
toplumsaldır.
Türkçe sözcüğü ise Türk sözcüğünün bir aracıdır. Kendini tanımlamak
üzere kullandığı bir gerecidir; dilidir. Aynı yüksek değerleri üzerinde
taşıması olası değildir; zaten böyle bir anlam yüklenemez. Siyasal, sosyal,
tarihsel ve ruhsal bir olgu değildir. Yüksek ve araç değerlerin anlatımı için
bir gereçtir. Sıfat olarak bir ismin önüne getirildiğinde, Türk sözcüğündeki
gibi toplam yüksek değerleri değil, kendi kapsamındaki değerleri bir gereç
olarak o isme yükleyebilir. Sonuç olarak aynı anlam uzayını ve derinliğini
oluşturamaz. Sanıyorum ki bu, söylediklerim herkesin önceden görebileceği kadar
basit bir çözümlemedir.
Basit bir çözümlemeden sonra, Türk yerine Türkçe sözcüğü (kavramı),
şiir veya edebiyat sözcüğünün önünde eş anlamlı olarak kullanılamaz. Bu
kullanım; gerçek durumu, aynı duygu ve anlam değerini veremez. Öyleyse anlamsız
tartışmanın altında yatan gerçek nedir? Bu tartışmanın çıkış gerekçesi;
tamlamanın anlam uzayı, dilbilim kurallarına uygunluk kaygısı ya da yeni bir
yorum değildir. Açıkça anlaşılıyor ki; yetkin olmayan, güdülenen, bilinçsiz
insanlar ile konunun duyarlılığından nemalanma amacı taşıyan insanlar; Türk şiiri
tamlamasından sıkıntı duyduklarını anlatmaya çalışıyorlar. Bu tür tanımlardan
rahatsız olmak, basit ve dayanaksız bir düşüncenin mengenesinde sıkıştırılmış
olmak, sağduyulu düşünememek anlamına gelir. Peki bunun altında ne yatar?
Bilindiği gibi bu ve buna benzer tartışmaları, Ergenekon davaları ve
FETÖ kalkışması sürecinde yaşadık, daha öncesi de var; deneyimliyiz. Sonra
açığa çıkardık ki; yandan çarklı, güdülenmiş bilir kişiler; birilerinin
emirlerini uygulamak üzere birtakım senaryolar yazıp topluma şırınga etmeye
çalışıyorlarmış. Tepemize bomba yağdırıldığında anladık bunları. Zor da olsa
anlamış olduk. Türk Şiiri mi, Türkçe Şiir mi olsun tartışması da buna benzer
bir amaca yöneliktir; birileri tarafından yazdırılan senaryoların
replikleridir. Öylesine ortaya atılmış replikler değil; üzerinde çalışılmış,
denenmiş, bir amaca yönelik replikler. Öyle olsa bile altında yatan gerçeklere
bakmak ve çözümlemek akıl gereğidir.
Yazımın başında dedim ki; “Öğreti ve inanç terminolojisini, önceden
edindiğiniz düşünce kalıplarını atın gitsin.” İşte bunu yapabildiyseniz ortada
tartışılacak bir konu kalmamıştır. Her şey açıktır. Türk şiiri isimlendirmesi,
doğal bir süreçte oluşmuştur ve dilin oluşum sürecine müdahale edilemez; etsek
de bir anlam taşımaz. Tartıştığımız konu için de geçerlidir; doğal oluşan bir
tanıma karşı yapay bir girdi yapamazsınız dil oluşum ilkelerine göre.
Yaparsanız ne olur? Yanlışı yanlışla doğrulamak için takla atanlara tanık
olursunuz; kuklaları tanımış olursunuz. Bilinci oluşmamış, yorum yeteneği
gelişmemiş, bilgiden bilimden bir haber; şairim yazarım diye dolaşan piyonlar
görürsünüz. Konuyu şovenizm, Irkçılık ve faşizme kadar taşıyan faşist anlayışa
sahip sepetler görürsünüz. Hatta bu konuyu kullanarak, nemalanmak isteyen bir
yığın piyasa çakalları tanırsınız.
Aidiyet duygusu, sömürülmeye açık bir duygudur. Her tür kötülüğü olağan
gösterebildiği gibi her tür güzelliği de nefret edilen bir olgu olarak
duyumsatabilir. Bu duygu durumundan dolayı, kendinizi Türk tanımının çatısı
altında görmüyor olabilirsiniz. Herkesin aidiyetine saygı duymak çağdaş insan
olma gereğidir. İnsan, evrensel değerlere ve evrensel haklara tabidir. Ne var
ki toplumsal bütünlüğün göstereni olan yüksek değer taşıyan bir ismi
yadırgamak; bundan kaçınmak için anlamsız çıkarımlarla boy göstermek; oturmuş
kavramları değersizleştirmeye çalışmak; yapmacık ve bilinçsizce bir tutumdur;
bu konuda olduğu gibi. Günümüz insanı, bunlara değer vermez. Anlamsız bir
isimlendirmeyi önümüze sürenleri de “Bilinci bu kadar demek ki ne yapsa
yeridir” diyerek gülümser geçer. Aklıyla
dalga geçmeye kalkılırsa, işte bu yazıda olduğu gibi payınıza düşeni veriverir.
Bilgi yükünüz, bilgiyi kullanma gücünüz, yorum ve analitik çözümleme
yeteneğiniz yetkin değilse, onun bunun söylemleriyle toplumun önüne çıkmamak
gerekir. Çünkü yüksek değer kabul edilen bir sözcük üzerinde konuşuyorsunuz.
Ayrıca, kendisine dayatılmış
düşünce kalıplarından kurtulamayan yorum fukaraları için şunu da eklemeliyim:
Türk şiiri demenin, ırkçılık olacağını söyleyecek kadar bilinçsiz ve cahil
sözde şairlerimiz varmış. İngiliz, Ermeni, Türk, Kürt gibi tanımlamalar,
ırkçılığın söylemi değildir; toplumsal ve tarihsel bir kimliğin yıllar içinde
oluşmuş bir adıdır. O toplumun folklorik değerlerini taşır. Bu adların
kullanılması, ırkçılığı ve şovenizmi değil; bir toplumun folklorunu, anlayışını
ve değerlerinin anlatımını içerir. Irkçılık ve şovenizm başka bir şeydir.
Felsefesi gereği sanatın; içinde, önünde ve arkasında zaten kullanılamaz.
Bilim ve sanat, insanlığın ortak dilidir; yalan söyleme yetenekleri
yoktur. Bir konuyu tartışacaksak bu iki alanın diline önem vermek zorundayız.
Sanatı ve onun alt dallarını, küçük hesapların bir gereci yapmak gelişmemiş
insan işidir. Toplumsal kimlik ve sanat
gibi moral değer kabul edilen kavramlar, incelik, duyarlılık ve ruh gerektirir.
Toplumların tutkalıdır; tarihsel bilgisidir; folklorudur. Ruhu ve özünün
aynasıdır. Önemsizleştirilecek kavramlar değillerdir; zaten yapamazsınız.
İsimlendirmeler, hiçbir sorunu çözmezler. İsme, biçime, tutuma;
evrimsel gelişime ayak uyduramamış kafalar takılırlar. Şiir sanatını, yazını ve
toplumun duyarlı olduğu değerleri, yormamak gerek isim-cisim görünümü altında.
Örneğin, Türk şiiri, magazinsel söylem ve dedikodular üzerinden kendine yol
bulmaya çalışan bir sanat dalıdır. Şiirle ilgili Türk yazınında elle tutulur
kaynak, nerdeyse yok gibidir; varsa da bir elin parmaklarını geçmez. Anlamsız
işlerle uğraşmak yerine şiirin eksik yanlarıyla uğraşmak daha akıllıca ve uygar
bir tutum olur. Şiir konuşacaksak, daha nitelikli tartışma konuları bulup
gündeme taşımalıyız. 16 Aralık 2020 Narlıdere
ŞİİR
ÖLÜYOR MU?
Şiir adına göstermelik kaygı taşıyan pek çok
şair tanıdım. Göstermelik diyorum; çünkü kaygılarını gidermeye yönelik küçük
bir çaba ve tutuma rastlamadım. Pek çok şiir yazısı, eleştirel deneme, anı,
şiir incelemesi ve çözümleme okudum. Biliyorsunuz bizim şiir yazılarımızda
şairin işine yarayacak içerik ender bulunur. Şiir, bir sanat alanı değil; ben
kaygısını törpüleyen bir gereç olarak görülür. Şiir yazılarının çoğu; öğreti,
inanç ve ben kaygısına yaslanarak bir okura düşüncesini dayatmak, diğerini
şikâyet veya ortalığa sızlanmak biçimindedir. Ne var ki başkalarını eğitmek
kaygısına düşüp kendini eğitmeye zaman bulamayan sıkı şiir sever insanlarız.
Kültür endüstrisinin çarkından kurtulabilmiş ve şiiri bir sanat olarak görmüş
şairlerimiz var elbette; hakkını verelim.
Bir yazın türünün ödül ve eleştiri sistemi,
saygın ve yetkin değilse o sanat dalının önde gelenlerinin şiirle ilgili söz
söyleme hakkı yoktur. Ödül ve eleştirinin sağlıksız olması, o toplumdaki
şairlerin sanat gibi yüksek değerlere karşı duyarsız olduğu anlamına gelir.
Etik değerler, ahlâk ve adaletin yozlaştığı bir ortamda sanat var olamaz; var
olsa bile kendi amacına hizmet etmeyen bir etkinlik biçimine dönüşür. Örnek
verelim mi? Siz, şiir yarışmalarında ödüle layık görülen bir yapıtın seçici
kurul gerekçeli kararının açıklandığını gördünüz mü? Açıklanmışsa bile (birkaç
yarışmada açıklandığını duydum) ödül verilen yapıtın sanatsal ve estetik değeri
hakkında; doyurucu, delile dayalı, sanat felsefesine uygun ve bilimsel bir
açıklama okudunuz mu? Başka bir soru soralım? Bugüne kadar okuduğunuz eleştiri
yazılarında, eleştirinin amacına hizmet eden, doyurucu ve bütünlüklü bir
eleştirel deneme okudunuz mu? Okuyamazsınız; çünkü bunların işleyiş süreci,
alaylı geleneğe dayalıdır; bendendir mantığına dayalıdır.
Kitap basım ve yayım konusuna hiç girmiyorum.
Yalnızca dergiler üzerinden konuşalım. Birçok yazar ve şair; dergilere şiir,
öykü ve deneme gönderiyor. Bu yazıların çoğu yayımlanıyor. Yazısı yayımlanan
yazar, dergi sürdürümcüsü değilse, emeğine saygı gereği yazısının olduğu dergi
kendisine gönderiliyor mu? Yazının yayımlanıp yayımlanmadığından haberi bile
olmuyor; iyi ki sosyal medya var da bir yerlerden görebiliyor. Şairin ve
yazarın emeğine ve yapıtına saygı duymayan bir yazın kültüründe daha başka ne
sorgulanabilir? Yazımın hacmi gereği bu tür örnekleri uzatmayacağım.
Gerçeği bilgi ve onun gücünde bulacağını gören
gençler; yıllar önce ortaya atılmış inanç sistemlerini, öğreti kalıplarını;
bağnaz sanat anlayışını, kırabilecek donanıma sahiplerdir. Onları, kalıplara
sığdırıp kurallar bütününe hapsedemeyiz. Genç kuşaklar, çağdaş şiir yazdıkları
için suçlanmış ve bu suçlama bugün de sürdürülmektedir. Aklını kullanıyor,
birey olduğunu göstermek için direniyor, savaşlara hayır diyor, çevreye sahip
çıkıyor, inanca ve düşünceye saygı duyuyor, yaşama hakkına dayatılan sınırları
reddediyor ve özgürlüğüne sahip çıkıyor, sanatta yeni biçim ve biçem deniyor
diye, şiiri öldürdüklerini mi düşünmeliyiz? Bence tam tersi şiiri ileriye
taşıyorlar. Çünkü kalıplarını kıramamış yaşlı düşünce, şiirin dayatıcı
bataklığında debelenip duruyor ve şiir elden gidiyor diye mızmızlanmaktan başka
hiçbir şey yapmıyor. Üstelik çağdaş sanattaki hareket ve yaratıcılık olgusunu
engellemek için her geçitin önüne pusu kuruyor. Nasıl mı? Görmezden gelerek,
yapıtının yayımını ve okunmasını engelleyerek, farkındalıklı çıkışların üstünü
örterek, anlamamak için direnerek, yeniliğin önünü keserek, şiirin önünü açacak
kuramsal bilgileri anlamsız bularak, ödül ve eleştiride kayırmacı/bağnaz bir
yaklaşım sergileyerek…
Magazinsel kültürle ortamın dayattığı dünya
görüşünü birleştirip koşullandırabileceğimiz dar bir alan değildir şiir
dünyası. Çağdaş düşünceye, sonsuzluğa ve sınırsızlığa en yakın olan bir sanat
türüdür. Toplam bilgi ve kültür varlıkları ile insan aklının, en üst düzeyde
kullanılmasını gerektiren sınırsız bir evrendir. Şiir, insan aklı ve
duyarlılığının salt sonucudur. Evrime bağlıdır. Şiir ölmez; şair ölür. Başka
söyleyişle; şiiri, şair kurar ve şair ne kadarsa şiir de o kadardır; ne uzun ne
kısa…
Sonuç olarak Türk şiiri, ölüyor diyemeyiz.
Şiir ölüyor demek, çağdaş sanatın hareketine ayak uyduramamak anlamına gelir.
Şiir, ölmüyor ama gelişmesi gecikiyor. Şiir anlayışındaki bağnaz ve tutucu
tavırlar, henüz tamamıyla kırılabilmiş değildir. Bunun yanında şiirin evrimsel
gelişimini engelleyen önemli sorunlar vardır: Propaganda dili, tebliğ dili ve
dilsel şiddet gibi. Bunlar, Türk şiirinden yeterince uzaklaştırılamamıştır.
Geleceğin zekâsı, geç de olsa bu tür sorunların üstesinden gelecektir,
inanıyorum. İlginç olanı şudur: Bu sorunlar, yaşlı düşünce tarafından sorun
olarak görülmek yerine şiirin olmazsa olmazı olarak düşünülmektedir. Bunlar,
çağdaş sanatın sınırsız evrenine, sanat bilimine ve kuramsal bilgiye uzak
durmanın olumsuz getirileridir. Umut edelim ki geleceğin şairi, tutuculuk ve
bağnazlıktan kurtulup bilgiye kucak açsın; şiirin işlevine yönelsin. Payına
düşeni alsın; engellere karşın…
PARADİGMA
DEĞİŞİMİ
Şiir
Sarnıcı (e-dergi)’nin blog başlığı açıklamasında: “Türk yazınındaki
kalıplaşmış edebiyat anlayışını ve yayın kültürünü kırıp sanat bilimi ışığında;
çağdaş, tarafsız, çıkarsız ve nitelikli bir yazın ortamı kurmak istiyoruz.
Dünyadaki tüm yazar, şair ve okurları bu ortamda buluşturmaktır amacımız. İyi
sözü, iyi dizesi ve sağlam öyküsü olan her sanatçı; yer alabilmeli dergimizde.
Bilgi çağını yaşıyoruz. Ayrılmışlık, bölünmüşlük, öğreti, inanç gibi
sınıflandırmaları bir yana atıp şaire-şiire, yazara-kitaba, bilime-sanata değer
yüklemeliyiz. Sanatsal ve estetik değer üretecek imgelem dünyasının kapılarını
aralamalıyız. Tarihten miras aldığımız sanatsal bilgiyi aşmanın zamanı geldi ve
geçiyor.” diye yazdım.
Günümüz
şair ve yazarlarını, özellikle yazın konusunda ciddi çalışmaları olan yazın
emekçilerimizi, bu tümceler ilk bakışta rahatsız edebilir. Bilgiye, sanata,
yeniliğe, deneyime ve emeğe sonsuz saygım olduğunu öncelikle söylemeliyim.
Maksadım, geçmişi ve bugünün yazarını-şairini irdelemek değildir. Sanatta
geleceği kurgulayıcı tutumların önünü açabilmektir. Geleneksiz gelecek,
geçmişsiz bugün, deneyimsiz yenilik olmaz. Bunları düşünebilecek bilgi
birikimine ve bilince sahip insanlarız.
‘Saf Sanattan İnsana’ isimli kuramsal kitabımda da kerelerce yinelediğim
gibi Türk yazınında paradigma (değerler dizgesi) değişimine gereksinim vardır.
Salt yazında değil; şair ve yazarın, insana yaklaşımında da paradigma
değişimine ivedilikle gereksinim vardır.
“Paradigma,
bir bakış açısıyla oluşan değer, düşünce, inanç ve tekniklerin bir dizisidir.
Sadece bilim alanına özgü bir kavram değil, bireyin günlük hayatında etkin olan
düşüncelerin, değerlerin ve algıların bir bütünüdür. Bir olaya farklı bakış
açıları ve geliştirilen kavramsal algılar, paradigmanın kısa tanımları olarak
görülebilir.[32]”
diye tanımlanabilir. Paradigma değişimi, haydi deyince olacak bir şey değildir.
Zaman, anlayış, birikim, deneyim ve özellikle bilimlere egemenlik gerektirir.
Sanat, insan ve dünyaya; daha ayrıksı bir açıdan bakmayı gerektirir. Ahmet
Haşim’in bülbülünü, İlhan Berk’in ritüellerini bir yana bırakıp şiirin
felsefesi ve felsefenin felsefesine sarılmakla olasıdır. İnsanın
algı-anlama-düşünme edimi ile bilgi, çok hızlı evriliyor; bunları yakalamadan
çağın şiirini yazamayız; hele geleceği kucaklayan şiiri asla. Şiir, kuramların
ve felsefenin arkasında gizlidir; bütün sanatlar gibi. Bu gerçekliğin ayırdına
varmak, yine bilginin bilgiyi açığa çıkarması ve bilincin bilgiyi işleyebilme
yeteneğine bağlıdır.
Türk
yazını ve yazın emekçileri arasında şöyle bir gezinti yapalım ve hangi
konularda paradigma değişimi önceliklidir görelim:
Bugünün
yazarı ve şairi, şiir tanımlanamaz diyen bir mantıktan artık kopmalıdır. Şiirin
de tanımlanabilir bir sanat alanı olduğunun ayırdına varan bir bilinç dünyasına
evrilmek zorundadır. Bilimsel sonuçlar, şu yorumu yapmamıza olanak tanıyor:
Dünyada tanımlanmayacak hiçbir şey yoktur; yeter ki o alandaki veri ve bilginiz
yeterli olsun. Ölçülemeyecek hiçbir şey yoktur; yeter ki ölçü aygıtı ve
biriminiz uygun olsun. Şiir gibi açık dokulu kavramların tanımlanabileceğini ve
tanımının da açık dokulu ve dinamik olacağını görecek birikime sahibiz. Şiir,
sınırsız somut ve soyut bir evrenin dilsel var olanıdır; tanımı yine o evrenin
içindedir. Sanatta, daha özelinde şiirde paradigma değişimi, eski bilgi ve
yorumların sağlıklı bilgi ışığında yeniden irdelenmesiyle başlayabilir. Sanatın kuramsal ve felsefi yönünü, çağın bilgisiyle
açığa çıkarmadığımız sürece, geçmişi yinelemekle yetinmek zorunda kalırız.
Değişimin gerisinde kalmak, yok olmak demektir.
Yenilikçi şiirden söz edilir çoğu
söylem ve metinde. Yeni şiir söylemleri arkasında, bildiriler (manifestolar)
dolaşır ortalarda. Yazınsal bazı teknikler dışında bunların içeriğinde kuramsal
tespit ve paradigma değişimine ön ayak olacak bir yaklaşım görmedim henüz.
Şiir; yerleşik beğeniye, alışılmış, kalıplaşmış söz öbeklerine karşı elbette
kendini yenilemelidir; ancak kendini yenilerken var olanı reddetmek yerine;
geçmiş bilgiyle geleceği kaynaştırmak, onu çağdaş bir biçimde dönüştürmek
zorundadır. Ne yıkmakla bir sonuca varılabilir ne de geçmişe bağlı kalarak yeni
şiir üretilebilir. Deneyimler gösteriyor ki yenilik; bilginin bilgiyi
üretmesiyle, bilginin anlamı, anlamın anlamı genişletmesiyle olasıdır. Salt
şiirde değil, gerçekte her olay ve olguda bu ilke geçerlidir. Önümüzde metinler arası ilişki,
tarihsel bilgi, bilginin sürekliliği, anlamın anlamı büyütmesi gibi gerçeklik;
tanımlı dururken, şiir sanatı gelenekten beslenmeli mi beslenmemeli mi gibi
anlamsız sorular, tartışma konusu olarak dergileri işgal etmemeli artık. En
azından şiir adına manisfesto diye ortalara kişisel algı ve sapkınlıkların
izdüşümü çizilmemeli. Sanatta yenilik ve yaratıcılık; görme, duyma ve bilginin
değişimiyle doğru orantılıdır. Şiirde yenilik, toplam akılla ve sağlam bilgiyle
yapılır; kısıtlı bilgiyle değil. Kuramsal bilgiden kaçınan ve sanatı bilimle iç
içe düşünemeyen bir anlayış, sanat bildirisi oluşturmayacağı gibi ne yeni şiir
yazabilir ne de başka alanlarda küçük bir yenilik ortaya koyabilir. Yazar-şair,
sanatta yeniliğin önünü açmak istiyorsa başını kaldırıp dünyaya bakmalı,
bilimin kılıcını kuşanmalı ve sanata yönelik yeni bilgi üretmelidir.
Sanatı,
öğreti ve inançların küheylanı olarak gören jokey şair ve yazarlarımız
çoğunluktadır. Bu yaklaşım aynı zamanda bölünmüşlüğün, ayrılmışlığın,
kalıplaşmışlığın ve taraftarlığın en görünür alanı olarak karşımıza çıkıyor.
Yazın platformlarının büyük çoğunluğu bu eksen üzerine oturtulmuş ve her biri
kendince bir duruş yüceliği safsatası uydurmuştur. İnsana ve yaşama karşı her
birey, duyarlı bir duruş sergilemek zorundadır. Her yazın ortamı, sanatsal ve
estetik değer için çabalamalıdır. Herkes, topluma, toplumsal olgu ve olaylara
duyarlı olmalıdır. En iyiye en güzele yönelten tutumları sanatta öncelemelidir.
Öncelik; insandır, candır, yaşamdır. Sanatçıysa eğer kişi, zaten yaşama ve
insana karşı yüksek değerler ile yaşamsal gereklilikler açısından içsel bir
zorunluluk taşıyor demektir. Herkesin bir din algısı ve siyasi görüşü vardır elbet. Edebiyat, din algısı
ve siyasi görüşünüzü kanıtlama ve yaşam alanına sürme yeri değildir. Dilimiz;
bilim ve sanat dili olmalıdır. Bilim ve sanat, insanlığın ortak dilidir. Bir
tarafın algısı ve çalgısıyla söz ya da nesne üretemez. İster
sanat ister başka bir alan olsun, her alanda bilim ve onun yolu dışında
kurgulanan her sözde dik duruş, bir gün bükülmeye mahkumdur. Sanat ve sanatın
çıktıları, tarihin en başından beri sürekliliğini korumuştur ama hiçbir öğreti
ya da inanç, sürekliliğini koruyamamıştır. Bu açıdan bakıp şiirde değerler
dizgesinin özellikle sorgulanması gerekiyor. “Cami ne kadar büyük olursa olsun
imam bildiğini okur” diye bir ata sözümüz vardır. Ben ne dersem diyeyim;
“Politik bilinç olmadan şiir yazılamaz” diyen bir akıl, sorgulama yapamaz.
Ondan; çağdaş, aydınlık, sınırsız bir evrenin varlığını görmesini bekleyemeyiz.
Saçmalığın, sanat felsefesi olarak ortalarda dolaştığı bir anlayıştan söz
ediyorum. İşte bu noktadan hareketle, bu alanda paradigma değişimine yönelecek
yeni bir bakış açısı üretilebilir mi? Yazın kültüründe dönüşüm gerektiren en
önemli nokta burasıdır.
Şiiri
salt dil konusu olarak gören edebiyat severlerin varlığı çoğunluktadır. Şiir,
dil demek değildir; dil, şiirin yalnızca gerecidir. Sanat alanıdır; dil sanatıdır ama dilin kendi
sınırları içerisinde değerlendirilemez; sanat bilimiyle ele alınması gerekir.
Şiir yazılarına baktığımızda, büyük bir çoğunluğu, dil ve dilin sınırlarını
sorgulayan yazılardır. Oysa şiire sanat alanı gözüyle baktığımızda önümüze çok
ayrıksı sorular çıkacaktır. Örneğin, her şeyden önce karşımıza bütün sanat
alanlarının temel bileşeni estetik bilimi dikilecektir. Sonra insan
bilimlerinden olan sosyoloji, psikoloji ve felsefe, temel uğraşı alanımız
olacaktır. Dil-düşünce-akıl-sanat ve bilimin birbirleriyle nasıl bir ilişki
içinde olduğunu net olarak söylemektedir. O zaman, “Şiir sözcükle yazılır, şiir
duyguyla yazılır, şiirde anlam aranmaz, şiir yaşanır yazılır, şiir akıl
dışıdır, şiirin ölçütü olmaz, şiirde duygular anlatılır…” gibi altı
dolduramayacak tartışmaların yüzeysel söylemler olduğu ortaya çıkar. Şiirde
propaganda dili, irşat dili kullanmak yerine sanat diline yöneliriz. Ayrıca,
şiire ve şaire ödül, övgü ve yergi; biraz olsun anlam kazanır. “Körler sağırlar
birbirini ağırlar” mantığından kurtulmak için bir basamak olur. Bunun yanında,
okur odaklı, eser odaklı, şair odaklı veya izlenimci eleştiri mantığını bir
kenara atıp öz ve içeriği, sanat değeri oluşturan ögelerde aramaya yöneltir.
Kısacası, sanat ve insan ilişkisinde var olmayan yakıştırmaları bir kenara
buruşturup atmamızı sağlar. Hiçbir şey söylemeyen, sanat değeri olmayan, duygu
değeri taşımayan, öykünen ve alışılagelmişi bağıran şiir yazmaya paydos
diyebiliriz. Artık çağdaş sanat anlayışı, doğayı veya nesneyi birebir tuvale
yansıtmayı, öykünerek rastgele sözlerle dize kurmayı sanat kabul etmemektedir.
Şair ve yazarın, okur nezdinde saygınlığı nedir? Asıl sorgulamamız
gerekense şairin, şair gözünde saygınlığı nedir? Açık
sözlü olmalıyız. Dergi, kitap, gazete ve diğer yayın ortamlarında, yayımlanan
bir yapıtın maddi ve manevi karşılığını alan kaç yazar vardır? Neden soruyorum
bunları? Şairin, şaire saygısı yoksa, her fırsatta birbirlerine dilsel şiddet
uyguluyorlarsa okurun şaire saygı duymasını bekleyemezsiniz. Yapıtını
gönderdiği derginin editörü, yapıtını aldığına yönelik bildirimde bulunma
inceliğini göstermiyorsa bu ortamın havasını koklamayan okurdan saygınlık
beklememelisiniz. Şair ve yazar, yeni bir şeyler üretme çabası taşır. Üretirler
de. Peki yapıtları, ne kadar saygınlık görür şair-yazarlar arasında, komüne
kayıtlı değilse?
İyi yapıt,
iyi bilgi ve yeni bilgiyi görmezden gelmek, salt bilgi ve yazar-şaire haksızlık
değil, bütün insanlığa yapılmış bir haksızlıktır. İyi bilginin örtülü kalma
gibi bir korkusu yoktur ancak geç kalınma sorunu vardır. Bilgiyi geç ayrımsamak
ise sanatsal gelişimi geciktirir; bu da şairin bilinciyle ilgili bir durumdur.
Şiir sanatında olduğu gibi eski çağ söylemlerine sığınıp yeni bilgiyi görmezden
gelmek, şairin kendisine ve şiire yapabileceği en büyük kötülüktür. Yaşadığım
bir örneği burada sizlerle paylaşayım: Kitabımda üç sanatsal kuram, bir teknik
ve birkaç ayrıntılı inceleme ile birçok yeni sanatsal kavram/terim ileri
sürdüm. Bunlar, Türk yazınında yer almamış yeni bilgilerdir. Özellikle
lisansüstü düzeyde irdelenmesi gereken konulardır. Kitap yayımlanalı iki yılı
geçmesine karşın ve kitabın sosyal medya sayfasında ülkemizdeki şair ve
yazarların çoğunluğu ekliyken, ben şairim-yazarım-düşünürüm diyen bir kişi bile
yorumda bulunamadı. Pek çok neden sayabiliriz ancak ilk neden, taraftarlığın
şairde yarattığı kronik yaradır. Komüne kayıtlı değilseniz ağzınızla kuş tutsanız
kimse görmez. İkinci nedense, bilgiye ve bilime karşı bilinçsizliktir. Türk
sanatında daha özelinde Türk şiirinde, paradigma değişiminin gerekliliği
buralarda kendini gösteriyor. Bilgiyi ve bilimi önümüze koymak; geleceğe yol
almak için hantallıktan kurtulmak ve dinamik olmak gerek. Bu da ancak Türk
şiirindeki bazı tabuların sorgulanıp yıkılmasıyla olasıdır. Ayrıca şunu da
belirtmeliyim: Türk şiirinin önündeki en büyük engel Türk şairinin kendisidir.
Türk şiirinde paradigma değişimi şairin değişimiyle başlayabilir; bu da birkaç
kuşak gerektirir kanısındayım.
Sanatın tüm alanlarında olduğu gibi şiirin amacı, okura bir şeyler
öğretmek, algısını güdülemek, düşüncesini değiştirmek, yapılandırmak
veya dönüşüm yaratmak değildir. İnsanda duyarlılık yaratmak ve sevme
duygusunu güçlendirerek yaşam sevinci doğurmaktır. Bilincini
olgunlaştırmak ve sevgi kavramını bilincine yüklemektir. Oysa Türk şairi,
okurun düşüncelerini yapılandırma kaygısı altında şiir yazmıştır ve halen büyük
bir çoğunluk bu kaygıyla şiir/öykü/roman yazmaktadır. Sanatın işi, okurun inanç
ve öğreti dünyasını düzenlemek değildir; ruh dünyasını düzenlemektir.
Duyarlılık yaratarak okurda yaşam sevincini doğurmaktır. Öyleyse sanat adına
taşıdığımız kaygı ve bakış açısı değişmelidir. Değerler dizgesi, değişmelidir.
Sanatı daha özelinde şiiri, küheylan olarak gördükçe elinde kırbaçla dolaşan
jokey çok olur.
Özet olarak, Türk sanatı daha özelinde Türk yazını, bilimsel veri
ve kuramlarla sorgulanmalı ve paradigma değişimini gerektiren değerleri
olgunlaştırmalıdır. Yazın; toplum düşüncesinin, imgeleminin ve tasarım
yeteneğinin önünde olmalıdır. Toplum düşünce ve düşünün önünde değilse kendi
kendini öldürüyor demektir. Günümüzde olduğu gibi aktarma bilgiyle kendini var
kılmaya çalışmak, yazının gelişmesine değil; öykünmenin kronikleşmesine yol
açar. 10.02.2021
KENDİMİ YAZAYIM BARİ
Anladığım ve yazından takip ettiğim kadarıyla,
yazdığım pek çok şeyin, doğruluk ve uygunluk değerinin hakkıyla ele
alınmadığını düşünüyorum. Bir anlamda söylemek istediğimi anlatmakta
zorlanıyorum. Bu yüzden, nasıl bir düşünce sahibiyim; olay ve olguları nasıl
ele alıyorum; sanata ve yaşama neresinden bakıyorum; tarafım ya da
tarafsızlığım hangi boyuttadır gibi konuları, biraz olsun açmalıyım ki
basmakalıp düşüncelerle yargılanmak zorunda kalmayayım.
Biliyorsunuz ki algı, ilginç bir insan tepkisidir;
önemli bir eşiktir. Algının uyarılması, sempati ve sevgi gibi olumlu duyguya
gereksinim duyar. Bir tarafın yanında olmayan, olaylara nesnel ve tarafsız
bakabilen bir göz; toplumumuzda ne yapıp ederse etsin yaptıkları, pek geçerli
ve tatmin edici şeyler görülmez. Çünkü beklediğini söylememişsinizdir,
doğruluğuna inandığı şeyi kökünden yıkmışsınızdır. Asıl sıkıntı, toplum
nezdinde iyi yazar algısını doğurmak, bizim anlağımıza göre okurun ve
sanatçının öğretisi/inancı tarafında olmaya bağlıdır. Düşüncesini desteklediğiniz
sürece varsınız. Hemen kendinizle bunu test edebilirsiniz. Tarafın
tarafındaysanız, sen en büyüksün; yorumun, bilgin ve söylemin her yer ve her
zamanda geçerlidir; doğruluk değeri yüksek olsun olmasın, hatta çıplak yanlış
olsun. Aklımız böyle çalışır. Ne yazık ki gerçek bilgiyle değil, söylemlerle
kendine yön bulmaya çalışan insanların tipik özelliğidir bu. Bilginin yararını
ve kullanılırlığını, sözde güvenilir kişilere onaylatıp ondan sonra kabul eden
kolaycı bir tutumumuz ve güvensizliğimiz vardır. Sosyolojik bir tespittir;
kabul eder ya da etmezsiniz.
İşte ben bu tür durumların tamamıyla karşısındayım ve
farklı düşünüyorum. Bu yüzden yanlış yargı ve yorumların, basmakalıp
genellemelerin hedefi olmamak için, kendimi yazayım bari diye bu metni kaleme
alıyorum; ne kadar dilim dönerse…
Dostlar benim dilim; bilim ve sanat dilidir. Bilim ve
sanat, insanlığın ortak dilidir. Bir tarafın algısı ve çalgısıyla söz üretemez.
Yargıya varmaz. İnsanın kişilik yapısından, yapıtın varlıksal yapısına ve kendi
dünyasından okurun dünyasına kadar her şeyi ölçüp biçip bilgiye dökmek
zorundadır. Bu, bizim köydendir; şu, bizdendir ödüncüne kaşıyalım; şu, bizden
değil geç gibi bir yaklaşım içinde olamaz. Nesnel ve bilimsel verilerle yargıya
yönelir. Eleştirecekse, eğrisiyle doğrusuyla inceler ve tarafsız verilere
dayanarak eleştirir.
Benim tarafım yoktur; öğreti ya da din gibi kişileri
ilgilendiren durumları, yazın dünyama karıştırmam. Herkesin bir din algısı ve
siyasi görüşü vardır elbet ama benim anlayışıma göre bunlar bilim ve sanatın
içinde yer almamalı. Hayranı olduğum kişi yoktur. Sanatını beğendiğim kişi
vardır ama izlediğim kişi değildir. Yeni şeyler söylemişse bilgisine saygım
vardır; ilgiyle incelerim. Sanat dünyasından birini savunmak gibi bir görevim olmadığı
gibi birilerini yermek/övmek gibi bir düşüncem, sempatim veya hayranlığım
olmamıştır. Kişileri savunmak, adının gölgesinde eşelenmek ya da yermek, bana
göre değildir ve bunları eleştiri sınıfına koymam. Yazın dünyasında kişiler
hakkında eleştiri adı altında dedikodu yapmak, dilsel şiddete girer, diye
düşünürüm. Kendi alanında iyi bir sanatçının tanınırlığını kullanmak;
yetersizliğin bir sonucudur. Eleştiri yapıt için yapılır; kişi için değil; yazar,
yapıtı açıklamak için incelenir.
Taraf olmanın sağladığı avantajla bugün edebiyat
sektörünün köşe başlarında oturanlara, tarafsızlık ya da herhangi bir düşünce
kalıbının içinde olmamanın nasıl bir şey olduğunu anlatmak olası değildir. Bunu
biliyorum. Kendisini güncelleyemeyen yaşlı, tutucu ve bağnaz bir kuşakla iç
içeyiz. Genellemelerle şiir sanatına yol çizmeye çalışan bir statükonun içinde
filizlenmeye çalışıyoruz. Aslında bu sorunları görebilmek çok basit.
Algılarınız güdülenmemiş ve koruyabilmişseniz bu ortamda, sağlıklı çözümleme
yaptığınızda her şey ortaya çıkıyor. Tabi algılarınızın güdülenmemesi için
bilgi ve bilimin analitik çözümü gereklidir. Mürit ya da taraftarlar, bu çözümü
sağlıklı yapamadığı için bir başkasının fikirleri ile belirlediği kalıbın
sınırlarını çiğneyemezler. Yani uygulayıcısı ve kölesidir. İster kabul edin
ister etmeyin, mürit veya militan gibi din veya öğreti kalıplarına bağlı
bilinçleri, köle bilinç olarak tanımlarım. Çünkü onlar, özgün ve özgür gibi
görünmesine karşın çevresi sıkı bir çeperle kaplıdır ve istenenin dışına çıkamazlar.
Beynimizin çalışma ilkeleri gereği bunun böyle olduğunu rahatlıkla
söyleyebiliyorum.
Omurgalıydı, dik dururdu, şair duruşuydu, dindardı,
direnişçiydi gibi söylemlere inanmam; bunu söyleyenleri ve bunlarla övünenleri
çok basit bulurum. Bunu söyleyenler, kendilerinde olmayan bir şeyi var
göstermeye çalışan kişilerdir. Verili kalıpları kendi yararına gereç olarak
kullanan kişilerdir. Uzun zamandır kitap fuarları ve etkinliklerde, yazar ve
şairleri yakından izliyorum. Onlarca yıl ülkenin her şehrinden binlerce genç ve
aile yapılarıyla iletişim içinde oldum. Kahramanlık gibi algılanan bu tür
söylemlere koşut şair ve yazar görmedim bugüne kadar. Sanatçının dik duruşunu,
sanatında görebiliriz ancak; söylemlerinde değil. Bu yüzden en iyi şair, en iyi
şiir yazandır; en devrimci şair, en yeni şiiri yazandır; birilerin kılıcını
kullanan değil. Birilerin ürettiği düşünce üstünde fedailik yapan değil. En iyi
şiir yazan da şiiriyle, yaşama bakışıyla ve duruşuyla övünmez; bunları okuruna
ve geleceğe bırakır.
Sanatta, özellikle şiir sanatında magazinsel
söylemlerden kurtulmak ve eleştiride dedikodu kültürünü yok etmek için, uzun
bir çalışma ve araştırmanın sonunda Şiir/Sanat Çözümleme Tekniği ve Katman
Edebiyat Eleştiri Sistemini ortaya koydum. Çok yeni bir teknik ve ayrıntılı bir
sistem, daha da geliştirilmesi gerekir. Bunlar, bilimsel verilere dayalı
çalışmaların sonunda ortaya çıkmış farklı ve yeni bir bakış açısı gösterir.
Tabii ki bunların anlaşılması ve kullanılabilir bilgi olarak ele alınması,
uzunca bir zaman gerektirir. Bu çalışmalardan sonra şairim veya eleştirmenim
diyen çoğu kimseye inanmıyorum. Yaptığı iş önemlidir benim için. Metinlerine ve
yaptığı sanata yazdığı şiire bakarım; dedikodunun dışına çıkabilmiş mi,
tarihsel bilgiye yeni bir şeyler katabilmiş mi, büyük abilerinin söylemlerinden
kurtulabilmiş mi, özellikle yaptığı iş öykünme mi, özgün mü, diye. Biliyorum ki
çoğu şair ve eleştirmen, geçmişin bilgilerini ıslayıp ıslayıp önümüze sürerek
bunları doğrulama ve paye kapma yarışındadır. Sanatın içinde bu tür çabalarla
var olma peşindedir dağarcığı dar olanlar. Abarttığımı düşünmeyin lütfen, yazın
dünyasına baktığımızda her bir sayfasında bu sıkı çabayı
görürsünüz.
Şiir bildirilerinin hepsini (manifesto) ve şiir
yazılarının çoğunu, dikkate almıyorum. Şiirin biçimi, biçemi ve geleceği
bildirilerle belirlenemez. Şiirin biçim ve biçemini çağın güncel kültürü ve
bilgisi belirler. Yazınımızdaki şiir yazıları da şiire ve şaire çok şey katan
türden yazılar değildir. Şiir yazılarının çoğunluğu, sanat bilgisiyle değil,
şiir tarih bilgisiyle yazıldığından, öykünme ve yinelemenin ötesine geçmiyor.
Hatta şiirin içinde olmaması gereken konularla şiir sanatı, çok fazla meşgul
ediliyor ve anlamsızca yoruluyor. Yok mu iyi şiir yazıları; elbette var ama
parmakla gösterilecek kadar azdır.
Siyasi görüşüm yok mu, elbette var. Çağdaş dünyanın
çağdaş değerlerle yoğurdu insanın dünyasıdır benim siyasi görüşüm. Umarsız,
çıkarsız, yararsız, salt insan için olan. Sağcıyım, solcuyum, devrimciyim,
faşistim, kapitalistim gibi kavramlar benim dağarcığıma girmemiştir; bunlar,
bana göre insanları yönetmek için dayatılmış düşünce kalıplarıdır. Aidiyet
duygusunu doğurmak için sahte anlam yüklenmiş terimlerdir. İnsanı sınıflandırıp
belirli kulvarda yürümesini sağlamaya çalışmaktır. Kısacası üst akıl, kendi
amacını gerçekleştirmesi için insanda aidiyet duygusu oluşturup paye vererek
onu bir köle olarak kullanmasıdır; bunun adı; militandır, mürittir, yol
arkadaşıdır, dava arkadaşlığıdır vs. Gereksiz mi, hayır gerekli bir kurumdur,
toplumsal döngüyü sağlamak için ama içinde çıkara yer vermeden. Bu olası mı?
Günümüzde ve güncel insan algısıyla böyle bir siyaset olası değil, diye
düşünüyorum.
Yorum ve savlarım bir tarafa benzerlik gösterdi diye,
herhangi bir aidiyet çemberine hapsedilecek kadar sığ olmadığımı belirtmek
isterim. Doğruluk değeri yüksek olan neyse, odur. Aslında özgürlük dediğimiz
kavramın ne olduğunu biliyorsak eğer, çağdaş bilince sahip bir insanın
kendisini tanımlamak zorunda kalması, utanç verici bir durum olmalıdır; ne var
ki gerçektir. Doğruya doğru, olması gerekeni söyler yazarım. Kimin hangi
tarafta olduğu beni ilgilendirmez. Şiir sanatının duayenlerinin anlayacağı
şekilde söyleyeyim bunu: Tu kaka ilan edilmişin yanında yardakçı ya da duayen
kabul edilenin yanında yararcı bir çabam ve tutumumum olmadı, olamaz. Dilim,
bilim ve sanatın dilidir. Toplam bilginin çözümlenmesidir. Dikkat ederseniz
emeğe saygı gereği olmadıkça yazılarımın hiçbir yerinde tanınmış isim
kullanılmamıştır. Türk şiiri veya sanatında şu anlayıştan hemen kurtulunmalıdır:
Hiç kimse sizi elinizden tutup kürsüye çıkarıp adınızı ünlendiremez; yaranmaya
çalışmayınız. Hiç kimse, sanatınız iyiyse sanatınızı sümen altına saklayamaz;
kendinizi olduğundan farklı göstermeye çalışmayınız. Bu tür beklentiler,
aşılmalıdır. Dergilerde, gazetelerde, şuralarda, buralarda kişiye yaranmak için
ilginç tutumlar gördüm ki bunu dile getiriyorum. Şair ve sanatçı bireydir ve en
temel özelliği, kendisine, bilgisine ve sanatına güveni olmasıdır. Değilse de
böyle olmalıdır; aksi durumda sadece öykünür, sanat üretemez.
Bilim ve sanatın dışında, gerek öğreti kalıplarıyla
gerek inanç gerekleriyle yola çıktığınızda elinizden gelen ve yapmak zorunda
olacağınız şey, birilerinin aklına ve emirlerine hizmettir. Gerçek bilgi ve
yaşam gerçeğine ulaşmak için bilim ve sanatın dili dışında size tarafsız bilgi
veren hiçbir alan olmayacaktır. Kul olmanın düpedüz kişilik teslimiyeti
olduğunun ayırdında olmayan ve militan olmayı yaşamın yüksek değeri sayan bir
anlayışa, bunlar nasıl anlatılabilir ki? Söylediğim şeyleri, sözünü ettiğimiz
bilinçlere ulaştırabilmenin bir yöntemi var mıdır, inanın ben de bilmiyorum.
Zamanla insanımızda yüksek bilinç oluşacak ve illaki bunların ayırdına
varacaktır, diye ümit edip kısa keseyim.
Her bireyin yaşama bakışı, beklentisi ve düşünce
biçimi farklıdır. Yaşadığı, gördüğü, deneyimlediği ve aldığı bilgi ile
bunlardan çıkardığı sonuç, farklı olacaktır. Aynı bilgiyi farklı biçimde
yorumlayabilir veya çözümleyebilirsiniz. Bunu yaparken her düşünceye kulak
vermek ve önyargıya saplanmadan tartışabilmek gerekir. Çözümleyici davranmak
gerekir. Çağdaşlığın temeli, bana göre düşünceye saygıdan başlar, insana
saygıyla taçlanır. İnsana saygı olduğunda pek çok sorun, kendiliğinden sorun
olmaktan çıkacaktır. Benim için insan her şeyin üstündedir; düşüncesi geçersiz
olsa bile.
Sanat, ne dayatılan bir amacı gerçekleştirmek ne
toplumu düzeltmek ne de toplum düzenini düzenlemek için yapılır. İnsanın yüksek
değerlerini yüceltmek için yapılır. Amacı; neslin sürekliliği için yaşam
sevinci yaratarak insanı en güzele yöneltmektir. Ne yazık ki şiir yazınımızda,
şiirin özüne dokunan, şiir için önemli şeyleri ortaya koyuyor diyebileceğimiz
metin bulmak çok zordur. İçeriği; dedikodu, genelleme, sataşma, hor bakma,
yineleme ve övgü gibi magazinsel söylemlerdir. Bu yüzden çalakalem yazılmış
şiir yazılarını, şiire yüklenen görev ve abartı yorumları dikkate almam. En çok
yazı yazdığım konulardan biri de budur.
Sanatçı, şair, yazar dostlarıma diyorum: Gelin bir de
benim gözümden bakmaya çalışın dünyaya, insana ve sanata. Nasıl bir sanata ve
nasıl bir insana varabiliriz, azıcık birlikte kafa yoralım. Barışın, gerçek
insan olmanın ve insanca yaşamanın, kısacası “tam insanın” sırrı sanki burada
duruyor. Ayrılmıştı, bölünmüştü, taraftı, devrimciydi, faşistti gibi söylemlerle
suçlanan insanların; suçlamayı bırakıp kişisel aidiyet yanlışlarını onaralım.
İnsanlığın; insanlığa hizmet eden bir bireyi olarak yola çıkalım. Savaşla,
şiddetle, sidik yarışıyla, dedikoduyla tarihten bugüne kadar hiçbir sorun
çözülememiştir. İnsanlığın geleceğini, bilim ve sanatın yarattığı yüksek
değerde aramak zorundayız; bundan ötesi söylenegelen birer öyküdür. 5 Kasım
2020 Narlıdere/İzmir
[1]
Yaşlı düşünce; algı, anlama dolayısıyla yorum ve bilgi işlem yeteneğini
kaybetmiş düşünce
[2]
İsmail Tunalı, Estetik Beğeni, Remzi Kitabevi. 2. Basım 2011
[3]
Katman; yapıtın nesnel ve duyusal varlık alanları tanımlamak üzere yapılardır.
Anlam Katmanı, ses katmanı gibi…
[4]
Ayrıntılı bilgi için, “Saf Sanattan İnsana, Şiir Çözümleme Tekniği ve Şiir
Eleştirisi” isimli kitap ve “Şiir/Sanat Çözümlemesi” isimli e-kitaba
bakabilirsiniz.
[5]
“Dil çalışmaları” isimli deneme, İmgelem İmge-İmgelem isimli e-kitabıma
alınmıştır.
[6]
“Dil çalışmaları” isimli deneme, Ç. Türk Dili
Dergisi Mart 2020 Sayı:385’te yayımlanmıştır.
[7]
Y. Özmen, Saf Sanattan İnsana Şiir Çözümleme Tekniği ve Şiir Eleştirisi, Trend
Yayınları, 2018
[8]
Ontik; Nesnel ve duyusal varlık katmanlarından oluşan, varlıksal
[9]
İntegral; çözümlenebilir, türevi alınabilir, parçalara ayrılıp
bütünleştirilebilir, hesaplanabilir.
[10] Şiir Çözümleme Tekniği, şairin imgelem sürecinden şiiri yaratışına,
şiirin okurda yarattığı erekten gelecekteki anlamsal devinime ve şiire artı
değer katan tüm unsurlara kadar toplam şiirsel süreci kapsar. Şiirin bütün
organlarının varlığı ya da yokluğu ile işlevsellik ve işlerlik durumunun ortaya
konmasına yöneliktir.
[11] Katman, şiirin nesnel ve duyusal varlıklarını kendi
özellikleri içerisinde bir grupta toplayan yapıdır.
[12] Tabaka, katmanları oluşturan nesnel veya duyusal daha alt
varlık alanlarıdır.
[13] Eksen, sesin fiziksel özelliği gereği ses katmanının altındaki
sınıflandırmadır. Tabaka teriminin işlevi ile aynıdır.
[14] Saf Sanattan İnsana, Şiir Çözümleme Tekniği ve Şiir
Eleştirisi” isimli sanat çözümlemesine yönelik kuramsal kitap ve Şiir/Sanat
Çözümlemesi (Denemeler-2) (e-kitap)’ne bakabilirsiniz.
[15]
Ayrıntılı bilgi için “İmgelem-İmge-İmgelem” isimli kitaba aşağıdaki
bağlantıdan bakabilirsiniz.
https://siirsarniciyasarozmen.blogspot.com/2020/04/imgelem-imge-imgelem.html
[16]
Takyettin Mengüşoğlu, Felsefeye Giriş, Remzi Kitabevi, 11. Baskı. Ayrıntısı bu
kitaptadır. Bilginin aslı bu kitaptan alınıp yorumlanmıştır.
[17] Duygu yönetimi, sevgi gibi olumlu duyguları geliştirmek,
yöneltmek ve bireyin yönetmesine katkıda bulunmak için özellikle aile ve okul
eğitiminde ele alınması gereken bütünlüklü bilgi disiplininden söz ediyorum.
[18]
çağrışım yelpazesi: şairin okuru yönlendirdiği çağrışım
olanakları ve açısı…
[19]
rastlantısal anlam: gerek
çoğul anlam nedeniyle gerekse okur algısına bağlı olarak oluşan ve okur imgelem
olanaklarını gerçek anlamın daha ötesine/uzağına taşıyan anlam alanıdır.
[20]
çağrışımsal imgelem: Okurun, şairin
yönlendirdiği uyaranlar ile kendi yaşamsal varlıkları, kültürel değerleri ve
belleğinde kaydedilmiş görüntüler üzerine yaslanarak, zihninde yeni görüntüler
ve yeni duyusal alanlar yaratma sürecidir. Şiirin iletileriyle okurda
tetiklenen/yaratılan imgelemdir.
[21] çağrışım saçağı: Çağrışım saçağı, şiirin/yapıtın okurda
çağrışım sonucu yarattığı imge ve imgelem demetidir. Çağrışım sonucu anlamın
zihinde dal budak salması olarak düşünülebilir. Çoklu imge ve imgeleme
ulaşıldığını ifade eden bir benzetmedir.
[22] İleten, Gencay Saylan,
Postmodernizm, İmge Kitabevi, 5. Baskı 2016
[23] Şair şiirini yazarken okuru dikkate almaz” gibi delilsiz
yargıyı bir kenara itmeliyiz öncelikle. Şiir; şair, okur ve yapıt üçgeninde bir
değer olma ilkesine sahiptir; hiçbirini göz ardı edemeyiz.
[24] Daha açıklayıcı bilgiye ulaşmak için, İmgelem-İmge-İmgelem
isimli e-kitaptaki “Dilsel Şiddet” ve Şiir Sanat Çözümlemesi isimli e-kitaptaki
“Yazın ve Şiddet” başlıklı denemeleri okumanızı öneririm.
[25] Daha açıklayıcı bilgiye ulaşmak için, İmgelem-İmge-İmgelem isimli
e-kitaptaki “Şiirsel Ezgi” denemesini okumanızı öneririm.
[26] Hakaretten sözlü
saldırıya, küçümsemeden alaysamaya kadar varan davranış ve yazın dilidir.
[27] Deneme kitaplarım e- kitap olarak yayımlanmıştır. Yazın
dünyasıyla ilgili olan çoğu adrese gönderilmiş ve bloğumda ve sosyal medya
hesaplarında kayıtlıdır, ulaşılabilir.
[28]
İleten, Gencay Saylan, Postmodernizm, İmge Kitabevi, 5. Baskı 2016
[29]
İleten, İsmail Tunalı, Estetik Beğeni, Remzi Kitabevi, Kasım 2011
[30]
Bütün sanat akım ve dönemlerini içine alan ancak çağdaş sanatın da
ilerisinde; çağının bilgi, kültür, bilim, teknik ve metafizik bağlamında
insanın düşünebildiği ve imgeleminde tasarlayabildiği bütünlüklü bir sanat
anlayışıdır.
[31] Gencay Saylan,
Postmodernizm, İmge Kitabevi, 5. Baskı 2016
[32] https://www.iienstitu.com/blog/paradigma-nedir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder