Saf Sanattan İnsana, Şiir Çözümleme Tekniği ve Şiir Eleştirisi

 

Saf Sanattan İnsana Yaşar Özmen













 
Saf Sanattan İnsana Yaşar Özmen





 

Kitabın son okuması ve düzeltmesini yapan

Ortaokul Öğretmenim Dil Uzmanı Emel Yelkenci Saral’a,

Bu kitabı yazmak için düşünce ve yapıtlarından yararlandığım,

sanat bilincimin oluşmasında katkısı olan

tüm şair, eleştirmen, bilim adamı ve sanat düşünürlerine

ayrı ayrı teşekkür ederim.

 


 

                                               

Birinci Baskı Kasım 2018

Güncellenmiş Sayısal Sürüm Mart 2021

İSBN No:978-9944-342-74-2

 

 

Saf Sanattan İnsana

 Şiir Çözümleme Tekniği ve Şiir Eleştirisi

Yaşar Özmen

 

 

 

 

Yaşam Öyküm

 


1964 yılında Eskişehir’in Mihalıççık ilçesi Kızılbörüklü köyünde doğdu. 1985’te Kuleli Askerî Lisesi’ni, 1989’da Kara Harp Okulu Makina Mühendislik bölümünü bitirdi. 2007 yılında Selçuk Üniversitesi’nde Yönetim Organizasyon konusunda yüksek lisans yaptı. 2014 yılına kadar yöneticilik ve bilgi yönetimi konusunda değişik görev yerlerinde çalıştı. TSK’dan 2014 yılında emekli oldu.  Bilgi yönetimi, iş sağlığı ve güvenliği, gayrimenkul değerleme gibi özel uzmanlık alanlarına sahiptir. 2011 yılından beri sanat bilimi, dil bilimi, resim, öykü, deneme ve özellikle şiir üzerine çalışmalar yapmaktadır.

 

Yayımlanan Kitapları:

Bir Damla Suda Halkalar, şiir kitabı, 2018, Temren Yayınları.

Saf Sanattan İnsana, Şiir Çözümleme Tekniği ve Şiir Eleştirisi, sanat çözümlemesine yönelik kuramsal kitap, 2018, Trend Yayınları.

Umut Bekler Bizi, Görsel-Sayısal Şiir Kitabı, Mayıs 2020, (e-kitap)

İmgelem-İmge-İmgelem, (Denemeler-1) (e-kitap) Vedat Günyol 2020 yılı 4. Deneme Yarışması Seçici Kurul Özel Ödülü, Mayıs 2020

Şiir/Sanat Çözümlemesi (Denemeler-2) (e-kitap) Mayıs 2020, Homeros Edebiyat Ödülleri 2020 Bir Şiiri İnceleme dalında “Turgut Uyar’ın ÜÇYÜZBİN Şirinin İncelenmesi” üçüncülük ödülü alan inceleme bu kitaba alınmıştır.

Sanatsal Denemeler (Denemeler-3) (e-kitap) Ocak 2021

UMUT isimli şiiri, Güncel Sanat 11. Kaygusuz Abdal Seçici Kurul Özel ödülüne uygun görülmüştür.

ŞİİR SARNICI (E- DERGİ)’nın, kurucusu, editörü ve yöneticisidir.

Sardunya Zamanı Şiir Seçkisi, Türk Dünyası Şiir Seçkisi, Şiir Kalbimizde Şiir Seçkisi ve Nar Öykü/Şiir Seçkisinde yer almıştır. Deneme, makale, öykü ve şiirleri, yazın dergileri ile diğer yayın ortamında yayımlanmaktadır.

6 Mart 2021

 

 

Şair ve yazar; iyi bir okur olmak zorundadır. İyi bir okur olmayan her birey, ne söylendiğini anlamadığı gibi neyi bilmediğini gösteren bilgilerin de ayırdına varamaz. Bu durumda çok yazan ama yeni bir şey söylemeyen, kavram-terim-sözcükler arası anlamsal bağıntıyı kuramayan ve yalnızca öykünen yazarlar/şairler türer; bu kaçınılmaz bir sonuçtur.

 

 

ŞİİR

 

Gılgameş'den Homeros'a

Hesiodos'dan Horatius’a

Usturuplu bir selâm dizelerle

Dante'ye, Hayyam'a, Yunus'a

Şiir kokulu uğraklarda

Estetizmin vatkasına

Teyellemekse Ars Poetika

İç mimari tulumunu giyer

Keser kırk yerinden şiiri

İşte o zaman ki

Kösnül bir görüngüye varır

Nâzım'ın teninde İlyada…

                         Mart 2014 Narlıdere/İZMİR

İÇİNDEKİLER                                                                      :

Önsöz…….………………….……………………………………...…7

Birinci Bölüm

   Saf Sanattan İnsana   …………………..….………......................14

İkinci Bölüm

Şiir Çözümleme Tekniği………………………...........................98

Biçim Katmanı..…………….……........................................107

Anlam Katmanı..…...………………………..………...........114

Gerçek Anlam Tabakası ………………….........…….........130

Rastlantısal Anlam Tabakası…………………………...…136

Üst Anlam Tabakası……………..………...........................144

Anlatım Katmanı………………………………………...…148

Ses Katmanı……..………………………...............................172

Tonlama Ekseni………………………………....................181

Ezgi Ekseni……………………….……………..................186

Şiirsel Ezgi Ekseni………………………….......................189

Çağrışım Katmanı……………...………................................194

Çağrıştırma Tabakası………………………...………….…200

Çağrışımsal İmgelem Tabakası……………………......…..204

Rastlantısal İmgelem Tabakası…………………................209

Coşum Katmanı…………………..........................................214

Estetik Katmanı………………...…………….......................227

Şiirdeki Estetik Değer Tabakası………..............................235

Okurdaki Estetik Algı Tabakası……………………...........240

Durumsal Estetik Değer Tabakası……………………...…249

Örnek Şiir Çözümlemesi (Turgut Uyar Şiiri)...…........…...260

Üçüncü Bölüm

Eleştirmen ve Şiir Eleştirisi…………………………...........284

Katman Edebiyat Eleştiri Kuramı………………………....300

Eleştiri ve Eleştirinin Eleştirisi…………………………......307

Sonsöz………………..……………..…………………….......313

Kaynakça......................…………..……….............................318

 

SAYISAL SÜRÜM-2021 İÇİN ÖNSÖZ

 

‘Saf Sanattan İnsana Şiir Çözümleme Tekniği ve Şiir Eleştirisi’ isimli kitabım, Kasım 2018’de Trend Yayınları’ndan yayımlandı. Virüs ve diğer nedenlerle kitabımın, okura yeterince ulaşamadığını bundan sonra da virüs ve açtığı yaralar etkisiyle istendiği düzeyde ulaşmayacağını düşünüyorum. Hangi yolla olursa olsun maksadım, kitabın çok okura ulaması ve okunmasıdır. Çünkü önemli ve yeni bilgiler içeriyor.

Şiir; usta çırak yöntemiyle öğrenilemez, öğrenilse de öykünmeden öte yol alınamaz kanısındayım. Amacım, Türk şiirini magazinsel söylemlerin dışına taşımaktır. Sanatın kuramsal yönüne ağırlık vermem bundandır. Ayakları yere basar şiir bilgisi ve sanat eğitimi, herkesin ulaşması gereken bir haktır. Bu yüzden, şiire yeni başlayanlara, şairlere, akademisyenlere ve özellikle sanat eğitimi alan lisans öğrencilerine ulaşmak için, kitabımı yeniden düzenleyip e-kitap olarak yayımlamaya karar verdim. Sayısal sürümü için; kitabı yeniden elden geçirdim, dilini yalınlaştırdım ve güncelledim. “Homeros Edebiyat Ödülleri 2020 Bir Şiiri İnceleme Yarışması”nda üçüncülüğe uygun görülen şiir çözümlememi örnek olarak kitaba aldım. Ayrıca “Eleştiri ve Eleştirinin Eleştirisi” başlıklı deneme, özet bilgi içerdiği için eleştiri bölümüne ekledim. 

İlk baskının dili ağırdır ve anlaşılması güçtür. Ayrıca ileri sürülen teknik, kuram ve öneriler, daha önce dillendirilen konulardan farklıdır; anlaşılma güçlüğü doğurmaktadır. Bunlar, deneme kitaplarım (Denemeler-1-2-3)’la ayrıca açıklanmaktadır. E-kitaptır, internetten rahatlıkla ulaşıp   inceleyebilirsiniz.

Kitabımda bir sanat çözümleme tekniği ve üç kuram ileri sürülmüştür. Ayrıca lisans ve doktora öğrencileri için tez konusu olacak öneriler yapılmıştır. İnceleme ve araştırmaya gerek duyulan konular nokta olarak belirtilmiştir.

Saf Sanattan İnsana, okunması zor bir kitaptır; sanatın, özellikle şiirin öyküsünü anlamak istiyorsanız kendinizi zorlayıp bu kitabı okumalısınız. Yeni bir teknik ve üç kuram ileri sürüyor. Sizlere söylenenden farklı bir şiir ve sanat dünyasının varlığını gösteren yeni bilgi, bakış ve yorum içeriyor.    

Mart 2021

 

 

 

 

 

Sanat ve bilim, insanlığın ortak dilidir. Barışın ve yaşanabilir dünyanın tek güvencesidir. Birbiri içerisinde ve birbirinin tamamlayan bu iki alan, hiçbir gerekçeyle kirletilmemelidir.

 

ÖN(S)ÖZ

 

Sanata, sanatçıya ve şiire ilişkin manzaranın suskun yerlerinden çekilmiş ve masaya yatırılmış panoramik bir görüntüdür bu kitap. İlk bölüm, sanatın neden bir sanat onuru içerisinde sanatsal tutumla sürdürülemediğinin altında yatan gerekçeleri sorgulamaya yönelir. Dünyayı yeniden yapılandırma söylemlerinin aslında insanı yeniden yapılandırmaya yöneldiğini, sanatın özellikle şiirin, iç sesinin ve insanla ilişkisinin kirletildiğini duyar gibi oluruz satır aralarında. Şiir, alandan çekildikçe ve içine kapandıkça, buna neden olan sudan gerekçeler daha fazla kafamızı kurcalamaya başlar. Duygu, dil ve düşüncenin bütün olanaklarını kullanan, sanatsal yaratıcılığın ekseninde bulunan şiir; bu denli toplumun uzağında gerçekleşir ve bu durum, yaralar içimizi. Şiir, hem yaratıcılık anlamında sanatların merkezindedir hem de estetik kaygıyı ve tavrı yaratma konusunda diğer sanatlara göre ilk sıralarda yer alır. Meta değeri ve meta estetik değerinin diğer sanat alanlarına oranla daha az olması, bireyin bu kadar uzağında gerçekleşmesini haklı göstermek için yeterli bir neden değildir. Öyleyse şiir sanatının insandan, özellikle genç kuşaktan bu kadar uzak durmasının altında yatan ve bizlerin anlayamadığı sorun nedir?

Bu kitabın temel konusu, “Şiir Çözümleme Tekniği”dir. Dil, düşünce, duygu, nesne, evren, yaşam, bireysel ve toplumsal olgular gibi pek çok alanı bir arada kullanabilen şiir sanatını, sanat bilimi ve diğer bilimlerin bize sunduğu olanaklarla ele almaya çalıştım. Maksadım, sanatın varlık katmanlarına yaslanarak şiir çözümleme tekniği yoluyla, sanat kavramının ne olup olmadığını, zihinlerde duyulur ve görünür kılmaya çalışmaktır. Ayrıca, şiir sanatını ayakları yere basar nesnel bilgiye dönüştürebilmek ve bununla birlikte aşağıda sıraladığım birkaç konuya açıklık kazandırabilmektir.

Öncelikle genç bireylerde sanatsal bakış farkındalığı oluşturmak ve sanata yönelik olumlu duygu yaratmaya çalışmaktır. Sanat eğitimi alanlar için ise şiirin varoluş gerçeği hakkında bilgi bütünlüğü oluşturmak, şiirin iç ve dış organlarını inceleyerek bir parça olsun şiirin hak ettiği biçimde zihinlerinde yer almasını sağlamaktır.

Benim anlayışıma göre deneyim, bilgi ve kültür aktarımı; ekonomik mirastan daha değerlidir. Bütün sanat dalları incelenmeli, deneyim ve bulgular ayrıntılı biçimde yazılmalı; deneyim, kültür ve bilgi aktarımının sürekliliği sağlanmalıdır. Geleceği kurmanın vazgeçilemez adımlarından biri de gençlerin kullanabileceği biçimde sanatsal bilgi ve deneyim aktarımıdır.

Sevme duygusunu var eden, olumlu duyguyu besleyen ve insan olmanın kapılarını açan etkinliklerin başında sanat gelir. İnsan olmanın, yaratıcı düşünmenin, işitmenin, görmenin, yaşanabilir bir dünyaya yürümenin, yaşam sevincini duyumsatmanın ve sevme duygusunu başat kılmanın; en keskin yollarından biri sanat kültürünün aktarımı ve içselleştirilmesidir. Bu nedenle:

Şiirin iç ve dış ögelerini inceleyerek sanatsal görüntüyü ortaya koymak, okurla ilişkisini açığa çıkarmak ve gençlerin kullanabileceği şekilde nesnel bilgiye dönüştürmektir. 

Şiiri tanımlamak, dilsel, sanatsal ve şiirsel özelliklerini saptamak; başka bir göz ve formatta şiirin dış ve iç tasarımını, görünmeyen duyusal alanını daha ayrıntılı ve daha analitik okumaya yöneltmektir. Diğer yandan, şiir nasıl yazılır sorusuna somut verilere dayalı kaynak oluşturmaktır. Özet olarak söylemek gerekirse; dil, duygu, düş ve düşüncenin hareket merkezi bir sanat alanına yaslanarak saf sanat[1]a giden yol güzergâhını temizlemektir anlaklarda.

Şiirin taşıdığı şiirsel, sanatsal ve yazınsal değeri daha somut ortaya koyabilmektir amacımız.  Şiir çözümleme tekniği, şiire yeni bir bakış biçimi ve yordam geliştirecektir. Ayrıca bu yöntem; şiir eleştirisinde daha nesnel, bilimsel sonuçlara ulaşmayı, öznel yargıyı en az düzeye getirmeyi ve biçimlendirilmiş (dünya algısı güdüm altına alınmış) eleştirmen tutumunu bertaraf etmeyi amaçlamaktadır.

Şiir Çözümleme Tekniği (ŞÇT), aynı zamanda bütün sanat alanlarına uygulanabilir bir sanat çözümlemesinin doğum sancısıdır. İleride ayrıntılarıyla değineceğim ama şimdilik şu kadarını söylemeliyim: Şiir çözümleme tekniğinde ele aldığım katman, tabaka ve eksen terimleri ile çözümleme akışı, dans gibi hareket sanatlarıyla birlikte tüm yapıtlarda var olan özellikleri çözümlemek için temel bir yaklaşım ortaya koyar. Ne var ki bu teknik; felsefi, bilimsel ve sanatsal bilgi altyapısı gerektirir. Aynı zamanda farklı görüş, yorum, düşünce ve yaklaşımlarla olgunlaştırılmasına gereksinimi vardır.

Okunması oldukça zor, tercih edeni az ve içeriği çoğunluğun ilgi alanı dışında olan bunca uzun bir kitabı, uzun ve ayrıntılı araştırmalardan sonra oturup yazmamın önemli bir nedeni vardır: İnsanlar, toplumlar ve uluslararası ilişkilerin sağlıklı işleyebilmesi, insanın mutlu yaşayabilmesi; insanı insan olarak görmek ve insana hak ettiği değeri vermekle olasıdır. İnsanlar arası ve toplumlar arası ilişiklerin bu kadar bozulduğu ve yozlaştığı bir ortamda tek çıkış yolu; günümüz bireyini hırs, düşünme tembelliği ve ekonomik baskıdan kurtarmak; insan sevgisi ve yaşam sevincini duyabilecek yetkinliğe ulaştırmaktır. Bunu yapabilmenin en keskin yolu da sanattır; saf sanattı ön plana çıkararak bireyi kazanmaktır.

Bu kitapta şiiri tanımak ve anlamak için yeni denebilecek bir teknik ve çok sık rastlanmayan önerilere tanık olacaksınız. Bir anlamda olagelenin dışında bir yaklaşım göreceksiniz satır aralarında. Her ne olursa olsun, amacımız, duruşumuz, direncimiz; sanat ve şiirden önce tam insan[2] olmayı başarmaktır. Bu yüzden saplantı ve önyargı denen baş belâsı alışkılarımızdan; ayrılmış, bölünmüş, üstünlük veya ezilmişlik sendromundan kurtulup; sevgi ile bu satırlara yaklaşırsanız kitapta çok şey bulacağınızı şimdiden söyleyebilirim.

Bu kitabı yazmaktaki diğer nedenim şudur: Şiir ve sanat dünyasında paradigma değişimine gidilmesi gereğine inanıyorum. Biçimlendirilmiş bilinçlerden şiirin kurtarılması, paradigma değişimine bağlıdır, diye düşünüyorum. Şiir, insanı insana egemen kılmaya yönelik güçlerin değil, insanı insana yaklaştıran duygu ve bilincin anlatımı, onun yatağından doğan imgelemin yansıması, sezdirilmesi ve duyumsatılması olmalıdır. En kısa söylemi ile Yunus Emre örneği, sevgi olmalıdır. Bir bakıma şiirin insana dönmesi, insanın olgusal, algısal, düşünsel sınırsızlığının evrenini bulgulaması önemlidir. Bugün algılanan şiir modeli ve sanat modeli, modern, postmodern veya çağdaş sanat anlayışı bağlamında bile olsa yer üstünde mutlak geçerli tek model ya da anlayış değildir.

Ne yaparsak yapalım; bugün anlayabildiğimiz kadarı ile düşünmek durumundayız. Ne yaparsak yapalım; bugün şiiri kavrayabildiğimiz kadarıyla değerlendirmek zorundayız. Tarihsel ve güncel tüm şiirsel ayrıntıları didikleyerek çözümlemek, çözümlenen bilgilerden hareketle sanatın özellikle de şiirsel tasarım mantığının genişlemesine katkıda bulunmak, bir diğer amacımdır.

Kitabın ilk bölümünde, “Saf Sanattan İnsana” başlığı altında uzunca bir bölüm okuyacaksınız. Bir bakıma bu bölüm, saf sanata uğrayan yolların ayrıntılarıdır. Hedefim, sanata/şiire ilişkin algı ve yargının temelinde yatan verileri ortaya koyabilmek ve kavramlar arası sanatsal ilişkinin insan gözünden görülebilmesini sağlamaktır. Bir anlamda salt sanat ve şiiri değil, gerçek dünyanın işleyiş biçimindeki kişisel algı yanılgılarını da satır aralarında duyar gibi olacaksınız. Bu bölüm, aynı zamanda şiir çözümleme tekniğinin bilgi altyapısını hazırlamaya yöneliktir. Ayrıca, zaman zaman entelektüel diye adlandırdığımız aydın kesiminin ve sanat yolcularının, nasırlı sosyal yaralarını görüntüye taşıyıp gelecekte kullanılmak üzere okur bilinçaltına itilmesine yöneliktir. Diğer bir söylemle bu bölüm, bir anlamda ön(s)öz niteliğindedir; sabırla okumanızı diliyorum.

Kitabım, sıra dışı ve yeni şeyler söylüyor ve şaşırtıcı önerilerde bulunuyor. Şiirin her ögesini ayrı ayrı inceliyor. Bunun yanında şiiri; ses bilimi ve estetik bilimi açısından her yönüyle ele alıp ‘şiirsel ezgi’ ve ‘durumsal estetik değer’ gibi yeni çıkarımda bulunuyor. Kitabım, Türk yazınında öncü ve yeni bilgiler içeriyor. Doğa, sosyal, insan bilimleri ve sanat bilimini olabildiğince temel alıyor. Bilginin, işlenebilir-kullanılabilir biçimi ile hazırlanmış veri ve önerileri var. Maksadım; ekonomik veya kendim için bir sonuç elde etmek değildir; yalnızca bu tür bilgi ve bakışın sanat dünyasına, temel anlamda insanlığa kazandırılmasıdır.

Nâzım Hikmet, geçen yüzyılın birinci çeyreğinde “Putları yıkmalıyız.” der. Bugün de aynı tümceyi kurmak durumundayız. O günün yıkılan putları daha sağlam, güncel ve daha gösterişli kalıntılarını getirip dikmeseydi şiir ve sanatımızın üstüne eğer, sanırım bu sözü tekrar kullanmak zorunda kalmayacaktık. Günümüzde öyle aşılması zor engellerle karşı karşıyayız ki bugün şiirimizin üstüne dikilen putların öyle kolay yıkılır şeyler olmadığını söyleyebiliriz. Bunları, görebilmek ve okuyabilmek için güncel olaylara egemen ve bilimsel birikime sahip olmak yetmiyor artık.  İnanç, ekonomi ve ideoloji gibi imgelemi hapsedici, istem dışı düşünmeye zorlayıcı etkenleri, bertaraf edebilmek gerekiyor.  

Tutumlar, hırslar ve korkular ile bilgi, teknik, teknoloji, yapay zekâ ve öğrenen makinalar gibi etkenler; günümüzde insanların algılarında ve düşünme biçimlerinde hızlı bir dönüşüme neden olmaktadır. Gelecekte nasıl bir sanatsal dünya kuracağı, kocaman bir karanlığı önümüze yığmaktadır. Sanatın gelecekte alacağı biçim ve formlar, bu karanlıkta sürekli bir arayış içindedir. Ne var ki ulaştığımız bilgi ve sahip olduğumuz deneyim ile sağduyulu ve mantıksal yorumlarımız ışığında geleceğe baktığımızda, geçmiş yüzyıllarda yaşayanların aksine daha belirsiz ve tahmini daha zor sanat dünyası bizi bekliyor. Ne yazık ki sezgi ve öngörü yetilerimiz, teknolojinin ve bilgi üretiminin baş döndürücü hızı karşısında yetersiz kalmaktadır. Bizim aydın dediğimiz adı belli çoğu şairimiz ve sanatçımız; genelleme yapmamakla birlikte, mistik ve antik kültürün verilerini hâlâ güncelleyememiş görünüyor.

Sanatın tözünü kavramadan, anlamadan, sanatta estetik değer ve estetik yargı sürecini içselleştirmeden üretilen her yapıt, yazılan her şiir, var olanların karakterine fazlaca yaslanır. Çünkü kavramlar arası ilişkilerin sağduyulu çözümleri zihne oturmadan, görme, duyma, sezme ve anlamlandırma, buna bağlı olarak sanatsal yaratıcılık istenen düzeye ulaşamaz.

Her nasıl düşünürsek düşünelim insanoğlu, bugün büyük sorun olan pek çok şeyin üstesinden gelecek ve daha yaşanabilir bir dünya kurmak için en doğru yolu bulacaktır. Geçmişte yer altı şehirlerinde birbirinden saklanarak yaşayan insanların dünyasından, bugün temel sorunları çözüp daha yaşanabilir bir dünyaya ulaşmış isek savaş ve terör gibi resmi ve gayri resmi cinayetlerden şiddete kadar insana yaraşmayan pek çok şeyin varlığının da sona erdirileceğini pekâlâ düşleyebiliriz.  Ancak bunun gerçekleşmesi, yine gelip sevgi kavramına dayanmaktadır. Sanat gibi duyu ve duyguları olumlu yönde işleyebilen etkinliklere gereksinim duymaktadır. Kısacası bu düş, duygudaşlık kurabilir duygunun ve bilincin geliştirilebilir olması ile ilişkilidir. Bugün düşünebildiklerimiz, gelecekte tasarımı ve yaşama geçirilmesi çoğunlukla olanaklı olanlardır. Hele özlenenler daha yakındır. Geçmişte ütopya diye adlandırılan düşlerimizin pek çoğu gerçek olmuştur; somut-soyut anlamsal bütünlük veya nesnellik kazanmışlardır.

Sonuç olarak, kitapta bir şiirin duyusal ve nesnel varlık alanları katman yöntemi ile ele alınmıştır. Şiir sanatında var olan katmanların çözümüne ve bu katmanların açılımından daha önce dillendirilmemiş üç kurama ulaşılmıştır. Bunlar; Rastlantısal Anlam Kuramı, Çağrışımsal İmgelem Kuramı ve Katman Edebiyat Eleştiri Kuramı’dır. Ayrıca, saf imgelemden saf sanata ve saf sanattan daha duyarlı, estetik kaygısı gelişmiş insana varışın izdüşümü resmedilmiştir. Sanatçı, eleştirmen, akademisyen, öğrenci, şair ve okur zihnini kurcalayan sanat bilimine ilişkin pek çok konu ele alınarak yeni bir bakış açısıyla çözümlemeye ve öneriler üretmeye çalışılmıştır.

 Kitabımın konuları, daha bilimsel ve kuramsal eleştiri için bir arayış içindedir. Bu yüzden, Katman Edebiyat Eleştiri kuramını ileri sürer; ne var ki bununla iş tamamlanmış sayılmaz. Olgunlaşması gerekir. Şiirin ve sanatın nitelik ve niceliği, çağsıl bilinçle ilgili bir konudur. Sanatçı, eleştirmen, akademisyen, öğrenci, şair ve okur; hepsi birer insandır. İnsanın yargıları çoğunlukla mevcut bilgi ve alışkılarının yansımasından beslenir, ancak bunu değiştirebilen insanlar geleceği şekillendirebilirler. Sanatı ve şiiri de...

İyi ve yeni bilgiyi görmezden gelmek, salt bilgi ve bilginin kaynağına haksızlık değil, bütün insanlığa yapılmış bir haksızlıktır. İyi bilginin örtülü kalma gibi bir korkusu yoktur ancak geç kalınma sorunu vardır. Geç ayrımsamak ise gelişimi geciktirir; bu da o alanda çalışan insanların niteliğiyle ilgili bir durumdur. Şiir sanatında olduğu gibi eski çağ söylemlerine sığınıp yeni bilgiyi görmezden gelmek, şairin şiire ve kendisine yapabileceği en büyük kötülüktür. Bu yüzden kitapta ileri sürdüğüm kuram, teknik ve öneriler; özenle ele alınmalı ve irdelenmelidir. Akıl akıldan üstündür; yalnızca farklı bir açıdan bakıp var olandan farklı bir şeyler önerdim; noksan kalan yanları vardır ve geliştirilmelidir.

Dünyanın en güzel ve yüce duygusu sevgidir. Sevgi ise güzellik karşısında büyüyen bir duyumsama eylemidir. Pek çok düşünürün söylediği gibi sanat güzeli görünüşe çıkarmak, insanı güzel ve yetkin ruha taşımaktır. Sonuç olarak insanda sevgiyi ve yaşam sevincini yaratmaktır. Sanat sevmektir; sevmekse şiirdir, şiirselliktir. 26 Ağustos 2018

Yaşar Özmen 

 

  

Birinci Bölüm

 

Sıra dışı ve saçma gelen düşünceye, ütopya gözüyle bakılmamalıdır; özellikle sanatta. Bugün için düşünebildiklerimiz ve düşleyebildiklerimiz, gelecekte tasarımı ve yaşama geçirilmesi çoğunlukla olanaklı olanlardır.

 

Saf Sanattan İnsana

 

Sanat veya şiir gibi bir konuyu zaman, yer, akla yatkın ya da değil gibi doğrusal bir düzlemde ele almanın sıkıcı olacağını düşünüyorum. Kitabımda tasarladığım düşünce; giriş, gelişme, sonuç gibi bir süreç izlemeksizin, sözün taşıdığı konumda ve konunun bizi yönlendirdiği düzlemde siz okurlarımı sıkmadan, bir şey öğretmeye, dikte etmeye çalışmadan her düşünceye eşit uzaklıkta geçmiş, süregelen ve geleceğe ilişkin sanat, şiir ve sanatçı tutumlarını kadraja taşımaktır. Yeni bir yaklaşım altında konuları ele almak ve sanatsal bilginin üretkenliğini kullanabilmektir amacım. Bilginin tarihselliği ve metinler arası ilişkinin tutarlılığından yararlanarak iyi bir sonuca varabilmektir. “Şiir Çözümleme Tekniği” bölümü ise birbirini izleyen bir yöntemle ele almayı gerektirmektedir. Bu bölüm, sistemli ve aşama aşama ilerleyerek “Eleştirmen ve Şiir Eleştirisi” konusuna temel oluşturacaktır.

Aslında bir konuyu açıklarken sözü döndürüp dolaştırmayı istemem; konuyu birkaç tümce ile sonuçlandırmaya çalışırım. Bir sürü terim ve kavramla konuları açan metinler, akademik çevrelerin işine yarayan ayrıntılı bilgiler içerir. Konunun anlaşılabilir ve uygulanabilir olması için en kısa yoldan özünü vurgulamaya çalışacağım. Bu kitapta kuramdan uygulamaya değil, uygulamadan kurama doğru bir yöntem deneyeceğim. Ancak şiir ve sanat dünyası öyle bir bilgi dünyası ki neresinden ele alırsam alayım, değindiğim nokta başka alanlarla bağıntılı ve o alanları da ister istemez açıklamak durumunda kalıyorum. Öyle olduğunda da satırlar bitmek bilmiyor. Okuru düşünüyorum. Okur; çeşit çeşit iş, eğlence, gam, şiddet, uğraş, nedensiz ölümler ve kazanma hırsı karşısında, oturup sanat ve şiir bilgisi ile mi zaman harcasın? Doğaldır ki harcamamayı tercih edecektir. Pek çoğumuz öyle yapıyor mu?

Elinizdeki kitaba ısınabilmeniz için biraz lafazanlık etmekte yarar olduğunu düşünüyorum. Kitabı elinize aldığınızda, önyargı, kararsızlık, umursamazlık ya da birtakım beklentiler içinde olabilirsiniz. Sesli düşünelim, duygularımızı açıkça ortaya koyalım isterim; içten davranmak gerekirse toplum olarak pek çoğumuzun uzun soluklu metinler karşısında gösterdiği duygu ve tepki şekli bu ve buna benzerdir. İleride daha ayrıntılı açıklayacağım, ancak şimdi yeri gelmişken konuyla ilgili küçük bir konuya değinmeliyim. Bilgi aktından (bilme etkinliği) kısaca söz etmeliyim: Bilgi aktı, ‘algı, anlama, düşünme ve açıklama’ aktlarından oluşur. İnsanın ‘algı ve anlama etkinliği’, sevme ve olumlu duygu durumuna bağlıdır. Bunu ben söylemiyorum Aristo’dan günümüze kadar bütün düşünürler söylüyor. Bilinmeyen şey henüz sevme duygusunu oluşturamaz, ancak olumlu duygu içinde olmaya çalışmak insanın kendini yönlendirmesine kısmen bağlıdır. Olumlu duygu durumuna kendinizi taşımaya çalışırsanız iyi bir yazar-okur ilişkisi kurabiliriz. İşte bu olumlu duygu durumu, farkında olmadığınız önyargılarınızı bilincinizden uzaklaştıracak, algı kanallarınızın açılmasını sağlayacak, saplantılarınızı kısmen kıracak ve sizi yansıtmaya çalıştığım sanatsal/şiirsel evrenle bütünleşmeye yöneltecektir.

Bazı sanatçılarımız, çatışma ve dayatma kültürünü en gözde ve yararlı davranış kalıbı olarak benimserler. Benim inandığım değerler senin inandığın değerler gibi karşılaştırmacı; sanatın ve şiirin hiçbir noktasında yer almaması gereken bölünmüşlük; küçümseme, önyargı, beğenisizlik ve ben bilirim yaklaşımı; oldukça yaygındır. Bunun yanında bireyler olarak; zihin okuma, aşırı genelleme, keyfi ve duygusal çıkarsama gibi bilişsel psikolojinin tanımladığı olumsuz düşünce işleyiş biçimlerini çoğunlukla yaşayan bireyleriz. Sanatçının sanatçıya, şairin şaire nasıl bir yaklaşım içinde olduğunu, birbirlerinin yapıtlarına karşı nasıl bir tutum sergilediklerini az çok gözlemlemiş birisi olarak bu tümceleri kurma gereği duyuyorum. Çünkü bu kitabın hedef kitlesi; sanatseverler, gençler, sanat eğitimcileri, akademisyenler, sanatçılar, aydınlar ve özellikle şairlerdir.

Çoğumuz, daha ilk birkaç tümcede olmaz böyle şey diye peşin hüküm verip okuma zahmetine kendince kılıf hazırlayacak gizilgüce sahip insanız. Üretilen bilgiyi ve ortaya konan yeni bir yaklaşımı yerden yere vurma ve yok sayma alışkanlığımız pek yaygındır. Genel olarak üretilen bilgiye bakışımız nazlıdır, onu nasıl yok sayarız diye türlü yollar deneriz. Yeni bir şey üretemeyiz korkusu vardır bilinçaltımızda. Bilindik bilgileri öğrenmiş olmanın haklı gururu ile oyalanmaya yatkınız. Bilgiye ulaşmak bilgi üretmekten daha zor değildir. Bu kitap sıra dışı bir kitap değil belki, ancak içerikte yararlı ve yeni bilgiler öne sürecektir. İnandığımız ve bildiğimiz değerler dizgesinde, şaşırtıcı çıkarımlar yapacağımı şimdiden söyleyebilirim. Zaman zaman sizlerle söyleşeceğim, zaman zaman bilimsel ve teknik konulara gireceğim. Bu yüzden, peşin hükümlü ve büyük beklenti içinde olmamanızı dilerim. Kitabımda; beklemediğiniz, çoğu zaman şaşırtıcı ama tarafsız, şiddetsiz, akılcı ve rasyonel bir dünya ile tırnakları bakımsızca gelişmiş bir sanat dünyası profili çizeceğim. Yeri geldikçe, çağdaş sanat anlayışının kendini yenilemeyen toplumlarda nasıl çağdaş kültür bozum makinasına dönüştüğüne satır aralarında biraz olsun değinmeye çalışacağım.

Sorgulamak istemiyorsanız ve biçimlendirilmiş bilinçlerin hareket verdiği tutum ve davranışlara uyum sorununuz yoksa, özellikle sanatın yozlaşmasına karşı duruşunuz dik değilse, bu kitabı okumayınız. Şiir yazıyorsanız kitabı okuduğunuzda bir süre şiir yazmakta zorlanacaksınız; buna hazırlıklı olmanızı öneririm. Şiire veya herhangi bir sanat alanına, sanat felsefesi, sanat sosyolojisi, sanat psikolojisi ve estetik bilimi açısından yaklaştığınızda; anlam, anlatım, ses ve şiirde yer alacak sözcüklerle, şiir kurgusunda daha disipliner bir örgütleme gereğini zorunlu görüyorsunuz. Dizelerde anlam ve anlamın derinliği ile ses ve anlatım, daha özen gerektiriyor. Böyle olunca da şiir yazmak güçleşiyor. Ayrıca, duyarlı öğrenci, akademisyen, ressam, şair veya sanatsever iseniz iç dünyanızla çekişme için hazırlıklı olmalısınız. Başlangıçta bu çekişme benimle olacak, benimle çekişmeniz bittikten sonra dikkatiniz gelişen konulara yönelecek ve içerikteki can sıkıcı saptamalar yardımıyla içsel bir kavgaya gireceksiniz. Okuduklarınız öneri ve çözümden daha çok, soru bırakacaktır zihinlerinize.

Bir anlamda, gerçeklikle içli dışlı olmak, dünya ile köklü ilişkiler kurmak ve şiire/sanata bütünlükçü bir açıdan bakmak, uzlaşıcı bir yaklaşım değil, kavgacı bir yaklaşım gerektirir. Olumlu duygudan bağımsız gelişirse, istenmeyen durumlara evrilir ki bundan söz etmiyorum. Bilinçli insanlar, kavgacılığın, düşünsel çatışmanın ve içsel kavganın yapıcı, kurgulayıcı ve bilinci olgunlaştırıcı değerini bilirler. Düşüncelerle kavga, düşlerle dostluk, şairi sürekli yaratıcılığa ve yeniliğe yöneltir.

Okur, metni okuma zorluğuna karşı istemeden oluşan direnç etkisiyle okumaya karşı zihnen bahaneler üretmeye yönelir. Kitabın ilk sayfalarında okumak için genellikle kendimizi zorlamak durumunda kalırız. İşte ben bu duygu durumuna girmemeniz için, dünya algımı özetleyerek biraz olsun okumaya karşı oluşabilecek direnci kırmaya çalışayım. Dünyayı, sanatı ve en önemlisi insanın kodlarını nasıl okuduğumu biraz açmalıyım. Ben her ne kadar belirli bir konuyu ele alsam da burada yazdıklarım, görebildiğim ve okuyabildiğim bana ait sanatsal ve şiirsel bir dünyadır. Kendi düşüncelerimi, kendi sanat algımın sonuçlarını açığa çıkarmak durumundayım. Bu kitaptaki yorum, çıkarım, çözüm ve önerilen dünya; sanatsal çerçeve ve şiirsel kodlar; dünya, yaşam ve insan arasındaki ilişkileri farkındalık yaratacak biçimde okumamım bir sonucudur. Aktardığım düşünce ve çektiğim fotoğraf kareleri, bana özgü bir bakış açısının içerdikleridir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaş değerleri dışında hiçbir yaklaşımın; bugünün insanına bu coğrafyada özgür, özgün, hoşgörülü, mutlu ve sevgi dolu birey olarak yaşama şansı tanımayacağını değerlendiriyorum. İnsanı insana egemen kılmak ve kazanma hırsıyla donatmak yerine, insanda sevgiyi egemen kılmanın pek çok sorunun üstesinden geleceğine inanırım. Daha açık söylemek gerekirse, dünyaya bilimsel ve çağdaş değerler ışığında bakmaya çalışırım. Sağım, solum ve inancım benimle ilgilidir ve bunları savunmak gibi bir görevi kabul etmiyorum. Kişisel ve toplumsal sorunlarımızı çağdaş değerler, sevgi ve bilimsel veriler ışığında çözmediğimiz sürece yaşanabilir dünyayı kurmakta yetersiz kalacağımıza inanırım.

Politize olmuş, öğreti içerikli ya da dinsel kabullere dayalı düşüncelere, bilimsel yasa ve kuramlarca doğrulanmadıkça kulak asmam. Çünkü bu tip düşüncelerin temelinde ve düşüncenin her aşamasında önyargı ve önceden kabul edilmiş doğruluk ile aidiyet duygusunun yarattığı mantıklı görme kolaycılığı söz konusudur. Aynı zamanda ön kabullere ve sözde kuramlara uyma zorunluluğu inancı vardır. Yaşamım boyunca şunu savunmuşumdur; temel kabullere dayalı bu tür düşünce ve yaklaşımlar, sanatta kısırlaştırıcı ve özgün olmayan sonuçlar doğurur; insanı düşünme zahmetinden kurtarır ve analitik bakabilme yeteneğini elinden alır.

Çağa, insan aklına, yenidünya algısına ve insanın insanca yaşamasına hizmet eden her bilgi, her teknoloji, her çaba; insanlık adına bir değerdir. Önemli olan doğru bilginin ve doğru algının, olumlu duygunun, yani sevginin; insan anlağında etkin olmasıdır. Sanat ve şiir; direnişin, karşı duruşun, duygu ve aklın işi ise işte eylem yapacağı yer; bu değerleri işleyeceği alandır. Birilerinin dikte ettirdiği kazanım gibi görünen, en adil ve çağcıl sistem yanılgılarına bezirgânlık yapmak; slogan türü söylemlerle toplumsal değişimi sağlamaya kalkmak; insanı özgür kılmaya, yaşam sevinci ile doldurmaya, yeni bir insan yapmaya, iyi bir yaşamsal ortam sunmaya yetmez. Bu kısır görüşler, özgür dünyanın kapılarını size aralamadığı gibi maşa olarak kullanılmışlığınızı tarih kitaplarına yazdırır. Sözün özü, Alman kadehiyle Rus votkası, Arap kaşığı ile Amerikan çorbası içme özentisi, ne kişiye ne de insanlığa özgür ve çağdaş yaşam ile sanat evreni sunar. İşte sanata, şiire, insana, bilgiye, bilime, kültüre ve dünyaya bakış açım bu yöndedir.

Öküz altında buzağı aramadan, duygunun, bilginin, yaratıcı ve dönüştürücü aklın yolunda yürümenin sanatsal eksende en doğru yol olacağı çok açıktır. İnsanı ve insanın nihai ereğini doğru okumak; kazanımlarını daha çağcıl kazanımlara dönüştürmek; yaşadığımız dünyanın doğal varlıklarını korumak; tüm canlıların geleceği açısından en temel gerekliliktir. Yaşadığımız dünyanın doğal varlıklarının korunması ve tüm canlıların geleceği, artık insanın tam insan olmasına, sevgi dolu ve şiddetten uzak olmasına bağlıdır. Bugün yaşamakta olduğumuz çağın değerler dizisi, iyiye ve güzele her geçen gün biraz daha sırtını dönüyor. Bireyler, zekâsı ve yeteneği kadar var olandan pay alabilir duruma doğru evriliyor. Daha kötüsü ölümleri, şiddeti, insanlığın ve doğanın ölümünü normal karşılar duruma dönüşüyor. İnsanı insan olarak değil, bir çıkar kapısı olarak görmek günün en geçerli davranışı oluyor.

İnsanın davranış kodlarına sızan yıkım ve yok edicilik eğilimi, çok hızlı yayılmaktadır. Yıkıcılığı yok edip sevgi dolu insana ulaşmak için, insanlık olarak önlem geliştirmek zorundayız. İşte bu noktada, olumlu ve sevme duygusu gelişmiş dünya insanlığına ulaşmanın sırrı, sanatın gizilgücünde saklıdır. İnsanın özgün ve özgür yaşayabilmesi; kazanılmış insani değerler sisteminin güçlendirilmesi ve sevginin geliştirilmesiyle sağlanabilir. 

Kültür endüstrisi[3] diye tanımlanan yapı, toplum ve sanatçı üzerinde olumsuz bir etki yaratmıştır. Bunun, hızlı bir yükselişle günümüzde de sürdüğü gözlenmektedir. Sanat ve sanatçı üzerinde yarattığı kültürel bozulma, ister istemez tepkiye neden olmaktadır. İşte bu tepkinin yarattığı duyarlılık, sanata ve sanatçıya bakış açımı biçimlendirmektedir. Her ne olursa olsun, kültür endüstrisinin yaratmış olduğu yıkımdan en az yara ile kurtulmanın yollarını arayan bir kişi olarak, söylemek istediğim bir dizi önlem vardır. Kültür endüstrisinin en önemli yıkımı, eleştirel bakış açısı yerine, uyumlu sanatçı kimliğinin düzenlenmesi ve biçimsel aklın hegemonyası şeklindedir. Ya da karşıtlık oluşturarak, kendi amacı için iyi bir piyon olarak kullanmaktır. Son yüzyılın en önemli ve etkin oyun biçimidir bu yöntemler.

Kimin neyi ne kadar bileceği tek merkezden belirlenen kemikleşmiş bir sistemin, insanın mutluluğuna ve gelecek algısına artı bir değer getirmeyeceği çoktan bellidir. Güncel sistemin yıkıcılığı ve ölümcül çıktıları, mutlak bir sürecin doğal sonucu gibi algılanır olmuş ve onun istekleri doğrultusunda hareket etme zorunluluğu doğurmuştur. Yıkıcı bir endüstrinin çarkları arasında olduğumuzu biliyorum ve bunların arasında ezilmemeye çalışıyorum. Yozlaşmış sistemin amacına hizmet etmemek için, bilgi birikimim ve yaşam felsefeme dayanarak, sanat ve özellikle şiir konusunda geçmişten günümüze kadar olan sanatsal etkinlikler ile kuramsal yaklaşımlara şüpheci ve eleştirel bakıyorum. Şairler ağzında sakız olmuş ve belirleyicilik kazanmış bazı bilgilerin, amaçsız, rastgele söylenmiş ve yanlış çıkarımlar olduğunu görüyorum. Üzerine sayfalar dolu yazılar yazılan, etkinliklerde göğe çıkarılıp övgüler düzülen pek çok şey, bilimlerin gözünden incelediğimizde bazılarının çağın kocaman birer palavrası olduğunu anlıyorum. Örneğin, “Şiir düşünceyle değil; sözcüklerle yazılır.” “Folklor şiire düşman” gibi…

Şiir ve sanata ilişkin çözümlemenin altyapı bilgisini geliştirmek ve şiir ortamına ilişkin genel algıyı tanımlayabilmek için, birinci bölümü biraz uzatmalıyım. Bu bölümde, şiir ve sanat dünyasında kişisel olmayan; herkesin bilmesine karşın önlem alma olanağı bulunmayan; bilginin ve teknolojinin iyi kullanılamamasından ve insanı insan olarak görme noksanlığından kaynaklanan; şiirsel, sanatsal, felsefi, sosyolojik ve psikolojik görüntüleri irdeleyerek uzun bir alan taraması yapmak istiyorum. Şiirin katmanlarını incelerken, yeri geldikçe yorum yapacağım ve önermeler ileri süreceğim. Ancak öncelikle sanata ve bu bağlamda şiire ilişkin genel bir panoramanın görüntülenmesinde yarar olduğu kanısındayım. Bu arada sanat bilimi açısından, şiir/sanat ortamının genel durumu; sanatçının, okurun biçimsel ve içsel tutumu ile şiir/sanata yönelik özellik arz eden yorum/yaklaşımları; karşılaştırmalı ele alarak siz okuyucularımın zihinsel hazırlığını yapmalıyım.

İşte şimdi şiir yalnızdır dostlar, şair yalnızdır şiiriyle. Ne sarayı vardır sığınacak ne güçlü bir koruyucusu ne de tanrısal bir koruyucusu… Tanrılar, yarı tanrılar, krallar, monarşiler, diktalar, önyargılar, öğreti ve dinsel saplantılar kırıldı kırılalı, şiir de sanat da sanatçısıyla yalnızdır. Artık sanatın ve şiirin; öğretilerden, dinlerden ve politik yönelimlerden sipariş almamak gibi bir söyleminin olduğunu biliyoruz! Bu söylemin varlığını duyduğunuzda; sanatın özerkliğini, birey özgürlüğünün sınırsızlığını içselleştirmiş ve anlamını kavramış kişiler olarak; içinizin serinlediğini duyar gibi oluyorum. Ne yazık ki bu söylemin ne kadar doğru ve uygulanabilir olduğu, çağımızda önemli bir tartışma konusudur. Çünkü öğreti ve dinsel yönelimlerin yanı sıra, Adorno’nun Kültür Endüstrisi tanımlaması ile sanat ve sanatçının bu özerkliğe, özgürlüğe sahip olmadığını göstermesi ve hâlâ çağımızda artan bir ivme ile gerçeklik kazanması, kaçınılmaz bir sonuç olarak karşımızdadır. Sanat, toplam aklın yarattığı imgelem gücüne dayanıyorsa, sanatsal/şiirsel yaklaşımlarda bir paradigma değişiminin gereği ortaya çıkıyor. Aklın, bilginin, sağduyunun ve sahip olduğumuz niteliğin, yine insana yönelecek şekilde yansıtılması önemli bir adımdır. İnsanı insana ve sistemleri bir başka sistemlere egemen kılma çabasını, bir kenara bırakmalıyız. Yaşamsal hazzın duyumsanabilir olmasına yönelmeliyiz. Bunun sonucu olarak sanatın, insanda sevgi yaratması ve olumlu duyguyla var olma sevincini büyütmesi için çaba harcamalıyız.

Düşüncenin ve düş gücünün sınırı yoktur. Bununla birlikte dilin sınırı ve iskeleti yoktur. Şiirsel dil en omurgasız dildir. Bir anlamda şiir, dilinin anlamsal genişliği, düşünce ve düş gücünün ulaşabildiği ufka bağlıdır. Dolayısıyla duygu, dil ve düşüncenin özdeşliğinden beslenir. Sınırları tanımlanamayan bir alanda karşımıza çıkar. İleride ele alacağımız gibi, şiiri sanatsal yaratıcılığın ekseninde konumlandırmamın nedeni, dil ve düşüncenin özdeşliği ve sınırsızlığıdır. Keşif bekleyen o kadar büyük sanatsal ve şiirsel bir evren var ki bugün bizler, belki bunu okuyamıyoruz ve göremiyoruz. Henüz bilincine varamadığımız, kavrayamadığımız sayısız şiirsel ve sanatsal model ve eğilim, bizden keşif beklemektedir. İnsanlık olarak, bağnaz algı ve yargı modellerinden kurtulup şiir ve sanata, çoklu ve sınırsız bir görüş açısıyla bakılabilmeliyiz.

Şiir hakkındaki eski söylemleri tarihin arka cebinden çıkarıp onlara hayran olmak ve işin magazinsel tarafına bakmak yerine, şiire yönelik tarihsel bilgiyi yadsımadan iyi bilginin kullanılabilirliği ve sonuçları üstüne giderek yeni düşünce ve bakış biçimleri üretmeliyiz. Var olan bilginin yinelenmesi, çözümleme için gereklidir; ne var ki o bilgiden yeni bir bilgi üretemiyorsak bir işe yaramaz. Bugün şair-yazar-çizer dediğimiz büyük bir çoğunluk, hatta yazının hatırlı ağızları, -Türk yazınındaki metinlerden de anlaşılacağı üzere- üretilmiş bilgiyi tespit aşamasındadır. Geçmişin ne dediği değil; yeni dünyanın bilgisiyle, sizin ürettiğiniz bilgi ve ortaya koyduğunuz gelecek öngörüsü önemlidir. Asıl olan; insan sevgisinin ve olumlu duygunun güçlendirilmesi için, şiir ve sanata daha uygun bir perspektiften bakarak daha çağdaş ve yenilikçi yaklaşımlar ile tasarımlar üretmektir.

Bilgi aktı; ‘algı, düşünme, anlama ve açıklama’ aklarından oluşur ve bu zihinsel etkinlik birbirinden ayrılamaz, iç içe döngüsel bir süreçtir. Bilgi aktına insanın düşünsel etkinliğinin toplamı da diyebiliriz. Yani bu kavram, insanın bilme etkinliğidir. Ancak, bilgi aktının işlerliği, insan zihinsel etkinliğinin hareket motoru, bütün bilim insanlarının (Aristoteles'ten, günümüzdeki bilim insanlarına kadar) aynı konuda birleştiği gibi "sevgi kavramına bağlıdır. Sevmeden anlama, anlamadan düşünme gerçekleşmez. Bu bağlamda duyguya, doğrusal bir mantıkla yaklaşırsak, hemen hemen her konuda öncelikli ele alınması gereken bir konu olduğunu görürüz. İşte bu nedenle duygu yönetimi[4], her alanda olduğu gibi özellikle sanat ve şiir gibi konularda ilk ele alınması gereken bir olgudur.

Ne yazık ki ülkemizde “duygu yönetimi ve eğitimi” ile ilgili örgün ve profesyonel bir yöntemin geliştirilmediğini biliyoruz. Bana göre düşünce devrimi, duygu yönetimini kurumsal bilgi bütünlüğüne kavuşturup ödünsüz uygulanmasıyla gerçekleşir. Olumlu duygu; bilgiye hevesli, duyarlı, olumlu düşünen, yaşam stilini sanatsal ortama dönüştüren aydın insana varmak için önemli bir bileşendir. Başka bir deyişle duygu yönetimi, toplum nezdinde hak ettiği içeriği, anlamı ve etkinliği kazanmalı, kazandırılmalıdır. Geleceğimiz düşünülüyorsa her şeyden önce insana sevmeyi öğretmek için çaba harcanmalıdır. Bu, yalnızca eğitimin temel konusu değildir; aynı zamanda sanatın, şiirin hatta tüm insanlığın temel konusudur. İnsanı yaşama bağlamanın, doğru ve sağduyuyla düşünme çemberine çekmenin en önemli ve etkin yolunun, duygu yönetimine bağlı olduğunu söyleyebiliriz.

Toplum olarak, anaokulundaki çocuğu korkuyla yetiştirme çabası içinde bir kültüre sahipsek (cehennem korkusundan, cin korkusuna, baba korkusundan polis korkusuna kadar) burada söz ettiğim duygu yönetimi düşüncesi, aşırı bir beklenti gibi gelebilir. Korku kültürü ile yetiştirilen bir çocuk, olumlu duygular içinde kendisini var edemez ve zihninin hareket motorunu güzellikten yana kullanamadığı gibi yaratıcılık yetisini de geliştiremez. Kaldı ki ülkemiz, eğitim yöntemlerinde yeterliliğe ulaşmamış, çalakalem değiştirilen, oradan oraya sürüklenen bir eğitim sistemine sahiptir ve duygu eğitimi gibi ekstrem bir konuyu düşünmek ütopya gibi düşünülebilir. Üzgünüm; gerçek durum, yaklaşım ve uygulama; söylediğim olumsuzluklara birebir örtüşür. Bugün geri kalmış toplumlardaki çalkantı, insanın insana yaptığı zulüm, ölümler, kavgalar, terör gibi şiddetin altında yatan gerçek sizce ne olabilir? Yaşadığı dünyayı bile bile cehenneme çeviren bir insanlığın duyarlılığı ve duygusu sizce neyin sonucudur? Daha yaşamı yeni algılamaya ve anlamaya başlayan çocuğun düş dünyasına öğreti adına, inanç adına kocaman bir çerçeve çekerseniz, çocuğun ulaşabileceği ufuk ne kadar olacaktır? Yoksa insan nasıl bir diğer insana, hiç düşünmeden hatta çok üstün bir görev yapma rahatlığı içinde tetik çekebilir; sevinç naraları ve tekbir sesleriyle insan öldürebilir? 

Sonuç olarak sanat, duygu olumlama, güçlendirme, sevmeyi öğretme yöntemlerinin en kalıcı olanıdır. En etkini ve öğretici şeklidir; şiir de aynı şekilde. İşte bu nedenle sanat yapan herkes, bu bağlamda çok önemli bir görev üstlenmiş demektir. Sanat kavramını tam olarak anlamış ve duyumsamış sanatçı, omuzlarındaki sorumluluğun hakkını vermelidir. Diğer sanat alanlarında olduğu gibi, şiir sanatının da özüne ayrıntılı bakılmalıdır. İşlevi üzerinde ayrıntılı düşünülmesi gerekir; çünkü şiir, sanatın temelidir. Şiirin temel taşları sanatın ana sütunlarıdır. Bir anlamda sanatsal yaratıcılık, şiirsel malzemeden beslenir. Şiir insandan koparılmamalı, kültür endüstrisinin, inançların ve öğretilerin vitrini olarak kullanılmamalı, grup ya da bir sınıfın emrindeymiş gibi davranmak zorunda bırakılmamalıdır. Şiir, insan ürünüdür ve insanı sevgiyle sıkı sıkı sarmalıdır. Diğer bir söylemle şiir, nikel çizmelerin ezici gücü altına terk edilmemelidir. Şiddeti anıştıran, şiddet ruhu içeren, ayrışma, kamplaşma öneren her tür sanatsal edimi, sevme duygusuna zarar veren eylem olarak okumalıyız. Bilgi aktından yola çıkarak, sanat hakkında şu yorumu yapabiliriz: Sanat, sevginin, olumlu duygunun ve insan olmanın hamurudur.

Kültürler, değerler, kazanımlar, mitler, masallar ve sanatsal yorumlar; insanlığın ortak birikimidir. Bunları evrensel değerler olarak algılamalı, anlamalı ve görmeliyiz. Buna karşın bu kitapta; sanat, şiir, sanatçı ve sanat felsefesi konusunda; çoğunlukla mitolojik bilgilere dayanmaktan; ünlü kişileri tanınırlığından dolayı referans göstermekten; beyanlarını, incelemelerini esas almaktan; kaçınmaya çalışacağım. Sanat ve şiir haritasını doğru okuduklarına inandığım düşünür ve yeni bir şey söyleyen sanatçılar, bunun dışındadır. Diğer bir söylemle, sanatsal bazda görüş açımıza yeni ufuk açacağına, ufkumuzu genişleteceğine inandığım; değerler, bilgiler, yorum ve çıkarımlar, kitabımda yer almalıdır. Bunları söylerken, Ars Poetika’yı (Şiir Sanatı) yazan Horatius’u (MÖ:65-MS:8) göz ardı edip geçemeyiz. Bugün bile geçerli olan, şiirin belki de bel kemiğini oluşturan felsefi bir sonucu iki bin yıl önce ortaya koymuştur. Şiir dünyasında felsefi, sosyal, teknik ve kültürel bir birikim vardır; bizlere düşen bu birikimin üzerine biraz daha yenilik, biraz daha bilgi ve güzellik koymaktır. Çoğu kaynakta gördüğüm yaklaşımın tersine, önemle üzerinde durduğum ilke şudur: Kimin ne dediği; ne yaptığı; şiire, sanata ve yaşama nasıl baktığı; benim için yalnızca bir yol gösterendir. Önemli olan şey; sahip olduğum bilgi birikimimden ve yorumumdan; aşkın, dönüştürücü, geliştirici, şiirsel, sanatsal, evrensel ve kuramsal değerler, ortaya koyup koymadığımdır. 

Elbette ben; sanat tarihi, sanat felsefesi, sanat incelemeleri, estetik bilimi, insan, sosyal bilimler ve fen bilimlerinin ürettiği bilgi birikiminden yola çıkıyorum. Sanat tarihinde yerlerini almış büyük şairler ve düşünürlerin kuram ve söylemleri değerlidir. Ancak çağımızın bilgi, algı, kültür ve estetik tavrı gereği, sanat tarihinde üretilmiş değerlerin dışından da şiire bakmak gerekir. Bu metnin, metinler arası[5] ilişkiler ve bilginin tarihselliği[6]nden doğduğunu, önümüze açılmış uygar yolları biraz daha ilerletme çabası taşıdığını yinelemeye gerek yoktur. Kısaca söylersek, geçmişten bugüne ulaşan toplam bilgi birikimine borçluyuz her şeyi. Bugün bizlerin sahip olduğu bilgi ve deneyim, insanlığın bugüne kadar ürettiği kültür, bilgi ve aktardığı deneyime bağlıdır. Bizim yaptığımız şeyse bunları, biraz daha genişletmek, geliştirmek ve evrimleştirmektir. Bu nedenle kitabım, bilimler arası ve metinler arası verilerin sonuçları ile bu sonuçlardan yorumlayabildiğim, bulgulayabildiğim çıkarımlardan oluşur.

İlk Çağdan bugüne kadar üretilen bilgi, sanatsal çalışmalar, emek ve düşüncenin hepsi saygındır. Bu kitapta yapmaya çalıştığım şey; tamamen özgür, özgün, asimetrik düşünen, öğretileri inançları ve kabul görmüş teknikleri olabildiğince aşarak; alışılmış, öğretilmiş, doğru kabul edilmiş yöntemlerden uzak durarak; alışılmadık yolları denemektir. Sanatı, özgür ve özgün bir bakış açısından görmeye çalışmaktır. Aynı zamanda olanla değil; var olan bilginin evreninden yeni çıkarımlara ulaşabilmeyi; tersinden düşünebilmeyi hedefliyorum. Kuramların uygulamasını değil; uygulamadan kuramlara ulaşarak olay/olgular arasındaki geri dönüşümlü enerjiyi açığa çıkarmak istiyorum. Özetle söylersem, bilginin uygulanmasını değil; çoğunlukla uygulamanın bilgisinden çözümlemeye gitmek istiyorum.

İkinci bir konu, değişik kültürlere ilişkin algı ve yargıları kaynak gösterme, içselleşmemiş yabancı kavram ve terimleri ön plana çıkarma, yerleşik kültüre yabancı az bilinen mitolojik öyküleri dayanak kabul etme, öğreti veya inancından dolayı hayranlık duyulan kişileri öne çıkarma gibi bir yaklaşımı bu kitapta görmeyeceksiniz. Ne birilerine karşı önyargım ne hayranlığım vardır ne de benim sahip olduğum değer ve kültürün altında ya da üstünde bir değer ve kültür kabul ediyorum. Elbette kuramlar, söylemler, mitler, destanlar, masallar ve halk öyküleri olmalıdır yaşayan sanatın içinde. Bunları bir kenara itemeyeceğimiz gibi sıradan kuram, öykü ya da halk arasındaki söylemlerden oluştuğunu söyleyemeyiz. Benim burada söylemeye çalıştığım şey şudur: Sanatın özünü, estetiğini ve çekiciliğini kendi tespit ettiğimiz kuramlar ve mitlerimizde aramalıyız. Sahip olduğumuz değerler, insanımızın duygu dünyasına daha etkili seslenir. Bunlar, değerlerini içsel olarak duyumsuyorsam beni bende rendeye vurabilirler. Şunu biliyorum; toplumda anlamı içselleşmemiş sanatsal yabancı terim ve kavramlardan; duygu değeri oturmamış mitler, öyküler ve kahramanlardan tanınırlık devşirmeye çalışmak; sanatçının yetkinliğini değil; acizliğini ve artalan bilgisinin zayıflığını gösterir.

 Dünyada üretilmiş tüm kültür varlıkları değerlidir; dünyanın yetiştirmiş olduğu tüm sanatçı ve bilim adamları saygındır; tüm bilgi varlıklarına bakış ve duruşum eşit aralıktadır. İnsan her koşulda, her yerde, her güzelliğe layıktır. Her canlı, kendine verilmiş olan yaşama hakkını özgürce kullanmalıdır. Öğretisi, düşüncesi ve inancından dolayı kimseyi büyütmek ya da aşağılamak gibi bir yaklaşım, anlayış ve gerçeklik bağlamında iyi bir yöntem değildir. Buna koşut olarak bilimsel ve sosyal kuramlarla uyuşmayan, bilginin, mantığın, zekânın ve aklın çıkarımı olmayan, ithal ve ezbere dönüştürülmüş her tür yaklaşımı da sorgulamalıyız. Hem sanatsal düzlemde hem yönetimsel bazda hem de evrensel açıdan baktığımızda; inanç, öğreti, yerel ve küresel siyaset gibi etmenlerin insana bir çıkış yolu önermediğini; bunun tam tersi insanı insana egemen kılmayı amaçladığını söyleyebilirim.

Şiir sözcüğü, anlam açısından duygunun ve aşkın sarayı, anlatım açısından dilin vitrini, ses açısından zarafet ve inceliğin prensesidir. Şiirdeki anlam ve ses ise anne ile kız örneği üretken güzelliği göz önüne taşıyan saflıktır. Nasıl bir yorumda bulunursak bulunalım, şiire ilişkin olumsuz bir yorumun doğma olasılığı hemen hemen hiç olmayacaktır. Bir anlamda, duygunun, inceliğin, sevginin ve estetizmin çağrışımını zihinlerde tarihsel olarak oluşturmuştur.

Şiir, testiden terleyen su gibi sessizce insanın içine akar ve varoluş güdülerini sular. Duygu, dansa çağırılan dam gibi içten, narin ve zarif ortamın hafifliğine kapılıp salınmaya başlar. İnsanda duyarlılığın yaratılması, şiir gibi sanatların işidir; öyleyse şiirin yaratılması için gereken felsefe, estetik, dil ve şiir bilgisi ile şiire yaklaşım, derinliğine irdelenmeyi yeterince hak ediyor demektir. Bunun yanında, tarihsel deneyime karşın altı doldurulamayacak kadar temelsiz yorum, çıkarım ve yaklaşımları, acımasızca eleştirmek de doğal bir davranış olur. Şiir kadar arı, temiz ve içten olmak için öncelikle duygu, zihin, akıl ve bilimsel bilginin aydınlık yolunda yolcu olmak gerekir. Ancak o zaman sanat, şiir, şiir yazıları ve sanatçılar hakkında, açıkça, tarafsız ve söz cimriliğine girmeden, cömertçe eleştiri hakkını kullanabiliriz.

Şiir dünyası, buna koşut tüm sanat dünyası, kültür endüstrisi dediğimiz öğütücü dişlerin tehdidi ile karşı karşıyadır. Bununla birlikte sanatçının bilinçsizliğini, kıskançlığını, hırsını ve bencilliğini de aynı kefeye koyarsak durum daha da endişe vericidir. Aynı gemide bulunan bizlerin en önemli çabası, içimizdeki güzelliği insan yüreğine musallat etmek, hor bakıştan ziyade tehdide karşı üretilecek önlemlere yönelmek ve biraz olsun zihinlere işleyebilmek olmalıdır. 

Şiir; dil, düşünce ve sanatsal yaratıcılık ekseninde bir sanat alanı olmasına karşın diğer sanatlar kadar meta değeri ve meta estetik değeri taşımaz. Bu nedenle satır sonlarına atılmış durumdadır. Duyarlılığı, düşünmeyi, sevmeyi, yaratıcılığı ve insanın dünyayı okuma yetisini güçlendiren özellikleri olması geçerli bir neden değildir çağımızda. Sanat zincirindeki üretim, dağıtım ve tüketim gibi halkalarda, şiirin takas değeri ne yazık ki kendi sanatsal ağırlığına oranla yok denecek kadar azdır. Bu yüzden, kirli bilgi, algı güdülemesi ve reklâm dünyasının dikte ettiği edilgen kitlelerin şiir ve sanatla iç içe olması beklenmemelidir.

Şiir tarihinde şiir çözümleme tekniği ve şiir eleştiri yöntemi diye belli başlı kabul görmüş düzenlemeler ya da uygulamalar vardır. Ancak öngördüğüm biçimde nesnel bir uygulamanın olmadığını; öznel eleştiri ve kişiye göre değişen şiir çözümleme uygulamalarının olduğunu biliyoruz. Bu nedenle, altı dolu bir şiir çözümlemesi için uzun zamandır çıkış yolu arıyorum. Düşündüğüm her tasarıda, okuduğum her kitap ve şiirde, şiir çözümlemesine ilişkin mantıklı ve deneyimsel yöntem arayışı beynimi kurcalayıp durmuştur. Çözümleme konusunda ve aradığım içeriğe uygun, yeterli kaynak bulamadım. Ancak, edebiyat kuramları, eleştiri kuramları, sanat felsefesi, estetik, sanat sosyolojisi, sanat psikolojisi ve sanat tarihini açan metinlerden; parça bölük şiir incelemesi örneklerinden; altı dolu bir yoruma varılacağı kanısındayım. Şiir çözümleme tekniğini incelerken, şiir eleştiri yöntemini de değişik açılardan ele alacağım. Bu arada ulaştığım verilerden, “Şiir nasıl yazılır”, “Şiir yazarken dikkate alınması gereken ana ölçütler neler olmalıdır” sorularına yanıt bulmanın yararlı olacağını düşünüyorum.

Sanat bilimini bir disiplin olarak görmüş, özellikle şiir konusunda kendini kanıtlamış şairlerin; kitabımdaki her tümceyi anlayarak ve kitap bütünlüğüyle bağıntı kurarak okumalarını öneririm. İyi bilgi her zaman yararlı ve saygındır. Bazı alanlarda uzun zaman emek vermiş olmak, dirsek çürütmüş olmak, deneyimli olmak, haklı olarak sanatçı, şairlik makamı elde etmiş ve toplumun güvenini kazanmış olmak; ortaya çıkarılan iyi bilgiden uzak durmayı haklı göstermez. Şiir eleştirmenleri başta olmak üzere eğitimcilerin, sanat öğrencilerinin, sanatın her türüne gönül vermiş ve özellikle şiir yazanların, şiir bilgisi ile şiir tekniği açısından oldukça fazla yararlanacakları bir başvuru kaynağı olacaktır kitabım.

Bu kitabın amacı, sanatçı ve yapıta yeni bir bakış açısı önermek, şiir çözümleme tekniğiyle daha bilimsel bir yöntem geliştirmektir. Ayrıca dil sanatlarında; psikolojik, sosyolojik, felsefi, estetik, bilimsel bir eleştiri yönteminin taslağını ortaya çıkarmaktır.

Bir temele dayanmayan, ağızdan ağıza dolaşan sanat ve şiir yorumları ile altı doldurulamayan çok kabul görmüş kuram ve düşünceleri, referans almaktan özellikle kaçınacağım. Saltık, özgün, özgür ve bilimsel ortamla; deneyimsel çözümlerin götürdüğü sonuca ve yoruma göre; kitabımı şekillendireceğim. Bugün sahip olduğumuz şiir ve sanat bilgimiz; yer, zaman, duygu, zihin, akıl çerçevesinde; sanatı yorumlamak, tanımlamak ve geleceğini şekillendirmek için; yeterli olduğunu düşünüyorum. Algı güdümlemelerinin, öğreti[7] diktelerinin, dinsel[8] bağlayıcılığın ve düşünsel pintiliğin tuzağına düşmediğimiz sürece, sanatın tüm alanlarında, maksadından işlevine, tanımından gelecekte alacağı biçime kadar pek çok şeyi açıklayabiliriz. Yapmamız gereken temel şey; sanatsal ve estetik değerin, sanat felsefesi, sosyolojisi, psikolojisi ve diğer bilimler ışığında; insan, dil, düşünce, dünya, yaşam, duygu, sezi ve aklın ortak ilişkilerini; çözümlemektir.

Sanat kavram ve terimleri, çoğunlukla kaypak anlam taşırlar. Anlam alanları oldukça geniştir. Ortak noktada buluşmak zordur. Sanatsal yaratıcılık; farklı, sıra dışı, asimetrik düşünmeyi, görmeyi ve anlamlandırmayı gerektirir. Yani doğrusal düşünme biçiminin dışında kişinin yeteneğine bağlı olarak yeni bakış açısı, sezgi, görme, duyuş ve yeni anlamlar üretme zorunluluğunu doğurur. Şiirin doğrusal düşünme biçimi ve doğrusal bir dil olma özelliğinden uzak olması, konuşma ve bilim diline göre daha alımlı karakter taşıması bir yerde sanatsal değerin oluşumu için vazgeçilmez bir durumdur. 

Sıtkı M. Erinç “Sanat Psikolojisine Giriş” isimli kitabında şöyle bir tespit yapar: “Sosyo-kültürel ve psikolojik gelişimlerini tamamlayamayan toplumlarda sıkça görülen kendine acıma, kendini horlama ve yabancı hayranlığı gibi nedenlerle de sanat hem bu acıma ve horlama duygularını pekiştirici nitelikte yani zavallı, garip insanı tanımlayıcı ve böyle klişe duyguları sömürücü hem de yabancı hayranlığı ile taklit edici olur. Böylece her iki durumda da sıradan ve tekrar şeklinde kendini gösterir ve bu, ne yazık ki aranan sanat oluverir, üreticileri de aranan sanatçı.”

Toplumumuz, böyle bir sosyolojik durumdan kurtulmuş gibi görünse de henüz bu tanımlanan durum, varlığını yaygın olarak sürdürmektedir. Çevremize baktığımız zaman, müzik, resim, şiir gibi sanatlarda hatta TV kanallarında yapılan programlarda tanımlanan benzer duruma her zaman tanık oluyoruz. Gerçek şiir ve sanat ediminde, burada söz edilen yanlışa düşülmemelidir. Şiirin insanı kavramasıyla duyguların sömürülmesi arasındaki ince çizgiyi de doğru okumak gerekir, diye düşünüyorum. Ne var ki sorun yalnız bunlar değildir; sanat dünyasında çözümü oldukça zor birçok sorunla karşı karşıyayız. Örneğin bana göre en önemlilerden biri: Nesnel olduğu için bilimsel keşif ve olguları inkâr edemeyen ve çoğunlukla genel süreçte ne olup bittiğinden haberdar olmayan, diğer taraftan öğrenilmiş ve mistik düşüncenin önyargılı, sınırlayıcı ve tutucu havasından kurtulamayan günümüz şairinin yazdığı şiir ve yaptığı sanatın sığlığıdır. Elbette bu sorun, tanımlanmasında olduğu kadar çözümünde de şairin çağcıl bilince sahip olmasını gerektirir.  

Aslında böyle bir metni yazmaya soyunmamın altında yatan diğer bir neden, şiirin dayanaksız söylemler ve altı boş moda kabullerden kurtarılma isteğidir. Bunlarla birlikte Türk şiirinin Türk dil ve kültürüne özgü yapılandırılması için değerler dizgesinin yeniden sorgulanmasının önünü açabilmektir. Bu nedenle;

Birincisi; şiirin direniş ya da karşı duruş gibi söylemlerle okurun politik veya dinsel algısına hükmetme ereği ve onu değiştirme düşüncesi, yanılgıdır ve iyi incelenmelidir. Şairin/sanatçının, politik ve dinsel görüşünü şiirde bir basınç merkezi ve eylem alanı olarak kullanması, sanatsal bir yaklaşım değildir. Şiir; hatta bütün sanat etkinlikleri, toplum yaşamından, öğreti ve inançlardan uzak olamaz, bu doğrudur. Ancak sanatı algı biçimlendirici gereç olarak kullanmak, sanatı ve şiiri öldürür. Şiir karşı duruş, direniş, çelişki, çatışkı gibi duygu, dil ve düşüncenin paradoksal yöntemlerinden beslenir; ancak okurun politik ve dinsel yaklaşımlarını şekillendirmek değildir amacı. Burası ince bir çizgidir.

İkincisi ise bütün sanatlarda olduğu gibi şiirin amacı; duygu, düş ve düşün dünyasının güzeli kavramasını kolaylaştırmak, güzel olarak görünüşe çıkmak, estetik tavır geliştirmektir; sevmeyi öne almak, kendini kendinde duyumsatmak ve insanın nihai ereğine[9] uzanan yolu temizlemektir.

İlerleyen sayfalarda, şiir çözümleme tekniği ve şiir eleştirisinin ilk adımını açıklayan bir bölüm okuyacaksınız. İlk adım yürümek için bir başlangıçtır. Bu konuda göremediğim, düşleyemediğim hatta yanıldığım çok temel kavramsal yanlışlar olacaktır. Yanlışa düşmüş olsam da iyi önermeler ileri sürmüş olsam da bu alanda eğitim almış ya da yıllarını vermiş sanat ve şiir işçilerinin affına sığınmak istiyorum. Sonuç olarak ben, sanatı ve şiiri kavramsal olarak tasarımlayabildiğim ve yaklaşım olarak çözümleyebildiklerimle bir şeyler sunmaya çalışıyorum. Hemen hemen okuduğunuz her tümce, üzerinde uzun zaman düşünülmüş, tarihsel ve bilimsel birikimle test edilmiş tümcelerdir.

Heykel, şiir, resim gibi tüm sanatsal yaratılar; bilimi kullanır ama bilimden özerktir, bilgiyi kullanır ama bilgiden bağımsızdır, insanın edimlerini kullanır ama insanın içine saldırır, aklı kullanır ama aklın çeperlerini parçalar, bilincin üç alanını kullanır ama bilinçle kavgalıdır. Başka bir deyişle, doğru yanlış kavramı geçersizdir sanat için. Güzel ya da güzel değil söyleminin de bir ölçütü yoktur. Bu nedenle kitapta kurmaya çalıştığım yöntem, olursa iyi olur dediğimiz en az birlikteliklerdir. Amacım; insan aklının ulaştığı evrimsel güce dayanarak, aklı kuran bilginin sonuçlarını verimli kullanabilmektir. Ne var ki çağımızda bilgi olmadan artık sanatsal yaratı ortaya koymak pek olası değildir.

Şiirin/sanatın hem yöntem olarak hem de uygulama alanı olarak karmaşık bir sistem olduğunu; bilgisel, düşünsel, sezgisel, tasarımsal ve duygusal altyapı gerektirdiğini; bunların yanında yetenek ve farkındalık gerektirdiğini söylemeliyiz. Şiir, dil sanatları içinde gerçekten karmaşık, çok boyutlu bir sanat alanıdır. Bir sanat türünün bilgi ve olgunun her çeşidini kullanabilmesi demek, tersinden söylersek somut, soyut her olgu ve nesne şiirin gereciyse şairin; sınırsız bir bilgi evrenine, duygu yoğunluğuna, imgelem gücüne ve onu çözümleyecek, açıklayacak zihin gücüne sahip olması gerekir. Başka bir deyişle şiir; dil, ezgi, duygu, akıl, bilinçaltı, bilinç üstü, sınırsız düş ve düşün sistemi ile mevcut kültür ve öngörülebilen tüm yaşam kaynaklarını en iyi örgütleyerek kullanabilen sınırsız bir ses, dil ve düşün evrenidir. Şairin polimat (pek çok farklı disiplinde engin bilgiye sahip olan) olmasını gerekli kılar. Bireysel bir çıktı olmakla birlikte şiir bilgisi evrensel bir bilgidir. Özetle söylersek, bütün sanatların temelinde var olan ve ‘sanatsal yaratıcılık olgusu’nu doğuran bir eksende yer alır.

Son zamanlarda şiire getirilen taklitçi yorum ve hor bakışla, insanın gözünde şiirin değer kaybına uğradığına bakmayın. Şiir, diğer sanat alanlarının ötesinde kapsamlı bir sanat alanıdır. İnsanın sahip olduğu duygu, duyu, sezi, görü ve bilgi gücü gibi yetenek ile yaşamın değer toplamını gerektiren bir sanat dalıdır. Ses, anlatım, anlam ve duygu ile dilin, dolayısıyla düş ve düşün sisteminin toplam ürünü olması, şiir sanatına erişilmez bir özellik kazandırır. İşte bu nedenle şiir sanatının gelişiminin sağlanması, hak ettiği değeri kazanabilmesi, insan yüreğine musallat edilebilmesi ve insan eğilimlerinin estetik değer katmanına taşınabilmesi maksadıyla, deneyimsel, çözümsel ve bilimsel bilgi üzerine oturmuş iyi bir “şiir çözümleme tekniği ve şiir eleştiri yöntemi” geliştirilmelidir. Böyle bir bilgi disiplini hem şair hem okur hem de eleştirmen için şiirin somut olarak algılanabilmesi ve anlaşılabilmesini sağlar.

Deneyime dayalı, kişisel çalışmalara özgü, öznel yargılara göre işleyen, izlenimci şiir eleştirisi ve uzun zamana dayalı bir şiir çözümleme yöntemi okuyup gördüğümüz kadarıyla Türk yazınında sıklıkla kullanılmaktadır. Ancak bunların; zamanaşımına uğramış bilgiler ve yaklaşımlar üzerine yapılandırılmış; sanat ve şiir felsefesini, sosyolojisini, psikolojisini yeterince baz almayan; öznel çözümlemelere gebe çalışmalar olduğunu söyleyebiliriz. Şiir çözümleme ve eleştiri yönteminin; zamanaşımına uğramış bilgilere, öznel eleştiri ve çözümlemelere gebe bırakılmış olması nedeniyle kültür endüstrisi dediğimiz kavramın ögeleri olan; parasal kaygı, ideolojik yaklaşım ve hırs tuzağı gibi dışsal ve kişisel etmenlerin yardımıyla; insanlara dikte ettirilen, değiştirilmiş algılara göre yönlendirilen bir tarz durumuna dönüşmüş olduğunu gözlemliyorum. Başka dillerin şiir kuram ve yorumlarının mutlak doğruluğu üzerine kurulmuş bir sistem olması da ayrı bir sorun. Örneğin, Cumhuriyet dönemini kapsayan, şair saymadığı için Nâzım gibi bir şairi dikkate almayan veya siyasete hizmet etmezse sanat sayılmaz mantığı ile eleştiri geliştiren anlayıştan söz ediyorum. Salt siyasi veya dini görüşlerine uygun diye ödül verilen, yere göğe sığdırılamayan, iyi bir yapıt olmasına karşın adı sanı okunmayan pek çok örneklere tanık olduk, oluyoruz. Verdiğim sıradan örnekte olduğu gibi ayrıştırılmış bir şiir anlayışını kurmak yerine; sanat felsefesi, sosyolojisi, psikolojisi ve estetik kavramları ile aklın, mantığın ve sevme duygusunun semerelerine yöneltici yaklaşım, sergilemek gerekir.

Birey, birey olma bilincine ulaşmış, “özgürlük” kuramda içselleştirilmiş, sanat özerkliğini ilan etmiş olmasına karşın “ne birey ne özgürlük ne de sanat ideal gerçekliğini” yaşama geçirmiştir. Çünkü özgün yaratı ortaya koyabilmenin ilk aşaması, algı deformasyonundan uzak kalmayı başarabilmektir. Günümüzde bunun olanaklı olup olmadığı önemli bir tartışma konusudur. Algı, anlama, düşünme ve açıklama edimi, bu dış etkenlerden uzak kalamaz; bir anlamda bilincin olgunlaşmasına katkı sağlayan girdilerdir. Ne var ki bu kavramların potansiyel gücünün; kişisel yargı ve yarar uğruna, kitleleri yönlendirmek ve egemenliği altına almak için kullanıldığı açıktır.

Geçmişte ve bugün anladığımız sanat ile gelecekte şekillenecek olan sanat, kavramsal olarak farklı olur mu, yargıda bulunmak zordur. Ancak evrimsel bir sürece bağlı olduğu kesindir. Gelecekte aklın evrimsel gelişimine bağlı olarak, bugün algıladığımız anlamının çok dışına taşmış olabileceğini dikkate almak durumundayız. Nitekim postmodern sanat ve bunun peşinden gelen çağdaş sanat anlayışı, bu perspektifi dikte ettirir durumdadır. Bilinç ve estetik değer yargımız, sanatsal geleceği kurgulamak için önemli bir bileşendir. Bence evrensel sanat normları gereği, sanatsal özgüven tam anlamıyla oturmalıdır.

Çağdaş sanat yaklaşımı ve kitlesel dönüşüm tezi, bugün şiirin öz-içerik-biçim ve biçeminde kendini duyumsatmaktadır. Gelecekte ise; bilginin, bilimin ve dünya özgürlük algısının şekillenmesine bağlı olarak her tür sanatın iyiye doğru evrileceği kanısındayım. Bu bağlamda bilimselliğin ve nesnel gerçekliğin ötelenmesi ile modern sanata özgü; misyon, yansıtma, özgünlük, seçkincilik gibi temel kavramların değer yitirmesinin altında yatan nedenleri iyi okumak gerekir. Bunları, sanat dünyasında yeni anlam ve görünüş üretme arayışları olarak görmek gerekir.

Konuya dil sanatları açısından yaklaşırsak, Türkçe konuşan, kültür birikimine değer veren, bilgiyi, anlamı ve geleneği yadsımayan, zaman ve mekân kavramlarını yok saymayan bir sanat yaklaşımı içinde olunması önem kazanır. Çünkü şiir; günlük, hemen şimdi şu anda sanat yapmaktan, sanatsal derinliği gereği uzak durmalıdır. Buradan şu anlam çıkmasın; modern sanatın temel kavramlarının değer yitirmesinden yana olmamam, sanatın sıra dışı, soyut ve gerçekdışı alanını reddediyorum anlamına taşımasın sizleri. Ben sanatta hiçbir sınır tanımıyorum; sanal ya da nesnel tüm düş ve düşün gücü; sanatın hareket alanıdır, sığasıdır.

Sanatsal algının gelecekteki dönüşümünü konuşmak yerine, bugün çağın gerisinde kalmış olgulardan söz etmeyi daha önemli buluyorum. Çünkü var olanı yetkinliğe ulaştırmadan, doğacak olana don biçmek çok mantıklı gelmiyor. Ne var ki olduğumuz yer değil olacağımız yerin tasarlanması da bilimsel aklın bir gerçeğidir. Geçmiş kazanımlar ile gelecek tasarıları, birbirini destekler biçimde üst üste oturtmak zorundayız. Bilimsel aklın en önemli özelliği, olayların sürecine her açıdan ve bütün olarak bakabilmektir.

Yeri gelmişken evrensel sanat anlayışından söz etmenin yararlı olacağını düşünüyorum. Sanatın tarihsel oluşum ve gelişim sürecine bu günkü görüşümüz ve sanata ilişkin algılarımız penceresinden baktığımızda, zaman zaman sanatın eksik yorum, hatalı yönelim ve yozlaşma eğilimine girdiğini görürüz. Küresel olarak, sanat bilincinin tam oluşmuş olmaması, yakılıp yıkılması, önemsizleştirilmesi, egemen güçlerin tekelinden kurtulamaması gibi tarihi sıkıntılar sanat dünyasında yaşanagelmiştir. Buna karşın sanat, önemli kazanım sağlamış; kuramsal, bilimsel, felsefi, sosyolojik ve psikolojik belleğini oluşturmuştur. Bireyin birey olma aşamalarına koşut olarak, özgün değerlerini kurmuştur. Tarihsel birikimini önemli sayılabilecek bilgi ve kuramlarla beslemiştir. Bundan sonra önemli olan 21. Yüzyıl aklının; sanatı, nereye ve hangi düzeye taşıyacağıdır. Bilginin teknolojiye dönüşme olanağı, felsefi kullanılabilirliğinin genişlemesi; sanat sosyolojisi, psikolojisi ve felsefesi gibi bilimsel kazanımlarla, soyut kavramların; zihinlerde tasarıma dönüştürülmesi sonucu sanata yeni boyut ve katmanların eklendiğini gözlüyoruz. Sanatın; aklın sonucu olduğunu ve ürettiği yapıtın yeniden aklın sınırlarını genişletme görevini üstlendiğini söyleyebiliriz. Algılandığı gibi sanat keşifler dünyası değildir; ancak sanat bilinçaltı, bilinç ve bilinç üstü olanaklarını kullanarak günümüze kadar keşifler dünyasının yolunu da aydınlatmıştır, açmıştır. Düşün dünyasının önüne geçme yarışıyla birlikte, aklın evrimini hızlandırma işlevini sürdürmektedir.

Sanat, tıpkı insanlığın yaşamsal değerleri gibi evrensel bir olgudur. Bilgi ve yeteneğe bağlı olarak varoluşunu sürdürmektedir. Tamamıyla insan aklına ve düşsel gücüne bağımlıdır. Buradan şu sonuca gelmek istiyorum; sanat; iyi bilgi, keskin zihin, yaratıcı zekâ ve uçarı aklın üstünde kendini geliştirir. Pek çok şeyin keşfi, sayısız sanat akımı ve bunca sanatsal yaratıdan sonra, sanatın özünde bulunan en önemli güzellik, bilginin sağladığı olanaklar ve bilginin sağladığı aklın evrim gücü ile kendini her geçen gün yenilemesidir. Zaten olması gereken de budur. Çünkü sanat; grupların, gücün, öğretilerin ve inançların yan bahçesi değildir. Evrenseldir, özgündür, özgürdür ve özerktir. Birilerinin diktesi, kabulü, inancı üzerine yaslanarak var olmayı sürdüremez. Evrensel sanatın amacı, duyguyu, mantığı ve toplam aklı tekmeleyerek çeperini yırtmak ve özünü ortaya çıkarmaktır.

Dünyanın herhangi bir yerinde ağlayan bir çocuk eş zamanlı olarak her yerde görüntülenip birbirine benzer duygulanımı kitlelerde yaratıyorsa, sanat da aynı değerleri yaşatabilir. Teknoloji sayesinde dünya algıladığımızdan daha küçüktür. Okyanus ortasında imdat diye bağıran bir kişi evlerimizde sesini duyurabilmektedir. Bunun anlamı sanat açısında şudur; herhangi bir yerde yarattığınız sanatsal bir değer, salt bulunduğunuz yerin değeri değildir; her yere çok kısa sürede ulaşabilir ve dolayısıyla evrensel değere dönüşebilir. Bu insanlığın olanakları olduğu kadar, sanatın da paha biçilemez bir olanağıdır.

Tersinden baktığımızda, iletişim teknolojilerinin ve medyanın aynı zamanda kötü bir yanı vardır; dikkatli olunması gereken yanı. Çok kolay ve çok kısa zamanda algıyı şekillendirebiliyor olmasıdır. Tıpkı ateş gibidir. Doğru kullanırsanız estetik değer üretirsiniz; yanlış kullanırsanız dünyayı yangın yerine çevirirsiniz.     

Tarihsel altyapı, sanatsal algı, duygusal çözümleme ve bilimsel birikime sahip olmamıza karşın, eşgüdüm ve eş zamanlı olarak sanatın kendi kulvarındaki koşusuna eşlik edip edemediğimiz ne yazık ki tartışmalıdır. Sanatsal gelişimin en büyük engeli, magazinsel bir tutum takınarak üretilen sanat varlıklarının ağırlığını yitirmesine göz yumuyor olmamızdır. Toplam aklın menzili henüz sanatın uzandığı çizginin gerisindedir. Sanatın son 1500 yıllık görünümü, üzerinde bulunduğumuz coğrafyanın kaderiyle benzerlik taşımaktadır. Ancak son yaşanan olayları dikkate aldığımızda, bu coğrafyada aklın çok çok gerisine düşüyor olduğumuzu açıkça anlayabiliyoruz. Akıl dışı pek çok kabul ve sanatsal yönelim, insanlığın temel değerleri gibi altın tasta sunulmaya, zihinlerde zorunluluk ve kuşatılmışlık duygusu oluşturmaya odaklanmıştır. Şimdilik bu konuya girmeyeceğim ama yeri geldikçe örnekleriyle birlikte ilerleyen sayfalarda değinmeye çalışacağım.

Evrensel sanat deyince ne anlıyoruz? Evrensel sanat, insanlığın nihai amacını gerçekleştirmeye odaklı, insanın en iyi koşullarda kendini gerçekleştirmesine yönelik tüm yolları süsleyen, düşüncenin erimi ile koşut akıl ve düş çıktısıdır. Evrensel düşün sisteminin, toplam somut göstergesidir. Bilimin, bilginin, düşün, duygunun, zihnin, bilincin, mantığın ve aklın toplam bileşkesidir. Yirminci yüz yıl aydınlarının sanat anlayışının tersine, sanat ne öğretilerin ne inançların ne de baskın güçlerin sıradan oyun bahçesidir. Aklın yaramaz tutumunun somut varlığıdır sanat. Aklın bilirkişisidir. Evrimin sözel ve görsel tanığıdır. Söylendiği gibi ne şiir akıl dışıdır ne resim renk tasarımıdır ne de müzik yalnızca bir ses uyumudur. İnsanın sahip olduğu duygu, zihin ve düş gücünün; fiziksel, kimyasal ve biyolojik nesne, hareket veya sese dönüştürülmüş şeklidir. Aynı zamanda yeni bir zihni gerçekliğin tasarımlanması ve zihinsel gücün evrilebilirliğinin göstergesidir.

Eğer şiir yazıyorsak, şiir diline özgü teknikleri bilmek zorundayız; çünkü dil bir bilim konusudur. Bir sanat dalıyla uğraşıyorsak diğer bilimlerin yanında insan psikolojisini bilmek zorundayız; çünkü psikoloji bir bilim dalıdır. Her sanat dalının; fen, sosyal ve insan bilimleri ile iç içe olmasını bir kenara koyma lüksüne sahip değiliz. Şiir; muhatap olduğu alanlar bağlamında; bilgi, bilim, duygu, akıl ve yaratıcılıkla iç içe olmak zorundadır. Şair de polimat olmak zorundadır. Sanat ne bilimin içindedir ne de bilimin dışında bir yerde düşünülebilir. Yaratıcılık da şiir de aynısıdır. Sanatı yaratan tüm olanaklar, bilgi çemberinin sağladığı ve toplam artalan bilgisinin yarattığı imgelemdir. Yaratıcılık, algı, anlama, kavrama, sezi ve duygu; bilginin üzerinde değer kazanan soyut, somut olgu ve varlıklardır.

İmgelemi kuran düşünsel ve duyusal altyapıyı, az çok anlayabiliyoruz. Şunu söylersek yanılgıya düşmeyiz sanırım; sanat psikolojiyi ne kadar iyi kullanıyorsa dili, sesi, duyguyu, fiziği, kimyayı, biyolojiyi, felsefeyi de o kadar ustalıkla kullanır. Durum böyle olunca sanat; duygunun, aklın ve bilginin içinde, yani insanın yarattığı bilgi varlıkları ile gizil gücünde bir yerde durmaktadır. Sanat, hangi türü olursa olsun bir yaratı işidir; yaratıcılığın beş duyusu ise sevgi, sezgi, doğa, bilgi ve teknolojidir. Bunun anlamı ise sanat dünyasının, insanın sahip olduğu toplam bilgi ve kültür varlıkları ile ilgili olmasıdır.

Bazı düşünürlerin öne sürdüğü gibi anlamın ötelenmesi; bilginin, doğrudan görme ve salt zihni etkinlik olarak düşünülmesi; hem fiziksel olarak hem de metafizik bağlamında geçerli bir sonuç olmaz. Çünkü sanatın en önemli özelliklerinden olan “görme, sezi ve beğeni”, bilgi ve bilginin yorumundan doğar. 

Ne var ki her öznenin olmazsa olmazları, olsa da olmasa da olurları ve olmazsa daha iyi olurları vardır. Bir sanat yapıtındaki olanla olmazların arasındaki tercihe, bazı kavramların ışığında bakmalıyız. Yanılgılar ve bilgi noksanı magazinsel yorumlar, bir yere kadar tutunabiliyor ve zamanla her açıdan sorgulanır duruma düşüyorlar. Günümüzde öylesine algı ve beğeni güdüleme teknikleri geliştirilmiştir ki insanların tutumlarına mantıksal bir açıklama getiremezsiniz. Bilgi noksanı magazinsel yorumlar, bilimsel deneylere dayalı bir önerme gibi önümüze konuyor ve aklımızla dalga geçildiğini net olarak anlıyoruz, mayhoş bir tebessümden başka yapılacak bir şey olmadığını görüyoruz. Algı güdülemesi dediğimiz olgu, ne yazık ki en eğitimli insanın aklını bile işlevsiz hale getirebiliyor.

Algı güdülemesi ve kültür endüstrisi tanımlamalarını daha anlaşılır kılmak için ilginç bir örnek vermek istiyorum: Öyküye göre maymun avcıları, Hindistan dağlarında avlanmak için basit bir teknik kullanırlarmış. Hindistan cevizine maymunun elinin gireceği kadar bir delik açarlarmış ve cevizi zincirle ağaca bağlarlarmış. Maymunları cezbeden, en çok sevdikleri yiyeceklerden küçük bir parça Hindistan cevizinin içine koyarlarmış. Maymun cevizin içinden yiyeceği almak için elini delikten sokup doğal olarak yiyeceği avucunun içine alırmış. Yiyeceği tutan el ister istemez yumruk yapılmak zorunda olduğu için, elini cevizin deliğinden çıkaramazmış. Avcılar gelip orada maymunu çırpınırken yakalarlarmış. Hiçbiri, yiyeceği bırakıp elini çekmeyi başaramazmış. Çünkü maymun, eli ile tuttuğu yiyeceği sahiplenmiştir ve onu içgüdüsel olarak bırakamamaktadır. Bırakamadığı için de bundan sonraki yaşamından olmaktadır. Modern çağda kurulmuş olan sistemlerin en büyük özelliği insanın sahiplenme duygusunu, bununla birlikte kazanma hırsını zirveye çıkarmış olmasıdır. Bilinçli oluşturulmuş sahiplenme duygusu ve kazanma hırsı, öyle bir işlenmiş ki içgüdüsel davranışlara eşdeğer bir şekil almıştır. Kültür endüstrisinin kullandığı zayıflık alanları, sahiplenme duygusu ve kazanma hırsı gibi ham duygulardır. Bu örnekten yola çıkarak, insanda bilinç ve zihin yetisi olmasına karşın kültür endüstrisinin yaratığı çemberden çıkamaması başka neyle açıklanabilir? İnsanda doğuştan var olan hırslar, renkli dünya önerisiyle bilinçaltına itile itile güdüsel davranış kalıbına dönüştürülmüştür. Algı kodları, kazanmaya odaklanmıştır. Yani insan zorlanmıştır ve zorlanmaya da devam edilmektedir. Konunun en çelişkili yanı şudur: İnsan zorunlu bırakılmasına karşın seve seve zorunluluğa uyum sağlamış, daha ileri derece zorluklar/zorunluluklar altına girmeyi mutluluk saymayı doğal görür olmuştur. Yani insanın dürtü ve buna bağlı güdüleri, bilimsel ve teknolojik kontrol tedbirleri ile baskı altına alınarak bilinci zayıflatılmıştır. 

Özetlersek, çevremize çekilmiş olan bu görünür olmayan demir çember, aynı zamanda aklın evrimi önüne konmuş aşılması zor bir engel sistemidir. Sanat adamı, çemberi kırmak için beyaz dünyaya değil; insanın iç dünyasına dönmeli ve biçimsel aklın yolunu kendisine kapatmalıdır. Bu durum, küçük bir fındık uğruna neleri kaybettiğimizin farkında olamadığımız gerçeğidir.

Şiir gibi pek çok parametreye sahip bir sanat alanı, elbette şu deyince anlatılacak bir konu değildir. Şiiri varlık katmanlarıyla birlikte ele almalıyız ve bilinenden bilinmeyene doğru derinliğine ve çapraz sorgulamalıyız. Yani şiirdeki fiziksel ve duyusal varlık katmanlarını, içerik ve birbiriyle ilişkileri açısından ele almalıyız. Var olan bilgi ve dillendirilmiş bilgiden çok, birikimlerimizden nasıl yeni bakış açısı yakalayabiliriz, şiir dilini ne kadar genişletebiliriz bunun derdine düşmeliyiz. Sanal dünyanın bile insan anlağında somutlaştığı bu zamanda, 19 ve 20. Yüzyıl çatışma kültürünün doğurduğu sanatsal bilgi ve kuramlar üzerinde debelenmek, bana göre anlamsızdır. Şiirin amacı, iletilerini okuyucusuna iletmek ve onun duygusunu kavrayarak anlama, görme, sezme, düşünme ve sevme edimini gerçekleştirmektir. Dizelerinde var olan enerji ve hareketi, okura da duyumsatmaktır. Bilgi aktı, “anlamanın” gerçekleşmesi için olumlu duygunun, yani sevme duygusunun gerekliliğini vurgular. Anlama ve düşünmenin başlatılabilmesi için, öncelikle duyguların belli bir kıvama taşınması gerekir. İstenen kıvamda duygulanımın oluşması demek, insanın her tür iletiyi algılayıp, işleyeceği, yorumlayacağı, seveceği arınmış ve haz duyulabilir bir ortamın oluşması demektir. Bir şiiri ele alırken şu unutulmamalıdır: Okur duygusunun ele geçirilmesi demek hem ekonomik yönelimini hem de beğeni karar yetisini ele geçirmek demektir. Halk dilinde söylenegelen biçimiyle okurun gönlünü kazanmaktır.           

Şiire gönül vermişler; şiirin yaydığı duyusal iletiyi, soyut ve somut yenidünya önerisini, gerçek ve üst gerçeklikle ilişkisini; şiirin derin yapısını; şiirin tarihsel gelişimi ve bu gelişim içindeki dönemsel iniş ve çıkışları; incelediyse okuyabilir. Sanat dünyasının dinamik yapısını algılayıp anlamlandırmaktan yoksun şair, sanatsal rotada yol alamaz. Şiir, yalnızca dil değildir, anlatım değildir ve ses de değildir. Şiirin bir dizesi, dizeye dönüşünceye kadar geçirdiği evre sınırları belirsiz iki dünyanın (gerçek ötesi ve nesnel dünya) elekten geçirilmiş özüdür. 

Kitaplaştırılmış şiir yazılarına baktığımızda, şiirin felsefi derinliği, tekniğinin gerektirdiği özellikler, şiir dilinin sunduğu olanaklar; yeni keşifler beklemektedir. Ne var ki eleştiri, inceleme, çözümleme gibi felsefi, kuramsal ve deneyime dayalı sağlıklı kaynak yeterince yoktur. Haksızlık etmemek için, belki ben ulaşamadım, diyeyim. Şiir yazılarının pek çoğu, magazin içerikli ve günü oyalayan türden yazılardır. “O şair, şiirin gerisine düşmüştür, şu şair şiirini öldürmüştür, kimse onun kadar bir şiiri iyi bitiremez.” gibi genel yorumlar ve öznel değerlendirmelerle dolu sayfalar. Bunlar şiir adına kötü değil, şiir kültürünün olmazsa olmazları ve deneyimin bir yansısıdır mutlaka; ancak şiir bir sanat ve aynı zamanda bir bilimdir. Magazinsel yaklaşımlarla şiir dili, tekniği ve sanatına yeterince katkı yapılması beklenemez. Çok yetenekli ve bilinçli sanatçılarımız, sanat kuramcılarımız, şairlerimiz var; topluma mal olmuş kişiler olarak, öncelikle genç kuşaklar olmak üzere, insana şiiri/sanatı sevdirmek ve bilgi aktarımını sağlamak için, şiir dili ve bilgisine ilişkin felsefi, dilsel ve estetik ayrıntıları yazmalılardır. Magazinsel bilgiden ziyade, dilsel ve şiirsel kuramlar öne sürmeleri daha ayrıntılı ve yararlı çalışmalar olur kanısındayım. Bunlar yapılmıyor demiyorum; gerçekten şiir dili ve şiirin yapısına ilişkin kaynak olarak ele alınacak kitap sayısı çok yetersiz. Örneğin, şiirde ses bilgisine ilişkin eli ayağı tutulur hemen hemen başvurulacak kaynak neredeyse yoktur. Oysa şiir, tarihsel sürecinde ses, anlam ve anlatım ayağı üzerine oturan bir metin olarak günümüze kadar gelmiştir; bunlar, şiirin işlevini gerçekleştirmekte en önemli etkenlerdir. Şiiri değerlendirirken, şiirin estetik tavır oluşturma yeteneğine, estetik değerlerine, dil tekniklerine ve gelişim sürecindeki değişimlere çok yakından bakmak gerekir. Kısacası, şiire sanatsal yaratıların temeli olarak bakılmalıdır. Değişim, yeni şiir, çağın önüne geçen şiir; elbette her şairin hedefidir. Bugün olduğu gibi şiirin özünün dışına düşüldüğünde şiir kendi kendini önemsizleştirir.

Şiirin derin yapısını anlamak istiyorsak, şiire iki açıdan yaklaşmak gerekir. Birincisi şiirin sanatsal özünü çözümlemek, diğeri ise şiirin dilsel bütünlüğüne bakmaktır.  Şiir bir sanattır; sanatsal tüm değerleri içinde barındırır, sanatsal yaratıcılığın anasıdır ve sanata ilişkin tüm olanakları kullanır. Düşsellik, düşünsellik ve içsellik bekler. Şiir bir bilimdir; diğer özellikleri yanında şiir dili, düşünceyle bağı ve derin yapısı kocaman bir bilgi yumağıdır, bilgi disiplinidir, bilimsel ve duyusal bilgi bütünlüğünün akıl tasarımı altında kapsamlı örgütlenmiş durumudur. Şiir sanatının hareket alanı, görünür dünya ile görünmez dünyanın insan algısında anlam bulduğu ve estetik yaşantının doğduğu yerdir.

Şiire derinlemesine daldıkça, yorum ve çözüm bekleyen konular bir bir kendiliğinden su yüzüne çıkıyor. Değinilmemiş, düşünülmemiş, açıklıkla gündeme taşınmamış düşüncelerle yenidünya algısının söze dönüştürülememiş derinliklerini yakalamak ve bu sayfalara aktarmak gerek diye düşünüyorum. Tarihsel ve güncel şiir bilgisi ne kadar iyi irdelenirse, şiirin hedefi ve geleceğinin şekillendirilmesi o kadar isabetli ve tutarlı olacağını söyleyebiliriz.

İnsan neden şiir yazar, resim yapar veya dans eder? Daha genel soralım, neden sanat yapar? İnsanın sanat yapma amacının temelinde ne yatar? Bunu bir kez de birey olarak kendimize soralım; neden şiir yazar veya resim yaparım? Bu ve buna benzer sorular sürekli sorulagelmiş ve bakış açısına göre yanıt, çoğunlukla değişiklik göstermiştir. Bunlar, basit sorular gibi görünse de işin ayrıntısına girildiğinde evren döngüsü, insan davranışları ve ilişkileri, işin içine girer. “Sanat için sanat, toplum için sanat” gibi birkaç açıdan ele alınmış bir önerme ile durumu açıklayamayız.

İnsanın sanata yönelik çabasının altında, kendini gerçekleştirme düşüncesi yatar ve buradan hareket etmeliyiz. Sanatı insan üretir; bu eylemin nedenleri, fizyolojik dürtü, psikolojik güdü ve toplumsal olgular olmak üzere, bilinçaltı, bilinç ve bilinç üstü ile duygu-algı-anlamasından doğan bir amaç vardır.

Hangi tür canlıyı ele alırsak alalım hepsi, varoluşunu koruma ve sürekliliğini sağlama çabası içindedir. Bu temelde fizyolojik ve biyolojik bir güdüdür/dürtüdür. İnsanoğlu ise bu amacı gerçekleştirmek için; güdü, duygu, mantık ve zihin denen toplam akılla daha da sıkı örgütlenmiştir. Ülküsel varsaydığı etkinliklerle varoluş ve sürekliliğini daha çekici yapma çabası içindedir. Aklını kullanarak; güzele, yüceye, iyiye, uyuma ve geleceği şekillendirecek olan en mükemmele ulaşmaya çalışır. Kimilerinin “saf istek”, kimilerinin estetik tavır, kimilerinin güzele ulaşmak dediği görüngünün temelinde yatan gerçek; sırasıyla temel dürtüler, duygu, bilinçaltı, bilinç ve toplam aklın en mükemmele ulaşma çabası yatar. Tüm canlıların, varlığını ve yaşamsal sürekliliğini sağlama çabasının altında yatan gerçeği tanımlamak için; özellikle erkek ve kadının arasındaki bütünselliğe, birbirini tamamlar ilişkiye bakmak gerekir. Özel bir gayrete gerek kalmaksızın, kadın ve erkek arasındaki geometrik uyuma, hormonal zorunluluğa, biyolojik çekime, tensel ve gensel dengeye, güzeli ve güçlüyü arama tutumuna, yine bu amaca yönelik kendini gerçekleştirme çabasına bakalım. Bunlar, sanat yapmanın temelinde yatan ve değişik biçimlerde dillendirilen gerçek hakkında bilgi veriyor olmalıdır.

İster makinist dünyadan kaçınmak ve daha korunaklı bir yere sığınmak için diyelim; ister kendini kanıtlamak için diyelim; ister ekonomik kaygıdan diyelim; sanat üretme çabasının altında yatan şey; bilinçaltı ve bilincimizin en iyiye, en üstüne, en yaşamsal gerekliliklere yönelik çabasıdır. Dış dünya kaygılarından kaçınmak, iç huzuru kendinde yakalamak vb. gibi hangi gerekçeyi öne sürersek sürelim, insanın güzeli aramasının temelinde yatan neden, onun güdü diskinde doğal olarak yüklü olmasındandır. Diske yüklü bilgiler; güzeli yaratarak daha yaşanabilir dünyaya ulaşmak; kendinden sonra egemen olacak genlerin varoluşunu ve sürekliliğini sağlamak içindir. Gerek sosyal düzen gerek toplumsal olgular gerek kişisel eğilim etkisiyle, yaşamımızda yeniden şekillenirler. Bu, yaşamsal süreklilik ve neslin egemenliği üzerine kurulmuş bir varoluş gerçeğidir. Yaşamın sürekliliğine yönelmeyen, varoluşunu garanti altına alma çabası içinde olmayan, bitkiler dahil hiç canlı gördünüz mü?

Cinselliğe, canlıların üreme davranışlarına, bitkilerin çoğalma şekillerine baktığımızda, bazı şeylerin kesinlik taşıdığını görebiliriz. Ayrıca, sanatın cinselliğe bağlı gerçek güdüler ile yakın bir ilişki içinde olduğunu pek çok düşünür söylemektedir. Ancak bu ilişkinin dayandığı temeli doğru yorumlamak önemlidir, diye düşünüyorum. “Fizyolojik güdüler ile sonradan kazanılmış olgular, daha yaşanabilir dünya kurmak ve kendinden sonra egemen olacak genlerin en iyi koşullarda sürekliliğini sağlamak üzerine kuruludur.” Bu tümceyi biraz açalım isterseniz.

Fizyolojiyi ve özellikle beynimizin çalışma yöntemini uzmanların açıklamalarından az çok anlıyoruz. Buna dayanarak, dürtü, güdü, bilinçaltı, algı, anlama, bilinç, bilinç üstü ve insanın diğer duyumsal niteliklerini açıklayabiliyoruz. Bilincimiz yönetiminde yaptıklarımız ile bilinçaltı-zihnimizin yaptırdığı, sayısız etkinlik söz konusudur. Bunlar, biyolojik ve psikolojik emirlerdir. Doğuştan genlere kodludur ve bunlardan hareket almaktadır, diye düşünüyorum. Bana kalırsa bu açıklamayı anlaşılabilir yapmanın en kolay yolu, cinsellik ve aşk kavramlarına bakmaktır.

İnsanın bazı davranış ve eylemlerini, erkeklik ve kadınlık hormonlarının ürettiği enerji yönlendirmektedir. Enerjinin sönümlenme amacı, insanı ısrarla sürüklemektedir. İşte burada önemli bir nokta vardır. Enerjinin sönümlenme amacına uygun yönelim; salt insan için, öğrenilmiş kalıplar ile tehlike doğuracak durumlar söz konusu olduğunda baskı altına alınabilmektedir. Enerji; dürtü, güdü ve duyular aracıyla, bilinçaltı ve bilinci harekete geçirmektedir. Cinsellik gibi aşk da ruhbilimsel olduğu kadar biyolojik bir eylem türüdür. Bilinçaltı ve bilincin emirleri ile yönetilir. Bu eylem, canlının en önemli gördüğü bir gerekliliğin dışavurumudur; doğal ve karşı durulamaz bir emirdir. Canlı organizmaların mutlak davranışıdır. İnsanda açığa çıkan bu enerjinin sönümlenmeye yönelik çabası, güçlü ve güzel olanda kendini gerçekleştirme üzerine kuruludur. Dikkat edilirse “estetik kaygının doğuş gerekçesi” burasıdır. Cinsellik ve aşkın birinci aşama amacı; bilinçaltında kodlu olan bilgiden hareketle; güçlü, üstün, seçkin ve güzel olanda kendini gerçekleştirmektir. Bir diğer anlamda güç sahibi olmak veya güzel olmak bu amacın gerçekleştirilmesinin en risksiz yoludur. Sağlıklı geni geleceğe taşımak; güçlü, üstün, seçkin ve güzel olmaya bağlı olduğuna dair algı; canlı doğasında gizil bir zorunluluktur. Bu amacı gerçekleştirmek için, güç sahibi olmak veya çok güzel görünmek doğal bir istek olarak karşımıza çıkar. Bilinç ve bilinçaltı yazılımı, aktarım ve hazzın gerçekleştirilmesini bu özellikler üzerinde görür.

 Buraya kadar olan kısmı, insan davranışlarının birinci aşama eylemleri olarak adlandırabiliriz. Cinsellik ve aşkın nihai amaca ulaşması, yani birinci aşama eylemleri, yalnız insana özgü, duygu ve bilincin yönettiği duygusal, naif, estetik biçimde gelişir. Bu, eylemin nesnel, biyolojik ve kimyasal yanıdır, aynı zamanda bunun içinde daha karmaşık olan duygusal alan vardır; ancak burada daha fazla ayrıntıya girmeyelim.

Estetik değer, estetik tavır, estetik yargı, güzel, haz ve hoşlanma kavramları yalnız insan için geçerlidir.  Bunlar, doğal olarak yalnız insanda vardır. “İnsan neden sanat yapar?” sorusunun yanıtını tamda bu noktada, yani cinsellik ve aşkın birinci aşama eylemlerinde aramalıyız. Varoluş ve yaşamsal eylemlere yönelik tüm dengelerin, neslin sürekliliği üzerine kurulu olması ayrı bir tanıktır bu teze.

Kant ve Shiller gibi düşünürler, estetik tavrı ‘auto-talos’ kavramında görürler. Diğer bir söyleyişle, ‘kendinden başka ereği olmayan’ tavır olarak ele alırlar. Estetik tavır, bir yapıttan haz duyma veya estetik yaşantı, kendinden başka ereği olmayan estetik tavır olarak tanımlansa da bunun çok geçerli bir söylem olabileceği akla uygun gelmemektedir. Yüzeysel baktığımız zaman, bir çocuğun oyun oynaması kendinden başka ereği olmayan estetik tavra örnek verilebilir belki. Ne var ki bunun altında, aklın gelişmesi için bir çaba olduğunu söyleyebiliriz. Yaşamsal gerçekleri çözümlemiş bir insanın, kendinden başka ereği olmayan bir estetik tavrı yaşayabilmesi bana göre olası görünmüyor. Adı geçen estetik tavrı yönelten, doğuran mutlaka bir altyapı gerçeği, artalan bilgisi vardır ve her farklı insan için farklı biçim alır. Tıpkı çağdaş sanat anlayışına göre, yapıtın her insan algısında farklı bir kavrayışı sağladığı gibi.

İşte bu noktada, gerek güdü, duyu ve bilinçaltı gerek bilinç ve gerekse bedensel gereksinimler; bireyin bilinçsiz, bilinçli ve öğrenilmiş olan davranış kalıplarını yönetir. Üstün olma, güç sahibi olma, önde olma, güçlü olma, güzel olma, güvende olma, kendini kanıtlama, beğenilme gibi görüngüleri doğurur. Birey, kendinde bulduğu yetenek ve olanakların sınırlarını zorlayarak bunları; hareket, söz, ses, çizim ve yazıyla dışa vurur. İçinde var olan, öğrenilmiş, gelenekten alınmış eylemleri; sevme ve hoşlanma duygusunun yoğunluğuna bağlı olarak gerçekleştirmeye yönelir. Bilinçaltı emirlerine uygun olarak; duygusal, psikolojik ve sosyal yönelimleriyle sonradan öğrenilmiş olgulara dayanarak; kendini gerçekleştirebildiğine, kanıtlayabileceğine ve beğenileceğine inanır. Bu yüzden herhangi bir sanat alanına sevgi ve tutku ile bağlanır. Beğenildiğini ve alkış aldığını gördüğünde, iktidar ereğine, kişisel tatmin ve hazza ulaşır ki kendini gerçekleştirmenin en somut dışavurumudur bu. 

Sanat, salt cinsellik ve aşk temelli bir eylem olarak düşünülemez. Cinsellik ve aşk, sanat üretme eyleminin temel çıkış noktasını oluşturması açısından önemlidir. İnsandaki estetik kaygıyı doğuran; dürtü, olgu ve olaylardır. İnsanın sanat üretmeye yönelişinin, doğal ve ilkel temelini bu düzlem oluşturur. Bundan sonrası, öğrenilmiş ve sonradan yapılandırılmış olgulara dayanır. Örneğin; kişisel yararlılık duygusu, kendini kendinde görme, anlama, gösterme, kanıtlama, gerçekleştirme, toplumsal bilincin oluşturduğu ideolojik misyon veya inanç baskısının yarattığı yaratanın en iyi kulu olma gibi çabalardır. Bunların yanında, ölümsüz olma isteği, dünyayı iyileştirme ve anlatmaya çalışma gibi olguları sanat yapmaya yönelten durumlar olarak gösterebiliriz. Ne var ki burada saydıklarımız, sanat yapmak için ikincil gerekçe olmaktan öte geçemezler.

Sanat yapmanın temelinde yatan birincil gerekçe, insanın nihai amacına ulaşma kaygısıdır. Bu kaygı kendini gerçekleştirme olgusunda ortaya çıkar. Zaten bu konuda çoğu düşünür benzer yaklaşımlarda bulunur. Bunlar yine bilinçaltı kodları üzerine oturmuş, bir kısmı sonradan kazanılmış ancak bilinçli (yeniden yapılandırılmış) bir yönelimdir. Neresinden ele alırsak alalım, sanat ediminin en önemli ve değişmez ölçütü, insanın nihai amacına hizmet eden bir eylem olmasıdır. Buna göre sanat yapmaya yönelten ikincil gerekçeler; inanç, misyon, yararlılık, kendini gerçekleştirme, toplumsal gücü sağlama… gibi değişkenlerdir. Bunların bir kısmı, büyük oranda öğrenilmiş, öğretilmiş, duygulara ekilmiş, inandırılmış ve yönlendirilmiş insan davranış kalıplarıdır. Bir bakıma, yönelimlerin, sistemlerin, olayların, yönetim ve eğitim tekniklerinin yardımıyla; dürtü, güdü ve gereksinimlerin yaşam sürecinde güncellemesidir.

Kandinsky, “Sanat, içsel bir zorunluluktur.” der. Bu bana göre, insanın nihai amacından doğan bir kaygıdır. Kendini gerçekleştirme isteği, bu kaygıyla ortaya çıkan bir insan tutumudur. İçsel zorunluluk, kendini gerçekleştirme isteği doğurur. Konunun kökenine indiğimizde, varoluş ve neslin sürekliliği kaygısının doğurduğu bir zorunluluktur bu. Zorunluluk sonucunda sanata yönelik eğilim, sonradan yapılandırılmış olgu ve olaylarla ilgilidir. Sanata yaklaşımı; kişi, ortam, kültür, bilgi ve coğrafya gibi etkenler nedeniyle farklı farklı biçimler alır. Aslında amaç aynıdır ve aynı kaygının sonucudur. 

Özetlersek, sanat yapma veya sanata yönelme, birincil olarak varoluş ve süreklilik kaygısından doğar; içsel bir zorunluluktur. İnsana özgü bir kaygının sonucudur. Kaygısını; yüceye, iyiye güzele ulaşmakla; üstün olmak, en başarılı olmak, güç sahibi olmak gibi görüngüler üzerinde gidermeye çalışır. Bu tutuma, kendini gerçekleştirme çabası da diyebiliriz.  Sonra ikincil kaygı kendini gösterir. İnanç, kültür ve algı biçimi gereği yaşam sürecinde yeniden yapılandırılarak daha farklı boyuta, yaklaşıma, anlayışa evrilir. Kiminde estetik kaygı, kiminde ekonomik kaygı, kiminde politik kaygı, kiminde inanç kaygısı öne çıkar. Sanat anlayışını buna göre şekillendirir. Hiç kimse ama hiç kimse, ben sevdiğim için resim yapıyorum diyerek kendisini bize tanımlayamaz. Çünkü sevmenin gerisinde bir art alan bilgisi ve bir şeylere ulaşma çabası vardır; sanat ediminin gerisinde var olan zorunluluk gibi…    

İster izleyici ister eleştirmen ister sanatçı olsun, insanın sanata ilişkin ereği konusunda kendi yorumunu üretecek bilgi altyapısının olmasında yarar olduğunu düşünüyorum. Bu kadar söz kalabalığından sonra biraz nefes almak için bir şiir okuyalım.

 

 

AY

 

Ne zaman getirsem gözlerini aklıma

Ay eğilir denize gökyüzünden

Tutar yakamozun ellerinden usulca

Su içer aşklar o zaman

Yakamoza şamdan tutan göğsünden.

 

Ne zaman içimden yüzünü sevsem

Mavi içer bir sessizlik denizden

Meltem giymiş bir hüzün akar körfeze

Ayrışır martılar mahrem öfkesinden

Titrek bir heyecan sızar sol önüme

Ayın aydan da güzel nefesinden.

 

Ne zaman güldüğünü düşünsem

Körfez erir kendi halkalarında

Şenlenir ak martılarla deniz üstü

Eflatun ezgiler sökülür eteklerinden

Tebessümünde sırdan, ödünç kanadım

Göğsünde şamdan tutan meleklerinden.

 

Ne zaman ağladığını düşünsem

Körfez durağan, dalga ılımlı,

İnciraltı sessizlik giyer

Vaz geçer arılar orkidelerinden

Tüner kuşlar mevsimlik suskunluğuna

Seyre durur gözlerimde Huzur

Ayın göğüs üstüne eğilişini

Ve su içişini göz bebeklerinden.

                                                         Mart 2014 Narlıdere/İZMİR, “Bir Damla Suda Halkalar” kitabından 

 

Sanat dönemleri, birbirinden kesin çizgilerle ayrılmayan ve ayrı ayrı düşünülemeyen bir süreçtir. Klasik, modern, postmodern ve çağdaş sanat dönemleri, aynı düzlem üzerindedir ve birbiri içindedir; aynı zamanda sırasıyla birbirinin devamı ve birikimidir. Bunları anlamak ve hak ettiği biçimde değerlendirmek istiyorsak her birinin ayrıntısını ve birbirlerine olan etkilerini; tarihsel bilgi, metinler arası ilişki, sanat bilimi ve bilimler arası eşgüdüm altında incelemeliyiz. Sanatın öyküsü, sanıldığı gibi basit bir öykü değildir; yaşam, nesne, evren, kültür, zaman, düşünce, bilim, akıl ve teknoloji gibi her biri kendi başına ayrı görüngü olan kocaman bir dünyanın bileşkesidir; birbirleriyle korelatif ve çoğunlukla doğrudan ilişkilidir. Belirgin boyutlarının yanında belirgin olmayan boyutu, fazla değişkeni ve karmaşık bileşenleri olan bir etkinlik alanıdır. 

Sanatın hangi dalına neresinden ve hangi zamandan bakarsak bakalım, imgelem-imge-imgelem formülüne göre çalışan bir sistem buluruz karşımızda. Amaç, kapsam, biçim ve biçem olarak zamanla değişiklik gösterse de özde, belirli bir yolu ve hedefi esas alır. İmgelem-imge-imgelem süreci; şiir, resim, müzik… gibi tüm sanat yapıtlarının doğuma hazırlık safhasından doğumuna, imge ve iletilerini kurmaktan okurda yeniden bir imgelem dünyası yaratmasına kadar izlenen yol olarak düşünmeliyiz. Daha anlaşılır biçimde söylersek, sanatçının imgelem gücü ve zenginliği, yapıttaki imge ve iletiler bütününü kurar; imge ve iletiler bütünü de okurla karşı karşıya geldiğinde okur imgelem dünyasını oluşturur. Yapıtın yaratımından izleyicide oluşturduğu estetik tavra kadar olan süreci anlatır. Yapıt, izleyicide imgelem yaratma yetisine sahip olduğu sürece, varoluşunu ve estetik değerini korur.

Sanatsal dönemlerin ve sanat akımlarının; her biri büyük hacimli, ayrıntılı inceleme ve çalışma konularıdır. Burada konumuz bu olmadığı için kısaca değinmek istiyorum.

Klasik sanat anlayışını, henüz kendini tanıma ve gerçekliği taklit aşaması; romantizmi ise sanatın insanla ve insanın nihai amacıyla bağ kurduğu ilk dönem olarak değerlendirebiliriz. Bu nedenle klasisizm ve romantizm dönemine ilişkin çok ayrıntıya girmeyeceğim. Çünkü asıl insanın kendini gerçekleştirmesine yönelik sanat, 17. yüzyıldan itibaren başlar. Yani modern sanat anlayışı, sanatsal nüvenin insanı, bilimi, bilgiyi ve aklı ele alması ile başlar diye kabul edenlerdenim.  

Modern sanat dönemini iki farklı perspektiften ele alarak değerlendirmek gerekir. Birincisi, teknik uygulama açısından, ikincisi ise sosyal ve psikolojik açıdan değerlendirilmelidir. Modern sanata teknik yönden baktığımızda farklı görünüm ortaya çıkar, sosyal ve psikolojik açıdan baktığımızda ise karşımızda daha ilginç bir sonuç buluruz.

Teknik yönden baktığımızda modern sanat anlayışı; sanatın yenidünyaya uyarlanması, yani teknik yenidünya ile insan ilişkileri ve akli melekelerinin bir düzene oturtulması dönemidir. Her olanak, teknik araç, bilimsel çalışma verileri, insani/yaşamsal değerler ve öğretiler; sanatsal eylemlerin içinde olması için çaba gösterilmiştir. İnsanı bulunduğu yerden çekip çıkarmaya yönelik, ayakları yere basar oluşumların keşif dönemidir. Başka bir deyişle modern sanat dönemi, sanatın olgunluk dönemidir. Sanatın insan algısında felsefi anlamda ve var oluş şekli ile biçimlendiği dönemdir. Burada “olgunluk” kavramını, sanatsal yaklaşımın henüz aklın dışına evrilmediği bir anlamda kullanıyorum. Olgunluğu gerçek anlamında olduğu gibi tepe noktasına erişmiş ve geriye doğru bir tükeniş başlangıcı olarak düşünmemek gerektiğini belirtmeliyim. Çünkü sanat, hiçbir zaman bu anlamda olgun bir dönem yaşamayacaktır. Sanatçı ve sanat yaratılarının var edilişi ve hareket aldığı temel nokta, “evrimsel gelişim” ve “dinamik” bir sürece sahip olmasıdır. Dönemin sanatı, “evrimsel”dir, “dinamik”tir. İşte bu yüzden soyut ve gerçekliğin değişik açılardan nesnelleştirildiği, mimesis kavramı akılda tekrar işleme tabi tutularak daha özellikli bir yansıtma dönemine girildiğini söyleyebiliriz.  

Modern sanat dönemini, imgelem ve onun artalan bilgisi açısından ele aldığımız zaman farkındalığa yönelik aklın sıra dışı kullanımına ağırlık verildiğini görürüz. Toplumlardaki dinsel ve ideolojik amacın yerine getirilmesi ve insan ilişkilerinin arzu edilen kıvama dönüştürülmesi görevi, bu dönemde sanatın omuzlarına yüklenmiştir. Bir bakıma bu dönem, sanatçı ve insanın sanata bakış açısı ile imgelem gücünün bulgularını teknik olarak yapılandırma sürecidir. Bunu, insanın kendini bulması ve toplumların düzenlenmesi maksadıyla sanatın etkin gücünden faydalanmak üzere toplumsal bir tedavi yöntemi olarak başvurduğu bir durum olarak da düşünülebiliriz. Sanatsal özden ziyade sanatın toplum üzerindeki etki ve eylem yönünün ön planda tutulması sanatsal değişim açısından dramatik bir sonuç üretmemiştir. Günümüzde de sanatın ekonomik ve tek merkezli yönlendirme kıskacı altında olması, modern dönem sanatına göre daha sıkıntılı durumda olduğunu da söyleyebiliriz. O gün sanat, öğreti ve inançların sırtına yaslanmış ise bugün de ekonomik kaygının ve bir diğer insanın sırtına yaslanmak zorunda bırakılmıştır. Modern dönemde, hiç olmazsa bir ideale ulaşmak gibi daha kapsayıcı bir amacı vardı sanatın. Bilinmeyeni bulmak, doğruya, güzele ulaşmak, coğrafyasından hiç çıkmamışa yolunu göstermek gibi iyi niyetli görevlerdi; en azından böyle algılanıyordu. Şimdi ise ideale ulaşmak bir yana dünyada varoluşunun yanıtını bulamayan, yalnızca kazanç ve reklâm içerikli yönelimler ve taklitler dönemi yaşıyoruz. Modern sanat dönemi, çağdaş sanatın temeli ve doğumu için yapılan düzenlemelerin tümüdür, diyebiliriz. Sanatın, kavram ve kuramlarının temelinin sarsılması, yeni önerilerin, soyut düşüncenin ve gerçeküstü dünyanın tasarımlanması, yeni bir evrene kanatlanıp uçma hazırlığı bu dönemin eseridir. Modern sanatın ileri aşaması olarak sözünü ettiğim hazırlık ve tüylenme evresi, özellikle son 50 yılı, bana kalırsa postmodern kavramı ile tanımladığımız döneme denk gelir. Yani çağdaş sanata geçiş dönemi. Postmodern sanat anlayışının modern sanat anlayışına göre pek çok ideali sıradanlaştırdığı, çoğu kavram ve yönelimi parçaladığı bugün söylenegelen ölçütler arasındadır. Ancak bu dönemi, bir geçiş dönemi olması yönünde düşünmek, tam tanımını bulamamış bir zaman dilimi olarak görmek, daha akılcı bir yaklaşımdır.

Çağdaş sanatı veya günümüz sanatını nasıl tanımlamalıyız? Çağdaş sanat bana göre şöyle tanımlanabilir: Aklın ve duygunun tüm olanaklarını bilgi ve teknoloji ile eşgüdümlü kullanan; öz-içerik-biçimde sınır tanımayan; sanatçı imgelem yetisi oranında sonsuzluğa yönelen ve duyusal dünyası hareketli olan, bir sanattır.  Diğer sanat dönemlerinden ayrılan en önemli özelliği ise sanat yapıtının gerçek ve duyusal dünyasının hareketli olmasıdır. Çağdaş sanat dünyası, akıl ve tekniğin bütün seçeneklerini kullanan sıra dışı sanatsal yaratıların dünyasıdır. Çünkü verilerini yalnızca yaşamdan ve yaşamsal olgulardan almaz; aynı zamanda yaşamı ve yaşamsal olguları yeniden anlamlandırma ve şekillendirme yeteneğine sahiptir. Oscar Wilde şöyle bir tümce kurar: “…yaşam, sanatın en iyi ve yegâne öğrencisidir.” Öyle sanıyorum ki çağdaş sanatın anlamı, işte bu tümceyle açıklanır. Üst gerçeklik ve aklın sınırsız gücü ile şekil alır; akıl işidir, duygu ile fişeklenen aklın toplam sonucudur. Aklın evrim sürecine göre şekillenir; aklın evrimiyle koşuttur.

Zamana öncülük etmiş sanat akımlarını dikkatle incelediğimizde; bugün çok boyutlu bir sanat algısının, görüsünün ve duyusunun oluştuğunu; somut olarak görebiliyoruz. Aklın ve duyuların evrimini, bilginin gelişimini ve kullanılabilirlik alanını göz ardı ederek, sanatsal edimlerimize açıklama getiremeyiz artık. İnsanı, evreni, duyuyu, duyguyu, zihni, gerçek ve gerçek üstü algı ve değerleri; bugüne kadar üretilmiş tüm verilerle çözümleyip çağdaş sanat anlayışını içselleştirmeliyiz. Çünkü çağdaş sanat anlayışı, aklın sınırsızlığını, yaratıcılığın sonsuzluğunu, bilgi ve teknolojinin sınırsız kullanımını, duygunun gizil gücünü, algının verilerden bağımsızlığını ve algı sarsma tekniklerini öne alıyor. Yapıtın estetik dünyasının da bu özelliklere göre şekillendiğini açıklayabilmemiz için veriler sunuyor. Kısacası sanatın sınırsızlığını ve sonsuzluğunu gösteriyor. Sonsuzluk ve sınırsızlığa yanıt verebilmenin ön koşulu, sanatsal yaratı sürecini sağlam temeller üzerine konumlandırmak olmalıdır. Çağdaş sanatın gereci, dünyayı algılama biçimimizin sınırsız form ve tasarımda olabilirliğidir. Bir anlamda, ‘anlamlandırma’nın sınırsızlığıdır; bu da sonu olmayan bir süreçtir.

Sanat tarihine konu olan, özellikle modern sanatın içinde var olan akımlar, diğer bir deyişle ...izm’li sanat yaklaşımları, numaralandırılmış ve ışıklı vitrinlere konulmuştur. İnsan bilincine ve sanat anlayışlarına gerekli verileri kazandırmışlardır. Sanatta tarihsel bilgiyi oluşturmuş, etkilerini kendi içlerinde sağladığı sanatsal değerler ile kanıtlamış ve çağdaş sanatın içinde kendilerini değerleriyle yaşar kılıp köşelerine çekilmiştir. Sanatın ve bilginin tarihselliğini, metinler arası ilişkinin sürekliliğini, sanatsal yaratıların sınırsızlığını ve engin bir sanat deneyimini önümüze hazır bilgi olarak sermişlerdir. Burada şunu açıklıkla söylemek gerekir: Kübizmden sürrealizme, fovizmden dadaizme kadar pek çok sanatsal yaklaşım, bugünkü sanat anlayışının bilgi birikimi ve deneyimini oluşturmuş öncü akımlardır; her biri çağdaş sanat anlayışına önemli miras bırakmışlardır.

Kabul edilmelidir ki sanat dönemleri ve ...izm’li sanat akımları, deneyimsel bilgi zenginliği, görme ve sezi yetisi ile sanatsal gelişmelere evrimsel bir devinim kazandırmışlardır. Sanatçı bu akımların ürettiği bilgiye dayanarak görme ve sezi yetisini güçlendirmiş, beklenenden daha hızlı gelişen bir sanat evrenine girmiştir. Artık çağımızda parça bölük bilgilerle tanımlanması olası olmayan, çok boyutlu ve açık uçlu, aklın sınırlarını reddeden bir sanat yaklaşımını kucağımıza bırakmıştır. Bugünün sanatı ve sanat anlayışını, ancak ve ancak “evrimsel sanat” gibi küresel ve evrensel değerler dizgesini içeren yaklaşımlarla anlaşılır duruma dönüştürebiliriz.

Artık “aklın yolu bir” değildir, özellikle sanatsal yaratılarda aklın yolu birden çoktur. Doğrunun doğruluk değeri açık uçludur. Bunun böyle olduğunun en somut göstergesi de şiir, mizah, resim, sinema gibi sanatlardır. Yıllardan beri doğru kabul edilen ama bugünün bilgisiyle yanlışlanabilen kuramlar ve fizik yasaları bunun en açık delilidir. Biz biliyoruz ki henüz bizim gerisinde olduğumuz, düşünce gücümüzün dışında kalan bir mantık ve düşün dünyası (nesnel ve gerçeküstü) vardır; ne var ki biz bunları bugün için ne işleyebilecek ne de anlayabilecek bilgiye sahibiz. Bilinç ve zekânın bunları tanımlayabilecek seviyeye ulaşmasını yani evrim sürecini beklemek durumundayız. İşte evrimsel sanat kuramı dediğim durum bu soru ve sorunlara şimdilik yanıt oluşturabilecek bir değerler dizisi olarak durmaktadır.  

Günümüz insanının yaratıcılığı, beyin gücü ile çalışma ve iş görme yeteneğinin sınırsızlığı, sanatı çok daha farklı boyuta, gelecekte tahmin edemeyeceğimiz bir biçim ve düzeye çekeceğini gösteriyor. Dijital ve bilgisayar teknolojisinin olanakları, sanal dünya tasarımı, ses ve görüntü teknikleri gibi çağın kazanımları, sanatı artık benzer biçim ve biçemlerden uzaklaştırmaktadır. Bu nedenle, bugün el birliği ile benimsenen “çağdaş sanat” tanımının, sanattaki bu hızlı dönüşümü ve gelişimi, daha doğrusu evrilişi karşılamakta yetersiz kalacağı kesindir.

Sanattaki baş döndürücü gelişmeler, aklın gelişimiyle eşzamanlıdır. Sanatın üç boyutta genişlemesi, bilgi ve yayımın yüksek devinime sahip olması, bilincin kavradığı yeni bir boyutun daha eklenmesi, sanatsal bilgi, teknoloji ve bilimsel olgular; sanatta yeni bir tanımı gerektirmektedir. Sanatta gözlenen bu sonuçlara göre; sanatın dönüşümünü ve gelişimini anlatan yeni bir tanım getirmekte yarar olduğunu değerlendiriyorum. Böyle bir devinim, değişim, dönüşüm ve gelişimi karşılayabilecek, onu açıklayabilecek, açık uçlu olmakla birlikte her şeye yanıt verebilme olanağına sahip olacak tanım ya da kapsam, ancak ve ancak Evrimsel Sanat Yaklaşımı olabilir. Bu yaklaşım ise “Evrimsel Sanat Kuramı” olarak ele alınmalıdır.

Klasik, modern ya da çağdaş gibi kavramlar geçmişe göre bulunduğumuz zamanın devinimini anlatırlar; oysa evrimsel kavramı, bugünden öncesini, bugünü ve bugünden sonrasının sonsuzluğunu, olay ve olguların var olan doğal ve yapay devinimle paralelliğini anlatır. Evrim sözcüğü, yalnızca canlılardaki fizyolojik değişim ve canlıların koşullara uyumunu anlatmaz; aynı zamanda yaşamsal koşul ve yaratılara uyumlu olarak zihin ve bilincin değişim, gelişim, dönüşüm ve birikim gibi eylemlerin paralel devinimini de anlatır. Bu düşünceden hareketle evrimsel sanat tanımı; bilim, teknoloji, mekân ve zaman boyutu ile bunları başka bir açıdan görme gibi her tür sanatsal gelişime ve yaklaşıma yanıt verebilme olanağına sahiptir, diye düşünüyorum. Bir anlamda evrimsel sanat yaklaşımı; bilincin-düşüncenin-düşün sonsuzluğunu ve sınırsızlığını evrende limitin olmadığını anlatan bir bütünlüktür. Sanatın gelişimini en iyi karşılayan bir tanımlamadır.

Sanat dönemleri ve akımları nasıl bir görünümü ve gerçekliği önümüze sererse sersin; sanatta anlama, misyona, seçkinlik ve yansımaya nasıl yeni bir bakış üretirse üretsin; yazınsal sanatlar kendi uzamında ayrıca değerlendirilmelidir. Çünkü dil sanatları, üretilmiş tüm bilgi varlıkları, kültür varlıkları, gerçek ve sanal dünya ile bunların insanla ilişkileri üzerine kurulur. Dil, duygu ve düşünce ile aklın bağıntısı arasındaki imgelem gücüyle yapılır. Dil ve düşünce bağıntısı ile insanın biyolojik, psikolojik ve sosyolojik tutumları toplamının ürünüdür.

Bugünün sanat anlayışı, tutarlılık ve alışkıların ötesinde çelişkilerin öne alınması üzerine kurgulanan bir yaklaşımı öngörür. Şiir de bu mantığı doğrular. Çünkü yaşamsal ve düşünsel çelişkiler, algıyı daha etkin sarsıntıya uğratma özelliğine sahiptir. Algının sarsıntıya uğraması ile duygulanım süreci, buna bağlı olarak görme ve anlama biçimi daha yüksek düzeyde gerçekleşir. Mizah buna verilebilecek en güzel örneklerden biridir. Yazınsal metinlerde, çelişki ile yola çıkmak yalınlığı getirir ki bu bütünlüklü bir yapıt için yeterli olmaz. Aynı zamanda, nesnel gerçeklik ve gerçeküstü dünya ile bilinçaltı ve bilincimizin ortaya koyabildiği her tür tutarlı ve mantıklı konu; olay, olgu ve duygu durumuna çelişkinin de giydirilmesi esas alınmalıdır. Dikkat edilirse topluma mal olmuş ve önemli beğeni kazanmış şiirler, nesnel gerçekliğin alışkıları yanında çelişkiler ile donatıldığını görürüz. Bu özellik, anlam ve olguların gerçekliği ve karşıtlığı ile de ortaya konabilmektedir.

Sanatta, şu yapılmaz bu etik değildir gibi bir yaklaşım günümüz anlayışına göre çok sağlıklı görünmüyor. Ancak toplumsal düzen ve insan zihnini bulandıran; algı ve yönlendirme hatasından kaynaklanan; bilgi, duygu, sezi ve bilinç noksanlığında kendini gösteren; toplumsal ve insani değerlere uyumsuz şiir yazmak; ister istemez itici olur. Şairin, insanın duyarlılığını tırmalaması veya duygularına dayatıcı tavır takınması; bir sanat yaratıcılığı sonucu değildir. Önyargılı ve zorlayıcı bir yapıya sahip olduğu için böyle davranır. Şiirde ve sanatta; zorlayıcı, yerleşik değer yargılarını rencide edici, daha da ötesi insanı edimlerini hor görmesi, itici bir yaklaşımdır. Aslında her alan böyledir. Şiirin naif özelliğini kullanarak okurda algı değiştirmeye yönelik kasıtlı tutum, şiirin üzerinde şık durmaz. Bu söylemleri kanıtlarıyla doğrulamak, felsefi ve psikolojik olarak açıklığa kavuşturmak isterim; ancak oldukça uzun bir açıklama gerektirdiği ve bu bölümün hacmini artıracağı için kısmen değinerek geçiyorum.   

Dil sanatları, özellikle şiir sanatı açısından daha hassas bir konuya değinmek istiyorum. Değişimin, değişmezliği mutlak bir gerçekliktir; zamanla ilgili bir süreçtir. Bunun bizi ilgilendiren kısmı, yayımlanmış bir şiirin zamanla anlamsal değişime uğrayıp uğramadığıdır. Yazılmış ve toplumun malı olmuş, duyusal dünyasını sürdürmekte olan bir şiir, anlamsal değişime uğrar mı? Evet uğrar. Değişim sözcüğünden kastım, şiirin anlamsal alanının; bilgi, algı, görme ve yorumlama sonucu ufkunun genişlemesidir. Değişmeyen tek şey ise şiirin ilk ses ve söz varlığıdır. Aslında yazılmış bir şiirdeki anlamsal değişim, önemli değil gibi gelse de şiir yazarken, çözümlerken ve değerlendirirken oldukça önemli bir ölçüt olduğunu düşünüyorum. Neden? Yayımlanmış bir şiir; anlam, çağrışım, estetik ve coşum olarak çağın algı ve anlama değerlerine göre kendini sürekli yeniden üretir. Her geçen gün ufkunun genişlediğini söyleyebiliriz. Çağdaş şiirin en önemli özelliği, insanın algısal ve duyusal dünyasının hareketli olması gibi, şiirin gerçek ve duyusal dünyasının da hareketli oluşudur. Diğer bir söylemle şiirin, okurun ufkunun genişliğine ve bilincinin genişlemesine uyum sağlayacak devinime sahip olmasıdır.  Çünkü şiir, söz ve ses varlığı olarak durağan gibi olsa da sürekli anlam ve diğer katmanlarıyla yeni ileti ve değerler yaratmayı sürdürür. Algı dünyamız evrimsel olarak geliştikçe, yeni değerlere ulaştıkça geçmişte yazılmış bir şiirin anlam, anlatım ve çağrışım gücünde yayılma ve üreme olduğunu anlarız. Bir anlamda şiirin anlamı mayalanır, yıllanır; yeni bilgilerle zenginleşir. İşte asıl kavramamız gereken önemli nokta tam da burasıdır. Bilgi arttıkça anlam genişler. Şiirin kalıcılığı, büyüklüğü, gelecek ve duygu şekillendiriciligi ile klasik bir yapıta dönüşmesi; anlamsal genişlemeyle ölçülmelidir. Yani bir şiiri meydana getirirken evrensel değerler, insanın varoluş sürecine özdeş ve insanın nihai amacına ilişkin gelişime bağlı değişimler; göz önüne alınmalı ve değerlendirilmelidir.

 Yapıtlarında moda tutum ve davranış kalıplarını işleyen yorum ve yaklaşımlar, güncelliği ve beğeni yüzdesini artırıyor görünse de onlar çabuk eskiyecektir. Anlık bilinçaltı yönlendirmeleri ve geçici duygu yoğunlaşması sonucu ortaya konulan dizeler, biraz sığ ve kendisine gelecek kurmakta yetersiz kalır kanısındayım. Oysa insan bilinç ve mantığının ürettiği, duygunun olumlu gücü ile zihnin yönlendirdiği ve yansıttığı evrensel olguların işlenmesi, şiirin evrimsel gelişimine ayak uydurma yeteneğini daha da artıracaktır. Şairin, anlamı şekillendirme ve gelecek olgularını sezme yeteneği burada devreye girmelidir. Biliyorum, kalıcı ve geleceğe dönük değer üretmek çok zor, farklı bir algı yetisi, ileri seviyede sezgi ve imgelem gücü gerektiren bir durumdur. Ancak şair olmanın ve sanatçı olarak anılmanın bedeli, her bireyin yapamadığını, göremediğini, yaratamadığını, sezinleyemediğini yakalamaktır. Geleceğin ellerini bugünden kavrayıp kendine doğru çekmektir; gelecek kendine sizi zaten doğal olarak çekmektedir.

Aragon diyor ki, “Sanat eserlerinin, yaratıldıkları yer ve zamanlardaki yankılarıyla sınırlı kalmayacak, ilerleyen zamanla birlikte gerçeğin, yaşam gerçeğinin sanat eserine yeni ve güçlü bir yorum kazandıracak, sanat eserinin ufkunu genişletecektir.” (Mehmet H. Doğan’ın “Uzun Sürmüş bir Günün Akşamı” isimli denemesinden Mehmet Fuat’ın Eleştiri Yazıları kitabı)

Aragon’un sözünden yola çıkarsak, kamuya mal olmuş bir şiirin iletilerinin durağan olmadığını söyleyebiliriz. Şiirin anlamsal değeri; olay, zaman ve bilgi birikimine paralel olarak daha derinleşir ve yeni ufka açılır. Çağdaş sanatın veya evrimsel şiirin en önemli özelliği bütün varlık katmanlarının devinim içinde olmasıdır. Bu, çağdaş sanat anlayışıyla koşut bir durumdur. Gelişim ve dönüşüme göre, daha doğrusu gelecekte üretilen bilginin durumuna göre ek değer kazanır. 

Şair şiirindeki iletileri geleceği de dikkate alarak kurguladığı zaman, şiirinin imge dünyası geleceği kavrayıcı, sezdirici ve uyarıcı olur. Bu durum, şiirin zaman yolculuğundaki kalıcılığı, anlamının değer kazanması ve imgelem gücünün daha yetkin/etkin duruma dönüşmesi demektir. Bu özellik, şair ve eleştirmen açısından üzerinde durulması gereken önemli bir konudur. Şirin anlamı, bilginin dönüşümüne bağımlıdır ve kendini zenginleştirme gizilgücü vardır. Okurun zamana göre değişen algısı, gelişen olayların değişik gerçeklikleri görünür kılması, yeni gerçeklikler üretilerek anlamın değer kazanması, bilgi birikiminin zihni daha etkin düşündürme gücü; okurun şiirden ulaşacağı anlam, imge ve imgeleme yeni boyut kazandıracaktır.

Deneyimli eleştirmenler, bilginin üretimine bağlı olarak şiire giydirilmiş esrar perdesini sıyırıp atar ve ayrıntılar daha da açığa çıkar. Bu durum; şiirin ileti gücüne, anlam derinliğine yeni boyut kazandırır ve anlam genişlemesini sağlar.  

İşte şairler şiir yazarken ve eleştirmenler şiir çözümlerken; küçük gibi görünen bu önemli ayrıntıyı dikkate almak zorundadırlar. Tarihte yaşayan, bugün adını bildiğimiz ve şiirlerini hayranlıkla okuduğumuz ozanlar, bu özelliklerinden dolayı ölmezler. Çünkü şiirlerinin öz ve içeriğindeki doğal anlamsal güç, yarattığı imgelerin gelecekle ve gelecekteki insan algısıyla kurduğu ilişkide gizlidir. Anlaşılması zor bir konu olduğu için bir kez daha yineliyorum: Açığa çıkan bilimsel olaylar, bilginin evrimesi, değişen algı, düşünme ve görme zenginliği; var olan metinde anlamsal genişlemeye neden olur.  Bunun yanında tarihsel ve sosyal olayların yeni gerçeklikler ortaya koyması, metindeki imge ve imgelem şemsiyesini genişletir. Şair, bu özelliği dikkate alarak şiirini kurmalıdır. Eleştirmen ise geçmiş ve gelecek bilgi değişimi arasındaki değerlendirmeyi doğru yapmalıdır.      

Şiir sanatının asıl amacı; insanın algısına, bilgi, duygu ve duyu dünyasına sevme duygusunu yüklemektir. Deneyimsel-duyusal-sezgisel bilgi; duygu ve yaşam olguları üzerine kurulmazsa kısa sürede alevi yok olur gider; dahası şiirin varlık katmanları kendi içinde bir birlik kuramaz.

Öyleyse şu soru akla gelmelidir: Sanatla bilim yan yana düşünülebilir mi? Bilim, deneysel bilgiye dayalı, sanat ise duygu ve aklın yaratıcılığına dayalı ayrı ayrı alanlardır. Sanatla bilimi yan yana, iç içe düşünmek zorunda olduğumuzu hemen söyleyebilirim. Bilim, duygu değerini yok sayar; sanatsa duygu değerini ön plana alır. Sanat gerçek dışı ve gerçeküstü konulardan da beslenir; bilim ise nesnel gerçekliğin dışındaki konuları dikkate almaz. Aradaki temel farklar bunlardır. Ortak özelikleriyse ikisi de yalan söylemeyi beceremezler. Şunu söyleyebiliriz; bilimsel gelişme ve çalışmaların altında yine duygu vardır. Bilimde, duygunun etkisini yok etmek için deneysel verilere dayanılarak önlem alınır. Bilimin tanımladığı bilgi her yerde aynı sonucu verir, sanatın ortaya koyduğu her yapıt aklın varlığına yeni değerler katar. İnsan aklının karıştığı her eylemde duygu vardır. Duygu olmadan anlama gerçekleşmez. Bilim, aklın bilgi ile ürettiği yapıttır, sanatsa aklın düş gücü ile tasarladığı yapıttır. Her ikisi, aynı karından doğan çocuk gibidir. Sanatsız bilim, bilimsiz sanat olmayacağını sanatın tarihsel gelişimi ve dönüşümüne baktığımızda deneye gerek kalmadan söyleyebiliriz. Sanat ve bilim kardeş iseler insanoğluna düşen görev, onu eş zamanlı, eş güdümlü, iç içe ve birbirini destekler biçimde kullanmaktır. Gerçekte bu böyledir, kullanılmaktadır. Örneğin, bir sinema filmi ne ile ortaya konabilir? Bilim, bilgiyi teknolojiye dönüştürür. Sanat, nesne veya düşü estetik değere dönüştürür. Her ikisinin, insanlığa yeni bir ufuk göstermeleri dışında bizim tanık olduğumuz başka bir bilim-sanat ilişkisi var mıdır? Düşsel dünyanın arkasında var olan veriler, başka bir deyişle imgelemi doğuran temel veriler, bilimlerin ortaya koyduğu tanımlanabilir bilgi değil midir?

Şiir ve sanat dünyasında bilimsellikten söz edildiğinde yadırganır, farklı bir gözle bakılır. Bu konu eleştiriye yönelik deneme yazılarında da çok tartışılmıştır. Ne var ki bilimsellik konusuna yaklaşımda noksan bilgiyle hareket edildiği görülüyor. Örneğin şiirin kendisi bir bilim alanıdır. Sanatın; felsefe, psikoloji ve sosyoloji ile estetikten oluşan sanat bilimi diye bir disiplini vardır. Bunların hepsi bir yana dilin kendisi başlı başına bir bilim konusudur. Anlam, anlatım, çağrışım, coşum gibi şiirdeki katmanların hepsi, deneyimsel ve bilimsel verilerle açıklanabilir. Örneğin coşum psikoloji, anlam ise anlambilim gibi. Bilimselliği büyük hesapların yapıldığı karmaşık işlemler veya laboratuvarlarda deney yapmak olarak algılamamakta yarar vardır. Kullandığımız her sözcük bir bilgidir; bilginin üretimi ve bilginin çözümü bilimsel yöntemlerle gerçeklik kazanır.

Şimdi konuyu değiştirip şiirin hangi süreçten geçtiğini biraz olsun açıklamaya çalışalım. Şiir veya herhangi bir sanat yapıtının ortaya çıkmasında iki aşama vardır: Birincisi, sanatçının duyusal ve düşünsel dünyasını oluşturan ve imgelemi doğuran bilinç dünyasıdır. Buna imgelem süreci demeliyiz. İkincisi ise bilinç dünyasının; sanatçının imgeleminin; teknik ve teknoloji yardımıyla kendine özgü ve özel biçimlerde, nesnelliğe dönüştürülmesidir. Bilinçten imgeleme kadar (imgelem dâhil) olan süreçte, sanatçı ne kadar bilimsel ve teknik verilere sahipse, artalan bilgisi ne kadar zenginse, donanımı ne kadar güçlüyse imgelemi o kadar zengin ve güçlü olur. Onun; görme, işitme, duyma, sezme yetisi, o kadar yüksek; soyut, sanal, bilinç üstü ve fizikötesi olur. Bir anlamda, sanatçının bilinçten imgeleme kadar olan sürecinin kaynağı duyusal, teknik, bilimsel, insani ve sosyal disiplinlerden beslenir. Okur ve sanatçının imgelem yetisi yaratıcılık için çok önemlidir; bilimsel bir sonuçtur. Lisans üstü sanat eğitim programlarının etki ve ilgi alanı bana göre burası olmalıdır. Diğer bir söylemle, sanat eğitim programlarının içeriği, öğrencinin imgelem yetisini güçlendirmeye yönelik olmalıdır.

Sanatın doğumundaki ikinci aşama ise işin teknik, ustalık ve yetenek kısmıdır. Renge, ışığa, sese, harekete ve güzel söze dökme işidir. Zaten bu konu her yerde, her yazıda ve kurslarda insanlara aktarılmaya çalışılıyor. Aslında sanatı ticari sektörlerle iç içe çalışmak zorunda bırakan aşama ve süreç burasıdır.   

İmgelemi nesnelleştirme aşaması, bilim ve teknolojiyi daha yoğun kullanır. Salt duygunun ivmesi ile sanatsal edim açıklanamaz. Söz ettiğim iki nedenden dolayı, sanatı bilimselliğin dışında düşünmek; sanatçı, sanat, bilim, bilinç, imgelem ve bilgi kavramlarının arasındaki bağıntıya bütüncül verilerle okuyamamaktır. Aslında burada anlatmaya çalıştığım şey, sanatın yaratım sürecidir. B. Croce’nin estetik yaratma süreci ile benzerlik gösterdiğini söyleyebiliriz. Hatta, B. Croce’nin estetik yaratma sürecindeki ilk üç aşama dediği, “izlenim, tinsel sentez ve hedonist eşlik” bilinçten imgelem sürecine karşılık gelen aşamayı oluşturur. Son aşama ise imgelemin nesnelleştirilmesi aşamasıdır ve Croce bunu “fiziki fenomenlere aktarılması” diye ifade eder.

Şiirin temel felsefesini, estetik değer sürecini ve çözümsel yaklaşımını; genç kuşakların önüne koymak, bu alanda bilgiye ihtiyacı olan genç beyinler için başvuru kaynağı oluşturmak gerekir. Şiirin anlaşılması; sanat tarihi, sanat felsefesi ve estetik değer sürecinin çözümlenmesine bağlıdır. Şiir çözümleme tekniği ve şiir eleştirisine yönelik bir araştırma yapıyorsam şiirin, zihnimizdeki tasarımını tanımlamam gerekir. Genç kuşakların sanata bakışına rehberlik edecek altı dolu bilgiler üretmeliyim.

Örneğin bilimsel ve sanatsal disiplinlere dayalı bir şiir çözümleme tekniği ortaya koyduğumuzu varsayalım. Bu teknik, gelecek kuşaklara kurumsal ve çözümlemeli bir şiir belleği kazandırmaz mı? Soruyu başka bir açıdan soralım: Böyle bir yöntem, şiir bilgisi edinilmesi için daha etkin bir yol oluşturmaz mı? Şiir çözümleme tekniğinin şiir ve sanat eleştirisi için de kullanılması olası olmaz mı? Kişisel düşünceme göre, bu çalışma şiir ve sanat bilgisine değişik bir açıdan bakılmasını sağlayacaktır. Aslında burada yapmak istediğim, eleştirel bir yaklaşım sergilemek değil; var olanın fotoğrafından yeni bir gerçekliğe ulaşmaktır. Aynı zamanda, düşünülmemişi, farkındalığına varılmamışı, önyargı ve saplantıların doğurduğu kirli şiir bilgisini kadraja taşımak ve öneriler getirmektir. Diğer taraftan, sanat adına yapılan sığ ve güdümlü tutumların gerçekte arka planında yatan yaklaşım bozukluğuna ayna tutmaya, neden-sonuç analizi yapmaya çalışmaktır. Hepsinden öte şiirin geleceğine yönelik yeni önermeler ileri sürebilmektir.

Sanat, şiir ve sanat felsefesi ile estetik konusunda kafa yormuş adı belli kişilerin geçmişte yazdıklarına ve söylediklerine bakılırsa bu kişilerin, doğru bildiğimiz pek çok yanılgının savunucuları olduğunu görürüz. Yaptıklarının yanlış olduğunu söylemiyorum. Kaldı ki yanlış olduğunu söylemem, sanat hakkında öne sürülen fikirleri zamandan ve bilgi birikiminden bağımsız değerlendirmiş olurum ki bu da sağlıklı bir sonuç doğurmaz. Ayrıca doğrunun, doğruluk değerinin göreceli olduğunu düşünebilecek aşamadayız artık. 1882 yılına kadar kimse içten yanmalı motoru bilmiyordu, iki yüz elli tonluk dev bir kütlenin okyanus ötesi uçabileceğini 1900’lü yıllardan önce kimse tahmin edemezdi. Bilinçaltının güçlü bir bilgi deposu olduğunu Sigmund Freud’dan önce ayrıntılı olarak kimse çözümlememişti. Ya da sanatın insan aklı dışına taşma girişimi olduğunu, insanın varlığını ve sürekliliğini sağlamaya yönelik temel yönelimin bir sonucu olduğunu kimse düşünemeyebilirdi. Bugünün bilgi birikimi ile geçmişi yargılamak, geçmişte yapılanları, ileri sürülen fikirleri önemsiz bulmak, üstünde oturduğumuz kazanımları görmezden gelmek anlamına gelir ki böyle bir tutum, metinler arası ilişkiyi ve bilginin tarihselliğini yok saymak olur. Sanat, estetik, şiir gibi kavramlar; insan zihninin sahip olduğu bilgi yüküne, yaşam koşullarının şekillendirdiği duyguya göre şekil alır. Bu nedenle sanat hakkında söylenmiş hiçbir çıkarıma yanlış gözüyle bakmıyorum; yalnızca zamanın sundukları ve bilgi birikiminin doğurduğu zihinsel gücün boyutlarına göre şekil aldığını anlatmak istiyorum. Günümüzde ise insan beyni öylesine çeşitli bilgiler ile donatılmıştır ki neyin doğru neyin yanlış olduğunu tespit edemeyecek kadar kirli bilgi bombardımanı altındadır. Aynı zamanda karmaşık olguları çözümlemek için ayrıntılı araç ve birikime sahiptir. Zamanın olanakları, bilginin teknolojiye dönüştürülmesinden çıkarılan sonuçlar ve aklın evrimsel gelişimine koşut, sanatı ve sanatın amacını yeniden tanımlamak durumunda kalabileceğimizi göz ardı etmemek gerek.

Sanat biliminde yetkin değilseniz, çok iyi bir şair de olsanız, şiir sanatı hakkında yargıda bulunmak veya eleştirmek, söz kalabalığı olur kanısındayım. Şiir sanatı; kendine özgü bir sanat, sanatsal edimlerin pek çoğunu ortak kullanabilen etkinlik; bilgi disiplinine bağlı bir bilgi bütünlüğü; gerçek katmanı yanında gerçeküstü bir arka planı; bilgi, algı, düşünme ve anlamanın duyguyla örgütlenmesi gibi kendi usul ve tekniği olan bir alandır. Diğer sanat alanlarına göre daha fazla gereci olan; ses ve sesin parçalar üstü birimlerini; duygu, akıl, bilinçaltı, bilinç üstü ve sınırsız düş ve düşün sistemini; mevcut ve öngörülebilen tüm yaşam kaynaklarını; en iyi örgütleyerek kullanabilen sınırsız bir dil ve düşün evrenidir. Sanat bilimi konusunda epey yol almış olmalıyız ki şiirin görünen ve görünmeyen her iki yüzünü de okuyabilecek yeterliliğe ulaşalım.

Şiir, müzikten sonra duyguyu en kolay etkileyen bir sanattır. Başka bir deyişle şiir, duygu durumunu harekete geçirerek insanın zihnine ve belleğine en etkin darbeyi vuran bir sanat dalıdır. Bunun yanında, bir yapıtta olması gereken tüm katmanları en yalın, kısa ve özlü kullanabilen, uyum içerisinde eritebilen bir tekniğe sahiptir. Bunlar bir yana, sanatın asıl işlevi ve en etkin olduğu alan, insan anlağında olumlu duygunun güçlenmesini sağlayarak sevme duygusunu var etmesidir. Yaşama sevinci diye tanımladığımız duygu durumuna girmemizi sağlar. Ne var ki bizler, sanatın bu özelliğini ön plana çıkarmak şöyle dursun, adı belli olma, bir öğretinin öncüsü olma ya da her şeyle takas edilebilir nikel çizmeler edinme gibi gerekçeleri öncelikli görev olarak ele alıyoruz. Sanatın temel amacının dışında bir yerlerde kendimize pay çıkarma ve koşullandırmaları tatmin hırsı gibi küçük hesapları toplayıp çıkarmakla oyalanıyoruz.

Şair; kültür varlıklarını, değer yargılarını ve toplumsal beğeni kültürünü iyi bilirse, aynı dili konuşan insanlar arası bellekte şiirleriyle önemli bir yer edinebilir. Şairi ve şiirleri, okur nezdinde değer kazandıkça diller arasında yayılmaya başlar. Şiirin büyümesi, genişlemesi, evrensel değerlere ulaşması sanatçının yaşamda farkındalık yaratan tutumuna, şiirindeki ses, anlam ve anlatım güzelliğine bağlıdır. Büyük şiirin yazılabilmesi, şairin yenidünyayı okuma biçimi, estetik algı ve estetik değer yargısı ile yakından ilgilidir. Büyük şiir ve büyük şair ideal olanıdır. Oysa bugün geldiğimiz dünyanın sanat algısı ve beklentisi, şiir ve şair duruşu biraz daha endişe verici olarak gelişmektedir. Özellikle postmodern sanat anlayışının getirdiği yaklaşım, pek çok değeri yadsımakta ve hemen şimdi şu anda sanat üretmek gibi sığ bir kabulü ortaya koymaktadır. Bu yöntem performans ve kavramsal sanatlar için bir yaklaşım biçimi olabilir. Şiir ve roman gibi dil sanatlarda, biçimden estetik katman[10]na kadar belirli bir düşünsel ve duyusal dünya yaratılmalıdır. Bu da dil sanatlarında, kendine özgü bir ayrıcalığı doğurur.

Modern sanat dönemi, aslında iyi irdelenmesi gereken bir zaman dilimidir. Postmodern sanat anlayışı; bilgi ve nesnel bilime köklü bakış getirir, zaman, mekân, yansıtma ve seçkinlik gibi üst kavramlara farklı bakar. Şairlerce; modern sanatın getirdiği değerler yeterince anlaşılmamıştır. Bu yüzden, günümüzde postmodern sanata daha sağlıklı bir yorum getiremeyiz. Postmodernizmi, okuyabilen ve anlamlandırabilen şair ve düşünürler olmuştur; ancak bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar azdır ve yazdıkları söyledikleri kitaplarda kaldığını günümüz şiiri ve şiir yazılarından görüyoruz. Kapitalist dönüşüm süreci ve onun çıktısı Marksizm ve Liberalizm karşıtlığının yarattığı çelişki, şairi şiirin ve sanatın felsefi boyutuna değil, insanı biçimlendirmek ve düşüncesine taraftar toplamak gibi anlamsız arayışlara yöneltmiştir. Bunun sonucunda Türk şairi, kendinin olmayan estetik değerleri, şiirsel kuramları, duygu ve duyarlılık gereçlerini Batı düşünürlerini izleyerek tanımlayabileceğini, açıklayabileceğini varsaymıştır. Şiir ve sanatın, yaşam, dünya, gerçeklik, üst gerçeklik algısı ile insanın duyumsal niteliklerinin örtüşmesinin bir ürünü olduğu gerçeğini göz ardı etmiştir. Başka bir söylemle, Türk şairi düşünme, araştırma, inceleme ve kuram geliştirme işini, bir başkasının ellerine bırakarak sanatta kültürel duyarlılık farkını önemsememiştir. Bu konuda bir şey daha eklenmelidir: Şair ve düşünürlerimiz; Türk sanatı hakkında kendi bilgi ve yorumuna hiç güvenmemiştir; ithal bilgiyle iyi ve özgün sanat yapabileceği yanılgısına düşmüştür.

Biliyoruz ki Türk şiiri, Cumhuriyet’ten hemen önce modern şiir anlayışına kucak açmaya başlamış ve üzerinden yüz elli yıl geçmiştir. Ne var ki yüz elli yıl gibi bir süre az zaman değildir. İnsan beyninin evrimsel gelişimi geçmişe oranla çok daha hızlıdır. Estetik algı ve değerler dizisinin dayandığı temeller, her gün değişime ve dönüşüme uğruyor. Çok uzun ve zorlu bir yolun başlangıcındayız. Ustalığımız; tespit ve dışarıdan bilgi taşımacılığı olmuştur. Sanırım bu yaklaşım, sanatı bir eğlence ve kazançlı değişim malı görme anlayışından kaynaklanıyor. Oysa sanat veya şiir, kültür birikimi ve yaşamsal bileşkelerin bel kemiğini oluşturan değerler dizgesidir. Harmonik bir birliğin görünüşe taşınmasıdır; zihni sarsıntıya uğratarak yaşam sevincinin var kılınması ve sevginin eyleme dönüştürülmesidir.  

Kültür endüstrisi adını verdiğimiz olgu, bugün yaşamsal değerleri bir bir elimizden alıyor. Bu kayıplarımızı, sıradan şeyler gibi görüyoruz. Hatta en uyumlu hizmetçisi olarak ona eşlik ediyoruz. İnsan, doğa ve tüm canlılara zarar verdiğimizi bile bile hiçbir önlemin alınamadığı bir kısır döngü içinde yaşıyoruz. İnsan aklının en önemli özelliklerinden biri, geleceği şekillendirme ve kendisine uygun yaşamsal düzen kurma kaygısını taşıyor olmasıdır. İçgüdüsel olarak bunu her canlı yapıyor, örneğin neslin sürekliliğini sağlamak gibi. Ancak insan; neslin sürekliliği bir yana, o neslin en üstün koşullarda yaşaması, en mükemmel yaşam alanlarına ulaşma arayışını ve yaşamanın ölümsüzlüğünü sürdürmek zorundadır. Çünkü gelecekte neslinin başına gelebilecekleri bugünden tespit edebilme olanağına sahip olmuştur. Yaşamsal etkinliklerini en üstün koşullarda sürdürebilmesi maksadıyla, sevgi ve olumlu duyguyu geliştirmek, diğer bir iği şeye ilişkin İsmail Tunalı’nın “Estetik” isimli kitabındaki söylediklerine kulak verelim: “Bu ruh, yalnız estetik bir biçimi değil, ahlaksal bir biçimi de gösterir. Bundan ötürü, güzel yönünden estetik bir biçim ve düzen kazanmış bir insanın, ahlaksal eylemler yönünden de belli bir biçim ve düzen kazanması gerekir. Çünkü, güzel değeri ve estetik bakımdan biçim ve düzen elde etmiş bir ruh, artık yetkinliğe, insansallığa ulaşmış olur. Yetkin bir ruhtan ise, yalnız estetik eylem bakımından değil, tüm eylemler bakımından bir yetkinlik beklenir, haydi haydi ahlaksal eylemler bakımından. Bunun için biz, bugün de bir estetik değer olan güzel ile bir ethik değer olan iyi’nin autonomi’lerine saygılı olmakla beraber, onların arasındaki ontik, insansal ilgiyi görüyor ve hümanizma (insansallık) adına bu ilginin savunmasını yapıyoruz.” 

Dünyada en tehlikeli silah insandır. En korkunç canavar yine insandır. Cahil olanı daha tehlikeli, hele cahil tarafından cahilce eğitilmişi tamamıyla ölümcüldür. Söylediklerim, yanı başımıza baktığımızda görebileceğimiz örneklerle doludur. İnsanlığın en önemli ve acil ihtiyaçlarından biri, ‘sevgi eğitimidir.’ Sevgi eğitimiyse ancak ve ancak sanat etkinlikleriyle ve oyun ortamlarında verilebilir.  

Sanat eğitimi ifadesini kullanırken bugün ülkemizde profesyonel sanat eğitimi veren kurum ve kuruluşların eğitimlerinden söz etmiyorum. Bu kurum ve kuruluşlar, program ve bir disiplin altında daha bilimsel ve yetenek temelli eğitim verirler. Bu ayrı bir konudur. Sözünü ettiğim eğitim konusu, her insanın bakış, görüş ve eğiliminde değişiklik yapacak, estetik kaygıyı oluşturacak düşük yoğunluklu sanat ortamının genel anlamda doğurulmasıdır. Bu konu salt eğitim kurumlarının görevi değildir; tüm insanlığın sorumluluğudur. Sevgi olmadan sanat genişlemez, sanat olmadan sevgi büyümez; daha kötüsü sevgisiz, yaşam sevinci doğmaz. Sevgi öyle bir duygudur ki anlama ve düşünceden insanın günlük hareketlerine kadar her eylemde etkin rol oynar. İnsan davranış ve tutumlarının temel besini ve motorudur.

Bugün sanata yönelik hangi eğitim yöntemini seçersek seçelim, ister sanat için eğitim ister sanata yönelik eğitim yöntemi olsun, unutulmaması gereken önemli bir konu vardır: Her tür sanat edimi ve sanatsal yaratıcılık; sosyal, bilimsel, duyumsal ve teknolojik bilgi altyapısını gerekli kılar. Doğa, sosyal ve insan bilimlerinin kuram ve disiplinlerine egemen olmayan bir sanatçı; kavramlar arası anlamsal, hiyerarşik örgütlenmeyi başaramaz; biçimlendirme ve yaratıcılık yetisi zayıf kalır. Sanat eğitimi programları, asıl yüzünü imgelem kaynaklarına çevirmelidir. Yani imgelem kaynaklarına egemen olmadan, sanatta yaratıcılık yetkin olamaz. Günümüz koşullarında, anlamı çözümleme, biçimlendirme ve yaratıcılık; ilgili sanatın kendi kapsamından, yaşamsal pratiklerden ve doğa hareketlerinden kazanılamayacak kadar büyük ve karmaşıktır. Çağdaş dünyanın işlerliğini sağlayan bilgi bütünlüğüne sahip olmadan ve bu bütünlüğü yorumlama gücünü kazanmadan, sanatsal yaratıcılığın kapısını açmak şansa bağlıdır. Yaratıcılık; teknik birikime, imgelem için yüksek bilimsel donanıma sahip olmayı gerektirir. Sanat objesini üretmek (nesnelleştirmek) nasıl teknik ve teknoloji gerektiriyorsa sanatı yaratan imgelemin de aynı bilimsel donanımı gerektirdiği göz ardı edilmemelidir.

Dilin farklı ve alışılmadık bir biçimde kullanımı, aynı zamanda zihni yeni ve aşkın düşünme biçimlerine taşır. Sanatsal yaratıcılığı, salt insanın kazanımı olan bilgi, düşünme edimi ve yeteneğinde aramanın fazla iyimserlik olduğunu düşünüyorum. Çünkü zihin, anlamlar bütününü dil olanaklarıyla görüntüler, bunları oluşturur, işler ve cenge hazır olarak anlamlandırır. Bu klasik bir yaklaşımdır. Bunun tersi, dilin akıcı, çarpıcı, sıra dışı kullanımı algı ve bilinci sarsıntıya uğratır. Bu kullanım keşfedilmemiş düşünme biçimine ve sanatsal yaratıcılığın devinimine katkıda bulunur. Düşünce yalnız dili yaratmaz; dil de düşünceyi var eden bir sistemdir. Geri dönüşümlü bir etkinliktir.

Dilin ortak iletişim olanağını yıkmadan yeni ve alışılmadık kullanım; algıyı, görmeyi, zihinsel etkinliği, bilincin aydınlanmasını sağlar ve bunların sonucu olarak yaratıcılık yetisini geliştirir. Başka bir söylemle, insan dille salt kendini anlatmaz; aynı zamanda dil ve dilin olanakları ile düşünür. Dilin alışılmadık ve farkındalığı yaratıcı devinimi, düşünme gücüne yeni olanaklar ve mantığı sarsıcı düşünsel alanlar açar.

Sıra dışı dil kullanımı ve anlatım biçimi, şiir dilinde var olan ve şiir dilinin tarihselliğinden oluşmuş bir zenginliğimizdir. Şiir dili, insanın duyusal ve düşünsel sürecinde sanatsal yaratıcılığa en uygun akışı sunar. Şiirin kısa ve kapalılık özelliği, rastlantısal anlam derinliğini de beraberinde doğurur. Algı, anlama, düşünme, açıklama edimleri ile duygulanım sürecini sarsıntıya uğratır, dönüştürür, geliştirir ve genişletir. Şiir dilinin olanakları, insanın dünyasını yeniden keşfeder ve onun zihinsel etkinlik sürecini geliştirici, donatıcı ve iyileştirici bir düzeye taşır.

Şiir dili, yukarıda sözünü ettiğim olanakları ortaya çıkardığı gibi özellikle çağdaş sanatın her alanında algıyı sarsıntıya uğratacak form ve estetik değeri de beraberinde getirecektir. Algı, sezgi, görme, anlama ve düşünmeyi geri dönüşümlü olarak zenginleştirecektir. Bu olanakların dışında, dilin genel kullanımı zihinsel etkinlik sahasını ister istemez iyi veya kötü yönde etkiler. İyi bir dil kullanımı aynı zamanda doğru düşünmenin sonucudur. Bunun tersi etkin bir düşünme de iyi bir dil kullanımını sağlar. Yani dilden düşünceye doğru sıkı ve mutlak geliştirici bağıntı düşünceden yaratıcılığa doğru yönlendirilebilir.

Buradan şu sonuca varabilir miyiz? Çağdaş sanat eğitimi sanatsal yaratıcılığı geliştirmek temelinde kendine bir yön belirlemiş ise şiir dil tekniğinin, yaratıcı düşünmeyi güçlendirecek olanakları neden eğitim konusu olarak ele alınmasın? Şiir dili, sanata ve yaratıcılığa yönelik lisans eğitim düzeyinde neden kuramsal bilgi bütünlüğüne kavuşturulmasın? Bu söylediklerim bir sorudan öte, akademik çevrelerin bu sorulara kulak vermesi ve akademik kurullar tarafından ayrıntılı incelenerek “sanata yönelik eğitim” kapsamında değerlendirilmesi isteğidir. Çünkü şiir sanatı, sanatsal yaratıcılık bağlamında yalnız yazınsal sanatların kapsamında bir alan değildir. Şiirin dil, duygu ve düşüncedeki konumunu; bilimsel ve tarihsel bilgiden yararlanarak değerlendirdiğimizde, bütün sanatsal etkinliklerin merkezinde olduğu görülebilir. Bu yüzden şiir; sanatın eksenidir, yaratıcı düşüncenin temelidir, diyebiliriz.

Şiir, imgelem olanaklarıyla imgeyi somutlaştırma tekniğidir. Dil ve düşüncenin iç içe dönüşümlü mutlak bağıntısı sonucu, zihin bilgiyi örgütleyerek imgelemi doğurur ve yine aynı bağıntının yaratıcılığa yönelen gücü ile nesnel ve araçsal bir sonucu ortaya koyar. Bütün sanat dallarının kullandığı dil ve gereç farklı olmasına karşın dil ve düşüncenin toplam sonucu olan zihinsel etkinlik, imgelem ve yaratıcılık temeline dayanır. Her sanatın kendine özgü imge tekniği vardır, o imgeyi anlamlandıran ve güçlendiren yaratıcılık yetisidir. Ancak sözünü ettiğimiz imgeyi yaratan imgelem aynı kaynaktan beslenir ve imgelem düşünsel, düşsel ve sezgisel yetinin eseridir. Vurgulamak istediğim konu şudur: Sanat eğitiminde “imgelem yetisinin” güçlendirilmesi esas alınmalıdır.

Örneğin resim sanatı, çizgi ve ışık dilini baz almak zorunda olmasına karşın, yine zengin imgelem ve onun yaratıcılığına gereksinim duyar. Dil, düşünceyi düşünce de dili geliştirir, dönüştürür; başka bir deyişle evrimleştirir. Sanat, bilinç ve bilinçaltı varlıklarının (toplam sahip olduğu kullanılabilir bilgi) dil ve düşünce özdeşliği üzerinden sanal tasarıma, görüntüye, yoruma ve görünüşe ulaşma çabasıdır. Sıra dışı görme ve sezi yetisi yani sanatsal yaratıcılık, dil ve düşüncenin birbirini tasarımladığı süreçle eş zamanlı bir eylemdir.

Kaldı ki sanatsal yaratıcılığın temeli, yine dil ve düşünceden oluşan zihinsel işlemler bütünüdür. Sanatsal yaratıcılık yetisi varlığını, diğer sanat alanlarının da kullanılabileceği tarzda, yine şiirin dil tekniğinde buluruz. İşte bu yüzden bir öneri ileri sürüyorum: Yukarıda açıkladığım şiir dil tekniğindeki yaratıcı ve keşifçi özellik, sanatsal yaratıcılık eğitimi veren (örgün eğitimde böyle bir konu var mı?) lisans öğretim programlarında kullanılmalıdır. Hatta inceleme, araştırma ve ayrıntılı ele alınması gereken kapsamlı bir tez konusudur.

Bana öyle geliyor ki şiir, salt estetik değer üretmeye odaklı bir sanat değildir ve bununla da yetinmez; şiir aynı zamanda duyular, duygular ile aklı sarsıntıya uğratır. Estetik değer üretmek, duyusal ve duygusal dünya ile ilişkiye girmektir. Duyular, duygular ile aklı sarsıntıya uğratmaksa; algı, bilgi ve kavramlar arası ilişkiye girmek ve şiirsel derin yapıyı oluşturmak demektir. Bir anlamda şiir; görmenin, duymanın, bilmenin ve sezginin en etkin biçimini kullanıyor, bunlara dayanarak estetik tavrı daha da kolaylaştırıyor demektir.

Kültür emperyalizmi dediğimiz sistem, kendine düşmanlar yaratır. Bunlar iyi yürekli, atak kahramanlardır. Mazlum için, ezilenler için çalışan kahramanlardır. Sanırsınız ki inandığımız değerler için mücadele ederler, yenilik ve devrim yapmaya çalışırlar, toplum bilincinde kanayan yerlere merhem sürerler, iyileştirirler, dönüşümü sağlarlar, haksızdan alıp haklıya verirler. Görünüm öyle olmasına karşın bunlar, karşı oldukları düşüncenin sadık birer hizmetçileridir. Bu tür sistemlerin en önemli özelliği ve sürekli kazanmasının temelinde yatan gerçek, kendisine karşı olanları en büyük hizmetkârı olarak kullanabiliyor olmasıdır. Sanatçının uyanması gereken nokta burasıdır. 19 ve 20. yüzyıldaki genel tabloya, değişim ve oluşum sürecine bakalım. Görünen manzara odur ki devrin devrimcileri, kendi kendilerini istekli bir biçimde devire gelmişlerdir. Yani karşı oldukları sistemlerin gelişimine en büyük hizmeti yapmışlardır. Şiirin dışına taşmamak için konuyu toparlayalım. Gelmek istediğim konu şudur: Şiir, güdümlü bir yargının, dıştan ekilmiş tohumların, öğretilmiş düşüncenin ya da kalıplaşmış sistemlerin çıktısı olmamalıdır. Birilerinin ya da başat sistemlerin yönlendirdiği biçimde değildir sanatçı dünyası, olmamalıdır. Önemli olan sanatçının kendi kurguladığı ve yönettiği farkındalık yaratan yeni bir dünyaya doğru yol almasıdır. Şair, bütün verilere açık olmalı, eşit mesafede ve bilgiyi eşit delikli kalburda eleyebilmelidir. Bir insan için böyle bir yaklaşım ne kadar uygulanabilir? Şair, saf artalan bilgisine nasıl ulaşır bu ayrı bir araştırma konusudur.

Şiir sanatı, 20. Yüzyıl ortalarında bazı batılı bilim adamları tarafından incelenmiştir. Şiir, incelendiği dil içinde kendine sağlam zemin bulmuş olabilir. Oysa şiir, kendini bulduğu, içinde var olduğu dil ve kültür kapsamında incelenirse verimli bir sonuç alınabilir. Onun için Türk şiiri, mutlaka bu konunun eğitimini almış, tarihsel kültür varlıklarına vakıf, Türkçe düşünen sanat ve eğitim insanları tarafından sanat bilimi açısından güncel ve deneyimsel bilgilerle incelenmelidir. Çünkü, Türkçede ses özellikleri ve sayısı, sesin doğurduğu anlam ve sözcük dizgesi ile insan anlağına yerleşmiş dil, dil yapısı, dile paralel düşün sistemi, kültür farklılığına bağlı algı, düşünme biçimi, ses ve anlam vurguları diğer dillerden oldukça farklıdır. Üretilmiş toplam kültür varlıklarımız ile insanımızın duyusal algısı, diğer toplumların algı ve yaklaşımları gereği çoğu yerde farklılık gösterir. Dil kullanım ve düşün tarzımız da diğer dilleri konuşanlara oranla oldukça farklıdır. Sözcüklerin pek çoğu diğer dillerdeki sözcüklere göre arzu edilen duygu değerini taşımayabilir, daha baskın olabilir, çoğu yerde farklılık gösterebilir. Bu demek oluyor ki batı dillerinde incelenmiş şiir sanatı, Türk şiiri açısından çok etkin bir sonuç ortaya koymayacak olmasıdır. Toplum olarak önyargıdan, özentiden, ezilmişlik sendromundan kurtulup kendi kültür varlıklarımızın doğurduğu algı, düşünme, anlama ve açıklama biçimine daha fazla saygınlık göstermeliyiz. Evrensel değerler, başat kural olarak yerelliğin özgünlüğünden doğar. Sanatın, şiirin, sanatçı olma ve şair kalmanın en önemli ve ilk kuralı; özgür ve özgün olabilmeyi başarmaktır.  

Şiir ve şiir dili, evrensel sanat değerleri açısından incelenirse buna hiçbir sözüm yoktur. Mevcut incelemeler; dil ve dilbilgisi bağlamında, göstergebilim ve anlambilim vb. açısından önemli katkı yapmış, ciddi kaynak ve referans oluşturmuştur. Ancak Türkçe düşünen, Türk kültürü ve anlayışına dayanarak yazılmış şiire ilişkin dört başı mamur inceleme, gördüğüm kadarıyla parmakla gösterecek kadar azdır. Şiir incelemelerinde yabancı birkaç dil bilimcinin tespit ve yorumlarını yinelemekten başka çoğunlukla önemli sayılabilecek sonuç yok gibidir. Şiir, yazıldığı dilde kendini ifade edebilir. Duygunun, bilginin, anlamın dozu, içinde yaşanan kültür değerleri ve buna bağlı duygu ve algı biçimleriyle belirlenir. Örneğin, çeviri şiir, gerçek anlamda aynı çağrışımı, coşumu, görüntüyü, duyguyu ve içselliği veremez. Onun için şiir sanatı, Türkçe düşünen araştırmacılar tarafından bağımsız ve özgürce incelemeye tabi tutulmalı ve buna süreklilik kazandırılmalıdır. Alaylı anlayış, günümüzde çağdaş şiirin yaslanacağı bir düzlem olamaz.

Özetlemek gerekirse, salt Batı normlarını izlemeye yöneltilmiş kişilerin çıkarımının; Batı kaynaklı kuram ve referanslara dayalı sanat ve şiir bilgisinin; Türk dili ve şiiri açısından çok sağlıklı bir sonuç üretmeyeceği gerçeğini görmek zorundayız. Diğer dillere özgü kavram ve terimlerin hatalı çevirileri ve zihinlerde bilinçli oluşturulan yanlış anlamsal alanlar, okuru içinden çıkılması güç bir karmaşaya sürüklemektedir. Özgün yorum ve kuramlar üretmeden, sanat ve şiirde çok yol alınabileceğini düşünmüyorum. Bugün Yunus Emre’nin şiirleri hâlâ unutulmamış ise Nâzım büyük şair olarak anılıyor ise oturup nedenini düşünmemiz gerekir. Bilgi ve deneyim, dünyanın hangi coğrafyasında üretilirse üretilsin hepsi aynı değeri, aynı saygınlığı hak eder. Katkısı yadsınamaz. Bilgi ve deneyime saygınlığın ötesinde, her şey doğruymuş varsayımıyla şiire yaklaşmak da sorgulama noksanlığıdır. Benim sözünü ettiğim eksiklik, sorgulama noksanlığında ziyade algı deformasyonudur.

Önemsediğim için bir kez daha yinelemek istiyorum. Türk şiir sanatı, Türk dili açısından evrensel sanat normları çerçevesinde, kendi diline özgü, kendi kültürünün doğurduğu algı ve estetik kaygı bağlamında ayrıntılı olarak uzmanlar tarafından incelenmelidir. O iyi şiir, bu kötü şiir, bu şiir değil gibi altı dolu olmayan, farklı dillerin kaynaklarına dayanan, öğreti ve dinsel artalan bilgisine bağımlı, nesnel açıklama içermeyen, kulaktan dolma ve usta çırak yöntemi deneyime dayalı öznel eleştiri ve çözümlemeler ne okura ne şiire ne de şaire yaratıcı ufuk gösterir. Şiir sanatına da etkin bir yol belirlemeyeceği görünen açık bir sonuçtur.

Dönemler, çağlar ve sistemler; İnsanı yeniden yapılandırmamalıdır. Bunları insan yapılandırmalı ve kendisine yaraşır düzeyde yön vermelidir. Bugün üzerinde yaşadığımız coğrafya ve içinde bulunduğumuz çağ, göz göre göre insanı yemeye yeltenmiş iyi huylu bir canavar gibidir. Herkes bu iyi huylu canavarın pençesi altında ve hiç kimse ters giden şeyleri yoluna koyma bilincinde değildir. İnsanlığın gelişimini engelleyen yozlaştırılmış inançlar bir yana, insanlığı kurtaracağına soyunan bir sürü öğreti yaşanabilir dünyayı yok etmeye yönelmiş durumdadır. Benzetmek gerekirse insanlık olarak yok olmaya doğru giden süslü bir geminin içindeyiz, geminin sallantısı midemizi alt üst etmiş durumdadır. Kimse önlem almaya yanaşmamaktadır.

Klasik ve modern sanat anlayışı, inanç ve öğretilerin gölgesinde yürümüştür. Çağdaş sanat anlayışı militanlaştırılmış bir sanat yaklaşımını bertaraf ediyor görünmektedir. Daha doğrusu sanat, aklın çılgınlığına ve sınırsızlığına sığınmaktadır. Hatta genç ve gelecek kuşakların, modern sanat dönemindeki dinsel ve çatışma kültürünün doğurduğu militanlaştırılmış sanat anlayışını anlamakta bile güçlük çekeceğini şimdiden söyleyebiliriz. Sanat; devrim mantığının, akıl çatışmasının, direnişin, karşı duruşun üzerinde daha zenginleşir ve etkin hareket eder, hatta bunlardan beslenir. Ne var ki öğreti ve inanç sistemlerinin kucağında büyüyerek, onlara sırtını dayanarak, aidiyet tuzağının kucağında beslenerek, onların emrine girerek değil. Sanatın ve şiirin yatağı; öğreti ve inançlardan bağımsız düş ve düşün sistemi ile özgür düşüncedir. Şiir; aklın, düşün sisteminin ve zihinsel etkinliğin devrimi ve evrimi ile ilgili güzel duyusal bir görüngüdür.

Kimin neyi ne kadar bileceği, kimin nasıl yaşayacağı, kimin neye inanıp inanmayacağı, tek merkezli kartel veya medya tarafından belirlenen bir sistemde, bağımsız düşün sisteminin bir geçerliliği veya gerçekliği var mıdır, sorgulanabilir. Toplumsal algı, iletişim teknolojileri sayesinde kolaylıkla yönlendirilebiliyorsa özgür düşünceden dem vurmamız pek gerçekçi görünmüyor. Daha önce bilgi aktından söz ettim; algı, anlama ve düşünme süreci, algı alanının sağlıklı olmasına bağlıdır. Kitlesel dönüşüme uğramış bireyler, yaygın algı güdümü altında özgün olamaz ve özgür düşünemez. Sanatçı ve şair, özgün yaratı peşinden koşuyorsa, sisteme karşı direniş gösteriyorsa bu durumdan nasıl kurtulabilir, bunun yollarını araştırmalıdır. Biliyoruz ki bugün pek çok bilgi, davranış türü ve algı yapılandırması, çıkar gruplarının amaçlarını kolaylıkla geçekleştirmek için tasarlanmıştır. Ben özgürüm diye kollarının altına karpuz koyup gezen şair-yazar-çizerler, bir şeylerin etkisi ve güdümündedir.

Kâğıttan kurulmuş sarayları yıkmak, fildişi kulelerde yuva kurmuş şairlere dokunmak istemem. Ancak doğru bildiğim iyi bilgiyi, bilgi aktı kapsamında ulaştığım çözümleri, içinde gözlemci olarak dolaştığım sanatsal alanın görüntüsünü; göz önüne sermek gerekir. Şiir ve sanata ilişkin çözümlemelerimi; okurun önüne koyarak biraz olsun katkı sağlamak istiyorum. Tespit yerine çözüm ortaya koymak, gelişim ve yenilik için, dahası gelecek kuşağın sanatsal kalıcılığı için önemli bir aşama olduğunu, bunun uygar ve vicdani bir sorumluluk olduğunu düşünenlerdenim. Sanat; emtianın dışında ve aklın önünde hareket etmelidir. Sanatın özgün bilinç üzerine yapılandırılması bireysel olmakla birlikte toplumsal bir sorumluluk olmalıdır.  Bu alanın, bilinçli ya da bilinçsiz, gerçekmiş gibi görüntüler ve algı operasyonlarıyla tahrip edildiğini, yıpratıldığını, zorunlu bırakıldığını tarafsız bir gözle ortaya koymaya çalışıyorum. Biliyorum ki şiir, bilimsel bilgi ve gerçekliği mumla aramaz. Bilginin ve deneyimin imgelemde aldığı duygu ağırlıklı biçimini arar.

Sanatın vaz geçilemez ögeleri; objektif, özgün, özgür, evrensel bakış ve özgün yaratıcılıktır. Ne yazık ki bu gerçeklik, aydınlanma çağında bile bir karanlık nokta olarak karşımızda duruyor. Sanat alanında “objektif, özgün, özgür, yaratıcılık ve evrensel” kavramlarının anlamsal sınırlarının hâlâ muğlak ve sanat dünyasında çok şey ifade etmediğini söyleyebiliriz. Çok açık söylemek gerekirse, bir öğretinin kucağında, kâğıt kalelerin gölgesinde ya da bir inancın güdümünde sanat yapmayı, yaratı ortaya koymayı özgürlük ve özgünlük sayan 21. Yüzyıl insanına ne söylerseniz söyleyin, onlara ulaşmak olası değildir. Şöyle ki; farklı olduğunu, özgün olduğunu, objektif olduğunu düşünen pek çok (sözde) aydının, çakma aidiyet duygularına kapıldığına ve düşünsel altyapısının güdüm altına alındığına tanık oluruz. Bu tür kişiler, güdümlü aydınlardır ve incelenmesi gereken önemli bir görüngüdür. Sözünü ettiğim görüngü, ülkemizde yaşanan son olaylara kabaca göz atmakla bile anlaşılabilir bir akıl tutulması durumudur.

Çok kabul gören bir sanat yorumuna, çok okunan bir yapıta ilişkin tutuma, atılan tutulan sanatsal yenilikler vb. gibi magazinsel konulara uzak durduğumu ve çoğunlukla inanmadığımı söyleyebilirim. Sanat, bilgi aktı ve yaşamı içselleştirmiş yüksek zekâların eseridir. Örneğin, ülkesinin yaşamsal değerleri ile terör faaliyetini bile birbirinden ayıramayacak kadar iğdiş edilmiş şair adı altındaki reklâm ve propaganda uzmanlarının duruşu sanatla yan yana düşünülebilir mi? Bilinçli bir toplum da bu tip yaklaşımlara çanak tutmamalı. Ne yazık ki terör ve şiddete bile bir avuç tuzla koşanların varlığı da ayrı bir konu. İşte bunun gibi insanoğluna özgü utandırıcı, acı ve zavallı davranışlar, bilgi dağarcığı dolu, deneyimli ve olayları sağduyuyla okuyabilen sanatçıların içini acıtmaktadır.

Özgün sanat, özgür bilincin kurduğu düşle ortaya koyduğu sanattır. Bu, oldukça sığ ve altı dolu olmayan bir önerme gibi geliyor. İnsan bilinci ne kadar özgürdür? Çelişkiler taşıyan bir tümcedir. Şu soru aklımıza geliyor hemen. Bilincin özgür olmasının sınırları neresidir, nereye kadar uzanabilir? Başka bir açıdan baktığımızda bakış açımızı şu üç soruya yanıt arayarak geliştirelim: Her adımının kontrol altında ve başkalarının uydurduğu anlamsız emirlere mutlak uymak zorunda olduğuna inanan bir insan, bilincinin mutlak özgürlüğünden söz edebilir mi? Sıkı savunucusu ve taparcasına bağlı olduğu bir öğretinin, yenidünya ve huzurlu bir gelecek kuracağına inanmış ve onun öngördüğü düşünce biçimine göre zihnini şekillendirmiş bir insanın, bilinci ne kadar özgürdür? Yapıtının yayımı ve yapıt içeriğinin, sorun olup olmayacağını birilerinin iki dudağı arasına bırakmak zorunda olan bir sanatçı, ne kadar özgür ve özgün olabilir? Özgün şiir, doğrudan şair bilincinin özgürlük sınırlarıyla ilgili bir konudur. Ne yazık ki bu çağda bile, bilincimizin özgürlük, bağımsızlık, özerklik sınırlarını tanımlayabilme olanağına sahip değiliz.

Toplumun istenilen bir düzen içinde yaşamasını sağlamak, toplumu oluşturan bireylerin zekâ etkinliğini, yaratıcı, girişimci ruhunu ve her türlü entelektüel gizilgücünü sınırlandırmakla olasıdır. İkinci sınıf toplumlardaki yönetici ve liderler hatta aydın olduğunu varsayan pek çok kanaat önderi, halk katmanlarının temelinde var olan bu özelliklerin değişmemesi, gelişim göstermemesi ve entelektüel gizilgücün ortaya çıkmaması için çaba harcarlar. Bu tür kişiler, eğitim ve sanat gibi zihin değiştirici, dönüştürücü olanakların inanç veya öğretilerin mutlak emrinde olduğuna inanırlar. Öyle dikte ederler. Çünkü biraz eğitim almış insan, inanmadığı bir konuda, kronolojik sıraya ve hiyerarşik bir düzene göre yalan söylemeyi sürdüremez. Tersinden söylersek böyle yalanları kesintisiz sürdürebilmek, o yalanların doğruluğuna inanmış olmakla olasıdır. İşte aydın olduğunu savunan çoğu kişi ve yöneticiler, öğreti ya da inanç gibi olguların, diğer bir söyleyişle doğruluğuna inandığı inanç ve öğretilerin geleceğin yeni ve yaşanabilir dünyasını kuracağı öngörüsü içindedirler. Bu tür kişilerin zihninde, mutlak doğruluğuna inandığı yöntemler dışında yeni bir çıkış yolu ve yeni bir dünya modelinin olmadığı görüşü yaygındır. Küresel olarak dünya toplumlarında yaşanan kaos ortamı ve çözüm üretilememesinin nedeni, bu tür düşünce ve yargıya sahip insan oranının çok yüksek olmasıdır. Sanat dünyası da bu ve buna benzer algı ile oluşturulmuş sabit düşünce sahibi insanlarla doludur. Ne yazık ki imaj düşkünü izleyicileriyle de desteklenen magazinsel ve ağır bir ego yumağıdır bunlar.

Bir adım geriye çıkıp sanata ve şiire biraz daha geniş bir açıdan bakmış olsak, gördüğümüz manzara ve izlediğimiz model, geleceğin sanatını (evrimsel sanatı) kuracak tek model olmadığını bize gösterecektir. Yaratıcılığın sınırı yoktur; ayrıca sistem, yöntem, uygulama, yol, usul ve düzen yaşadığımız dünyada sınırsızdır. Bunların çok azı denenmiş ve keşfedilmiştir. Olayların ve uygulamaların tamamına bu açıdan bakmalıyız. Şiirin ve sanatın baz alacağı temel düşünce, bilgi temelli yaratıcılık olmalıdır.

İki binli yıllarda ve bilginin bu kadar yoğun olduğu bir çağda, tartışmak bile acıdır; ne var ki sorunun temelini teşkil ettiği için değinmek istiyorum. Eğitimden sorumlu insanların örgütlenme şekillerine, eğitim hakkında tartışma, yönlendirme ve uygulamalara baktığımızda; ciddi bir gelecek kaygısı içinde olmamız gerektiğini gösteriyor. Uygulamalardan anlaşıldığı kadarıyla sorunun nedeni çözümsüzlük değildir; sorun, çözümsüzlükten bilinçli ya da bilinçsiz olarak yararlanma arzusunun baskın olmasıdır. Yoksa aklı başında bir insan ve toplum için sorunun kaynağı tespit edilene kadar sorun, sorun olarak var olur. Kaynak tespit edildikten sonra sürdürülüyorsa o işin başında bulunan insanlar sorunlu demektir. Az gelişmiş coğrafyanın en gelişmiş yöntemi, çözümsüzlüğü, çözüm olarak sürdürmek, çözümsüzlükten sonuna kadar nemalanmak, mağdur ve masum halk adamı tekniğini uygulayarak kitleleri oyalamaktır.

Sanatın ve şiirin yönelimini doğrudan etkilediği için bu konuya ilişkin örneği eğitim sistemine dayanarak açıkladım. Ülkemizde ‘eğitim, öğretim ve eğitim yönetimin’de, sıradan bir aklın bile kabul etmekte zorlanacağı düzenlemelerin yapıldığı ve sapmaların olduğu gerçeği ile karşı karşıyayız. Niyetim eleştiri değildir; sanatın öngördüğü bakışın tersine, hastalıklı bir dünya kurgusunun uygulama alanına sokulmaya çalışıldığının tespitidir. Yönetenlerin ve eğitim uzmanlarının eğitim ve öğretime ilişkin öne sürdüğü düzenlemeler; şüpheye yer bırakmaksızın çocuk, nesne, yaşam ve dünyayı okumalarındaki anlaşılamaz bozukluğu gösterir. Altında yatan gerçek ise yaşam ve evrenin kodlarını bilim dışı ve dinsel olguların ışığından okumaya zorlanmış olmalarıdır. Sorgulamaya açık insan birikimini ve zihni özgür kılmaya yönelik tüm kazanımları, bir bir yok etme çabası içinde olan bir eğitim ve öğretim sisteminin önünü açmak, kabul edilemez. Konumuz eğitim değil, sanat ve şiirdir. Ancak bunun sanat ve şiirle çok yakın ilgisi olduğunu, bu durumun yapay bir maksadın sanrılarından doğduğunu hepimiz biliyoruz. Önümüze hazırlanan tehdit ve tehlikenin farkına varmış bireyler olarak, bu sanrılı uygulamalara karşı sanat adına endişemizi (duyulmasa ve anlaşılamasa bile) dile getirmemiz gerekir. 

Şiir, özgür ve sıra dışı düşünebilmenin sonucunda yazılabilen bir sanattır. İmgelem, yaratıcılık ve sanatsal etkinlikler, yalnız gerçekler üzerinde değil, tasarım ve düşler üzerinde nesnellik, sanatsal özellik ve kişilik kazanır. Şiirin eylem alanı salt nesnel dünya değil, gerçek ve gerçeküstü dünyada düşüncenin tasarımlayabildiği tüm alandır. Bugün tanık olduğumuz önyargı, ideolojik yaklaşım ve özellikle dinsel kaygıların dikte ettirdiği eğitim anlayışı; kurguladığı düzenle eğittiği genç bireyi mankurtlaştırır, düşünemez, sorgulayamaz, yalnızca emirleri uygular duruma sokar; amacı da odur zaten. Onun düşünme yetisi ve sezisini, belirli kalıp ve kırılması zor demir bir kafes içine sokar. Ortadoğu coğrafyasında yaşanan terör, şiddet, çatışma ve ölümler; konumuzu kanıtlayan somut örneklerdir. Oysa insana yaraşır yaşamsal değerler, toplum ilişkilerini düzenleyen çağdaş normlar ve sanatsal etkinliklerden doğar. Bunun en büyük düşmanı da sorgulama kültürünün yok edilmesidir. Çağdaş sanat ve şiir; aklın, keskin zekânın ve eğitilmiş duygunun, özgür düşünüşün ve düşün eseridir. Sıra dışı düş kurabilme, imgelemi ufuk ötesine çekebilme yeteneğine bağlıdır. Daha açık söylemek gerekirse sanat ve şiirin geleceği, bilincin bugün algılayamayacağımız kadar geniş bir özgürlük alanına sahip olması gerçeğine dayanır.

İnsan ve teknoloji uyumuna dayalı bir sanat, günümüz teknoloji ve bilişim sistemleri kullanım olanaklarını da dikkate aldığımızda olmazsa olmaz yöntem olarak karşımızdadır. Modern sanattan ayrılan ve yeni bir bakış açısı oluşturan postmodern sanatın olmazsa olmazı, teknolojiyle aynı kulvarda yürümektir. Postmodern anlayış, bilimi geri plana iter gibi algılansa da aslında durum öyle görünmüyor. Yine bilimlerin öngördüğü bir gerçekliğe savruluyor. Her ne kadar postmodern tanımlaması yerli yerine oturmuş tanımlama olmasa da bugün postmodern sanata baktığımızda, teknoloji ve bilimle koparılamaz sıkı bir ilişki içinde olduğu görülür. Bu kötü bir durum değildir. Çünkü teknolojiyi üretmek, kullanmak ve sanatla bütünleştirmek, sanatın başka bir türünü ortaya çıkarabilir. 

“İleri bilimsel ve felsefi düşünme konusunda oldukça kabiliyetsiz olan çocukların sürekli olarak yüksek düzeyde sanatsal yetenekler sergilediğini biliyoruz.” diyor R.G. Collingwood. Bu sonucun doğru olduğunu varsaysak bile, sanata yatkın bu kişiler, hangi sanat dalı olursa olsun günümüz koşullarında bilimsel, felsefi ve teknik bilgiden uzaklarsa yaptıkları sanat, belli bir ufkun ötesine ulaşamaz. Bizim deyimimizle arabeske bulaşmak durumunda kalırlar. Özellikle şiir gibi dil sanatlarında bilgisiz yola çıkmak, disiplinler arası konumlanışı çözmeden yola çıkmak demirsiz ve çimentosuz bina inşa etmeye kalkışmakla eşdeğerdir.

Bugünün yıkıcı sistemleri ve günümüz insanının dünya algısı, estetik değer yargısını olumsuzlaştıran bir atmosfer ile estetik değer algısından yoksun bir duygu durumunu beraberinde getirmektedir. Bir bakıma güncel insan, kendini maddi kazanca, lüks içinde yaşamaya ve diğer insanlara karşı üstün insan rolü oynamaya yöneltmiştir. Kabul etsek de etmesek de bugünün insanının yaşamı okuma biçimi ve şekillendirme çabası, bu şekildedir. Böyle bir ortamın oluşturacağı algı, ister istemez insanı yabancılaştıracak, yalnızlaştıracak ve duygu durumunu alt üst edecektir. Yalnız, empati kuramayan, bencil ve hazcı bir insan kalabalığı; hızlı bir artış içindedir. Özveriyi sıradan bir davranış gibi görmek hatta bu tür davranışları aşağılamak ve bencil bir yaşam gereklerini yüceltmek, güncel iyi davranışlardandır. Bunlara karşın ümit ederim ki geleceğin insanı, sahip olduğu akıl ve duygusuyla en doğru yolu bulacaktır.

İnsan, dünyanın acılarını okuyabilmenin ağırlığı altında iç dünyasına dönük kavgalarıyla bir başınadır. Ancak bu bir başınalığın ve duygusal yüklerin getirdiği baş edilemez ruh durumu, eyleme dönüşür ve ideal dünya arayışına dönüşürse bir anlam üretebilir. Nesnel dünyanın diktelerine boyun eğmeyip onu düzenlemek, ağır aksak giden durumlarını onarmak gibi bir yaklaşım içinde olmak; bilinçli, yaşamın gereklerine karşı duyarlılığı ve sanat duyarlılığını gerektirir. İşte bu duygu durumu ve insan olmanın getirileri ile duyarlılık gibi kavramlar; bilinçli insana, şaire, yazara üstü örtük görevler ve açık görevler yüklemektedir. Ne yazık ki bu üstü örtük ve açık görev algısı; yönlendirme, öğreti ve inanç gibi kavramların gölgesi altında kullanılagelmiş bir zayıflıktır günümüzde. Oysa bu duyarlılık, insanı insana egemen kılmak yerine insana dönmek olarak kullanılsaydı bugün şikâyet ettiğimiz dünya bu duruma dönüşür müydü? Kültür endüstrisinden ve emperyalist bir dünyadan söz ediyor olur muyduk? Bu soruların yanıtını siz okurlarımın yorumuna bırakıyorum.

Mekanik, çıkarcı ve soğuk bir dünya karşısında, insanın kendini yitik hissetmesi, yabancılaşmaya doğru gidiyor olması; tanıdık bir durumdur. Kendini yitik hissetme ve yabancılaşma duygusu, şiir gibi tek başınalık gerektiren etkinliklere yönelimi artırıyor ve bu korunaklı alanlara sığınma gereksinimi doğuruyor. Ayrıca, insanın zayıflıkları arasında zaten var olan ve mevcut sistemlerin zorunlu kılması nedeniyle hat safhaya ulaşan yararcılık ve bencillik, tek başınalık ile yitiklik duygusunun da yardımıyla önüne geçilemez bir eğilimi yaratmaktadır. İşte bunun gibi nedenlerle, çağdaş insanın dijital dünya algısı ve buna koşut duyusal yönelimi; şiir bağlamında düşündüğümüzde pragmatik bir yaklaşıma götürmektedir.  

Toplum belleğinin arka odalarına atılan toksik maddeler, yavaş yavaş ve farkında olmadan insanları tutarsız, duyarsız ve umarsız duruma dönüştürmektedir. İnsanların birbirine karşı güvensizliği, suç oranının yüksek oluşu, hukuksal altyapının mağduru yeterince savunamaması gibi bir sürü etken; bunları körüklemektedir. Ayrıca sosyal medya adını verdiğimiz basın ve yayın araçları, sanatsal içerik taşıdığı ifade edilen bilinçsizce yapılan magazinsel dokümanlar ve görüntüler; olumsuzlukların beslenme kaynaklarını oluşturuyor. Midesi kelepçeli bir yığın insan, algı-düşünme-anlama-yargı biçimi değiştirilmiş çağın aydın görünümlü üstü örtük kalabalığı; gözü önünde cereyan eden somut acı olayları sıradan bir konu olarak görmeyi becerebilme erdemine erişmiştir. Sistematik duyarsızlaştırma diye adlandırılan yöntemin en gelişmiş teknikleri kullanılmakta ve etkin bir şekilde sürdürülmektedir. Ne yazık ki kendi güvenliği için hizmet eden birinin hunharca katledilmesinden üzüntü duymayan hatta sevinen bir anlayış, neyin hesabını yapıyor olabilir? Bir sürü kitabı olan bir kısım şairler bile eli kanlı teröristlerle kol kola girdi bu ülkenin yakın tarihinde; daha söylenecek bir söz var mıdır, bunun üzerine?

Aslında yaşamsal konulara eleştirel yaklaşmak niyetinde değilim; ancak sanatsal yaratıların öz-içerik ve biçimlerine sızmış bu yıkıcılığı, umarsızlığı ve tutarsızlığı gün yüzüne taşımalıyız. Yaşanabilir yenidünya için herkes, özellikle sanatçılar ve toplumun gözü önünde olan insanlar; şapkasını önüne koyup düşünmelilerdir. Bir sanatçı, sistematik duyarsızlaştırma teknik ve yöntemlerine boyun eğecek kadar bilinçsiz olamaz; olmamalı. Olursa eğer ben şunu anlarım; o şiir, o ses, o çizgi, o renk, o beste onun değildir; birilerinin/bir şeylerin güdümü altında özgürlük türküsü söyleyen bir taşerondur o. Yani bilinçsiz birer usta yalancıdır. 

Şimdi sizlere ilginç gelecek bir konuya daha değinmek istiyorum. Dilsel şiddet! Bu da nedir demeyin! Estetik bilimi penceresinden bakarsak eğer şairin kullandığı dilde dikkat etmesi gereken en önemli konu, şiirlerinin “dilsel şiddet” içerip içermediğidir. Bu kavramdan ne anlamalıyız? Bunu sekiz kategoriye ayırır Franz Kiener. (İleten İmran Karabağ, Dil ve Şiddet, İkaros Yayınları) Maytap geçmeden başlayıp küçük düşürme ve sözlü saldırıya, hakaretten küfre kadar varan konuşma dilidir. Salt düşüncede kalan eleştiri yöntemi veya ifade özgürlüğü içerisinde bir konuşma dili olarak düşünülmemelidir dilsel şiddet. Fiziksel şiddetin gerisinde tamamlayıcı rol oynayan bir olgudur. Şiddet eğiliminin gerisindeki gösterendir, dışavurumdur. Yani fiziksel şiddeti olağan karşılayan, hakareti, baskıyı, saldırıyı, korkuyu, terörü ve ölümü olumlayan bir anlayışın dil kullanım biçimidir.

Dilsel şiddetin altında yatan gerçeği; baskı, korku, şiddet ve güvensizliğin hüküm sürdüğü bir ortamda yetişen bizlerin ve halen aynı mantıkla eğitilmekte olan günümüz çocuklarının tam anlamıyla kavrayabileceğini beklememek gerekir. Dilsel şiddet içeren her metin, bu şiir olsa bile, sırasıyla baskı, korku ve egemenlik kaygısına dayanır. O metni okuyan kişi ise doğduğu ortamın onda yarattığı kaygılara dayanarak metni olumlu karşılar ve anlamlandırma yoluna gider. Dilsel şiddet kendini olumlayan yeni bir yandaş ile varlık bularak sürekliliğini korur. Çünkü metne giydirilen şiddet havası, ben kavgasının en etkili ve uzun menzilli silahıdır. Okur da bu silahı edinme çabası içine girer. Sanat ruhunun tam tersi bu tür söylem ve davranışlar, sağlıksız ve bozuk duygu durumunun dışavurumudur. Şiddeti normal davranış biçimi olarak gören bir anlayışın çıktısından başka bir şey olamaz bütün bunlar. Bütün dinlerde olduğu gibi tanrı korkusuyla ya da ideolojilerin egemenlik baskılarıyla şekillenmiş günümüz insanları, elbette dilsel şiddet kavramını anlamakta güçlük çekecektir. Hatta bu tip söylemlerin sanatı geliştireceğini, insanı dönüştüreceğini, terbiye edeceğini savunacak kadar ahmaktırlar. Bu söylemlerle kendini gerçekleştirme yolunu tutmuş figüranlar, elbette şiddetin gerisinde yatan ereği ve yıkıcı etkilerini anlayamazlar. (Son üç tümce için özür dilerim; altı çizili üç tümce dilsel şiddete yerinde örnek olması için kurulmuştur. Okurlarımıza ya da sanatçılara yönelik değildir; bu tümceler konuyu görünür kılabilmek içindir. Dikkat edilirse bu tümceler, küçümsemeden başlayıp hakarete kadar varan bir içerik taşırlar.)

Şiir; duyarlılığı, duygulanımı ve estetik kaygıyı uyarıcı bir anlatımı öngörür. Şiirin, daha doğrusu bütün sanatların asıl ereği, estetik değer yaratmaktır. Bununla birlikte şiirin maksadı sevgi duygusunu var ederek insanda yaşam sevincini doğurmaktır. Bu nedenle baskı, korku ve şiddet içeren söylem biçimi, şiirin duygusal ve sanatsal değerini, dolayısıyla estetik değerini yok eder. Dilsel şiddetin şiirde yaratacağı antiestetik tutum, sanata ve şiire gönül vermiş şairlerce iyi okunmalı, şiddetle şiire giydirilen söyleyiş biçiminin sınırı doğru yerden çizilmelidir.

   Şiirin kullandığı malzeme, öğreti ve inançlar da dâhil tüm bilgi ve yaşam kaynaklarıdır; bunu göz ardı edemeyiz. Şair ve sanatçı, öğreti ve inançları sanat ve şiirin gereci değil de onların emrine girmiş bir yaklaşım sergilediğinde durum sanat ve şiir dışında başka bir düzleme evrilir ki bunun en bilinen tanımı propaganda, irşat ya da misyonerliktir. Daha hafifleterek ve açıklayıcı biçimde söylersek egemenlik ve üstünlük kaygısı taşıyan her tür sanat dili, ister istemez dilsel şiddetin türevlerine başvurmak zorunda kalır.

   İnsanlığa yaraşır barışçı ve yaşanabilir bir dünyanın halen kurulamamasının altında yatan gerçek; insan olarak insanı, evreni ve aralarındaki ilişkiyi okuma ve görme yetilerimizin çoğunlukla şiddetten besleniyor olmasıdır. Şiir, dilsel şiddete pirim vermemelidir. Şiirin amacı; baskı kurmak, korku üretmek, öğretmek ve egemenlik taslamak, insanı dönüştürmek değildir; sevme duygusunu duyumsanabilir hale dönüştürmektir, sevgiyi var etmektir. Sevgi duygusu güçlü olan insan, güzellik yaratabilir, yeni ve yaşanabilir dünyaya doğru yönelebilir. 

Bir ülkenin okuru, sanatçısı ve bilir kişileri; şiddet ve dilsel şiddet nereden gelirse gelsin, hedefi ne olursa olsun; çağdaş insan ile uyuşmayan bu tür konulara karşı duyarlı olmalılardır. Şiir, şairin duygusu öncelikli etken olmak üzere, algı-düşünme-anlama-yargı sisteminin dış gerçeklik ve gerçeküstülüğü yorumu ile şekillenir. İşte bu yüzden şairin dünyayı okuma, anlamlandırma ve görme biçimi çok önemlidir. Şair, şiirden önce kendisi şiir kadar şiir olmalıdır. Her ne kadar konusu şiir de olsa, önemli olan insandır. Şiir sanatında asıl amaç, estetik kaygıyı güçlendirecek estetik değer yaratabilmektir.

Estetiğin doğuma hazırlandığı rahim, kişisel algı ve yargının özgünlüğü ile ortamın özgürlüğüdür.

Bilgi aktı gereği, sevme olmadan algı tam gerçekleşmez. Şiddet ve ölüm nereden gelirse gelsin, bir ülkenin sanatçısı, kanaat önderi; şiddet ve ölüm karşısında nasıl duyarsız, tutarsız olabilir, hatta alkış tutabilirler? Son yirmi yılda yakındığım hususların hepsini yaşamadık, bunlar bu toplumda olmadı diyebilen var mıdır? Yanıt kuramsal olarak oldukça basit; söz konusu kişilerin aidiyet duygusu; algı, anlama, düşünme ve yargı biçimlerini şekillendirmiştir. Şiir; şairin algı, anlama, düşünme ve yargı sisteminin dış gerçeklik ve gerçeküstülüğü yorumu ile şekillenir. İşte bu yüzden şairin dünyayı okuma, anlamlandırma ve görme biçimi çok önemlidir.

Dilsel şiddet bir yana, ülkemizde otuz-kırk yıllık şiddet ve terör gerçeğini okuyamayan birçok şair/yazar vardır. Onlarca şiir kitabı, inceleme, araştırma yazısı olan şairler ve yazarlar, şiirleriyle ve açıklamalarıyla eli kanlı teröristlerle yan yana durduğunu, omuz omuza yürüdüğünü gösterdi. Şair, sanatçı ve bilim insanının; kültür endüstrisinin oyuncağı ve emperyalizmin malı olması içler acısı bir durumdur. Niyetim sanat adamlarının özgür ve özgün düşüncelerini yadsımak yani özel alanlarına girmek değildir, onların somut gerçeklikler karşısında bile var olanı okuyabilme yetisini engelleyen yargı yozluğunu göz önüne dökebilmektir. Aşağıdaki şiir, bire bir tanık olduğum bir gerçeklik üzerine yazılmıştır. Örnek olması için buraya aldım. 

 

ZIBIN

 

Ne canlılar varmış mahfuz

Silahla akrabalığı aklanan

Şiirlerini dinler gönenirdik.

 

Ne canlılar varmış yavuz

Omurgasında yılan saklanan

Dilini süzer demlenirdik.

 

Oysa ne görünen göründüğü hâl

Ne gibiler zıbın sevimlisi

Cinsimiz çünkü zihni encik

Cenin duvarında

Ölüme zıkkım toplayan

Kurşunu suyundan çevirirdik.

                                               Şubat 2016 Narlıdere/İZMİR

 

Ahmet Cemal “Sanat Üzerine Denemeler” kitabında “Edebiyat artık günlük ölümlere yabancı kalıyorsa, başka bir deyişle yoluna ölümlere aldırmaksızın da devam edebileceği gibi bir inanca yönelmişse gerek o sanat ve edebiyatın gerekse o sanat ve edebiyat üzerine yapılan kuramsal tartışmaların insanlığın serüveniyle hiçbir ilintisi kalmamıştır.” diye haykırır ve yalnızca kitaplarda kalan bir tümce niteliğine bürünür. Ön almayı beceren bir toplum da bu tür tümcelerin sayfalarda değil uygulama alanına çıkmasını sağlar. Uygulama alanına çıkarmayı beceren toplumların Reina’sında ve Ankara Garı’ndaki ölümler olmak bir yana, bakımhane ve köprü altında yaşayan çocukların nadiren olduğu bir gerçekliğe yönelir. Aynı zamanda, okulda eğitilmeyi bekleyen çocukların safsatalarla değil biyolojik dürtüleri, psikolojik ve toplumsal olguları; pozitif bilimlerin verilerine göre şekil alırdı. Bunun yanında sanat yaptığını varsayan şair, oyuncu, yazar ve ressamlar; her düğüm içinde yeni bir düğün kurardı. Bu ölümleri getiren yalnız Reina’da ateş eden terörist değildir; buna duyarsız kalan, kucak açan, bunları besleyen, evinden işine giden işçisinden sanatçısı ve siyasetçisine kadar herkestir.

Bu tür davranışları ve yaşam algımızı düzeltmeden, şiddet ve nedensiz ölüm gerçeğinin üstesinden gelemeyeceğimizi artık anlamalıyız. Cehennem yaratılan bir dünyadan ancak cennete gidilebileceğini varsayan sapık bir mantıkla karşı karşıya olduğumuz, aymamız gereken bir gerçekliktir. Yatırımını öbür dünyaya yapan bir toplum, bu dünyadaki yaşamsal değerlerden vazgeçmiş demektir. Bu gerçekliğin yanlış olduğunu, yeni ölümlere götüren sanal bir kabul olduğunu; en üstten en aşağıya kadar tüm toplum ve yöneticiler kabul etmedikçe; davranış ve uygulamaları bu düzlemde kurmadıkça; bu ölümlerin önüne geçmenin olası olmadığını bir kez daha haykırıyorum. Terör hangi tür, hangi şekil ve hangi amaç için var olursa olsun, yanında onu besleyip büyüten bir mantık, fiziksel-düşünsel destekçileri ve yöneticilerin yanlış uygulamaları vardır. Terörü beslemeyi bırakmadığımız sürece, terör elbet bir gün gelip bizi de bulacaktır. Bu, birey için geçerli değil, dünyaya ahkâm kesen büyük güçler için de geçerlidir. Bertolt Brecht’in “Sizler şu an batmakta olan geminin duvarlarına çiçek resimleri yapıyorsunuz ve bunun adına sanat diyorsunuz.” diye bir yakınmasının olduğunu biliyorum. Bugün insanlık, yaşam şeklinin geriye doğru kabuk değiştirdiği dünyasal cehennemi, kendi elleriyle kurmaya çalışıyor. Bunun adına demokrasi, özgürlük ve uluslararası stratejik kararlar diyor. Nüfusun en yoğun olduğu bölgelere çomak sokuyor, buralarda hareketlenen nüfusun hangi boşluğu dolduracağını kestiremiyor. Konumuzun dışına taştım gibi görünüyor olsa da işte tam da bu abuk sabuk sanatsal edimlerin, algı ve yargı hatalarının nereye, kime hizmet ettiğinin görüntüsünü beynimizdeki kurulu dev ekranlara düşürebilmektir.

Sanatta ve sanatçıda; özgünlüğü, özgürlüğü, sınırsızlığı ve sonsuzluğu savunmama karşın, yukarıdaki tümcelerimden sanat ve sanatçının sınırlanmasından söz ediyorum gibi düşünebilirsiniz. Sanatta güzel-iyi-doğru-oran-harmoni gibi kavramların toplam ilişkisini düşünürler estetik açıdan çözümlemişlerdir. Bu kavramlara ilişkin düşünürlerin çözümlerine bakarsanız söylemlerimin, bir sınırlama olmadığını, tersine estetik değer yaratma sürecinin bir gereği olduğunu görebilirsiniz. Şiir, aşağılamakla, hakaretle, şiddetle, terörle ve savaşla hiçbir biçimde yan yana düşünülemez. Diğer sanat alanları da…  

Geçmişte olduğu gibi bundan sonra da yaşamsal kazanımları, çağdaş değerleri; dinlerin ve öğretilerin hizmetine sunmaya devam edersek varacağımız istasyon, yeni bir ölüm coğrafyasıdır. Okuma oranının yüzde on dört olduğu bir coğrafyada, aydın ve sanatçıların sorumluluğu olmalıdır. Aksi durumda neye, niçin ve kime hizmet ettiğini bilmeden, sanat yapan, şiir yazan, yayın yapan ve TV kanallarında ileri geri konuşarak hizmet ettiğini varsayan; kandırılmış sözde özgür sanatçı ve aydınlar türer. Çok seslilik toplumsal aklın ve evrensel değerlerin okunması için elzem bir durumdur; ancak misyonerliğe, şiddete, savaşa, insanın yok oluşuna bilinçsizce hizmet etmek de çok seslilik anlamına gelmez. Büyük resmin satır ötelerini okumak ve var olan gerçekliği açıkça görebilmek için yeterince üretilmiş bilgi, değer ve kazanımlara sahip olduğumuza inanıyorum. Yeter ki saplantı, önyargı ve biçimlendirilmiş aidiyet duygularınızdan kurtulup tarafsızca sorunlara yaklaşalım.

Öğreti, form ve kavramların etkilerini gereğinden fazla dikkate alanlar, kendisine kabul ettirilmiş kalıpları, günlük yaşamında uygulamak isterler ve en doğru tutum içinde olmalarıyla böbürlenirler. Oysa tutarlı olmak ya da ilkelere, kurallara sıkı sıkıya bağlı olmak, sanatsal yaratıların önünde duran kocaman bir engeldir. Bu yüzden sanatçı, özellikle şiir gibi sanat alanlarında, insan beklenti ve kabullerinin ötesine aşmalı, alışık olmadığımız düşünme biçimini önümüze sermeli, arzuladığımız derin duygu durumuna girmemizi sağlamalı ve önerdiği yenidünya görüntüsüne açıklık kazandırmalıdır. 

Durum böyle iken şiir çözümleme tekniği ve şiir eleştirisi sisteminden, bir bakıma kural ve teknikten söz ediyorum. Bu bir çelişki doğurmaz mı? Doğurmaz. Şöyle ki: Şiir gibi sanatlar, sanatsal yapıt olduğu kadar aynı zamanda bir dil tekniği ve kendi içerisinde bir bilimdir. Bunlar pek çok disiplin ve katmanın var olduğu bilgi kütlesidir. Bu tür sanat alanlarını ayrıştırılabilir, tanımlanabilir, çözümlenebilir ve evrilebilir bilgi disiplinine kavuşturmak gerekir. Sanatsal belleğin güçlü olabilmesi için bütün sanat dalları çözüm ve bilgi temeline oturtulmalıdır. Öğrenilmeden, donanımlı ve entelektüel birikime sahip olmadan sanat yapıtı üretme devri bitmiştir. Ayrıca şiirin bilgi disiplinine oturtulmasının en önemli gerekliliği, şiirsel belleğin gelecek kuşaklara sağlıklı aktarılabilmesidir. Şiir, üzerine sürekli yeni deneyimsel bilgi koyarak büyümeli ve kendi belleğini oluşturarak geleceğe sağlıklı aktarılabilir olmalıdır.

Bugün bize doğru ve doyurucu gelen yanıtlar, yarın sığ bir görünüme bürünebilir veya tamamıyla yanlış olduğu saptanabilir. Bu durum, hem bugünkü deneyimlerimizle sabittir hem de bilgi birikimimiz ile eşgüdümlü olası bir sonuçtur. Bilgi artışı ve bilginin teknolojiye dönüşümü, o kadar hızlıdır ki insan zihninin bu hızı kavraması bile bir sorundur. Bilginin ve teknolojinin gelişim hızına, insan algı, anlama ve izleme hızı yetişememektedir. Bilimsel gelişim ve teknolojik hız, insanı ezmek için değildir; insanın ondan yararlanması içindir. Aynı zamanda bu gelişim, sanat ve şiiri insanın dışına taşımayı da gerektirmez. Eğer gelişim ve hıza ayak uydurmakta gecikirsek ya da resmi eksik okursak; altında kalabiliriz. Özellikle üretim sistemleri, bu hızın gölgesine sığınarak kazanç elde etmeye dönüşmüşlerdir. Şiir de bu durumdan payını almıştır. Şiire ilişkin doğru-yanlış bir sürü bilgi üretilmiştir. Şiirin özünden uzaklaşılarak magazinsel şiire, moda tutumlara yönelim daha fazla alkış alır olmuştur. Şiiri kuran en önemli ögenin, anlam olduğunu bile yadsıyabilme bilinçsizliğini göstermişlerdir. Ancak sahip olduğumuz evren algısı, yaşamsal gerekler ve bilginin sağladığı olanaklar, bu sorunların üstesinden gelecektir, doğruyu bulmak zorundadır. Düş zenginliği ve sanat olmadan, yaşamsal gerçekler de kendi anlamını pekiştiremezler.

Sanat felsefesi, sanat sosyolojisi, sanat psikolojisi, estetik bilimi ile bunların insanla bağıntısını içselleştirmeden şiiri anlamak bence olası görünmüyor. Şiirin rahme düşüp doğumuna kadarki süreci, diğer bir söyleyişle imgelem süreci, sanatsal yaratıcılığın ekseninde konumlanır ve bu nedenle bütün sanatların merkezinde yer alır. Çünkü şiir, dil ve düşünce arasındaki ilişkiyi en etkin kullanan bir dil tekniğidir ve bu ilişki aynı zamanda yaratıcılığın temelidir.

Şiire daha derin anlam yükleyebilmek maksadıyla yığınla torba kavramlar, ilgisiz benzetmeler ve kimliksiz kişileştirmeler üretilmiştir geçmişte. Sorun, bunların iyi veya kötü olması, doğru ya da yanlış olması değildir. Şiirin özünü ne kadar açığa çıkardığı ve ne kadar şiirsel gerçeklikle bağdaştığıdır. Ne yazık ki günümüz şiirlerine baktığımızda, toplumun beklentisini ve onun insanını anlamak bir yana tam tersi dinamikler üretmektedir. Sözde aydın şairlerin, hışmını buluruz Türk şiirinde. Şu gün oldu daha eskiyi eskitememişler ayrı bir konu ve tartışmaya değmez. Çeşitli gerekçelerle şiiri magazin içerikli boş kavramların içine çekip insandan uzaklaştırıldığını görürüz. Şiirin temelde doğuş ve varoluş felsefesini içselleştirmeden, net olarak ortaya koymadan, şiir için ne tür torba kavram üretirseniz üretin, nasıl bir yorum getirirseniz getirin; sonuç olarak şiire ulaşmak olası değildir. Şiir, dil cambazlığı olarak görülecektir. Şiir, inandığını savunma görevi üstlendiğin, insanı insana egemen kılma ya da insanı kul yapmaya yönelik çabanın yeri değildir. Şiir, toplumsal ve evrensel bilince eşlik ediyorsa, insanıyla ağlayıp üzülüyorsa, estetik kaygısını teskin ediyorsa ve onunla özdeşliğini en yalın biçimde gerçekleştiriyorsa şiirdir. İnsanı yitikliği içinden çekip oyun dünyasına götürüyorsa, duygularının beşiğine yatırıyorsa, içine kazınmış yaralara değiyorsa şiirdir. Yalnız şiir dünyası değil; ülkemizdeki sanat dünyası da ne yazık ki içler acısıdır. Ortaya konan sanatsal ve şiirsel çalışmalara baktığımızda, kazanç ve adı belli olma adına, -sanat denirse ki- kiç (Kitsch) mantığına bile nal toplatır durumdadır. Bilgiye, akla, duyguya, bilince, estetik değer ve insani değerlere önem vermeyen etik dışı bir endüstriye dönüştüğünü görürüz. Ahmet Cemal’in dediği gibi “Eleştirel düşünme yeteneğinin sanat alanından el ayak çekmiş olması” düşündürür hepimizi.

Dinsel, politik ve ideolojik kabul ve yönelimler; sanatçı, yönetici, birey ve toplum bilincinde özgür düşünce altında gerçekleşiyor gibi bir algı olmasına karşın tam tersi, kurulmuş sistemlerin güdümünde hareket eder. Bilgiye ve bilime dayalı çözümler ve sonuçları, bugün sözde yönetici, sanatçı ve aydın olduğunu savunanları korkutmaktadır. Bu korkunun temeli, makamlarının ellerinden alınması değildir; köklü öğrenilmişlikleri yıkılarak boşluğa itilecek olmalarıdır. Sanatta ve şiirde paradigma değişimi gerekliliği diye dillendirdiğim gerçeklerden biri de budur. Yani bilgi, bilim, özgürlük ve sanat gibi kavramların yan yana kullanılabilirliğini içselleştirmek zorunda olduğumuzdur. Yaşamsal gerekler ve sanatsal yönelimler, önyargısız ve tarafsız ele alınmalıdır.

Bir öğreti ya da inancın doğruluğuna ve mutlak yaşama geçirilmesi gereğine inanmış, kendine o uğurda savunma görevi üstlenmiş sanatçıların davranışı, olmazsa olmaz gibi düşünülür. Bu tür inanmışlık ve duruş biçimi, sanat camiasında övgüyle karşılanan bir söylemdir. Şiir, sanat ve eleştiri yazılarına baktığımızda kolayca görebileceğiniz gerçeklerdir bunlar. Bu anlayışın kırılamaması, eleştirel düşünmenin yozlaştırılması, biçimselleştirilmesi, sanatı politik öğretilerin militanı veya inançların misyoneri yapma kolaycılığı, bir bakıma köylü kurnazlığı yaklaşımı, sanat ve kavramlarını içinden çıkılamayacak açmazlara götürmektedir. Şiirin gereci yapılagelen bu kolaycı yaklaşımlar, bugün şiiri insan algısında değersizleştirmiştir. Biliriz ki toplumun ve insanın ortak duygularını, yönelimlerini şiir gibi duyguyu yoğuran sanat dalları ilmek ilmek işler, insan ve değerleriyle kenetlenip canlı bir hücreye dönüşür. Kıpır kıpır insana doğru ellerini açan bir yaşamı duyumsarız. Günümüze geldiğimizde ise durumun nasıl yön aldığını medyadaki yarışma, evlilik, yiyecek ve giyecek programlarına ve figüranlarına bakınca anlamak zor değildir. Bilgiye, eleştiriye, yeniliğe ve akla prim vermeyen ekonomik sistem ile şiirsel yönelimler; yine kendilerinin kurtarılmaları için bilgiye, eleştiriye ve sağduyulu değerlendirmeye başvuracaklardır.

İnsanı korumayı, özgürleştirmeyi ve ona mutlu bir toplumsal yaşam sunmayı amaçlayan politik öğretilerin sıklet merkezi, insana ve toplumsal düzene egemen olma arzusu üzerine kurgulanmıştır. Bu amaca yönelik tüm etkinliklerle birlikte, özellikle aydınlanma tasarılarının en büyük destekçileri yine bu öğretiler olmuştur. Aydınlanma tasarılarını kendi kol ve kanadı olarak gören öğretiler bilgi, akıl, sanat ve bilim yoluyla doğaya egemen olma yürüyüşüne çıkmış, insana yapay cennet ve özgürlük sözü vermesine karşın ne yazık ki daha derin bir çıkmazı beraberinde getirmiştir. Bugün yaşanan sefalet, savaş, terör ve ölümlerin önlenemez oluşu, bu durumun böyle bir sonuca ulaştığının göstergesidir. Gelişmemiş, az gelişmiş ve gelişmiş toplumlar arasındaki kültürel, insani ve sistemsel eşitsizlik, bugün binlerce insanın açlığa, sefalete ve ölüme itildiği bir dönemi doğurmuştur. İşin sanat ve şiir boyutunu ele aldığımızda, bundan farklı bir mecrada yürümediğini söyleyebiliriz. Çağdaş sanatın öncülüğüne soyunmuş gelişmiş toplumlara bakarak ayak uydurmaya çalışan az gelişmiş toplumlar, daha modern sanat anlayışını içselleştirmeden postmodern ve çağdaş sanat anlayışına özgü şiir kurma girişimine yönelirlerse ister istemez taklitçiliğe düşmekten kendini kurtaramazlar.

 Toplumsal bilinç ve toplumsal algı ile sanatçının anlatımı arasında önemli bir uçurum doğmuş ise burada düşünülmesi gereken önemli bir sorun var demektir. Kimse şiiri anlamak için insanların şiir eğitimi alması gerekir diye bir zorunluluğu öne süremez. Şiir ve sanat kavramları içerisinde dayatma ve zorunluluk diye bir şey yoktur. “Ben yazarım, yaparım, anlayan anlar, anlamayan anlamaz” söylemi bir sanat adamının söylemi olamaz. Şiirle uzlaşımcı, alımlayıcı ve anlamlandırıcı iletişime girmek, elbette artalan bilgisi gerektirir. Şiir sanatına ilişkin önbilgiyi gerekli kılar. Bu demek değildir ki şair, yalnızca şiir eğitimi alanları hedef kitlesi olarak görecektir. Bilinir ki her sanat yapıtı alıcısıyla vardır, alıcısında bir estetik kaygı uyandırıyorsa ve estetik tavır yaratıyorsa sanat olarak anlam kazanır.  

Her şiir, şiirse eğer, toprağa kökleri salınmış bir kültür hazinesidir. Şiirin açığa çıkardığı her söylem, dilsel kıvraklık, düşünsel ve duygusal evren, insanı bir yanından kavrayarak onu sımsıkı tutar. Algıyı sarsıntıya uğratarak duygu durumunu ve görme biçimini değiştirir, yeni bir gerçeklik olgusunu kavramaya yöneltir. “Ben”i yaşam sevincine götürür. Biliyoruz ki her şiir, okuru ile yaşamsal bütünlük kazanır. Şiire okur gözünden bakmak, bugünün eleştirel yaklaşımlarında çok üzerinde durulan bir konu olmasa da ben bu yanını özellikle önemsiyorum. Çünkü her sanat yapıtında olduğu gibi şiir de insan için vardır ve yapıtın varlık katmanları insanla bütünleşmesi için bir araya getirilmiştir. Bu açıdan baktığımızda Türk toplumunun sosyolojik ve psikolojik analizi önem kazanır. Sanat yapıtı evrenseldir, ancak şiirin kapsadığı evren şiirin yazıldığı dili konuşan insanlarla daha yakın bir ilişki içinde olması bakımından böyle bir analiz yöntemini gerekli kılar.

Türk toplumu özünde naif ve duygusal bir toplumdur; bakmayın son zamanlarda siyasi kaygı, ekonomik kaygı ve algı yönetim teknikleriyle duyusal kimyasında bozulmalar yaşandığına. Aslında Türk toplumu bütün katmanlarıyla, sanatın da şiirin de değerini bilecek yoğunlukta estetik kaygı taşımaktadır ve estetik duyarlılığa sahiptir. Bunu rastgele bir yorum olarak ele almayınız. Her insanla birey olarak oturup konuştuğunuzda, onu anlamaya çalıştığınızda çok büyük bir oranının naif, güzele duyarlı, estetik kaygısı yüksek, insancıl, duygusal ve insani değerlere tutkun olduğunu görürsünüz. Umursamaz gibi görünen, kendi işinde gücünde olan kırsal kesimden, mevki ve makam sahibi insanlara kadar hepsi; özünde yaşam ve insani değerleri içinde duyan insanlardır.

Sosyolojik ve psikolojik açıdan incelenmeye muhtaç bir bilgi olsa da insanın sanata ve şiire karşı ilgisizliği, bireyin özünde estetik kaygının olmayışı değildir kanımca. Bunu, sanat veya şiirle okurun duyusal algı ve yargılarının harekete geçirilememesi olarak görmek gerekir. Bundan ötesi, duyusal algının tepkisel bir konuma sokulmasıdır. Daha açık söylemek gerekirse şiire karşı ilgisizliğin nedenini, insanın algısını harekete geçirecek şiirsel yaklaşımın öğretici, yönlendirici, dışlayıcı, küçümseyici, ideolojik ve inançsal kaygı taşıyıcılığı tavrında aramak gerekir, diye düşünüyorum. Bu yoruma pek çok şairin, bağnaz bir tutumla yaklaşacağını, karşı duracağını biliyorum; çünkü Türk şiirinin, değerler dizisi olarak kabul edilen uyarıcı, öğretici, dayatıcı, direnişçi ve dönüştürücü bir yaklaşımın üzerinde anlam bulduğu genel kanısı vardır. Bu yoruma önyargı ile yaklaşmak yerine, yorumu ele almadan önce insanın tutum, davranış ve algı biçimlerinin psikolojik çözümlemesine gidilmelidir. Bugünün bireyi dayatmacı ve dönüştürücü tavırlara karşı alıngandır, kırılgandır. Gerek bilinçli gerek bilinçaltı eğilimleri ile bu tür yaklaşımlara tepki koyar. Kaldı ki bu tür yaklaşımın doğru olduğunu varsaysak bile öncelik, şiirin insana ulaşmasıdır. Sanatın bir ilkesi de şair, şiir ve alıcı üçgeninin doğru kurulmasıdır. Şiir, insana ulaştıktan sonra ancak bu eylemlere girişebilir. Şiir direnişçidir, dönüştürücüdür, eleştireldir, yadsımıyorum. Kaldı ki bu doğrudur ve yapıtların temel özelliğidir. Ancak şiir, tavır ve söylemiyle, okurun duygusal dünyasını rencide etme hakkına sahip değildir. İşte bıçak sırtı eşik, doğru kurgulanmalıdır. Sonuç olarak şunu söylemeliyiz; şiirin işi öğretmek, anlatmak ya da dayatmak değildir; okurun imgelem gizilgücünü ve duyarlılığını söz kalabalığına boğmadan harekete geçirmektir. Böyle bir devinim de ancak şiirsel ve naif dokunuşlarla sağlanabilir.  

Soyut düşünebilme yeteneğimiz, ilginç bir özelliğimizdir ve sanatla bilimin gelişimi için olmazsa olmazdır. Zihnin “soyut”u işleme yetisi, bilim ve sanatta tasarım ve yaratıcılık açısından önemlidir. Sanat, gerçekte var olmayan ve var olup başka bir gerçeklikte görünen, anlamı ancak zihinde tasarımlanmış soyut kavramları kullanmak durumundadır. Aynı şekilde bilim alanında ileri sürülen önermelerin veya varsayımların kanıtlanabilmesi için; soyut tasarım, soyut bilgi ve dış gerçeklik olguları ile gerçeküstü yorum gücü önemli bir yaratıcılık yoludur. Soyutlamanın şiire yüklü bir anlam kazandırdığı, alıcıyı düşlemsel bir görüntünün içine soktuğu, çağrışım ve coşuma renk kattığı ve estetik değer yarattığı kabul edilen sanatsal gerekliliktir. Bu konuya şiir açısından bakmak gerekirse zihnin tasarlayabildiği soyut tasarımlar ve gerçek ötesi kavramlar, nesnel gerçeklikle bağdaştırılabilir şekilde kurgulanmalıdır. Soyut tasarımların, toplumun ortak düzlemde okuyabildiği kodlara dönüşmesi dil açısından önem kazanır. Soyutlamayı matematik bilen herkes yapabilir ve bunun sınırı yoktur. Soyutlamanın da ortak bir iletişim ve karşılıklı etkileşim dilinde gerçeklik kazanması gerekir. Okur zihninde anlamı oluşmamış soyutlamalar şiire olumsuz anlamda yük getirecektir. Nesnel gerçeklikle bağ kurabilir, anlama, çağrışıma ve coşuma dönüştürülebilir olmalıdır. Söz ve söz öbeklerinden oluşturulan görünüş, soyut bir tasarıma dayanıyorsa bunun sanatsal bir iletiye yönelmesi için belirgin izler içermesi gerekir. Kuru ve yavan soyut tasarımlarla nesne, rastgele fırça darbeleriyle soyut resim ve rastgele dizelerle soyut şiir yazılabildiğini varsayan anlayış; soyut kavramının sanattaki varlık nedenini henüz çözümleyememiş demektir.

Şiir, dil ve o dilin varlıkları ile düşünce dünyasının toplamına göre şekil alır. Örneğin resim sanatı, çizgi, ışık ve renk gibi gözle görülebilir özellik taşımasına rağmen şiir gözle görülebilir özellikleri anlam üzerine yüklemek zorundadır. Görüntü, tasarım ve imgeyi anlam üzerinden kurmak zorundadır. Kısacası dil sanatlarının, diğer sanatlar gibi anlamın dışına çıkabilmesi pek olası görünmüyor; dil ve düşünce anlam üzerinden karşılıklı etki ve tepki içine girmek zorunda kalıyor. Çünkü dil ile düşünce arasındaki görünmez bağ, anlam üzerinden kurulmak zorundadır; başka şekli de teknik olarak olası değildir.

Bana göre şiire alışılmış bir perspektiften bakarken, görünür dünyanın yanında, bilincin kurguladığı rasyonel olmayan dünyanın da görüntülerini yakalamak gerekir. Modern ve postmodern sanat anlayışının da getirdiği bilinç üstü ve duyular üstü algılanabilir, kavranabilir varlık dünyasının; hareket ve şekil alabilir yönüne katılmak gerekir. Sanatçı ve şair, hareket ve şekil verilebilir duyular üstü dünyayı anlatım katmanında biçimlendirip okuyucu tarafından algılanır, anlaşılır, görünür olmasını sağlamalıdır.

Dil sanatları ve çoğu görsel sanatlara baktığımızda, sanat yapıtları ile sanat alıcıları arasında kopmaların olduğunu görüyoruz. Yapıtla okurun birbirinden kopmasına, yapıt-okur ilişkisinin doğru kurulamaması neden olarak gösterilebilir. İlişkinin iyi seviyede kurulabilmesi için okur da eğitimli olmalıdır, doğrudur. Ancak bunun sınırı yoktur; okurun donanımlı olması neden olarak ileri sürülemez. Okur ile ortak noktada buluşmak, buluşturmak sanatçının/şairin işidir.

Şiir sanatında; bilinç, bilgi, dil, sanat, estetik ve kültür esasları üzerine oturmuş yenileşme yönelimi yerine, moda ve sokak arası söylemler üzerinden yenileşmeye yönelmek geçici ve yüzeysel bir şiir geleceğini doğurur. Ne yazık ki bugün, üzerinde oturduğumuz şiir bilgisi; söylemlerin, öğretilerin dikte ettirdiği; içerik, dinsel bakış ve batı kaynaklı çalıntıların üzerinde yürüyen kavramlar bütünü gibidir. Uyaktan kaçış, sesi büsbütün dışlama, anlamdan uzaklaşma, bütünlükten uzaklaşma, postmodern ve çağdaş kavramını tersten okuma, dil sıradanlığına düşme, yazının mimikleri olan kuralları yok sayma, şiiri sözcüğe ve dizeye indirgeme gibi pek çok önemli sıkıntılar, şiir bilgisi temelinde yatan sorunlara örnek gösterilebilir. Oysa felsefî ve akılcı yaklaşımlarla yenileşmeye çalışmak; kalıcı, evrimsel ve evrensel bir sonuç doğurabilir.

Her şeyden önce bu coğrafyanın şiir felsefesini kavrayabilmek için; temelde evrensel sanat felsefesi, estetik, duygu, dil ve bunlara ilişkin kavramların oluşum/gelişim sürecini çözmüş olmak gerekir. Bunlara, olabildiğince objektif, özgür ve tutarlı yaklaşılmalıdır. Bunca araştırmadan sonra şunu söyleyebilirim: Ne akademik çevrelerde ne sanatçılar/şairlerde ne de sanatsal, çevresel, kültürel, kurumsal olarak aldığımız eğitimlerde; güdümsüz algı-yargı ve özgür bakış yeteneğimiz yok görünüyor. Sanatı değerlendirme/yorumlama yeteneğimizin toplumsal olarak zayıf olduğunu söylemekle kendimize haksızlık ettiğimi düşünmüyorum. Ortak yeteneğin kazanılması için bütün sanat alanlarında; önyargısız, tarafsız, evrensel sanat normları ışığında; ayrıksı, ayrıntılı, üst-bilinç evreninde öğretilmemiş ve alışılmamış olanla düşünmek zorunda olduğumuzu eklemeliyim.

Ülkemizde çağın kazanımları, teker teker akıl gerisine itildiği bir zamanda; estetik, sanat felsefesi ve sanat dallarının gelişimi için harcanan çaba; ütopik bir uğraş değil midir, sorusu aklınıza gelecektir. Acı ki bu sorunun yanıtı, hepimizin umut bütünlüğünü zedelemektedir ve ruh sağlığını tehdit etmektedir. Sanat algısının sıradanlaştırıldığı, insan varlığı ile emeğinin önemsizleştirildiği, algı, duyu ve sezilerinin kültür endüstrisi çarklarında öğütüldüğü bir çağın iç tepisini yaşıyoruz.

Kitabımda; bilgi, bilim ve akıl gibi kavramları çok fazla kullandığımı biliyorum. Pek çok sanat düşünürü ve günümüzdeki çağdaş sanat anlayışı; bilgiyi, bilimi ve anlamı yadsıma eğilimindedir; sanatla birlikte söz edilmesinden rahatsız olur. Ne var ki bilimle sanat kardeştirler. İkisi de aynı ceninde can bulur ve aynı kandan beslenir. Tasarım ve işlerlik açısından farklılık gösterse bile, sonuçta ikisi de aynı mantığın algoritmik sürecini yaşayarak kendini var etmeye çalışır. Daha akılcı bir perspektiften baktığımızda; sanat, şiir, duygu, bilgi, bilim, düşünce, akıl ve dil gibi kavramlar; temelde zorunlu bir etkileşime bağımlıdır. Nedensellik bağıntısına ve anlamsal bir hiyerarşiye sahiptir. Bu kavramların nedensel, anlamsal ve hiyerarşik bağıntısını ne kadar iyi çözümlersek sanatın da bilimin de ortak konusu olan gerçek ve gerçek üstü dünyayı o kadar doğrulukla okuma yeteneği kazanırız.

Sanatı hangi açıdan ele alırsak alalım, her tür şiir ve her kuşaktan şair, daha genişleterek söylersek her tür sanat ve sanat insanı; mekanik bir değirmende öğütülmekte olan birer buğday tanesi gibidir. Süregiden sistemde ve uygulamada görünüm bu yöndedir. Göz döndürücü hızla elektronikleşen sistemin; insanı ayrıştıracağı, ilişkilerini bencilleştireceği, doğayı yavaş yavaş yok edeceği, kadim ve kutsal sayılan değerlerin yerine daha çözümsüz sorunlar taşıyacağı; yıllardan beri söylenegelen bir gerçektir. Ne yazık ki yıpratıcılık, yıkıcılık ve uzun vadeli yok edicilik sistematiği; önlenebilir olmadığına ve mevcut kaosun derinleşerek ivme kazandığına tanık oluyoruz. 20. Yüzyıldan beri derinleşen; kültürel farklılıklar, inançlar, anlayışlar, üretim ve bölüşüm adaletsizliği ile algısal yapılandırma teknikleri; derin ve içinden çıkılamaz bir kaos gerçeğinin daha uzun süreceğini gösteriyor. İşte bu ortam ve dönüşen dünyada, sanatçının hasar görmemesi, öğütülmeye hazır bir buğday tanesi gibi çaresiz kalmaması olası değildir. Modernitenin insanı özgürleştirme beklentisini karşılamakta yetersiz kaldığı görüşü yaygınlaştıkça, bu derin yapıdan çıkış için kavramların ve anlamın parçalanmasına, bilgi ve bilime daha güvensiz bakışa, sanatı gövdesel hazza taşımaya kadar varan egzotik yöntemlere başvurulmaktadır. Mekanik sistemin yarattığı özgürlük sorunu ve derin kaos durumunu çözmeye yönelik ortaya atılan postmodern sanat yaklaşımı, bunlardan biridir. Öğretilmiş ekonomik ve kişisel üstünlük algısı, toplumlararası uygulanan yıkıcı ulusal tedbirler, bilgi ve bilimin metalaşmayı güçlendirmesi, aynı söylemde ağız birliği yapmış fikir yapıcılarını yönlendirmesi, medyanın tekelleşmesi, terör ve şiddet gibi nedenler; ilk aklımıza gelenlerdir. Bunların yarattığı kaosu, postmodern anlayış da çözemeyecektir. Bilgi, bilim, insan ve sevgi gibi sağduyu gerektiren çözümlemelere yönelmedikçe, sanatta emeksiz yemek olmadığını, çabasız özgür bilince ulaşmanın olası olmadığını anlamalıyız artık.

Bilinçli bir şair; zihnini geçmişin ağdalı kalıp düşüncelerine teslim etmez. Gelenek, akım, ekol ve kuramlara körü körüne bağlılık duymaz. Adı belli kanaat önderlerinin söylemlerini, mutlak doğru kabul etmez. Düşünme özgürlüğünü sınırlayıcı yaklaşımlarla denetletmez. Yetkin şairin düşüncesi ve duygusal tepkisi geleceği kurmaya yöneliktir; akım, kuram, söylem, gelenek gibi şiire ilişkin yorumları geliştirir ve eski ile yeni arasındaki bağı doğru kurarak vazgeçilemez yanlarını dönüştürür.

Kapitalist dönüşüm süreci, salt üretim ve tüketim ilişkileri ile yönetim sistemlerini etkilememiştir. Aynı zamanda sanattan eğlenceye kadar pek çok alanı etkilemiştir. İnsanı, kendisinden ve diğerinden uzaklaştıran bir ortam oluşturmuştur. Doğa, çevre ve diğer canlılar ile olan ilişkilerindeki bağ; salt kazanç, yarar ve çıkar üzerine kurulmuş bir karmaşaya dönüşmüştür. Şair, sözünü ettiğimiz dönüşüme ve insandaki mekanik onarıma karşı bilinçli olmak zorundadır.  

Bir yapıtın değeri, salt bugün aldığı beğeni ile değerlendirilemez; iyi bir yapıt olduğunu söylemek için yeterli değildir. Yapıtın gerçek değeri, gelecek kuşakların vereceği değer ile ölçülmelidir. Kısa erimli, hemen şimdi, şu anda olan hazcı sanat yaklaşımının gerçek anlamda sanat değerine sahip olup olmadığı konusunda biraz tedbirli yaklaşılmalıdır. Postmodern ve günümüz sanat algısı bu tür bir zemine doğru evriliyor olsa da şiir açısından çok yerinde bir yaklaşım olmadığını düşünüyorum. İşte bu nedenle, şiir ve sanatın her dalı; deneyim ve birikim üzerine oturmalıdır ki geleceğini kurabilme, kalıcı olabilme, şimdi haz doğurma yanında hazzı zamanla çoğaltma; olanağına sahip olabilsin. Günümüzde derin bilgi birikimi ve teknik bilgiye sahip olmadan büyük yapıt vermek gibi bir lüksümüz artık yoktur. Şiir, düş ve düşlem sınırsızlığı ile bilginin kullanılabilirliği üzerine kurulmak durumundadır. Zamanı alt edebilecek özellikleri içeren şiir, entelektüel bilgi ve onu yöneten duygu üzerine kurulmalıdır. Sanatın her alanı, kuramsal ve deneyimsel bilgi ile kavramlar arası bağıntıyı doğru tanımlamayı gerektirir. Sanat ve şiire gönül vermiş herkes, sanatın gizilgücünü çözene kadar çok çalışmak, varsayılan dünya, gerçek dünya ve onunla ilgili tüm olayların oluşumunu iyi gözlemek, aralarındaki ilişkiyi çözümlemek zorundadır. Bu nedenle, sahip olduğumuz bilgi birikimi ile şiir anlayışımız; uygun temele oturmalıdır. Şiirin gizilgücünün anlaşılması ve sanatsal perspektife uyum sağlaması durumunda, şiirsel bir geleceğin kurulabileceğine inananlardanım. Bilimin ve bilginin çığ gibi büyüdüğü bir dünyada başka bir şeklinin olmadığını düşünüyorum.

Konu buraya kadar gelmişken evrimsel şiirden de söz etmek istiyorum. Bu, salt bir varsayım söze dökülmüş biçimidir. Uygulamada ve insan anlağında bu tanım nasıl şekillenir şimdilik kestiremiyorum. Evrimsel şiir ve evrimsel sanat gibi tamlamalarla yazında karşılaştığımız olur. Evrimsel şiir, bununla birlikte evrimsel sanat kavramı bildiğimiz ve anladığımız evrim kuramı ile açıklanabilir bir tamlamadır. Yani yabancı olmadığımız ama zihinlerde tasarımı olgunlaşmamış ve altı dolu olmayan bir söylem şeklinde muğlak durmaktadır. Mutlaka evrimsel şiirin tanımı, açılımı, sözlük anlamı yapılmıştır ama ben görebildiğim, anlayabildiğim açıdan bir kez daha açmak istiyorum konuyu.

Dur durak bilmeden, değişim ve yeniyi bulma arayışında olan Türk şiiri, insanın dünyayı okuma biçimindeki tutarsızlığa eşlik etmek zorundadır. Şairin ve şiirin, bu tutarsızlıktan kurtulması olanaksızdır. Şiir; yazının yalın, doğal ve en organik biçimidir; dış etkenler doğrudan şiirin içindedir. Çünkü şiir, ortam ve insana bağımlı olarak dinamik bir sürecin içinde var olur. Postmodernitenin ve çağdaşlığın her silkinişinde; ölümler, terör ve şiddet dökülüyorsa; bakış açımızın değiştirilmesinde yarar vardır.

Prof. Dr. Richard Dawkins şöyle sorar: “Darwin, evrim kuramını ortaya atıncaya kadar kimse neden bunu düşünemedi?” Bir başka şekilde soralım. “Evrim kuramını düşünebilmek, yorumlayabilmek ve süreci çözebilmek için, Darwin’i binlerce yıl beklemek zorunda mıydı?” Sanırım bu sorular, sıradan gibi görünse de içinde başka sorular vardır. Evet, bu kuram Darwin’i beklemek zorundaydı. Çünkü insan beyni, evrimsel bir sürece bağımlıdır. İnsanoğlu, bu kuramı yüzyıllar sonra düşünebilme, kavrayabilme yeteneğine ulaşmıştır. Bir başka söylemle insan beyni, evrim sürecini yine beynin evrime koşut gelişimi sayesinde kavramıştır. Buradan şu sonucu çıkarmalıyız: Şu anda görmekte, düşünmekte, yorumlamakta zorlandığımız, algı ve kavrama gücümüz dışında pek çok şey vardır. Henüz bu sonsuz bilgi ve gelişim dünyasında, anlayabildiklerimiz ve kavrayabildiklerimizin ötesindekileri göremiyoruz. Düşünebildiklerimizin ötesinde ne çok şey olduğunu her geçen gün bir yeniyi daha keşfettiğimizde anlıyoruz.

Düşünce ve dil arasında bağıntı kurulmamış birçok olgu ve olay, insanı sürekli araştırmaya itecektir. Bilinmeyen veya bilinen ama dilde sözcüğe dönüşmemiş bir konudan söz ediyorum. Örneğin hareketi var ama dilde göstereni (sözcüğü) yok. Algı, anlama ve düşünme yetimiz, evrimsel olarak geliştikçe bunlar gibi önünde duran bilmeceleri birer birer çözecektir. Zihnimiz ve toplam aklımız, bunları parça parça ve yeni yeni bulgulara ulaşarak gösterene ve anlama dönüştürecektir. Kavramsal alanlarını belirleyecektir. Bunlar, dil ile düşünce bağıntısı (özdeşliği) üzerinde sözcük olarak yerini alacaktır. Örneğin tanımlanan, henüz ismi konulmamış duyular gibi. Aslında bu salt dilbilimcilerin işi değil, bütün bilimlerin işidir.   

İnsan hem düşünsel olarak hem de fizyolojik olarak bir evrim süreci içindedir. Bunlara ve bu sürece dayanarak, gelişen ve gelişecek olan şiire ‘evrimsel şiir’ diyorum. Evrimsel şiir, henüz bilmediğimiz, düşleyemediğimiz öz-içerik-biçim ve biçeme sahip şiir olmaya aday, ancak geleneğin ideale dönüştürülebilir yönünden kopmamış, günün en çağdaşı, geleceğin tasarlanabilir şiirini bulgulamaya çalışan ve aynı zamanda geçmiş ve gelecekteki evrensel bilinç ile bağ kurabilen sürekli gelişim içinde olan şiirdir. Bir bakıma dinamizmin tam ortasında yer alan, duygunun, sevginin, aklın ve bilginin insanı saran yönüyle egemen olduğu bir şiir. Diğer yandan, bilgi, akıl ve duygunun yönlendirdiği zamanın içinde ve ilerisindeki yeni şiirdir.

Yeni dediğimiz kavram, yarın eskimiş olacak, çağdaş diye adlandırdığımız kavram birkaç yıl sonra çağdaş olma özelliğini kaybedecek, çağın gerisinde kalmış olacaktır. Hiç yerinde durmayan, sürekli dinamik bir yapının işlerliğine sahip sanat kavramına “evrimsel sanat” dersek acaba modern, postmodern, çağdaş sanat gibi kavram ve dönem adlandırma sorununu aşmış olur muyuz? Evrimsel şiir kavramı, gelişim, dönüşüm, süreklilik ve içinde yüksek dinamizmi içeren bir anlam taşıması nedeniyle çağdaş şiir söyleminden daha açıklayıcı olur mu? Sorgulamak gerek.

Neden sanat felsefesi, psikolojisi ile sanatın bilgiye ve geleceğe dayalı yönü, buraya kadar ağırlıklı olarak tartışma konusu olmuştur? Sanat felsefesini, sosyoloji ve psikolojisini sindirmeden, estetik bilimini içselleştirmeden, şiirin tarihselliğini incelemeden; şiirin veya herhangi bir sanat alanının ruhunu/özünü anlamak olası görünmüyor. Ayrıca, bilmeden ve deneyimsel bilgi olmadan sanat üretme devrinin bittiğini, geçmişin geleceğe dönüştürülebilir yanını almaksızın büyük yapıta varılamayacağını düşünüyorum. Şair; ortaya koyduğu yapıtın niçin ve nasıllarını çok iyi tanımlayabilmeli; yapıtın kültür, ortam ve insanla etkileşiminin altyapısını ayrıntılı kurgulayabilmelidir. El sanatlarından dil sanatlarına kadar her sanat alanının, dış gerçeklikle özel bağıntısı ve nasıl, neden, niçin, ne maksatla gibi kendi ruhuyla ilgili soruları vardır. Sanatçı, bugünkü bilgi birikimi, anlama ve sezme yetisi ile bu sorulara yanıt bulamadığı sürece, şiiri söz cambazlığı, resmi renk cümbüşü ve tiyatroyu salt eğlence olarak kabul edecektir. Sanatçı ve izleyici, duygularının götürdüğü yolda oyalandığını ya da duygularını dışa vurarak bir şeyler yaptığını sanarak kendisini avutacaktır. Oysa sanatçının amacı, yaşam ve neslin sürekliliğini sağlamak için kendine uygun bir zemin hazırlamak, en yüksek seviyede kendini gerçekleştirmek ve en iyi ortamda varoluşunu olumlamak istemesidir.

Sanatın tarihselliği, gelişimi, dönemlere göre durumu; aklın evrimi ile ilgili zorlu bir süreçtir. Bu süreci anlamadan, şiir gibi değerler zinciri yüksek olan bir alanın hakkında yorum ve yargıda bulunmak, sığ bir tutum olurdu. Ayrıca şunu da belirtmeliyim ki bu kitap, sanatsal kavram ve terimlerin bağıntılarını, sanatın tarihselliği, nedenselliği ve yaşamla olan ilişkisini çözmek için devasa şiir dünyasının küçücük bir parçasıdır. Sanat ve sanat tarihi ile insanlık tarihi, birbiri içindedir. Bu nedenle sanat ve sanata ilişkin kavramları çözmek de yeterli olmayacaktır. Bilinmesi gerekenlerin başında felsefe ve ruhbilimi gelir; dinler, öğretiler, akımlar, sistemler, toplumsal yapılar vs.  Yer yer anlatmaya çalıştığım düşünce şudur: Şiir ciddi bir sanat alanıdır; dil ve düşünce bağlamında bütün sanatlar ile yaratıcılık temelinde yer alır. Şiirin insanla ilişkisinin tanımı, yaşamsal değerlerin kavramsal derinliğinde gizlidir. Şiirin bütünü bir yana, şiirin bir dizesi, dünya ve yaşam olgusunun elekten geçirilmiş özüdür. İşte şiir ve sanat çözümlemesine, bunun yanında şiir/sanat eleştirisine, bu bağlamda bakılmasının gerekli olduğunu düşünüyorum.

Görünüşte şiir, duyguların düşlere giydirilmiş bir elbisesi gibi durur; çoğunlukla gerçek yaşamdan imgelem yoluyla alınmış desenlerle bezenmiştir. Şiirin görünen yüzünün arkasında can alıcı bir gizli gerçek hep vardır şairinin duyargalarını titreten. Çünkü şiir açıkça söylenenlerin dışında örtük anlamlar bütünü ve çok katmanlı imgelem verilerini bünyesinde barındırır. “Çoklukta birlik” ilkesini en net görünür kılan bir sanat alanıdır. Bu, sanatın sanat olma, şiirin şiir olma özelliğinden doğan değişmez bir gerçektir. Şiir, bir gerçeğin gözler önüne serilmesi değil, gerçek ile insan arasındaki zihinsel ilişkinin notalara dökülmüş ezgisi olmalıdır.

Pek çok sanatçının karşı durduğu, yergiyle dillendirdiği faşizm ve baskı söylemleri, doğal olarak sanat ortamında kendine özgü başka bir faşizmi de beraberinde getirmiştir. Faşizm, insanlık için tehlikeli olduğu kadar, faşizme karşı dururken kendine özgü modern bir faşizmi doğurmak en az faşizmin kendisi kadar tehlikelidir. Karışık gibi gelen bu söylemi anlamak için uzağa gitmeyiniz. Sosyal medyada paylaştığınız bir şiiriniz hakkında yapılan yorum ve kullanılan dile baktığınızda net olarak görebilirsiniz; çok basit gibi algılanan ama temelde katı faşist yaklaşım türleriyle karşılaşacaksınız sayfalarda ve ulu orta şiir söyleşilerinde. Sonuçta, postmodern bir faşizmin girdabında olduğunuzu duyumsayacaksınız. Aşağılamadan, hor görme kültürüne, hakaretten düello davetine kadar açık açık söylemler, normal bir tutum olmuş hatta kurum kültürüne dönüşmüştür. Bu tür yaklaşımlar, insanı insan olarak görme noksanlığımızın bir sonucudur ve sanatta paradigma değişiminin ilk basamağı bu noktadan başlamalıdır. İnsana saygı, uygarlığın temel göstergesidir. Şunu inanarak söyleyebiliyorum; çağdaş olmanın ilk koşulu, her insanı, insan görmek ve ona saygı duymaktır.

Şiirde; tutarlılık, bütünlük, anlamlılık gibi şiiri şiir yapan değerleri savunuyorum; ancak çağdaş sanat anlayışında bu değerlerin; kırılabilir, parçalanabilir, zamandan bağımsız ele alınabilir olduğunu da yadsımıyorum. Hatta postmodern ve çağdaş edebiyat anlayışı; tutarlılık, bütünlük, anlamlılık gibi çabaları kırabildiğini, parçaladığını, bunun yerine akıl ve duyguyu sarsıcı, sendeletici, çeldirici çaba içinde olduğunu biliyoruz. Ne var ki bu çaba, şiir ve edebiyat dünyasında birbiri yanına getirilemeyen anlam, söz ve kural kırıcı biçim oyunlarına dönüşmüştür. Buna benzer anlamsızlık, söz sarhoşluğu ve biçim kırıcı çalışmalar; artalan bilgisi yetkin olmayan kalemlerin mürekkebinde okura ulaşamadan boğuluyor. Anlamı, dili, biçimi ve kuralları parçalayarak yenilik üretebilmek; felsefi, sanatsal ve bilimsel derinlik ile dünyayı okumakta yetkinlik gerektirir. Eğer bu yetkinlik ve derinlik yoksa, yani sanatsal ve bilimsel artalan bilgisi yeterli değilse; üretilen yapıt, okurla arasına mesafe koyuyor ve yeni bir söylem yaratmış yanılgısı içinde kendi kendini etkisizleştiriyor.

Sanat, sanatçı ve şiir hakkında uzun soluklu bir gezintiden sonra, kitabımın asıl konusuna gelelim. Yazılmış ve yayımlanmış bir şiiri incelemek ve çözümlemek üzere elimize aldığımızda uygulayacağımız yönteme “Şiir Çözümleme Tekniği” diyorum. Bu tür çalışmalara yaklaşım tarzı veya yöntem demek daha doğrudur; ancak şiiri bir yapıt kabul edersek -ki öyledir- dili, yapısı, birimi, anlamı, anlatımı, sesi ve duygusu; belirli bir disiplin altında incelenmesi ve çözümlenmesi gerekir. Bu tarzda bir incelemeye de “teknik” demenin daha uygun düşeceğini düşündüm. Şiir çözümleme tekniği, genel anlamda şiir incelemesinin ana esasını çizen taslak bir yöntemdir. İlgili disiplinlerin gözünden şiiri çözümlemeye çalışır. Diğer sanatların çözümlenmesinde de kullanılabilir. Sanat dalının özelliğine bağlı olarak bazı adımlar atlanabilir veya eklenebilir. Örneğin plastik sanatlarda biçim katmanının çözümlenmesi daha kapsamlıdır, şiirde de bakış tarzına bağlı olmakla birlikte çağrışımın çözümü daha ağırlıklı olmalıdır. Nesnel bir sonuca ulaşmak istiyorsak şiiri; bilimsel, yazınsal ve tarihsel bilgi ışığında, teknik ve hiyerarşik bir düzen içinde adım adım çözümlemeliyiz.

Şiir, değerler dizgesi çok karmaşık ve kullanılabilir bilginin özünü en saf biçimde pek çok değişkenin altında birleştiren bir sanat dalıdır. Böylesi derinliğe sahip şiir dünyasının resmi, deneyimsel bilgi eksikliği ve sığ bilgilerle çizilemez. Bu nedenle buraya kadar olan kısımda, biraz olsun dünya, yaşam, şiir, sanat ve dil ile ilişkin kavramlar arası ilişkiyi ve sanatın insanla etkileşimini göz önüne sermeye çalıştım.

Kitabım; bilgi altyapısına dayandırılması, sağduyuyla değerlendirilmesi koşuluyla; eleştiri ve yeni önermelere her zaman açıktır. Amacım, bu araştırmada asimetrik düşünmeyi öngören bir çizgiyi yakalamaya çalışmaktır. Türk yazınında çok sık yapılan şeylerin tersine; geçmişte şöyle demişlerdi, bu şair şiire böyle noktayı koymuştu, bir sanat düşünürü şöyle demişti gibi söylemleri; günümüzün bilgisiyle kıyaslamadan dikkate almadım ve referans olarak vermedim, vermeyeceğim. Yapmaya çalıştığım şey, bugünün bilgi birikimi ve beyin gücüne dayanarak sanata, bu kapsamda da şiire asimetrik bir bakış tarzı geliştirmek ve sanatsal/şiirsel zihnin evrimini hızlandırmaktır. Bu yorumlardan hareketle; şiir ve sanatta doğrunun değil, uygulanabilir ve estetik olanı; aklın ötesinde kabul edilebilir olanı; aklın sınırlarını zorlayanı ve şiirin öğrenilebilir yönlerini; yaratıcılığın temelinde yatan düşün sistematiğini; gençler için ortaya koymaya çalıştım.  

Yaşamın ağırlığı altında ezilen insan, gerçek olmasa bile ideal yeni dünya tasarımını; edebiyat, müzik, sinema gibi sanat alanlarında bulmaya yönelir. Sanat alanlarında, özellikle şiirde, ideal yenidünyanın yansıtılması ve duyumsatılması; bilgi bütünlüğüne sahip, felsefi derinliği olan sanatçıların işidir. İnsanoğlu gerçek olaylardan ve yaşamsal risklerden fiziken kaçınabilir; kendisini koruma altına alabilir. Ancak içinden ve ruhunun derinliklerinden kaçışı olası değildir. Kendisiyle baş başa kalması ve iç sıkıntısı yaşaması kaçınılmaz olur. Bir anlamda, “İç sıkıntısı, mümkünün gerisinde olduğunu görmektir” derler. Sahip olduğu yetenekleri kullanamamak ve umduğu yerden geride olma düşüncesinden kaynaklanır. Bu nedenle iç sıkıntısı ve ruhumuzun baskısından kaçabileceğimiz yer; resim, şiir, tiyatro ve müzik gibi sanatsal etkinliklerin huzurlu ve oyalayıcı dünyasıdır. Yaptıklarınız ve yapıtlarınız, sizde mümkünün ötesine ulaştığınızın huzurunu yaşatıyorsa işte o zaman olumlu bir dünyayla kucaklaşmışsınızdır.

Her sanatçı; okuyabildiği, sezebildiği, sentezleyebildiği ve görebildiği dünyanın görüntüsü ile tasarlayabildiği yenidünya görüntülerini birleştirerek yapıtlarına yansıtır. Kendine özgü ve özgün dünya algısı oluşmamışsa, sanatsal yetkinliğe sahip değil ve düşündüklerini nesnelleştiremiyor demektir. Toplam akıl varlıklarını mantıksal bir sentezden geçiremiyorsa; birilerinin sözlerini, birilerinin dikte ettirdiği öğretileri birebir alıp savunmaya kalkıyorsa; işte o zaman sıkı bir öykünmeci olduğunu açıklıyor demektir. Bu durumda şiirlerine giydirmeye çalıştığı elbise, eğreti durur. Titizlikle karşı durduğum ve anlatmaya çalıştığım konu; kısa erimli, adı konmamış küçük taklitçilik ve görünmez bağnazlıktır. Biliyorum, itici bir tanımlama ve kulakları tırmalıyor; ancak bu tanım her sanat insanı tarafından sağduyulu sorgulanmalıdır. Kişi kendisine özgü düşün dünyasını, acımasızca özeleştiriye tabi tutmalı, sorgulamalı ve düzenlemelidir. Sorgularken: Sizin doğrularınızın temeli size mi özgüdür; yoksa başkalarının amaçlı gereciyle mi donanmıştır? Düşün ve düş dünyanızın ne kadarı sizin kendi yorumunuzdur? Bilgiyi kullanma yeteneğiniz ve estetik değer üretme kapasiteniz nedir?

Bu bölümü bitirirken kitabın adını belirleyen “Saf Sanat” tamlamasını açıklamalıyım. İnsandan sanata ve sanattan insana uzanan yolların temizliği, berraklığı ve saflığı; yeni ve yaşanabilir bir dünyanın eşiğidir. Duyularımız, duygularımız, düşlerimiz ve bilincimiz; temiz ve saf bir sanatı ürettiği kadar saf sanat da geleceğin naif insanının düşünsel evrimini hızlandırır, diye düşünüyorum.

“Saf şiir” ya da “saf sanat” tamlaması bazı düşünür, şair ve eleştirmenler tarafından uzun zaman kullanılmıştır ve tartışılmıştır. Değişik anlam ve açılımlar yüklenmiştir bu tamlamaya. Saf Sanat tamlamasını, bu kitapta öylesine kullanılmış bir tamlama olarak düşünmeyiniz. Ben bu tamlamanın anlamsal değerini daha farklı bir açıdan ele alıyorum. Sizler de bu kavram karşısında, biraz bilinenlerden ayrıksı düşünürseniz anlamını, daha da somutlaştırabiliriz. Saf sanat, saf şiir ya da öz şiir gibi tamlamaları kullanarak geçmişte tartışıldığı gibi bir polemiğe girmek istemiyorum. Benim önerdiğim sanat ve şiir anlayışını, en anlaşılır biçimde “saf sanat” tamlaması karşılamaktadır. Bir kez daha belirtmekte yarar görüyorum; saf sanat ya da saf şiir kavramlarını geçmiş bilgilerinizden ayrıksı ele alıyorum.  

 Saf Sanat tamlaması;

Birinci olarak, tarihte sanatın gelişim ve dönüşümünün hiç saf, temiz, çıkarsız ve arı olamadığını anlatmaya yönelir. Yani sanatsal geçmişin hiç temiz olmadığını anlatır. Sanat veya şiirin temel kaynağı olan imgelemin, oluşturulagelen bir zorunluluğun şemsiyesi altında olmaması gerektiğini belirtir. Kitabın çoğu yerinde söz ettiğim gibi sanat, hiçbir zaman gücün ya da onu temsil eden diğer kabullerin esaretinden kurtulamamıştır; bugün bile. Sanatın özgür istenç ve özgür bilincin ürünü olmak gibi bir sadeliği hiç olmamıştır.

İkinci olarak, sanatın doğumunu sağlayan imgelemin, yani düş gücünün özgür ve özgün olmasından söz ediyorum saf sanat derken. Sanatçının imgelem gücü ne kadar özgür ve ne kadar özgündür? Toplumsal, parasal, ideolojik ve dinsel önyargılar; artalan bilgisi oluştururlar ve insanı istemleri dışında düşünmeye zorlarlar. İşte bu, bilimsel gelişme ve saf sanatın en önemli düşmanlarından biridir. Ben doğruyu ve doğru bildiğimi söylerim diyenler ya da benim düş gücüm özgündür diyenler söyledikleriyle ne kadar özdeştir? Kabulleri, öğretileri, inançları, algıları ve yargıları karşısında ne kadar özgürdür ve neye göre özgündür? Ne kadar saltık kabul edilebilir? Geçmişte başat güçlerin, öğreti ve inançların gölgesinde yapılan sanat, bugün paraya dayalı yıkıcı bir anlayışın gölgesinde değilmiş gibi özgür ve özgün bir sanattan söz edebilir miyiz?

İmgelem, şiir ve sanat yazınımızda iyi bilinen ve sık tartışılan bir konu değildir. Aslında sanatın temeli imgelem yetisidir ve şiirin doğumu imgelem gücüne ve zenginliğine bağlıdır. İmgelem, şiir ve sanat için vücuttaki kan ve kan dolaşım sistemi kadar yaşamsaldır. Anlamın doğuşuna kaynaklık eden temel verilerin zihinsel etkinliğidir. Onun dolaşımı anlam dünyasını beslemediği sürece sanat ve şiirden söz edemeyiz. Saf sanattan kastım imgelem dünyasının altında yatan kan ve dolaşım sisteminin temizliği, canlılığı ve yaratıcılığıdır. Yani sanatçının imgelem dünyasının özgür, özgün, istem dışı girdilerden uzak, yaşamsal, kültürel, evrensel değerlerle kendi yorumunda varlık bulmasıdır. Saf imgelemden, dolayısıyla saf sanattan kastım da budur.

İşte ben saf sanat derken, sanatçının en ideal yaşam algısından doğmuş saf imgeleme[11] dayalı özgün ve özgür sanatsal süreci ele alıyorum. Bir anlamda sanat, sanatçının hissettiklerinin altında yatan ve ona şekil veren bilinç ve bilinçaltı dünyasının bir aynası değil midir? Çağımız insanının bilinci ve bilinçaltı bu kadar ele geçirilmişken; şekil verilebilir kıvama dönüştürülmüşken; her kıvılcımda bomba gibi patlamaya hazırken; özgün sanattan dem vurma şansımız var mıdır? İşte bu yüzden imgelem, insanın varoluş ve yaşamsal değerlerine yaklaşabildiği oranda şiir de saf şiire doğru evrilecektir. Yaşamsal, evrensel, sanatsal, insani ve sosyal değerler ve bunların birbiriyle ilişkileri; çıkarsız/tarafsız okunabilmesiyle saf imglemden söz edebiliriz. İnsanı insana, toplumu toplumlara, ülkeyi dünyaya egemen kılma yarışı içerisinde geçen ortamlarda hiçbir zaman özgün ve özgür sanattan söz edemeyeceğiz. Kaldı ki bugün yaşadığımız ve değer olarak kabul ettiğimiz pek çok şey, insanı yenik düşürmeye, birbiri omzuna basmaya, diğerlerinden bir adım önde olmaya odaklıdır. Hem de hiçbir insani değeri hatta insanın doğal davranış mutlaklığını dikkate almadan. İşte ben saf sanat derken, öğreti ve inançlarla; ekilmiş, öğretilmiş ve yönlendirilmiş diktelerin etkisinden bağımsız; insanın varoluş değerlerinin, yaşam hakkının ve yaşam sevincinin doğal sürecine göre oluşan bilinç ve bu bilincin; ürettiği sanattan söz ediyorum. Başka bir söylemle başka bir yapının dikte ettirdiği olgu ve yargılardan uzak, insani ve yaşamsal değerlerin duygu, bilinç, imgelem gücü ve zihinsel etkinliğinin çıktılarını baz alan bir görüngüyü anlatmaya çalışıyorum.

Saf sanat, olası mıdır, sorusu önem kazanmaktadır. Reklâmatik, kaotik ve egoist bir dünyada yaşayan bugünün insanı için bu olası görünmüyor. O zaman şöyle bir soru geliyor akla: Duygudaşlık kurabilen, düşünebilen, acıma ve sevme duygusuna sahip olan insanoğlu; kendi cinsini yemeye, ölümleri görmezden gelmeye, ben’i pohpohlamayı ve kaosu büyüterek yaşamayı, ne kadar sürdürebilir?

Saf sanat tanımına daha sorgulayıcı biçimde yaklaşmak adına şu soruyu sorabiliriz: Düşlediğimiz dünyada, savaşları, şiddeti, dehşeti, bölünmüşlüğü, ölümleri, acıyı en makul biçime taşıyacak bir örnek var mıdır dünyada? Varsa nerededir? Bakın bu soruya Adorno nasıl yanıt veriyor. “Bu örnek vardır ve bu örnek sanatta bulunur. Bundan ötürü sanat, yanlışlar ve bölünmüşlükler ortasında bir sığınma yeridir, bütünselliğin ve doğruluğun ülkesidir. Sanat, mümkün, gerçek barışın (bütünleşmenin) örnek ve aracıdır.” (İleten İ.Tunalı, Estetik)

Sanat; tarafsız, önyargısız, özgün ve özgür düş ülkesinin yani saf imgelemin araçsal sonuçları olmalıdır. Amacımız; insanın saplantısı, takıntısı, ideolojik ve dinsel önyargıları ile bilgiye dayalı olmayan kabullerinden arındırılmış bir sanat anlayışının varlığına ulaşmaktır. Buna ulaşmak düşük bir olasılık değildir. İmgelem, bilginin sağladığı duyu, düşünme, sezi, görü ve öngörü yetisiyle varolan bir etkinliktir. Bugün sahip olduğumuz teknik bilgi, kültürel değerler ve gençlerin dünya algısı, bu amaca ulaşmanın bir ütopya olmadığını göstermektedir. Oldukça iyimser beklenti içinde olsak bile insanoğlunun sahip olduğu evrimsel akıl, mutlaka kendi geleceğine ilişkin değerleri kendine uygun er geç kuracaktır. Bu yüzden baskıdan şikâyet edip kendi özgün baskı sistemini kuran, kuralcılıktan sızlanıp söz varlıklarını bile kurallar zincirine terk eden, şiirin özgürlüğünden söz edip şiiri esaret çemberine hapseden anlayış; sanatın evrimsel kodlarıyla insanın devasa beyin gücü hakkında yeterli bilgiye sahip olmadığını gösterir. 

Sonuç olarak barış ve sevgi içinde yaşanabilir yenidünyanın kurulması, insan bilincinin kendi yaşamsal ve varoluş değerleriyle yapılandırılmasına bağlıdır. İşte şiirde ve sanatta paradigma değişiminin gerekliliğinden söz açma nedenim, insan bilincinin insana yaraşır biçimde yapılandırılmasını, saf imgeleme ulaşılmasını ve bu bilincin sevgiye yönelmesini sağlamaya yöneliktir. Her ne kadar bugün pasta paylaşımına yönelik cinayet ve katliamlar her coğrafyanın yollarında kol geziyorsa, sanat nikel çizmelerini giyinip fularlı emmilerin yalılarında dolaşıyorsa, şiir sakallı amcalarının pipolarında buram buram keyif verici duman olmaya çalışıyorsa da gelecek mutlaka güzel gelecektir. Çünkü geleceğin beyni, dünyanın taşlarını insana yaraşır biçimde kesinlikle döşeyecek, saf imgelemden saf sanata ve tam insana mutlaka ulaşacaktır.

İnsanın nihai ereği, yaşam ve neslin sürekliliğini sağlamak için en yüksek seviyede kendini gerçekleştirmek ve en iyi ortamda varoluşunu korumaktır. Buna sanat açısından bakarsak sanatın ereği ne olabilir sorusu akla gelir. Bence sanatın ereği, “sevme duygusunu var kılarak aklın evrim sürecini hızlandırmaktır.” Şöyle ki; sevme duygusunun altında, haz duymaktan insanın yaşama bağlılığına, en iyi yaşamsal koşulları oluşturmaktan neslin sürekliliğinin sağlanmasına ve aklı evrimleştirerek en güç koşulların üstesinden gelme çabasına kadar sıkı bir kararlılık yatar. İnsan ve sanat gibi kavramları irdelerken, yaptığımız her etkinliğin ve her hareketin başka şeylerle mutlak bağıntılı olduğu varsayımından yola çıkarak çözümlemeli bakmak zorundadır. Varoluş güdülerimiz ve bilincimizde var olan, beynimizin çalışma biçimi ile şekillenen devasa bir dünyanın arasında sanat gibi etkinliklerin özel bir yeri vardır. Bunlar, geleceğin beyinleri tarafından bugün olduğundan daha farklı çözümlenmeyi, keşfedilmeyi beklerler. Sevgi ve olumlu duygu türevleri; insanoğlunun davranış, eylem ve tutumları üzerinde öylesine bir itici güce sahiptir ki…


 

KUSURSUZ İBADET ÇARŞISI

 

Geçmişten ödünç yargılar, kimsesiz insanlık

Kırılmış camlar, tekmelenmiş kapı kulpları

Yüceliğin ufku hatırına, kıldan örtüden menkul

İnsan olmanın ucunda kırbaç şakırtısı, peh!

Vah desen de senden ötesi yok hükmünde

Bir dava ki görüle görüle tüketilememiş suç sürüsü

Ateş oyununda kurşunsuz, kalkansız uslu hedefiz

Kırılan parçaları toplasam bir sen değilsin illa

Kurulu şu oyunun sersem kaptanı olsan ne yazar

Vardığın her yer, çırpınmalar ve çıplaklar yalanı

 

Ödenmemiş haklar ki mahyamda noksanlığı derin yara

Diyetsiz kaygılarım, hesabı sonraya bırakılmış

Kör bir bekçidir o, gözlerimize asmış kelepçelerini

Kırılma noktası; direnmek köşede oturan bir gerekçe

Her akşam şapkamızı astığımız, korktuğumuz özenle

Yasaklardan onur duyduğumuz, yanına durduğumuz

Bu alan oyunun baş pazarı, kusursuz ibadet çarşısı

Tamahı fırçasına pelesenk etmiş ressam bozuntusu

Urgansız idam sehpalarını tuvaline çizerse ne olmuş!

Gülelim çabasına insanlığın, bir tutam daha çağdaşız…

Yok böyle militan öykü, arzusuyla ipe kendini dizen

Ne kadar gerçeğin gerçeğiyiz, aslımızın kefensiz ölümü…

                                                                                                                                                      Eylül 2020 Narlıdere/İZMİR

 


 

 

İkinci Bölüm

 

Şiir Çözümleme Tekniği; şiir, şair ve okur arasındaki ilişki ile şiirsel değeri açığa çıkarma girişimidir; bağlayıcı ve sınırlayıcı bir tutum takınmaz. Şiirin varlık katmanlarını sanat bilimi açısından çözümlemeye çalışır.

 

 Şiir Çözümleme Tekniği

                                                                                                    

Şiir Çözümleme Tekniği, şiirin varlık katmanlarını inceleme esasına dayanır. Bu teknik, şairin imgelem sürecinden şiiri yaratışına, şiirin okurda yarattığı etkiden gelecekteki anlamsal devinime ve şiire artı değer katan tüm ögelere kadar toplam şiirsel süreci kapsar. Şiirin iç-dış organlarını, işlevsellik ve işlerlik açısından ele alır, kendi disiplinleriyle inceleyerek değerinin ortaya koymaya çalışır. Şiirin ön ve derin yapısını, kapalı-açık alanlarını ve iletilerini açığa çıkarmaya yöneliktir. Bunun yanında, şiirin kurgusu, şiir dili tekniklerini ve şiirin okurla karşı karşıya gelmesinde ortaya çıkan etkiyi açıklamaya ve daha nesnel sonuçlara ulaşmaya çalışır. Diğer taraftan bir şiirin ne olup olmadığı, nasıl yazıldığı gibi sorulara ayrıntılı artalan bilgisi sunar.

Şiir çözümleme tekniğinin amacı, bir şiirin biçiminden duyusal varlık alanına kadar varlık katmanlarını sanat bilimi açısından tanımlayabilmektir. Bunun yanında çözümlemeyle ortaya çıkan nesnel bilgilere yaslanarak okur ve eleştirmene şiirsel dünyayı daha görünür kılmaktır. Yani şiirin iç organları ve şiirin canlılığını ilgilendiren tüm ögelerini işlevleriyle birlikte görüntülemektir. Ancak bu teknik, şiir çözümlemesinde yalnızca genel yol ve yordamı belirler, “nasıl” sorusunun yanıtını çözümleyiciye ve eleştirmene bırakır. Başka bir söyleyişle çözümlemenin uygulaması ve geliştirilmesini, çözümleyicinin kararına bırakır. Çünkü şiir, okurun karşısına çıkmasıyla birlikte varlığı ve yaydığı ileti, okur algısına bağımlıdır, beklenmedik anlam alanlarına yönelebilir, dinamiktir. Şiir anlayışının değiştiği gibi şiirin temel alınan değerlerinin de değişebileceğini göz önünde bulundurur. Şiir çözümleme tekniği, okur ve sanat anlayışında meydana gelecek değişime, zamanının gereklerine ayak uydurmak için dinamik bir yapısı vardır.

Bugüne kadar gördüğüm şiir incelemelerinde belli kuram ve ölçütler temel alınsa da çözümleyicinin deneyimi ve şiir anlayışı ön plandadır. Öznel yargıların ağırlıklı olduğu tüm inceleme veya çözümlemeler; şiirdeki dilsel, sanatsal, anlam, anlatım, ses ve çağrışım gibi değerleri ortaya koymakta yetersiz kalır. Şiire hangi tür eleştiri kuramı, hangi sanat akım ve anlayışın verileriyle yaklaşırsak yaklaşalım, şiirin dilsel ve sanatsal değerini ortaya çıkarmak oldukça zorlu bir yoldur. Şiir; ölçülebilir, tartılabilir   olmadığı gibi toplumsal değerler, zaman, coğrafya ve kişisel algı ile yargılara göre değişik anlam gösteren açık dokulu metinlerdir. 

Şiir çözümlemesinde, şiirdeki olmazsa olmaz katmanları esas almak gerektiğini düşünüyorum. Bu nedenle çözümleme adımlarında öne sürdüğüm tüm katman ve tabakalar, bir şiirde mutlak var olan ve açıklama gereği duyulan varlıklardır. Bu teknik bir kuram değildir, yalnızca çözümleme için uygulanabilir, daha nesnel ve sıra dizimsel bir yöntemdir. Bu tekniğin şiir üzerinde uygulanabilmesi, eleştirmen ve çözümleyicinin dilsel ve şiirsel donanıma sahip olmasını gerektirir. Örneğin eleştirmenin estetik katmanını inceleyebilmesi için estetik bilimini, coşum katmanını inceleyebilmesi için bilişsel psikolojinin temel ilkelerini bilmesi gerekir.

Şiire hangi sanatsal kuramla yaklaşırsanız yaklaşın; hangi tür eleştiri kuramıyla çözümlemeye çalışırsanız çalışın; bu kuramların tek başına bir şiiri tüm yönleriyle çözümleyebileceği; etkinliğini açabileceği, örtük alanlarını ortaya çıkarabileceği ve kodlarını çözebileceği akla uygun gelmiyor. Akademik eleştiri kuramından okur merkezli eleştiri kuramına kadar ortaya konmuş bütün kuramları ele aldığımızda, bu kuramların belli bir anlayış ve açıdan sanat eserini ele aldığını görürüz. Oysa bir şiir insan ürünüdür; şair, şiir, okur ve ortam[12] dörtgeninde var olur. Bu işlem, çok boyutludur ve kolay açıklanabilir bir ilişki değildir. O nedenle şiirin derinliğini, yüzeyini ve arka yapısını görebilen bir tepe açısından olabildiğince bilimsel ilkelerle bakmak gerektiğini düşünüyorum.

Her tümcenin, her dizenin ve her sorunun kendi içinde ve dışında bir görünümü, çözümü, bir başka deyişle açılımı vardır. Bir tümce, dize veya bir şiirin açık olarak dile getirdiği görülür, duyulur dokunulur dünya dışında açık olarak söylemediği ancak sezdirdiği, çağrıştırdığı ya da okura göre anlamı değişen dinamik bir varlık alanı daha vardır. Bunlara ek olarak şiirin yarattığı duyusal varlık alanı ise ayrı bir inceleme konusudur.

Bu teknik, kendi içinde bazı sorunlar barındırabilir. Ele aldığım ve üzerinde yorum yaptığım kavram ve yöntemler açık dokuludur; kesin olarak tanımlanması zordur. Bir anlamda her durumun doğruluk ve uygunluk değeri bakış açısına göre değişiklik gösteriyorsa, adı geçen teknik de bakış açısına göre anlam bulacak ve kimi önyargı ile bakacak, kimi altı dolu bir çalışma olarak görecektir. Bu tekniğe nasıl bakılırsa bakılsın amacı; şiirsel evrenini tüm yönleriyle ele almak; estetik ve sanatsal değerini daha nesnel olarak ortaya çıkarmaktır.

Şiiri, şiir yapan ölçütleri ortaya çıkarabilmek maksadıyla şiirdeki varlık katmanlarını, ayrıntılı ele almak gerekir. Katmanları bilimsel ve teknik açıdan ele almak, öznel yargıyı biraz daha geri plana iter. Şiirin sanatsal özelliklerini sağlıklı çözümlemek için; okur, şair, şiir ve eleştirmen gözünden bakmak yararlı olacaktır. Şiirin tüm varlık alanları, gerçek ve gerçek üstü dünyası; insanın bilgi, algı ve yargılarına kısmen bağımlıdır.

Şiir çözümleme tekniğini, salt şiirin etkisini ortaya çıkarmak ve şiirsel değerini çözümlemek için kullandığımız bir teknik olarak düşünmemek gerekir. Bu tekniğin dört farklı konuya açılım getireceğini ve bakış zenginliği oluşturacağını öngörüyorum.

Birincisi; şiiri tanımlamak, değerlendirmek, şiirin dilsel özelliklerini belirlemek, nesnel ve duyusal alanlarını açmak, sanatsal ve şiirsel özelliklerini saptamak, şiirin dış ve iç tasarımını başka bir göz ve formatta ayrıntılı okumaktır.

İkincisi; bir betik olarak şiirin ne olup olmadığını anlamak ve nasıl ortaya çıkarıldığının (nasıl yazıldığının) sürecini tersinden okumaktır. Yani şiir nasıl yazılır sorusuna yanıt oluşturmaktır. 

Üçüncüsü; şiir ve sanat yaratı sürecinde, şiir dili özelliği, dil tekniği ile yaratıcılık olanağına açılım, bakış ve yaklaşım geliştirmektir. Alışılmamış bağdaştırma, sapma ve değinmece gibi şiir dili tekniğinde var olan ve sanatsal yaratıcılığın önünü açan dilsel konu ve düşünsel yönünü görünür kılmaktır.

Dördüncüsü ise eleştirmenin, şiir çözümleme tekniğini kullanarak bir şiirin taşıdığı şiirsel ve yazınsal değeri daha somut yorumlama olanağına sahip olmasını sağlamaktır. Ayrıca bu yöntemle, şiir eleştirisinde daha sanatsal, nesnel sonuçlara ulaşabilmeyi, öznel yargıyı minimum sınırlara çekebilmeyi ve biçimlendirilmiş (sanat algısı güdüm altına alınmış) eleştirmen tutumunu bertaraf edebilmeyi sağlamaktır.

Beşincisi: Eleştiri bölümünde göreceğimiz katman edebiyat eleştiri sistemi, şiir çözümleme tekniği esasları ve çalışma aşamalarına bağlıdır. Bu konuyu, Eleştirmen ve Şiir Eleştirisi isimli bölümde ayrıntılı ele alacağım.

Yapıt, imgelemin nesneye dönüştürülmüş şekli ise imgelemin üzerinde konuşmamız gerekir. İmgelemin nesneye dönüştürülmesi demek, yazınsal metinlerde sözcük ve bağlamlarından imgeye, resimde çizgi ve renklere, heykel ile plastik sanatlarda objeye, film gibi görüntü sanatlarında ise görüntüye dönüştürmektir. İmgelem sanatçı ya da şairin temel eylemi ise burada şair veya sanatçının donanımı önem kazanır. Öyleyse bunları sırasıyla açalım. 

Öncelikle imgelemin bir esere dönüştürülmesi, kendine özgü bir tekniği ve teknolojiyi gerektirir; sinema veya resimde olduğu gibi.

İkinci olarak imgelem, şairin donanımı ile ilgilidir. Başka bir söylemle imgelemin kaynağı, sanatçının duyusal ve düşünsel dünyasında kullanılabildiği tüm kültür varlıkları ve bilgi varlıklarıdır. Kullanılabilir bilgiden kastım, yorumlanmış, içselleştirilmiş ve anlamsal bütünlüğü hiyerarşik olarak tasarımlanmış bilgidir. Başka bir söylemle temiz ve kullanılabilir bilgidir. Bir anlamda okunabilir, anlamlandırılabilir, görüntülenebilir bilgi birikimidir. Şairin; sezme, görme, duyma ve yaratma yetisi bilgi birikimi ile doğru orantılıdır. Sahip olduğu bilgi kaynağı ne kadar güçlü ve tasarımlanabilir ise imgelemin gücü de o oranda fazladır, sıra dışıdır, etkileyicidir. Daha önce de değindiğim gibi bir şair, değişik disiplinlere egemen olmak zorundadır yani polimat olmalıdır.

Sanat çok boyutlu ve çok parametreli bir etkinliktir. Yapıt; bilgi, donanım, imgelem yetisi, teknik ve teknoloji olmadan günümüz koşullarında beğeni oluşturan düzeyde var edilemez. Örneğin şiir ve roman gibi yazınsal metinler bile teknik ve teknoloji gerektirir. Çünkü bu metinlerin yazımı; öncelikle imgelemi, imgelemi nesnelleştirmek için donanımı, dil, bilgi ve tekniği gerektirir. Biz biliyoruz ki bilginin kullanılabilir duruma dönüştürülmesine teknoloji denir. Yazınsal metinlerde bilginin kullanımı, kendine özgü bir tekniği, teknolojiyi ve dil kullanımını gerekli kılar.

İşte bu nedenle sanatçıdan sanata, şairden şiire, şiirden eleştirmene, bunlarla en yakın bağı olan okura şöyle bir göz atmamız gerekir. Biliyoruz ki sanat; sanatçı, eser, ortam ve okur dörtgeninde var olan bir etkinliktir. Bunların varoluş ve eylemlerini anlamadan, sanatın doğuşundan okurdaki karşılığına kadar olan süreci çözümlemeden, sanatsal anlamda hızlı yol alabileceğimizi düşünmüyorum. Bu düşünceden hareketle, şiir çözümleme tekniğine bu dörtgenin açılarından ve eleştirmen gözünden bakmayı deneyeceğim. Diğer bir söylemle şiir çözümleme tekniğinde şiirsel/sanatsal değerin panoramik görüntüsünü, kendi objektifimden; şair, şiir, eleştirmen ve okur adına çekeceğim.

Klasik bir söyleyiş olsa da şiir, güzel söz söyleme sanatıdır. Güzel söz; şiirdeki ses, anlam ve anlatım katmanlarının etkin kullanımıyla sağlanır. Bu katmanları ve aralarındaki ilişkiyi doğru okumak için, öznel yargının eline bırakmadan daha nesnel yargıyla değerlendirmeliyiz. Öznel yargı, şiir incelemesinde olmak zorundadır, ancak nesnel yargı ne kadar yoğun ise şiirin çözümlenmesi o kadar sağlıklıdır. Şiir çözümlemesinin bir diğer yanı, şiirin yarattığı duyusal etkinin dayandığı temelleri ortaya koymaktır. Şiiri duyusal etki açısından incelemek için öznel ve popülist yaklaşımlardan uzak olunmalıdır, ancak bu durum kişisel algı ve yargıya bağımlı olması nedeniyle uygulamada zordur. Şiir çözümü de şiir eleştirisi kadar özgür ve özgün bakış gerektirir. Diğer bir söylemle biçimlendirilmemiş algı ve güdümsüz yargı gerektirir. 

Nesnel ve gerçek ötesi dünyanın görünüşe taşınması; imgelemin sıra dışı dille anlatımı ve bunlarla birlikte şiirde duyusal devinimin sağlaması; şiirdeki organik birlik ve düzenliliğe bağlıdır. Organik birlik ve düzenliliğin istenen düzeyde oluşturulması için; fiziksel, anlamsal, duyusal ve dilsel katmanları uygun oluşturmak gerekir. Bu katmanlar, aynı zamanda şiirin gözlenebilir, duyulur, hissedilir, sezilir ve dillendirilebilir varlık tabakalarından oluşur. Bir şiiri ayrıntılı çözümlemek, eleştirmek, etkisini açığa çıkarmak ve onun önerdiği dünyayı okuyabilmek, sözünü ettiğim katmanların tek tek, eşgüdümlü ve eş zamanlı ele alınmasıyla olasıdır.  

Doğal ve yapay tüm nesneler, katmanlardan ve birbiri içine girmiş, birbirini besleyen özellikli yapıtaşlarından oluşur. Çok küçük bir birim olan hücrenin bile kendine özgü özelliklerini içeren bir kurulumu ve yapısı vardır. Nesnelerde ve diğer sanat alanlarında olduğu gibi şiir de kendine özgü katman, özellik ve kendini kuran yapı taşlarından oluşur. İşte bu nedenle şiir çözümünde, şiiri katmanlara ayırarak incelemenin daha uygun bir teknik olacağını düşünüyorum. Burada şiiri, hangi katmanlar oluşturur öncelikle tespit edilmesi gereken önemli konu budur.

Katman nedir, açıklayalım: Katman, şiiri oluşturan duyusal, nesnel, içsel ve dışşal tüm varlık alanları ile özelliklerinin belirlenebilmesi için kullanacağım bir terimdir. Katman; yapıtta birbirine benzer belirli özelliklerin, içsel, dışsal, fiziksel, duyusal nitelik veya niceliklerin bir arada bulunduğu, birbirleriyle etkileşim içinde olan yapılardır. Örneğin, ses, anlam, anlatım gibi. Katmanlar, tabaka ve eksenlere ayrılabilir; bunlar, katman iç yapısını daha özelleştirebilir birlikteliklerdir. Tabaka ve eksenler katmanı, katmanlar bir bütün sanat yapıtını var ederler. Tıpkı insanın belirli ruhsal ve fiziksel katmanlardan oluşması gibi… Şiiri, kendine özgü varlık katmanlarının incelemesiyle daha açıklayıcı bir sonuç elde edebiliriz, diye düşünüyorum. Katmanlar, aynı zamanda birbirinden ayrıştırılabilir, belli disiplinler altında ele alınabilir ve kendi içinde tanımlanabilir özellikler barındırmaktadır. Örneğin ses katmanının ses bilimi ile incelenebileceği gibi. Ancak katmanlar birbirinden bağımsız tek başlarına şiirsel ya da sanatsal bir sonucu doğurmazlar.

Şiirin nesnel ve duyusal varlık katmanlarını, tek tek özelikleriyle birlikte çözümlemeliyiz. Öznel inceleme, eleştirmenin sanatsal deneyimi, dünya algısı, inanç ve değer yargılarına bağlıdır. Oysa nesnel şiir incelemesi, bilgi disiplini durumuna dönüşmüş kuramsal şiir bilgisini, dil özelliklerini, sanat felsefesinin öngördüğü sanatsal verileri, estetik biliminin öngördüğü bakış açısını gerektirir. Yani sanat bilimi açısından tarafsız bakış gerektirir. İster istemez şiiri bu değerlerle incelediğimizde, eleştirmenin öznel yargılarını bir anlamda daha kanıtlanabilir verilerle destekleyeceğiz demektir. Bir şiiri değerlendirirken, deneyim ve dünya algısına bağlı öznel yargı olmak zorundadır; ancak nesnel yargı ile ayırt edilebilir duruma getirmek daha analitik bir yaklaşım olur. Aslında şiir çözümleme tekniğinin en somut getirisi, şiir eleştirisi konusunda bir adım daha ilerlemek ve eleştiriyi daha bilgi bazlı duruma dönüştürebilmektir.

Katman, şiirde söz ettiğim anlamıyla her sanat dalında kullanılabilir yapılar bütünüdür. Heykel gibi sanat alanlarında, spesifik bazı katmanlar düzenlenmek koşulu ile şiir çözümleme tekniğinde belirttiğim aynı adımlarla sanat incelemesi ve çözümlemesi yapabiliriz. Örneğin roman çözümlemesi yapmak istiyorsak, karakter yaratma konusunu ilave bir katman veya tabaka olarak belirleyebiliriz. Dilden anlatıma, malzemeden nesneye, uyumdan ezgiye, renkten duyguya, etkiden algıya kadar nesnel ve tinsel bütün sıralı oluşumu ve varlık alanlarını sınıflandırarak inceleyebiliriz.

Katman kavramını, Nicolai Hartman, Roman Ingarden, Özdemir İnce, Baki Asiltürk ve Mehmet Yalçın kitaplarında katman ya da tabaka biçiminde kullanmışlardır. Burada benim belirttiğim katman ve tabaka kavramı farklı bir anlamda değildir; ancak sanatsal terim olarak daha genişletilmiş ve bütünüyle benim yorumlarımla şekillenmiş bir yapısallığı söz konusudur. Bir anlamda katman terimi, daha özelleştirilmiş, kavramlaştırılmış, somutlaştırılmış, anlaşılabilir ve görünür duruma dönüştürülmüştür. Özet olarak, bir şiir ya da yapıtı oluşturan ve olması gereken bütün özellikler katmanların bünyesinde saklıdır. Bu teknik; şiirin sanatsal, duyusal, nesnel tüm varlıklarını ortaya çıkarmaya, tanımlamaya, incelemeye ve kullanılabilir bilgiye dönüştürmeye yöneliktir.

Şiir bize neler duyumsatır? Ruhsal ve nesnel varlık yapıları nedir? Şiirin oluşumunu sağlayan ayrıntılar nelerdir? Şiirde ön yapı, arka yapı veya derin yapı nasıl temsil edilebilir? Şiiri kuran ögeler nelerdir gibi sorulara yanıt bulacak şekilde şiir metnini ele alalım. Şiiri, şiir yapan belli başlı yapıtaşları ve bu yapıtaşlarını birbirine kenetleyen ruhsal ve nesnel özelliklerin olduğunu göreceğiz. İşte bu yapıtaşları, katmanlar ve onun alt birimleridir. Bir metne yapıt diyebilmemiz için neleri göz önüne almalıyız? Metnin etkileyici, kalıcı ve haz verici özellikleri nasıl belirlenir gibi soruları da sormalıyız. Diğer taraftan şiirde görünen ya da duyularla algılanan; etik, doğruluk, komik, yüce, harmoni, denge, oran, simetri gibi değerlerin; çoklukta birlik ilkesi kapsamında nasıl bir bütünlük ve değer oluşturduğunu çözmeye çalışmalıyız.  

Konuyu daha fazla uzatmadan, şiirde olması gereken ana varlık yapıları neler olmalıdır? Şiire sanatsal özellik kazandıran, ruhsal ve nesnel alanları birbirine kenetleyen, temel alanlar veya yapıtaşları olarak en az yedi katmanın varlığından söz edebiliriz. Söz konusu yedi katmanın her birini hangi esaslara göre tespit ettim, bunun ayrıntısına girmiyorum. İleride katmanları öğrendikçe bu katmanların şiiri kuran ve şiirin eti kemiği olarak bir beden oluşturan vazgeçilemez ögeler olduğunu zaten göreceğiz.  

Bir şiiri oluşturan ve yapıtı birbirine kenetleyen katmanlar; Biçim Katmanı, Anlam Katmanı, Ses Katmanı, Anlatım Katmanı, Çağrışım Katmanı, Coşum Katmanı ve Estetik Katmanı’dır. Katmanlar, birbirinden ayrı düşünülemez ve şiirde birbiri içine geçmiş yapıtaşlarıdır. Bir anlamda şiirin dünyaya açılan yedi duyusudur ya da yedi organıdır. Bunlar şiirin hem fiziksel hem de duyusal toplam varlık alanlarıdır ve bu yedi katmanın harmonisinden şiirin ön ve arka yapısıyla birlikte ortaya sanat çıkmaktadır. Bu katmanları ayrıntılı çözümleyebilmek için daha özel alanlara ayırmalıyız. Bu özel alanlar da tabaka ve eksenlerdir. (Eksen terimini özelliği gereği yalnızca ses katmanında kullandım.)

İçerik ve yapısal özelliklerine göre katmanları sınıflandırdığımızda; biçim katmanı genel; anlam, anlatım ve ses katmanı fiziksel veya nesnel; coşum, çağrışım ve estetik katmanı ise duyusal ya da moral katmanlardır, diyebiliriz. Bunların şiirdeki varlık değeri, duygu değeri ve estetik değer ile estetik tavra etkileri görüldükçe katman, tabaka ve eksen terimi daha net anlaşılacaktır. 

Dil sanatlarının hangi türü olursa olsun, bir biçimi olmadan veya anlam katmanı üzerine oturmadan; tutarlı bir metin oluşturmak olası değildir. Dil düşüncesiz, düşünce dilsiz var olamaz, dil ve düşüncenin bağı doğrudan anlam üzerinden kurulur. Biçim altında şekillenir.

Şiir sanatını önemsiyorum. Şiirin, dil sanatları içinde özel bir yeri vardır. Şiir, yalnızca dil kullanımı değildir; aynı zamanda kültürel varlıklar, yaşamsal varlıklar, evren algısı, düş, akıl ile duygunun bir arada harmanlanarak naif ve narin bir şekilde sanat ifadesidir. Varlık katmanlarının uyum içinde organik bir birlik oluşturmasıdır. Evren ve insan ilişkilerinde farkındalık yaratan söz biçimlerinin imge üretmesidir. Bir bakıma değişkeni çok fazla olan bir yazınsal alandır. Az söz ve yoğun duygu değeriyle sezdirme ve çağrışımı güçlendirerek estetik görünümü oluşturmaktır. Şiir dili, sanatsal yaratıcılığın merkezinde konumlanır. Fikir yapıcı özelliğinden önce duygu olumlayıcı yanı daha ağır basar. Bütün duyuları kavrayarak doyumu güçlendirici bir hava yaratır. Bir başka söylemle şiir, sevmektir. İşte bu yüzden şiir, alışılmadık bir bakış açısından ele alınmaya değer bir sanat alanıdır.

Şiir çözümleme tekniğini geçmiş bilgilere dayanarak incelemeye başladığımda göz dolduracak, bugün için yeni şeyler söyleyebilecek ve değişik bir bakış açısı ile yaklaşılabilecek bunca çok konunun olabileceğini hiç düşünmemiştim. Şiirin derin yapısına ve katmanlarına iliştikçe, şiir sanatında ulaşılması güç bir derinliğin olduğunu görüyorum. Yaratıcılığın hiçbir zaman başlangıcı, sonu ya da herhangi bir sınırı olmamıştır; olamaz da. Diğer katmanlar bir yana, şiirin yalnızca anlam katmanını incelediğimiz zaman şiirin de bir sınırının olmadığına dair hükmü hemen verebiliriz. Bu nedenle şiir çözümleme tekniği ve şiir eleştirisi; sistematik, dinamik ve hiyerarşik bir bilgi disiplinine oturmalıdır. Böyle bir yol haritası olmalı ki düdüğü eline alan gece rüyasında gördüklerini rastgele bir makamla şiirin başına geçip çalmasın.

Şiir çözümleme tekniğinde inceleyeceğimiz katmanlar: Biçim, anlam, anlatım, ses, çağrışım, coşum ve estetik katmanıdır. Birbirleriyle ilişkileri ve birbirlerine etkileri, özellikle ele alınmalıdır.

Son olarak, yıllarını bu konuya adamış, ayrıca eğitimini almış şair, sanatçı, düşünür ve eleştirmenlerin hakkını teslim etmeliyim. Çünkü bu satırlar bile onların ürettiği bilgiler üzerinden nefes alır. Tarihsel bilgi ve metinler arası ilişki sonucu doğan şeylerdir. Geçmişte üretilen bütün sanatsal bilgi değerlidir, ancak geçerliliğini koruyamamış olabilir. Bizim yapmamız gereken şey, yeni, çağdaş ve zamanını aşan bilgi üretmek ve çağdaş şiire varmak olmalıdır. Bu düşünceden hareketle, şiire yeni bir açılım getirebilmek ve şiirin tüm varlık alanlarının incelenebilmesini sağlamak için şiir çözümleme tekniği adı altında yeni bir öneriyi siz okurlarımın bilgisine sunuyorum.

İncelemeye; söz konusu yedi katmandan somut olan ve diğer katmanları içerisinde konumlandıran, biçim katmanı ile başlayalım.

 

 

 

 

Biçim, bir yapıtın tüm varlıklarını ve özelliklerini sırtında taşır. Öyleyse şiirde var olan tüm katmanlar, biçimin üzerindedir.

 Biçim Katmanı

 Şiir yazılarında ve çözümlemelerinde biçim konusuna bakış, sürekli dikkatimi çekmiştir. Heykel ile dans sanatı arasındaki biçimin benzerlik ya da farklılıkları nedir? Biçim dediğimizde yapıtın nesnel ve duyusal yapısını, görünen formunu, duyumsanan varlık alanını ve imgelemin nesnel durumunu anlıyorsak; şiirde biçimi nasıl tanımlamalıyız?

Biçim katmanı, fizikî olarak ele alıp değerlendirilebilir veya bu düzlemdeki tüm varlık katmanları ayrıntılarıyla çözümlenebilir. İkisi de doğrudur. Ancak şiirde, duyusal alan dediğimiz görünmeyen yapı/derin yapı vardır ki bu da biçim düzlemi üzerindedir. Şiirin nesnel dünyası yanında; rasyonel olmayan, görünmez ama sezilir, duyulur, duyumsanır bir dünyası daha vardır. İçerikte bulunan ve şekillenen duyusal dünyadır bu. Düşüncemizde tasarımlanmış ve somutlaştırılmış ise; bir varlık olarak algılanabilir olmuş ise; sanatsal açıdan biçim üzerinde de bu evreni sorgulamamız gerekecektir. Şiir, ontik (varlıksal) bir bütündür. Yapıt, nesnel varlık alanı ve duyusal varlık alanından oluşur. Amacı gereği şiirin duyusal varlık alanı; daha önemli olmalıdır çünkü her şiirin, temel varoluş gerekçesidir. Şiirin nesnel varlık alanıyla duyusal varlık alanını, biçim düzleminde konumlandırmak zorundayız. Şöyle ki biçim, bir yapıtın kabıdır, taşıyıcısıdır; yapıtın bütün özelliklerini üzerine giyinmiş bir formudur. Yapıtın nesnel var olanları ile duyusal var olanlarının toplamından oluşur. Bir heykeli ve onun yarattığı sanatsal özü, anlatımı, biçimin dışında tutabilir miyiz? Şiir, imgelemin nesnel ve araçsal bir sonucu ise şiirin duyusal varlık alanına sen biçimin dışarısındasın deme şansımız var mıdır?

Şiirde biçim dediğimizde ilk kavrayış ve zihnimizde ilk görüntülenen nesnel durum, yapıtın fiziksel özellikleri ve dış görünümüdür. Şiir çözüm ve yorumlarında olduğu gibi biçime nazım, ölçü, uyak, ses, dize, dörtlük, oran vs. gibi yüzeysel baktığımızda zihnimizde biçim hakkında böyle şekilsel anlam doğar. Biçim, en genel tanımıyla sanatta tasarım ve anlatım araçlarının belli bir sanatsal düzlemde şekillenmesidir. Başka bir söylemle sanat ögeleri ile görünüşe taşınan bütün varlık katmanları, biçim düzleminde yerini almak zorundadır. Biçim katmanını yalnız fiziksel olarak düşünürsek sanatın çok boyutluluğunu, çoklukta birlik ilkesini, şiirin anlam, ses ve diğer katmanlarının oturduğu düzlemi ve yarattığı duyusal dünyayı görmezden geliriz. Jean Cohen, “Öz, zihinsel ya da varlık bilimsel gerçektir; biçim ise aynı gerçeğin anlatım ile yapılaştırılmasıdır.” der. Özdemir İnce ise “Biçim, şiirin ögelerini birleştiren ilişkidir. (...) Kısacası biçim, anlamın yapısıdır.” demektedir. Öyleyse biçimi bildiğimiz bir alanın dışına taşımak gerekecektir. Başka bir söylemle biçim katmanını; duyusal, anlamsal, sessel ve şekilsel olarak birbirini tamamlayan ayrılamaz bir düzlem olarak düşünmemiz gerekecektir. Biçimi inceliyorsak yapıtın formu yanında biçimin doğumuna katkı veren öz-içeriği de ele almalıyız diye düşünüyorum. Theo van Doesburg’un söylediğini tersinden okursak “Sanat elemanlarının ortaya koyduğu ifadedir biçim verme.” der.

Hasan Bülent Kahraman, “Sanatsal Gerçekler, Olgular ve Öteleri…” isimli kitabında “Yaratıcı sanatın temel sorusu ne değil, nasıl’dır. Sanat tarihi, özünde biçimler tarihidir. Sanat dünyasına egemen olmuş tüm akımlar, temel felsefelerini belki düşünsel bir düzlemde saptarlar ama, önemli olan bir resimde, bir müzik parçasında sözcüklerle dile getirilen düşünsellik değildir. O resmin ya da o müzik parçasının düşüncenin temellendirilmesine olanak veren biçimle dönüştürülmesi ve üretilmesidir.” der.  

Herhangi bir yağlı boya tablosunu örnek alalım. Resim iki boyutludur; şekil, doku, desen, renk ve çizgilerle yatay ve düşey boyuttan oluşmuştur. Ancak tablonun bir üçüncü boyutu daha vardır. Perspektif dediğimiz gözün şekli bir bütün olarak algılayabildiği derinliği oluşturan üçüncü boyuttur bu. Göz, resimde bu boyutu algılıyorsa ve daha önceki deneyimlerinden doğan sonucu hesaba katarak üçüncü boyutu fiziken var kabul ediyorsa, sanatsal anlatım gereği resimde üçüncü boyutun olmadığını söyleyemeyiz.

Sanatın önemli işlevlerinden biri de algıyı tetikleme, değiştirme, dönüştürme ve görmeyi daha öteye taşımadır. Resmin görüntüsünün aynı zamanda sanatsal bir iletiyi doğuruyor olması, coşumsal ve estetik algıyı hareketlendirmesi demektir. Bu durum, resimde var olan duyusal bileşenleri biçim düzleminde konumlandırma gereğini doğurur. Sanat, gerçeği yansıtma veya duyularla gerçek olmayan dünyayı görünür kılma yöntemi ise yapıtın doğurduğu tüm katmanların biçim üzerinde var olan olarak kabul edilmesi gerekir. Biçim katmanını şiir açısından düşündüğümüzde, biçimin taşıyıcı kap olduğunu, şiirde var olan her ögenin biçim düzleminde yer almak zorunda olduğunu düşünmeliyiz. Bu bilgiden hareketle bir şiirin duyusal dünyasını, sanatsal anlamda biçim üzerinde ele almamız zorunlu görünmektedir. Şiirin ön ve arka yapısını; diğer bir söylemle görünen yüzünü ve görünmeyen, duyularla algılanan yüzünü; biçim katmanında var kabul etmemiz gerekir. (Sanatta ön yapı ve arka yapı tanımlamasını Prof. Dr. İsmail Tunalı “Estetik Beğeni” ile “Estetik” isimli kitaplarında yapmıştır.)

Deneyimsel bilgiye dayanarak, mantığım bana şunu söylüyor. Biçim bir yapıtın dış görünüşü ve şiirin taşıyıcı kabı ise; uzaydaki görünümü, kütle, simetri, uyum, oran ve hacim unsurlarına sahipse; bu, eserdeki biçimin görünen ve nesnel yanıdır. Biz biliyoruz ki sanat eserinde ve şiirde rasyonel olmayan, duyusal olan bir alan daha var ve şiirin oturduğu katmanlarla şekillenmiştir. Duyusal varlık alanı, aynı zamanda bu katmanlarla ayrılamaz bir bağ içindedir. Bu alan insan tarafından algılanabilir, sezilebilir, duyulabilir, hissedilebilir bir yapıdır. Sağduyulu bir biçimde baktığımızda rasyonel olmayan alan, nerededir diye kendimize sormamız gerektiğini düşünüyorum. Zaten bu soruya Cohen ve Özdemir İnce yanıt veriyorlar. Biçim katmanında bir yapıtın derin yapısını, resimde olduğu gibi duyularla algılanan resmin üçüncü boyutunu veya anlamın ürettiği çağrışımsal ve coşumsal değeri, göz ardı edemeyiz. Çünkü zihnimizde şiirin, şiir olmasını sağlayan ve estetik değer doğuran bu boyuttur; başka bir deyişle şiirin arka yapısı veya derin yapısıdır.

Vassily Kandinsky, “Biçim Dili ve Renk Dili” makalesinde, “...her biçim de içsel bir içeriğe sahiptir. Biçim, demek ki, içsel içeriğin ifadesidir” (…) Böylece, biçimlerin uyumunun yalnızca, insan ruhuna amaca uygun biçimde dokunulması ilkesi üzerine kurulu olması gerektiği ortaya çıkar.” der. 

Özdemir İnce, “Ses ve anlamsal öge şiirin temel düzlemidir.” der. Sanırım şiirsel düzleme İnce’nin söylediklerine ek olarak başka bir ögeyi daha oturtmalıyız. Şiirde varsayılan bu temel düzleme, ses ve anlam ögesi yanında bir de anlatımsal ögeyi eklemek zorundayız. Neden? Şiir, görünür dünya gerçekliği yanında görünmez ama duyulur hissedilir, zihinlerde kavranabilir gerçeküstü dünya yansıması ile oluşturulur. Görünmez dünya gerçekliği yani üst gerçeklik, anlam artı anlatım katmanı ile yaşama geçirilir, nesnelleştirilir ve bu, insan bilincinin tasarımı olmakla birlikte anlatım katmanının önemli yeteneğidir. Bir bakıma gerçeküstü yansıma, dilin anlatımı ile kavranabilir özellik kazanır. Şiirin tarihselliği içinde hiç değişmeyen söylem “Şiirin, güzel söz söyleme sanatı” olduğudur. Güzel söz söylemek, anlatımın en üst seviyeye ulaştığı yerdir. Bu noktadan hareketle şiirde salt anlamı değil; anlam ve anlatımın gücüyle şiirden duyusal olarak algıladığımız katmanlar vardır; coşum, çağrışım ve estetik katmanı gibi. İşte bu katmanların biçimde konumlandırılması mantıki bir sonuçtur. Peşinen söyleyelim; dil sanatlarında biçime nesnel görünüm açısından baktığımızda şiire katkı oranı oldukça düşüktür; ancak ses, öz-içerik, anlam, coşum ve çağrışım gibi değerleri biçim düzleminde var olan kabul ettiğimizde biçimin; şiirin toplamını bünyesinde taşıdığını söyleyebiliriz. Bir şiire görünüş ve duyuş açısından baktığımızda, şiirin bütün ögelerinin biçim üzerinde olduğunu görebiliriz.

Şiirde, heykel veya resim sanatında olduğu gibi biçimi anıtlaştırmak olası değildir; biçim, ancak ses, anlam ve anlatımın sağladığı tasarımlar sayesinde anıtlaştırılabilir. Şiir gibi dil sanatlarını diğer sanatlardan ayıran en önemli özellik; anlam, anlatım ve ses birlikteliğinden şiirin her iki dünyasının oluşturulabilmesidir. Yani duyusal varlık katmanlarıyla gerçek varlık katmanları, sözün taşıdığı değerler ile oluşturulmaktadır; görünüşe taşınmaktadır. Ses, anlam ve anlatım katmanları bir anlamda daha somut ve görünür katmanlardır; fiziksel, anlamsal ve duyusal özellik taşırlar ve biçim katmanında bulunurlar. Aslında bu üç katman, üstü kapalı da olsa şiir çözümlerinde yerini almıştır ve uygulanmaktadır. Bu üç katmanın oluşturduğu duyusal özellikler, aynı zamanda çağrışım ve coşum katmanını da doğururlar. Katmanların toplamı ise birlikte estetik değeri oluşturur. Ayrıca, şiirin şiir olmasını sağlayan ve sanatsal içeriği duyulara aktaran; çağrışım, coşum ve estetik katmanlarının da biçim düzlemi üzerinde yerini aldığını gösterebiliriz. Yani şöyle diyebiliriz: Şiirde biçim; anlam, anlatım, ses, çağrışım, coşum ve estetik katmanların toplamıdır.

Başka bir açıdan değerlendirdiğimizde, “Şiiri, şiir yapan biçimdir” denir. Biçimi, şekilsel olarak ele alırsak şiirde önemli bir çarpan değildir; şiir, salt biçimle açıklanamaz. Şiiri; oluşturan, kuran, bir üst katmana taşıyan ve duyusal alanı oluşturan öncelikle anlam katmanının derinliği, ses, söz ve duygu harmonisinden doğan sonuçtur. Biçimi, şiirin formunu belirleyen bir düzlem olarak düşünürsek ses, anlam ve anlatım katmanları bu düzlem üstündedir. Öyleyse biçim, bütün şiirsel ögeleri üzerinde taşıyor demektir. Şöyle ki: Saussure’nin benzetmesinde olduğu gibi, biçimi daha somut bir anlatıma büründürelim. Şiiri, bir kâğıt olarak ele aldığımızda ön yüzü ses katmanı, arka yüzü anlam katmanı, kâğıdın renk, boyut, şekil vs. ölçütleri anlatım katmanı olsun. Ses, anlam ve anlatımdan; çağrışım, coşum ve estetik katmanları da doğar. İşte bu toplam yapı, ön ve arka yüzüyle biçimi oluşturur. Bu durumda şiir, aynı zamanda biçimdir diyebiliriz.

N. Hartmann’ın deyimi ile yapıttaki “moral değerler”, sanatçının veya şairin anlam, anlatım ve ses gibi sanatın yardımcı ögeleriyle ile doğurduğu yapıdır. Buradan şu sonuca ulaşabiliriz; biçim katmanı şiirin ön ve arka yapısından oluşur ve şiirin yalnızca dış görünüşünü taşımakla yetinmez. Ayrıca biçim-öz-içerik üçlüsünü ele aldığımızda bunlar, birbirinden bağımsız düşünülemez. Biçim-öz-içerik; sanatsal değeri ortaya koyan, algılamamızı, duymamızı ve haz almamızı sağlayan bir bütündür.

Buraya kadar açıklamalarım, herhangi bir yapıt için genel anlamda ortak değer taşıyan biçim özellikleridir. Ancak yazınsal metinler için özellikle şiir için, biçim katmanını nasıl ele almalıyız? Plastik sanatlarında bir yapıtı ele aldığımızda, elle tutulur gözle görülür hacmi ve kütlesi ile biçimsel özelliklerini ve doğurduğu diğer özellikleri inceleyebiliriz. Yapıtta var olan katmanları biçim üzerinden değerlendirebiliriz. Ya da ayrı bölümler olarak inceleyebiliriz. Ancak şiirde buna daha özellikli bir şekilde yaklaşmalıyız. Yukarıda da söylediğim gibi şiir çözümlemesinde, biçim katmanına biraz daha yüzeysel yaklaşılmasının yararlı olacağını düşünüyorum.

Biçimi; düzyazı şiir, nazım, dörtlük, birim, uyum, ölçü, uyak, oran, dize vd. gibi şiiri dış görünüşü açısından ele alalım. Ses, anlam ve anlatımdan doğan rasyonel olmayan varlık alanını bir kenara koyalım. Neden? Dil sanatları diğer sanatlara göre biçimin oluşturulması açısından farklılık gösterir. Çünkü şiirin fiziksel görünümü dışında, iç görünümü ve duyularla algılanabilir alanı; ses, anlam, anlatım gibi katmanlar ile doğurulduğundan şiirde asıl incelenmesi gereken yerler bu katmanlardır. Şiiri şiir yapan katmanlar, sanat değerinin ortaya çıkarılabilmesi için ayrı ayrı incelenmelidir.

Bu açıklamalardan hareketle şiirdeki biçim katmanını çözümlerken, şiirin dış görünüşü, düzyazı şiir, nazım, dörtlük vd. gibi özelliklerini bugüne kadar yapıldığı şekilde belirtebiliriz. Bunun yanında şiirdeki dilin özellik arz eden yanlarını açıklayabiliriz. Bunların yanında şiirin şekilsel olarak ayrıcalıklı ve sıra dışı özellikler taşıyıp taşımadığına bakabiliriz. Akranı olan şiirlere ve daha önceki yıllarda yazılmış şiirlere göre önemli bir farklılık olup olmadığına, şairin şiirde görsel, ezgisel ve biçimsel olarak farkındalık yaratacak bir biçimsel uygulamasının olup olmadığına bakabiliriz.

Biçim katmanı, şiir çözümleme tekniğinde sanatsal değerin ortaya konması için çok etkili bir öge olmasa da şiirin bütününü taşıması bakımından önemlidir. Şiirin iskeletidir, ancak ayrıntıya girdiğimizde bütün organları üstünde taşıyan beden olduğunu görürüz. Plastik sanatlar, mimari, heykel ve hareket içeren sanatlarda biçim katmanı, çok daha etkindir. Çünkü şiirdeki ses, anlam ve anlatımın işlevi; bu sanatlarda doğrudan biçim üzerine giydirilmiştir. Örneğin mimari yapı, görünüş değerini biçim üzerinden yansıtır ve biçimle duyusal alanı yaratır.

Özet olarak, biçim yapıtın temel taşıyıcısıdır; dilsel ve sanatsal bütün özelliklerin yapıt üzerine giydirilmiş bir formdur. Diğer bir deyişle biçim yapıtın nesnel varlık katmanları ile duyusal katmanlarının toplamından oluşur. Yazınsal eserlerde biçimin şekilsel özellikleri çok önemli bir yer tutmaz, görsel sanatların aksine şiir, ağırlığını ses, anlam ve anlatım olanaklarına bırakır. Çünkü şiir, bir heykel ya da resim değildir; kullandığı malzeme dilin kendisidir.

Biçim katmanını eleştiri veya çözümleme açısından ele aldığımız zaman bu katman, fiziksel yapısı bakımından değerlendirilmelidir. Ayrıca biçim katmanında; ayrıksı dil kullanımı, soyut, dış gerçeklik, çağın şiirlerinden farklılığı, sıra dışı ve ayrımı nesnel olarak yapılabilir özelliklere; değinmekte yarar olduğunu düşünüyorum. Kısaca söylersek şiirde var olan ve diğer katmanlarda yer verilmemiş aşkın özellikleri; biçim katmanı altında çözümleyebiliriz. Örneğin diğer altı katmanda değinilmemiş konuları, sıra dışılık, zamanla şiir değerler dizgesinde değişen özel durumlar, dil ve kullanılan özel teknikleri gibi konular biçim katmanında ele alınabilir.

Nicolai Hartmann şöyle diyor; “Estetik değer, görünüş değeridir. İçerik bakımından o daima ön yapıyı ve arka yapıyı kuşatır. Ne birinden ne de diğerinden estetik değer koparılıp atılamaz.” (İleten İ. Tunalı, Estetik) Buradan şu sonuca gidebiliriz: Şiirin gerçek ve duyusal varlık alanının birlikte görünür olduğu ve estetik değer yarattığıdır. Sanat eserinin veya şiirin ana hedefi estetik değer üretmek değil midir? Öyleyse şiirin fiziksel ve duyusal tüm katmanlarının görünüş değeri, dil ve düşüncenin bağıntısından doğan düşsel, imgesel görüntülerdir. Yani şiirin; anlam, ses, anlatım, coşum ve çağrışım gibi katmanların oluşturduğu ve zihnimizde ürettiği toplam sonuçtur. Öyleyse biçimde konumlu tüm katmanlar ayrı ayrı çözümlenmelidir.

Eleştirmen, şiiri çözümlerken biçim katmanının duyusal varlık alanlarını bir kenara bırakarak şiirin fiziksel yanlarını ele alabilir. Örneğin şiirde anlamsal uyumdan ses düzenine ve sıra dışı dil kullanımından şiirdeki bütünlüğe kadar pek çok farklı alanda yorum geliştirebilir. Hatta şiirde var olan fiziksel ve nesnel özellikleri kendi gözünden yorumlayabilir. En önemlisi de diğer altı katmanda değinilmemiş konuları buraya taşıyabilir. Ayrıca ozanın kullandığı yerel dilin şiire kattığı değer bu katmanda ele alınabilir.

Aşağıdaki şiiri biçimsel özelliklerine dikkat ederek okuyalım. 

 

ÖREKE

Bazen öyle zor ki ellerime

Bir düğme çözmek iliklerimden

Yansısı bile karanlık aynaların

Dizgeler aynı düzlemde biçimsiz

Nesnelerde parçalanır ilişikliğim

Kurgusu olurum çelik bir paranoyanın.

 

Ayrıksı bir düş iner iliklerime ay karanlığında

Dilimde diş izi yekpare

Biçimim evcil bir kavganın yabanisi

Doğum öncesi almış kerterizi yargım

İstem dışı uyumum egemen etik örekesi

Kaç kutusunda saklıyım şu Pandora’nın.

 

Körüklerim direnen yanlarımı

Değişmek isterim, kerelerce direnirim değişime

Bileti kesilmiş veda şenliğim

Dilsiz kaval deliklerinde uzar

Nedensiz bir olguyla girerim içime

Bırakırım nadasa doğurganlığımı

Kısır yanlarım şimdi aygır göçük kıyısı

Her yolu yeni çıkmazların sonu

Eteğimde ipi çözülen şu anakaranın.

                                                     Ağustos 2015 Narlıdere/İZMİR

 

 

 

 

Şiiri, yalnızca söcük ve söz öbeklerinin anlam açılımı ile incelemek sanatsal ve şiirsel özün ortaya çıkarılması için yeterli olmayabilir. Bunun yerine şiirin bütünselliğinden yola çıkarak anlamsal ve sanatsal çözümüne gidilmelidir.

 

Anlam Katmanı

 20. Yüzyıl sonlarına doğru üretilen şiir, şiir yazıları ve şiire ilişkin kuramları incelediğimizde; sanayileşme, kültür endüstrisi, toplum mühendisliği ve ideolojik kırılmalar gibi nedenler yanında; tam anlaşılamayan postmodern sanat yaklaşımı etkisiyle, şiirin şiir olma özelliklerinin törpülendiği; şiirin daha kimliksiz duruma dönüştürüldüğü; sessel, anlamsal ve coşumsal işlevinin elinden kasıtlı olarak alındığı görülüyor. Şiirde sıra dışı bir dil kullanmanın, yeni bir şiir anlayışı kuracağına ilişkin algı giderek yaygınlaşıyor. Bu tespite bağlı olarak günümüzde öne çıkarılan şiir ve dikte edilen şiir anlayışına, eleştirel ve kuşkucu bir tutum ister istemez oluşuyor. Bunun yanında okurun şiirden bu denli uzak durması, şairlerin politik önyargıları, bütünlüksüz şiir kitaplarının övgüyle ortalarda dolaşması, kötü şiirlerin yayın organlarında boy boy sergilenmesi, asılsız ödüllerle desteklenmesi; sanatın tüketim perspektifine uygun davranışları olarak kuşkumu daha da derinleştiriyor. Dikte edilmiş sığ bir bakışı, akıl ve mantık dışı yaklaşımları gördükçe; şiir, sanat ve sanatçı hakkında çok fazla yanıtsız sorularım oluşmaktadır. Ne var ki genel ortam, şair ve sanatçı tutumları, çıkartılan dergiler, yazılan şiirler ile eylem ve toplam sonuca bakınca, karamsarlığa kapılıyorum. Walter Benjamin'in; "Kitlesel yeniden-üretime, kitlelerin yeniden üretimi özellikle uygun düşmekte idi." sözü beni korkutuyor. Korkuyorum, çünkü İngiliz Şair ve Eleştirmen Herbert Read, "Sanat, insanın kendi insanlığını tanımasıdır" der. İnsanın, kendi insanlığını tanımaması için her türlü yozlaşmaya alkış tutması gerçekten endişe verici bir durumdur.

Şiir; düşüncede yer almış, zihinde işlenebilir bilgiye, anlama ve tasarıma dönüşmüş düşsel ve dilsel olgularla yazılır. Yani imgelem ve dil tekniği ile yazılır. Klasik bir söylem olan ama oldukça yerinde ve pratikte iyi bilinen bir gerçeği dile getirmeliyiz. Şiir kille, çamurla, renkle yazılmaz; şiir dille yazılır. Öyleyse dil ve düşünce arasındaki etkileşim düzenini, bununla birlikte şiirle düşünce arasındaki bağı, imgelemin kaynağını ve dizeye dönüştürme tekniğini kendi uzamında çözümlemeliyiz.

Dil ve düşünce özdeştir. Birbirini çoğaltan sıkı bağıntı, anlam üzerinden kurulabilmektedir. Anlama dönüşmemiş sembol dilde yer bulmaz. Anlam verebildiğimiz, düşünebildiğimiz ancak dile çevrilemeyen görme, duyma ve duygu biçimlerimizin de olduğunu biliyoruz. Bu konu, ayrı bir araştırma alanıdır. Her dilde tanımlanmamış veya keşfi tamamlanmamış alanlar olabilir. Bunun yanında her bir anlama dönüşmüş gösteren de bir veya birçok tasarıma (çokanlamlılık) karşılık gelir ve üretilmiş bilgi ve kültür varlığını tanımlar. Dil sanatları, bu bağlamda şiir, dil ve dilin oluşturduğu düşünce biçimi ile şekilleniyor ise dil ve düşüncenin bağıntısı olan anlama dikkat etmelidir. Özellikle şiir ve dil sanatı sayılan diğer yazınsal sanatlar, anlamı ve işlevini ayrıntılı ele almalıdır. Postmodern sanat anlayışı ve yenidünya algısı, sanatta anlama başka bir gözle baksa da biz dil sanatlarında anlam konusunu ayrıntılı düşünmek zorundayız. Şiir açısından düşündüğümüzde, anlam belli bir temele oturmadan şiirde ses, anlatım, çağrışım, coşum ve estetik katmanlarını oluşturma olanağımız bulunmadığını görebiliriz.

Şiirin gerçekle ve alamla işi yoktur, maksadı bu değildir; doğrudur. Anlamın yönelttiği, ürettiği ve çoğalttığı imgelerle işi vardır; bu demektir ki amaç yine anlamdır. Yani imgenin yaratılması için imgelem, imgelemin doğumu için anlam temel esastır. Şiirde gerçeklik, düş ve tasarım dünyasının bulguladığı somut veya soyut sonuçların yansımasıdır. Bu sonuçlar, nesnel olarak var olmak zorunda değildir; zihinde tasarımlanabilmesi ve bir anlam yüklenebilmesi yeterlidir. Şiir ne yalnızca gerçek üstünde var olabilir ne de yalnızca dış gerçeklikle var olabilir. Somut, soyut, sanal, gerçek ve gerçeküstü tüm kavramların anlamsal açılımı ile birbirini üreten, birbirine bağımlı bir döngüden doğurulabilen bir sanattır. Bu kavramların bir kısmı nesnel, bir kısmı duygu ve aklın gücüyle kurgulanabilen, tasarlanabilen, nesnelleştirilen sonuçlardır. Aynı zamanda aklın evrimsel gelişimi ile ilgili bir süreçtir; sanatta her şey duygu, akıl gücü ve imgelem yeteneğine bağlıdır. Daha doğrusu, her şey üzerine yüklediğimiz anlam üzerinden nesnelliğe, sanat özelliğine veya şiire kavuşur.

Bu kitapta anlam katmanına farklı bir açıdan yaklaşmak istiyorum. Şiirin nesnel ve duyusal her iki yüzünü; yedi varlık katmanının doğurduğu düşünsel ve duyusal tüm olgu ve olayları; bir düzlemde ele almalıyız. Örneğin değinmece anlamı şu, gerçek anlamı bu diye bir açıklama, şiirin dilsel özelliğine değinmek dışında şiirsel açıdan bizi bir sonuca götürmez.

Şiirde anlam katmanını, ozanın bilerek ya da bilmeden yarattığı, okurun şiir iletileri ile yaşamsal izlerinden ulaştığı ve şiirsel düzlemde sessel, görüntüsel, çağrışımsal, coşumsal tüm olguların ürettiği okunabilir anlamsal varlıklar olarak düşünmeliyiz. Eğer şiiri hem dilsel hem de sanatsal açıdan düşünürsek şiirin anlam katmanını, şairin düş dünyasından okurun şiirde karşılık bulduğu yaşamsal izlerine kadar şiirsel sürecin etki, tepki ve iletilerini bir bütün olarak ele almalıyız. Çünkü şiir, yalnızca söz varlıklarından doğan anlamla yetinmez; şiirin sessel, anlamsal, anlatımsal, çağrışımsal ve coşumsal olanaklarıyla okur ve dinleyici üzerinde kurduğu, aynı zamanda okurun belleğiyle şekil aldığı başka bir dünya vardır. İşte bu dünyayı açıklayabilmek için anlam katmanını bugüne kadar hiç ele alınmadığı biçimde ele alacağım. Anlam katmanını bu şekilde ele alışım, varsayıma ya da tahmine dayanan bir durum değildir. Şair, şiir, ortam ve okur dörtlüsünün birbiri arasındaki etki, tepki ve dönüşümle duyusal ve düşünsel olarak oluşturduğu anlamsal düzlemin sanat ve şiirsel metinlerde gerçekte var ve tanımlanabilir olmasıdır.   

Ele aldığım biçimiyle anlam katmanının anlatımı ve anlaşılması zordur, farkındayım. Dil sanatlarını anlayabilmek, anlam katmanının kapsamı ve uzamının tam çözümlenebilmesine bağlıdır. Şiir, ilk bakışta güzel ya da değil şeklinde bir yargıya varılsa da onların iç dünyası; oldukça kocaman, karmaşık ve çok boyutludur. Bu nedenle konuya daha ayrıntılı ve sıra dışı bir bakış geliştirmek gerekiyor.

Şiirde anlam katmanını, yalnızca anlambilimin konusu olan sözcük ve söz öbeklerinin anlam açılımı[13] ve yönelimi açısından ele almamak gerektiğini bir kez daha söylemeliyim. Bir şiirin, bütünselliği ele alınarak anlam örgüsünü ve bu anlamın sanatsal özelliğe doğru evrilişini ele almalıyız. Söz ve söz öbeklerinin gerçek, değişmece vb. gibi anlam açılımları ve buna ilişkin incelemeler önemli ve bilimsel çalışmalardır; ancak şiir gibi bir yapıtın sanatsal özelliklerini ortaya koymak için yeterli olmayacağını düşünüyorum. Ayrıca anlambilimin ortaya koyduğu kavram ve incelemeler, dil sanatlarına ilişkin tüm metinlerin çözümü ve gelişimi için temel çalışmalardır. Şiirin anlam katmanını incelerken anlambilimin tartışmalı veya tartışmasız ortaya koyduğu bütün verileri temel alıyorum, ancak dil ve anlam incelemelerini salt kendi bağlamında ele alırsak şiirin sanatsal özelliğinin açığa çıkarılmasında yetersiz kalır. Şiir, dilde kural tanımaz, anlamda örtük davranır, çağrıştırma, coşturma, sezdirme ve çokanlamlılık gibi tutumlarıyla daha ayrıntılı ele almayı gerektirir. En önemlisi de şiir, varlıksal (ontik) bir bütündür ve şiirdeki bu bütünlük, yüce ve estetik değeri duyulur kılar.  Bu durum ise anlam konusunda şiire ve diğer dil sanatlarına, farklı bir açıdan yaklaşmayı gerekli kılar. İşte bu nedenlerle şiirde anlam uzamını ve anlam çerçevesini oldukça geniş ele almak zorundayız.   

Şiiri, ortaya konmuş bilgi ve incelemelerden yararlanarak katmanlara ayırdığımızda, en önemli katmanı, anlam katmanı oluşturur diye düşünüyorum. Roman İngarten, "Bir yazınsal eserde anlam erek değildir; ancak betiği üst anlam katmanlarına taşımak için vazgeçilmez en önemli araçtır" der. Roman İngarten’in söylemini mantıklı ve altı dolu bir inceleme olarak ele alırsak anlam katmanı, anlamın doğurduğu üst ve alt anlam tabakalarıyla birlikte ele alınmalıdır. Biraz daha açmak gerekirse şiirdeki gerçek yapının arkasında, rasyonel olmayan duyusal varlık alanı anlamın doğurduğu en önemli katmandır. Gerçek yapı ile gerçek olmayan varlık alanının ilişkisinden doğan görüntü, diğer söyleyişle insan duyularını hazza taşıyan irreal alan, estetiğin tanımı içinde de yer bulur. Dil sanatlarının en önemli ereği, insanın algı ve ilgi alanına daha etkin seslenmek, bu alanı kuşatmak ve duyusal olarak da onu harekete geçirmektir. Diğer sanat dallarına göre şiirdeki anlamın önemi; insanın algı ve ilgi alanı ile duyularını tetiklemesi ve taşıdığı duygu değerinin etkisine bağlı olmasıdır. Şiirde var olan bu olanaklara bir de ses katmanı eklenir. Bir fotoğraf karesiyle çok şey anlatabilirsiniz, bir heykel ile bir çağı özetleyebilirsiniz, beğeniyi arzu edilen biçimde tetikleyebilirsiniz. Ne var ki dil sanatlarında bu işi ses, sözcük ve onun duyusal-anlamsal yapılarına dayanarak yapmak zorundasınız.

Anlam katmanı; kendi özgül koşulları, dil gerekleri, özellikleri ve ögeleri ile ele alınıp tartışılması gereken temel bir konudur. Bu metinde ele aldığım asıl konu, şiirsel veya sanatsal bir eserde anlamın üretilmesi, oluşumu ve anlamın sanata yönelik eylemsel sürecinin nasıl şekillendiğidir. Anlamın incelenmesinde elde edilecek sonuçlar, şiir çözümlemesi, eleştiri ve dil sanatlarına önemli katkı sağlayabilir. Ayrıca anlam konusunu anlambilim açısından incelemek, şiiri yalnızca dilsel açıdan incelemek olur ki amacımıza uymaz. Asıl amacımız, şiirsel, sanatsal ve estetik değeri ortaya çıkarmaktır.

Şiirde, anlam katmanı kendi içinde diğer tabakaları barındırır. Örneğin, ilk bakışta gerçek anlam oluşur, gerçek anlam tabakası ile sezdirilen anlam tabakasının toplamından doğan üst anlam belirir. İşte üst anlam, insanın içselleştirmiş olduğu tüm kültür varlıkları ile sahip olabildiği yaşamsal değer ve görüngülerin toplamından doğan algı, anlama, düşünme ve duygu etkinliğinin toplam sonucudur. Bu nedenle şiirde asıl ulaşılması gereken hedef, üst anlamın okuyucuyu nereye, ne kadar güçlü duyusal hazza ve hangi derinliğe taşıyacağı konusudur. Ayrıca şiir, gerçek ve üst anlam dışında yani göründüğü ve algılattığı hedefin dışında götürülmeyi ve keşfi gerektiren bir alana daha sahiptir. Bu alan, şairin yönlendirmesi ve yaratımı ile veya okurun dünya algısından çağrıştırması ile oluşan anlam tabakasıdır. Ben bu anlam tabakasına, “Rastlantısal Anlam Tabakası” diyorum. Bu yeni bir tanımlamadır. İleride ayrı bir tabaka olarak incelenecektir.

Özellikle soyut sanatın öngördüğü; yeni gerçeklik, yeni görüntü yönelimi, nesneyi dış görünüşten soyundurma girişimi; ayrı bir dünya algısıdır. Bugünün duyulabilir, duyumsanabilir, görülebilir dünyasının dışında, yeni bir gerçeklik kurma girişimidir. Aklın evrimsel gelişimi, algının değişimi, zihnin başka bir dünya yorumunu beraberinde getirir. Sonuçta, gerçeküstü ve soyut sanat bile kendi bakışı ve kendi öngördüğü evren açısından bir anlam düzlemi üzerinde hareket eder. Örneğin soyut sanatın nesne ve figürden uzaklaşması, yeni bir anlam alanı üretmesi içindir. Gerçekliğin dışında, yeni bir gerçekliğin yorumuna yönelmesidir. Nesneyi dış görünüşünden kurtararak yeni bir anlam katmanına sürüklemesidir. İşte bu yüzden sanatta anlam katmanı; yeni açılım, yorum ve keşiflere gebedir.

Bugün modern, postmodern ve çağdaş sanat anlayışı içerisinde "Şiirde anlam aranmaz.", “Şiir geldi dizeye dayandı” gibi yorumlar vardır ve bunlar, şiirde belirleyici olmuşlardır. Ne yazık ki modern ve postmodern sanat anlayışının sıradan yorumu sonucunda, şiir sözcük yığını olma yolunda başarılı bir şekilde sanat felsefesini içselleştirememiş büyük çoğunluğun şiir dilini oluşturmuştur. Bu çıkarım sonucu şiir, ister istemez insan beklentileri, yaşam felsefesi ile haz alma örüntüsünün dışına taşmasına neden olmuştur. Şiir dili, kurulmuş gibi görünmesine karşın sığ bir noktada kendi kendini yineleyen kısır ve anlamsız dizgeye dönüşmüştür. "Z" kuşağı diye adlandırdığımız genç kuşak, farklı ve farkındalık yaratan zihinsel gizilgüce sahiptir. Diğer taraftan şiirsel duyarlılığa sahip insanımız da göz ardı edilmiştir. Şair, adı belli olmak adına, sesin doğurduğu anlam ile anlamın doğurduğu imge derinliğini hiçe sayarak dil oyunlarına kapılmış ve farkındalığa sahip genç kuşağın zihinsel gücü ve beğenisinin gerisinde kalmıştır. Çağcıl bilince sahip bugünün gençleri, dizgeyi tamamlamayan parça bölük sözcük öbekleri üzerine kurulmuş bir şiire tepkilidir. Özellikle gençler olmak üzere insanımızın; duygusunu, algısını, aklını ve mantığını titretmeyen şiir anlayışını uzaktan izlemesi; tepkili davranması ve küçük tebessümlerle karşılaması; anormal bir tavır değildir.

Günümüz genci, özgürlük ve birey olma bilincini kazanmış; değer yargıları ve algıları bütünlük kazanmıştır. Bilgi ve teknolojinin sağladığı olanaklarla insana ve dünyaya bakışında özgüveni geçmişe oranla oldukça yüksektir. Özgüveni yüksek gencin önüne konan şiirde; yönlendirme, öğretme ya da dikte etme duygusu doğurulmamalıdır. Ayrıca sığ ve sıradan söz bukleleriyle şiir diye karşılarına çıkılmamalıdır. Şairin ilk işi şiirini şiir gibi yazmak, ikincil işi şiirinin iletileriyle insanı kavramaktır. Şiirin işi ise sevme duygusunu güçlendirmektir. Sanatsal içerik her ne kadar öğretme ve dikte ettirmeyi dışlıyor olsa da biz toplum olarak bu konulara kültürel algımız ve iyi niyetimiz gereği eğilimliyiz.

 Anlam, tümdengelim mantığı ile oluşur. “Şiir sözcüklerle yazılır.” çıkarımı, düşünsel sistemin tümevarım yaklaşımı ile oluştuğu varsayımına dayanır. Oysa beynimizde anlam öbeği, genel bir görüntü şeklindedir. Görüntü bütünlüğünde tasarlanmış anlama karşılık gelen sözcükleri/göstergeyi seçer ve kullanırız. Şiir yazarken sözcükten anlama varılamaz. İnsan beyni, ulaşabildiği kültür varlıklarını, görüntü, bilgi ve bilgiler arası bağları, belleğinde (bilinçaltı ve bilincinde) depolar. Söze taşımak istediği konuyu, önceden depolamış olduğu sanal ya da gerçek görüntüyü ve bilgiyi bir bütün olarak çağırır. Bilgisayar teknolojisinde olduğu gibi klasör, dosya ve bilgi deposunu tek tek çağırıp işleme mantığı güdülemez. Beyin, işlenecek verileri tek tek çağırmaz, bütün olarak çağırır ve seçimi bilinçli yapar. Söze taşımak istediğimiz anlam, bir bütün olarak, bütün ayrıntıları ve görüntüleriyle beynimizde işlem görür, özel görüntüye dönüşür ve görüntüyü parçalara bölerek istediğimiz kısmını alıp söze dökeriz; Aldığımız görüntü yalnızca bir gösteren/sözcük olmaz. Sözcüğün, temsil alanı önümüze gelir. Öreğin, “ağaç” sözcüğünü kullanmak istediğimizde bile ağacın rengi, yeri, özellikleri, türü, dal yapısı, yaşamınızdaki ağaçla ilgili tüm izler vs. beraberinde çağırılmış olur.

Tersinden bakarsak sözcükten anlama ulaşmak, dil ve düşün çalışma ilkeleri açısından çok sınırlı bir alan olarak belirir ki bu sınırlı anlam alanıyla dize yazma olanağı doğmaz kanısındayım. Sözcükten yola çıkarak şiir yazmaya kalkmak, samanlıkta iğne aramaya benzer. Her ne kadar ben kendi bulgularımı ve yorumumu ortaya koymuşsam da bu konu bilimsel olarak incelemeye açık ve araştırmaya gereksinimi olan konudur.

Şiir yazınında iyi bilgi olduğu varsayılan pek çok konu, verili olanlardan oluşur ve kalıp doğrular olarak ortalarda dolaşır. Ortaya atılmış ve düz bir zekânın bile altını dolduramayacağı modaya dönüştürülmüş kalıplardır. Bunlar; sanat severlerin kendi sanat felsefesini, yenidünya görüşünü ve özgün şiirini kurma çabasını, olumsuz etkilerler. Türk şairi, yenilikçi ve devrimci söylemine karşın çoğunlukla öğrenilmiş kalıplar içinde yürür. Şiirin; profesyonel eğitimi, sağlıklı yön belirleyici ölçütleri ve bilimsel incelemesi yoktur; usta çırak usulü ağır aksak bir bilgi aktarımı söz konusudur. Ayrıca şiiri; hem sanatsal hem dilsel hem de anlamsal açıdan incelemek için, dil ve yazın bilimi ile onların alt dallarının yeterli olacağını düşünmüyorum. Böyle olunca şiirsel yaklaşımlarda ister istemez bir başkasından etkilenmeyi, bir başkasının doğru kabul ettiğini kabul etme zorunluluğunu ve yanlışı yanlışla doğrulama eğilimini görüyoruz. Sonuçta, varoluş ve evren ile insan arasındaki duygusal örgütlenmenin önündeki kadim önyargıları kırmak zorlaşıyor. Sanat, reelin arkasındaki irrealitenin, sınırı olmayan bir düş yeteneğinin, ölçütü olmayan bilgi birikiminin özgün ve öznel yansısı olmalıdır. O zaman estetik, sanatsal ve geleceği de tasarımlayan değer olma özelliğini kazanır. Kısaca söylemek gerekirse sanatı ve şiiri, sanatçının imgelem gücü ve zenginliği yaratır; onun imgelem gücü ve zenginliği, duyusal ve düşünsel sürecin bilgi bütünlüğü ile olasıdır. Yani imgelemi doğuran kaynak, duyusal, duygusal, sosyal ve bilimsel işlenebilir bilgidir. Bilgi olmadan, bilinç yerli yerine oturmadan, sezme ve güçlü görme olasılığı hemen hemen yoktur. Düşlem sınırları zayıftır, bununla birlikte sanatta yaratıcılık ve sıra dışılık yalnızca renkli bir düş olarak kalır.

Anlam katmanında Sürrealizm (gerçeküstücülük) akımına değinmek gerekir.  

Sürrealizm (Gerçeküstücülük), sanatın tüm boyutlarına sızan, büyük yenilik ve asimetrik düşün dizgesinin önünü açan önemli bir sanat yaklaşımıdır. Bugünkü gerçeküstü eserlere baktığımızda, bu akımın önemli bir sanat anlayışı olduğu ve bugün de etkinliğini güçlenerek sürdürdüğünü söyleyebiliriz. Anlık ve istenç dışı düşün yönteminden çıkış ile asimetrik düşünme ya da düşün açısını değiştirmek tanımıyla kısmen karşılanabilecek yeni bir sanatsal teknik yaratmıştır. Bana göre sanata ve sanatsal kavramlara bakış açısına yeni bir boyut getirmiştir. Ne var ki pek çok sanat düşünürü gerçeküstücülüğü; yatay bir düşün dizgesi, bilinçaltının zengin deposu ve dürtüsüne göre şekil aldığını söylerler. Bu akımın; uygulama, anlatım ve çizim tekniği içselleştikçe; aklı sarstıkça, haz duygusunu doyurdukça; akla geldiği gibi yapılan, yazılan, çizilen ve salt bilinçaltının doğurduğu bir sonuç olmadığını anlıyoruz. Daha doğrusu bugün ortaya konmuş gerçeküstü yapıtların, ayaküstü bir mantığın ve imgelem gücünün üretebileceği şeyler olmadığını söyleyebiliriz. 

Gerçeküstücülük; birikim, yoğun bilgi bütünlüğü ve bu bilgi bütünlüğünü simetrik/asimetrik kullanabilen zihinlerin sanat yapıtı üretebileceği bir yolculuktur. Akımın bildirilerinde (manifesto) söylendiği gibi bilinçaltından çağırdığını çağrışım mantığına göre anlık yazmak, aklına geldiği gibi çizmek ya da rastlantısal bir sonuca ulaşmak olmadığını, ortaya çıkan yapıtların derin yapılarından anlıyoruz. Bunu, bilinçaltına ve bilince oturmuş zihinsel bütünlüğün doğurduğu karmaşık çözümlerin görüntüye dönüştürülmesi, kişisel izlerin farklı bir bakış açısından yansıtılması, ruhsal dünyanın ve yaşamın mühendislik olarak objeye dönüştürülmesi olarak düşünüyorum. Yaratıcılık, incelik, bilgelik ve yüksek zekâ gerektiren bir teknik olduğunu delile gerek duymadan söyleyebiliriz. Sanatçının; güçlü bilgi bütünlüğü, tasarımsal yeteneği, yaratıcı zekâsı ve bilimsel altyapısı olmasını gerektirir. Ayrıca gerçeküstücülüğün bildirilerinde mantığın ve aklın geri planda tutulduğu söylenir. Söylenenin tam tersine gerçeküstü sanat; temelde sağlam bilgi, duyusal yeti, sezi, akıl ve güçlü mantığın varlığından doğacak bir alan olabileceğini düşünüyorum. Kaldı ki mantık dizgesini kırmak, zekâ gerektiren, yaratıcı yaklaşım ve ayrıksı düşünme/yorum gerektiren bir şeydir. Gerçeküstücülüğün dayandığı uzayı, hem resim sanatında hem de şiirde deneyimlemiş birisi olarak bunları rahatlıkla söyleyebiliyorum. 

Bilinçaltı bir vahadır; bilginin büyük kısmını içerir. Çoğu kaynakta yüzde doksan beşinin saklandığı söylenir. Buna sözümüz yoktur, ancak beynin çalışma sistemini biraz olsun biliyorsak, anlık çıkarım ve mantığı geri plana itmekle böylesi güzel yapıtların ortaya konabileceği inandırıcı gelmiyor. Bilinçaltındaki bilgilerin bilince taşınması, bilincin sağlam temellere oturmasını gerektirir. Duygu, bilinç, bilinçaltı, donanımlı bellek, zihin, zekâ, mantık ve bunların toplamı; örgütlü akıl demektir. Sanat yapmak, imgelemin nesneye dönüştürülmesine yani bilginin teknolojiye dönüştürülmesine benzer; bununla eşdeğer bir işlemdir. Örgütlü akıl gerektirir. Bu işlem için bilgi; ister bilinçaltında olsun ister bilinçte hazır olsun onu, imgeye dönüştürmek için bilincin ve üst bilincin mutlaka devreye girmesini gerektirir.

Albert Camus, her ne kadar gerçeküstücülük için, “Sürrealist eserlere lojik ve reel kategorilerle yaklaşmak onları anlayamamak gibi bir sonuç yaratır.” dese de bugün, Camus’un söyleminin çok yerinde olmadığını anlayabiliyoruz. Bu akımın ileri sürdüğü akıldışı alan; duyular üstü alan; bugünün insanı tarafından zihinde tasarımlanabilir duruma dönüşmüştür. Sanal gerçekliğin getirdiği olanaklar, algı dünyasında somut, görülebilir, işitilebilir ve duyumsanabilir (en azından sayısal teknolojiyle) bir yenidünya yaratmıştır. Olamaz, varılamaz, edilemez, akıl ötesi ve gerçeküstü dediğimiz pek çok olayın, yeni gelişmelerle gerçeklik kazandığını veya gerçekleşme gizilgücü taşıdığını söyleyebiliriz.   

Şiir açısından düşündüğümüzde gerçeküstücülük, bütün sanatlarda olduğu gibi şiir diline de çok geniş bir anlam ve anlatım olanağı sunmuştur. Şiir dünyasına farklı bir boyut ve sınırsız bir uzay derinliği yaratmıştır. Kısaca söylemek gerekirse şiire sınırsız ve koşulsuz yeni bir devinim ve anlam alanı kazandırmıştır. Nasıl, diye soracaksınız. Şuna benzetebiliriz gerçeküstücülüğü: Nasıl matematik yaşamın tüm alanlarında varsa, gerçeküstü imge de sanatın tüm alanlarında var olabilme genelliğine sahiptir. Sanat düşünürleri, yapıtın varlık katmanlarını nesnel ve duyu üstü alan diye ikiye ayırırlar. Bu tanıma dayanarak yapıtı oluşturan toplam iki yapıdan söz ederler. Bir anlamda gerçek ve gerçeküstü yapının toplamı bir sanat eserini oluşturur. Örneğin şiir dili, nesnel dünyayla bütünleşmiş gerçeküstü söylemler dizgesiyle günlük dilden ayrılır. Bilindiği gibi sanatın en önemli özelliği; algıyı uyarmak, anlamayı güçlendirmek, düşünmeyi derinleştirmek, duyuları ve duyguyu ayartmaktır. Kısacası zihni sarsmak ve duyguyu istenen kıvama taşıyarak, alımlama ve düşünmeyi daha etkin kılıp estetik beğeniyi sağlamaktır.

Şiir bir düşün sanatıdır; düşüncenin, dili ivmesi ve dil kullanım ayrıntılarına girmesiyle gerçeklik kazanır. Gerçeküstücülüğün şiire kazandırdığı anlam ve anlatım olanakları, bugünün şairi tarafından genişletilmelidir, derinleştirilmelidir. Çünkü bu alan, aklı ve mantık dizgesini sarsıcı bir anlam alanıdır. Daha önce değindiğim gibi, gerçeküstücülük, yeni bir düşün uzayının önünü açmış ve sınırsız bir alanın kapılarını aralamaya yöneltmiştir. Eserden çok şairin düşüncesinin sınırını genişletme yolunu göstermiştir.

“Şiir, yaratıcılığın ekseninde yer alan bir sanat dalıdır.” Düşünmenin sınırlarını zorlayıcı ve imgelemi daha çekici somutlaştırma tekniğidir. Yaratıcılığa, bunun yanında düşüncenin sınırlarını zorlanmaya yönelten dilsel esnekliktir. Gerçeküstücülük, şiirdeki anlam, anlatım ve çağrışım katmanlarına yüksek düzeyde katkı sağlayan sınırsız bir uzaydır.

Üretilen bilgi, teknoloji, kültür varlıkları, doğa, sosyal ve insan bilimleri, gerçeküstü diye adlandırılan alanı derinleştirme ve bu alana yeni bir boyut kazandırma yetkinliğindedir. Başka bir söylemle bugünün şairi, düşüncenin sınırlarını kırıp; evren, insan ve yaşam ile aralarındaki ilişkiye daha farkındalıklı bir anlam kazandırma; bunları nesnel dünya ile bütünleştirme yeteneğine sahiptir.

Gerçeküstü dünya insan tasarımıdır; yani düşüncenin ürettiği bir evrendir. Sınırlarını göremediği ve doğa bilimlerince açıklanamadığı için, insanoğlu bu alanın içine girmekten çekinmektedir. Aslında gerçeküstü dünya, matematik ve sanal dünya dediğimiz alandan farklı bir şey değildir. Matematik, insan tasarımı sanal bir kurgudur. İnsan, kendisinin bunu algılayabilmesi ve anlayabilmesi için doğada karşılığı olan sayı, çizgi ve uzamla bütünleştirmiştir.  Dil, düşüncenin nesnel karşılığıdır; öyleyse biz gerçeküstü dünyayı şiir, resim, sinema gibi sanat diliyle daha farkındalıklı olarak nesnel hale dönüştürebiliriz. Bu, günümüz bilgisiyle zor değildir. Gelişigüzel ve saçma olduğunu düşüneceğimiz sonuçlara yönelse bile nesnel dünya ile daha yakın ilişki içinde olabilecek bir durumdur.

Bir anlamda gerçeküstü dünyayı nesnel dünya ile bütünleştirerek sarsıcı biçimde ortaya koymak; dilde esneklik, kıvraklık ve anlam derinliği sağlar. Sanal dünya, nesnel dünya ve yaşam ilişkilerini bir şiire giydirmek, derinlik, farkındalık, dil kullanım becerisi ve yaratıcılık gerektirir. Daha doğrusu imgelemin anlaşılabilir/tanımlanabilir imgeye dönüştürülmesi, nesnellikle mantıki bir düzlemde buluşmak demektir. Şiirde gerçeküstü anlatım, okurda nesnellik kazanacak biçimde olmalı ve onun bilincini altüst edecek bir anlatıma sahip olmalıdır. Nesnel ve gerçek yaşam ile ilişkilendirilmesi şiir gibi anlatım sanatlarında daha kolaydır. Çünkü şiir dili; uzam, zaman ve kuralları kırabilme esnekliği olan, aynı zamanda bunları kırarken hem çekici hem de anlam derinliği oluşturan bir anlatım tekniğidir.

Örneğin;

(…)

Her hırçın martıya el sürmek

Sanrılı boşluğa mavi türkü söylemek

Kaygılar sürüklemek umarsız sahile

Bir çelme atmak huysuzluğuna denizin

Benim işim.[14]                                                            

(…)

Daha anlaşılır olması açısından bir de resim sanatından örnek verelim: Salvador Dali'nin "Kelebekler ile Tekne" tablosu vardır. Gerçeküstü bir tablodur. Kelebekler, yelkenlerin yerine teknenin hareketini sağalıyorlar. Hem suda hem de karada kelebeklerin kanat gücüyle teknenin yüzebileceğini anlatıyor tablo. Doğa üstü bir eylem görüntüsünde ve farkındalık yaratacak biçimdedir. Aslında doğa bilimlerine uyumlu bir görseldir. Dali bu eseri, 20. yüzyılın ilk yarısında yapmıştır. Bu resim, bugün savunma sanayiinde kullanılan Hover Kraft[15] teknolojisinin temel çalışma ve hareket ilkesini bire bir tanımlayan bir tablodur. “Kelebekler ile Tekne” tablosu ile Hover Kraft teknolojisi karşılaştırıldığında, imgelem, renk, düşünce ve dünya algısından dökülmüş geleceği de kucaklayan büyük bir yapıt olduğunu anlarız. Böyle bir yapıt; basit bilgilerle, mantık dışı çıkarımlarla, aklı geri plana itmekle, anlık fırça sallamakla yaratılacak bir yapıt değildir. Doğa bilimlerine dayanan yüksek bir imgelem gücü, böyle bir tabloyu çizebilir. Şuna dikkatinizi çekmek istiyorum: Tablo Dali tarafından yapıldığında, Hover Kraft teknolojisi henüz icat edilmemişti. Bu örnekten yola çıkarak gerçeküstü şiir; gerçek anlamda yaratıcılık, birikim, donanım, örgütlü akıl ile düş gücü gerektirir. Gerçeküstü sanat, bu bağlamda ele alınırsa sanatın gelişimine ve geleceğine önemli katkı yapabiliriz. Ayrıca gerçeküstücülük, sarsıcı ve sezdirici bir çağrışım tekniğini bünyesinde barındırır.

Sonuç olarak gerçeküstü dünya, insan düşüncesinde var olan ve tasarımlanabilen bir duruma evrilmiştir. Sanatın her alanıyla iç içedir. Estetik tavır yaratma konusunda son derece etkindir. Bilinçsiz, bilgisiz ve gerçeküstü şiirin ne olduğu konusunda yetkin olmayan şairlerin yazdığı gerçeküstü şiirler örnek oluşturmamalı ve konuya dar bir açıdan bakmamalıyız. Yunus Emre, Cemal Süreya, Ece Ayhan gibi pek çok şairimizin gerçeküstücülüğe yaslanmış başarılı yapıtları vardır. Gerçeküstü şiir, örgütlü ve gelişkin akıl tarafından yazılabilecek bir tekniktir. Algıyı uyarmak, anlaşılabilir olmak ve mantık dizgesini kırabilmek için nesnel dünya ile bütünlük kazandırılması gereken bir durumdur. Bana göre, gelecekte gerçekleşmesi beklenen olay ve olguların bugünden dillendirilmesidir. Söylendiği gibi toplumdan kopmuş veya toplum gerçekleriyle örtüşmeyen bir durum değildir. Tam tersi; gelecekle bugünü, olanla olması gerekeni, insanla yaşam ilişkilerini, doğanın kendisiyle hesaplaşmasını, nesneyle ilişkilerini ve onun uzamını daha farkındalıklı anlatma yöntemidir. Kısacası donanımlı insan, zengin ve güçlü imgelem işidir. Özeti ise örgütlü akıl işidir; doğa, sosyal ve insan bilimlerinden beslenmek zorundadır.  

Lyotard, dil ve metin konusunda “Yazarın metni nasıl anlamlandırdığı değil, okurun nasıl anlamlandırdığı önemlidir; bir bakıma metnin nasıl iletildiği ve etkileşiminin ne olduğu önemlidir” der. Bu yorum ve incelemelerinden hareketle, bir şiiri anlamlandırmada, okuyanın duyuları, deneyimleri, arzuları, cinsellik algısı, dünya görüşü kısacası önemseme derecesine bağlı keyfiliği önem kazanır. Anlamlandırma sürecini kendi deneyimlerimizde de test edebileceğimizi ve bir yargıya varabileceğimizi söyleyebiliriz. Öyleyse şiir, anlam kurgusu ve estetik değeri ile okurun bu keyfiliğine biraz çekidüzen vermelidir diye düşünüyorum. Bunun yanında, anlamlandırma okurun keyfiliğine bağlıysa okuyucuyu yönlendirmek ve onun kanatlarını kullanabilmesi için bir anlam uzayına taşınması da şairin şairliğine bağlı olmalıdır. 

Çoğu eleştirmen ve sanatçı; kültür endüstrisinin dikte ettirdiği öğrenilmiş, zorunlu kılınmış veya moda hâline dönüştürülmüş formlara uygun davranmak zorunda kalmaktadır. Daha açık söylemek gerekirse bunlar, batı kaynaklı referans ve popüler insanların söylemine aşırı güven duyarlar. Düşünme ve yorum konusunda dış kaynaklı bilgilere yaslanırlar, kendi bilgisi ve kültür altyapısına güvenemezler. Bu ve buna benzer nedenlerle düşünsel dünyasında, sanatsal yetkinlik yaratamıyor ve herhangi bir sanat alanında özgün olamıyorlar.

Şiirde anlamın dışlanması, postmodern anlayışın iyi bir sonucu gibi algılanır olması, kültür endüstrisinin dayattığı talihsiz bir sonuçtur. Şiirin ağırlığı ve işlevi, farkında olmadan bir boşluğa doğru itilmektedir. Şiirin veya sanatın, olması gereken değeri kazanamamasının temel nedenlerinden birinin anlam katmanını hak ettiği yere koymakta akıl tutulması yaşadığımızı kabul edenlerdenim. İşte bu nedenle şiirde anlam; çağrışımın, imgenin, coşumun, anlatımın ve güzelduyunun oluşmasında ilk ve vazgeçilemez basamaktır. Buna, resim, karikatür ve müzik gibi özel dil kullanan sanat alanlarını da ekleyebiliriz. Anlamın, anlatımı doğurduğu kadar, anlatımın da anlamı doğurduğunun altını çizmeliyiz. Çünkü dil sanatları, anlam ve anlatım üzerinden ergenliğe ve olgunluğa ulaşır.

Şiirin anlamsal bütünlük oluşturmaya uzak durması nedeniyle; okur ve şiir sever sayısı gün geçtikçe azalmaktadır. Dile bağımlı sanatlar; iletişimi, bağı ve bütünlüğü anlam üzerinden kurar; çağrışım, coşum, estetik gibi değerleri anlamın gücünden alır; haz duyulur, duyu ve algıda etkileşim yaratabilir olur. Örneğin şiirde ses katmanı tek başına bir etki gücü olmasına karşın aynı zamanda anlamı da yönlendirir. Bu belirlemelerden anlaşılıyor ki anlam, göz ardı edilecek, hafife alınacak bir katman değildir.

Şiirin sessel, anlamsal ve coşumsal işlevinin bilinçsizlikten öte kasıtlı olarak şiirin elinden alındığı kanısına vardığımı söylemiştim. Bu konuyu biraz açmakta yarar görüyorum. Anlamın gücü imge ile perçinlenir, imgeler ise okurda yeni imgeleme yönelir. Çağrışım ve coşum, anlama dayalı duygu yükünü üzerine alarak estetik yargıyı güçlendirir. Çoğu şiir yazıları ve çoğu şair, imgesiz iyi şiir yazılamayacağı konusunda birleşirler. İmge anlamın gücü ve derinliği ile doğru orantılıdır. Coşum da ses ve anlamın açığa çıkardığı duygu yükü ile doğru orantılıdır. Anlam gücü, şiirin elinden alındığında, coşum, çağrışım katmanları arzu edilen etkide oluşturulamaz. Şimdi, şiirde anlamı göz ardı etmekle, ses uyumunu göz ardı etmekle bunun sonucu coşumu göz ardı etmekle nasıl bir şiir oluşturmaya çalışıyor olabiliriz? Çoğu şiir ve sanat yazıları, felsefi ve bilimsel bilgi bütünlüğüne dayandırılmadan, kendi alanıyla ilgili bilgi disiplinine dayanmaksızın parça bölük çıkarımlar üzerine kurgulanıyor. Örneğin şiir bilgi içermez gibi yorumlara rastlarız. Şiirin ereği bilgi değildir, bu doğrudur. Ancak, bilgisiz anlam, anlamsız anlatım, anlam ve anlatımsız dize olmaz; böyle bir şeyin nesnel olarak olabilirliği yoktur.  

Aslında buna benzer sorunların nedenini ben başka şekilde yorumluyorum. Türk şiirinin bunalımı, özellikle modern sanat dönemi Batılı şairlerin şiire ilişkin söylediği her sözü kuram gibi algılayıp uygulamaya çalışan ezberci kişilerden kaynaklanmaktadır. Başka bir deyişle bu sorunlar, Türk şiirinde kuram üretmek yerine başka dillere özgü çıkarımları mutlak doğru veya evrensel değer gibi düşünüp ezbere uygulamaya çalışmanın getirisidir. Sanata, hangi akım, hangi yaklaşım etken olursa olsun, dil sanatlarının kendine özgü uygulama ve olmaz ise olmazları vardır. Bilgi çağında “Şiirde anlam aranmaz”, “Folklor şiire düşman”, “Şiir tanımlanamaz” gibi maksadı aşan tümceler kurar ve bunlara hâlâ itibar ederseniz, oturup düşünmeniz gerekir. Kendinize sormanız gerekir; ben çağın ve şiirin neresindeyim, diye…  

Anlam öyle bir üretkenliğe sahiptir ki diğer katmanlara zemin hazırlayıp onları doğurduğu gibi kendi katmanını da çığ gibi büyüten bir döngüdür. Özellikle dil sanatlarında, iletiler içindeki iletilerle duyusal ve gerçeküstü alanı da harekete geçirir. Gerçeküstü alan, doğru açıdan yaklaşılırsa sınırı olmayan yüce bir deryanın içine girmek gibidir; düş gücü ve bilgi sentezine bağlı olarak sınırsız bir sanat düzlemi önümüzde duruyor demektir. Sanatta gerçeküstü alanın tam anlaşılabilmesi için, insan zekâsının soyut tasarımları tanımlayabiliyor ve zihninde çözümleyebilir olması gerekir. Gerçeküstü dünya, aslında soyut algı ve sanal tasarım gücüne dayanır. Burada şu öneride bulunabiliriz: Ne salt gerçeküstü ne de salt gerçeklik tek başına şiirde estetik değeri istenen düzeyde yaratır bugün için. İkisi de orantılı ve iyi bir anlatımla ortak kullanılmalıdır.

Her ne kadar “anlam”, “çağrışım” ve “anlatım” katmanlarını ayrı ayrı ele almış olsam da daha önce söylediğim gibi şiirde yedi katman birbirinin varlık nedenleridir. Anlam ve anlatım katmanını birbirine yönelir ve birbirini doğurur. Örneğin, benzetme, bağdaştırma, imge, sapma gibi şiir dili teknikleri anlatım katmanı içinde etkin olduğu kadar anlam katmanı içinde de benzer etkinliğe sahiptir. Anlam ve anlatım katmanı içindeki etkin özellikler, aynı zamanda çağrışım ve coşum katmanında da benzer etkinliğe sahiptir. Katmanları ayrı ayrı ele almış olmamın nedeni, birbirinden ayrıştırabilir yönlerini ve etkilerini sistematik olarak ortaya koymaktır. Bir anlamda şiiri ayakta tutan iskeletin işlevlerini tanımlayarak şiirin derin yapısının anlaşılmasını sağlamaktır.

Şiirde anlam, oldukça geniş bir alanı kaplar. Anlam katmanını incelemek için, kendi içinde tabakalara ayrılmasının gerekli olduğunu görürüz. Tabakalara ayırıp, bu tabakaların anlam açılımı ve anlamın ortaya çıkardığı alanları açıklamaya çalışırsak daha anlaşılabilir olacaktır, diye düşünüyorum.

Şiirde anlam konusunu incelerken “şiirsel bütünlük” diye bir kavramdan söz etmeliyiz. Bütünlük; yapıtın nesnel, duyusal ve anlamsal tutarlılığı ve bağdaşıklığıdır; okuru üst anlama taşıyan yapıdır. Şiir yazılarında çok dillendirilen ve “imge salatası” diye küçümsenen bir deyim vardır. Bu deyim, şiirdeki imge gruplarının metin dilbilimi açısından anlamsal bütünlüğü, tutarlılığı ve bağdaşıklığı karşılamıyor anlamında kullanıldığını düşünüyorum. Anlam ve onu bütünleyen imge ve imgeler grubunun oluşturduğu toplam anlamsal görüntü, şiirsel bütünlüğü sağlamalıdır. Ancak burada bir fark vardır: Şiirde ve diğer sanat türlerinde, anlamsal bütünlüğü metin dilbiliminin öngördüğü bağdaşıklık ve tutarlılık gibi terimlerle açıklamak zordur; bir ölçüttür ancak anlam ve çağrışım kapsamını, daha geniş açıdan ele almayı gerektirir. Örneğin şiirde anlamsal bütünlük doğurulmamış gibi görünse de çağrışım ve çoğul anlama yönelme gibi şiir dili tekniklerini dikkate almak gerekir.

Anlambilimin ele aldığı gerçek anlam veya değinmece anlam gibi tanımlamalar, sözcük ve onun bağlamları açısından bir incelemeyi kapsar; şiirin bütünselliğini ele alamaz. Anlambilimin, yapıta hem dilsel hem de sanatsal açıdan bir bütün olarak bakabilme yeteneği olmadığını düşünüyorum. Oysa burada ele almamız gereken konu, şiirin metin bütünlüğü içerisinde toplam anlam tabakaları ve bunların ereği olan yücelik, üst anlam ve estetik değer varlığıdır. O zaman, şiirin sanatsal değerini açıklayabilmek için anlamın oluş süreci ve tüm eylemlerini açıklamalıyız, diye düşünüyorum. Anlam katmanını bu açıdan ele aldığımızda, diğer bir söylemle bir şiirin bütünlüğünden bir sonuca yönelmek arzumuz olduğunda, anlambilim yaklaşımından farklı olarak bir açılıma gitmeliyiz. Şiirde anlamı; anlambilimden farklı olarak, anlamın doğma, doğurma süreci ve eylemselliğini üç tabakaya ayırarak incelemek daha doğru olur diye düşünüyorum. Bunlar; Gerçek Anlam Tabakası, Rastlantısal Anlam Tabakası ve Üst Anlam Tabakası’dır. Gerçek anlam tabakası anlambilimde zaten tanımlıdır; ancak burada kapsamı genişletilmiş olarak ele almak gerekiyor. Rastlantısal anlam tabakası, yeni bir kavramdır; ileride ayrıntılı olarak ele alacağım. Ayrıca yapıtın nihai ereğini bize açan üst anlam tabakasını da sanatsal görünüm açısından değerlendirmeliyiz.

Özetlemek gerekirse, anlam katmanını temel aldığımız zaman anlambilimin ilgi alanı, anlamın, sanatsal görünüşü açıklamaya yetmez. Şiir, sanat değeri olan bir betiktir ve diğer katmanlara oranla sanatsal özelliği sağlayan başat katman da anlam katmanıdır. Şiirin sanatsal yanını ve estetik tavrını ortaya çıkarabilmek için şiirin anlam açılımını bütünsel ele almak gerekir; anlambilim ise sözcük ve söz öbeklerini temel alır. Yani bir şiirin sanatsal yanını çözümlemek için anlambilim yanında, sanat biliminin de devreye girmesi gerektiğini öngörüyorum. İşte bu nedenle gerçek anlam tabakasını, anlambilimin ilgi alanına göre inceleyeceğim. Diğer tabakaları ise sanat bilimi ve ilgili disiplinlerden yararlanarak açıklamaya çalışacağım.

 

 

 

Gerçek anlam tabakası, şiirsel serüvende şairin ve okurun kanatlarıdır; onları uçması için havalandırır ancak uçuşun süre, yön ve irtifasını belirleyemez.

 

Gerçek Anlam Tabakası

 

Gerçek anlamın sınırlarını, anlambilimdeki tanımlamaların aksine, şiirde daha geniş açıdan ele almamız gerekir. Şiirsel dil gereği dizedeki söz ve söz öbekleri, en keskin biçimde bir duygu, olgu, olay veya kavramı anlatmaya yönelmez. Ayrıca iki ve daha çok söz kaynaşmalarında anlam belirgin değildir, söz kaynaşma biçimlerine göre anlamlandırılır. Yani gündelik dildeki sözcüklerin şiirde kesin olmayan anlam alanları vardır. Şiir dilinde anlam, belirtik değil; genelde örtük bir yapıdadır. Dizelerde kullanılan kavramlar ve sözler, doğrudan bir gösteren olmaktan ziyade açık dokuludur. Şiirin arzu edilen özelliği, anlam ve anlam öbeklerinin; çokanlamlı, çağrışımsal ve coşumsal nitelik içermesidir. Bu nedenle, anlambilimde tanımlanan; gerçek, yan, değişmece ve değinmece anlamı, şiir dili açısından gerçek anlam tabakası sınırları içinde ele almalıyız, diye değerlendiriyorum. Diğer bir söyleyişle gerçek anlamın uzamını daha geniş tutmalı; söz ve söz öbeklerini, değinmece ve değişmece anlam açılımının tamamını; gerçek anlam kapsamında değerlendirmeliyiz. Çünkü şiirin; sanatsal özelliği ile çağrışım, coşum ve estetik değerinin açığa çıkarılabilmesi için anlam bütünlüğünün öncelikle ortaya konması gerekir. Bu nedenle, gerçek anlam tabakasını şiir dili veya sanat dili açısından ele aldığımızda, anlambilimin bir metinde anlama ilişkin tanımlamalarının tamamına bu tabakada başvurmalıyız. Gerçek anlam tabakasını açıklamak için, anlambilimin öngördüğü tüm kavramları gerçek anlamın içinde çözümlemeliyiz; değinmece anlamdan eylem aktarmalarına kadar. Gerçek anlam tabakasını çözümleme maksadımız, şiirdeki söz ve söz öbeklerinin yöneldiği tüm anlamsal açılımlar ile şiiri şiir yapan bütünsel anlamı, ortaya koymaya çalışmaktır. 

Şiiri okuduğumuzda ulaştığımız anlam; konu, olay, olgu veya bir duygunun betimi gibi anlam grupları; gerçek anlamı oluşturur. Şiirden anladığımız toplam anlamdır. Benzetmeden değinmeceye, bağdaştırmadan sapmaya kadar ulaştığımız anlamdır.

Şiirin konusu ne dildir ne de kendisidir. Şiirin konusu insandır; amacı, duyarlılığı yükselterek yaşam sevincini doğurmaktır. Dilin sanatsal değer kazanması, okurun duyarlılığına dokunması ve onu kendi varlığı içinde eritmesine bağlıdır. Buna, imgenin okurda imgelemi doğurması da diyebiliriz.

  Şiirler ayrıntılı okunduğunda, iyi elden çıkmışsa genellikle anlam derinliği vardır. Eksiltili anlatım yapabilirsiniz, bazı imge ve sezdirmeleri okurun yorumuna bırakabilirsiniz veya çok çeşitli çağrışım ve anlam gruplarına okuyucuyu yöneltmek isteyebilirsiniz. Bunlar, şiir ve diğer dil sanatlarında kullanılan en gözde tekniklerdir. Anlaşılır olmaktan kaçınmak için yapılan her zorlama şiiri yorar. Şiirde kapalılık bir tekniktir, doğrudur. Kavranabilir ve anlaşılabilir olmanın dışına çıkmak ise zorlamadır.

Şiirde “konu” dan söz ettim. Şiirde, konu olmaz izlek olur diye genel bir kabul vardır. Herhangi bir metinde, konu olmadan bütünsel bir anlam üretilemez, anlam olmadan imge doğurulamaz; coşum ve çağrışım var edilemez. Şiir yansımanın gerçeği olsa bile, yansımanın gerçeği de bir olay veya olguya dayanmak zorundadır. Dil sanatlarında, soyut anlatımın oranı yüksek olsa bile soyutlama dil özellikleri gereği konuya, nesneye veya dekora giydirilmelidir. Anlatım, bir konu veya konular bütününe dayandırılmaz ise şiirde anlam bütünlüğünü sağlamak ve duygu değerini yansıtmak olası olmaz. Konu; anlam bütünlüğünü, çağrışım, coşum gücünü kendi etrafında toplayan uzaydır. Veysel Çolak’ın “Yansımanın Gerçeği” isimli kitabında öne sürdüğü, üzerine çok gidilmemiş kuram sayılabilecek önemli bir çıkarım vardır. Özetle, Veysel Çolak “Şiir, gerçeğin yansıması değil; yansımanın gerçeğidir.” der. İşte burada yansımanın gerçeği dediği durum, imgelem dünyasının nesnel sonucudur. Yani düş dünyasının araçsallaştırılmış, somutlaştırılmış, nesnelleştirilmiş görüntüsüdür.

Şiir, öykü gibi her şeyi açık açık söylemez; belli anlam ve görüntülerin daha çarpıcı yansıtılması, çağrıştırılması, sezdirilmesi veya duyumsatılması biçiminde kapalı ya da çokanlamlılığa yönelir. İmge, değişmece, sapma ve bağdaştırma gibi teknikler ile anlam bütünlüğü içinde bir konu esas alınarak önü arkası belirli bir metin oluşturulmalıdır. Anlık ve mantık dizgesine oturmayan söz grupları ile metin oluşturmak zihinde bir yer bulma olanağına sahip değildir. Şiir; derin, ön ve arka yapısı ile görünüşü olan ve zihindeki bu görünüşüyle estetik değer yaratan bir metindir. Zihinde görünüşün oluşturulması, yetkin bir anlam bütünlüğü ile sağlanabilir. Oradan buradan çağırdığınız izlenim ve imge ile yapılan çağrışım, bir temele oturmayacağı gibi akılda kalıcılık taşımaz, aynı zamanda duygu değeri taşımaz. Düz metinlerde bağdaşıklık ve tutarlılık nasıl temel ölçütlerse, aynı ölçütler bir şiirde de geçerlidir; ancak kendine özgü bir bütünlük içinde olmak koşulu ile. Kısaca şöyle diyebiliriz. İmgelem, somut ya da soyut bir olgu, olay veya konunun çevresinde şekillenen zihinsel etkinliktir. İmgelemin var olduğu çerçeve, ne kadar daraltılırsa yapıtta biçimlenişi de o kadar sığ olmaya adaydır. Bu nedenle imgelemin dayandığı kaynak, felsefi ve çerçevesi geniş konu ya da konular bütünü olmak zorundadır. 

Şiirdeki ses dengesi, anlam ve anlatımın yönlendirdiği izlenimler ile duygulara kıvam verici bir alan açmalıdır. Sesin, duyguları hazırlayıcı bir özelliği vardır; algı ve anlamayı kolaylaştırır. Aynı zamanda anlam ve anlatımı güçlendirir; bunu gözden kaçırmamalıyız. Anlamsal bütünlüğü sağlamayan bir şiiri okuduğunuz zaman metinle iletişime geçmekte zorlanıyorsanız ister istemez zihin kendisini iletişime kapatacaktır.

Okur, öğrenilmesi zorunlu bilimsel metin ya da sürükleyici yazınsal metin olmadığı sürece o metin ile iletişim kurmaktan kaçınmaktadır. Günümüz insanı çoğunlukla bilgiye sahip olmak için çaba harcamadığı gibi zorunlu kalmadığı sürece bilgiyi almaya karşı bir direnci vardır. Bu durum, çağın bilgi yoğunluğunun doğal sonucudur. Kaldı ki şiir okumak, zorunluluk değildir; sevgi, gönül ve beğeni işidir. Şiir, okuru kendine çekmelidir. İnsanla şiir arasında bulunması gereken, ne yazık ki hep kopartılan ilişkinin niteliğini, burada sorgulamak gerekir. Okurda estetik kaygı yaratmak ve duyusal dünyasına dokunmak, şairin şairliği ile ilgili bir konudur. Yani okurun şiiri sevmemesini, okurun omuzlarına yükleyemeyiz. Mantık, konuya bu açıdan yaklaşmayı gerekli kılar. Vassily Kandinsky “Sanatta Manevilik Üstüne” adlı kitabında “İzleyici de hedefinden yoksun bırakılmış bir sanatta kendi hayatının hedefini bulamayıp daha yüce amaçlar edinmiş olan sanatçıya gönül rahatlığı içinde sırtını döner.” der. Buradan şu sonuca gelmeliyiz; şiirde gerçek anlam ile okuru ne kadar güçlü bir görüngü dünyasına götürürseniz okur o kadar şiirle bütünleşecektir. Her insan gerçekte estetik kaygı taşır ve o kaygıyı uyandıracak titreşim bekler.  

Bu nedenle şair, okurun şiirle iletişime geçmesini beklememelidir. Şiirinin okur ile iletişime geçmesini sağlayacak çekiciliği var etmeye yönelmelidir. Aslında iletişim konusu karşılıklı bir ilişki olmakla beraber, şiirin iletişimde üstünlüğü vardır, sanatsal ve estetik kaygı doğuran bir değerdir. Bu değer de şiirin, şiir olmasıyla ilgilidir. Bu açıklamadan sonra şu önermede bulunabilir miyiz? İyi şiir okuru çeker. İyi şiir, zihne ulaşır. İyi şiir, insanda doğal olarak var olan estetik kaygıyı harekete geçirir; estetik yaşantı, sürekliliğini korur ve okurun kendini zorlamasına neden olmaz. İyi şiir, iletişimi ve sevgi ortamını kendiliğinden kurar. Kısacası iyi şiir, belleğe yapışıp kalır.

 Örnek olarak, “Kilim” şirinin gerçek anlam tabakasına göz atalım.

 

KİLİM

İşte sen, sonrası ben

Aynı düzlemde oyuncaklarımız

Bir kurşunu tutuyoruz ikimiz de

Sen kurşun döküyorsun

Bense kurşun atıyorum düzensizliğe

Bu, ne yapsam da sanrısal gerçek, sarınıyoruz

Ayırdına vardık varıyoruz

Sonra meylimiz yürüyor öznesizliğe

Bir kurşun daha kıvrımlara

Değme gitsin şiir oluyoruz.

 

Şu tezgâh bizim, kilim dokuyoruz.

Bir ismi kucaklıyoruz Türkçe sözlüklerde

Kavramsal tütün sarıyoruz tabakamda

Sonra da bir frezede yüzeyiz, oyuluyoruz!

Bir gerçek gerçekliğini süslüyor elimde

Dünkü söylemi çelişkili

Çelişkiden alışkıya oltamız uzuyor

Şu tezgâh bizim! Bir kilime daha başlıyoruz.

 

İşte sen, sonrasında ben

Bir kurşun daha elimizde

Sütyen bedenini saklıyoruz birbirimizden.

Vargılarımızda bir gergedan sürüsü

Oyuncaklarımız yürüyor üstümüze

Güzel oluyoruz hızla ikimiz de

Güzelse duvara asılmalı biliyoruz.

İkimiz de bin oluyoruz un ufak

Asılmışlığımız aydan da güzel.

Oysa şiir senin güzelliğin, anlıyoruz

Ne kirkit özgür ne desen olgun

Bu kilim bizim kilim, albenili

İnce dilim, iri kıyım, noksan dokuyoruz.

                                                                                        Temmuz 2015 Narlıdere/İZMİR

 

Şiiri çözümlerken yapacağımız iş; şiirin genel olarak ne dediğini, dizelerden çıkan temel anlamı ortaya çıkarıp bir yana koymalıyız. Bunu, ileride sürekli kullanacağız. Gerçek anlamı ortaya çıkarmak için şiiri dize dize açmalıyız. Anlamı, aşağıda özetliyorum:

Şiir, kadın ve erkeğin ortak yaşamsal sürecine ilişkin bir durumu anlatıyor. Bu süreçte, ailenin çabasına, çelişkilerine, güzelliklerine, eksiklerine ve algı ile yargılarına tanık oluyoruz; yanlış ve zorlu bir mücadele olsa da süreklilikten vazgeçilemediğini vurguluyor. Kişilerin yaşamına ilişkin algının ve buna karşın tutumlarının, zorunluluk karşısında uyumlu olduğuna tanık oluyoruz. Duyarlı olmalarına karşın yaşamın zorladığını görüyoruz.   Yaşamı yanlış ele aldıklarını, bazı şeylerin ayırdına varmalarına rağmen değişim yapamadıklarını ve toplumsal yaşamın ritmine uymak zorunda olduklarını anlıyoruz. Sonuç olarak, keyfince yaşamak değil, sistemlere ve kurallara uygun yaşamın kişileri esir aldığını okuyoruz.

Şairin, okuru götürmek istediği anlam alanının ilk basamağı burasıdır; “gerçek anlam tabakası” dediğimiz alandır. Şiirin şiir olma özelliklerini gerçekleştiren, diğer katmanların oluşumuna temel katkıyı veren, ulaştığımız anlam tabakasıdır. Gerçek anlam tabakası, şairin varmak istediği yer değildir; okuru taşımak istediği anlamın, bir alt basamağıdır. Bundan sonrası, rastlantısal anlam tabakasının özelliklerinden de yararlanarak, üst anlam tabakasına okuru taşımaktır. Gerçek anlam tabakasını, okuru üst anlam tabakasına taşımak için dayandığı zemin olarak düşünmeliyiz.

Gerçek anlam, şair ve yazarın oluşturmaya çalıştığı, okuyucuyu, dinleyiciyi zihinsel olarak hazırladığı uzaydır. Şairin kurguladığı metnin temeli ve türü ne olursa olsun, gerçek anlam tabakası ile daha üst anlam tabakalarına okuru taşımalıdır. Bütün yazınsal metinler, bir üst anlam tabakasını hedef olarak seçmek zorundadır. Çağımızın okuru donanımlıdır; sıradan bir anlam katmanı, duygu değerini yitirmiş ve arabeske bulaşmış anlam örgüsünden haz duymaz düşüncesindeyim. Günümüzde eğitimli ve donanımlı okurlar, sıradan yaratılardan, sanat adı altındaki sahte görüntülerden, dünyasına dokunmayan metinlerden haz duymak yerine rencide olmaktadırlar.

Her şiir başlangıçta gerçek anlam üzerine kurgulanır ve o anlam üzerinden ulaşılması istenen üst anlam tabakasına götürülmeye çalışılır. Söz varlıkları ve sesin anlam ve duygu değeri, coşturma, çağrıştırma, sezdirme, mantığı sendeletme gibi önemli dil tekniklerini kullanmaya yönelir.

Sonuç olarak; gerçek anlam tabakası, şiirsel serüvende şairin ve okurun kanatlarıdır. Şiirin veya diğer yazınsal metinlerin değeri, bu kanatların gücüne ve süpürdüğü anlam alanına bağlıdır. Şiirde anlam derinliği, üst anlam ve rastlantısal anlam; gerçek anlamın sırtından beslenir. Başka bir söylemle çimlenmeye hazır çekirdeğe yaşam verecek ve onu çevreleyecek dış kabuk, gerçek anlam tabakasıdır. İletiler, görüntüler, olay ve olgular bütünlüğünden oluşan gerçek anlam, bir anlamda şiir gibi sanatlarda ana erek değildir. Bunu biliyoruz. Roman İngarten’in söylemini de dikkate alarak şöyle diyebiliriz. İleride göreceğimiz gibi rastlantısal anlam ve üst anlam tabakası dâhil, gerçek anlamın bütün ereği, sanatsal özü ortaya çıkarmak ve okur ile şiir arasında estetik yaşantıyı doğurmaktır. Bu nedenle şiiri incelerken, anlambilimde var olan değinmece, değişmece, aktarma, yan anlam gibi anlam tanımlamalarını “gerçek anlam tabakası” içerisinde bir bütün olarak ele aldım. Sanatsal değeri ortaya koyabilmek için, şiirsel süreçteki imgelem (şairin)-imge (şiirin)- imgelem (okurun) sürecini bir bütün olarak çözümlemek durumundayız.  Çünkü gerçek anlam tabakası, şiirde anlam uzamını yaratan temel basamaktır. Rastlantısal anlam ve üst anlam tabakası, bu tabaka üzerinde oluşur ve yine bu tabaka üzerinden uzayı genişler.

 

 

Şairin ne dediği değil, şiirde kullandığı sözlerin ve anlamsal bütünlüğün okurda nasıl biçimlendiği ve zaman içinde nasıl bir değere ulaşacağı önemlidir.

 

Rastlantısal Anlam Tabakası (Rastlantısal Anlam Kuramı[16])

  Klasik sanat döneminden barok sanat dönemine kadar, sanat yapıtları kapalı bir bütün olarak ele alınmaktaydı. Rönesans döneminden itibaren, doğa bilimlerinin mekanik bir evren algısına doğru evrilmesi; duygu, bilinçaltı-bilinç sürecinin tanımlanması ve görecelilik kuramının ortaya koyduğu büyük değişim etkisiyle; sanata bakış, algı ve kavrayış değişti. Bu değişimin şimdi de sürdüğünü gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz. Klasik sanat anlayışı; yapıtı, kapalı ve organik bir bütün olarak algılarken, modern ve çağdaş sanat anlayışı; yapıtı açık, organik ve hareketli[17] bir bütün olarak algılamaya başladı. Bu kavrayış sonucu, sanatçı, yapıt ve bunların içinde en önemlisi sanat alıcısının (izleyici) etkin bir konuma yükseldiğini görürüz. Daha açık söylersek bir sanat yapıtı, izleyicinin zihinsel gücü oranında kavranır olduğu anlaşıldı. Şiirin imge uzamının, okurun bilgi birikimi ve anlamlandırma yetisiyle doğru orantılı olduğu açıkça görüldü.     

Yapıtın duyusal ve gerçek varlık alanları, izleyicinin evren algısı ve bilgi birikimine göre yeni anlam evrenine açılır. Bununla birlikte şiirin anlam ve çağrışım katmanı ister istemez insan zihninde yeni imgelem ve görüntülere evrilir. Çağdaş sanat anlayışını, sınırı olmayan bir imgelem dünyasına götüren işte bu hareket olgusudur; diğer bir söylemle şiirin anlamsal devinimidir diyebiliriz. Yapıtın içinde barındırdığı bu hareket olgusu (zaman, coğrafya ve bilgi yoğunluğuna göre devinim) yeni kavramları beraberinde üretmek zorundadır. Çünkü tanımlanmayan ve hareketi karşılamayan alanların varlığı ister istemez doldurulması gereken bir boşluğu ortaya koyar. İşte bu alanlardan bir tanesi de özellikle yazınsal eserlerde çok belirgin olarak var olan anlam katmanında kendini gösterir. Anlamı, şiirsel açıdan ele aldığımızda ise daha belirgin bir boşluğun varlığı karşımıza çıkar. Şiir, dil varlıklarını gerçek, soyut ve gerçeküstü bağlamda sıra dışı ve çokanlamlılığa yönelen biçimde kullanabilen bir sanat dalıdır. Okur da bu anlam çeşitliliğinden çok farklı anlam ve görüntü üretebilir. Yani okur; geçmişten gelen temel verilerine, bilgi düzeyine, görme, işitme ve duyma gelişmişliğine bağlı olarak çok çeşitli imge ve anlam gurubuna ulaşabilir. Bu durum, Umberto Eco’nun Açık Sanat Yapıtı yaklaşımını, Roman İngarten’in ontolojik incelemelerini ve Alımlama Estetiğinin temel düşüncelerini ele almayı gerektirir. Sanatı, özellikle dil sanatlarını daha geniş bir perspektiften düşünmeye iter bizi.

Şiirde anlamsal kapalılık, kavramlarda açık dokululuk, çokanlamlılık ereği, çağrıştırma ve derin anlam özellikleri gereği; şiirdeki söz varlıklarının okurda ne zaman hangi duyguyu harekete geçireceği; ne zaman anlamın nereye yöneleceği veya okur tarafından nasıl yorumlanacağı çoğunlukla belirsizdir. Okurun; algı, anlama, görme, duyma ve düşünme biçimine göre yapıtın anlam katmanını nasıl somutlaştıracağı çoğunlukla rastlantısaldır. Ayrıca şiirdeki her söz, dize veya şiirin bütünü; çokanlamlılığa yönelme, çağrıştırma, anıştırma, sezdirme gibi tekniklerle okurun belleğine koşut sıra dışı, beklenmeyen imge ve görüntüleri oluşturabilir. Umberto Eco bu konuda şunu söylüyor; “Her alımlama böyle bir yorumlamadır ve bir gerçekleştirmedir; çünkü her alımlamada yapıt, özgün bir perspektif içinde yeniden canlanır.” Aynı konuda İsmail Tunalı ise, “İnsanlar, nitelikçe birbirlerinden farklı ve farklı perspektiflere sahip olduklarına göre, her bir insanın aynı sanat yapıtı ile yaşantısı farklı olacak, yani aynı sanat yapıtı, farklı insana göre farklı biçimler alacaktır.” der.    

Şair ve şiirin ereği; anlam, anlatım ve sesin gücünü duygu değeriyle örgütleyerek okuru daha fazla imge, görüntü, anlam ve duygu dünyasına taşımaktır. Yalnız şiir değil, bütün yapıtlar, estetik kaygıyı doğurmak için bir taşla pek çok kuş vurmak isterler. Okurun ruh dünyasını ele geçirip onun algı ve anlama etkinliğini tetiklemek isterler. Yani sanatçılar; biçim, ses, anlam anlatım ve söz sanatları gibi yöntemlerle olabilecek tüm çağrışım kapılarını açmak isterler. Buna, şiirde bağdaştırma, benzetme, değişmece, sapma veya bir sözcüğü birkaç farklı anlamda kullanma gibi teknikler örnek gösterilebilir. Okurun beklentisi ve amacı; şairin iletilerini kendi bilgi ve çağrışım dünyasına göre yorumlamaktır, somutlaştırmaktır. Yorum, bilgi birikimine bağlı olarak daha az, daha çok ya da beklenmedik bir şekil alabilir. Belleğinde iz bırakmış anılar, görüntüler ve bilinci gereği, şiirdeki herhangi bir söz ve söz öbeğinin çağrışımı ile şairin hiç değinmediği bir anlama ya da imgeye ulaşabilir. Okurun böyle bir anlam veya imgeye ulaşması demek, farklı bir imgelem dünyasının daha kapılarının aralanacağı anlamına gelir.

Sanatsal metinlerde, özellikle şiirde anlam açılımını şair yönlendirir. Ancak şiir okura ulaştığında okurun şiiri anlamlandırması sınır tanımaz. Okura, zamana ve yere bağlı olarak; daha öteye yönelebilir, kapsamı daha geniş olabilir veya anlam dönüşüme uğrayabilir. Bu devinim, çağdaş sanat anlayışında yapıtın harekete dayanıyor olmasından kaynaklanır. Diğer dil sanatlarında sözcük veya tamlamalar, çoğunlukla belirli bir şeyi göstermek ve anlatmak için kullanılır. Şiirde sözcük ve tamlamalar, çoğunlukla gerçek anlamın dışında duygulandırma, sezdirme, farklı görüntüleri çağrıştırma veya daha derin anlamlandırmaya yöneltme amacıyla kullanılır. Şair, okuru istediği anlam tabakasına taşırken aynı zamanda okurun imgelem dünyasını uyandırmak ister. Yani şiirdeki sözler gerçekte söyledikleri şeyin ötesine uzanır, okurun belleği ve bilinci anlamın daha öteye uzanmasına ya da dönüşüme uğramasına katkı sağlar. Bu durum, şiirin anlam konusunda rastlantısal bir tabakaya yönelmesi anlamına gelir.    

Yıllar önce yazılmış bir şiirin; iletilerini sürdürdüğünü, gelişen teknoloji, bilgi ve değişen algı nedeniyle anlam genişlemesine uğradığını varsayarsak burada tanımlanması gereken bir alan daha karşımıza çıkar. Bir şiirin veya bir sanat yapıtının sanatsal gücünü oluşturan bu durum, sanatçının çabasını, okurun algısını ve zamanın yarattığı anlamsal dönüşümün varlığını gösterir. İşte bu üçlünün, yani “şiir, okur ve zaman”ın yarattığı anlamsal sonucu karşılayan kavramsal bir tanımlamanın olmadığıdır.

Çoğu sanat alanında olduğu gibi şiirin de anlam örgüsü çoğunlukla örtüktür, anlamsal genişlemeye açıktır ve çokanlamlılığa yönelir. Sözler, imge ve anlam grupları gerçek anlamının dışına taşar ve sonsuz bir menzile erişme eğilimindedir. Sanat yapıtlarının tamamında bu uzam vardır ve sanatsal niteliği artırıcı geniş bir olanaktır.

Şiir gibi dilin bütün olanaklarını kullanabilen bir sanat, belirtik anlamdan daha çok, örtük anlama, çokanlamlılığa, duygulandırmaya, sezdirmeye ve çağrıştırmaya yönelir. Şiirin iletilerine bağlı olarak ulaşılan anlam yanında, okurun duygu durumu, deneyimi ve bilinç düzeyi; beklenmedik olay, olgu, imge, görüntü gibi anlamsal sonuçlara yönelir. Daha açık anlatımla, bir dizeden ulaşılan anlamsal sonuçlar, çoğunlukla “Rastlantısal” olabilir. Dize, bir olgu veya duyguyu anlatmak ister ama anlatılmak istenen olgu veya duygudan bağımsız pek çok olay ve görüntü okur birikimine göre oluşabilir.

Okura bağlı oluşan anlam, yapıtların vazgeçilemez ve sanatsal niteliğini güçlendiren başlı başına bir olaydır. Bunun yanında zamanla dönüşüm geçiren anlamsal açılımları da dikkate almak zorundayız; özellikle bu konu şiirde kalıcılık açısından çok önemlidir.

İşte bu bilgilere dayanarak; şiirin okura ulaşmasından sonra:

Okurun birikimine bağlı yapıtın anlamlandırılması ve yapıtın zamanla uğrayacağı anlamsal dönüşüm; ‘Rastlantısal Anlam Kuramı’ ile karşılanabilir, diye düşünüyorum. 

Yinelersek: Okurun; algı, bilgi, bellek ve kültürel altyapısına bağlı şiirden ulaştığı anlam ile şiirin zamana bağlı uğrayacağı anlamsal açılımı karşılayan durumu, rastlantısal anlam kuramı açıklar, diyebiliriz. Öyle sanıyorum ki rastlantısal anlam kuramı, sanat veya şiir dünyasında yeni bir tanımlamadır. Sanatsal bir anlatımın sonucunda oluşan bir alandır. Şiirin, bununla birlikte sanatın doğal ve devinimine özgü bir anlam açılımıdır. Şiirin veya sanatın özellikle doğurmak istediği özel bir alan olması nedeniyle bu anlamsal sürecin tanımlanması gereğini düşünüyorum. Sanatta; olay, olgu, bilgi ve imgelem gücüne dayalı anlam üretmek, olası bir kıvılcım gerektirir. Sanat değeri yüksek yapıtlarda bu kıvılcım çoğunlukla bilinçli çakılır, ancak okura bağlı olması nedeniyle kıvılcıma verilecek tepki ve anlamın yönü kontrol altında tutulamaz. 

Şairler; benzetme, sapma, bağdaştırma gibi yazın ve şiir dili teknikleriyle dize veya dizeler arası anlamsal gücü artırıcı yönteme başvururlar. Yaşamsal ve duyumsal olgulara dayalı anlam öbekleri ve imgelerle, okurda çağrışım yaratmak isterler. Yüce ve trajik değer taşıyan olgularla okuru tetikleyebilirler.

Okur ise; bilinçaltı, belleği ve bilincinde yer almış derin izlere, bilgi ve yaşamı yorum yeteneğine bağlı olarak, şiirdeki gerçek anlamın dışında başka bir anlamsal bütünlüğe, yoruma veya görüntüye yönelebilir. Şiirin ortaya koyduğu çağrışımdan veya sözlerden, beklenmedik anlam alanlarına girebilir.

Rastlantısal anlam kuramı bağlamında ikinci bir bileşeni daha açıklamalıyız. Bu düzlem; zaman ve ortamdır.  Bilginin ve algının, zaman ve ortama bağlı olarak ufkunun genişlemesi önemli bir etkendir. Zamanla değişen; algı, teknik, üretilen bilgi ve kültür varlıkları, daha önce yazılmış bir şiirde anlamsal gelişim ve dönüşüm sağlar. Zamanın yarattığı bu olgu, oldukça yüksek öngörü ve sezgiye gebedir. Şairin var olan ve üretilen bilginin gelecekte alacağı değeri öngörüp/sezip okuruna çağrıştırdığı ve anıştırdığı ayrı bir tekniktir. Sanat yapıtı, çoğu zaman anlatmaya, görüntülemeye çalıştığı kadrajın dışında bazı değerler taşır. Yeni anlamlar ve anlamlandırmalar, bilginin keşfine bağlı ya da işaret edilen yeni olayların gerçekleşmesine bağlı olarak belirebilir. Şair, onu düşünde tasarlamış ve şiirlerine giydirmiştir çoğu zaman. Rastlantısal olarak gelişmiş de olabilir. Ancak biz okurlar, zamanla bir olayın gerçekleşmesi veya bir bilginin açığa çıkması durumunda anlam genişlemesini veya anlam kaymasını fark ederiz. Güncelin üzerine yaslanarak yeni anlam açılımlarına çoğu yapıtta rastlanır ve bu olağan bir durumdur.

Bu konuyu biraz daha açalım. Olması olanak dışı gibi görünen veya hiç düşünülememiş olaylar; yeni bir bakış açısı ve farklı bir yorumu beraberinde getirebilir. Şiirdeki çağrışım, sezdirme ve duygu değeri; güncellik kazanıp yeni düş, yorum ve çıkarıma yönelebilir. Bu konu, özellikle dil sanatları için çok önem arz eden bir özelliktir. Örneğin aya gitmenin akıllarda bile olmadığı zamanlarda aya yolculuktan söz eden roman ya da metinlerde olduğu gibi. Bu, yapıtta kalıcılık ve süreklilik sağlayacak olan önemli bir özelliktir. Şairin kahinliğini değil; şairin anlamlandırma, geleceği okuyabilme, görebilme, sentezleyebilme yeteneği ile yapıtın derinliğini gösterir. İşte böyle bir durumu, “anlamın rastlantısallığı” diye isimlendirmek durumundayız.

 Şair; eğretileme, değinmece, değişmece ve aktarma gibi dilsel teknikler ile iletilerini sezdirme, görüntüleme veya duyumsatmaya çalışarak anlamsal bütünlük ve tutarlılık sağlar. Ancak şiir, dönemin estetik algısı, bilimsel, sosyolojik, psikolojik gelişmelere bağlı olarak anlam kayması yaşayabilir; hatta yatay ve dikey evrilmeye açıktır. Şiirin zaman içerisinde nasıl bir çağrışımı doğuracağı; zamanın algı ve bilgi birikimine bağlı olarak nasıl bir anlam alanına yöneleceği; bugün için belirsizdir. Sanatçının kurguladığı, biçimlendirdiği ve nesnelleştirdiği yapıt; gelecekte okurun yaşam pratiklerine, bilgi gelişimine ve algı biçimine bağımlıdır.

 Okurun algı, anlama, bellek, bilgi birikimi, düşünme biçimi ve yaşamsal değerlerine göre şiirden ulaşacağı anlam ile zamanın getirilerine bağımlı olarak şiirin uğrayacağı anlamsal genişlemeye ‘rastlantısal anlam’ diyorum. Şiirde hatta bütün sanat dallarında okur ve şiir arasında gelişen böyle bir anlamsal süreç vardır; bu süreç mutlaktır ve tanımlanması gerekir. İşte ben bu süreci ve süreçte gelişen anlamsal durumu ‘Rastlantısal Anlam Kuramı’ olarak ele alıyorum.

Bu kuram, ayrıntılarıyla birlikte incelenmeye, geliştirilmeye ve deneysel olarak araştırılmaya açıktır. Rastlantısal anlam tabaksının, her sanat yapıtında; uygulanabilir, denenebilir, izlenebilir ve genellenebilir bir süreç olduğunu ve bunun bir kuram niteliği taşıdığını söyleyebiliriz. Çağdaş sanat algısı ve beynimizin çalışma ilkesi gereği, okur yapıt arasındaki ‘rastlantısal anlam’ın doğum süreci, kuramsal bir olgunun sonucudur. Bu konu, kapsamlı bir tez konusudur. Yapıt, okur, şair ve zaman dörtlüsü bağlamında bu kuramın devinimi, süreci ve işlevsel temeli; umarım ele alınıp incelenmeye değer bulunur.

Rastlantısal anlam, normalde her yapıtta var olan; anlamsal çeşitliliği, hareketliliği karşılayan ve okurun bilinç dünyasından doğan bir durumdur. Mevcut bilginin, aynı olduğu durumlarda bile okur; algı, düşünme ve anlama etkinliği gereği şiirden farklı imgesel sonuçlara varabilir. Bunun yanında sanatçının amacı olan iletinin daha ötesinde bir iletinin okur tarafından algılanabileceğini, okuru yeni imgelem dünyasına taşıyabileceğini her zaman göz önünde bulundurmalıyız. Bu süreç, mutlak bir süreçtir ve yazın biliminde tanımlanmalıdır. Beynimizin çalışma ilkesi gereği, yapıttan ulaştığımız anlam ve çağrışım ile bunlara bağlı imgelem, herkes için farklı olacaktır. 

Özetlemek gerekirse şair; şiir dili teknikleri ve özgün anlatımı ile göstermek ya da çağrıştırmak istediği; anlam, görüntü ve imge demetini; yeteneği oranında okurda oluşturabilir. Bu durum her şairin temel hedefidir. Bilinen ve öyle olduğu kabul edilen bir durumdur. Ancak;

- Okur; kendi yaşamsal değerlerine, izlerine, bilgi ve belleğine yaslanarak; şairin gerek kastettiği gerek kastetmediği; anlatım, ses ve anlam örgüsünden bazı ipuçları yakalar; bu ipuçlarından beklenilmeyen imge, olay ve görüntülere ulaşabilir. Bu durum rastlantısaldır.

- Yayımlanmış ve üzerinden zaman geçmiş bir şiirin anlam bütünlüğü, gelişen teknik, değişen algı, teknoloji, olay ve açığa çıkan bilgi nedeniyle beklenilmeyen, yeni, daha etkin imge ve görüntülere yönelebilir. Bu durum anlam genişlemesidir ve rastlantısaldır.

Bu iki alan, şiire özgü anlam katmanlarında tanımlanmış değildir. İşte bunlar, şiir ve sanat bilgisi içinde, özellikle dil sanatlarında tanımlanmalıdır, yer almalıdır. Hatta sanatın tüm dallarında “Rastlantısal Anlam Kuramı” olarak ele alınıp incelenmelidir. Bu sürece mantıksal yaklaştığımız zaman, böyle bir gereksinimin olduğu ortaya çıkmaktadır. 

Mustafa Zeki Çıraklı, Jakobson ve David Herman’ın bulgularını referans göstererek bilişsel anlatıbilimin dikkate alacağı üç zihinsel süreç olduğuna dikkat çeker. Yazarın zihnindeki inşa, anlatı (metin veya vasıta) ve okurun zihnindeki inşa olarak gösterir. İşte bu üç zihinsel süreci incelediğimizde okurun anlamlandırma, görme ve imgesel olarak ulaştığı sonuçların, sanatçının anlatmak istediği düşünce ile aralarında mutlak uyumun olamayacağını ifade eder. Bu uyumsuzluğun ortaya çıkardığı zihinsel sonuçları, ancak ve ancak rastlantısal anlam kuramıyla tanımlayabiliriz.

Özellikle şiirde ‘rastlantısal anlam’ hem sanatsal açıdan hem estetik açıdan hem de dilsel ve anlam zenginliği açısından, önemli bir olanaktır. Her sanat alanında imgenin uzayı ne kadar geniş olursa ve ne kadar çok çağrışım saçağı[18] yaratıyorsa o yapıt, daha fazla sanatsal özellik içeriyor demektir.  

Rastlantısal anlam alanı, eleştirmene geniş bir bakış açısı sunar, anlam katmanına değişik bir açıdan bakmaya ve geleceğe yönelik öngörüleri dikkate almaya yönlendirir. Hem sanatçı gözünden hem okur gözünden hem de zamansal ve mekânsal açıdan, şiirsel veya sanatsal bir olguyu açıklama olanağını sağlar. Örneğin, iki asır önce yazılmış bir şiirin bugünkü iletilerinin ne kadar geçerli ya da geçerli olmadığı, rastlantısal anlam kuramının öne sürdüğü önerme ile çözümlenebilir.

Şiirden çıkarılabilecek farklı anlam, değişik çağrışım etkisi, çok yönlü bir bakış ve düşün açısı; her zaman o şiire yeni boyut eklemek için önemli bir basamaktır. Çok önce yazılmış bir şiir ya da öykünün, bugün gerçek bir olayla kanıtlanması, gerçeklik kazanması veya benzerlik göstermesi; yansıttığı durumla oluşan olaya farklı bir bakış getirmesi; her sanat dalının gelecekten beklenen kaygısı olmalıdır. Konuyu tersinden okuyalım: Bugünün şairi; şiirinde kalıcılığı, sürekliliği, sanatsal değeri ve ileti gücünü bu bağlamda düşünmelidir ki yıllar sonra şair olarak anılmak için kendisine zemin hazırlasın, duyusal ve sezgisel gücünü kullansın.   

Lyotard’ın dediği gibi “Metnin ne dediği değil, okurun ne anladığı esastır.” Şairin ne dediği değil, kullandığı sözlerin ve anlamsal bütünlüğün nereye açıldığı ve zaman içinde nasıl bir değer alacağı önemlidir. Şiirin ne dediğinden ziyade, okurun yaşamsal deneyimlerinden nasıl bir sonuç çıkaracağı önemlidir. Aslında bütün yazınsal metinler, metin dilbilim açısından incelendiğinde bu sonuca doğru yönelmez mi?

İsmail Tunalı, “... Edebiyatın tarihselliğinde geçmiş, şimdi ve gelecek diye bir ayırma olamaz. Çünkü, her yapıt, yeni beklenti ufuklarında daima yenidir ve daima yenilenir. Hiçbir yapıtı ölümsüz bir değerle değerlendiremeyiz. Dün belirli bir ufuk için verilmiş olan değer yargısı, bugün yeni bir ufuk içinde yeni bir değer yargısına dönüşecektir” der. İşte bu çıkarım bile bir yapıtın sürekli rastlantısal bir anlam dünyası oluşturacağını doğrular. Şiirin anlam uzayı ile okurda yarattığı çağrışım, okurun zihinsel durumuna bağımlıdır. Yapıt karşısında, okurun verdiği/vereceği tepki ile ulaşacağı anlam belirli bir çerçeve içinde düşünülemez. Rastlantısaldır. Şiir, anlamsal uzayına sınır ya da çerçeve çekilmesini kabul etmez. Örneğin bilinçli yapılmış iyi bir soyut tablo, anlam açısından oldukça geniş bir alana sahiptir. Böyle yapıtların, çağrışım saçağı yaratma özelliği vardır ve izleyicinin bilgi, bellek ve duyumsal gücüne göre saçaklanır. Bu nedenle şiirin, her okura göre farklı anlam ve görünüşe bürünmesi önemli bir özelliktir ve doğal bir sonuçtur. Şair, bu özelliklerin farkında olmalıdır ve bunları dikkate alarak şiirini kurgulamalıdır. Eleştirmen ise bu özellikleri dikkate alarak çözümlemeye yönelmelidir.

Sonuç olarak bu kuram; şiirle okur arasındaki ilişkiden doğan mutlak bir süreçtir ve çağdaş sanat anlayışındaki hareket olgusuna dayanır. Uygulanabilir, denenebilir, izlenebilir ve genellenebilir bir süreç olduğundan kuram niteliği taşımaktadır. Elbette kuram demek yeterli değildir. Araştırmaya incelenmeye ve denenmeye gereksinimi vardır. Dilerim sanat düşünürleri, akademisyen ve araştırmacılar; ele alıp incelerler ve sanatın insanla olan ilişkisine yeni bir boyut kazandırırlar.

Bu kuramın ortaya koyacağı değerler, sanatsal ve estetik değerin tespiti için daha nesnel veriler sağlar.     

 

 

 

 

Anlamın, anlatımı güçlendirdiği ve anlatımın da anlamı çoğalttığı dil sanatı şiirin ta kendisidir.

 

Üst Anlam Tabakası

 

Üst anlam, yapıttaki anlam bütünlüğünün doğurduğu hem duyusal hem de nesnel temel iletidir. Şiirin toplam iletileri ve ortaya koyduğu dünya algısı, üst anlam tabakasında belirir. Şöyle diyebiliriz; öz-içerik-biçimde var olan iletilerinden doğan ve eril bir havaya taşınan toplam sonuçtur. Yapıtın gerek görünüş gerek öz ve içeriği bakımından, her sanat izleyicisinin yapıt üzerinde duyumsadığı bir anlamsal tabaka vardır. Sanat bilgisine sahip her okur, yapıtla iletişime girer girmez anlamsal uzaya girecektir. Bu tabakayı, yapıtın anlamsal değerini bir çekirdekte toplayan öz gibi düşünebiliriz.

Üst anlam tabakası, sanatçının yaşamsal değerleri kavrayışı, kültür varlıkları ile olan ilişkisi, insan ve insan düşün sisteminin sentezi ve evren algısına bağlı olarak; öykü, resim, heykel, şiir gibi herhangi bir yapıt vasıtasıyla yansıttığı; okurun anlamlandırdığı; toplam nesnel, bilgisel ve duyusal sonuçtur. Başka bir deyişle şairin, şiirinden okunan genel dünya görüşü ve sentezlediği toplam sonuçtur. Üst anlam tabakası, ilk bakışta soyut bir kavram gibi durmaktadır. Ancak, çatının çatısı, bir kümenin üst kümesi ya da güneşin evrendeki işlevine benzer düşünmek gerekir. Yapıtın taşıdığı anlam, sanatçının katmış olduğu kültürel varlıklar değeri, çevredeki varlıkların taşıdığı ruh vs. gibi bir sürü etmen, genel bir düşünce ve anlamsal özü ortaya koyar. Şiirin ve sanatçının genel anlayışında doğan bu anlamsal tabaka, epey bir araştırma konusu olacak gibi görünmektedir.

Yapıtın, gerçek anlam tabakası ve rastlantısal anlam tabakasıyla; anlam genişlemesine, çoğalmasına, çeşitlemesine gidiyorsa veya ufuk genişlemesine uğruyorsa bundan, üst anlam tabakası da üstüne düşen artı değeri alacak demektir.

Konuyu biraz daha özelleştirelim. Şiirin bize önerdiği iletiler vardır. Bu iletilerin toplamından doğan sonucu yani şiirin nesnel ve duyumsal özetini üst anlam olarak söyleyebiliriz.  

Prof. Dr. Rıza Filizok, üst anlamı şöyle açıklar. “Üst anlamlılık, bir içerme ilişkisini anlatır. Alt kategorilere ayrılan bir üst kategorinin anlamlılığı, bir üst anlamlılıktır. Mesela, hayvan kelimesi, kedi, köpek, koyun, inek… kategorilerini içerir. Mesela çiçek gülün üst anlamlısıdır.” Bu açıklama nesnel sözcükler bazındadır. Ancak bizim üst anlamdan kastımız, bir şiirin ortaya koyduğu iletiler toplamı bazındadır. Durum böyle olunca, kapsam ve süreç değişmektedir. Anlam katmanını incelemeye başlarken bu katmanı, yapıtın bize sunduğu toplam iletiler bazında ele aldım. Bu yüzden anlambilim terimlerini temelde baz almış olsam da rastlantısal ve üst anlam tabakasında anlambilimin değinmediği alanları değerlendirdim.  

Bu açıklamadan hareketle, şiirin üst anlam tabakasını, anlamsal açıdan okura iletmeye çalıştığı öz olarak değerlendirebiliriz. Yani bir şairin ve şiirin, iletilerinin bizde yaratmaya çalıştığı sanatsal değerdir. Bunun yanında bizim aldığımız ileti ve çağrışımdan çıkardığımız estetik değer, yine şiirin bir ereğidir.

Örneğin gerçek anlam tabakasında okuduğunuz “Kilim” şiirinin üst anlam tabakasını açmaya çalışalım. Şiirin son birkaç dizesini yineleyerek anımsayalım.

(….)

Oysa şiir senin güzelliğin, anlıyoruz

Ne kirkit özgür ne desen olgun!

Bu kilim bizim kilim, albenili

İnce dilim, iri kıyım, noksan dokuyoruz.

 

 Üst anlam tabakası; şiirin bütününden duyulan, sezilen veya anlaşılan; toplam öz olmalıdır.  Bu anlam tabakasının, kısa ve öz bilginin yansıtılması üzerine kurulduğu düşünülmelidir. Kilim şiiri, insanın yaşamında her şeye alışabildiğini, acı çektiğini, haz duyduğunu, özellikle alışkılara boyun eğdiğini anlatmaktadır. Bunun yanında başat sistemler tarafından kullanıldığını, severek yaşamak ve yeni yaşamlar oluşturmaktan hiç vazgeçmediğini bunlara karşın insanın tam insan olabilmesi için önündeki engelleri aşamadığını, her zaman eksik kaldığını, özgün davrandığını düşünse bile yaşamını şekillendiren motiflere esir olduğunu anlatmaktadır. Şiirin bütünlüğünden doğan üst anlamı şöyle açıklayabiliriz. ‘Tüm bilgi birikimimizi kullansak da yaşam sevincimizi engelleyen, yaşamımızı bizim istencimiz dışında şekillendiren bir şeyler vardır. Buna neden olan şey de yaşamı eksik okumamızdır.’

Şiirin, sanatsallığını ve derinliğini doğuran etmenlerden biri üst anlam tabakasıdır. Şairin, şiiri niçin yazdığını, şiirin ereğinin ne olduğunu bize söyler. Bu konuyu anlaşılır kılmak için bir örnek daha yer verelim.

 

KUYU MU DERİN, ZİNCİR Mİ DAHA KISA ASLINDAN?

 

Tesadüfüm kendime bu rastlantı yerde

Bulunduğum makam göreceli

Kurcaladığım uzam tedirgin

Umudum güdümlü zihniyet terkisinde

Çıkıyorum içimden

Biçimimi boyuyorum koşut renge

Yıldızlar yolum üstü, güneşe küsüm

Ay cebimde bir tur daha

Yine yolum uğruyor kendime.

Püsküllü sözcükler topluyorum

Salıyorum her birini daha derine

Kuyu mu derin, zincir mi daha kısa aslından?

Varamadığım şehirler çoktan kalabalık

Niye ölmek bu kadar kimsesiz

Örtünüyorum yüzüme kar beyazlığını

Bir hesap bırakıyorum masada

Bedeli vicdan, ederi evrim

Sezim, görüm toplamım bu menzil

Darasıyla yüklüyorum yine neslime.

 

Loşluğa koşut gözümde güneş gözlüğüm

Tanığım bu sefilliğe, gün karanlığında

Her geçen kuzgun ateller gökyüzü kırığını

Bense asılıyım sığ bir tebessüm ekseninde

Ağardı ağaracak, oldu olacak derken sabah

Tanyeri bu yıl da bir kuzgun elinde sersem

Daha yıllar çok geniş, beklenmeli

Kraliçeyi indirene dek kendi güneyine.

                                                                                            Şubat 2016 Narlıdere/İZMİR

 

Şiirin tamamını okuduğumuz zaman, şiirin bel kemiğini oluşturan iki dize, “Kuyu mu derin, zincir mi daha kısa aslından” ve “Kraliçeyi indirene dek kendi güneyine” dizeleridir. Gerçek ve rastlantısal anlam tabakalarına girmeden üst anlam için kısa bir açıklama yapalım. Dünyaya gelişim rastlantı olmasına karşın kendim ile baş başayım. Sorularım hiç bitmiyor. Sorularımın üstesinden gelemiyorum ve yaşamı olması gerektiği gibi öngöremiyorum. Neslime noksan miras bırakıyorum ve onlara bedel ödetiyorum. Buna karşın herkes kendi çıkarında ve anlamı olmayan işler yapmaktadırlar. Ancak gerçek, aklın evrimleştiği ve kraliçenin asıl görevine (kraliçenin asıl görevi üreme ve birleştirmedir, yani “güney”den kasıt üreme bölgesidir ve bu özelliği nedeniyle etrafında toplanılan bir figürdür.) döndüğü zaman anlaşılacaktır.

Kısa bir anlam açıklamasından sonra üst anlam tabakasını özetleyelim: ‘Dünyayı kavramak için aklımızın evrimsel gelişimi tamamlanmamıştır. Büyük yanlışlar yapıyoruz ve neslimize kötü miras bırakıyoruz. Umudumuzdur ki zamanla dünyayı gerçek anlamıyla kavrayabileceğiz.’ 

Şiirin ağır ve felsefi olması, lirizmi derin düşüncelerde arıyor olması bugünün insanını, özellikle gençlerini; şiirden uzaklaştır. Bunun farkındayım. Çağdaş sanat anlayışı da bu yönde işler. Ne var ki kuşun kanadı, taşın sesi gibi benzetme, değinmece ve bağdaştırmalar ile anlam derinliği olmayan şiirler; bugünün yüksek zekâsını nasıl elde eder, duygularını nasıl harekete geçirir? En önemlisi de lirizmi nasıl oluşturur? Şiir, zamanın yıpratıcılığı altında ne kadar kalıcı olur?

Sanatsal yaklaşımlar, düşünürler ve şairler konuya nasıl bakarlarsa baksınlar, ben şiirde kalıcılığı, estetik ve şiirsel değer varlığını, yaşamsal ve vazgeçilemez ögelerin anlamsal, ağır ve felsefi olarak görünüşe taşınmasında buluyorum. Anlamsal derinliğin, okurdaki imgelem uzamını ve şiirdeki lirizmi daha seviyeli oluşturacağına inanıyorum. Şiiri geleceğe taşıyan değerleri de…

 

*****

Anlam katmanı, bir yapıtın ve bir şiirin başat katmanıdır. Çünkü insanın dürtüden bilince kadar olan zihinsel etkinliği, diğer bir söylemle algı, anlama ve düşünme edimi; nesnel ve soyut kavramlarla olan ilişkisini, anlam üzerinden kurar. Tersinden söylersek, sözcük, terim, kavram ve tümce ile metnin anlam bütünlüğü, karmaşık bir zihinsel süreci gerekli kılar. Dolayısıyla, algının, anlamanın ve düşünmenin, bunlarla birlikte duygunun ele geçirilmesi ve beğeni ya da haz dediğimiz estetik yaşantının doğurulması, anlamın üzerine giydirilen anlatım ve ses ile yapılmak zorundadır. Örneğin başat katman heykelde biçim görünse bile, başat katman yine anlamdır. Çünkü biçimin duyularla kurulan ilişkisi, yine anlam üzerinden olmak zorundadır.

Genel olarak bir şiirin anlam katmanı için şunu söyleyebiliriz. Şair, insan, yaşam ve evren ilişkilerini okuduğu kadar kendinde, çözdüğü kadar menzilde, sezdiği kadar yarındadır. Yani şair, anlam, anlatım ve ses değeri ile şiirin gücünü çoğaltabildiği ve insana yoğun duygu altında şiirin varlık katmanlarını duyumsatabildiği oranda büyüktür.

 

  

Şiir, sözde tutumluluğu, anlam ve çağrışımda cömertliği öngören bir tavrı gerekli kılar.

 

Anlatım Katmanı

 Tarihi ve kültürel birikimi yüksek dillerin anlatım olanakları sınırsızdır. Bu konu özellikle anlatıcının birikimiyle ilgili olsa bile, dilin sözcük kalabalığı ve anlatım kolaylığı da önemli oranda bunu etkiler. Türkçenin anlatım olanakları bilimsel olarak incelenmiş midir, bilmiyorum ama deyimden atasözüne, eğretilemeden ad aktarmasına kadar söz dağarıyla sınırsız anlatım evrenine açık olduğunu biliyoruz. Örneğin; Nâzım Hikmet, Cemal Süreya ve Bilge Karasu’yu okuduğunuz zaman, bu olanakların ne kadar sınırsız olduğunu, Türk dilinin sınırsızlığını keşfedecek yazınsal kişilikleri beklediğini söyleyebiliriz. Dilin kurallarını ne kadar iyi biliyor olsak da o dilin anlatım olanakları, yazınsal sanatın sınırsızlığı ve sonsuzluğunda gizlidir. Onu, saklı olduğu yerden yazar ya da bir ozan çıkarıp göz önüne koyabilir ancak. Mustafa Zeki Çıraklı “Anlatıbilim” kitabında şöyle der: “Büyük yazarlar zaten anlatısal niteliğe haiz öykülerin anlatılabilirlik derecesini yükseltmeyi başaran yazarlardır.”

Anlatım; bilgi, insan, nesne ve yaşam arasındaki ilişkisinin farklı okunması ile varoluşu sıra dışı biçimde görme sonucunda güzelleşir. İyi bir dil kullanımıyla anlatı, yazınsal ve sanatsal katmana taşınır. Ne yazık ki bugün toplum olarak -bir genelleme olmakla birlikte- kültür varlıkları, insan ve evren hakkında ham bilgi bütünlüğü açısından bu kadar donanımlı, bunca birikime sahip olmamıza karşın; bilginin kullanımı, yorumu ve açıklama (yazma) konusunda sıkıntı yaşadığımız bir gerçektir. Bu gerçeği görmek için, yayımlanan öykü, şiir ve roman sanatlarına bakalım. Bunlardan, bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az isim olduğu ve yorumlanmış bilgiye gerek duyulduğu açıkça görülebilmektedir. Bunu daha anlaşılır söylersek; felsefi temeli, artalan bilgisi sağlam ve sağlıklı dil ustalarına gereksinim hemen göze çarpar.

Şiir, öykü, roman vb. gibi dil sanatlarının; yalnızca iyi bir anlatım demek olmadığını, aynı zamanda dağarcığımızın ne kadar dolu olduğunu ve yaşamı tutuş şeklimizin bir göstergesi olduğunu belirtmeliyiz. Şiirde belirlediğimiz yedi katmanın her biri; kendi işlev ve etkinlikleri içinde değerlendirilir ve hepsinin birer birer kazandırmış olduğu nitelik, şiiri meydana getirir. 

Şiirde anlatım katmanını incelerken, dilbilimsel tekniklerin ayrıntılarına girmek niyetinde değilim; sapma, benzetme, değişmece vb. gibi… Bu kısımda, anlatımın gücünü artıracak yöntemsel yaklaşımı ve estetik kaygıyı sağlayacak olanaklarını ele alacağım. Nasıl sorusunun yanıtını siz okuyucularıma bırakmak istiyorum. Ayrıca bu incelemede neyi nasıl yaptığımızı değil, neyi ne için yapmamız gerektiğini ortaya koymaktır maksadım. Anlatıbilim diye bir disiplinin var; anlatımı, kendi terminolojisi ile inceler. Ancak Müller-Zettelman ve Manfred Jahn gibi anlatıbilimciler, şiiri anlatısal tür kapsamında ele almamaktadırlar. Yani şiirin dil kullanım özelliği ve katmanlarının birbiri ile olan dinamik ve göreceli ilişkisinden dolayı analiz edilemeyeceği görüşüne sahipler. Mustafa Zeki Çıraklı, “Anlatıbilim” kitabında şiirin de anlatısal özellik barındırdığını ve anlatıbilimle incelebileceğine sıcak yaklaşır. Ben de böyle düşünüyorum.

Şiirde dil kullanım teknikleri ile şiirsel anlatım evrenini biraz olsun kavramışsak şunu görürüz: Şiir dili; yansıtma, çağrıştırma, sezdirme, duyumsatma gibi örtük anlatım içerse bile bu, bir anlatım tekniğidir; anlatısal metin kapsamında ele alınmalıdır. İkincisi ise anlatıbilim; anlatımın kapsamını inceliyorsa eğer, şiir yazınsal metindir ve anlatıbilim terminolojisini bu yazınsal metinleri inceleyebilecek biçimde geliştirmelidir. Var olan bir şeyin incelenememesi gibi bir yargı öne sürülemez. Sonuçta şiir ve romanda kullanılan dil aynı dildir, dil kullanımı somut-soyut, nesnel-gerçekötesi de olsa düşünce ve anlatı evreninde nesnel var olandır. Dilbilimsel verilerin dışında bir konu değildir. Bu konuda çok ayrıntıya girmek istemiyorum, ancak şunu da belirtmeliyim: Şiir; anlatıbilim, göstergebilim, dilbilim ve anlambilimin kuramsal sınırlarına sığmayacak kadar kural kırıcı bir yazın türüdür. Anlatıbilim ise şiirde anlatımı inceleyebilecek esaslarını oluşturmak zorundadır. Bu yapılamaz bir şey değildir. 

Günlük dilin yazınsallaşması, doğal dili aşması, iletinin bağlamından koparak kendine yönelmesi gibi anlatım özellikleri, metinde estetik değeri ve şiirselliği doğurur. Şiirsel anlatım, okurun söz bilgisini ve söz kullanım olanaklarını güçlendirerek ilk yumuşak darbeyi vurur. Okur kendini aşan bir dilin içinde kaybolur ve şiirle ruhsal bir bütünleşemeye yönelir. Biz biliyoruz ki şiir, okuru sarsıntıya uğratacak bir anlatım, ses, aynı zamanda duyularını harekete geçirici bir anlam üzerine kurulabilir. Şiirsel dilde neyi söylediğiniz öncelikli değildir; neyi söylediğiniz göz ardı edilecek bir durum olmamakla birlikte nasıl söylediğiniz ön plandadır. Duygulanım için farkındalığı, etkiyi ve ivmeyi yaratacak olan; anlamın söyleniş biçimidir. Şiirsel dilde neyi söylediğimiz etkin değilse, nasıl söylediğimiz beklenen etkiyi ve estetik değeri doğuramaz. Bu nedenle neyi, nasıl söylediğimiz her zaman birbiri içindedir. Bunu, eş yüklü ve eş zamanlı bir süreç olarak ele almalıyız.

Nesnel gerçeklik ve gerçek ötesi dünyanın yorumu, olgu, olay ve öyküye yönelir ve bunlar, dille dışlaşabilir. Ses ve anlatımla; görünür, işitilir, duyulur, sezilir duruma dönüştürülebilir. Anlam ve ses katmanları, aynı zamanda anlatımı dilsel ve estetik bağlamda güçlendirme özelliğine sahiptir. Ayrıca anlatımın belirgin özelliği; anlamsal, zamansal ve uzamsal hiyerarşiyi kırabilir oluşudur. Bugün modernist ya da çağdaş anlatı dediğimiz ve üzerinde çok tartışılan sınırsız anlatı olanaklarıdır bu. Şiirsel anlatılarda; kuralsız anlam, uzam ve zamansal konumlandırma, sıra dizimsel ve süre dizimselliği yıkıcı dil yapısı; çağrışımı zenginleştirerek, düşünsel kıvraklığı sağlayarak ve aklın çeperlerini zorlayarak; sanatsal yaratıcılığa yönelir. Bugün çoğu yazar ve ozanlarımızın yaptığı gibi dili şekilsel olarak bozmak, tümcedeki sözcüklerin görev yerini değiştirmek ya da yazın kurallarını yok sayarak anlamsal devinimini elinden almak, değildir söylediğim. Söze; akıcılık, çarpıcılık ve derinlik kazandırmaktır.

Sözcüğü işlevinin dışında kullanma, yazım ve noktalama kurallarını yok sayma, yazar ve ozanlar arasında kabul gören moda bir yaklaşımdır. Ancak şair; nasıl bir anlatım, kullanım ya da yazım tarzı benimserse benimsesin; anlamın anlatımı, anlatımın da anlamı yücelttiğini; ortak dilin dışına taşmanın da bir ustalık gerektirdiğini, gözden kaçırmamalıdır. Dil ustalıkla kullanıldığında yücelir; bunun yanında her tür yazın biçimi anlatımın ayrıntılarını, sessel eylemler ve yazınsal simgeler ile açığa çıkarır. Okurla iletişime, kendine özgü ses ve yazım-noktalama kurallarıyla geçer. Örneğin, şiirde ses ve noktalamanın ne kadar önemli olduğunu, şiirin duygusal ve anlamsal deviniminin tamamen bu kuralların doğru ve uygulanmasıyla ortaya çıkacağını ses katmanında göreceğiz. Modernist anlatım biçimleri, elbette klasik anlatım biçimlerini aşan bir dil kullanım olanağıdır. Bu olanakları doğru kullanabilmenin sanatsal eğitim ve yetenek gerektirdiğini söylemeliyim. Kastım, noktalama ve yazım kurallarının bilinçsizce işlevsiz duruma dönüştürülmemesidir.

Anlatımı, diğer yazınsal sanatlara göre daha ayrıcalıklı ele almalıyız. Yazınsal metinlerde anlatımın akıcılığı, yalınlığı, çekiciliği ve anlaşılırlığı gibi özellikler yapıta daha güç ve renk verici niteliktir. Anlatım, şiiri şiir yapan, şiiri şiirden ayıran önemli bir katman olduğunu söylersek abartmış olmayız. Şiir ontik bir bütündür. Bu bütünlüğü oluşturan yapı taşlarından biri de anlatımdır. En önemlisi de anlatımın ne bir sınırı ne uzamı ne katı kuralı ne de disipliner matrisi vardır. Kişisel algı, anlama, düşünme, görme, sezme ve açıklama biçimine bağlı dilsel karmaşık bir olgudur. Ozanın işi de bu olguyu, sanatsal bir uzama taşımak ve ona sanatsal bir biçim vermektir.

Anlatım, anlam ve sesin üstüne giydirilmiş bir elbise gibidir. Şairler, evren ve insanın varoluş değerleriyle onun beklentilerine yönelik değerleri; çok iyi okumalılardır.  Bu okumadan sonra biçilecek elbise, ne kadar uyumlu ve çekici ise şiir, o kadar şiirdir; o kadar estetik değer taşıyor demektir. Dil sanatlarında anlatımın ayrı bir konumu vardır, çünkü anlatım aynı zamanda anlama ve diğer katmanlara yönelir. Dilin sınırsız kullanım olanakları, anlatım katmanı içinde kendini gösterir. Sanatsal ve şiirsel dil, çoğu zaman kuralları kırar ve kendine uygun umulmadık çıkış yolu bulur. Kalıcı, etkileyici, tasarımlayıcı bir anlatım dizgesi kurar. Bu dizge, olağan dilde var olan dizgeden farklı olmak zorunda değildir; iyi gözlem ve çözümlenmiş bilgiyi, zihni yönlendirici yansıtma becerisine sahip sıra dışı bir kullanım olması yeterlidir.

Yatay hareket, fizik biliminin inceleme konuları arasındadır. Bir topu elimize alıp fırlattığımızda, topun gidebileceği sayısız yön ve yörünge vardır. Ancak topu fırlattığımızda o bir yön ve tek bir yörüngeyi takip ederek gider. Top; uygulanan kuvvet, kuvvet yönü, yerçekimi, hava durumu, topun ağırlığı, sürtünme gibi bir yığın çarpan ve ölçüte göre hareket etmek zorundadır. Yani sayısız doğrultu ve yörünge olmasına karşın top, bir tanesini seçer. Şiirde anlatımı, topun hareketine, izlediği doğrultu ve yörüngeye benzetirim. Neden? Çünkü anlatım, şiiri yazan şairin bilgisi, sezgisi, dil kullanımı, evreni ve evrensel değerler ile insanı anlama ve bütün bunları algılama biçimine bağlıdır.

Dil sanatlarında, anlatımı iki ayrı sınıfta düşünmek gerekir. Birincisi anlaksal anlatım, diğeri ise duygusal anlatımdır. Anlaksal anlatım, gösterenle gösterilenin bir mantık bütünlüğü içinde doğrudan okuyucuya ve dinleyiciye aktarılmasıdır. Tutarlılık, bağdaşıklık ve metinler arası birliktelik gerektirir. Kullanılan tamlama ve sözcüklerin anlam alanları belirli sınırlar içerisindedir. Olay ve yargıların doğrudan somut ve algılanabilir açıklıkta bir mantığa veya sanal bir tasarıma dayanan anlatım olarak düşünebiliriz. Anlaksal anlatım, yalnızca bilimsel veya bilgi veren metinlerde değil, aynı zamanda yazınsal metinlerde de yer alır. Buradan şu sonuca varırız: Anlaksal anlatım ve duygusal anlatım, yazınsal metinlerde birlikte kullanılabilir. Kullanılmak zorundadır. Bilimsel metinlerde ise duygusal anlatımın kullanım alanı olmadığını düşünebiliriz; ne var ki bilimsel metinlerde bile duygusallığı ne kadar bertaraf edersek edelim, o mutlaka bir yerlere siner ve varlığını bir biçimde gösterir; çünkü duygusuz algı, anlama ve düşünme olmaz.

Duygusal anlatım ise, alıcının algı, anlama ve düşünme etkinliğini duyguyla destekleyen anlatım şeklidir. Duygunun ivme gücünü kullanarak en fazla etki yaratabildiğimiz anlatım biçimidir. Bunun yanında şiirde kullanılan tamlama ve sözcüklerin, anlam alanları oldukça geniştir ve duygu değerleri daha görecelidir. Özellikle sanatsal betiklerin tamamında, duygusal anlatım söz konusudur. Gülmek ve ağlamak bir duygu çıktısı olduğuna göre mizahın yöntemi duygusal anlatımı içerir; ancak yöntem ve yaklaşımı daha çarpıcıdır. Mizah, mantıksal çakışımlı alanın, yani anlamsal çelişkinin ustaca yaratılması ve duygusal yükselişin sağlanmasıdır. Gülme ve mizahın düşündürme eylemi duyusal bir eylemdir ve eylemi sağlayan da duygusal bir anlatımdır. En önemli sonucu ve getirisi, belirttiği eylem veya tasarımın, zihin etkinliğine darbe vurması, zihne yerleşmesi ve zihni olumlu yönde dönüştürme gücüne sahip olmasıdır. Bu ve buna benzer diğer özellikleri nedeniyle duygusal anlatım, yazınsal metinlerde anlaksal anlatıma göre tercih edilen bir yaklaşımdır. Şiirin elindeki en büyük koz duygudur. Bütün sanat alanlarının en büyük kozu, duygudur diyebiliriz. Bu nedenle şiirde duygu gücü, olabildiğince yoğun kullanılmalıdır. Dahası duygunun bütün varlıksal çıktılarını kullanmak, sanatın ve şiirin başat hedefi olmalıdır.

Şiirin elindeki en büyük koz duygu ise anlatımın güçlendirilmesi için duygu ve duygunun dildeki işlevini iyi tanımlamak gerekir. Elimizdeki kozun işlevini en iyi şekilde yerine getirmesi için ne yapmalıyız? Psikolojinin alanına giren bir konudur bu. Duygunun ve duyuların doğrusal hareketini engelleyen, yani algının doğrusallığını kırarak sıra dışı bir uyaranla okura seslenmek ilk akla gelen gereçtir. Asıl soru ve sorun da buradadır. Bu durum anlatımla nasıl sağlanacaktır? Sanırım sorunun yanıtı, ilk akla gelen gerecin içindedir. Anlatımda çarpıcılık ve sıra dışı uyarıcılık yaratmak için, dilin alışılmış kurallarını aşmak, doğal dili daha estetik söyleyişe taşımak ve kendi anlatım ereğine göre kural, sapma ve söz kaynaştırmalarını tam da yerinde oluşturmak gerekir. Bir anlamda uzam-zaman-anlam gibi kavramlar, mantıksal ve doğrusal düşünme dışına taşınmalıdır. Bu söylediğim, dili bilinçsizce kırmak veya parçalamak değildir; günümüzde çoğunlukla tanık olduğumuz gibi “Dam üstünde saksağan, vur beline kazmayı.” tekerlemesini anımsatmamalıdır. 

Neden şiirde duygu önemli bir kozdur, sorusunu açıklayalım. Şiirsel anlatımın ilk hedefi okur duygusunu ele geçirmek olmalıdır. Okurun duygularını hayranlığa taşıyan bir karakter taşımalıdır. Biz biliyoruz ki anlama; olumlu duyguya ve sevme duygusuna bağlıdır. Kıvama getirilmiş duygunun yönlendirdiği bilinç, her şeyi almak için hazırdır ve şiir gibi bir etkinlik karşısında savunmasız kalır. Salt şiir değil, bütün olaylar karşısında duygunun önemli bir rolü olduğunu biliyoruz. Şiirin naif ve etkileyici seslenişi ister istemez okuyanı veya dinleyeni kendine bağlayacak, şiirle iletişim istekli bir şekilde sürecektir.  Bununla kalmayıp sözlerin duygu değeri, daha yoğun algılanacak ve daha olumlu bir duygu durumu oluşacaktır. İşte şairin özellikle dikkat etmesi gereken konu, anlam, anlatım ve sesle okurun duygu durumunu hazırlamaktır.

Gündelik yaşamın gelgitleri içerisinde insanların duygulanım süreçlerini hızlandıran etkenler vardır. Her birey için yapılandırılmaya veya işlenmeye hazır tertemiz duyguların egemen olduğu dünyadır orası. Bu saf ve tertemiz kişisel duygu durumunun, sömürülmeye yatkın ve karşının isteklerine göre şekillendirilmeye açık yönleri de vardır. Sanat diye icra edilen, duyguları karamsar ve içinden çıkılamaz bir hiçliğe sürükleyen edimlere tanık olduk ve tanık oluyoruz. Müzikten sinemaya kadar uç örnekleri, hatta rencide edici örnekleri gözler önündedir. Ancak şiir gibi dil sanatının hedefi, duyguları sömürme, yapılandırma veya onu şekillendirme değildir; şiirin amacı estetik kaygıyı, estetik duyarlılığı, estetik yaşantıyı, estetik yargının gücünü arttırmak ve yaşam sevincini var kılmaktır. Sanatsal dünyanın kapılarında insanın “kendine karşı” ellerini güçlendirmektir. Bir başka söylemle, insandaki “yüce değerini” eylem alanında duyulur kılmaya çalışmak ve estetik tavır yaratarak sevme duygusunu güçlendirmektir.

Bir anlamda şiir, insanın duygu ile bilincini entelektüel havaya taşımak ve naif bir dünyanın ellerinden tutması için ona oyalı bir mendil uzatmaktır. İşte okurun o oyalı mendili alması ve naif dünyanın ellerini tutması; anlam, ses ve anlatım gibi fiziksel katmanların olanaklarıyla reddedilemez ortamın yaratılabilmesine bağlıdır. Bana öyle geliyor ki yazınsal sanatlarda ve özellikle şiir sanatında, reddedilemez ortamın oluşturulmasında en önemli etken anlam üzerine giydirilmiş anlatım katmanıdır. Bunu söylerken yazınsal sanatlarda, konunun, “tem”in veya izleğin önemi yoktur demiyorum; ancak anlamdan sonra başat etkinin, etkin işlevin anlatıma yöneldiğini belirtmek istiyorum. Anlatım, anlama yöneldiği gibi anlamın da kendi içinde vurucu duruma dönüşmesini sağlıyor.

Kant veya Hartmann’ın tanımladığı “yüce” kavramı ve bu kavramın duygusal değeri, şiirde anlatımın anlamı güçlendirdiği noktada ortaya çıkar, diye düşünüyorum. Yüce değeri, bir estetik değer olmakla birlikte, anlatımın gücü bizi aşan yani bizim duygularımızı ezen bir değer olarak görünür. “Duygularımızı ezen” derken, olabilirlik ölçülerinin ötesinde bir söyleyişin bizi hayranlığa taşıması anlamında düşünülmelidir. İşte bu olağanüstülük veya olabilirlik ölçülerinin dışında bir anlatımın anlama yönelmesi; hem yüce hem de estetik değeri ortaya koyması açısından önemlidir. Örneğin; (...) Laleli'den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız//Birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun (...)// Cemal Süreya’nın yalnızca şu iki dizesi, anlatımın anlamı nasıl güçlendirdiği, yüce ve estetik değerin açıkça duyulur kılındığı somut bir örnek olsa gerek.  

Şiirde etkin bir anlatım için; dil, bilgi, kültür varlıkları ile insanın içsel ve duygusal devinimini iyi kullanmak gerekir. Dil olanaklarını kullanarak, okuyanı ve dinleyeni daha zengin görüntü ve çağrışıma taşımak, duyarlılığı artırmak iyi bir anlatımla sağlanır. Diğer bir deyişle iyi bir anlatım, okuyan ve dinleyenin duygu, düşünce ve düş sınırlarının yırtılmasını sağlar.

Resim sanatında büyük amaca ulaşmanın yöntemi; renk, çizgi veya biçim olabilir. Dil sanatlarında büyük amaca ulaşmanın yöntemi, anlamın doğurduğu anlatım ve anlatımın doğurduğu anlamdır. Anlatım, şiirsel işlevin yerine getirilmesi ve şiirin sanatsal içerik kazanmasının temel çıkış noktasıdır, diyebiliriz. Bu nesnel yaklaşım, şiirin kabul edilmiş ve anlaklarda şimdilik değiştirilemez bir gerçeğidir.

Dil, düşünce sisteminin ürünü olmakla birlikte aynı zamanda düşün evrenini de oluşturan, aynı koşullarda her iki yöne genişleyen ve büyüyen geri dönüşümlü bir sistemdir. Dilin güzel kullanımı; çarpıcı, yaratıcı, şaşırtıcı ve yeni söyleyiş olmasıyla; doğa ve diğer bilimlerin kavramsal ve kuramsal bilgisine sahip olmakla; insan davranış dizgesine egemen olmakla; doğru orantılıdır. Yani, şiirsel anlatım; yaşamsal kurguyu ve olguları iyi okumak; fotoğrafı doğru kadraj ile uygun açıdan çekmekle olasıdır. Herkes şiir yazabilir; ancak bugün okunan ve tüketilen şiiri yazar. Gelecekte gündemden düşmeyecek, zihinlere yapışacak ve elden ele okunacak şiirleri yazmak; yaşam döngüsü ve kurulu elzem sistemleri, kuşaklar arası zihinsel evrim özelliklerini, gelecek kuşakların akıl etkinliği ve onların estetik algı biçimini; yeterince tanımakla olasıdır.

Dil sanatları içerisinde şiirin ayrı bir özelliği var ve bu özellik şiirin bel kemiğini oluşturur. Şiir dışındaki öykü, roman, masal gibi metinler, konu ve anlam üzerinden anlatıma yönelir. Şiir ise anlamdan anlatıma giderken diğer taraftan da anlatım üzerinden anlama yönelir. Yani anlatım anlama, anlam da anlatıma katkı sağlar. Başka bir şekilde söylersek diğer metinlerde, anlamın duygu değeri üzerinden yola çıkılır. Şiirde anlatımın duygu değeri daha belirginleşir ve şiire renkli elbise anlatım sayesinde giydirilir. Şiirin estetik değeri, öncelikle anlatım üzerinden çıkış alır; sonra bütün katmanlara belirli ağırlıkta yaslanır. Güzel söz söyleme sanatı söylemi, güzel anlatım demek değil midir? Sonuç olarak, “Anlatımdan anlama yönelmek, şiire özgü ayırıcı bir özelliktir.” önermesini ileri sürebiliriz. Dil sanatlarında, hangi türü olursa olsun, anlam üzerine oturmadan, bir şiir, bir öykü kısacası bir metin oluşturmak olası değildir, demiştim. Bu savımda ısrarcıyım. Anlatım, anlam veya anlamlar bütününe (konuya) yaslanmak zorundadır.

Aşağıda okuyacağınız şiir, estetik söyleyiş ve çoğu dilsel inceliklere dikkat edilmeden yazılmıştır. Tarihsel bilgi ve güncel durum bilgisi, ön plana çıkarılmıştır. Şiiri; anlatım özelliklerine dikkat ederek sabırla okumalısınız. Anlamın anlatıma, anlatımın da anlama yöneldiğini görebilirsiniz.

 

 

İZMİR DESTANI


Saat Kulesi kadrajda, güvercin kalçasında mavi dil

Şehir hatları vapuru martılar taşır Karşıyaka'dan

Gevrekler duvaklanır zengin yele karşı, yolcular mutedil.

Mahzun bir mahmuz Konak Piyer, sokulur körfeze

Tahta köprüde adıbelli kalabalık, alışkılı çok kişi

Tülsü bakışını, Gediz gibi insan akışını görüyorum.

Belediye Meclisinde üçgen boyoz, çekilir beş taraftan

Suratı kel Bayraklı camlı korkuluk takas eder Konak'tan

Apış arasında kelaynaklar, taşır cam sürahide nefesini

Sevilir mi kurşun, kurşun olalı, ilk kurşunu ne çok seviyorum.

 

Karıncalar yol bellemiş ardışık yolakları, görüyorum

Kancasında kış azığı, umut yüklenir Kemeraltı'ndan

Havra sokağına on beşinci asır düşüp uyumuş

Kestane alır mı hala Faustina, kestane pazarından.

Namazgâhta lodos sarhoşluğu, imbata inat

Bir kahve içimi nostalji geçer Kızlarağası hanından

Agorayı elinden tutup Smyrna'ya götürüyorum.

Kumru yüklü vapur aksırığı vuruyorsa varyanttan

Pagos tepesini öpmeden geçer mi hiç göçmen kuşlar

Basmane’de at binmiş midir İkinci Murat, zaman küheylan.

 

Limana transatlantik yanaştı bu sabah, sancaktan

Kıbrıs Şehitlerine karanfil bırakacak, sepeti gül kokulu

Köstekli saatime bir Kordon alıyorum, kalkıp bakıyorum

Neler, kimler üşüşüyor yakama, Cumhuriyet bulvarından

Karnaval havası taşır mı ceplerinde bu akşam Kültür Park

Sebatay Sevi Sinagogu'nda çiğdem satan çocukları seviyorum.

Hiç köstekli saate kordon takılır mı deme bakışını değiştir

Bu hava, dekor, deniz, kordon, güzellik, dönüşüyor be insan.

 

Narlıdere nar bahçelerini betonladı mı, bulamıyorum

Göztepe gözcüsünü vurmuş, şimdi yatıyor körfezde

Hatay'da üç yol, üç yoldan ikisi çıkmaz sokak, biri iyi

Durdum meydanda, Fahrettin Altay'ı vuruyorum zeminden

İncir altı dişiliğini kucaklamış belediye koridorlarında

Camcı kahraman çelik suratlı, şerit rozet beratı masmavi

Akıl işte, hiç maviden gökyüzüne korkuluk dikilir mi?

Çöller sökün ediyor İnciraltı, ölüme ödül veriyorum.

 

Neden göremez Bostanlı vapuru Güzelbahçe'yi, fenersiz mi?

Balçova, Bornova, Altınova Smyrna'dan mı aldı taze dişiliğini

Meryem ana ayak basmış mıdır Agoraya İzmir izmir değilken

Büyük sırrını açmış mıdır Meryem Efes'e, elleri koynunda

Çıkabilirsen çık, ne dik, körfezi takas etsek teleferikten

Gerisi hükümet gibi, ne mümkün geçmek; düşünüyorum.

Termal içiyor İsveçli Nina, şifa sağıyor memelerinden

Sahil Evleri, İnciraltı, Ilıcası, Dalyanı, Bahçelerarası, dahası

Makyajında yazı kışı, enginarı, domatı, narı, ne yok ne varı

En çok da dişiliği uyanıyor çeyizime, üretken ellerinden

 

Ahtımı ödünç alıyorum Sasalı’dan, ucu flamingo pembesi

Kabzımal ile oturdum Mavişehir'de mezar taşı yontuyorum.

Foça Karaburun'a kesik, testimde aşk taşıyorum Çeşme'den

Caka beyi, Cüneyti, Börklücesi merhem sürerken körfeze

Efes'in tenini okşamadan uysallaşır mı İzmir, iyi biliyorum.

 

Gediz'i yatağından taşımak güzel bir şey, bir şey olmasına

Yakışık alır mı çocuklara, Belkahve'den bir tarih almadan

İkinci Murat şerefine kahve içti mi Asansör'de O koca dev

Yorgo Seferis'i akşam yoklamasında ıstakama yok yazıyorum

Güngörmüş zeytin dalına, ışıkla söz çiziyorum Urla'da

Yakamozu Çeşmealtı'nda Yörük Efenin mavzeriyle vuruyorum

Direniştir Athena'ya, yevmiyelik ödünç alıyorum düşlerini

İzmir değil; yaşamalar gövdesi körfezde büyüsün istiyorum.

 

Şu bizim çocuklar, akademisyenler, okumuşlar, çılgınlar

Dokuz Eylül’ü, Egesi, Kâtip Çelebisi, diğerleri diğerleri

Menzile birkaç fırça dokunsalar, talaşlı atölyelerinden

Dokunsalar şu esere, okşasalar Smyrna'nın gözlerini ellerini

Koyların sarışın efelerine, sürseler sürseler sert gülüşlerini

Gevreğe, boyoza, çiğdeme yükleseler düş yüklerini

Sağsalar körfezin memelerini, börülce, şevketi bostan

Kumruma katık yapıp uçardım, kumruyu iyi ki seviyorum.

 

Mizansendir İzmir'de zaman, imbat, güneş, tarih ve dekor

Özgürlük emzirir tanrıçalar, Ege'de giyindirir düşlerini

Kan dolaşımın sıkıntılı İzmir, yüzün yaralı, biraz da kirli belli

Değmediğinden menzili ırak insan eli, ya da Artemis'in elleri

Her güzelliğin insanla, tam insanla şen olduğunu biliyorum.

 

Kiraz sapında kınından sıyrılmış mavi bir Kemalpaşa

Tireden Sipil’e doğru ağan hüzün yıldızında düşlenir

Kuyruk sokumuna dizili taşları Heykel okullu Bergama

Pergamon kütüphanesindeyim, iyi ki okumayı biliyorum.

Elleri agoraya asılı Körfezde iki yakalı yanık sevda 

İki yakandadır özlemlerim, Bayraklı’da gevrek yiyorum.

Ola ki Sığacık’ta düşlem, Azmak’a düşen bir ak Sakız

Her günüme haber saldığımda bir mahrem oluyorum.

 

Kaba gürültü, en ıssız sessizliğidir yaratıcılığın bu kıyıda

Açımı değiştirmeye gidiyorum, Kadifekale sırasını beklesin

Daha önce vardı Meryem, Artemis'de daha önce vardı bu sayıda

Deltaları açtım anakaralara, beşiğimde dört kültür kertmesi

Yerkürenin ayak seslerini, aşkın doğduğu yerde bekliyorum.

Her güzelliğin insanla, tam insanla şen olduğunu biliyorum.

                                         Temmuz 2015 Narlıdere/İZMİR

Seslendirme linki: https:/youtu.be/rlSMU_a2TKQ  

 

İzmir Destanı’nda, şiirselliği sağlamak için zamansal ve mekânsal çelişkilere yer verilmiştir. Anlam, anlatım ve ses katmanı; birbirini üreten ve yücelten bir biçimde kullanılmaya çalışılmıştır. Sapma, alışılmamış bağdaştırma, benzetme gibi söz sanatlarıyla; çağrışım, tarihsel bilgi ve düş gücü harekete geçirilmeye çalışılmıştır. Tarihsel ve güncel konulardan imge yaratılması da dâhil, şiir dilinin tüm tekniklerinden ve kural kırıcılık özelliğinden yararlanılmıştır. İzmir gibi bir kentin tarihsel, güncel ve geleceğini kapsayan anlam örgüsüyle, yakın ve uzak çağrışım gereçleri kullanılmıştır. Özellikle tarihsel olaylar, belleklerde yer etmiş tarihi isimler ve yer-zaman-olay çelişkisiyle okurda çağrışım saçağı güçlendirilmeye çalışılmıştır. Bunun yanında şiirin düzyazı şiir tekniğine de yakın durduğunu söyleyebiliriz. Şiirin her dizesi nesnel bilgi ve bilginin çağrıştırdığı yaşanmış ve geleceği öngören olaylar örgüsünü kurguluyor. Bu tür anlatımı, nasıl isimlendirmek gerekir, tartışılır. İlk aklıma gelen isim, ‘destansı anlatım’ oldu. Sonuç olarak anlatımın sınırsızlığı, şiir sanatı için çok büyük bir olanaktır. Şiir şöyle olmaz, şiir böyle yazılmaz benzeri yaklaşımlar; öğrenilmiş olanla yaşamaya alışık olmanın sonucudur. Şiire, sınır ve çerçeve çekilemez. Şiirde; anlatım dili kırar, kural tanımaz, mantığı yıkar, çelişkilere yüklenir, zaman ve mekândan bağımsızlığa yönelir. Ayrıca şiirde anlatım, düşüncenin niteliği ve itkisine göre biçim alır.

Burada ‘eksiltili anlatım’dan söz etmek gerekir. Bu, önemli bir şiir tekniğidir. Şiirin kısa ve en az sözle çok şey anlatma isteği bilinen bir özelliğidir. Şair, okuru çoğul bir anlama yöneltmek, çağrışım yelpazesini daha geniş tutmak, şiiri daha etkili kılmak ve şiiri daha yalın tutmak maksadıyla, dizelerde eksiltili anlatıma başvurabilir. Eksiltili anlatım, şiir çözümleme ve eleştiride gerekli olacak bir bilgidir. Bir dizenin, sesin, sözcüğün ya da tümcenin; eksik bırakılması onun bütün bir dize ve tümce olmadığı anlamına gelmez. Bana göre eksiltili anlatımın ilk amacı, şiiri yalın tutmaktan ziyade okuru, eksik kalan yerleri tamamlatarak çoğul anlam ve çağrışıma yöneltmek, rastlantısal anlam ve rastlantısal imgelem zenginliği doğurmaktır. Okuru şiire katılmaya zorlamaktır. Beynin çalışma sistemi, eksik bırakılan yeri, anlamı, sesi, görüntüyü bir bütün olarak görmeye yönelir ve eksik parçayı algısal olarak tamamlar. Dizede var olanla belleğindeki bilgileri kullanarak, en kısa yoldan anlam, imge ve imgeleme ulaşır. Bu, insan beyninin önemli bir özelliğidir. Şairin ses, sözcük, anlam veya söz grubunu şiirde eksik bırakarak okurun bulmasını istemesi; Geştalt etkisi kuramına dayandırılır. Geştalt psikoloğu Kurt Koffka’nın bu konudaki kuramı şu şekildedir: “Bütün, kendisini oluşturan parçaların bir araya gelmesinden daha fazlasıdır. (...) Bütün, bağımsız bir varoluşa sahiptir.” Koffka’nın söylemini daha açık söylersek Geştalt etkisi diye bilinen bu yöntem; beynimizin, özellikle basit ve bağlantısız ögeleri görsel olarak bir araya getirerek tanıdık ve bütün figürler çıkarma yeteneğidir.

Dizede eksik bırakılan; söz, anlam ve çağrışım alanları; beynimizin çalışma özelliği gereği, Geştalt etkisiyle bir bütüne kavuşturulur ve anlamlandırılır. Ancak burada oluşan bütünlük, anlam ve çağrışım saçağı, okurun bilinçaltı, zihni ve belleğinin gücü ile doğru orantılıdır. Şunu biliyoruz, her metnin anlamı, okurun anlamlandırabildiği oranda anlamlıdır. Özet olarak eksiltili anlatım, şiirin kendisini geleceğe taşımasında önemli bir yöntemdir. Eksiltili anlatımda şairin yapmak istediği ile okurun anlamlandırması aynı şey olmayabilir; bu da okuru çoğul çağrışıma taşımak için şiirde istenen bir durumdur. Sözel ve anlamsal olarak şiirde eksiklikler bırakmak, şiirde yalınlık yaratmak, okurun katılımını sağlamak; okuru çağrışım ve çokanlamlılığa yöneltme amacı taşır.

Şiir diline “yapay bir dil” denir. Ozan, şiir dilini kurmak için “Ortak dili değiştirir.” diye söylenir. Bu iki söyleme biraz ayrıntılı baktığımız zaman, durum öyle görünmüyor. Açık söylemek gerekirse ben okuduğum hiçbir şiirde, dilin yapaylığına ya da değiştirilmiş olduğuna tanık olmadım. Hemen itiraz etmeyin!

Şair, ortak dili değişime ya da yapaylığa uğratmıyor; aklı ve bilgisi oranında dilin kullanım güzelliğini, derinliğini açığa çıkarıyor. Şairin yaptığı, daha güçlü algı yaratmak, daha derin anlam ve çağrışım yaratmak, coşum gücünü artırmak ve estetik değer yaratmak maksadıyla ortak dilin sessel, anlamsal ve anlatımsal olanaklarını daha etkin kullanıyor olmasıdır. Başka bir söyleyişle şairin yaptığı şey, ortak dili şiirselleştirmektir. Şiir, dilin düş ve tasarım olanaklarını süsleyerek ortaya koyduğu en iyi anlatım biçimidir. Yani güzel anlatım şiirsel anlatımdır. İşte bunu “şiir dili” diye isimlendirebiliriz; ancak bunun anlamı, dilin en uç, en güzel ve algı uyarıcı anlatımından ve kullanımından başka bir şey değildir.  

Şairin dili güzelleştiriyor olması, zihin ve düş gücünün tasarımsal yeteneğini sınırsız anlatım olanaklarıyla açıklıyor olması ne yapay bir dil kurmak ne de dili değiştirmektir. İşte bu nedenlerle, şiir diline yapay dil demek yerine şiir dilinin anlatım gücünden, ortak dili değiştirmek yerine anlam ve anlatımı güzelleştirmekten söz edebiliriz.

Kısaca söylemek gerekirse şiir dili, okurun kendine yönelmesini ve haz almasını sağlamak için ortak iletişim dili ile iletişim zincirinin en güzel kullanımıdır. Şairin işi, zihnimizde ayırdına varamadığımız insan, nesne ve doğa ilişkilerindeki gizemi dil görünümünde ortaya koymak değil midir?

İşte bu nedenle şiir dili dediğimde, doğal dilden farklı bir dil kastetmediğimi söylemek isterim. Şiir dili, sevimli ve disiplinsiz davranışlarıyla kuralları kıran, her kırdığı kuralın gerisinden yeni bir yargı, yeni bir düşünce ve estetik değer üreten dildir. Yani şiir dili; imgelemin nesnelleştirilmiş bir biçimini ortaya koyarken aynı zamanda; ezgisel, anlamsal, çağrışımsal yeni kavramlara ışık tuttuğunu, bunu yaparken de estetik değer ürettiğini söylüyorum. Örneğin alışılmamış bağdaştırma veya yeni söylem kalıplarıyla, dilin anlatım ve çağrışım gücünü artırırken aynı zamanda sanatsal yaratıcılığın doğumuna tanık olduğumuzu söyleyebiliriz.    

Soyut anlatım, şiir, resim ve heykel gibi sanatlarda daha çok başvurulan bir tekniktir. Dünya ve yaşam algımız, soyut ve somut gerçeklikler üzerinde kuruludur; en azından biz öyle biliyoruz. Anlam, belli bir temele oturmadığı sürece; imge, coşum, çağrışım, görüntü gibi özelliklerini istediğimiz gibi sağlayamıyoruz. Şiirdeki ezgi bile anlam üzerine oturmak zorundadır. Soyut anlatım, bütün metinlerde biraz vardır; olmalıdır, olmak zorundadır. Görme, duyma ve zihinsel etkinlik, düşüncede soyut ve somut tasarımların karşılık geldiği kavram, terim ve gösterenler ilişkisine bağlıdır. Bu gösterenler, zihinsel veya nesnel olsa bile birbirini destekler ve bütünler. Salt soyut tasarımlar üzerine kurulu şiirsel dil, isteğini okura anlatamaz. Şiirin duyguları linç edecek kadar açık olmasında ve okurun düş evrenine ulaşacak nitelikte olmasında yarar vardır. Yani şiirin anlamsal, çağrışımsal, sessel ve coşumsal işlevini yerine getirebilmesi için; insan anlağına saplanan, duygusal evrenine çomak sokan; olgular düzleminde olmalıdır. En mantıklı olarak gördüğüm kuramlardan T.S. Eliot’ın "nesnel bağlılaşık kuramı", şiir metnindeki bağdaşıklık ve tutarlılık düşüncesiyle örtüşen bir yaklaşımdır. Her ne olursa olsun bir şiir metni, tek dize bile olsa, öncelikle anlamsal bütünlüğe sahip olmalıdır. Anlamsal bütünlüğü sağlayan şiir metni, ister istemez kendi içinde tutarlılık gibi metinde aranan dilbilimsel özellikleri sağlamış olur. 

Sonuç olarak şiir dili, zaten kendine özgü bir anlatımdır; dil evrenini soyutlamak zihinde tasarlanmış olanları bir anlam çerçevesine koyabilmektir. Sözcüklerin ve söz kaynaşmalarının doğurduğu anlamsal alanlar, oldukça geniştir ve algılanması beynin tasarım gücüne bağlıdır. Okur tarafından algılanabilir ve anlaşılabilir şekilde yazılan her şiir, ister somut ister soyut olsun, anlatımı başarılıysa diyecek sözümüz yoktur. Açık söylemek gerekirse şiir ve sanat; okurun okumaya, görmeye, bakmaya değer bulduğu kadar değerlidir; toplam akıl ne estetik algıda ne de estetik değer yargısında yanılır. Şiir yazmak, hiçbir sınır ve kurala tabi değildir, duygular ve aklın kuralsızlığı gibi. Maksadım, soyut kavramların nesne ile bütünleştirilmeden ya da anlaklarda tasarımı tamamlanmış olmadan, algılanması ve anlaşılmasının güç olduğunu anlatabilmektir.  

Yenilikçi şiirden söz edilir çoğu yerde. Bu söylemin, altının dolu olmadığını düşünüyorum. Bu soruyu tersten soralım; Yunus’un Hayyam’ın, Fikret’in, Uyar’ın ve Süreya’nın şiirleri şimdi eski midir? Yeni şiir çabaları arasında bildiriler, manifestolar dolaşıyor ortalarda. Sonuç olarak, yazınsal bazı teknikler dışında bunların içeriğinde kuramsal tespit ve paradigma değişimine gidilecek bir yaklaşım görünmüyor. Şiir; yerleşik beğeniye, alışılmış, kalıplaşmış söz öbeklerine karşı elbette kendini yenilemelidir; ancak kendini yenilerken var olanı reddetmek yerine, gelenekle geleceği kaynaştırmak, onu çağdaş bir biçimde dönüştürmek zorundadır. Ne yıkmakla bir sonuca varılabilir ne de geleneğe bağlı kalarak yeni şiir üretilebilir. Deneyimler gösteriyor ki yenilik, bilginin bilgiyi üretmesiyle, bilginin anlamı, anlamın anlamı genişletmesiyle olasıdır. Salt şiirde değil, gerçekte her olay ve olguda bu ilke geçerlidir. 

Amaç; yeni, insanı kavrayan, yeni bir dünya, sevgi ve özgürlük öneren şiiri yazabilmektir. Alışılmamış tasarım, alışılmamış biçim, farklı anlatım gibi teknikler ile yazılan yenilikçi şiiri. Yeni şiirden kasıt, şiirin öz, içerik, biçim ve biçem olarak farklı ve daha önce denenmemiş özellikler taşımasıdır. Öyle sanıyorum ki, yeni şiir için bunlar da yetmez; yeni bir gelecek görüşüne, yeni bir dünya tasarımına gerek olduğunu da eklemeliyiz. Herhangi bir öğretinin, sistemin ve dinin düşünsel bağımlısı olmuş; yüzyıl önce ortaya atılmış kuramları bugünkü okura kabul ettirmeye çalışan; kendi düşünsel devrimini yapamamış; yeni kuşakların düşünsel dünyasının çok gerisinde kalmış önyargı sahibi kişiler; yenilik getirmek yerine şiire sınırlama getirirler. Biçimi, biçemi ne olursa olsun yeni şiir, şaşırtıcı içerik, geleceği kucaklayan, tasarlanması güç dil kullanımı içeren, okuyan dinleyenin en saplantılı yerine yumruk atan ve zincirleme etki oluşturarak güzellik algısını büyüleyen şiirdir. Bu tanımlamaları yaparken, ipe sapa gelmez, bir mantık dizgesine oturmayan, şiir diye benzetme ve imge kalabalığına soyunan, öğreti ve inançların emrine uyan bir yapıdan söz etmiyorum. Şiir, yeni şiir olmak için önce insanı insan olduğu için öncelemeli, sonra duygusunu, arkasından zihin ve akıl dengesini sarsmalıdır. Gelecek yıllara yaygın bir içerik taşımalı, duyguları ve aklı gasp etmelidir.

Şiir, konuşan bir gökyüzüdür; masmavi, apaçık ve sınırsız. Bu maviliğe, bu sınırsızlığa çorap örmek ya da şapka giydirmeye çalışmak akıl işi değildir. Şiirde yazın kurallarına karşı önyargılı davranmak, dizelere kendi başına buyruk söz dizisi muamelesi yapmak, bir anlamda şiirin anlatım düzenini elinden almak demektir. Şiir, yalnızca ne anlamdır ne anlatımdır ne de ezgidir. Şiir, anlam ve ezgi olduğu kadar, anlatım, duygu, hareket ve dengedir. Yani şiir, şiir gibidir. Şiirde belirttiğim yedi katman birbiri ile uyumlu ve dengeli olmazsa, şiir niteliğinden kayba uğramaya başlar. Şiirde anlatımın sınırı ve bağlayıcılığı yoktur; iletişim dilinin izin verdiği ve anlaşılma eşiğini aşmadığı sürece her tür anlatım geçerlidir; Özne ve eylemi bağlamından sökse bile. Anlatımda ilk koşul, okurla iletişimi duyguyu sarsıcı biçimde gerçekleştirebilmektir; anlaşılır ve etkili olmaktır.

Şairler, yazdıkları şiiri sesli okuyarak şiirde ses düzeni ve anlatımın güçlü olup olmadığını belirlemeye çalışırlar. Ben de öyle yapıyorum. Anlamını, noktasını, virgülünü, tonlaması ve ezgisini dikkate alarak sesli okuyorum; dilsel ve sessel zayıflıkları gidermeye çalışıyorum. Anlatım, çoğu zaman günlük dile yaslanmak zorundadır. Şiiri sesli okurken dil alışkanlığının refleks olarak bulduğu sözcük, ses ve söz dizimi, ozanın doğallıktan şiirselliğe giden o damarı bulmasına yardımcı olabilir.

Şiir, asimetrik düşünmeyi, dil ve düşünceyi kuralsız deşmeyi sever. Çılgın düşler, aksi çıkarımlar, duygu patlamaları ve karşıtlık; şiirin besin kaynağıdır. Bunların yanında, şiir hem anlatımda hem de anlamda acemi ve usta şairlerin çok sık başvurduğu bir şeyi sevmez. Belirteceğim bu konu, belki de çağdaş sanatın belkemiğini oluşturan bir yaklaşımdır veya olmalıdır. Daha doğrusu ben öyle düşünüyorum; tespitim doğru ya da yanlıştır, tartışmaya açıktır. Hiçbir sanatçı ve yapıt, düşüncesini (inancını, öğretisini) alıcısına öğretme ve kabul ettirme bencilliğinde bulunmamalıdır. Net söylersek sanatçı, kendi düşüncesini okura dayatan tavır duyumsatmamalıdır. Şair, olanı ve öngörebildiği olabilecek tasarımlara, sanatsal özellik giydirerek olduğu gibi yansıtmak dışında bir tutum sezdirmemelidir. Bulunursa, insan psikolojisi, özgürlük ve benlik algısı gereği, okur o betiği reddeder ya da aidiyet duygusuna uygunsa sahiplenir. O yapıt, estetik değer taşıdığı için değil, izleyicinin aidiyet sınırına girdiği için alkış almıştır. Aidiyet duygusu, güzeli güzel olduğu için değil; aidiyetine uygun olduğu için güzel yargısına götürür. Aidiyet duygusu sıkıntılı bir duygudur; tıpkı ateş gibidir, iyi yönetilmez ise cinayet ve şiddeti bile olağan karşılayan güruhlar doğurur.

Şair kendi doğrularını; okura öğretme ve dayatmaya çalışırsa estetik değer yaratmanın tersine okurda istemeden karşıtlık doğurur. Diğer taraftan, taraf olmanın getirdiği tutum ve algı değiştirmeye yönelik yaklaşım, şaire ve şiire olan ilginin zedelenmesine neden olur. Oysa şair, üst anlam olarak belirttiğimiz tabakada, kendine özgü dünya algısını zaten yansıtmış olacaktır. Geçtiğimiz çağda tanık olduğumuz gibi propagandist ve militanlaştırılmış şiir yaklaşımı, övünç ve gurur kaynağı olagelmiştir. Doğru mudur? Yirminci yüzyıl mantığına göre doğrudur hatta olmaz ise olmazdır. Günümüz sanat anlayışı ve genç kuşağın yaklaşımı, bu tür anlayışı ötelemektedir. Sanatın maksadı ve işlevi, duygu olumlama ve duyarlılığı güçlendirmedir. Oscar Wilde’ın “... Başkalarını eğitmekle uğraşmaktan, kendini eğitme fırsatı bulamamış insanlar” diyerek özetlediği sanatçı ve şair tipi, ne yazıktır ki güncelliğini korumaktadır. 

Sanat evrenseldir. Tarihsel, dinsel ve öğreti kabullerinin getirdiği düşünsel sabitlik, sanatçı ve şairin elini kolunu bağlamamalıdır. Sanatta ve şiirde ayrışma, diktelere göre hareket, şiirin göğüne kısa vadede şapka giydirir, uzun vadede ise şiiri nefessiz bırakır. Bu şekilde olursa ayrıştırılmış bir sanat/şiir anlayışına doğru gidilir ki günümüzde yaşanan karmaşada olduğu gibi herkes kendini ayrı bir Hitler kampında en yüce sanat adamı olarak bulur. Yeni bir dünya kurmanın temeli, öğretilerde ya da inançlarda olduğu varsayımına çıkılır ki yaşanan odur, kaos bir sanatsal dünya yaratmaktan başka bir sonuca gidilemez. Sanatın ve şiirin hedefi; duygu, bilinç ve akla katkı yapmaktır. Sistemi, olumlu duygunun itici gücüyle akıl kurar ya da bozar. İnsana yaraşır yenidünyayı, bilimsel bilgiye sahip, sevgi donanımlı ve sanata yatkın akıl kurabilir. Sanatı ise çağdaş bilgiyle donanımlı akıl evrensel değerlere taşıyabilir.

Anlatım, okura kendini yüksek sesle gösterecek, satır gerilerini sezdirmeye çalışacak, şaşkınlıktan hayranlığa giden bir duygu durumunu yaratacak, okurun imgelem olanaklarını tartaklayacak, duygularını ezecek ve zihinsel etkinliğini sarsacak biçimde kurgulanmalıdır.

Anlatımın dilsel ve teknik yönü dışında, şiir dilinin de anlatıma katkısı vardır. Şiir dili; imge, alışılmamış bağdaştırma, deyim aktarma, sapma, değişmece vb. gibi şiirsel anlatım araçlarına sahiptir. Bir anlamda şiir, anlatımı bu araçlar ile güçlendirir, anlatımı anlama, anlamı çağrışıma, çağrışımı coşuma yükleyerek çığ gibi şiirselliğe evrilir. Burada önemli bir nokta vardır. Şiirin dilsel araçları (bağdaştırma, sapma gibi), hem dil kullanımını hem de yaratıcılık yeteneğini güçlendir kanısındayım.  

Alışılmamış bağdaştırmalar, sapmalar, değişmeceler ve imge kurgusu; anlatıma güç katan, yeni anlam alanları kuran, insanda bakış ve düşün açısını değiştiren, mantığına yumruk atan, şiir diline estetik değer katan; dilsel özelliklerdir. Bir bakıma, şiir dilinin en önemli göstergeleri arasında olduğunu söyleyebiliriz. Şöyle ki şiirin, şiir olma özelliklerinin büyük kısmını sırtında taşıyan katman anlatım katmanıdır. Zaten şiirin eskiden beri bilinen diğer bir tanımı da güzel söz söyleme sanatıdır. Yani anlam ve ses gibi, anlatım da şiirin, şiir olması için önemli bir olanak sağlar. Anlam, çağrışım, coşum ve sesin, arzu edilen düzeyde oluşturulması anlatımla doğrudan ilişkilidir.

İmge, okurun zihninde zincirleme çağrışım yaratarak coşumu doğuran ve bir üst anlam tabakasına yönelen görüntüselliktir. Soyut veya nesnel gerçekliklerden yola çıkar, görüntüyü oluşturur, bellekte var olan veya âtıl durumda bulunan izleri harekete geçirir. Anlatımda imgelemi sağlayan ve imgeyi doğuran söz sanatları; ses, anlam, çağrışım, coşum ve estetik katmanlarına yönelir ve her katmana katkı yapar. Diğer bir söyleyişle, şiirde iyi bir anlatım, imgelem ve imgeyi oluşturan söz sanatlarının orantılı ve etkili kullanılması demektir. Sapmalar, alışılmamış bağdaştırmalar, benzetme, değişmece, eğretileme, değinmece gibi söz sanatları; kendi içlerinde kendi gerçekliğini doğururken aynı zamanda şiirin bütünselliğini tasarlarlar. Bu nedenle imgeye yönelen söz sanatları, anlatımın en önemli güç ve hareket motorlarıdır.

İmge, söz ve söz bağlamlarından bütünlüğüne kadar her ögesinin doğurduğu, dil ve düşüncenin nesnel-sanal gerçekliği anlatabildiği oranda görünür. Aynı zamanda okur da anlamlandırabildiği kadar imgelem dünyasına gider. Bu demektir ki söz bağlamları ile yaptığımız her imge, düşünce bazında her tür sanat alanına uygulanabilir. Çünkü dil düşünmenin, görmenin, duymanın somut biçimidir ve algı, görme, anlamlandırma için her sanat dalı dilin gücünü kullanmak zorundadır. İmgenin temel kaynağı dil ve düşüncenin arasındaki vazgeçilemez çok katmanlı ilişkidir.

İmge; okur birikimi, anlam ve çağrışımın toplam sonucudur. Özellikle şiir gibi örtük ve anlam alanı geniş dil kullanan sanatlarda; çokanlamlılık, çağrışımda rastlantısallık dolayısıyla anlamda rastlantısallık mutlaktır. İmge, yalnızca iki uzak söz kaynaşmasıyla değil; sözcük, söz kaynaşması, deyim, dize, mısra, kıta veya şiir bütünlüğünden doğurulabilen sonuçlardır. Sözle görünüşe taşınan değerlerdir ve aynı zamanda yeni imgelem alanları yaratma gücüne sahiptir.

İmgelemden imgeye, imgeden imgeleme dönüşümlü bir zihinsel süreç vardır ve bu süreç, okur zihninde rastlantısal anlam ve çağrışımsal imgelem alanlarını doğurmaya açıktır. Arzu edilen imgeler, temelde şair tarafından şiirindeki söz ve duygu değerleri ile oluşturulur; ancak okurun bilgi birikimi, yaşamsal değerleri, belleği ve zamansal dönüşümler nedeniyle imgelerin uzamları ve çeşitleri ile imgelem sınırı kontrolsüzdür. Okurun sezgi yetisi, bilgi birikimi, yaşamsal deneyimi, dünyayı okuma biçimi ve anlamlandırmasıyla koşuttur.

Öyleyse imge, şiirdeki anlam, anlatım, ses, çağrışım, coşum ve estetik değerin okurda var ettiği toplam görünüş biçimidir. Okur şiirdeki bir sözcükle imgeye ulaşılabileceği gibi şiirin bütününden de şiirin bağdaşık ve tutarlılık değerine göre imge ve imgeler toplamına ulaşabilir.

Sözcükler, şiirde her zaman kendi anlamları ile karşımıza çıkmaz, çoğunlukla geçici veya değişmece anlamları ile karşımıza çıkar. Bir anlamda dize içindeki sözcük ve söz öbekleri geniş anlam alanlarına sahiptir. Şairin kullandığı bu tür sözcükler, dizedeki diğer söz ve söz gruplarının yükünü üzerine alır ki geçici ve çokanlamlılık özelliğini kullanarak sıra dışı anlam doğurur. Böyle kullanımlar kavrayışımızı alt üst eder. İşte sözcüklerin anlam alanlarını yerinde tasarlayıp kullanmak şairin anlatım becerisini, okurun da anlamlandırma yetisini gerektirir.

Örneğin alışılmamış bağdaştırmalar, farklı en az iki gösterenin yan yana getirilmesiyle anlamsal bir alan oluşturur. Tasarım olarak alışılmadık yeni bir anlam ortaya koyar. Somut, gerçek üstü ve soyut gösterenler üzerinden, anlama derinlik kazandırarak algıyı uyarır ve zihni sarsıntıya uğratır. Sözcüklere sıra dışı anlam yüklenerek kullanılan isim veya sıfat tamlamaları ve deyim aktarmaları; şiir dilini etkili kılarken sınırsız bir şiir dil kullanımını ortaya çıkarır. Diğer taraftan da gerçeküstü düşün sisteminin kapılarını aralar. Aslında günlük dilde kullandığımız çok bilinen tamlamalar ve deyimler de bağdaştırmalara birer örnek olabilir. Ancak bu tür deyimler, çok kullanıldığı için zihni sarsıntıya uğratacak etkiyi yitirmişlerdir. Alışılmamış bağdaştırmalar, beklenmedik ve çekici anlamlar yüklenerek yapılan söz dizilimidir ve genellikle güçlü çağrışım, görüntü, coşum, etkili anlam ve hayranlık gibi duygusal ve zihinsel eylemlere neden olur.

Şiirde alışılmamış bağdaştırmalara başvurmanın temelinde, izleyiciye yansıtılan imge ve tasarımlar dışında, insan zihninin derinliklerinde hiç dokunulmamış alanlarda yeni görüntü ve tasarımların oluşmasını sağlamak yatar. Bu nedenle alışılmamış bağdaştırmalar şiir dilinin sanatsal özellikleri arasında en önemli ve çarpıcı şiirselliği sağlayan dilsel, duyusal ve zihinsel olgudur. Aynı zamanda “alışılmamış bağdaştırma tekniği, şaire dilsel ve sanatsal yaratıcılık ortamı sunar.”

Sapmalar; dili daha özgür kılar, şiir dil olanaklarını genişletir ve anlatıma daha vuruculuk kazandırır. Sapma; sözcüklerin ses, biçim, anlam özelliklerinde ve dilin söz diziliminde bilinçli olarak değişikliğe gitmeyi, ortak dili aşan yeni söz değerleri bulmayı sağlar. Anlatımı etkili kılmak için kullanılır. Sözcüksel, biçimsel, sessel, anlamsal, yazımsal, lehçesel, tarihsel dönem sapmalarıdır bunlar. Şair bunları kullanarak, ses ve anlam açısından şiiri daha etkili kılmayı, okurun zihninde beklenmedik yeni tasarım oluşturarak algı törpülemeyi ve şiirin duygu değerini artırmayı sağlar. Pek çok şiirde olduğu gibi düz bir tümcenin söz dizilimi değiştirilerek kurulan dizeler, sapma olmaktan ziyade anlatımı çekici kılmaya yönelir.

Küçük bir parantez açıp burada şunu belirtmeliyiz; önek/sonek, sözcük birleştirme/bölme, bağdaştırma, sapma, benzetme türü yöntemlerle, şaire sözcük türetme görevi yüklendiği, çoğu yerde dillendirilmektedir. Şaire sözcük türetme görevi yüklenemeyeceği gibi dilin oluşum ilkeleri gereği şairin sözcük türetme yeteneği de ayrıca sorgulanmalıdır. Şair, yalnızca var olan sözcük ve sözcük grubu üzerinde önek-sonek-sapma-kesme-bölme biçiminde hareket alanına sahiptir. Bağdaştırma, sapma, benzetme, kesme ve ek getirme gibi yöntemlerle sözcük ve söz tamlamalarına çekicilik kazandırabilir. Anlam bağlamının dışına taşmadan, ön veya son eklerle sözcüğe yeni bir bakış tarzı veya anlam alanı açabilir. Birden çok sözcüğü kesip, biçip, ekleyip, kısaltıp şiirde kullandığı anlam alanına yakın çekici ve nesnel karşılığı olan/olmayan söz varlığına dönüştürebilir. Türkçede kullanılan yabancı kökenli bir sözcüğün yerine yeni bir sözcük de önerebilir. Türk şiirindeki örnekler incelendiği zaman bunun böyle olduğunu gösteriyor. Ancak bunlara, sözcük türetme anlamında bakılmamalıdır. Çünkü sözcük türetmek; yeni bir buluşun, tanımlanmamış bir duygunun, duygunun yaşanma biçiminin, olgunun/eylemin oluş biçim ve çeşidinin, dil ve düşüncede yaşanan/olan/var olan bir boşluğun, yeni bir tasarımın veya isimlendirilmemiş var olan bir nesne, duygu, eylem, olgu ve durumun tanımlanması ve isimlendirilmesi sonucu oluşan bir iştir. Ayrıca türetilen sözcüklerin, dilde kanlı canlı olması gerekir.  Bunlar da şiirin ve şairin ilgi alanı içindeki bir konu olarak ele alınmamalıdır. Sözcük türetmeyi Türk şiirinde anlaşıldığı gibi düşünürsek bunu herkes yapabilir; ancak yukarıda söz ettiğim niteliği, niceliği ve süreci içeren sözcük türetmek şairin, dil uzmanı veya sanatçının polimat olmasını gerektirir. Diğer bir söyleyişle şairin üç temel bilim ve onun uzantıları ile sosyal ve insani bilim disiplinlerine egemenliğini gerektirir. Bunun yanında dil ve düşüncedeki boşluğun tanımlanması ve bu boşluğu dolduracak sözcüğün türetilmesi; dil, düşünce, olay ve olgular arasında sağduyulu yorum ve yaratıcılık yeteneği ister. Uzatmadan şunu söyleyebilirim: Türkçe, İngilizce gibi gelişmiş ve oturmuş dillerde sözcük türetme konusuna bu açıdan bakılmalıdır.

Anlatıma daha ayrıntılı ve bilimsel bir perspektiften bakarsak karşımıza daha karmaşık durumlar çıkar. Anlatım, şairin dünyayı okuma biçimi, yaşamı ve insanı algılama tarzı ile nesneleri görme biçiminin söze dökülüşüdür. Diğer bir deyişle, şairin bilincinin açıklama edimi ile buluştuğu alandır. Buna şairin; kavramlar, olgular, olaylar ile insan arasındaki mutlak ilişkiyi tanımlama, duyarlılığı görme, kendine özgü yaşamı görme ve açıklama biçimi diyebiliriz. Bu noktada, şairin insanı okumasından tarih bilgisine kadar pek çok parametrenin niteliği ve niceliği anlatımı etkiler. Donanımsal bütünlük ve zengin artalan bilgisini gerekli kılar. Bilgi birikimi, zihinde oluşturduğu etkinlik ile görme, anlama ve düşünceden sonuç çıkarmaya yöneltir. Yani söze dönüştürme yetisini üst seviyeye taşıdığı gibi anlatımı da doğrudan etkileyen bir gerekliliktir. Bilmeden, bilip görme yeteneği gelişmeden sanat eseri üretme devri geçmiştir. Donanımlı olmadan anlatımı güçlendirmek boş bir çabadan başka bir şey değildir. Kişi heybesinde olmayanı çıkarıp ortaya söz olarak koyamaz.

Anlatıma; berraklık, akıcılık, bağdaşıklık, rahatlık, şaşırtıcılık ve algı uyarıcılığı açısından bakmak gerekir. Bunun yanında kısa, öz, açık, içten, yalın ve özellikle özgün dil kullanımı önemli etkenlerdir. Etkili bir anlatımda, şiirin okuru kavrayıp kavramadığını, algılarını harekete geçirip geçirmediğini dikkate almak gerekir. Anlatım, algı uyarıcı olmalıdır. Duygulanım, bilinçli bir eylemdir. Okurun şiirle ilk karşılaşmasında, yani sunuş ve okunuş esnasında duygulanım etkisinden önce, algının etki altına alınıp, tanılama eyleminin başlatılıp başlatılamadığı önemlidir. Zorunluluğu olmayan her eylemin başlatılması, algıların güçlü uyarılmasına bağlıdır; dikkat, teşhis ve tanıma eylemi algının uyarılma safhasından sonra başlar. 

Okuru sımsıkı kavramak ve zamansal-uzamsal düş yolculuğuna çıkarmak, anlatımla sağlanabilir. Yapıtı izlemek veya okumak, zorunluluk değildir; algı uyarıcılığı, ilgi çekiciliği ve verdiği özel tatla ilgilidir. İşte bu özel tadın alınması, okurun algısının uyarılması ve uyarımın yaşamsal izleriyle örtüşmesine bağlıdır. Şiirde belirttiğimiz her katman, anlatım dâhil, bu gizli tadı kendi içinde doğurma olanağına az ya da çok sahiptir. Her katmanı ayrı ayrı incelemekteki amacım, katmanların şiirdeki bireysel etkisini ve şiir bütünlüğü içinde doğurabildiği toplam etkisini tanımlayabilmektir. Bu sayede, şiirin iç ve dış organları ile bir bütün olarak ne olup olmadığını açıklayabilmektir. 

Şiiri çözümlerken anlatım katmanını açıklamakta ne gibi ölçütler kullanmalıyız? Daha önce de belirttiğim gibi şiir çözümleme tekniği, genel bir yaklaşımı ve yordamı belirler. Eleştirmenin bireysel olarak katmanlarda ne gibi ölçütler kullanacağını belirlemekten kaçınır. Çünkü çözüm için ölçütleri belirlemek, sanatsal bir metni belirli kurallar altında ele almak anlamına gelir ki bu özgür, eleştirel ve özgün düşünsel sürecin dışına taşar. Sanatın hiçbir aşamasında ölçüt, kural, sınır ve yasak gibi çerçeve belirleyici eylem ve zorlamalar olmamalıdır bana göre.

Eleştirmen, şiiri çözümlemek istediğinde anlatım katmanında belirtilen genel çıkarımlar, bağdaştırma, söz dizilimi, imge ve söz sanatlarının ağırlık durumu gibi konuları dikkate almalıdır. Şiir ve şiirin katmanları, şiirsel dilde çok geniş bir alana sahiptir. Anlatım katmanında belirtilen esaslar; ister istemez eleştirmenin şiir bilgisi ve düş gücüyle sentezlenecektir.

Eleştirmen, anlatımın neden güzel veya ne gibi eksikleri olduğunu gerekçeleriyle birlikte açıklamalıdır. En önemli görevlerinden biri, şiirdeki örtük alanların örtüsünü okurun anlayacağı şekilde çekip kaldırmaktır. Şiir henüz duvağı açılmamış bir gelin gibidir, her okuyuşta biraz daha duvağın kalktığına tanık oluruz.

Şiir çözümlemesinde yalnızca şunları önerebilirim: Bunlar, ölçüt değildir; uygulanırsa bir çözümleyici için kolaylık sağlayabilecek birkaç belirteçtir. Anlatım açık, anlaşılır, bağdaşık, özgün, öz, yalın ve içten midir? Bunun yanında anlatım, dayatmacı mı, öğretici mi yoksa naif ve kendi içinde kurduğu dünya ile eleştirel bir sezdirme mi yapıyor? Şiiri okuduğunuzda, farklı, dikkat cezbedici, söz dizilimi çarpıcı, algıyı uyarıcı ve sarsıcı bir anlatım yakalayabiliyor musunuz? Daha da ileriye giderek şiirin salt anlatımı, sizde bir anlamsal derinlik, yetkinlik, canlılık, harmoni ve hayranlık duygusu uyandırdı mı? Şiirin anlatımı karşısında, bu anlatımı her bireyin yapamayacağı, gerçekten özgün, yetkin ve sıra dışı bir anlatım olduğu kanısı oluşturdu mu?

Buraya kadar söylediklerimiz çözümün öznel tarafıydı. Anlatıma daha nesnel bakmak istediğimizde şu sorulara yanıt arayabiliriz: Şair; alışılmamış bağdaştırma, sapma, değişmece, değinmece ve imgeyi uygun kurmuş mu? Okurda imgelem olanaklarını artırıcı ne kadar teknik bir şiir dili kullanmıştır? Çağrışımı doğuran söz sanatları, ne oranda kullanılmıştır? Ayrıca anlatımla, söz varlıklarında ne kadar çokanlamlılığa yönelmiştir; olan, olagelen ve olabilecek olay ve olguları okura çağrıştıracak olanakları ne ustalıkla kullanmıştır? Anlatım, dilsel şiddet içeriyor mu? gibi sorular hemen aklıma gelenler arasındadır.

Bunun gibi anlatıma ilişkin daha pek çok soru üretebiliriz; ne var ki anlatımın sınırı, sıra ve süre dizimsel bir kuralı yoktur. Aşağıdaki şiiri anlatım açısından değerlendirelim ve anlatıma etki eden özelliklerini tanımaya çalışalım.

  

 

BÖLÜK EYLÜL

 

Gündelikçisiyim kulaklarında

Beni terke hazırlanan şu otantik şehrin

Kuru ayaz biriktiren bir kış, belki içli bir şiir

Kırmızı eylül ya da nisandan bölünme bir gün

Şirret bir gömü içimde, düğümlü denklem

Dünden önüme, ağrılı bir kırılma noktasındayım.

 

Varılmamış yollar gibi sonu bu yolun

Kör bir çıkmazın sızısı kadar azgın

Çağrışım çıkını, neresiyim kat kat düğüm

Güzün ardılı sersem bir hüzün burgacındayım.

İncir çekirdeği menzilidir ele geçirilmiş utkum

Avan projenin dilsel gerçekliği mi yoksa bu şiir

Döngüsel kurgunun işte susuz sarnıcındayım.

 

Ne varlığım içinde varım

Ne yokluğum içinde bensizlik

Hibe edilmiş bir kalabalığın kıskacındayım.

Kar mı yağıyor şimdi üzerimde beyaz örtü

Yenilmek dediğimiz bir güruh yalnızlığı

Fizik ötesi bir tahterevalli ucundayım.

 

Şu şiir ki yarım şiir ya da bir bölük Eylül

Söz sürgünü ya da kasımdan bölünme bir gün

Usulen serpilmiş ünlemli sözler dağarcığındayım.

                                                                                                                       Kasım 2015 Narlıdere/İZMİR

 

Açıklama ve yorumlara dayanarak, “Bölük Eylül” şiirinin anlatım katmanını iki açıdan irdelersek şiir çözümlemesi için daha açıklayıcı olur kanısındayım. Birincisi, şiirin anlatımı hakkında öznel yargınız nedir? Yani anlatımın özgünlük, çekicilik, yalınlık, farklılık, içtenlik vb. gibi özelliklerini belirleyiniz. İkincisi ise daha nesnel bir bakışla, bu şiirde şiir dili teknikleri açısından ne gibi söz sanatı ve imge kullanılmış, çağrıştırma gizilgücü ne oranda oluşturulabilmiştir? Çağrışımsal imgelem (ilerideki çağrışım katmanında incelenecek) ve rastlantısal anlam zenginliği yaratılabilmiş mi?

Burada okur, eleştirmen ve şaire önerim şudur: Şahsınıza özgü sanatsal bakışın doğurduğu sorular ve bu sorulara vereceğiniz yanıtlar; anlatımın çözümünde daha açıklayıcı olacaktır. En azından özgün ve daha eleştirel olur. Şiir yazmanın, eleştirmenin ve çözümlemenin altında yatan temel koşul, sanat bilginizden doğan güven olmalıdır. Unutulmamalıdır ki sanatçının kendine güveni; zekâ, yetenek, bilgi ve deneyimden doğar.

Sonuç olarak şiirde hedef, dili ilginç kullanmak değildir; dilin güzel kullanımından anlamı güçlendirmek, anlamın derinliğini ortaya dökmek, anlam-anlatım-ses uyumunu sağlamak, duyarlı algı oluşturmak, duygulanımı sağlamak, çağrışım ve coşumu güçlendirerek estetik değer yaratmaktır. Şiir dendiğinde, zihnimizde düzen, denge, güzellik, aşk, uyum ve güzel söz söyleme gibi kavramlar oluşuyorsa bu, biraz da anlatımın anlamı daha etkili, derin ve yetkin ortaya koymasındandır.

Düşünülen, duyumsanan, duyulan, koklanan ve işitilen her şey dile çevrilemez, dille anlatılmaz. Beynin çalışma biçimi ile dilin olanaklarının örtüşmediği bir alandır burası ve ayrı bir araştırma konusudur. İnsanın düşünme yeteneğinin sınırsız olduğu kadar anlatım da sınırsızdır. Limit zorlanmalıdır. Anlatımı güç düşünce ve duyguları, olabildiğince iyi bir anlatımla yazın diline dönüştürmek, ayrı bir çaba ve yetenek gerektirir. Biz biliyoruz ki bunları ustaca dile dönüştürenler, düşündüklerini, gördüklerini ve duyumsadıklarını okura sarsıcı bir anlatımla aktarmayı başaranlar, iyi anlatıcılardır. Başka bir deyişle, iyi şairlerdir.

 


 

 

 

Şiirsel ezgi; bir şiirin anlam, mimik, jest ve duygusal davranışlarını açığa çıkaran vazgeçilemez fiziksel özelliğidir. 

 

Ses Katmanı

 Ses katmanı, olmazsa olmaz yedi katmandan biridir. Anlama, vurgulama ve duyguyu tetikleme açısından başat katmandır. Oluş, işlev ve etkileri; kendi bağlamında ilgili disiplinleriyle incelenmelidir.

Şiir neden şiirdir? Hiç düşündünüz mü? “Şiir gibi kadın” derken algımızı uyaran zihinsel birikim dikkatinizi çekti mi? Şiir deyince, toplumu oluşturan büyük bir kesimin zihninde neden denge, uyum, yetkinlik, güzellik ve aşk ile bağıntı kurulur? Öyle sanıyorum anlam ve ses bağıntısının en güzel örneğidir şiir sözcüğü. Bu sözcük, anlam açısından duygunun ve aşkın yuvası, ses açısından zarafet ve inceliğin sarayıdır. Anlam ve sesin birbiriyle uyumu ise anne ve kız örneği gibi üretken güzelliği görünüme taşıyan saflıktır. Tonsuz sızıcı bir “ş” sesi, iki tane inceliği temsil eden “i” sesi ve algıyı titreşime sokan “r sesi.  İnceliğin sızıcı bir ses ile başlayıp aynı inceliğin akıcı titrek bir ses ile titreşime girmesi ve bunun sonucunda sözcüğün şiirsel ezgisini doğurması kültürel duyarlılığın rastlantısal olmayan bir sonucu olmalıdır. Sözcüklerde bile sesin önemli bir yeri varken, şiirde sesin de önemli bir bağlamı olmalıdır. İşte bu yüzden şiirdeki ses katmanı, kendini ilgilendiren disiplinler altında incelenmelidir.

 

Masumiyettir

Duyarlılıktır her acının telvesi

Vardır ya hani ağırlığın en ağrılı olanı

Ne yükte ne kütlede yer tutar

İnsanın insana ağırlığı gibi

Sol yanına yüklenen gümbürtünün işvesi…  Y.Ö.

 

Şair, sesi anlam ve anlatıma giydirerek, daha doğrusu eş zamanlı ve iç içe kullanarak diğer katmanları da beraberinde ortaya çıkarır. Bu oluşum, eşzamanlı ve birbirini harekete geçiren zincirleme bir süreçtir. Bu süreç, şiirin oluşumunu şekillendiren, doğuşunu gerçekleştiren ve okurla buluşturan ögelerin mutlak birlikteliğidir. Katmanların aralarındaki denge, uyum ve oranın doğru kullanılmaması şiirsel niteliğinden ödün vermek anlamına gelir. Şiirin, şiir olma özelliklerini doğuran ögeleri, tek başına veya birkaçını orantısız kullanmak estetik değer ve duygulanım sürecine olumsuz yansıyabilir.

Öncelikle günümüz şairleri, şiirdeki ses ögesine ne kadar ve hangi düzeyde anlam yüklemektedir? Şiir yazılarından, incelemelerden, konuşulanlardan ve güncel şiirlerin sessel özelliklerinden anladığım kadarıyla, ses katmanının (ses ögesinin) öncelikli olmadığı, olsa da olur olmasa da olur türünden bir yaklaşım sergilendiğini söyleyebilirim. Şiirde sesle ilgili; yazı, yorum ve incelemenin çok az sayıda olmasına, olsa da doyurucu araştırma ve incelemeler olmadığına bakılırsa bu konuya hiç önem verilmediği sonucu doğar. Örneğin uyaklı şiir; geleneksel, yenilikçi olmayan, devrimci olmayan ve kendi kendini tüketen şiir olarak düşünülmektedir. Hatta şiir uyaklı ise bayağı bir şiir algısı yaratılmıştır. Oysa son yetmiş yılda yazılan yorum ve incelemelere baktığımızda, şiirde uyak ve ses düzeninin nasıl olacağı konusunda öne sürülmüş doyurucu bir araştırma bulmak zordur. Varsa da çoğunluğu uygulamaya yönelik yorumlardır. Açık söylemek gerekirse ben şiirdeki ses ile ilgili bir çalışmaya rastlamadım. Ritim ve vurgu gibi ses birimlerinden şiir yazılarında söz edildiğini gördüm. Ne var ki şiirde “parçalarüstü[19]” birimlerin bütünleşik varlığından ve “şiirsel ezgi[20]” ile ilişkisi açısından bir inceleme yazın dünyasında görmedim. Şair, şiirinde sesi nasıl kullanmışsa doğrudur kuralı üzerine kurulmuş bir yaklaşım söz konusudur. Yani şairin; ton, vurgu, ritim, iç ve dış uyak olmak üzere ses katmanına yaklaşımı; mutlak doğru ve başka bir yöntem yok gibi bir algı; oluşturulmaya çalışılmıştır. İnceleme, her yönüyle, akla gelen tüm sorular yanıt bulacak şekilde deneyimsel yapılmalıdır. Sesin şiir üzerinde oynadığı etki nedir, coşum ve anlam üzerindeki etkisi nasıldır, estetik katmanına nasıl bir değer katar gibi sorulara yanıt aranmamıştır. Sesin incelenmesinde, müzik bilimi ve Türkçe’nin ses yapısı ve özellikleri esas alınmalıdır. Ses, şiir ve okur üzerindeki etkileri açısından ele alınmalıdır ki şiir sanatı gibi çok boyutlu bir olguyu, doğru bir bakış açısıyla değerlendirebilelim.

Her estetik yaşantı veya estetik tavır, duygusal bir temele dayanmak zorundadır. Estetik değer; algı, duygu ve beklentiyi sarsmalıdır. Duyguları hareketlendiren en önemli duyular, özellikle görme ve işitme duyularıdır. Bilindiği gibi duyularımız temelde on dört çeşit olarak tanımlanmıştır. Beş duyu dışında, ısı, kas, denge, ağrı ve canlılık gibi duyular çok dillendirilmeyen ve bilinmeyen duyulardır. Ancak görme ve işitme duyusu ki bunlara entelektüel duyular da denmektedir; duyusal dünyanın ve duygu durumunun baş kahramanlarıdır. Örneğin işitme duyusu, gerçek üstü ve metafizik dünyanın algılanması, duyulması ve anlamlandırmayı yönetmesi konusunda baş rolü oynar. Duyarlılığı artırmak ve duygu durumunu sürdürmek için, en etkin duyudur. Şiir sanatının anlam, anlatım ve ses gibi üç ana sütun üzerine kurulduğunu biliyoruz. Öyleyse uzun zamandır tartışılagelen “Şiirde ses aranmaz” söylemine karşı, soru sormanın bile gereksiz olduğunu düşünüyorum. 

Şiirin tarihsel gelişimine baktığımızda, ses uyumu ve dengenin özel bir yeri vardır. Şiirin duygusal açılımı, anlam ve anlatımdan önce sesin üzerinde olagelmiştir. Yazılı kaynaklarda, şiirin görsel, sesli ve müziksel bir ortamda yapıldığını da görürüz. Ne yaparsak yapalım, nereden kaçarsak kaçalım ses, şiir için önemli bir çarpandır. Sesten kastımız ezgi ise, her dilin kendine özgü ezgisi vardır. Şiir dili tekniğini ne kadar ön planda tutarsak tutalım, şiirde bir ayak ses üzerine kurulmak zorundadır. Ayrıca, tonlama, ritim, vurgu gibi ses birimlerinin ortaya koyduğu; anlam, duyarlılık ve duyguların yönetimini göz ardı edemeyiz. Göz ardı edersek, coşumun doğurulmasından estetik kaygının var edilebilmesine kadar birçok olanağı yok sayarız. Şiirin tarihsel görünümü; anlam, anlatım ve ses etkileşimi arasından doğan bütünlük, düzenlilik, uyum, güzellik ve estetik duruştadır. “Şiir gibi” deyiminin altında yatan temel nedenlerden bir tanesi de budur kanımca.

Şiiri dil sanatlarından ayıran en önemli özellik, ses katmanının öteki katmanları sarıyor olmasıdır. Şiirsel ezginin, imgesel bir yönü vardır ve ezgisel imgenin gücü, diğer imgelere göre daha can alıcıdır, daha sarsıcı ve sersemleticidir. Ses; anlatımda ve anlamda, bunun yanında coşumun oluşturulmasında önemli bir etken olduğunu biliyoruz. Dil, sesle nesnelleşmektedir.

 Öyleyse sesin; anlam üzerine, anlatım üzerine, çağrışım üzerine, coşum üzerine, estetik değer üzerine bunca katkısı varken; ulaşılması arzu edilen duygu durumunu ve duygusal ortamı yaratma gücüne sahipken; şiirde ses ve uyum konusunu göz ardı edici tutum ve çıkarımlar nedendir? Değişik bir bakış açısıyla soralım: Hangi sanat anlayışı, hangi estetik incelemeleri, hangi öğreti veya inançsal yaklaşım; şiirden sesi uzaklaştırmaya yönelebilir? Bugün durum nedir? Anlam, anlatım ve duyusal olarak ezginin insan üzerindeki etkisini bilmiyor olabilir miyiz?

Şiirde ses, salt ezgisel bir sonucu doğurmaz; şiirde duygu değeri ve duygulanımın en kısa yoldan açığa çıkarılması da değildir. Anlamı, anlamın gücünü, anlamın yön değişimini, anlatımı ve anlatımın gücü ile çağrışım ve coşumun düzeyini doğrudan etkiler. Örneğin konuşurken soruyu, ironiyi, kızmayı, neşeyi ve ağlamayı konuşma ezgisinden algılar ve anlarız. Çünkü dize ve tümceyi dillendirirken, anlam ve anlamı doğuran fizyolojik ve psikolojik durum; ses özelliğinden, yani tını ve ezgiden ayırt edilebilir. İster müzik yaparken ister konuşurken ister şiir okurken çıkardığımız ses, bütün duygu dünyamız ile fizyolojik durumumuzun yansımasıdır. Bunların ötesinde, sesin duygu değerini ve algı uyarıcılığını da hesaba kattığımızda ne kadar önemli bir etkeni, şiir dünyasında bilinçsizce bir kenara ittiğimizi söyleyebilirim.

Ses titreşimlerinin okurda yarattığı anlamsal ve duygusal etkiyi başka hiçbir şeyle böylesine kolay bir şekilde yaratmak olası değildir. Gerçekten iyi bir şiirin seslendirilmesi esnasında, dinleyicilerin şiirle bütünleşmesinin ve tüylerinin diken diken olmasının en önemli nedeni ses titreşimlerinin doğrudan duyuları harekete geçirebilme yeteneğidir. Böylesine önemli bir olanak, şiir sanatında bugüne kadar neden daha ayrıntılı ele alınmamıştır?  Şiirde ses konusu; tarafsız bir gözle, önyargısız, bir bilim konusu gibi estetik kaygı, dil ve ezgi olanakları açısından araştırılmalıdır. Ölçüt olduğu varsayılan ülkelerden çıkmış adı belli düşünür ve sanatçılar uyaktan kaçtı, uyak ve ses uyumunu gereksizliğini öne sürdü, diye şiirde ezginin sağladığı bunca olanak göz ardı edilebilir mi? Böylesi bir olanaktan yararlanmamak, bana mantıklı gelmiyor.

Biliyoruz ki şiir, etkin bir sanat alanıdır. Şiirin ayrıcalığı; dil, duygu, düşünce özdeşliğinden zihnin imgelem gücünü birinci elden kullanma olanağına sahip olmasıdır. Yani düşüncenin gerecini doğrudan kullanıyor olmasıdır. Resim gibi ikinci bir dile çevirme zorunluluğu yoktur. Bu yüzden sanatsal yaratıcılığın ögelerine en yakın yerdedir.   

Ezgi, yalnızca bir ses uyumu ya da şiirsel bir uyum değil, aynı zamanda şiirde bir anlatım aracıdır. Şu basit örnekten hemen anlayabiliriz? “Sen (vurgulu)” bunu mu yaptın? Sen “bunu(vurgulu)” mu yaptın? (Birincisinde normal bir soru soruyor, ikincisinde inanmamazlık ve şaşırma durumu var.) Kaldı ki müziğin (ezginin) yalnızca ses olmadığını, anlatım aracı olduğunu 18. yüzyılda Johann Kuhnau kanıtlamıştır. Türk dilinde, anlam ve anlatım ile sesin etkileşim gücü ne kadar ustacaysa, duyguyu tetikleme gücü de o kadar yüksektir. Kısaca söylemek gerekirse şiir veya başka bir metnin; vurgu, ritim, ton ve ezgili okunması durumunda ne kadar etkileyici olduğunu hepimiz biliriz. Burada can alıcı bir soru daha sormalıyız: Dizede ses ve ses ögelerini, başka bir söylemle dizenin mimik ve devinimini belirten noktalama imlerini elinden almışsak, vurgu, ton ve ritim gibi parçalarüstü birimleri nasıl yerli yerinde kuracağız.  Şiirsel ezgiyi, salt anlamdan oluşturmak olası mıdır?

Ünlü uyumu, ses düşmesi ve en az çaba yasası gibi ses için çerez bilgiler olan konuları ayrıca burada incelemeyeceğim. Açık, kapalı ünlülerden tonlu, tonsuz ünsüzlere kadar her bir bilginin şiirde önemi vardır. Ancak her şairin, kendisine yetecek kadar Türkçenin ses bilgisini az çok bildiğini varsayıyorum. Burada amacım, şiirsel bir metin ve bunun yanında dil sanatlarındaki sese ilişkin bilgileri açığa çıkarmaktır. Bazı temel bilgiler verirken, ritim, vurgu, tonlama ve ezgi ekseninin işlevleri açısından da incelemeliyim. Bu düşünceden hareketle, ezgi ve ezgiyi doğuran ögelerin, sesi kullanan sanatlar açısından ne kadar önemli olduğunu ortaya koyabilirim.

Her şeyden önce, şiddet, ölçü, sus, ton, ritim, vurgu ve ezgi kavramlarını; tanımı ve işlevleri açısından bilmeliyiz. Örneğin ezgi dediğimizde müzik sanatından bildiğimiz ezgi ile aynı olduğunu, ancak şiirde müzik sanatında olduğu gibi notalarla oluşturulan bir ezgiden söz etmediğimizi belirtmeliyiz. 

Ezginin, anlam ve anlatımı doğrudan etkilemesi yanında duyguyu örgütleme ve onu ele geçirme gibi önemli işlevi vardır. Şiir, dil görünümünde sesin elbisesi içinde görücüye çıkar. Başka bir deyişle, ses şiirin abiyesidir, ambalajıdır. Uygun giydirmez ve ambalajını doğru yapmazsak, öyküye benzeyen dizeler okuruz. Son zamanlarda yazılan pek çok şiir bu sorunu yaşamıyor mu? Ne yalnızca dil kullanım ustalığı ne de yalnızca anlam derinliği, şiiri şiir yapmaya yetmez, düşüncesindeyim. Ses dâhil tüm katmanların ortak ağırlığı, şiiri şiir yapar.

Şiiri dil sanatlarında ayrıcalıklı kılan öge, ses ve şiirsel ezgidir. Şiirde sesin işlevi, yalnızca anlatımın güzelleştirilmesi, estetik değer algısının uyarılması demek değildir; aynı zamanda duygunun örgütlenebilir kıvama sokulması ve duyarlılığın yükseltilmesidir. Duygusal yaşantıyı, bir bakıma duygu durumunu çok kolay ve sarsıcı bir şekilde biçimlendirme yeteneği vardır sesin. Biliyoruz ki müziğin, ilk ve en önemli gereci insan sesidir. Ayrıca şiirin anlam, anlatım, çağrışım gücünün yarattığı coşum ile sesin; uygun tonlama, ritim ve düzen içinde kullanılması önemli bir olanaktır. Başka bir söylemle, ezginin duygu şekillendirici gücü, insan sesi ve şiirsel ögelerin dengeli kullanılması, şiirin insanla duygusal bağ kurmasında vazgeçilemez değerdir. Zaten insana özgü estetik algı ve yargının ulaşmak istediği sonuç (ulaşılmak istenen en üst güzellik olgusu) bu değil midir?  Buradan şu çıkarımı yapabiliriz: Günümüz insanında duyarlılığı ve duygu yoğunluğunu artırmak, onun estetik algı ve yargısını etki altına almak, ancak şiirsel ezgi ve şiirsel ögelerin sarsıcı gücüyle olasıdır. 

Son zamanlarda, şiirde ses uyumu, uyak ve ritim olgusunu göz ardı edecek yaklaşım ve görüşlerin olduğunu biliyoruz. Dayanağı olmayan yorumlar ve yenilik için söylenen sözlerle, şiirde duyguyu örgütleme gücü yüksek periyodik ses özelliğinden vaz geçmek mantıklı gelmiyor. Uyak, iç ve dış ses uyumu diye tanımlanan konu, dilin periyodik ses titreşimleri ile kendine özgü ton, vurgu ve ritim gibi parçalarüstü birimlerin toplamından oluşan bir eksendir. Yani konuşmanın doğal ezgisidir. Şiir yazarken ve seslendirirken bu esaslara doğal olarak uymak zorundayız. Ancak bu uyum, bilinçli ve ses yasalarına göre yapılması durumunda şiirsel ezgi değeri kazanır ve bütün katmanlarla bütünleşir.

Örneğin Türkçe; ses dağılımı, tonlama ve harmonisi diğer dillerden farklı ve zengindir. Ayrıca dizedeki söz dizilimine bağlı olarak vurgu, dize sonunda yoğunlaşır. Prof. Dr. Mustafa Volkan Coşkun, “Türkçenin Ses Bilgisi” isimli kitabında, “Dilimizde sözcüklerdeki vurgunun son hecede daha yoğunluklu…” olduğunu söyler. Bunun anlamı, dizedeki son sözcüklerde ve son hecede tonlamanın duygu durumu ve anlamı belirlemekte ve sessel uyumu sağlamakta etkili olmasıdır.

Ne var ki ses konusunda ayrıntılı inceleme ve deneyimsel sonuç yoktur. Şu an sahip olduğumuz bilgiler ışığında, şiirde sessel işlevin yalnızca iç ses uyumu ile yerine getirilmesi olası görünmüyor. Yoğun uyak ne kadar şiiri zorlamaksa, uyaksız şiir de metni öyküleştirmekten öte geçemez, düşüncesindeyim. Şiirde; iç-dış ve yatay-düşey ses uyumu, dengesi, yani ses düzeninde temel ton ve harmonisi önemlidir. Sonuç olarak ne yoğun uyak ne de uyaksız şiir. İç, dış ses uyumu ile armonik denge ve düzenlilik olmalıdır. Ses bilimi açısından uyak konusu bunun yanında ‘bürün[21]’ bilgisi, geçmiş çıkarımlara bakmaksızın tarafsız olarak sorgulanmalıdır. Şiirde, duygunun açığa çıkarılması ve bütün duyuların ele geçirilmesinin en kolay yöntemi, periyodik ses titreşimleridir; ezgidir. Ezginin temeli de ses dengesi ve anlam bütünlüğüne dayanır. 

Şiirde uyak, anlatımı zayıflatır, şairin hareket alanını kısıtlar, söz ve anlatım genişliğini daraltır, yargısı tamamıyla temelsizdir. Birbirine yakın sesler, anlamsal pekişme ve duyguyu tetiklediği gibi söyleyiş kolaylığını da sağlar. Ayrıca, ad ekleri, durum ekleri, iyelik ekleri, ünlü uyumu, eylem ve çekimleri gibi Türkçede kullanılan dilbilgisi özelliklerini dikkate alırsak uyak konusunda sıkıntı yaşanmayacak kadar zengin bir ses ve ses benzeşim dağılımına sahip olduğunu görürüz. “Türkçede dokuzu uzun olmak üzere yirmi bir birincil ve ikincil ünlü bulunmaktadır. Ünlülerimizin sayısı ortalama olarak Batı dillerinin ünlü sayısından sekiz tane daha fazladır. Türkçede ünlüler hece taşıyıcıdır ve bu özellikleriyle de dilin bel kemiğidirler. Ünlüler yeri geldiğinde vurgu, yeri geldiğinde de ton taşıyıcı olduklarından, onların çokluğu sayesinde, bir yandan duygu ve düşüncelerimizi daha etkili bir şekilde ortaya koyabilmekte, diğer yandan da her türlü şiir, şarkı ve türküyü sanatlarına uygun olarak icra edebilmekteyiz. Bu Türkçenin zenginliğidir.” Prof. Dr. Mustafa Volkan Coşkun, “Türkçenin Ses Bilgisi” kitabında konuyu bu şekilde açıklar.  Kaldı ki Türkçede büyük, küçük ünlü uyumu, seste en az çaba yasası, sızıcı, patlayıcı, akıcı tonlu-tonsuz ünsüzler ses benzeşimine ve akıcılığına katkı sağlayan önemli özelliklerdir. Bu nedenle, uyaklı şiirde anlatımın sınırlanması gibi bir yargıyı kabul etmek zor görünüyor.

Özetlemek gerekirse, şiirde ses uyumu ve uyak yozlaştırılmıştır. Sözde yenilik için, uyak konusunda altı dolu olmayan gerekçeler üretilmiş, divan şiirindeki kurallı ses uyumundan kaçış bunu destekler duruma dönüştürülmüştür. Bunların sonucunda Türk şiirindeki ses katmanı, şair ve okur algısında küçümsenir duruma düşürülmüştür.

Ses katmanında bulunan alt ögeleri, tabaka değil, “eksen” terimiyle tanımladım. Bu, benim yaptığım bir sınıflandırmadır; “Şiirsel ezgi”, özellikli bir alan olarak ayrıca ele alınmalıdır. Ses katmanının içinde yer alan alt unsurların “eksen” olarak tanımlanması sesin fiziksel özelliğine özdeş davranma isteğidir.

Ezgi ile şiirsel ezgi farklı şeylerdir. Aralarındaki ayrımı doğru şekilde yapmalıyız. Konuşma ezgisi, doğal bir ses eksenini belirtirken şiirsel ezgi kendi amacına uygun ve belli sınırlara yönelen bir ezgi türüdür. Notalarla belirtilmese bile şiirin anlam ve ortamı ile duygu değerine uygun özel olarak oluşturulan bir ezgi olması bakımından konuşma ve müziksel ezgiden ayrılmaktadır. Ritim, durak, ton, vurgu gibi konuşma dilinin özellikleri, şiir ve benzeri betiklerde göz ardı edilemeyecek kadar önemli eksenlerdir. Şiirin şiir olma koşulu, şiirsel dil ve anlamsal dayanak dışında, ilk çağlardan bu yana ses üzerine yaslandırılmıştır. Bana kalırsa şiirsel ezgi, doğal konuşma ezgisinden yola çıkan kendine özgü bir “ezgi eksenini” oluşturmaktadır. Müziğin dili ile oluşturulmuş ezgi kadar, yani şarkı ve türküler kadar şiirsel ezginin de duyarlılık yaratma ve anlatım gücü vardır. Bu düşünceden hareketle, ‘şiirsel ezgi’ diye bir ezgi türünü tanımlamalıyız.

Son zamanlarda yayımlanan çoğu şiirin kısa öykücükler olduğunu görüyoruz. Düzyazı şiirde bile; iç, dış, yatay ve dikey ses uyumu olmalıdır. Çünkü şiir sanatını diğer dil sanatlarından ayıran en önemli özellik, ses ve dilin doğal dili aşmasıdır. Sesi söyleyişe giydirmediğimiz zaman öykü ve roman tekniklerinden uzaklaşamayız. Anlatıbilim, çağdaş sanat anlayışı gereği, doğal dilin aşımını her tür yazın türünde öngörmektedir.   

Sonuç olarak: Şiirde ses uyumu, okur duygusunun ele geçirilmesi ve estetik yaşantıya sokulması için önemli bir çarpandır. Estetik biliminde sözü edilen haz, hoşlanma ve beğeni gibi kavramların duyumsanır biçime getirilmesinde şiirsel ezginin çok büyük bir payı vardır; dil sanatları için şiire özgü bu özellik, göz ardı edilemeyecek kadar değerli bir olanaktır. Estetik değer üretme açısından ses gibi önemli bir çarpanı ve bileşeni, bugün bile göz ardı edebilme cömertliğini gösteriyorsak, şu yargım doğruluk değeri kazanır: ‘Şiirde estetik değer yaratacak özellikleri ayrıntılı ve bilimsel yöntemlerle incelemiyoruz!’

Şiirsel ezgi kavramının kapsamını belirlemek için bunu üç eksen altında incelemeliyiz. Bunlar; tonlama ekseni, ezgi ekseni ve şiirsel ezgi eksenidir. (Eksen terimi, ses hareketinin sanal bir doğru üzerinde olduğu varsayımından yola çıkılarak kullanılmıştır.) 

 

 

Hece ve sözcüklerdeki vurgular toplamı, art arda birleşerek tonu meydana getirir. Ton ise hem anlam ayırıcı hem de duygu durumunu açığa çıkarıcı önemli bir ses özelliğidir.

 

Tonlama Ekseni

 

Tonlamayı sağlayan ses eylemlerini; vurgu, durak, ritim, süre, şiddet, sus, ton gibi özellikleri tonlama ekseni altında topluca ele alacağım. Konuşma ezgisi bir bütündür, kişinin doğrudan iç dünyası ve eğitim seviyesi ile ilgili bir konudur. Bir anlamda konuşma ezgisini oluşturan bu özellikler, inceleme alanımız gereği işlevleri açısından birbirini tamamlar parçalarüstü ses birimleridir. Bir tümcenin söylenişini, ses doğrusu olarak düşündüğümüzde, sesin bir doğru üzerindeki hareketini tonlama ekseni olarak varsayabiliriz. Bu nedenle bir arada ve aynı ses doğrusu üzerinde tonlama ekseninin ele alınmasının daha anlaşılır olabileceğini düşünüyorum. Parçalarüstü birimler; vurgu, durak, ritim, şiddet, süre ve ton gibi sessel özellikler birbiri içerisinde, eş zamanlı ve aynı eksende varlardır. Eylemleri, birbirini bütünler bir karakter taşır.

“Dilde tonlama yeteneği, o dilin kuralları çerçevesinde doğuştan itibaren kazanılır. Doğru tonlama yapabilmek için, o toplumun duygu dünyası içine girmiş olmak ve duyguları derinliğine yaşamak gerekir. Duygu dünyasını ifade eden tonlamalar, taklit edilecek bir şekilde oluşturulamaz. Tonları doğru oluşturabilmek için yaşamak ve hissetmek gerekir.”  Prof. Dr. Mustafa Volkan Coşkun “Türkçenin Ses Bilgisi” isimli kitabında böyle der. Ancak, belirtilen konulara şunu da eklemeliyiz, şiir açısından. Şiirin anlamsal derinliğini kavramadan, tonlamayı oluşturmak okurdan beklenmemelidir. Dikkat edilirse her şey zincirleme birbirini etkilemektedir. Dolayısıyla yerinde tonlama için bir metinde anlamdan önce ilk başvuru kaynağı noktalama ve yazım kuralları olmalıdır. Şiir, çoğunlukla okuru ile bire bir buluşur. Mimik, jest ve duygu durumunu ses, anlam ve noktalama-yazım kurallarının içinde gizler, okuru yönlendirir ve okurundan onu bulmasını bekler.

Şiirde neşe, acı, sevinç, üzüntü, korku, şaşkınlık ve keder gibi duygu durumu; anlamın yanında ses tonu ile belirtilir veya oluşturulur. Tonlama, aynı zamanda tümcede anlam değişimi ve yönelmesine de neden olur. Konuşurken sesin içselliğini ifade ettiğinden uzunluk ve şiddet gibi özellikleriyle duyguları hemen açığa çıkarır. Kızgın birisinin sesiyle üzgün birinin sesinden duygu durumunu anlayabiliriz. Şunu söyleyebiliriz; süre, şiddet, vurgu, ritim gibi ses dağılım özelliklerini, konuşmacının duyguları, bir anlamda kişisel ve ruhsal özellikleri belirler. Deneyimlerimizden de bildiğimiz en önemli ölçüt şudur: Konuşma ezgisi, ruh durumunun en doğal ve yanılmaz gösterenidir.

Şiir, bir başkasının yazdığı metindir. Onun duygu ve anlam dünyasına girebilmek için bazı belirteçlerin olması gerekir. Bunlar, anlamı yönlendiren, sözcük ve dizelerin duygu durumunu üzerinde taşıyan belirteçlerdir. Şiiri okurken, sesin parçalarüstü birimlerini anlam ve anlatımdaki duygu değerine göre kullanmak; noktalama ve yazım kurallarına uyum ile gerçekleşir. Yani bunlar, rehberdir. Ozanlar arasında söylendiği gibi, şiiri okurken parçalarüstü birimlerin (özellikle ton ve ritmin) doğru kullanımı, yalnızca anlam değeri ile üstesinden gelinecek bir durum değildir. Kaldı ki şiiri ilk kez okuyorsunuz. Şiiri okurken tonlamanın doğru yapılması, başka bir söyleyişle şiirdeki duygu ve anlam değerinin olması gerektiği gibi ortaya çıkarılması, anlamdan önce noktalama-yazım kurallarına bağlı olduğunu gösteriyor bize. 

Bunun tam tersi, sözcük ve dizelerin duygu değerinin; anlam, anlatım ve sese giydirilmesi, şairin ayrı bir ustalığıdır. Hem şairin şiirindeki ses kullanım ustalığı hem de okurun şiiri kendi algısına göre anlamlandırması, o şiirin anlam ve duygu değerini yüceltecektir. Neresinden bakarsak bakalım tonlama ekseni, şiirsel ezgiyi doğurur ve anlamın duygu değeri ile ses yasalarına uyumu gerektirir.

Şiirde ses; sesin periyodik, düzenli tekrarlanan ve gürültü üretmeyen titreşimlerinden doğan ezgisel bir birlikteliktir. ‘Kompleks Periyodik Ses Dalgaları’, düzenli titreşimler yayan bir organ veya enstrümanın çıkardığı temel ton ve üst katları tonlardan oluşur. Çok ayrıntıya girmek istemiyorum ama açıklamakta yarar olduğunu düşünüyorum. “Üst tonlar, temel tonun harmonik katlarıdır.” der (Magnus Petursan; aktaran M.C. Volkan). Hece ve sözcüklerdeki vurgular toplamı, art arda birleşerek tonu meydana getirmektedir. Ton, anlam ayırıcı ve duygu durumunu açığa çıkarıcı önemli bir ses özelliğidir.

Her insanın ve her enstrümanın sesini birbirinden farklı kılan, sese rengini veren temel ve üst tonlardır. Ayrıca sesin rengi, konuşanın gırtlak, ses teli özelliklerinden ağız ve dudak yapısına kadar pek çok özelliğe bağlıdır. Ses renginin/tınısının oluşumu; ses telleri, geniz ve rezonans odacıklarına bağlı bir durumdur. Sesin renginden kastım, sesin ayırt edilebilir özelliğidir.

Vurgu, bir hece ya da sözcüğün duygu değerini açığa çıkarmak, dinleyicinin dikkatini çekerek anlamın kavranmasını sağlamak; sesi, söyleyişi ve sözdeki ezgiyi canlandırmak gibi amaçlarla öteki hece ve sözcüklerden daha belirgin ve baskılı söylenmesi olarak tanımlanabilir. En çok titreşimle oluşan ses, vurgulu sestir diyebiliriz. Sözcük söylenirken art arda yapılan vurguların toplamı, tonu; tümcedeki tonların toplamı da ezgiyi oluşturur. Sesin fiziksel yönünü zamansal yönünden ayrı düşünemeyeceğimiz için şiddet, ritim, süre, sınır ve durağın hem anlam yönünden hem de ezgi yönünden önemli bir göreve sahip olduğunu göz ardı etmemeliyiz.     

Ritim TDK Sözlüğünde, “Ezgi ve uyumla birlikte müziği oluşturan bir öge olarak vurgu, uzunluk ya da seslerin, durakların düzenli bir biçimde yinelenmesinden doğan düzen.”, yazın terimi olarak ise “Şiirde ya da düzyazıda vurgu, uzunluk ya da seslerin, durakların düzenli bir biçimde yinelenmesinden doğan uyum.” diye tanımlanır. Bu tanımlamanın dışında, biz biliyoruz ki ritim, doğal yaşamın her boyutunda vardır; canlılığın, sürekliliğin ve uyumun oluş biçimidir; nefes almak gibi…

Bazı kaynaklarda ritim, sözlük anlamında olduğu gibi düzenli yinelemeler ile özdeş olarak düşünülür. Kavuştak (nakarat), art yineleme ve ön yinelemenin aynı söz ve ses bütünlüğü ile yapıldığı gibi bir yargı vardır. Doğrudur. Şiirsel açıdan baktığımızda durum biraz daha ayrıntı gerektiriyor. Ritim; ses uyumunu sağlayan, insana huzur ve güven veren, onun biyolojik ve düşünsel sürecine eşlik eden bir devinimin varlığıdır. Bu varlık, simetri, oran, eşlik, denge, uyum ve haz duyma kavramlarını beraberinde getirir. Öyleyse şiirsel ezginin oluşturulması için ritim önemli bir bileşen olmalıdır.

Şiirde ritim, yalnızca düzenli yinelemelerle oluşmaz; aynı zamanda anlam, anlatım, ses ve coşumun bütünleşik varlığından doğar. Ses yanında şiirin anlam ve duygu değeri, ritmik bir düzende olmalıdır. Aslında yazında, özellikle şiirde; anlamsal ritim, önemli bir çarpandır; göz ardı edilmemelidir. Şiirin hedefi, okur duygusunun çarmıha çekilmesidir. Anlam, ses ve anlatımdan doğan coşumun periyodik salınımından ritmik bir ortamın oluşturulması, duyguyu arzu edilen kıvama çekmek için gereklidir. Ses benzerlikleri, anlam ve duyguların artı-eksi kutuplara salınımı ile (korkudan sevince, neşeden kedere kadar) şiirde ritmik bir ortamı oluşturmak gerektiğine inanıyorum. Şiirde ses uyumu ile anlamın yakınlık karşıtlığından kullanarak, ritmik bir şiiri kurabiliriz. Her ne olursa olsun ritmi, şiirsel ezgiden ayrı bir eksende ele alamayız; ezgiyi doğuran temel ses düzeni birimidir.

Süre, şiddet, ritim, sınır ve durak gibi ses birimleri, her ne kadar ezgiyi oluşturuyorsa da eş zamanlı olarak anlamın kavranması ve anlamın iletilebilmesinde, diğer yandan şiirin duygu durumunun ortaya çıkarılmasında önemli etkenlerdir. Örneğin, öznenin eylemini açıklamak istiyorsak özneden sonra virgül süresi kadar bir es vermeliyiz ki söyleyeceğimiz sözlerin özneye yöneldiğinin ayırdına varabilelim. Vurgu, ritim, süre, es, ton gibi parçalarüstü birimlerin olanaklarını, doğal olarak ve çoğu zaman farkında olmadan konuşurken kullanıyoruz zaten. Elbette bunun eğitimle çok sıkı ilişkisi vardır. Şair ve eleştirmen olarak parçalarüstü birimlerin arasındaki bağıntıyı ve ayrıntıyı bilmek zorundayız.

Sesler arasındaki ritim bozukluğu, dinleyicileri rahatsız eder. Dildeki her sözcüğün bir duygu ve anlam değeri vardır; ozan bunların söyleniş ve ses sürelerini doğru oluşturarak uyum ile ritmi sağlamalıdır. İletişim zincirindeki her halka kendi üzerine düşen görevi doğru, zamanında ve yerinde üstlenmelidir. Dil ve konuşma, konuşmanın içeriği ve sözlerin duygu değeri ile bunun uygulaması, insanın dağarındaki varlıkların bire bir yansımasıdır. Bunları şiirsel açıdan ele aldığımızda ilk olarak şu öneride bulunabiliriz: Parçalarüstü birimleri ve bunları metinde gösteren işaretleri doğru kodlamalıyız ve kullanmalıyız. Şiiri okurken ise sözlerin anlam ve duygu değerini, ses ile açığa çıkarabilmek için doğru ezgi üretmeliyiz.

Sözcüklerin büyük bir kısmında anlam ile ses özellikleri (ünlü, ünsüz, ince, kalın, titreşimli, tonlu, tonsuz) birbirine uyumludur. Maurice Grammond şöyle diyor: "Dudaksıllar (p) ya da (b) ve bunlarla birlikte dudaksıl-dişsel ünsüzler (t) ya da (d) telaffuz edilirken dudakları şişirmek gerekir, bu nedenle hor görme ve tiksinti ifade etmeye yöneliktirler.” Grammond’un bahsettiği durum, anlaşılacağı üzere Türkçede de geçerlidir diye düşünüyorum. Örneğin pis, kaba, ince, kırık gibi sözcükler aldığı anlama göre yumuşar, incelir ya da “r” gibi titreşime girer. Şair Andre Spire, “Bedensel ritimlerle şiirin dilsel ritimleri arasındaki yakınlığını” vurgular. (İleten J.L. Joubert, Şiir Nedir?) Burada ritim dediğimiz konu, sesin ve anlamın içindeki bir ögedir, sesin parçalarüstü birimidir. Dolayısıyla bu yakınlığın etkin kurulumu için ses ve anlamın bu esaslarda oluşturulması sessel ve ritimsel bir derinliği doğuracağını gösterir.

Ezgi ve anlam, birbirini bütünler bir yapıdır. Bunun ayırdında olmak, işitme ve anlama yetkinliği gerektiren bir durumdur. Şiir sanatı açısından ele aldığımızda bu durum, önemli bir bileşendir, şiirsellik ve duyarlılığı artırıcı önemli bir çarpandır. Anlam ezgiye, ezgi anlama güç verir. 

Sözcükteki bir heceye yapılacak vurgu, uygulanacak ses süresi veya sözcüğün tonlamasında yapılacak değişikliğin anlamdan duyguya kadar dizede ne denli bir farklılığı ortaya koyduğunu yinelemeye gerek var mıdır? Öyleyse bir şiiri seslendirirken ve yazarken, şiirsel ezgiden söz edeceksek, ton ve üst tonlar, ritim, vurgu gibi ses birimlerini, mutlaka dikkate almak zorundayız. Ne var ki vurgu, ritim ve ton gibi hususların uygulamasında en ideali nedir sorusu, deneysel araştırmalara gebedir.

Şiiri çözümlemek istediğimiz zaman bu eksende neler yapmalıyız? Nasıl ki renklerde uyum kuralı, renk tonları yelpazesine belirli bir limit getiriyorsa ses tonlarını da aynı şekilde düşünmek gerekir. Yani seslerin özelliklerine göre estetik değer yaratan bir yelpaze söz konusudur, ancak şiir çözümlemesine daha çok “şiirsel ezgi” açısından yaklaşmak gerektiğini düşünüyorum.

Sonuç olarak tonlama eksenindeki parçalarüstü birimler; ezgiyi doğurur; ezgiler toplamı ise şiirsel ezgiyi doğurur. Bizim üzerinde çalışmamız gereken asıl konu, şiirsel ezgidir. Ezgi, bir bütündür ve eş zamanlı oluşturmak zorunda olduğumuz bir eksendir.


 

Konuşma ezgisi, kişinin çocukluğundan yaşamsal değerlerine, bilinçaltı kodlarından fizyolojik dürtülerine ve bilincinden psikolojik durumuna kadar pek çok olgunun sonucudur.

 

Ezgi Ekseni

 

Ezgi, tonlama ekseninde söz ettiğimiz vurgu, ton ve durak gibi ses birimlerinin uygulanması sonucu oluşan bir ses terimidir. Başka bir söylemle gürültü dışındaki seslerin oluşturduğu bir ses düzenliliğidir.

TDK Sözlüğü ezgiyi, “Belli kurallara göre düzenlenmiş, kulağa hoş gelen ses dizisi, haz, nağme, melodi. Bir müzik parçasında baştan sona kadar belirli yerlerde tekrarlanan ses dizisi” ve “Kulağa hoş gelen ses ve söz dizisi” şeklinde birkaç şekilde tanımlar. Bu kısımda özellikle açmaya çalıştığım konu, söz diziliminin ezgi ile ilişkisi ve şiirsel ezgiye giden eksenin tanımlanabilmesidir. Periyodik olan her ses ve ses grubunun; bir tınısı, tonlaması, ritmi, şiddeti, süre ve durakları kısacası bir ezgisi vardır. Ne yazık ki şiirde ses katmanı, ayrıntılı ve deneysel olarak incelenmemiş ve kaynağı olmayan bir alandır. Bu nedenle, sanat bilimi ve ses bilimi uzmanlarınca, konunun incelenmesini ümit ediyorum.  

“Bizleri temsil eden, karakterlerimizi ön plana çıkaran, üretmiş olduğumuz ezgili ses birliktelikleridir. Doğru ezgi üretimi, doğru alınan aile ve okul eğitimine bağlıdır. Doğru eğitim almamış insanların, ezgi üretimleri sağlıklı olmayacaktır. İnsan-ses ve ses birliktelikleri ilişkisi doğru oluşturulduğu sürece, insanlar arasındaki iletişim, üretici ve faydacı iletişim olacaktır.” der M.V. Coşkun, “Türkçenin Ses Bilgisi” kitabının girişinde. Kaldı ki bu alıntıda, sıradan her gün yaptığımız konuşmanın ezgisinden söz ediliyor. Bu söyleme bakılırsa şiirde, ezgi olanakları ile estetik değer yaratacak tarzda ezgisel bir hava oluşturulması önemli görünüyor.

Şiirde dize sıradan bir söz dizimi değildir; bir dizenin anlamsal bütünlüğü yanında, söz dizimsel bir ayrıcalığı, ses ve anlamın örtüştüğü ezgisel bir ekseni vardır. Şiirde dizenin niteliği; duygu ve anlam değeri ile ses düzenliliğine bağlıdır. Vurgu, ritim ve tonlama gibi sessel eylemlerden doğan ezgi, aynı zamanda şiirdeki anlam ve duygu dünyasını açığa çıkaran taklit edilemez eksendir. Bu nedenle aynı sıra ve sözcükler ile kurulan bir dize veya bir tümce, bir söyleyiş şekli ile sevinci, diğer söyleyiş şekli ile hüznü anlatabilir. Söyleyiş biçimine göre zıt anlamlar doğurabilir.

Konuşma ezgisinin konuşanın duygu dünyası ile çok yakın ilişki içinde olması, şiir açısından önemli bir veridir. Ezgi, konuşurken anlam yöneltme ve duygu taşıma görevi üstlenmiş ses uyumlarıdır, diyebiliriz. Ne var ki konuşma ezgisi, bilerek ve tasarlanarak yapılmaktan çok doğal bir seyir izler. Konuşanın ruh durumu, yapısı ve bilgisiyle ilgili bir süreçtir. Ancak bu konuda eğitim almış kişiler veya taklit yeteneği yüksek olan kişiler, bir başkasının konuşma ezgisini yakın bir tınıda taklit edebilirler.

Konuşma ezgisi ve sözcük kullanımı, kişinin çocukluğundan yaşamsal değerlerine, bilinçaltı kodlarından fizyolojik dürtüleri ile psikolojik durumuna kadar pek çok olgunun sonucudur. Ses ve insan ilişkisinin bu bölümü, ayrı bir inceleme konusudur. Şiir açısından ezgi, ne anlama gelir? Bizim için önemli soru budur.

Şiirin hedefi, okurun duygularını ele geçirmektir. Okurdaki on dört duyunun algı ve kavrama yetisini artırmak için duygu durumunun belirli bir kıvama çekilmesi gerekir; duyarlılık yaratılması gerekir. Okurun duygusunu etkilemeden, algı ve anlama istenen düzeyde oluşmaz. Sözün duygu değeri, anlamın duygu değeri ve sesin duygu değeri; okur duyguları ile örtüşüp okur algısını tetiklemelidir. İster konuşma esnasında olsun ister bir türkü dinlerken ister şiir okurken olsun, okur ve dinleyicinin duygularını en kolay ele geçiren, ezginin çağrışım ve imgesel gücüdür. Bir kenara konacak ya da hafifsenecek bir özellik değildir ezginin olanakları. Şair, sesin ona sunduğu tüm olanakları estetik değer yaratmak için en yüksek düzeyde kullanmalıdır. Sesinden sözüne, anlatımından çağrışımına, anlamından coşumuna kadar neyin ne olduğunu şiirde bir bütün olarak görmelidir.

Şiir; karakterini, mizacını, dış dünyaya yansıtma istediği özü; ezgili ses birlikteliğiyle yayar. Ses önce anlama, anlamdan yapıtın amacına yönelir ve harflerle değil sesle dış dünyaya açılır; sessiz okumada bile beyin onun sesini tanımlayarak ve kendinde yaşayarak oluşturur.  

Şiir, okurla bir başınadır. Ezgi ise şiirdeki ses uyumuna ve okur bilincine bağımlıdır. Şair; anlam, anlatım, ünlü-ünsüz, tonlu-tonsuz, süre, ritim gibi ses uyum gereçlerini doğru kullanmalı ve okur algısını harekete geçirmelidir. Şiiri kurarken ezgi olanakları doğru kurgulanmadığı sürece okur, istenen ezgiyi doğuramaz.

 Ses duygu değeri ve ses uyum kurgusu, okur/dinleyen üzerinde etkilidir. Örneğin şair, şiirinde öyle sözcük ve söz dizimi kullanmalıdır ki okura hem söyleme kolaylığı sağlamalı hem de şiirin duygu değerini vurgulamalıdır. Bunun yanında tonlama, ritim ve süre gibi sesbirimlerini doğru yönlendirerek dizelerdeki anlamı okura zorlamadan vermelidir. Aynı zamanda dizelerini; akıcı-patlayıcı-sızıcı, tonlu-tonsuz ve titrek seslerin dengesini okur duygularını gasp edecek şekilde kurgulamalıdır. Aslında sıradan, olmasa da olur gibi algılanan ezgi ekseni, önemli ayrıntı gerektiren sanatsal bir gerekliliktir. Çünkü şiirde ezgi, duygu ve anlam dünyasını açığa çıkarır. Ses, diğer katmanlarla birlikte daha yüksek estetik değer yaratma gizilgücü olan başat bir katmandır.

“Ses-söz dizimi ilişkisinin doğru kurulabilmesi, sese duygu ve anlam kazandıran vurgu ve ton gibi parçalarüstü birimlerin, söz dizimini oluşturan kelimelerin duygu ve düşünce dünyasına uygun şekilde üretilmesiyle mümkündür.” der M.V.Coşkun. Buradan şunu söyleyebiliriz; şair, dizelerinde kullandığı her sözcüğün ve söz tamlamalarının duygu ve anlam dünyası ile ses birlikteliğini uygun kurmalıdır. İşte okur o zaman, şiirdeki duygu ve anlam dünyasını uygun yer ve zamanda vurgu ve tonlama gibi birimlerle açığa çıkarabilir. Ezgi ekseni, şair tarafından sağlam temellendirilmediği sürece, okur ezgiyi kurmakta yetersiz kalacaktır ve şiirin bir ayağı daima eksikliğini duyumsatacaktır.

Özet olarak ezgi; anlamsal, imgesel ve estetik değer taşıyan bir olanaktır. Duyuya seslenir ve duygu durumunu kolaylıkla etki altına alabilir bir olanaktır. Salt şaire bağlı değildir; aynı zamanda şiirin biçimsel özellikleri (söz varlıklarının uyumu, imleme ve yazım kurallarının doğru kullanımı) ve okurun anlamlandırma yetisi önemlidir. Buna karşın şairin dili doğru kullanması; ses, anlam ve duygu değerinin uyumu ilk koşuldur. Şair, patlayan çatlayan seslerle şiir kurarsa okur, ne yapsın? Şiir, iyi olmasına karşın okur, ezgiyi doğru kuramıyorsa şiir ne yapsın?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Şiirsel ezgi, şiirde anlam ve duyguyu dış dünyaya en etkili biçimde açan fiziksel bir eksendir. İşitsel duyuların özelliği gereği şiirsel ezgi, anlamla bütünleşerek metafizik ve manevi dünyanın kapılarını da aralar, algı ve duyguyu daha duyarlı duruma dönüştürerek estetik değer yaratır. 

 

Şiirsel Ezgi Ekseni

 

Şiirsel ezgi, şiirin duygu değerini ve anlamını etkili şekilde ortaya koyan, okuyanın/dinleyenin duyarlılığını törpüleyen ses düzenliliğidir. Şiiri sessiz okuduğumuzda bile içimizde duyduğumuz ses bütünlüğü, şiirsel ezginin varlığını duyumsatır. Bu ezginin müzik değeri taşıdığı, günümüzde kabul edilmemektedir. Dinleyende ezgi tadı vermesi nedeniyle müzikle yakın ilişki içinde olduğunu söyleyebiliriz.

Ezgiyi; müziksel ezgi, şiirsel ezgi ve konuşma ezgisi olarak üç ayrı nitelik ve nicelik sırasına koyabiliriz. Tanımlayabilmek ve ayrıntılarını açabilmek için böyle yapmamızın gerekli olduğunu düşünüyorum. Bu sınıflandırma benim yorumumdur ve teknik olarak doğruluk değerine ilişkin kararı sesbilim uzmanlarına bırakmak isterim.

Şiirsel ezgi, duyuların algı gücünü artırmak, bir şiirin anlamını, duygu değerini en etkin ortaya dökmek, söz söyleyiş biçimini, ses benzeşimlerini kullanmak gibi birçok teknik ve beceri gerektirir. Öncelikle, okurun şiirsel ezgiyi oluşturabilmesi, şairin şiirsel ezgiye yönlendirecek ses uyum düzenini yerinde kurmasına bağlıdır. Yani sese ilişkin kurulan temel, ne kadar sağlamsa okur da o oranda ses uyumunu yetkin kullanabilecektir. Şairin şiirinde ortaya koyduğu ses uyum niteliği, doğrudan şiirsel ezginin duygu ve anlamını daha saydam ortaya çıkarmasını sağlayacaktır.

Müzik ezgisi ile doğal konuşma ezgisi arasında, müziksel olmayan ancak doğal da olmayan bir ezgi ekseninin olduğunu düşünüyorum. Konuşma ezgisi, insanın davranışları ve sahip olduğu nitelikleri gereği istemli ve istemsiz seslerle ürettiği doğal bir ezgidir. Müziksel ezgi ise her ses biriminin belirli kural, süre ve isimlendirmeler ile tanımlanmış ve düzenlenmiş özel ses akış düzenidir. Yani müziksel ezgi, bir duygu ve düşünceyi yansıtmak üzere oluşturulmuş, her bir ses birimi düzenli ve tanımlı sesler bütünüdür. Konuşma ezgisi ile müziksel ezginin arasında belirgin bir ayrım vardır; çünkü müzik bir bilim alanı ve bilgi disiplini olan bir sanattır. Her iki ezgi pratiğini incelediğimiz zaman, konuşma ve müziksel ezginin birbirlerinden ayrılması tamamen teknik boyutu ile ilgilidir. Konuşma ezgisi doğal, müziksel ezgi ise teknik boyutu olan bir uygulamadır. Bu iki uygulamayı şiir açısından düşündüğümüzde nasıl bir sonuca ulaşırız? İşte burada her ikisinin de tanımına uymayan bir ezgi türü var. Bu da “şiirsel ezgi” dir. Şiirsel ezgi, şair tarafından şiire özgü oluşturulmuş; ses, anlam ve anlatım düzenine uygun biçimlenmiş; okur tarafından parçalarüstü birimler yardımıyla kurulan; ses düzenliliğidir. Konuşma ezgisi ve müziksel ezgiden farklı olmakla birlikte hem konuşma ezgisi ile örtüşür hem de müziksel ezgiye yakın durur, diye düşünüyorum.

Resitatif müzik diye adlandırılan ezgi biçimi vardır. TDK Büyük Türkçe Sözlüğü “Resitatif” sözcüğünü “Belli bir melodi olmadan konuşma biçimiyle söylenen, müzikli, anlatı” şeklinde açıklar. Opera ve tiyatroda şarkı söyler gibi ezgisel konuşmayı, tonlu ve vurgulu sözlerin birbirine geçiş sağladığı bir seslendirmedir bu. Konuşma ve şiirsel ezgiyi, bir müziksel ezgi gibi müzik dilinde göstermek gerekliliği yoktur. Resitatif ezgi teriminden hareketle, şiirsel ezginin yeni bir tanımlama olmadığını söyleyebiliriz. Sözünü ettiğim ezgi türü, zaten müzik terimleri arasında tanımlıdır. Ancak şiirsel ezgi, konuşma ezgisine daha yakındır. Resitatif ezgiden de çok uzak olmadığını değerlendiriyorum. Öyleyse şöyle sıralayabiliriz: ‘Müziksel ezgi, resitatif ezgi, şiirsel ezgi, konuşma ezgisi.’

Konuşma ezgisi ile diğer ezgi türleri, oluşum açısından aynı şeyi ifade ediyor olsa da aralarında önemli bir fark vardır. Her şeyden önce müziksel ezgi, insanın çabası ile özel bir üretimdir. Sanatsal içerik taşır. Şiirsel ezginin sanatsal özellik taşıması için, insan sesi olanakları ölçütünde teknik ve özel ses yöntemlerini (ton, ritim, süre vd. gibi) uygulamak gerekir. Çünkü şiirsel ezgi, sesin olanaklarını kullanarak algıyı uyarmak, sözün duygu değerini daha vurucu ortaya çıkarmak, anlamı yönlendirmek ve daha güçlü kılmak için özel bir çaba gerektirir.

Buraya kadar olan açıklamalarda, konuşma ezgisi, şiirsel ezgi, resitatif ezgi ve müziksel ezgi kavramlarını biraz olsun açabildiğimi düşünüyorum. İşin sanatsal ve asıl zorlu tarafı şiirsel ezginin oluşturulması için şair tarafından alınacak önlemlerdir. Burada Türkçenin ses tekniklerine girmek niyetinde değilim; ancak şiir yazan, inceleyen ve şiir eleştirisine soyunan herkes Türkçenin ses bilgisine, anlam ve seslerin bağıntısına, biraz daha ileri giderek müzik bilgisine sahip olmasında yarar olduğunu düşünüyorum. 

Ton, vurgu, ritim, süre, durak gibi parçalarüstü birimler; ünlü ünsüz uyumu, sesli harflerin ince kalın, düz yuvarlak ses özellikleri, önemlidir. Bunun yanında patlayıcı, sızıcı, akıcı, tonlu, tonsuz, titrek seslerin kaynaşması şiirde ses uyumu açısından dikkat edilmesi gereken ölçütlerdir. Garip şiiri de olmak üzere günümüze kadar yazılmış şiirler arasında ses açısından çok güçlü şiirler vardır. Türkçenin ses özellikleri, ünlü zenginliği, özellikle ses benzeşim zenginliği ile ardışık sözcüklerin kaynaşmasından doğan ses düşmeleri şiirsel ezgiyi kolaylaştırmaktadır. Gördüğüm kadarıyla Türkçe, şiirsel ezgi için oldukça yatkın ve uygun bir dildir. Ezginin ses aralığına göre; uygun sesli sözcüğü, anlama uygun sesi ve duygu değerine uygun sesi bulmakta; zorlanmayacağımız kadar zengin bir dilimiz var.  

Bunalımlı duyguyu, sıkıştığı ortamdan kurtaran ezginin yüceliğini kabul etmeliyiz. İşitme duyusunun, bütün duyu biçimlerini kontrol altına aldığını, etkilemede ve yönlendirmede başat konumda olduğunu bilmek ve buna göre hareket etmek gerekir. Şiirin ezgisel bir olanağı vardır ve bu olanak şiirin sanatsal etkinliğini sağlar. Ezginin gücünü, zihni ve duyguları hazza götürücü bir ortam yaratacak biçimde şiirde kullanmak ise sanatsal bir beceridir.

Şiirsel ezgi, bir şiirin bütün varlıklarıyla dış dünyaya açılan penceresidir. Başka bir söylemle, şiirde anlam ve duyguyu dış dünyaya açan fiziksel bir eksendir. Ne var ki bu pencerenin varlığı ve yokluğu ile niteliği hakkında düşünce üretebilmek, ses olanaklarına egemen olmayı gerektirir. Örneğin dize iç ses uyumunda, patlayıcı tonsuz ses ile sızıcı tonlu sesi bir arada kullanmanın kulağı tırmalayabileceğini, iç ses uyumunu bozabileceğini öngörmek gerekir. Bunlar bilindiği takdirde, patlayıcı tonsuz ses içeren sözcük yerine, kulağı tırmalamayan eş anlamlı başka bir sözcük kullanılması tercih edilebilir. Bunun gibi ses ve sözcük kullanımının sınırsız oluşu şiir açısından ve ses uyumu açısından önemli bir olanaktır. Türkçe, eş anlamlı sözcükler konusunda diğer dillere oranla çok daha zengindir.

İşitme duyusu, dış dünyanın doğal ve yapay sesleri yanında, duyusal, metafizik ve manevi dünyanın ruhsal kodlarının algılanmasında başat duyudur. Duygusallık, metafizik ve maneviyat; kişide en fazla merak uyandıran, insanı etkisi altında tutan, anıları tekrar yaşama arzusu doğuran, estetik değeri daha kolay algılatan durumlardır. Duygusal, metafizik ve manevi ortamın kişide görme ve anlam bulduğu yer, doğadaki yapay ve doğal seslerin ezgisidir ve bu ezgiye kişi tarafından verilen anlamdır.

Özetlersek: Müziksel ezgi, resitatif ezgi, şiirsel ezgi ve konuşma ezgisi şeklinde; kuramsal, nitelik ve nicelik bakımından bir sıralama yapabiliriz. Bu durumda şiirsel ezgi, kendi bağlamında ele alınıp ilgili disiplinlerle ayrıca incelenmesi gerekir.  

Eleştirmen olarak bir şiiri çözümlemek istediğinizde, şiirdeki ses katmanını nasıl değerlendirmelisiniz? İyi şiir yazmak ve şiirde şiirsel ezgiyi oluşturmak şairin becerisine bağlıdır. Şiirde sesin çatısını kurmak, teknik ayrıntısına girmeden yukarıda belirttiğimiz ses olanaklarını kullanmayı gerektirir. Eleştirmen açısından konuyu ele aldığımızda, şiirde şiirsel ezgi ekseninin güçlü olup olmadığını anlamanın en basit yolu, okuma esnasında dizelerdeki sözcükler arası ses geçişlerinin söyleyişi zorlaması, dizenin başlangıç, ara ve bitiş vurgularının dengesiz olması, patlayıcı tonsuz seslerin gelişi güzel kullanılması gibi konular örnek verilebilir. Zaten ses ve sesin akışındaki dengesizlik (ton ve katlarının dışına çıkması) kulağı tırmalar ve sessel uyumsuzluk doğrudan duyularca anlaşılır. Bu bölümü uzatmadan ve daha fazla ayrıntıya girmeden kısa bir örnek verelim.

 

YAĞMUR ÇAĞIRALIM

 

Gündüze şemsiye önü burası, yağmur çağıralım

Doğu batı her yön yine yokluğunda oturanların yönü

Doğum hattı kırığı, beden bölüntüsü

Ayrıntıların özneden ayırdı dilsiz kuyu

Estetik burun dikliği, duyuda sığlık büyüsü

Kara kemikli çatalkara, çakal postu

Algıda ayırdın karma karıştığı yer, yağmur çağıralım.

 

Bugün, doğum, düğün ya da bir ölüm töreni

Gizliliği afişlerde yüksünen bomba günü

Kırım kırıma ekli bölmede kalansız uyumu

Dökülsün parça tesirli yağmur, ıslanalım.

 

Çağcıl kaba öngörü, yokluğa devasa örüntüsü

Kent estetiği, akıl dirikliği ya da öfke hafifliği

Çiçekçi dükkânı önü bugün de müşteri kuyruğu

Duvara asmış eleğini duyuların kalpazan ölümü

Zihnin kilitlendiği yer burası, yağmur çağıralım.

Ekim 2015 Narlıdere, “Bir Damla Suda Halkalar” kitabından 

Dize içindeki ses benzerlikleri ve şiirde yer alan sözcüklerde ünlüler arası ve ünsüzler arası ses benzerlikleri yanında “ç”, “z”, “ö”, “ü” ve “u” sesinin hem tonlama hem de vurgu açısından başat sesler olduğunu görebiliriz. Dikkat edilirse şiirsel ezgiye önemli katkı sağlayan bu sesler ile bunlara yardımcı titrek “r” sesini de ilave ettiğimizde öncelikle konuşma ezgisini, bu seslerin uyumu ve anlamın yönlendirmesi ile şiirsel bir ezgiyi doğurduğunu görebiliriz. Ayrıca bütün dizelerin son sözcüklerine bakınız. İç ve düşey ses uyumu yanında, duraklardan önceki heceler ile son sözcüklerde anlamın vurguyu, vurgunun ise ton ve katlarını bununla birlikte ritmi doğurması, şiirsel bir ezginin altyapısını ortaya koymaktadır.

Ses katmanı incelenirken şu şöyle yapılır bu böyle yapılmalı gibi öneri veya yargıda bulunmuyorum. Her eleştirmenin kendine kolay gelen bir yöntemi ve yaklaşım tarzı olmalıdır. Bu tarzlar aynı zamanda çoğul bir bakış açısını beraberinde getirir ve gelişime açık bir olgular bütünü ortaya çıkarır. Önerebileceğim konu şudur: Şiirsel ezgi ekseni, ses katmanının başat bileşenidir ve hedef ögesidir. Yalnız ses benzeşimleri ile oluşmaz, aynı zamanda sesler arası tezatlıklar ile anlamın kendi içinde yarattığı ritim ve bağdaşıklık da ezgiye katkı sağlar. Şiirsel ezgi eksenini değerlendirebilmek ve bu eksen konusunda yorumda bulunabilmek için biraz Türkçenin ses bilgisi, biraz da müzik kuramı bilmekte yarar olduğunu bir kez daha söylemek istiyorum. Bugün şiirlerimizde, deneyime dayanarak yaptığımız sessel uygulamalar aslında çok fazla ayrıntıya sahiptir. Kim hangi çıkarımı yaparsa yapsın, ses uyumu şiirin temel bileşenidir. Şiirde şiirsel ezgiyi doğurmadan ne anlam katmanını ne de anlatım katmanını istenen yeterliliğe taşıyamazsınız; bunlarla birlikte domino taşı etkisi gibi çağrışım, coşum ve estetik katmanları kendiliğinden sırasıyla yıkılır. 

Şiirsel ezgi, duyulara etkisini dikkate almasak bile anlam ve anlatımı etkili kılan en temel fiziksel özelliktir. Şiirin tarihsel bir olanağıdır. Üzerinde özenle durulması gereken estetik değer çarpanıdır.   

 

 

Çağrışım, anlamın kaşağısı ve zihnin karanlık bölgeleri için el feneridir. Anlamı kaşıdıkça daha yoğun imgeye, imgeden daha özgün imgeleme götürür. Bellekteki yerleşik izlerin uyaranı ve düş dünyasının başat erketesidir diyebiliriz.

 

Çağrışım Katmanı

 

Çağrışım; ses, anlam ve anlatımın verilerine dayanarak; kişinin bilgi birikimine, yaşamsal ve duyusal belleğine, izlerden yaşamsal birikimlere, oradan imge ve görüntüye, görüntüden keşfi bekleyen yeni imgeleme ulaşan; insana özgü bir özelliktir. İnsanın düş ve düşünsel evreninin sınırsız eylemidir. Sanatsal ve bilimsel yaratıcılığın temelinde önemli yeri vardır. Bir şey, yalnız bir şeye bağlı değil, çok şeye bağlıdır. Bir olay, olaylar zincirini, bir olasılık, çok olay ve olasılıklar zincirini doğurur. Bilgi bütünlüğüne ulaşmış zihinde bir şey, o kadar çok şeyle bağıntılıdır ki bunun sınırı ve sonu yoktur. Milyarlarca bilgiyi aynı anda tarayıp işleyebilen bir yapıdır beynimiz; henüz sırrı tam çözülememiş…

Çağrışım katmanı, şiirdeki herhangi bir anlam, ezgi, söz, olgu veya olaya dayanarak okur belleğini dürten, okurun zihnindeki bağıntılar bileşkesini kurcalayan, anıştıran, tetikleyen ve harekete geçiren, okuru imgelem dünyasına yönelten, yeni düşünme ve görme biçimine neden olan bir katmanın adıdır. Buradaki kullanımı, sözlük anlamının dışında değildir. Şiir veya sanatsal bir uzamda, çağrışımın; çıkış, oluş ve sonuçları açısından ayrıntılı incelenmesinin gereği doğar. Her yapıtın, üzerine yaslandığı görünmeyen bir varlık alanıdır. Uyarma, uyandırma, sezdirme, anıştırma, duyumsatma ve anımsatma gibi zincirleme etki-tepki yanında, aynı zamanda yapıtın anlamsal derinliği ile coşum katmanına yeni boyut ekleyerek sanatta sınırsızlığı ve duygusallığı sağlar. Şöyle diyebiliriz: Çağrışım; anlamın kaşağısı, zihnin karanlık bölgeleri için el feneridir. Anlamı kaşıdıkça daha yoğun imgeye, imgeden daha özgün imgeleme götürür. Bir anlamda, bellekteki yerleşik izlerin uyaranı, yeni görme biçimi ve düş dünyasının başat erketesidir diyebiliriz.

Freud “Serbest çağrışım sırasında kişide görülen hiçbir şeyin gelişigüzel ya da rastlantısal olmadığını ve kişinin bilinçli bir seçimde bulunmadığını” vurgular. Bu yöntem genellikle psikanalisttik terapide kullanılır. Bunun yanında gerçeküstü (sürrealizm) sanat anlayışındaki anlık yazma işlemi de serbest çağrışıma farklı bir örnektir. Serbest çağrışımda doğrusal bir düşünme örüntüsü ve bilinçli seçim aranmaz, kişinin doğal davranışları daha geçerlidir.

Okur; şiiri okurken veya bir yapıtı izlerken, çocukluğundan bugüne kadar edindiği bilgi, deneyim, her tür duygu ve anılarıyla bir başınadır. Okur bire bir şiirle iletişime girdiği için; çekince, baskı ve basınç altında değildir, içinden geldiğince özgür düşünebilme, düş kurabilme, doğal davranabilme olanağına sahiptir. Serbest çağrışıma sonuna kadar açık durumdadır. Asla dışa vuramayacağı, kendince kutsal olan, değerli olan, utanç veren, sorun olan, kendisine bile itiraf etmeye çekindiği her tür duygu ve bilinçaltı bilgilerini; şiirle karşı karşıya geldiğinde kendine itiraf etmeye; üzerini açmaya ve onlarla ilişkiye girmeye hazırdır. Okurun bu durumuna yaslanarak, okuru tetikleyecek, anıştıracak, duyumsatacak, anımsatacak, bilincine başka alanları çekecek, benzerlik, yakınlık ve çelişkiler arası bağıntı kurduracak teknikler sanatın bir gerçeğidir. Bu da çağrıştırmayla yapılabilen bir ayrıntıdır. Çağrışımı katman olarak ayrıca incelememin nedeni; şair, şiir ve okur arasında önemli bir etkileşim alanı oluşundandır. Bu konu; kısa değinmelerle geçiştirilemeyecek kadar sanatsallığa katkı yapar, imgeye yönelir, imgelem doğurur, coşumsallığı tetikler, çokanlamlılık ve rastlantısallığa yönelir. Bunlar, sanatta özellikle şiir gibi anlam sanatlarında üzerinde durulması gereken önemli konulardır.  

Basit bir anlatımla sanat, gerçek ve gerçeküstü düşünsel dünyadan imgelem doğar. İmgelem; ses, yazı, çizgi, anlam, renk gibi teknikle imgeye dönüştürülür ve estetik kaygı düşüncesiyle yapıta giydirilir. Bu tanımdan hareketle okur, yapıtta sezdirilmek/götürülmek istenen imgeye bilinçli olarak çağrışımla yöneltilmelidir. Şiiri, üst anlam tabakasına taşımanın en etkin araçlarından biri çağrışımdır, çağrışımın tırnak izleridir.

 Çağrışım; anlam, ses, anlatım ve coşum katmanlarının hep birlikte okur üzerinde yarattığı bir sonuçtur. Çağrışım yelpazesi, şairin okuru yönlendirdiği çağrışım olanaklarıdır. Çağrışım saçağı ise okurun ulaştığı çağrıştırmadan doğan çoklu imge demetidir. Anlam, klasik deyimle ne kadar derinliğe sahipse çağrışım da o kadar güç ve çeşitlilik kazanır. Sanatçının önümüze serdiği yol ve anlam derinliği, duygu durumunu ivmeleyerek yaşanmışlık izlerine dokunur. Duygunun üst katmana taşınması, bunun da ötesinde daha önce keşfedilmemiş algı, görme, anlama ve düşünme biçimine ulaştırması, çağrışımın etkili bir sonucudur. Kanımca, okurda çağrışımla oluşan/oluşturulan imge ve buna bağlı imgelem, şiiri şiir yapan en değerli ve vazgeçilmez gereçtir. Hatta bütün sanat yapıtları için çok önemli ve yaratılması gereken arzu edilir bir sonuçtur.

Sapma, imge ve bağdaştırma gibi tekniklerle yapılan; çarpıcı, beklenmedik ama zengin çağrışıma neden olan söz dizimi ve söz kaynaşması; hem yeni düşünme biçimi hem de yeni düşün alanları açar. Çağrışımın önemli bir özelliği de budur.

Çağrıştırmak, okurun ilgi alanı ve kültürel yapısıyla da ilgilidir. İyi bilinen bir olay, kahraman, mit, simge, sembol ve deyime atıf yapmak; sezdirme, duyumsatma, anımsatma, düş gücünü zorlama gibi sonuçlar doğurur.  Açıkça işaret ederek başka bir olgunun düşünülmesine okuru yönlendirebilir.  Okurda çağrışım yaratmak için daha başka yöntemler de uygulayabiliriz. Örneğin, yapıtta andığınız bir kahraman; okuru kahramanla ilgili bir olaya götürecek, o olay ile ilgili unutulmaz bir zamanın unutulmaz anlık olaylarını belleğinde tazeleyecek, yeni çıkarımlara doğru gezintiye çıkaracak, okurun duygu durumunda olumlu ortam yaratacak ve duyarlılığını artırabilecektir. Çağrışım, anlam katmanına yeni anlam ve görüntüler üretmek gibi bir geri dönüşümlü işleyişi vardır. Sonuçta okur, kendi yaşamsal varlık ve değerleri ile bilinç ve bilinçaltında depolanmış olan bilgilere yaslanarak yeni görüntüler ve yeni duyusal alanlar yaratır. Bu özellik, zincirleme etki yapan özel ve önemli bir işleyiştir. Çağrışımın şiirde yeni duyusal alanlar açması okurun bilgi birikimi, yaşamsal deneyimleri, olayları okuma, varlıkları tanıma ve karşılaştırma yeteneği ile doğru orantılıdır. Bu nedenle şiirin çağrışım gücü, okurun mantıksal yeteneğiyle koşuttur. Anlam katmanının çağrışım ve buna bağlı görüntüyü eş zamanlı oluşturduğunu, çağrışımın da yeni olgu ve imgeler üretebildiğini bu çıkarımlardan sonra söyleyebiliriz.

Çağrışımı doğuran durumlar; yalnızca söz, ezgi, olay veya olgular değildir. Yaşamın içinde var olan, bunun yanında zihinde tasarlanabilmiş soyut kavramlar da çağrışımı doğurabilir. Bu konuya daha somut bir örnek verelim. Örneğin mevsimlerin, insanın yaşamsal örüntüleriyle bütünleşmiş algı ve duyularını biçimlendiren karakteri vardır. Bahar aylarının güneş rengi diğer aylara ve coğrafi konuma göre ışık açısından kendine özgü bir tona sahiptir. Bahar ayları renk tonu, çoğu insanda aşk olgusunu çağrıştırır ve duygular bu uyarıma göre biçimlenir. Sonbaharın renk tonu da hüznü anımsatan bir olgudur. Demek ki renkten kokuya, işitsellikten tada, hareketten kas duyumlarına kadar duyularla algılanan her şey çağrışım için bir kaynak oluşturabilme gizilgücü taşır. Bu gizilgüce sahip ögeleri bulup şiire yedirmek de şairin işidir. Burada parantez içi bir bilgi daha aktarayım: Şairin; çağrışıma kaynaklık eden ögeleri bulup şiirinde kullanması, duygu, duyu, olgu, olay, bilgi ve bilinç arasındaki ilişkisel işlerliği zihninde açıklığa kavuşturmasıyla doğru orantılıdır. Diğer söylemle şair, donanımlı olmalıdır.     

Şiir, dizelerinde anlattıklarıyla yetinmez. Okurdan, çağrışımla hiç değinilmemiş alanların, olay ve duyguların yaşanmasını ister. Satır aralarını okumak deyimi bir bakıma bunu karşılar diye düşünüyorum. Çağrışım gücüyle hiç değinilmemiş görüntülerin oluşturulması, okurun birikimine bağlıdır ve okuru yenidünyanın kapılarını aralamaya yöneltir.   

Çağrışım; algı törpüleme, anlama, düşünme biçiminin bulgulanması ve duygusallığın üst alana taşınmasına neden olur. Anlamı güçlendirir, zenginleştirir, dal-budak saldırır. Keşfedilmemiş bölgeye taşır ve coşumun doğuşuna katkı sağlayarak okuru estetik yaşantıya hazırlar. Başka bir deyişle, şiirde imge olarak adlandırdığımız oluşumun temel çıkış noktasıdır ve okur imgelemiyle eşzamanlı oluşur. Daha geniş düşünsel bir evreni, duyumsatmaya iter.

Çağrışım, şiirde belirttiğim bütün katmanların birleşiminden doğar, büyür ve geri bildirimde bulunarak katmanların gücünü pekiştirir. Örneğin, anlamla birlikte şiirsel ezgi, bellekte yer etmiş ve duyusal dünyada anlam kazanmış olay ve olguları tetikler. Anlam ve sesle, okurun düşünsel dünyasına saplamalar yapar ve okuru çok katmanlı bir imgelem dünyasına götürür. Ezginin duyularda yarattığı etki, dinleyenin yaşamsal izlerini tetikler ve anlamla bağıntılı imgeler doğurarak şiirin diğer katmanları ile daha yoğun bir etkileşime girer. 

Çağrışım sürecini inceliyorsak ve konumuz da şiirse, anlam katmanına biraz daha özenli bakmalıyız. Çağrışım sürecini doğuran ana etkenlerden biri anlamdır. İşitme, duyma ve görme duyuları; anlam üzerinden işlem yapar; beynimiz de. Ezgi veya anlatımla bir yere kadar çağrışım sağlanabilir. Kaldı ki bunlar bile anlam katmanı ile bağıntılıdır ve birbirini bütünler özelliğe sahiptir. Şiirde veya sanat yapıtında anlam deyince bilgi ve bilginin duyusal, soyut ve nesnel tasarıma dönüştürülmüş durumunu anlamalıyız. Çağrışım, bilgi ve türevleri ile nesnelleşmiş görünüm üzerinden hareket alır. Örneğin dizedeki söz, bilgi ve anlam; zihnimizde bir tasarım/görüntü oluşturur. Bu tasarım/görüntü, belleğimiz ve zihinsel etkinliğimizin gücü oranında başka görüntüleri beraberinde getirir. 

Çağrışım katmanının kapsamı nedir, nasıl oluşur ve sonuçları nedir gibi sorulara yanıt aramalıyız. Bu sorulara yanıt aramak için çağrışımı varlık düzleminde tanımlamamız ve isimlendirmemiz gerekir. Şiirde veya herhangi bir sanat yapıtında çağrışıma neden olan ve çağrışım biçimini belirleyen düzleme çağrıştırma tabakası diyorum.

Çağrıştırma tabakası, nesnel, öznel veya soyut bir olgu ve olaya işaret eden, anlamlandırılan, bu anlamın başka bir anlam ya da görüntüye yönelmesini sağlayan tabakadır. Bir bakıma ezgi, sözcük, dize veya anlam öbekleri gibi özel ya da genel konular; okurun duygu durumunu etkilemiş ve belleğine tutunmuş olan izleri anımsatan ilk çıkış noktasıdır.

Buraya kadar şairin istediği ve şiirin söz varlıklarının ortaya koyduğu bir etkileşimden söz ettik. Yani çağrışımın okuru tetikleme aşamasına kadar olan kısmından. Okurda çağrışımın ortaya koyduğu eylemsel durumun tanımını ayrıca yapmak durumundayız. Bu aşamadan sonra, ele almamız gereken konu çağrışımın okurda oluşturduğu imgelem boyutudur. İşte okurda oluşan bu eylemsel tabakaya çağrışımsal imgelem tabakası diyorum. Bu tabakaları ileride kapsamlı olarak ele alacağım için ayrıntıya girmiyorum.

Çağrışımsal imgelem tabakasını da iki farklı oluşum sürecinde değerlendirmeliyiz. Birincisi şiirin söz varlıklarının çağrıştırması ile okuru yönlendirdiği imgelem tabakasıdır. Bu, yukarıda sözünü ettiğim tabakadır. İkincisi ise okurun yaşamsal algısı ve bellekte yerleşik bilgileri, görme, sezme yetisi gibi kişisel etmenler ile şiirde çokanlamlılık gereği okurun kendince ulaştığı rastlantısal imgelem tabakası’dır. Sanatsal metinlerin doğasında var olan ve sezdirme gücünün de etkisi ile okurun bilincinde üretilen anlam dünyasını; ancak bu şekilde tanımlayabiliriz.

 Rastlantısal imgelem tabakası, rastlantısal anlam tabakası gibi ayrıca incelenmesi gereken sanatsal bir gerçekliktir. Metni sanatsal boyuta taşımanın altında yatan değerler, bugüne kadar farklı biçimlerde dillendirilmiş tabakalardır. Şu kadarını söylersek sanırım bu tabakaların önemi anlaşılabilir. Şiirin zamana karşı dinamizmini ve kalıcılığını sağlayan, okurun belleğine göre şekillenen, dönemlerin algı ve yargılarına göre yeni değerler üreten tabakalar olarak düşünebiliriz.

Çağrışım tabakasının sonuçlarının yönlendirdiği bir alan daha vardır. Çağrışımın yeni anlamlara yöneldiğine, çağrışımın doğurduğu imgelemle yeni imgeler yarattığına kısmen anlam tabakasında değindim.

Aşağıdaki dizeleri çağrışım açısından değerlendirerek okuyalım. 

 (…)

Vardır her egemenin bir egemeni, bu ayrı konu (1)

Alsa aslan bir ceylanı evlatlık, evrim darılır       (2)

Horon kıvraktır örneğin, durdur horonu dik oynamayı   (3)

Dikey keskin hüküm varsılı, düzde güzelduyu     (4)

Az varılır bir kasabada, paslanır ya keman yayı   (5)

Telgraf direkleri odun oldu olalı.          (6)

                                                                                                                        “Bir Damla Suda Halkalar” kitabından

 

Şimdi 2. dizenin çağrışım gücünü kendi şiir anlayışınız ve dünya görüşünüzle düşünün. Ayrıca, 1 ve 2. dizeyi okuduğunuzda sizin zihninizde nasıl bir çağrışım oluştu, ilk anda ne düşündünüz, zihninizde nasıl bir görüntü ve tasarım oluştu? Evrimle, aslanın ceylanı evlatlık alması konusunda nasıl bir bağlantı kurdunuz ve sizi bu iki dize nereye taşıdı? 

5 ve 6. dizeler size ne çağrıştırdı, sizde nasıl bir görüntü oluştu, çocukluğunuzun görüntüsü olan yol kenarlarındaki telleri sarkmış telgraf direkleri nasıl bir çağrışım yapmaktadır? “...paslanır ya keman yayı/Telgraf direkleri odun oldu olalı//” dizeleri sizde nasıl bir görüntü oluşturmaktadır. (İki direğin ortasında aşağıya doğru salınmış telgraf tellerinin keman tellerine benzetildiğini varsaymış olsak sizde nasıl bir iz, anı ve duyguyu uyandırırdı?)

Bu açıklamalardan sonra çağrışım katmanını, üç tabakaya ayırarak ele almalıyız diye düşünüyorum. Çağrıştırma tabakası, çağrışımsal imgelem tabakası ve rastlantısal imgelem tabakasıdır.


 

Çağrışım çekirdeği, okurun kültür ve bilgi varlıklarını uyandıran, okuru daha geniş imgeleme taşıyan şiirdeki belirlenebilir söz varlıklarıdır.

 

 

Çağrıştırma Tabakası

 

Çağrıştırma tabakası; anlamsal, duyusal, işitsel ve görsel olarak; okuru uyarıcı, anımsatıcı, yönlendirici varlıklar düzlemidir. Bu tabaka, şiirde veya bir sanat yapıtındaki çağrışımı sağlayan gereçlerin oluşturduğu bir alandır. Diğer bir söyleyişle çağrışıma neden olan özelliklerin bir düzlemde tanımlanmasıdır. Bir anlamda, çağrışımı doğuran somut ve soyut veriler dizinidir.

Çağrıştırma tabakası, İmgenin algılanmasında önemli bir paya sahiptir ve aynı zamanda okurda çoğul ve rastlantısal imgelem yolunu açar. Ancak bu tabakayı açıklarken şairin şiirinde bilerek kullandığı gönderme, sezdirme ve anımsatma türü söz varlıkları üzerinden hareket edeceğiz.

İmge veya bir olayın/duygunun anımsatılması için kullanılan sözler ve söz gruplarının her birini, çağrışım çekirdeği[22] olarak adlandırabiliriz. Çağrıştırma görevi yüklenen; olgu, olay, sapma, deyim aktarması, benzetme, bağdaştırma, sözcük ve söz grupları gibi şiir teknikleri; anlatım ve anlam özelliğine bağlı; özgün çağrışım oluşturacak ağırlığı taşıması istenir. Okura; olay ve görüntüleri anımsatır, açığa çıkartır, imgeye yöneltir, imgelemi başlatır, okurun bilgi dağarcığına ve algıladığı yaşamsal izlere bağlı olarak olaylar zinciri ve görüntülerin oluşmasını sağlar. Dizede geçen söz ve söz tamlamalarından doğan; anlam, imge, yansıtma ve sezdirme grupları çağrıştırma tabakasının bir ögesidir.  Diğer adıyla çağrışım çekirdeğidir.

Çağrıştırma tabakasını kurgulamak, şairin işidir; bu onun becerisinin çıktısıdır.

Şiir anlatmaz, anlatılmak isteneni yansıtır, duyumsatır; bununla da yetinmez, varılmak istenen görüntüyü de kendine özel teknikle çağrıştırır. Bu anda da sizin düş dünyanıza yeni yeni ateşler yakar. İmgelem olanaklarınızı bilemeye başlar. Bir bakıma, hem işaret edilen daha somut bir alanın varlığından hem de görünmez ama gönderilerle yolu açılan bir görünmez alandan söz edebiliriz. Gerçek ve gerçek olmayan alanın ortaklaşa yarattığı toplam nesnel, duyusal ve sanal görüntü; bir yapıtın ortak değerlerini içinde toplar. Çağrıştırma tabakasının oluşturduğu bu düzlem, okur anlağında estetik algının önünü açan bir olanaktır.

Çağrıştırma tabakası, belleğimizi ve duygularımızı harekete geçirerek bilinç ve bilinçaltımızdaki uyuyan gizli odaların açılmasını sağlar. Başka bir deyişle, duyguları tepkisel konuma sokar, algı uyarıcıları yönlendirir. Kısaca çağrıştırma tabakası, okurun zihinsel ve duyusal dünyasına dikkat çekici işaretler koyar, onu ulaştırmayı arzu ettiği imgeye doğru yönlendirir.

Çağrıştırma tabakasının oluşturulması ve çağrışım gücünün artırılması maksadıyla, okurun sosyolojik ve psikolojik dünyasını ele almamız gerekir. Okurun sosyolojik ve psikolojik dünyasından elde ettiğimiz veriler, çağrıştırma tabakasını güçlendirmemiz için önemli bilgiler içerir. Şöyle ki, insanın tutum ve davranışlarını belirleyen, onun hangi uyaran karşısında ne gibi bir tepki vereceğini az çok bulgulayan, bu bilim alanlarıdır. O yüzden bir şair ya da bir sanatçı, sosyoloji ve psikoloji kavram ve terimlerine egemen olmalıdır, diye düşünüyorum. Yalnızca çağrışım olanaklarının doğurulması için değil, özneyle nesne arasındaki ilişkiyi tanımlama ve tepkilerin çözümü için de gereklidir.

Katmanları tanımlarken dedim ki hiçbir katmanı ve tabakayı, tek başına bağımsız olarak düşünemeyiz. Bütün katman ve tabakalar, birbiri içinde var olur ve birbirinin oluşumuna az ya da çok katkı yapar. Örneğin ses katmanıyla anlam katmanını ayrı düşünebilmek olası değildir. Kaldı ki biri fiziksel, diğeri düşünsel özelliğe sahiptir. Buna rağmen birbirinin doğumuna tanıklık ve işçilik yapan birbiri içinde iki ayrı varlık alanlarıdır. Kısacası biçim, anlam, anlatım, ses, coşum ve estetik katmanları; çağrıştırma tabakasıyla birlikte çağrışım katmanı için çağrışım çekirdeklerini oluşturur, birbirini bütünleyen ve tetikleyen eylemsellik sağlar.

Şair, bir şiirin çağrıştırma özelliklerini güçlendirebilmek için ne yapmalıdır? Bir eleştirmen bu tabakaların açığa çıkarılması için ne yapmalıdır? Bu tür sorulara yanıt aradığımızda biraz daha nesnel ölçütlerin karşımıza çıkacağını düşünüyorum.

Çağrıştırma tabakası, şiir eleştiri ve çözümleme konusunda nasıl bir yöntem ile ortaya konmalıdır?  Tek tek incelenmeli mi? Metnin genel çağrıştırmasına değinip geçilmeli mi? Çağrıştırmanın, şiirin şiir olma niteliğine   katkısı oldukça fazladır. Okuru yeni, şaşırtıcı tasarım ve anlatım ile büyülemek, alışılmadık bir yapıyı önüne koymak ve onu başka bir duyusal dünyaya taşımak için çağrıştırma tabakasının olanaklarını incelemeliyiz. Çağdaş sanat yaklaşımı, genel anlamda baktığımızda çoklu ve farklı düşünebilme yeteneğine yaslanır. Bir yerde çağrıştırma tabakası, asimetrik düşünebilmenin önünü açan bir olanak olması açısından önemlidir.

Öyleyse çağrıştırma tabakası irdelenerek şairin dil kullanım becerisi ve çağrışım tekniği nesnel bir ölçüt olarak ele alınabilir. Bir anlamda şiirdeki çağrışım çekirdekleri ortaya çıkarılabilir. Bununla birlikte şiir çözümlemelerinde şiirdeki örtük alanların didik didik edilmesiyle yeni şiirsel değerlere ulaşılabilir. Şiir çözümlemesindeki bu tarz araştırmalar, şiir yazma tekniği açısından genç şiir severlere de somut bazı veriler sunabilir. Şiirde bilinçli yapılan her çağrışım çekirdeği, er ya da geç okur imgeleminde bir yöneltme, olay ve olgu görüntüsünü açığa çıkarma görevini yüklenecektir. Hatta şiirde kullanılan bir sözcük bile günün güncel ve iz bırakmış olayları ile bütünleşerek beklenmedik bir çağrışımı, görüntüyü, okurun zihninde canlandırabilir ve daha değişik alanda imgeleme yöneltebilir.

Şimdi aşağıdaki şiiri çağrışım konusunu düşünmeden yalnızca çağrıştırma tabakası açısından değerlendirelim. Şairin kullandığı dil, teknik, söz varlıkları, söz sanatları ve anlam örgüsü çağrıştırma açısından nasıl ele alınabilir?


İNCE KADIN

 

Giymiş giyindirmiştir her kadın tersten

Bazen herhangi güzel şeylerini

Çizmesini, jilesini, gizemini çoğu kere de gözlerini

Savurmuştur ellerini ellisine

Bir sardunyayı sulamıştır tuz ruhuyla biraz

Sürüştürmüştür dalgınlığını bir vazo yuvarlağına

Bazen doğumun zillerini takmış takıştırmış

Varılmamış çoğul yokluğuna

Ateş yakmıştır kırmızı bir ruj izine

Sonra takmış da gözlerine, olursa bu kadar olur.

 

Ve ellerini kavuşturmalar bir dargınlığın soluğuna

Sevişmeleri çağırmalar estetik boğumlara

Gündemdedir sarı yıldız uman gizil kaybolmalar

Kaybolursa da işte bu kadar çok kaybolur.

 

Hani özlemiştir çoğu kez bir kadın

Islıkla dokunulmamış yerlerini

Bazen de silmek istemiştir dokunulmuşluk izlerini

İnce bir kadındır o, diğer kadınların ilk biri.

 

Sonra ezilmişlikleri koymuş da kendisi gibi şiirlerine

Fırat'ın kıvrımlarını unutup bedeninde

Dicle’yi iliştirmiştir doğmamış yerlerine

Ay tutulmasını giymiş giyindirmiştir

Herhangi bir günün özlenmemiş bekleyişlerine.

 

Derinlik yüzeye yürür mü, yürür gibi

Fırına sürer yakılırcasına kadın hâllerini.

İnce bir kadındır o, diğer kadınların ilk yitimi bekleyeni.                                                                                                                                                                        Nisan 2015 Narlıdere/İZMİR “Bir Damla Suda Halkalar” kitabından   


Çağrışımsal imgelem tabakası, şairin şiirde kurduğu uyaranlar ile okurun kendi yaşamsal varlıkları, kültürel değerleri ve belleğinde kayıtlı görüntüler üzerine yaslanarak yeni görüntüler ve duyusal alanlar yaratma alanıdır.

 

Çağrışımsal İmgelem Tabakası

 

İmgelem; bilgi birikimimiz ve bilincimizin zihinsel, düşsel ve duygusal olarak ortaya koyduğu tüm tasarılar, görüntüler, işlemler, yaratılardır. Bir anlamda düş ve düşünme gücünün ortaya çıkardığı eyleme dönüşmemiş düşünce bazında örüntüler evreni de diyebiliriz. Zihnin işleyiş ve imge çekirdeğini[23] ortaya koyuş sürecidir. Sanatın doğumuna kaynaklık eden ilk düşsel aşamadır. Sanatsal yaratıların akarsuyudur. İnsanın toplam düşünsel çıktısının süregiden bir akıntısıdır. Ancak bu katmanda, çağrıştırmanın yarattığı imgelem tabakasını incelerken imgelemi biraz farklı ve kısıtlı bir açıdan ele almalıyız.

Çağrışımsal imgelem, okurda bilinçli oluşturduğumuz bir imgelem sürecidir. Okurun kendisinin bilgi ve belleğine dayanarak ulaştığı imgelemi, ayrıca rastlantısal imgelem tabakasında inceleyeceğiz. Daha önce sözünü ettiğim çağrıştırma tabakasındaki çağrışım çekirdeği, okur üzerinde uyarı, sezdirme, anımsatma, dokunma ve değinmeler yapar. Diğer taraftan da imgelem ve düşlerini harekete geçirir.

Olgunluğa ulaşmış zihinde bir şey, o kadar çok şeylere bağıntılıdır ki hangi şeyin hangi bağıntıyı uyaracağı, alıcının bilgi varlıkları ve belleğindeki izler ile doğru orantılıdır. Neyin, neyi harekete geçireceği; neyin, neyi nasıl bir imgeleme yönlendireceğini kestirmek zordur. Yani şair olarak sizin söylediğiniz esas değildir; okurun nasıl anlamlandıracağı, nasıl bir imgelem dünyasına yöneleceği esastır. Şair, kendi anlayışına göre bir veya birkaç imgeyi hedeflemiş olabilir, ancak şairin açığa çıkmasını arzu ettiği imgeler okur tarafından hiç görüntülenmeyebilir. Bu biçim bir yönelme, rastlantısal imgelem tabakasında ayrıca incelenecektir. Okur, belleğine dayanarak daha farklı imgeleme ulaşmış olabilir. Burada sözünü ettiğimiz şey, şairin yönettiği imgelem tabakasıdır ve her şair sözlerinin okuru nasıl bir imgeye ve imgeleme yönelteceğini az çok belirleyebilmelidir.

Şairin yönlendirmeleri dışında kalan çağrışım olanakları, bir olasılıklar yumağıdır. Şair; anlam, anlatım ve ses olanaklarına dayanarak çağrışımın amacı, yönü ve gücü konusunda sorumluluk taşır. Şöyle ki: Çağrıştırmak istediği konuyu, olguyu, olayı, özü, bağdaştırma, aktarma veya benzetmeyi; çarpıcı bir şekilde verir/yansıtır, duyumsatır ya da sezdirir; ancak okur konu hakkında bilgisiz ise çağrışım, duyumsatma, sezdirme okur açısından bir değer taşımaz. Bu, şair tarafından dikkat edilmesi gereken önemli bir ayrıntıdır. Fin mitolojisinden bir simgenin kullanılması benim için bir anlam taşımayabilir. Örneğin bir Finli için tarihsel bir olgunun duygu değerinin içeriyor olabilir. Şair, şiirinde hem çağrıştırma sorumluluğunu taşımak durumunda hem de okurun varabileceği imgelem sürecine katılmak durumundadır. Basit bir ayrıntı gibi geliyor; ancak bu konu şiir yazarken, çözümlerken ve altı dolu eleştiri yaparken, son derece önemlidir. Bir şiirin okurda yaratacağı etki ve şiirin okuru kavrayışı, bu ayrıntıyla güçlendirilebilir veya tam tersi zayıflatılabilir.

Şairin çağrışım yoluyla yönettiği okur imgelemi, şiirin gelecekte takınacağı tavrı, yayacağı ileti niteliğini de belirleyebilme olanağına sahiptir. Bu belirlenim, şairin niteliği, sezgisi, bilgi altyapısı, dünya ve yaşam ilişkisini okuma yetisiyle, bunun yanında gelecek öngörüsü ile doğru orantılıdır. Sanatçının bilimsel yetkinliği ve öncü tutumu etkendir. Sözünü ettiğim konu, bütün sanat alanlarında özel olarak incelenmesi gereken çok boyutlu bir durumdur.

Yinelemek gerekirse çağrışımsal imgelem, şairin yönlendirdiği uyaranlar ile okurun kendi yaşamsal varlıkları, kültürel değerleri ve belleğinde kaydedilmiş görüntüler üzerine yaslanarak yeni görüntüler ve yeni duyusal alanlar yaratma sürecidir. “Şair, okurun dünyasına göre söz söylemek zorunda değildir; içinden geleni olduğu gibi söyler” diye söylenir. Ancak şiirin okura ulaşması ve onda estetik kaygı uyandırması için, onun dünyasına seslenmesi, onunla ilk ilişkiyi başlatabilmesi ön koşuldur. Bu konu biraz da şairin toplumsal ve bireysel olguları okuyabilme yetisiyle ilgilidir.

Okur, çağrışım neticesinde zihinsel varlıkları içinden birtakım görüntüleri çeker. Çağrışımın yönlendirdiği anlamla özdeş görüntüye dönüştürür. Bunlar, birbiriyle bağıntılı olgulardır, izlerdir, yaşamsal çıkarımlardır. Çağrışımın doğurduğu ve çağrışımın zihne taşıdığı görüntü ile ilişkili, okurun zihinsel doygunluğuna bağlı olarak daha içsel yeni anlam ve imgelem oluşur.

Şimdi, çağrışım olanaklarını ve imgelem gücünü aşağıdaki şiirde anlamaya çalışalım.

(…)

Irgalamıyor beni masum gagalı güvercinleriniz

Barışı getirmekten uzaktılar ne zamandır

Tırtıl taşıdılar badem gagalarında

Tırtıklasın diye üstüme yağan güneşi

Hiç güvenmiyorum güvercinlerinizin sevdasına

Kaç kez sponsor olurlar yeraltı şehirlerine

Kaç kez takla atarlar minare gölgelerinde

Kaç bıçak vururlar sırtından timsale insafsız

Kaç kez dikerler zeytin dalını haydut inine

Hesapsız bir hasat yapar gibi hırçın

Başıbozuk bir bostan bozumu mevsimindeyiz…

                                                                      Temmuz 2014 Narlıdere “Bir Damla Suda Halkalar” kitabından

 Örneğin ilk iki dizeyi, çağrışımsal imgelem açısından inceleyelim. “Tırtıl taşıdılar badem gagalarında/Tırtıklasın diye üstüme yağan güneşi” derken bir güzelliğin tırtıklanması için düşünce yapısı belirli insanların sanrılarından söz edilmektedir. Aslında güncel ve somut olaylara dayanan bağdaştırma, söz konusudur burada. ‘Badem gagalarında’ alışılmamış bağdaştırması, aynı zamanda belirgin ve kalıplaşmış düşünce yapısını anlatan bir çağrıştırma çekirdeğidir. İki sözcük, zamanımızın bir olgusunu okurun önüne getirip koymuş ve okurda kocaman bir imgelem dünyası kurmuştur.

İmge; hareket, biçim, renk veya sözle görünüşe taşınan değerlerdir ve aynı zamanda yeni imgelem alanları yaratma gücüne sahiptir. Örneğin, //Usun tekbirle kelepçeye vurulduğu yerde[24]// dizesinde tekbirle kelepçe, İslam kültürünün yoğun olduğu ülkelerin geri kalmışlığını, vahşetini, pozitif bilimleri göz ardı etmesini düşünebiliriz. Bu dizede dikkatli bir imgelem çözümlemesine gidersek, tek başına “kelepçe” sözcüğü bile imge ve arkasından bir imgelem süreci doğurma gizilgücüne sahip olduğunu görürüz.

Çağrışımsal imgelem tabakası, böyle bir durumu ortaya koyan geniş bir alandır. Gerek şiir dili tekniği ile gerek doğrudan göndermelerle gerek imge gibi yöntemlerle yapılsın; bellekte, bilinçte ve bilinçaltında var olan bilgileri uyararak okura yeni imgelem olanakları sağlar. Okurun yaşamsal izlerini ve değerlerini kurcalayarak, okurda öne çıkan bilgilerle yeni anlam alanları yaratır. Bu alanlar çağrışımsal imgelem alanlarıdır ve sanat açısından önemli bir bileşendir. Çağdaş sanatta yapılmaya/yaratılmaya çalışılan önemli bir ayrıntıdır.

Dil sanatlarında, özellikle şiirde çağrışıma bağlı imgelem tabakası, kendine özgü bir biçimde ayrıca ele alınmalıdır. Çağrışımsal imgelem tabakası, yukarıda söz edildiği durumuyla bir kuram özelliği taşır mı? Çağrışımsal imgelemin oluş sürecinin; genelliği, deneyselliği, izlenebilirliği ve sürekliliği sağladığını ve bu nedenle kuram olarak ele alınabilir. Örneğin heykel ya da plastik sanatlarda çağrışıma bağlı imgelem sınırlı kalabilir; ancak dilde her bir sözcük, bilgi ve dize, çoğul çağrıştırma gizilgücü taşır ve okura göre farklı imgelem yollarını açar. Sonuç olarak bu alan, bana göre kuramsal bir özellik taşır ve özellikle dil sanatlarında, daha etkin olarak şiirde, okurdaki anlamlandırma çabasını, düşünme ve düşlem sınırını genişletir, diye düşünüyorum.

Çağrışımsal İmgelem Kuramı; insan ve yapıt arasındaki etkileşimin doğal ve mutlak bir sürecidir. Benzer etki-tepkiden benzer sonuçlara yönelir. Her insan-yapıt ilişkisinde benzer ve genel bir süreci vardır. Denenebilir; her denemeden sonra benzer sonuçlara yönelen bir süreci vardır. Bu gerekçelere dayanarak sürecin, kuram olduğunu söyleyebiliriz.

Her ne kadar bu konunun kuram olabilme yeteneğine sahip olduğunu söylesek de kuramın; deneyselliğine, izlenebilirliğine, genelliğine bakılması; eylemsel sürecinin araştırılması ve daha işlenebilir bilgiye dönüştürülmesi gerektiğinin, altını çizmeliyim. Bu tabaka; bir olgunun, olayın, yansımanın anlamlandırılmasında önemli bir işleve sahiptir ve şiire sanatsal değer kazandırır. Ayrıca bir yapıtın anlamından çağrışımına kadar okurda yaratılması istenen; algı, anlama, düşünme ve görmenin eylemsel düzlemidir. Okurun çağrışımla imgelem dünyasına gönderilmesi, kendine özgü teknik, yöntem ve ayrıntı gerektirir. Bu nedenle çağrışımsal imgelem gerek kuram olarak gerek süreç olarak düşünülsün, dil ve insan bilimleri uzmanları tarafından ayrıntılı bir biçimde bilimsel bir gözle ele alınmalıdır. 

Çağrışımsal imgelem tabakası, aslında eleştirmenin önemle üzerinde düşüneceği bir anlamlandırma sürecidir. Oscar Wild’ın deyişiyle, “Eleştirinin asıl amacı eserin etkisini ortaya koymaktır.” Dilde her bir sözcük, ses, bilgi ve dize bir uyarandır, çağrışım çekirdeğidir ve çağrıştırma gizilgücü taşır, okurda imgelem yolunu açar. Şair, çağrıştırma gizilgücü taşıyan uyaranları nasıl kullanmıştır? Nesne, olay, olgu, simge, mit gibi uyarıcı etkenleri okurun artalan bilgisi ile nasıl özdeşleştirmek istemiştir? Eleştirmen, bu sorulara yanıt bulduğunda bir şiirin okurda yaratabileceği etkiyi de çözmeye başlamış demektir.

Sonuç olarak, çağrışımsal imgelem kuramı; sanatın okurla ilişkisinden doğan bir olayı görünür kılmak üzere ileri sürülmüş yeni bir sanat kuramıdır; çağdaş sanat anlayışının “hareket” olgusuna dayanır. Okurla yapıt arasındaki ilişkinin zihinsel sürecini açıklamaya çalışır. Yapıtın anlamının okurun bilgi ve yaşam izleri ile belleğine göre şekil alması, anlamlandırılması üzerine kurulu, uygulamalarla kanıtlanabilir bir görüngüdür. Bilimler arası eşgüdümle denenebilirliği, izlenebilirliği ve genellenebilirliği vardır, kanıt için araştırılmalıdır. Bir sanat yapıtının yaratılmasında, çözümlenmesinde ve eleştirisinde önemli işlevinin olduğunu değerlendiriyorum. Özet olarak bu kuram, yüksek lisans ve doktora tezlerine konu olabilecek kadar ayrıntı, uygulama, araştırma ve inceleme gerektirir.

Bunlara ek olarak, yanıtlanması gereken sorular şunlardır: Bir sanat yapıtını yaratırken, çözümlerken ve eleştirirken bu kuram, ne işimize yarar? Alımlayıcı için ne anlam taşır? Sanat anlayışımıza nasıl bir değişim getirir? Sanatçıya nasıl bir ufuk açar? Sanatsal değerin tanımlanmasında ne işimize yarar?

 


 

Rastlantısal imgelem, çoğunlukla şefin bagetine aldırmayan sazlar topluluğu gibidir. Hangi sesi vereceği kendi tınısıyla ilgilidir.

 

Rastlantısal İmgelem Tabakası

 

Şiirin söz varlıklarına bağlı çağrışım sonucu okurda oluşan imgelem, okurun artalan bilgisi, duygu durumu ve bilgi işleme yeteneğine bağlıdır. Şair; sözün, anlamın, anlam öbeğinin, benzetmenin ya da çağrışım çekirdeğinin nereye değineceğini, nasıl zincirleme bir imgeye yöneleceğini kurgulayan kişidir. Okurda çağrışımla oluşturulmaya çalışılan imgelem süreci, şairin bilgisi, onu açıklama yeteneği ve yönlendirmesine bağlı bir sonuçtur. Şairin kurgusu ve okurun anlamlandırmasına bağlı bu iki durumu yukarıdaki tabakalarda inceledik.

Şiir dili, örtük ve geniş anlam alanı yaratmaya açıktır. Dizede yer alan sözcüklerin, çoğunlukla anlamsal olarak elle tutulur kemiği ve omurgası yoktur. Kısaca söylersek şiir dilinin kemiği yoktur. Bununla birlikte şiir dili, doğal dilin mantık, anlam ve söyleyiş kurallarını sevimlice kırar. Şiir, bu yöntemlere başvururken okur ile iletişimi daha etkin ve duyusal olarak kurmayı hedefler. Bu nedenle, kullanılan sözcük ve tamlamaların anlam alanları geniştir. Bunlar, çokanlamlılığa, çağrışıma, sezdirmeye, anımsatmaya daha yatkındır.

“İnsan beyni ise anlamlandırma organıdır ve algıladığı verilerle beklemeksizin anlamlandırmaya yönelir” der uzmanlar. Şiirde yeterli açıklayıcı bilgi yoksa; sözcükler çokanlamlılığa yönelecek biçimde kullanılmışsa; beynin şiiri nasıl anlamlandıracağı çoğu zaman rastlantısal olur. Anlamlandırma süreci, nerede ne zaman nereye yöneleceği ya da ne sonuç doğuracağı açık uçlu bir yolculuktur. Yani şiir dili, çok boyutludur ve sonuç akla gelmedik derinliğe, çokanlamlılığa uzanarak okurda rastlantısal bir imgelem süreci başlatır. Bu, şiirde şairin istediği imgeye ulaşmak yerine, hiç akla ve bir temele dayanmayan imge ve imgelem sürecine girmek demektir. Bu sonuç, yadırganacak bir durum değildir; hatta bilinçli yapılmak istenen sanatsal gerekliliktir. Çünkü çoğul anlam doğurmak ve çok yönlü çağrışım sağlayarak okurda güçlü bir imgeler dünyası yaratmak, oradan okuru daha zengin imgeleme yöneltmek şiirin hedefidir. Ayrıca çağdaş sanat anlayışının yapıtı açık, organik ve hareketli bir bütün olarak algılıyor olması, bu konuyu destekler.

Okur, şiirden beklenmedik çağrışıma ulaşır ve buna bağlı imgeleme girer. Açıkçası şairin bilinçli ya da farkında olmadan yaptığı söz ve anlam ilişkileri, şiir dilinin çok yönlü anlama açık olması nedeniyle okurda hiç beklenmedik bir çağrışım ve imgelem dünyasını oluşturur. Bunun yanında şair, şiirinde başka bir şey anlatmak istemiş olabilir. Okur; duygusu, yaşamsal algısı ve donanımı nedeniyle daha yenilikçi, daha ilginç bir imgelem sürecine girme olasılığına sahiptir.

Şiirde kullanılan sözcükler; sapma, bağdaştırma gibi tekniklerle anlam bağıntıları; kişisel, toplumsal, güncel veya tarihsel olay ve olguları uyararak; okuru hiç beklenmedik bir imgeleme yöneltebilir. Sonuç olarak, şairin bilerek yaptığı veya tesadüfen kurguladığı şiirdeki söz ve anlam bağıntıları, okurun ruhsal ve bilgisel donanımına bağlı olarak beklenmeyen çeşitli imgelem sürecini doğurmaktadır. İşte ben şiirdeki çağrıştırma tabakasına bağlı ya da bağımsız, şiirdeki söz varlıklarından esinle okur tarafından ulaşılan, beklenmeyen imgelem sürecine Rastlantısal İmgelem Tabakası diyorum.

Şiirde geçen bir sözcük bile okurda beklenmedik bir imgenin kapısını açabilir. Kaldı ki şiirdeki söz sanatlarının doğurduğu anlamsal ilişkiler, yeni yeni imgeler doğurma zenginliği taşır. Şiirde geçen bütün anlamsal bağıntılar, okurun duygu, algı ve bilgi varlıklarına değindiğinde oluşturacağı imgelem çoğunlukla belirsizdir. İşte bu belirsizlik, rastlantısal bir imgelemin varlığını kanıtlar. Yani hangi sözün ve dizenin, nasıl bir çağrışıma geçeceği, anlam ve anlatımın ne tür çağrışıma gireceği ve bu çağrışımla okurun nasıl bir imgeleme yöneleceği konusunda, kesin bir sonuç öngörülemez. Tamamıyla okurun zihinsel etkinliğine, onun dünyasına ve düş gücüne bağlı rastlantısal bir sonuçtur.

Örneğin, /Anlar yüzüyorum gözlerinden/Arabistan düşüyor her an/ dizelerini çağrıştırma tabakası açısından ele alalım. Arabistan’ı tutucu bir anlayış ile özdeş düşünürsek okurda kişisel yıkıcılığa yönelen bir imgelem söz konusudur. Buna karşın Arabistan’a arzu edilen, turistik, haç farzı nedeniyle kutsal bir değer yüklersek okurda imgelem çok daha farklı bir sonuca yönelir. Diyebiliriz ki okur, bu iki dizede bile rastlantısal imgelem sürecine girebilir.

Okur; kişisel, sosyal, güncel ve tarihsel olaylara ilişkin bilinçaltı ve belleğindeki artalan bilgisine yaslanarak şiirin söz varlıklarından beklenmedik uyarım alabilir. Bu durum, okurun dünyayı okuma biçimi ve bir şiiri anlamlandırma yetisiyle ilgilidir. Şair, okurun ruh ve imgelem dünyasını bilemez ve okuyucuya göre şiir yazmak zorunda değildir. Bu bilinen bir sanat gerçeğidir; ancak şiirde kullanılan her teknik, duygu yükü, söz sanatı ve anlam bağıntısının nasıl bir sonuca yöneleceğini de şair az çok kestirebilir. Ne var ki şair ve sanatçının el aleti, kendi dünyasından sonra insanın psikolojik ve kültürel dünyasıdır.

Gelişim ve değişim gösteren bilginin, algının ve onun yorumunun; gelecekte daha farklı olabileceği, daha değişik anlamsal boyutlara ulaşabileceği gerçeği; bugünkü deneyimlerimizle sabittir. Özellikle dil sanatları gibi dünya ve yaşamsal bağıntılar üzerine kurulan sanatlar; dönüşüm, değişim ve gelişime ayak uydurabilmesi için, çağrışımsal ve anlamsal olarak dinamik bir yapıya sahip olmalıdır. Rastlantısal imgelem tabakası, işte bu önemli özelliği de karşılayan bir süreci içerir. Rastlantısal anlam katmanında yapıldığı gibi rastlantısal imgelem sürecinin tanımlanması, şiir ve onun anlamlandırılması açısından önemli bir başvuru alanıdır. 

Aşağıdaki şiirde rastlantısal imgelem tabakasının nasıl doğduğunu örnekle anlatmaya çalışalım.

 

SOMA KARASI

Rast gelinmiş bir mesel, kuşluk zamanı

Mızrak boyu tünel içimde ağdalı

Yıkımlara ölümü örterdi üst üste alt alta

Beklenen gün müydü neydi o?

Ya da içselliğe övgü başka bir şey

Evrile çevrile varılmıştı nirengi noktasına.

Tozansız kalan sarı gülün rüzgâra yakarışı mıydı?

Örülü, örtülü ölçütler miydi us dışı?

Ya da bir Osman'ın Soma karasında ufalanışı!

 

Varılmazlığın adresi işte bir çift bekleyen göz

Biri sensizliğe diğeri bensizliğe yolcu şimdi

Tutulmazlık kulpu tutuşturulur avuçlarına

Galeriler, görünür rezerv ya da kritik cevher

Bakışımlı iki tünel arası atelli kırılma noktası

Oksit üstüne kurşun, vargel içinde bir çift el

Günsüz gündönümü kutsanır kendi karasına

Süpürülür gibi sürülüşü var tecim karalarına.

                                                            Mayıs 2015 Narlıdere/İZMİR “Bir Damla Suda Halkalar” kitabından

 

Şiir, acı ve belirli bir olayın duygu durumunu ve olayın yansımasını ele alıyor olsa bile, rastlantısal imgeleme yönelecek o kadar söz ve söz bağıntısı var ki şiirin genel anlam yükünden bunu söyleyebiliyoruz. Örneğin “vargel içinde bir çift el” kömür ocağının 200 metre altında hareket eden bir vargel de olabilir, Karadeniz bölgesinin engebeli arazilerinde konutlara eşya taşınan vargel de olabilir. Bu durum, kendi kendine ritmik iş yapmak zorunda olan bir ustanın elleri de olabilir. Ne var ki şiirin adı ile çağrışımın sınırları biraz daha konuyu daraltılmıştır. 

“Osman'ın Soma karasında ufalanışı!” dizesine kadar şiirde Soma faciasını duyumsatan bir belirti yoktur. Okur, buraya kadar olan dizelerde, dizelerin yönlendirmesi dışında, bu dizelerden kendi belleğine dayalı imgelere ulaşabilir. Örneğin “Tozansız kalan sarı gülün rüzgâra yakarışı mıydı?” dizesi kendi çekirdeğini oluşturmak için tozlaşmayı bekleyen bir gülün rüzgâra yalvarışı, insanın iç dünyasını nerelere götürür? Çocuğu olmayan bir anne adayının bu dizeyi okuduğunu varsayın, nasıl bir duygu durumuna ulaşır ve neler yaşar içinde? Bu dizeden daha ne kadar çok yaşamsal imge ve imgelem üretebilir? İşte buradaki rastlantısal imgelem, okurun yaşamsal olguları, belleği, bilinç düzeyi ve zihinsel gücü ile doğru orantılıdır. Rastlantısaldır, okurun bilinci ve ruh durumu ile bağıntılıdır.  

Rastlantısal imgelem; oluş biçimi ile ele aldığımızda rastlantısal anlamda olduğu gibidir. Rastlantısal anlam, nasıl ki beynin mevcut veri ve gösterenler üzerinden anlamlandırma yoluna gidiyorsa, rastlantısal imgelem de mevcut veriler kanalıyla oluşan çağrışım bağlamında düş dünyasına gidildiği bir durumdur. Zaman, coğrafya, kültür ve kişisel algı biçimine göre imgelem düzlemi ve derinliği değişebilir. Beklenmeyen, bilinmeyen, zamana görece bir durum, rastlantısal olarak okur zihninde oluşabilir.

Bilginin üremesi, dönüşümü; yeni algı biçimleri ve yeni bir dünya görüşüne bağlı olarak; şiirin iletileri dinamizm kazanır ve rastlantısal anlam kuramında olduğu gibi okurda rastlantısal imgelemi doğurur. Şiirin söz varlıkları değişmese bile; iletileri, zamana, algıya ve görüşe göre hareketlidir; ufku genişleyebilir. Bu hareketlilik ve anlam genişlemesi rastlantısal imgelem tabakasının sürekli var olduğunu gösterir. Prof. Dr. İ.Tunalı “Estetik” adlı kitabında “Dün belirli bir ufuk için verilmiş olan değer yargısı, bugün yeni bir ufuk içinde yeni bir değer yargısına dönüşecektir.” der.

Çağrışım katmanı, herhangi bir yapıta veya şiire sanatsal özellik kazandıran önemli değerler dizgesine sahiptir. Bu katmanın ayrıntıları ile oluş ve sanatla etkileşim süreci, deneysel yöntemlerle gün ışığına çıkarılmalıdır. Ayrıntılı ve deneyselden kastım şudur: Çağrışım katmanı, felsefenin, estetiğin, psikolojinin, sosyolojinin, bilgi yönetimi, dil bilimi gibi toplum ve sosyal bilim alanlarının veri ve deneyimleri ile açıklanabilir. Çağrışım ve çağrışımın doğurduğu imgelem dünyası, sınırları oldukça geniş bir zihinsel alandır. Geliştirilmesi, deneysel olarak açığa çıkarılması, bilimler arası bir eşgüdümü gerektirir. Değerlendirmeme göre, anlam ve çağrışım katmanındaki rastlantısallık ve bu rastlantısallığın uzamı; çağdaş sanat ve evrimsel sanat yaklaşımının üzerinde en çok düşüneceği ve yeni bilgilere ulaşacağı; araştırma alanlarından biri olacaktır.


Coşum, duyguların ayartılmasıdır. Bir anlamda duyguların maceralı bir seyahate çıkarılması ve eline pembe bir mendil verilmesidir.

 

Coşum Katmanı

 

Coşum, günlük yaşamda kullanılan bir sözcüktür. Sanatın ve şiirin katman düzeyinde bir bileşeni olarak ilk kez bu kitapta tanımlanacaktır. Burada ele aldığımız biçimiyle coşum; şiirin duyusal bir varlığını ve duygulanmanın, duyarlılık yaratmanın eylemsel sürecini anlatan bir katmandır.

Coşum katmanı, olumlu ve olumsuz her tür duygu durumunun taşkınlığa yönelme süreciyle ilgilidir. Şiirsel anlamda düşünecek olursak, olumlu duygunun doğurulmasından duygunun taşkınlaşmasına kadar olan ruh durumunu ele alıyoruz bu katmanda. Böyle bir tanımlama yapmaya niçin gereksinim duydum? Sanat yapıtlarının amacı, duygunun harekete geçirilerek taşkın diye belirttiğimiz kıvama dönüştürülmesidir. Görme, anlama, sezme ve kendini duyumsama gibi duyusal, bilinçsel ve ruhsal eylemler; duygu durumunun taşkınlaştığı, yani duyarlılığa dönüştürüldüğü zaman farkındalık kazanmaya başlar. İşte estetik beğeni, estetik yaşantı, estetik kaygı veya estetik yargı dediğimiz olgular da bu aşamadan sonra işlerlik kazanır. Şiirin insana ilişkin yönü; anlam, anlatım, ses ve çağrışımın olanaklarını kullanarak coşumu üst düseyde gerçekleştirmek ve buna yaslanarak beğeniyi oluşturmaktır. Daha açık söylemek gerekirse bir sanat yapıtının üzerine yaslanacağı en önemli varlık, coşum ve  beğeni duygusudur.

Coşumdan estetik yaşantının oluşturulmasına kadar olan süreç, özellikle psikoloji ve sosyoloji gibi bilim alanlarının bilgi ve kuramları ile açıklanabilir. Ancak ben burada, bu bilimlere de dayanarak uygulama açısından bazı inceliklerin altını çizmek istiyorum.

Çoşum duygulanım ve duygu taşkınlığının süreci olması nedeniyle, oynama ve eğlenme eylemleriyle de ilgisi olan bir durumdur. Yapıtların eğlendirici ve düşündürücü yanları olduğu gibi görüntü ve düşleri tetikleyici yanları da vardır. İşte coşum katmanıyla coşumun yalnızca eğlendirici, düşündürücü, düşsel ve güldürücü yanını değil; aynı zamanda coşumun şiir gibi sanatlardaki toplam eylemsel sürecini açıklamaya çalışmaktır. Bir anlamda coşum katmanı yedi katman arasında en fazla duyusal özellik taşıyan bir alandır. Başka bir söyleyişle çağrışım ve estetik katmanlarından sonra en çok duyu, ruh dünyası ve duygulara dayanan katmandır.

Şiir ile insan arasında duygusal bağ kurulurken, insanın duyusal dünyasında devinim ve duygu durumunda olumlu değişim başlar. Şiirin etkisiyle algı hareketlenir ve duyarlılık en yüksek düzeye ulaşır. Duygunun ulaşabileceği en yüksek noktadan sonra estetik boyuta evrilen bir yanının olduğunu da söyleyebiliriz. İşte bir sanat yapıtı karşısında izleyici veya okurun yaşadığı duygulanım sürecini “coşum” diye adlandırıyorum.

Coşum katmanını daha nesnel olarak ortaya koyabilmek için coşumsal süreci biraz açmamız gerekir. Coşumun, yalnızca eylemselliğini ele almamız yetmez; aynı zamanda varlık ve  oluş değeri olarak da ele almamız gerekecektir. Şiirin rasyonel olmayan katmanlarını, ontik bütünlük gereği görünmez ama duyusal varlık alanı olarak kabul ediyoruz. Ontoloji ve estetik bilimi de bir sanat yapıtını bu görünüm üzerinden ele almaktadır. Şiirle okur arasında kurulan ilişkiden sonra şiirdeki coşum varlık değeri ile okurda gelişen olumlu duygu durumunu bu yazıda “coşum değeri” olarak adlandıracağım.

Çoşumun doğmasından sonra varılacak bir üst katman ise estetik katmanıdır. Bir anlamda coşum, duygu durumunun harekete geçirilmiş duyusal varlık durumudur. Duygulanmadır. Anlam, anlatım, ses, çağrışım, coşum ve estetik katmanı zihinde eş zamanlı gerçekleşen olgular/olaylardır; birbiri içinde birbirine hareket vererek gelişen toplam düşünsel ve duygusal süreçtir.

Şiirde ve bir sanat yapıtında coşum katmanından söz ederken objektivist estetikte olduğu gibi hem şiirde hem de kişideki coşumdan söz etmemiz gerekir. Ne yalnızca şiir tek başına coşumu sağlayabilir ne de insan durduk yerde coşuma ulaşabilir. Şiir ve okurun karşılıklı etkileşimi sonucunda var olan bir katman olması nedeniyle her ikisini de bir arada ele alıp açıklanmasını önemli buluyorum. Sanatla ilgili herkes bilir ki coşum her sanat yapıtının olmazsa olmazlarındandır, ancak tanımlanması veya isimlendirilmesi farklı olabilir. Coşum, genel yargı olarak insan anlağında duygulu, içli, lirik kavramları ile bilinir ve o şekilde kabul edilmektedir. Örneğin bu şiir içli şiir, lirik kokuyor, çok duygulu şiir gibi tanımlar yapılır. Coşum her ne kadar sanatın duygu yönüyle ilgili olsa da coşumun var edilmesi teknik ve yönlendirme sonucunda doğan olgudur diye görüyorum. Okurun yapıtla etkileşime girdiğinde, duygularda değişiklik oluyor ve günlük etkinliklere oranla ayırıcı algı, görme, düşünme, anlama ve yargı sürecine giriyorsa; coşum doğmuş demektir. Bir başka deyişle duyarlılık oluşuyor demektir.

Coşumun estetik ile nasıl ilişkillendirileceği ayrıtılı araştırma gerektiren bir konudur diye düşünüyorum. Şunu söyleyebilirim ki estetik; uyum, oran, simetri, doğruluk, yetkinlik, güzellik, yüce vb. kavramlardan besleniyorsa coşumun da bu kavramlarla sıkı ilişki içinde olması gerekir. Çünkü, coşum yalnızca duygusal gerilim ya da gevşeme değildir; bilinç, bilinçaltı ve bellekte var olan değerlerle etkileşim içinde olan ve onlara doğrudan bağımlı olan bir duygu durumudur.

Coşum, şiir ve sanat yazılarında çok dillendirilmeyen, hak ettiği önemin tersine parça bölük bilgilerle geçiştirilen bir durumdur. Frankfurt Okulu dilbilimcileri tarafından bu konu, şiir dilinin coşumsal işlevi olarak ele alınmış ve incelenmiştir ancak burada coşum katmanına yaklaşımım ve ele alma biçimim biraz daha farklıdır. Coşum katmanı, yapıtta duyarlılığı artıracak nitelikler ile okur duygusunu tetikleyerek; algı, düşünme ve anlama farkındalığı yaratmalıdır. Duyusal bir süreçtir, duygusal bir sonuçtur; dolayısıyla düşünsel süreci de içine alan bir birliktelik söz konusudur.

Bu şiir duygu dolu derken aslında coşum katmanının yoğunluğunu, duygulanımı gerçekleştirecek donanıma sahip olduğunu söylemek isteriz. Şiiri okurken bile hakkını veriyor derken, coşum değerini artıracak şiirsel ezgiyi oluşturuyor ve duyarlılık yaratıyor demek isteriz. Coşum katmanının şiirde ve insandaki değeri ile eylemsel özellikleri; söze dönüştürülmesi ve anlaşılır duruma getirilmesi durumunda şiir çözümlerken, yazarken ve eleştirirken yararlı olacağı kanısındayım. Her kavram, zihinde aldığı biçimi ile söze dönüştürülürse anlamsal değeri açıklık kazanır; tanımlanır. Tanımlanan duygu ve düşünceler her tür bilgi ile bir arada kullanılarak arzu edilen yoruma ve değerlendirmeye götürülebilir.

Şiir okunurken coşum oluşuyorsa yüzümüzde ve bedenimizde değişim görülür; bunu beden dili teknikleriyle kolaylıkla anlayabiliriz. Bu durumu sözel olarak şekilden şekle girdim, mest oldum veya bayıldım diye tanımlamaya çalışırız. Başka bir örnek verelim; çok sevdiğimiz bir müzik parçasını dinlerken ruhumuz, ses titreşimlerinin arasında uzar, kısalır, gelir, gider ve kanatlanır. Dinleyiciyi, kanatsız yolculuğa çıkaran duygu durumunun suçlusu coşum katmanıdır. Başka bir şekilde söylersek coşum, estetik hazza yönelen anayoldur; ancak estetik hazzın henüz doğmadığı bir aşamadır. Bu metinde,  estetik algı ve estetik yargı gerçekleşmeden, coşum katmanı sınırlarını belirleyip kendi sınırları içinde düşünmeliyiz.

Coşumun oluşturulması ve beğeninin gerçekleşmesi arasındaki yaratılan duygu durumu coşum katmanının konusudur. Bu anlamda estetik katmanı ile coşum katmanı karıştırılmamalıdır. Coşum, duygu yoğunluğunu artırıyorsa yoğun duygu da beğeni güdüsüne olumlu iletiler gönderiyor demektir. Zincirleme reaksiyondur. Örneğin bir tabloya baktığımızda, konu ve yardımcı konuların konumlandırılması algıda simetri ve düzenlilik duygusu yaratıyorsa, renk tasarımı insan duygularını çağrışıma ve coşuma taşıyorsa estetik yargı olumlu yönde takdir yetkisini kullanmaya karar almış demektir. Başka bir deyişle coşum, estetik kaygıya varan yolun hazırlığını yapmaya başlamıştır. Bu eylemlere, duyguya anafor etkisi vermek için alınan tedbirler bütünü de diyebiliriz. 

 Coşum; duyma, görme ve anlama etkinliği ile eş zamanlı oluşan bir süreçtir. Sinema ve tiyatro gibi sanatlarda değişik sanat alanları iç içe (müzik, şiir, görüntü gibi.) kullanılarak coşum yaratılırken, şiirde coşum sade, kısa, öz olarak dil olanaklarıyla yaratılmaktadır.

 “Bilgi aktı”nın temel çalışma ilkesi, olumlu duygunun gücüne dayandırılmaktadır. Duygu, bir bakıma bilgi aktının temel hareket motorudur. Bu nedenle şiir veya bir yapıtla, okurun duygu durumu olabilen en yüksek seviyede hareketli tutulmalıdır. Zaten bunu başaramayan ve duyguyu kontrol altına alamayan şiir ya da başka bir yapıt, yalnızca var olan bir yazı veya obje olma yolundadır.

Coşuma hem eleştirmen hem de şiir yazan/sanat üreten gözünden bakılmalıdır. Yapıtın olmazsa olmazı ve izleyiciyi duygudan duyguya sürükleyen coşum, çoğu incelemelerde es geçilmesine karşın üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir varlık alanıdır. Bu katman, insan psikolojisi ve algısı gereği kişiye göre değişkenlik gösterir. Bu nedenle tanımlanması, varlığının ve etkileşim alanlarının belirlenebilmesi oldukça zordur. Coşum, duyguyu olması gereken yoğunluğun üzerine taşır ve okuru bedensel ve ruhsal olarak hazırlar. Yarattığı ortam, duyguyu hareketlendirir, insanı kabına sığmaz kılar ve bununla beraber sevme ve beğenme duygusunu var eder. Bu aşamada, insan şiirden yana taraf olmuş, zihinde canlandırma ve tasarım başlamıştır. Sevme duygusu anlamayı, anlayıp sevmeyi, sevip yeniden anlamı canlandırmayı sağlar. Diğer bir söylemle okur, imgelem dünyasında gezinmeye başlar. Estetik beğeni, bir sanat eserinin toplam yansıması karşısında insanın haz duygusunun doğup içinde yaşamasıdır. Bu nedenle şair ve sanatçılar, her tür sanat alanında coşum katmanını en etkileyici şekilde oluşturma çabası içinde olmalıdır. Şair, sanatsal değer üretmek istiyorsa duygu tetikleyici tüm girdileri eşgüdüm içinde kullanma becerisini gösterebilmelidir.

Coşum; kişisel, toplumsal, kültürel hatta bölgesel olarak değişkenlik gösterir. Okurun kültürel algısı, kişisel ve toplumsal değer yargılarıyla mutlak ilişkilidir. Toplum tarafından kötü ilan edilmiş sözcükler, deyimler ve davranış türleri vardır. Bunun tersi, insan duyduğunda çocukluğundan aşka kadar farklı ortamı anımsatan, duygusal hava yaratan; renk, tat, koku, sözcük ve deyimler vardır. Ayrıca her dilde sözcüklerin kendine özgü duygu değerleri vardır. Örneğin, Anadolu ve Trakya sözcüklerinin duygu değerlerini düşünün. İki sözcük de bir yer adıdır; ikisi de başka çağrışım ve farklı duygulanım sağlar. Anadolu’da doğup büyüyen bir kişi için farklı, Trakya’da doğup büyüyen için ayrı duygu değeri taşır. Dinsel algı nedeniyle bazı olgular, coşturmak söyle dursun cinayet nedeni durumuna dönüşür. Buraya kadar olanları dikkate alırsak, coşum katmanının tek yönlü bir olgu olmadığını, yalnızca yapıtta ya da yalnızca insan algısında yaratılmadığını, şiirle insanın karşılıklı etkileşimi biçiminde oluştuğunu söyleyebiliriz.

 Nerede ve hangi kültüre sahip olursa olsun, her insanın; yaşadığı, yaşamak zorunda olduğu insani durumlar vardır ki  bu durumların karşısında duygu durumu benzerlik gösterir. Bunlar, insani duygulardır ve evrensel değer taşırlar. Örneğin, aşk, ölüm, ayrılık, özlem gibi konular; her zaman her yerde birbirine benzer duygu durumunu doğurur. Ancak, toplumsal bakış ve bireysel ruh açısından doğru tanımlanırsa okur duygu durumu, daha da keskinleştirilebilir. Duygu durumu olumlu bir insana bir sorunu anlatmakla, duygu durumu karışık bir insana bir sorunu anlatmak, çok farklıdır. Şiiri, duygu durumu hazır birisi okuduğunda tepki çok olumludur, yapıcıdır, estetik yaşantıya girişi daha kısa zaman alır. Yapıt kötü bile olsa böyle bir ortamda beğeni düzeyi yüksektir. İzleyici, gösterime sunulacak yapıta karşı kendini hazırlamıştır. Örneğin, Kemal Sunal’ı filmin başında gördüğümüzde gülmek için hazırlığımız tamamdır. Buradan su sonuca gelmeye çalışıyorum; coşumu oluşturmak için şaire düşen görev, sınırlayıcı bir tutum takınmamak koşuluyla insanı ve dünyayı yeterince tanıyıp yansıtmaktır. Şairin kullandığı sözcük ile hedef alınan okurun değer yargıları olumlu yönde örtüşmelidir. Belirttiğim konular, şiir ya da sanatın özgür doğasına sınırlama getirmek şeklinde algılanmamalıdır. Başka bir açıdan bakalım konuya, şiir şiddete yönelten öz-içerik taşıyabilir mi? Taşımamalıdır. Şiir insanı şiddete yönelten bir algı oluşturacaksa o şiir, şiir dışında herhangi bir metindir. Yani şiir, şiir gibi değildir. Bu bir sınırlama mıdır, yoksa şiire doğası gereği davranmak ve mizacı çerçevesinde uygun şekil vermek midir?

Duygulanma,  kültürden kültüre ve insandan insana değişiklik gösteren çok ölçütlü bir durumdur. Coşum için; anlam, ses ve anlatım gibi fiziksel özelliklerin özgün kullanımı yanında okurun duygulanım özellikleri de etkindir. Örneğin tarihsel veya güncel olayların çağrışımı ile okurun manevi alanı tetiklenebilir. Okur, istenen duygu durumu içine çekilerek coşum artırılabilir. Kısaca şöyle diyebiliriz: Coşum; insanın kültürel, psikolojik ve sosyolojik yapısıyla doğrudan ilgili bir durumdur. Kültür varlıkları, dil varlıkları ve toplumun ortak değerleri ile duyarlılığını, doğru ve etkin kullanmak gerekir.

Coşum; anlam, anlatım, ses ve çağrışım üzerinde varlık bulur; insanın duygu ve zihin etkinliği ile bütünleşerek eyleme geçer. Bir bakıma, anlam ve anlamın duygu değeri ile zihin karşı karşıya kalarak diğer katmanları da doğurur. Burada şunu belirtmeliyiz; anlam katmanı coşum için daha etkin bir işleve sahiptir. Zihin; bilinçaltı, bilinç veya bilinç üstünde depolanan bilgiyi ve görüntüyü somut tasarımların üzerine yaslayarak algılar, anlar. Anlam üzerinden doğan görüntüleri, bellekten de besleyerek çoğaltır. Anlamın olay ve duygu değeri, bellekte var olan izlerle bütünleşerek duygulanımı sağlar. Bu sırada yeni çağrışımlar üretirken, aynı zamanda da duygu yoğunluğunu artırır. Duygu yoğunluğu arttıkça, anlam ile bağ daha sıkı kurulur ve bilinç ile bellekteki izler hareketlenir. Kişi, şiiri kavrarken diğer taraftan şiir tarafından kuşatılır. Şiirde  öncelikli hedef, okurun duygularına pranga vurmaktır; duyarlılığı olumlu anlamda kontrol altına almaktır. Sonra okur algısını olabildiğince sarsarak coşumu tetiklemektir.

Sonuç olarak hoşlanma, hayranlık, haz alma dediğimiz etkinlik zihnimizde bu noktadan sonra başlar. Daha somut olarak belirtirsek, insan dünyanın, kendisine güldüğünü algılamaya ve görmeye başlar. Bu algı biçiminden sonra çok şey güzeldir. Burada bilimsel bir yanlışa düşmemek için şunu belirtmeliyim: Bir şiir okunurken dinleyicisi ile olan ilişkisini deney maksadıyla çok kez gözlemledim. Yukarıda belirttiğim hususlar bu gözlemin sonuçlarıdır. Ancak bahsettiğim gözlem, örneklemi fazla olan deneysel bir bilgi değildir; kısıtlı örneklemlerdir. Yani kişiden kişiye ne kadar değişiklik göstereceğini ve gözlem sonucunun bilimsel olarak doğru olup olmadığını bu işin uzmanlarına bırakmakta yarar vardır.

Ne çok yoğun duygu durumu ne de duygudan yoksun öykü gibi şiir. Yoğun duygu şiiri yıpratır, az duygu da şiiri öyküleştirir. Yalvaran, ağlayan, sızlayan şiirlerin, sanatsal açıdan çok uygun olmadığı, olumsuz eleştiri aldığı ve şiir kulvarından uzaklaştığı görüşü yaygındır. Anlatmak istediğim konu, şiirin duygusal geriliminin ortam ve algı durumuna göre uyarlanmasıdır. Sıradanlığa yönelen duygu gerilimi, entelektüel birikime bağlı olarak rencide edici bir durumu da ortaya çıkarabilir.

Söylendiği gibi, “Şiiri okuduğunuzda tat alıyorsanız güzeldir, almıyorsanız güzel değildir.” gibi bir kolaycılığa gidemeyiz. Yapılan her işte emek varsa tat da vardır. Şiir; diliyle, sesiyle, duygusuyla, anlatımıyla ve anlamıyla bir bütün olarak gerektirdiği özellikleri içeriyorsa şiirdir. Rastgele söz dizimiyle çağımızda şiir yazmak ve sanat değeri oluşturmak, olası değildir. Dil, düşünce, duygu, yaşam varlıkları ile insan arasındaki sıkı ilişki, doğru okunmalı ve dizelerde duyumsatılmalıdır.   

Bu konuya en iyi örnek olabilecek şair bana göre Cemal Süreya’dır. Şiirlerine ve şiir yazılarına baktığımızda kullandığı konular eskitilemeyen konulardır; aşk, sevgi, özlem vb. gibi. Sözünü ettiğimiz konular üzerinden her yaşın okuyup dinleyebildiği anlatım ve şiir kurgusuna sahiptir. İyi şair, iyi bir gözlemcidir, sıra dışı anlatımı olan ve üstün yorum gücüne sahip kimsedir. Sözcüklerin söz değerinden önce duygu değerini doğru tartıp uygun kefeye koyması gerektiğini bilendir. Cemal Süreya, şiirin bütün katmanlarını güçlü yorum ve ironik bir tarzda oldukça dengeli kullandığını söylememiz gerekir. Şiir güzelse farkında olmadan o şiiri belleğinize yazıyorsunuz ve zihninizde taşıyorsunuz. Şiirin kaygısı bu olmalıdır.

Şiirin işleyişini bilen bir kişinin aklına şu soru gelecektir. Şair ve şiir sınır tanır mı? Tanır demek yanlıştır. Tanımamalıdır da. Ancak, şiirde estetik değer ve estetik yargı olanaklarını istediğimiz düzleme çekmek istiyorsak ve güzelin güzelini, yeninin yenisini yaratma kaygısı içindeysek, olumsuz olabilecek sınırları gözetmek zorundayız. Bu durum,  çoğu algı biçimine göre bir sınırlama değil, güzele varan yolun üzerindeki taşları kaldırmakdır. Yani şiiri aşınma ve yıpranma tehlikesinden korumaktır. Duygu durumunu olumsuz etkileyecek, duygu değeri sıkıntılı söz ve anlam gruplarını, dizelerde kullanırken dikkatli olmak gerekir.

Şiirin iç ahengi (bağdaşıklık ve tutarlılık); anlam, anlatım, anlamsal ritim ve şiirsel ezgi; okuyucuyu olumlu duygu durumuna sokar. Özellikle şiirsel ezgi, duyguyu kelepçelemek için en kolay yoldur. Bu uyum, anlam ve anlatım gibi katmanlarla birleşerek okuyanı/dinleyeni şiirle bütünleşmeye götürür. Ses ve anlamın duygu değeri ile anlatımın duygulandırma gücü, şiiri okuyanı yaşamın bellekteki görüntüleri ile özdeşleştirir. O zaman insan, varlığının değer yargıları ile şiirde verilen yaşamsal değerleri kıyas yolu ile anlamaya başlar. İşte bu kıyaslama sonucunda, şiirde verilen yaşamsal değerlerde kendisine ilişkin benzerlik ve üst bir söyleyiş biçimi buldukça belleğinde sakladığı veriler bir bir önüne gelmeye başlar. Her görüntü veya olayın duygu değeri yinelenerek büyür. Coşum; bu özdeş durumun okurda yarattığı imgelem dünyasındaki anaforudur. Başka bir deyişle duyguya anafor etkisi vermek için tüm bilgilerin saklandığı bilinçaltı ve bilinç duvarları tekmelenmiştir. Bilinçaltı ve bilinç duvarları tekmelendiğinde, şiir ile okur imgelem dünyasında yapayalnızdır. Yani okurun şiirden kaçışı önlenir. Çünkü bilinçteki ve bellekte saklı olan izler; uyandırılmıştır, yaşam alanına çekilmiştir ve duyarlılığı tetiklenmiştir. Her zihin, bu uyarımlar sonucunda arzu edilen duygu durumuna girer, bunun yanında imgelem dünyasında güncelin ve geçmişin canlandırılması haz duygusunu tetikler. Duyguyu çaresiz bir duruma sokar, duygu artık şiirin dokunuşlarına karşı duyarlıdır. Okur duygusaldır ve sözün rendesine karşı çırıl çıplaktır. Her anlam öbeğinden, her duygu yükselmesinden ve şiirsel ezgiden, arzu edilen yarayı almaya başlar.

Şiirde; aşk, oyun ve çocukluk duyguları gibi geçerliliğini ve duyarlılığını hiç yitirmeyen, çağrışımı da güçlendiren konular öne çıkarılabilir. Aşk ve çocukluk duyguları, her insanın kozasında uyuyan birer kelebektir; çıkarılmayı beklerler. Azıcık elinden tutulduğunda, hiç beklenmedik yerlerde uçuşmaya başlarlar. Her şair için, okurun aşk ve çocukluk duygularını açığa çıkarmak, onların kompartımanında yolculuk etmek güzel bir birlikteliktir. Duyguları açıkça ifade etmek yerine, insanın belleğine tutunmuş örtülü izleri küçük küçük dokunuşlarla uyandırmak, anlamı ve çağrışımı beraberinde de coşumu olabildiğinin ötesine çıkaracaktır. Her insanın yaşadığı ve belleğine kazınmış anılara karşı verdiği duygusal tepki bunlarla sınırlı değildir. Coşumu güçlendirecek daha pek çok olay ve izler vardır her insanın belleğinde. Şairin duygusal içerikli olguları bulup çıkarması, anlatım ve anlam örgüsünü altın tasta sunabilmesine bağlıdır; diğer bir söylemle şairin olmuşluğu ile ilgilidir.

Aşkın bıraktığı izler ile çocukluktan kalma anılar, belleğin önemli bir parçasını oluşturur. Aynı zamanda kişinin içinde var olmuş, kişiyle kucaklaşmış değerlerin örgüsüdür. Şiir; ne kadar yaşamla, ne kadar insanla, ne kadar bilgiyle iç içeyse o şiir, duygu yoğunluğunu, içsel ve dışsal gerçekliğini daha sağlam yakalamaya adaydır. Unutulmuş geçmişi ve iz bırakmış duyguları yeniden duyumsatmak, bütün yapıtlar için etkili bir coşum doğurma yöntemidir. Ne yaparsak yapalım insanoğlu geçmişi ile bütündür. Gelecek de geçmişin deneyimleri üzerinden kendisine yeni bir yol belirler, tıpkı yeni şiir gibi. Afşar Timuçin’in “Estetik Bakış” isimli kitabında “Oyun ve Sanat” başlıklı bir denemesi vardır. Konuyu açıklamak için bu denemeden alıntı yapmak haksızlık olurdu; çünkü hem bilimsel hem ayrıntılı hem de sanatçıyı doyuma ulaştıracak içerik ve anlatıma sahiptir. “Oyun ve Sanat” isimli deneme mutlaka okulmalıdır. 

Konu coşum olduğunda ister istemez lirizmin kulaklarını çınlatmamız gerekir. Lirik şiirde insanı ilgilendiren sevinç, acı, aşk, doğa, özlem gibi bireysel veya ortak duygular coşkulu bir tarzda işlenir. İnsanın duyusal dünyası ile uyumlu ve iç dünyasını kavrayacak biçimde kurgulanır lirik şiir. Okurun duygularına aracısız olarak ulaşmaya çalışır. Burada şunu belirtmeliyim: Coşum katmanı yalnızca lirik şiirde var olan duygusal alan değildir; her şiirde hatta sanat dallarının tümünde var kılınması, güçlendirilmesi gereken bir eylemdir, alandır, katmandır.

Coşum değerini yükselten bir başka konu ise şiirdeki uyak konusudur. Ne ilgisi var dediğinizi duyar gibi oluyorum.  Şiirde uyak, yalnızca sessel olarak bir uyum değildir, aynı zamanda anlam, anlatım, ezgi, duygu ve ritim birlikteliğidir. Duygu değeri yakın sözcükler ile tınısı birbirine yakın sesler, dize ve dizelerarası anlam, çağrışım ve coşum değerine olumlu yönde devinimin kazandırırlar. Anlamın istenen açıklıkta ve istenilen duygu değeri ile ortaya çıkarılması, iç-yatay-düşey ses uyumu ile ezginin doğru kullanımına bağlıdır. Dilimizde kemikleşmiş deyimlerin, atasözlerinin ve veciz sözlerin ses, anlam ve duygu değerleri yakın sözcükler ile kurulduğunu ilk bakışta görebiliyoruz. Örneğin atasözlerini oluşturan sözcüklerin ses, anlam ve duygu birlikteliğini şiir dilinin dışında bir yerde düşünemeyiz. Deyim, atasözü ve veciz sözler şiirsel bir doku taşır. “Şiir gibi” deyiminin altında yatan bu geleneksel anlam, boş bir temele değil; anlamın şiirsel ezgi ile uyumuna bağlıdır. Ayrıca sessel ve anlamsal uyum, duygulanım sürecini kısaltan ve coşum değerini güçlendiren bir çarpandır.

Yineleme olacak ancak bir kez daha vurgulamalıyım: Şiirsel ezgi, anlamın duygu değerinden daha fazla duyarlılık yaratma yeteneğine sahiptir; Ezgisel imge; coşum için güçlü bir çarpandır insan üzerinde… 

Burada “Anne” isimli şiirin bir bölümünü örnek olarak vermeliyim. Ses, anlam, anlatım ve çağrışımın doğurduğu coşum, burada açık olarak görülebilir.

 (….)

Ellerine yakışırdı bir bakıma yıldızların teri

Değdiğinde içime gökyüzünü kanatsız indirirdi

Paylaşırdı deniz ülkesini eksiksiz sözlerin

İnceliğin sanki kırlangıç teleği

Gözlerin içime doğan güven yıldızı

Yine ellerindi kavilsiz içime teğellenen

Tebessümün ellerini, yüreğime değdirirdin.

Sen değildin, sen göğün kanatlarında yalnız!

İncindiğimde kanayan tenimdin.

                                                                        Kasım 2014 Narlıdere/İZMİR, “Bir Damla Suda Halkalar” kitabından 

 

Toplumsal olarak yaşanan olayların insanlarda açtığı yara  ya da anılar, coşumun önemli bir gereci olabilir. Zihinlere yerleşmiş bu tür izleri kullanmak, duygulanımı sağlayabilir; ancak bunlar, algı değiştirme biçiminde değil, gerçek duygu değeri ile kullanılmalıdır.

Şiir veya sanat yapıtı şiddet içermez; terör, ırkçılık, öğreti ve dinsel anlamda algı yaratma girişimlerini bir sanat olarak görmez. Bazıları bunun sanat olduğu varsayımını öne sürebilir; hatta olmaz ise olmaz yargısında bulunabilir. Bu tür görüşler, çatışma kültürünün yarattığı bir algı türü ve yaşatılmaya çalışılan çürümüş bir kabuldür. Neden? Sanatın amacı, algı güdüleme değildir; duyarlılık yaratarak ve sevme duygusunu güçlendirerek yaşam sevinci doğurmaktır.

İnsanı, insana egemen kılma çabası, her zaman bir tarafın ya da bir öğretinin güdüleni olmayı gerektirir. Aklı, egemen kılma çabası ise evrensel bir tavırdır. Şiirin gerçekliği, insanı insana egemen kılma işi değil, duygunun gücünü kullanarak sevgiyi egemen kılma çabasıdır. Yani, insanlığın nihai amacına ulaşan yolun kolay gidilebilirliğini tasarımlamaktır. Bu yol; olumlu duygu, zihin, mantık ve akıldır.  Zihin, mantık ve aklın, coşumu oluşturma özelliği var mıdır? Bu soruya yanıtımız evet olmak durumundadır. Duygulanma, hayranlık ve hoşlanma duygusunu, bu üçlü gün ışığına taşır, yani coşumu doğurur. Duygu anaforu, yine bu üçlüye yaslanarak oluşturulur. Bunu belirlemek için mizahı örnek alalım. Mizah; zihin, mantık ve akıl çatışmasıdır. Üçlünün çatışması, gülmek ve gülerken düşünmek eylemini doğurur. Komedyenin işi doğrusal düşünme prosedürünü bozmak; zihin, mantık ve aklın işi ise bozulmaya uyum sağlamayarak tepki vermektir. Bu tepki ile duygu anaforunu yaratmak, sonuç olarak duygu değişimini sağlamaktır. 

Şiirsel ezgi, coşumu en kolay açığa çıkaran şiire özgü bir olanaktır. Eğer şiir gibi şiir yazmak istiyorsak şiirsel ezgiyi, bugün algılandığı gibi düşünerek göz ardı edemeyiz. Anlam ve anlatımın ortaya çıkardığı coşum değeri, şiirsel ezgi ile çok daha kısa yoldan ve etkin biçimde oluşturulabilir. Kaldı ki şiirsel ezgi, aynı zamanda anlam ve anlatımı güçlendiren başka bir fiziksel özelliktir. Ezgideki ritim ve tonlar arası iniş çıkışlar hem okuyanın duygularını hem de şiirin duygusal verilerini açığa çıkararak dinleyeni metafizik ve ruhsal dünyanın gizemli havasıyla bütünleştirir. Sonuç olarak coşum ister istemez en güçlü biçimde bu ortamda varlık bulmaya başlar.  

Şair veya eleştirmen, şiiri çözümlerken coşum katmanında neleri sorgulamalı ve aramalıdır? Varlığını, gücünü ve dayandığı temeli nasıl tanımlamalıyız? Bu sorulara yanıt olabilecek şiire özgü bilimsel çalışma ve yeterli başvuru kaynağı yoktur.

Öncelikle şiirin coşum katmanını çözümlemek için anlam ve çağrışım katmanının sonuçlarını önümüze almalıyız. Şair, şiirinde coşumu sağlamak için hangi konulara yaslanmış veya hangi anlamı çağrıştırma, sezdirme, duyumsatma yoluna gitmiştir? İleri sürdüğü yenidünya ve yeni insan önerisi nedir? Bunun hemen arkasından, anlam katmanı neyi ne kadar çağrıştırıyor, okuru hangi düzleme götürmeyi hedefliyor, okurda nasıl bir imgelem dünyası yaratmak istiyor, çözümlemeliyiz. Ses, anlam ve anlatımla nasıl bir imge dünyası örgütlemiş, buna bakmalıyız.

Şiirin ne dediğini tam olarak anladığımızda, coşum değeri, tem dediğimiz kavram ve üst anlam dediğimiz derin yapının kodları arasından sızmaya başlar. Sırasıyla şiirin gerçek anlamı, çağrışım gücü, söz duygu değeri, ses uyumu, ritim, anlatım özellikleri insanda var olan coşum değeri ile örtüşerek algıyı sağlar ve zihnin etkinliği ile duygulanımı güçlendirir. Nasıl anlama ve öğrenmede hiyerarşik bir yapı varsa duygulanım sürecinde de bir hiyerarşi vardır. Bu hiyerarşinin ilk aşamalarından biri, duygu değerinin hangi katman üzerine yoğunlaştığının çözümlenmesidir. Bazen ses, bazen anlam, bazen de anlatım üzerine yoğunlaşabilir. Bu demek değildir ki katmanların birbirinden üstün özellikleri vardır. Söylemek istediğim şey, şairin ağırlık verdiği katmanın daha belirgin duygu yüküne sahip olduğunu görmektir.

İkinci olarak; ses uyumu ve kullandığı şiir dili teknikleri, yani ses ve anlatım ile duygulanımı hangi seviyeye taşımıştır? Bir şiiri ele aldığımızda bunlara benzer pek çok soru ortaya koyabiliriz. Duygulanımın, sınırı ve kuralı yoktur; okurun ve kültür yapısının doğurduğu algı biçimlerini okuyabilmek daha doğrusu sezebilmek bu işin çıkış noktasıdır. Ses ve anlatımın duygu durumunda yapacağı değişiklik, anlam ve çağrışımın yarattığı havayla birleştiğinde, insan ruhu incelmiştir; artık incelik, zarafet ve taşkın durum her bilgiyi sorgusuz almaya başlamıştır. İnsan ruhunda yaratılan bu geçirgenlik, bir başka adıyla coşumun eylemselliği, okurun imgelem/düş gücüne güç katar.

Ezgi, anlam ve anlatımın birlikte ortaya koyduğu duygu değeri ve okur duygularını tetikleme özelliği; eleştirmen tarafından kolayca tespit edilebilir. Ayrıksı dil kullanımı, anlam derinliği ve bunlarla örtüşen ses bütünlüğü, nesnel olarak tespit edilebilecek konulardır. Anlam, anlatım ve ses katmanları incelenirken bize gerekli olan konular önceden çözümlenmiştir. Şimdi eleştirmenin işi bunların coşumla ilişkisini kendi yöntemiyle ortaya koymaktır. En azından eleştirmen, bir okur gibi şiiri okuduğundan sözünü ettiğim coşum değerini az çok belirleyebilecektir.

Sonuç olarak bir eleştirmen, şiirde söz varlıklarının okur duygularını kaşıyıp kaşımadığına ve onların duygulanımına katkı yapacak olguların şiir tekniğine uygun kullanılıp kullanılmadığına bakmalıdır. Bunun yanında şair coşumu yükseltmek maksadıyla kullandığı söz ve söz öbeklerinin duygu değerlerine bakmalıdır. Eleştirmen gözüyle bakarken aynı zamanda okur gözünden de bakarak şiirin okuru sürüklediği duygu dünyasını açmaya çalışmalıdır.

Eleştirmen; bilgi, deneyim ve bilgi işleme gizilgücüne sahip kişi olmalıdır; evrensel ve ortak değerler karşısında insanın duygulanım sürecini daha doğru çözümleyebilmeli ve bu bilgiler ışığında yoruma yapabilmelidir.

Bir olay karşınıda bugünkü duygu değeri ile gelecekteki duygu ve duygulanım değeri, aynı doğru üzerinde olmayacak ve duygulanım sürecinde değişiklikler olacaktır. Yani şiirin, insanın ve bilginin dinamik yapısını düşünmeliyiz ve duygulanım sürecine etki eden etmenlerin değişebileceğini dikkate almak durumundayız. 

Çoşumun en önemli işlevi, duyularda duyarlılığı artırarak bilinç ve bilinçaltındaki tüm veriler ile şiirdeki söz ve söz bağlamlarına zihnin yoğunlaşmasını sağlamaktır. Yoğunlaşma demek, şiirin anlamsal değeri ve okurun kendi yaşam varlıkları ile bir kümede bütünleşmesi demektir. Bu bütünleşme zihinde algı, anlama ve düşünmeyi  sağlayarak güzeli daha güzel görmeye yöneltir. İşte o zaman okur, şiirin söz ve duygu değerleri ile kendi yaşamsal birikimlerine yaslanarak  hayranlıkla daha yoğun  imge ve imgeleme yönelir. Duygular ezilmiş, algı, duyma, duyumsama ve görme güzelden yana tavır almıştır. Okurun estetik yaşantıya girişi, bu aşamadan sonra başlar.


 

Estetik kaygı taşıyan, aydın ve geleceğe yönelik insan yetiştirmenin temelinde; olumlu duygu ve sevme duygusunun güçlendirilmesi yatar. Bunu başarmanın en etkili yollarından biri de sanat ve sanat eğitimidir.

 

Estetik Katmanı

 

Platon’dan kuşağımızın düşünürlerine kadar pek çok bilim insanı, estetik bilimine geniş açılımlar getirmiş, olumlu değerler kazandırmış ve büyük bir bilgi havuzu oluşturmuşlardır. Bu bilgi havuzundan da yararlanarak şiirdeki estetik değeri, buna koşut olarak insandaki estetik tavır ve kaygıyı anlaşılır bir biçimde açmalıyız. Şiirde ‘estetik katmanını’ açarken ele alacağımız örneklem; insan, sanat ve ortam olmalıdır. Yani estetik kavramını sınırlı bir alanda ele almalıyız. Burada, güzelin varlık ve felsefi değerini bir kenara koyup okur ve şiir ilişkisinden doğan estetik yaşantının, varlık ve eylemsel yönünü açmaya çalışalım. Kitabın başından beri kuramdan uygulamaya değil, uygulamadan kurama açılım gerçekleştirmeye çalışıyorum. Estetik konusunda da aynı yönteme başvuracağım. Bunun yanında, estetiğin uygulama ve insanda görünme biçimine göre doğrusal olmayan bir açıdan yaklaşmaya çalışacağım. Başka bir deyişle sosyolojik, psikolojik ve felsefi tüm girdileri düşünerek insandaki günümüz estetik algı ve estetik yargısını, tüm yönleriyle ele almaya çalışacağım.

Güzellik, fizyolojik ihtiyaçlar gibi mutlak ihtiyaçlar arasında sayılmıyor olsa bile ben güzelliğin, insan için temel sayılabilecek ihtiyaçlar arasında olduğunu düşünüyorum. Güzel, Platon’dan Kant’a kadar filozofların söylediği gibi insanla sanat arasındaki ilişkinin; olumlu duygu, beğeni, hoşlanma, haz gibi duygulara seslenen var olanıdır. Her kim güzeli nasıl tanımlarsa tanımlasın, bana göre güzel, insan aklının kendine özgü yorumu, düzgüsü, beklentisi ile hedefine uygun düşen ve beğeni duygusuna konu olan görünme biçimidir. Estetik terimiyle karıştırılmamalıdır; çoğunluğun yaptığı gibi.

Bizler, güçlü bir kuşağın yaratılması ve en iyi koşullarda sürekliliğinin sağlanmasına yönelik insan davranışlarındaki o devasa açık çaba ve içinde yaşadığı gizil çabayı görmezlikten gelirsek ne sanatı ne sanatın amacını ne güzeli ne de estetik kavramını tanımlamakta yeterli olabiliriz. Kaldı ki sanatı yalnızca insan yapmaktadır. İnsanın gizli ve açık çabalarının tamamını estetiğin varlığını açıklayan düzlemde dikkate almak zorundayız. Estetiğe ilişkin inceleme alanlarının karşısına ister ontoloji ister sosyoloji ister psikoloji gibi bilimleri koyalım, sonuçta hepsi, insanın açık ve gizil davranışlarında birleşerek güzel kavramına ve beğeni duygusuna yönelecektir.

Örneğin, bir erkeğin güzel kadına, kadının yakışıklı ve güçlü erkeğe yönelmesi, fizyolojiye bağlı olmakla birlikte aşk duygusunun doğması, insanın bütün varlığını sevgili veya tutkularına adaması, bunun için risklere katlanması gibi duygu durumu ve davranışlar, zamanın hiçbir evresinde vaz geçilebilir değildir.

İnsanoğlu, belleğindeki bilginin büyük bir oranını bilinçaltında saklar. Ancak bilinçaltını, net olarak okuma olanağına sahip değildir. Bilinçaltı kişiyi belli sınırlar içinde yönlendirir; bilinç ise, iyi, kötü, güzel, çirkin, doğru yanlış karşılaştırması yapar ve sonuç olarak çoğunlukla yine bilinçaltının kodladığı yazılım doğrultusunda karar vermek durumunda kalır. İnsan beyninin çözümüne ilişkin bilgilerden, bilgi aktını işleme tarzından ve kendi deneysel gözlemlerimden böyle olabileceğini düşünüyorum. Konunun açıklığa kavuşması için şu örneği vermekte yarar görüyorum. Acıkmak eylemi veya yenen bir yiyeceğe karşı vücudun verdiği tepki ile buna karşılık yaptığı işlemler, bilinçli bir davranış türü olmamasına karşın hiçbir aksama olmaksızın sürekliliğini sağlamaktadır. Yaşamsal koşullara ilişkin pek çok eylem, bilincimiz dışında gelişir ve sürekliliğini korur. Bu tür bilinçsiz davranışların bilinçaltının yönlendirdiğini, biyolojik ve hormonal olarak etki-tepki mekanizması ile sürdürülen bir yöntem olduğunu düşünüyorum. Fizyolojinin kendiliğinden yaptığı işlemlerden hareketle, şu üç soru estetik açısından çok önem arz etmektedir:

İnsanın güzele karşı duyduğu eğilim, saygı ve sevginin altında yatan gerçek nedir; bilinç mi, bilinçaltı mı yoksa daha gerilerde yatan güdü ve dürtüler mi?

Güzele yönelimin insanın nihai ereği ile bir ilgisi var mıdır?

Güzellik, insanoğlu için bir gereksinim midir?

Bu sorulardan yola çıkalım: Bilinçaltı, fizyolojik eylemleri aksaksız ve çoğunlukla bilinçten emir almadan yönetiyorsa güzelliğe karşı duyulan eğilimin yönetimi kimin elindedir, diye sorabiliriz. Bu sorulara; sınırlı araştırmam, bilgim, deneyimim, gözlemlerim ve uygulamadan, kuramlara dayanan kişisel yorumlarımla yanıt verebilirim. Biyoloji ve bunun alt bilim dalları, evrensel anlamda çok gelişmiş bilim alanlarıdır. Bu üç soru, tıp ve ruh bilim alanında yüksek doğrulukla yanıtlanmış da olabilir; ancak bunlar, sanatsal platformda nasıl karşılık buluyor sorusu üzerinde durmak gerektiğini düşünüyorum. Sanat yaratım süreci ve beklentisinin altında yatan gerçek, bu soruların yanıtı ile doğrudan ilintili midir? 

Kant estetiği ve sonraki çalışmalar, estetik algının yarardan bağımsız olduğunu söyler; bugün de öyle olduğu görüşünü savunan düşünürler çoğunluktadır. Her şeyden önce insanın sanat üretme amacı; buna ilişkin bilinçaltında yatan gerekçe ve duyusal hazzın nedeni; bilimsel olarak sorgulanmalıdır. İnsanın en iyi yaşamsal koşulları oluşturma ve yaşamın sürekliliğini sağlama isteği dışında sanat üretme ve estetik haz doğurma kaygısının altında ne gibi başka bir erek olabilir? Bu soru, sanat felsefesi bağlamında yanıtlanması gereken en önemli sorulardan biridir. Sanat yapma; yalnızca rakipleri arasında üstün olma, kendini gerçekleştirme, ün sahibi olma veya para kazanma çabası olarak düşünülemez.

Güzel kavramının bir başka yanı vardır; nesne, anlam ve iletinin güzel olarak algılanabilmesini sağlayacak olan toplam insan beğeni olgusu ve algısının değiştirilebilir olmasıdır. Bir yapıtın estetik değerini, alıcının estetik kaygısı ile buluşturacak ortamın durağan olmadığını söylemek istiyorum. Renkler ve zevkler tartışılmaz gibi bir çıkarımı kabul edersek eğer, daha baştan bu tez çürümüştür. Çünkü beğeni, zevk ve haz duyma eylemi (güdü ve dürtüsel olanlar hariç) öğrenilmiş, yararlılık kavramı üzerine yaslanarak kazanılmış eylemlerdir. İnsanın güzele duyarlılığı, beğenisi ve zevkleri yaşam sürecinde enjekte edilmiş bilgiler ve yargılar sonucunda belli bir temel kaygı üzerinde oluşmuş kavramlardır. Bunun en açık örneği, günümüzde verili algı biçimi ve kültür endüstrisinin dayatmaları sayesinde ak ile kara birbirine karışmış; estetik değer taşımayan pek çok obje, estetik değer taşıyormuşçasına haz duyulur bir duruma yükselmiştir. Meta estetiği dediğimiz olay en görünür biçimde karşımızdadır. Kaldı ki meta estetiği, estetik biliminde yer alan kuramlardandır. Yani yapıta sahip olma hırsı, kullanım değeri, ekonomik değeri ve estetik değeri, yarardan arındırılmış estetik kavramını yok sayan olguları ortaya koymaktadır. Şunu söylemekte yarar vardır: “Renkler ve zevkler tartışılmaz.” çıkarımı kısa erimli bir yargıdır. Eğer öyle olsaydı, alıcının tercih ve düşüncesini değiştirmeye yönelik reklâm, zihin kontrolü, algı güdüleme ve beyin yıkama teknikleri, bugün toplumların en gözde konularına dönüşmezdi. Bunların, bilim disiplinine dönüşmesi için herhangi bir nedeni olmazdı. İnsanın zihinsel etkinliği olan hoşlanma ve karşılıksız haz konusu (kendinden başka ereği olmayan saf haz) sanatın pek çok alanında kendini duyumsatırdı.  

Her insanın güzellik ile olan ilişkisi aynı yoğunlukta ve duyarlılıkta değildir. Bazı insanlar, verili olan güzellikle yetinirken bazıları daha etkin güzelliği arar. Daha içkin güzelliği aramak, öğrenilmişlik ve eğitilmişlikle ilgili olmakla birlikte kişisel yönelim ve ruhsal özelliklere de bağlıdır. Sanatçıların görme ve duyma yetisi yüksektir ve güzelliği bir nesne üzerinden yeni bir yansıma veya anlamlandırmayla yaratır.

Henüz küresel olarak tasarlanan büyük resmi ve insan düşün sisteminin çalışma düzenini; tam olarak çözümleyememiş çoğu sanatçılar; sağdan soldan aldıkları bilgileri, bir bakıma kendisine dikte edilmiş, bilincine ekilmiş doğruları, mutlak doğru ve estetik değer taşıdığı yanılgısıyla sanat üretmeye yönelmişlerdir. Ülkemizde gelmiş geçmiş pek az sanatçı, sanat adına kuram kabul edilebilecek, yeni bir çığır ve yeni bir bakışın önünü açabilecek, insan düşünde devrim sayılabilecek nitelikte düşünce üretmiştir. Bunun yanında, ne yazık ki Türkçe düşünen sanatçı ve sanat düşünürleri tarafından uygulamalı ve kuramsal anlamda ortaya konmuş sanat ve şiire ilişkin özgün inceleme ve araştırma yok denecek kadar azdır. Sanatsal inceleme, araştırma ve ekol sayılabilecek yeni yaklaşımlar; özellikle modern sanat döneminde, çoğunlukla bir yerlerden aktarma yöntemiyle Türk diline ve sanatına uyarlana gelmiştir.

Türkçeyi konuşan insanlar olarak kendimizi, acımasızca eleştirmek zorundayız. Çünkü şiirin gelişimi, felsefi açılımı, etki ve algının daha etkin olması, estetik değerin oluşturulması gibi konularda; kendi yorumlarımızdan hareket almalıyız. Böyle düşünmediğimiz sürece, yabancıların dili ve estetik algısına dayanarak, bilginin aktarımına güvenerek; iyi bir şey yapmış olmayız. Sanatsal bilgi, aktarılsa bile bilginin sanata dönüşümü, diğer söylemle bilginin şiir, resim veya heykel olarak görünüşe çıkışı; özgün perspektifi, kişisel anlamlandırmayı, yetkinliği ve düşünsel özgürlüğü gerektirir. Bunları söylerken haksızlık etmek istemiyorum, elbette bu konu post kolonyal bir analiz gerektirir. Gelmiş, geçmiş ve yetişmiş çok iyi sanatçılarımız, şairlerimiz var.  Ne var ki sanatsal katkı ve kuramsal yorumlarının arzu ettiğimiz düzeyde olmadığını söylemeye çalışıyorum. Biliyorum bu tümce sunturludur, ancak bu kitabın bir diğer maksadı, şiire ilişkin genel bir olgunun panoramik fotoğrafını yüksek doğrulukla çekebilmektir.

O, bunu demiş; şu, şöyle demiş, alıntılarını bırakalım ve estetikten ne anlıyoruz tanımlayalım: Estetik, yapıtla insan arasındaki ruhsal ve duygusal ilişkinin yaşanma biçimidir. Yapıt karşısında insanın yaşadığı duygu durumudur. Bu sürecin temelini ve nedenlerini inceleyen de estetik bilimidir. Şiir ve sanat açısından düşünürsek; yapıttaki, estetik değer, insandaki estetik algı/yargı ve ortamın oluşturduğu estetik değer, bizim üzerinde çalışacağımız konu olmalıdır.

Sanat, aktarılabilir bir nesne değildir; aktarma, taklit demektir. Sanatta biriciklik ve özgün olma zorunluluğu vardır. Yılların birikimine dayanarak, sanatsal bilgi üretmek, en temel çabamız olmalıdır.

Sanatı kaba gürültüden, popülist anlayışlardan, propagandadan kurtarmanın yollarından biri; onun öz, içerik ve biçimindeki varlık katmanlarının anlaşılabilmesidir. Sanat ve sanat bilgisi evrenseldir. İmgelem, diğer söyleyişle insanın zihinsel örgütlenmesi; toplumsal ve evrensel değerler ile bütünleşmiş, barışmış ve özgün olmalıdır.

Dil sanatları, doğduğu yerin dili, coğrafyası ve kültürünü yansıtıyorsa evrensel değer kazanır. Buna en iyi örnek Nâzım Hikmet’in şiirleri ve Yaşar Kemal’in romanlarıdır. Başka coğrafya, başka kültür ve başka dilin değerleriyle kendini bulmaya ve yansıtmaya çalışmak, öykünmekten öte geçmez. Yabancı dil, anlayış ve kültürün yansımasını yeniden bir eserde yansıtma mükemmeliyetine ulaşmak, insan beyni ve yeteneği açısından olanaksız olduğunu düşünüyorum. Diğer bir deyişle, içinde yaşayıp duygu değerlerini tatmayan, kültür değerlerini yaşamayan, ana dili dışındaki dille; dil sanatlarının herhangi birisinde (şiir öykü, roman, oyun vb.) başarılı yapıt vermenin zor olduğunu düşünüyorum. Aktarma kültürlerin duygusunda ve sezgisinden, dört başı mamur sanatsal bir bütünlük doğurulabileceğine inanmıyorum. Sanat; duygu, bilgi ve sezgi işidir; kısaca imgelem işidir. İmgelemse dünyayı ve onunla ilişkili insanı bir bütün olarak okuma, duyma, işitme ve görmedir. Dünyaya ve insana yeni, farklı bir gözle bakma ve anlamlandırmadır.

Antik, klasik ve modern sanat döneminde sanat, kralların, padişahların, güçlü olanların, başat yönetimlerin ve ideolojik çıkarımların ön bahçesi şeklinde ve niyetinde kullanılmıştır. 17. yüzyıldan itibaren birey birey olma yolunda kazanımlar elde ettikçe, özgürlüğün anlamsal değeri arttıkça, sanat da özerkliğini kazanmaya başlamıştır. Ne var ki sanat, kısmi özerkliğini ilan ettiği sıralarda, kültür endüstrisi ve sanayileşmenin olumsuz etkisiyle, içine kapatılmıştır. Bugün birey, birey olma savaşını kazanmış görünmektedir; hâlâ kul mantığını körü körüne kabul edenleri konu dışı tutarsak. Birey, özgürlük kavramını tam anlamıyla içselleştirmiş olmasa da bu uğurda oldukça yol kat etmiş görünmektedir; yıllar önce üretilmiş düşünce kalıplarını savunmayı, hâlâ namus borcu sayan öngörü fukaralarını konu dışında tutarsak.

Türk dili-şiir ve yerellik-sanat ilişkisinden söz açmamın temel gerekçesi, şu ana düşünceye dayanır: Estetiğin doğuma hazırlandığı kalpgâh, algı ve yargının özgünlüğü ile ortamın özgürlüğüdür. Öyle sanıyorum ki bu tümce, estetik kavramının üç tabakasını incelediğimiz zaman net olarak anlaşılacaktır. 

Şiire estetik açıdan yaklaşmanın temel kuralı, düşün sistemimize dikte edilmiş zorunlulukları kırmaktır. Psikolojik ve sosyolojik olarak, düşün sistemimiz zorunluluklardan kurtarılabilir mi, bilemiyorum. Ancak sanatta, estetiğin algılanması, duyumsanması ve yaşanır kılınması bu zorunluluklardan kurtulmuş olmayı gerektiriyor.

Estetik açıdan Türk şiiri ve şiir bilgisinin iyi bir noktada olduğunu söyleyebilecek eleştirmen, şair veya sanatçı var mıdır?  Öyle sanıyorum ki yoktur. Türk şiirinin süregelen lokomotifleri, son zamanlarda doğduğu ortamın kültürel varlıkları yerine hayranlık ürettiği ortamın, kuramların ve coğrafyaların kültürel çıkarımlarını yeğ tutmuştur, tutmaktadır. Başka bir deyişle henüz “kendi olmak” gibi zihni yeterliliği tam olgunlaşmamıştır. Türk şiirinde mit ve kahramanların ele alınış sıklığı ve biçimi bile, bu yargımı doğrular. Şiirde evrenselliğe giden yol, insanın kendi kültüründen, özünden, özgün değerler bütününden geçer. Yerel ve evrensel kültür varlıkları tabii ki insanlık değerleridir, bizim bakışımıza ışık verir, yön verir. Ancak şiire yerel ve evrensel normlarla eşit uzaklıktan bakmadığımız sürece, iyi bir şiir kültürünün kurumsallaşması önüne aşılamaz engeller koyarız.

Estetik değeri şair üretir. Ne var ki şairlerimiz, estetik değer dışında başka şeyler peşindedir. Solcusu, sağcısı, dindarı kendisine birer yol edenmişler; her biri algı filtrelerini diğerine karşı tıkamış; temeli pas tutmuş savlar, öğretilmiş üstünlük kaygıları; almış başını gidiyor. Bunlar, kendine dikte edilmiş bir yol tutturmuş; ortak noktası ise en çok kazanç dağıtan yerler. Sanatçı olmanın, sanat üretmenin temel koşulu, öğreti ve dinlerden bağımsız, aklın reis, duygunun işçi olduğu bir ortamdır. Görülüyor ki, “özgün, özgür, evrensel algı, anlama, düşünme ve açıklama” yeteneğimiz, ne yazık ki rüştünü ispatlamış değildir. Sanatın sağı, solu, dini, ideolojisi olmaz. Sanat; sistemleri, ideolojileri yıkmaz ya da kurmaz. Karşı duruştur, devrimcidir; evet, ama aklın devrimcisidir. Kin, nefret, düşmanlık gibi duyguların doktorudur. Sevginin evidir. Somut devrimi akıl kurar ve akıl yapar. Sanatın/şiirin hedef kitlesi sırasıyla duygu, zihin, mantık ve akıldır; bunları sevgiye götürür. Aklın çocuğu olduğu kadar aynı zamanda babasıdır. Sonuç olarak sanatın nihai ereği sevgi ve yaşam sevinci doğurmaktır.

Şiiri, estetik açıdan ele aldığımızda estetiği, üç temel tabakaya ayırmamız gerektiğini düşünüyorum: “Şiirdeki Estetik Değer Tabakası”, “Okurdaki Estetik Algı Tabakası” ve “Durumsal Estetik Değer Tabakası” olarak.

İnsan temel gereksinimlerini karşıladıktan sonra güzellik, mutlak gereksinim durumuna dönüşür bana göre. Güzellik; mutluluğun, hazzın, heyecanın, neşenin ve gülmenin altında yatan gizli öznedir. Deneyimlerimiz ve yaşamsal gereksinimlerimiz bunun doğru olduğunu çeşitli örneklerde göstermektedir. Bu gereksinim türü, kişinin kişisel özelliklerine bağlı olarak değişiklik gösterir ve somut bir tanımlama yapılması da zordur. Sonuç olarak güzelliğe ve güzelduyuya duyulan gereksinim, kişiye bağlıdır; azdır ya da çoktur. İşte bu noktada, şunu söylemek bizi haklı bir sonuca götürür. Güzel algısı, beğeni duygusu, güzelduyu yargısı ve algısı; kişinin eğitim ve dünya görüşüyle ilgilidir. Güzel algısı, düşünebilme yeteneğine sahip her bireyde az da olsa mutlaka vardır. Kitabımın ilk bölümünde ifade etmeye çalıştım, duygu eğitimi veya duygu kontrol yöntemi burada önemli bir işleve sahip olmalıdır. Aydın ve geleceğe yönelik insan yetiştirmenin temelinde olumlu duygu ve sevme duygusunun kazandırılması yatar. Bunun en etkili yollarından biri de sanat eğitimidir.

Ortaya konmuş bir yapıttan hoşlanma, haz duyma, hayran olmanın; yapıttaki estetik değer varlığı, alıcıdaki estetik algı, yapıtın doğduğu ortamdaki algı ve estetik değerlerinin bir arada buluşturulmasına bağlı olduğunu varsayıyorum. Estetiğe ilişkin incelemeler de zaten bunu doğrular. Ne yaparsak yapalım sanat beğenisi, sanat alıcısının kültürel ve sosyal değerleriyle örtüşmesine bağlıdır. Bulunduğu ortam ve sosyo-kültürel yapıya da bağımlıdır. Bu konu, felsefi, sosyolojik ve psikolojik yaklaşımlar açısından da ayrıca değerlendirilebilir. 

Şimdi, Estetik Değer Tabakası, Okurdaki Estetik Algı Tabakası ve Durumsal Estetik Değer Tabakası’nı ayrı ayrı anlaşılabilir şekilde ele alalım. Böylece eleştirmenin, okurun veya şairin bir yapıta neresinden bakması, hangi nesnel ölçütlerle yaklaşması gerektiği konusunda az çok ortak bir anlayış oluşturabiliriz. Bunun yanında estetik değer kavramını kısmen anlaşılabilir bir duruma getirmek de ikinci bir sonuç olabilir diye değerlendiriyorum. El sanatlarından dil sanatlarına kadar tüm yapıtların, insan duyuları ile algılanabilir ve beğenilebilir özelliği bulunduğu sürece, estetik beğeni ve eserde güzellik kavramından söz edebiliriz. Yani güzelduyunun üç tabakasını incelediğimizde, estetik beğeniye biraz olsun nesnel bakabiliriz, diye düşünüyorum. Şunu tekrar belirtmeliyim ki estetik katmanı, kolay söze dökülebilen, ölçülebilen ve değerlendirilebilen bir varlık alanı değildir. Duyusal, algısal ve yargısal bir olgudur, soyuttur, değişkeni ve çarpanı çok fazladır.

Şiirin hedefi, en yüksek seviyede estetik değer yaratılarak okurun ruh durumunun yüceltilmesidir. Diğer bir anlamda aklın, akılla bezenmesi; duygunun yoğunluğunun sağlanmasıdır. Nihai ereğe uzanan yolların iyi niyet ve güzellikler ile yine insana dönmesidir. Temelde hedef, her biçimde ve her koşulda insandır. Genel anlamda söylersek sanatta amaç, insanda sevgi duygusunu duyumsanır ve yaşanır biçime dönüştürmektir. Bana göre insanın iş görme yetisi, motivasyonu, iç huzuru, doyumu, mutluluğu ve yaşam sevincinin sürekliliği; güzellik olgusunun içinde gizlidir.

  

 

Şiirdeki estetik değer, şairin estetik kaygı ve yargısının varlık alanına taşınmasıdır; şairin anlamlandırma ve sözü görünüşe taşıma biçimiyle ilgilidir.

 

 Şiirdeki Estetik Değer Tabakası

 

Her yapıt bünyesinde, güzelduyudan ve duyusal bir varlık alanından söz edebiliriz. Şiirdeki anlam, anlatım, coşum, çağrışım ve ses uyumu gibi özellikler; okurda haz doğuruyorsa bunların hoşa giden bir yanı bulunuyorsa estetik değer var demektir. Söz konusu görünmez ve duyumsanabilir alan, birikimlerden oluşmuş öznel algı ve iletiler düzlemini oluşturur. Şiir ile okur karşılıklı ilişkiye girdiğinde, şiirin üzerinde; iyi, yüce, oran, simetri, güzel, uyum gibi kavramların toplam değerini duyumsarız ki buna yapıttaki “estetik değer” diyebiliriz.

Estetik, Platon’dan bugüne kadar çok tartışılmış, araştırılmış, değişik çıkarımlarda bulunulmuş bir alandır. Felsefe, sosyoloji, psikoloji yanında diğer bilimler ışığında ayrıntılı olarak incelenmeye değer bir konudur. Yapıttaki etkisiyle insanda var olan estetik kaygının buluşması, çok yönlü düşünülmesi gereken konular arasındadır. Estetiği anlayabilmek ve okuyabilmek için insanı, yapıta ilişkin olguları, sanatçı ve iç dünyasını, bunun yanında zamanı ve ortamı ele almak zorundayız.

Bu tabaka; şiirin iç beğeni dünyasını aralamaya, şiirdeki içsel güzellikleri tanımlamaya ve şiirin beğenilme gizilgücünü düşünmeye yöneliktir. Her yapıt, önce kendi estetik gizilgücü ile ele alınmalıdır.

Şiirde tanımladığımız katmanların her birinin, estetik katmanına doğrudan etkisi vardır. Anlam, anlatım, ses, çağrışım, coşum, gibi şiirin temelini oluşturan katmanların her biri, şiirin bütünlüğü içinde estetik değerin varlığını duyumsatır. Örneğin hiç karşılaşılmamış bir anlatımın göz önüne serdiği sarsıcı anlamsal değer, şiirin görünür yüzüne serilmiş bir estetik kılıf gibidir. Sözün duygu değerini yansıtmak, bağdaştırma veya benzetmeyle duyumsatmak, güzel ve albenili bir örtünün şiirin bütünü üzerine örtülmesi gibidir.

Şiirde estetiği duyulur kılan şey; anlam, ses ve anlatımdır. Anlam, şiir metninin bağdaşıklık özelliğinden tutarlılık özelliğine kadar kendine özgü iç ve dış döngüsüyle bir bütünlük oluşturur. Çağrışım, coşum, anlatım ve estetik işlev gibi metne yüklenebilecek tüm anlamsal değerler; anlam temeli üzerinde kurulmalıdır. Özellikle bağdaştırma, sapma, benzetme gibi şiir teknikleri, anlama yaslanma zorunluluğu vardır. İmge derinliği ve çarpıcılığı anlam üzerinden kurulabilir ancak. Şiirsel yaratıcılık da anlam temeline yaslanmak zorundadır. Dilin kullanımı veya düşüncenin açıklanabilmesindeki ustalık; anlamın derinliği, çarpıcılığı ve yeniliği ile ilgili bir konudur.  

İkincisi ise şiirin anlatıma yaslanmasıdır. Anlatımın; çarpıcılık, yerindelik, şaşırtıcı ve anlamı daha güçlü kılar bir nitelik taşıması gerekir. Zihni sarsıcı, vurucu, bütüncül, sıra dışı ve akıcı bir anlatım şiirde estetik değeri artırır. Günümüzde yapıldığı gibi, dilin kuralsız kullanımı dâhil her anlatım biçimi bu maksada yönelir. Her şair, kendine özgü dil ve söz dizilimi kullanır. Bir bakıma her metin, bir şeyler anlatmak için yazılır; şiir metni ise anlatmak dışında, okurun duygularını inceltmek, hayranlık katsayısını artırmak, derinliklerine nüfus etmek, saf haz doğurmak ve yaşam sevincini yüceltmek için yazılır. Çünkü okur; söylemek isteyip dillendiremediği, duyumsayıp çözümleyemediği, yaşayıp anlam veremediği derin duyguların anlatımını güzel dizelerin arasında bulma ve ondan yaşam sevincine ulaşma çabasındadır. Bu durum ise coşumu ve hayranlığı doğurur ki bunun anlamı; hayranlığın, coşumun ve arkasından hazzın gelmesidir. 

 Üçüncüsü ise şiirin sese yaslanmasıdır. Özellikle duygunun ezgiye karşı duyarlılığından hareketle sesin, şiir metninde iyi işlenmesi gerekmektedir. Ezginin, duygu üzerindeki etkisi ve anlamı yöneltme özelliği ses katmanında incelenmiştir. Burada ses ile ilgili yalnız şunu söylememiz yeterlidir; insanoğlunun sahip olduğu on dört çeşit duyu içerisinde işitme duyusunun önemli bir ayrıcalığı vardır. İşitme duyusu, ses, anlam ve anlatım ile kurulan duyusal, metafizik ve manevi dünyayı daha etkin algılatma yeteneğine sahiptir. Diğer duyulara göre insanı daha duyarlı kılar. Şiirsel ezgi, şiirin anlam ve duygu değerini ortaya çıkaran önemli bir olanaktır. Duyusal, metafizik veya ruhsal dünyayı bizler, ses ve sesin insandaki etkin gücüyle daha kolay duyumsarız. Sanal ve doğal dünyanın havasına daha kolay gireriz. Şiir incelemelerinde üzerinde çok düşünülmeyen ezgisel imge, insan zihninin cilasıdır.

Anlam, estetik işlevin yerine getirilmesi için ne kadar etkinse ses de estetik işlev için o kadar önemlidir. Bir sanat yapıtının estetik değeri, şu özelliğinden ya da bu özelliğinden oluşmuştur deme şansımız yoktur. Şiirde, şiir diline özgü tüm özelliklerin toplamı hep birlikte estetik değeri doğurur. Her görücüye çıkan şiir bunu esas almalıdır. Şiiri yalnızca dile, diğer bir söyleyişle anlam ve anlatıma bağlayamayız. Aynı oranda ses ve coşuma da yaslamak durumundayız. Çünkü İlk Çağ’dan bu yana şiir anlam, anlatım ve ses ayağı üzerine kurularak bugüne gelmiştir.

Şiir, yalnızca anlatım ve anlam yoğunluğu üzerine kurulsa ne olur? Şiir, insan algılarındaki beklenen duruş ve formun dışına taşıyorsa o şiir güzeldir, yenilikçidir, estetik yaşantıyı doğurur ve zihni daha sendeletici bir duruş sergiler. Ne var ki şiirin duyguyu güçlendiren, hareketlendiren ses zenginliğini bir kenara koyarsak, estetik değeri artıran en güçlü özelliği göz ardı etmiş oluruz. Anlam ve anlatım bağlamında dönüp dururuz. Bunun adı ise dil cambazlığı olur. Şiirin bileşenlerinden herhangi birini geri plana itmenin çok anlamlı bir yaklaşım olduğunu düşünmüyorum.

Üç temel özellikle şiirde estetik değer yaratma konusu bitmiyor. Şiirin önemli özelliklerinden birisi de çağrışım katmanıdır. Anlamsal ve sessel imgenin insan algısında yarattığı etki, güçlü imgelere yönelerek daha çeşitli çağrışımlara neden olacaktır. Her çağrışım çekirdeği, ayrı anlamsal derinliği sağlayıcı ve güzelduyu yaratıcı gizilgüç taşır. Çağrışımın niteliği ile yönü bir çığ gibi büyür ve yeni imgelem olanaklarını beraberinde getirir.

Şiirdeki estetik değerin duyulur kılmanın önemli bileşenlerinde bir diğeri, duyguların harekete geçiren coşumdur. Anlatım, anlam derinliği ve derinliğin yarattığı duygu değeri, şiirde hayranlık uyandırarak okuru duygusal bir havaya taşır. Okurun şiire bakışından önce, şiirin okuru kavraması gerekir. Bunu sağlamanın yolu, coşum değerini yükseltmektir. Şiirde coşumu artıran en önemli şey; anlam, anlatım ve sesin ortaya koyduğu toplam duygu değeridir.

Şiirin iki yüzü vardır; birincisi görünen yüzü, ikincisi ise görünmeyen ama duyumsanan arka yüzü. Şairin kasten şiirde bizi götürmeye çalıştığı nesnel varlık tabakası ile rasyonel olmayan varlık tabakasıdır bunlar. Şiirde rasyonel olmayan alan, okurun düş dünyasını canlandıran ve duygularını belirli bir kıvama taşıyan alandır. Şiir, elindeki gereçleriyle duygulanımı sağlar ve estetik değer tabakasını okurun duyusal dünyasında oluşturur.

Şiirin ileti değeri, gelecekle kurduğu bağ, anlam derinliği, ses zenginliği, yaşamsal değerlerle örtüşürlüğü gibi özellikler ise estetik değer varlığını açıklar. Şiirden ne beklendiği okura bağlıdır. Kimi kendini arar, kimi salt duygularına yönelir, kimi kendini bulmak ister, kimi geçmişindeki izleri yaşamak ister, kimi de ideolojik veya dinsel kaygılarını şiirlerde yatıştırmaya çalışır. Nasıl bir yöntem ve yaklaşım sergilenirse sergilensin, şiirde estetik değer yaratmak öncelikle anlam derinliğine, bunun da anlatım ve ezgiyle güçlendirilmesi temeline dayanır. Bu ne demektir? İnsanoğlunun yaşamı tutuşunu, varlığını, gerçekliğini, mistik-metafizik dünya ile ilişkisini ve nihai ereğini gösteren/sezdiren değerlerin temeli anlam derinliğidir. Dolayısıyla okur kendini ve varlığının temel değerlerini, şiirde veya yapıtta görmek ister; onları duyumsar ve daha zengin imgelem dünyasına kanatlarını açar. Şiirsel ezgi ile bunlar desteklendiğinde artık uçuş kaçınılmazdır. Anlam, ses ve anlatımın gücü karşısında duyguları ezen estetik değer, şiirde oluşmuş demektir. 

Özgür, özgün, evrensel ve donanımlı birey; bilimsel temellere dayalı, sosyal kuramları içselleştirmiş, yaklaşım ve düşüncelere hiçbir önyargı ve saplantı taşımaksızın bakabilendir. İçinde bulunduğumuz sistemler ve yaşadığımız sosyal kurallar bile birer kurgusal kabulden ibarettir. İnançlar ve öğretiler de buna koşuttur. Kaldı ki çağımızda hangi bilginin doğru hangi bilginin kirli bilgi olduğu, ayırt edilemez bir biçim almıştır. Bu yüzden şiirdeki estetik değer tabakası, yaşadığımız dünya gerçekleri arasında görecelidir.  

Estetik değer tabakasını şiir çözümlemelerinde nasıl ele almalıyız? Şiirin ses düzenini, anlatım ve anlam katmanını daha önce masaya yatırdık ve elimizde hazır verilerimiz vardır. Ses, kendi içinde ne kadar uyumlu ve anlam ile ne ölçüde örtüşüyor; anlatım anlama yöneliyor mu? Sonra anlam tabakası çağrışım ve coşumu ne ağırlıkta sağlıyor, sorusuna yanıt aramalıyız. Anlam katmanının şiiri üst anlam tabakasına taşıma gizilgücü nedir? Çağrışım, yeni bir anlam üretme gücüne sahip mi? Ses, anlatım ve anlam duygu değerinin, zihinde yankısı ne kadar güçlüdür gibi sorulara yanıt aramalıyız. Anlatım, ses, anlam, çağrışım ve coşum, hoşlanma ve haz duygusunu harekete geçiriyorsa şiirde estetik değer tabakası güçlüdür diyebiliriz. Diğer taraftan şiiri okuduğumuzda duygularımızın ezildiğini, duyarlılığın yükseldiğini ve zihnimizde kovalamacanın başladığını duyumsuyorsak estetik değer varlığını daha kolay açıklayabiliriz.

Bunların tam tersi şiir, bizi hiçliğe, şiddete veya dayatıcı bir tutuma zorluyorsa estetik değer üretmek yerine bildiriye dönüşmüş demektir. Şiddet ve dilsel şiddet taşıyan, saldırgan, kayırmacı, kotarmacı tutumla sürdürülen her metin; okuru rencide eder ve şiirin amacına uygun düşmeyen bir yönde gelişir.

Şiirdeki estetik değer varlığını duyumsamak, güçlü sanatsal bilgi altyapısına sahip olmayı, insan ile yaşamsal olgulara egemenliği ve kavramlar arası ilişkiyi çözmüş olmayı gerektirir. Şiir, toplum algısında yer ettiği gibi sözcüklerin yan yana getirildiği ya da dizelerin arka arkaya sıralandığı bir metin değildir. Her söz ve her dize, okur zihnini ve duygularını tırmalar, onların önüne düşüp yeni bir dünyaya götürür. Zihnin bütün olanaklarının kullanıldığı bir dünyanın çıktısıdır şiir sanatı.  Şairin bilincinden süzülmüştür. 

 Şiir yalnızca duyguların ortaya koyduğu nesnel olay ve görüntülerle yazılmaz. Nesnel, duyusal ve gerçek ötesi olay ve olgular zihinde tasarımlanır, bu tasarımların yansımasından doğan olgu ve duygular dizelerde dile dökülür. Yani nesne, olay, gerçek ve gerçek dışı olguların görünümünün insandaki anlamsal karşılığıdır sanatın özü. Sonuç olarak şiir; olay, olgu ve onun insandaki görünümünden doğan sonuçtur. Bilinç ve bilinçaltı, insanın iç ve dış dünya ilişkilerinden beslenir ve zihinde anlamlandırılır. Bu anlamlandırma, duygu ve dürtüden üst bilince kadar uzanan karmaşık bir süreçtir. İşte bu sürecin sanatta bulduğu karşılığı imgelemdir. Diğer bir söylemle insanın düş ve düşün dünyasıdır bu. Şiirde estetik değeri ele alıyorsak imgelem dünyasının ayrıntılarına estetik bilimi açısından göz atmamız gerekir. Ancak ben burada çok ayrıntıya girmeyeceğim. İmgelem dünyasının gerisindeki estetik olgu ayrı bir inceleme konusu olmalıdır.

Sonuç olarak şiirdeki estetik değer tabakası, şiirin içsel sorunudur. Şairin işidir ve şairin imgelem dünyası ile ilgilidir. Şair, şiir ve okur ilişkisini anlam, anlatım ve ses katmanlarında ne kadar güçlü kurabiliyorsa şiir o kadar sanatsal, o kadar şiirsel ve o kadar estetik değer açısından güçlü demektir.

 

 

 

 

 

 

Çağımızda kurulu modern sistemler, aydın olduğunu varsayan insanları kendine bağımlı kılmakta, istediği kıvama getirmekte, gereklerini dikte etmekte, bireysel estetik algı ve estetik yargıyı yavaş yavaş olumsuz yönde dönüştürmektedir. Bu durum, yaşadığımız çağın en büyük ve alt edilemez sorunlarından biridir.

 

Okurdaki Estetik Algı Tabakası

 

Okurun düş ve duygu durumunu hazırlayarak onu daha renkli ve daha yaşanabilir bir evren algısına doğru yürüyüşe çıkarmak için, şiirdeki lirik ve içtenlikli söylemler ilk çağdan beri kullanılagelmiştir. İnsan bilgi altyapısı, algısı ve yargısı; sürekli gelişim gösteren bir gerçektir. Hatta yaşa, zamana, yaşadığımız ortama bağlı olarak büyük oranda değişiklik göstermesi, günlük yaşamda gözlediğimiz olaylardır. Beğeni sözcüğü ile tanımlamaya çalıştığımız olgu; izleyicisinin şiir, resim gibi bir yapıt karşısında aldığı olumlu tutumdur. Burada olumlu tutum olarak söylemekteki kastım, insanda zaten var olan estetik kaygının bir şiir veya bir sanat eseri karşısında istemsiz başlayan hoşlanma durumudur. Estetik tavır dediğimiz durumun oluşmasıdır.

Estetik algıyı incelemeye başlamadan önce, bu incelemeyi sübjektif kabuller üzerinden yapmak zorunda olduğumuzu belirtmeliyim. Sanat yapıtında bulunan estetik değer, kısmen objektif ölçütlere dayandırılabilir. Her yapıtın kendi ölçütlerine göre estetik değeri hakkında yorum yapılabilir. Bunun tam tersi, insandaki estetik değer yargısı; bilgi birikimi, yaşam stili, inanç, yararlılık ve refah, psikoloji, sosyoloji gibi daha pek çok değişkenin sonucuna bağlıdır. En önemlisi de insanın duygu durumu ile ilgili bir konudur. Yapıt, izleyicisi varsa bir anlam taşır, aynı şekilde şiir de okuru varsa…

Sanatçının düşün ve yapıtlarıyla yarattığı estetik değer ve insandaki estetik kaygı, farklı biçimlerde ve dolaylı yöntemlerle şiir ve sanat incelemelerinde ele alınmaktadır. Sanatçının doğurduğu estetik değer derken şunu demek istiyorum: Şairin dünya görüşü, yaşam algısı, yapıtları ve topluma karşı duyarlılığı gibi tutum ve davranışlarının toplum veya izleyiciler tarafından beğenilmesi, saygıya değer bulunmasıdır. O, okurlarında tanınırlık, güvenirlik estetik altyapı ve şiire ilişkin altbilgi hazırlamış demektir. Örneğin, şiir denince bir Nâzım gerçeği vardır. Nâzım ismi bile bir şiirin estetik değer yargısı için önemli bir çıkış noktasıdır. Sanatın sıkı takipçileri olsun az çok sanatla ilgili olanlar olsun herkes, adı belli kişilerin yaptığı sanata dönüp bakma gereği duyar. Okur, ortamın gerekleri ve çevreden aldığı izlenimlerden çıkarımda bulunarak iyi bir davranış sergilediği, estetik bir haz duyacağı veya yapıtta kendini göreceği konusunda ikna olmuştur. Bu durum, şiirle iletişimin başlaması için olumlu duygudur ve önemli bir kolaylıktır. 

Toplum beğeni kültürü, Darwin’in doğal ayıklama yöntemi mantığının benzeri bir şekilde işler ve şaşmaz bir toplumsal yetenektir. Kötü şiiri, iyi şiirden kolaylıkla ayıklama eğilimindedir ve kolay kolay seçilim doğruluğunda yanılmaz. Durun! Bu yaklaşımın doğruluğunu kabul etmiş olursak, sonradan oluşmuş ve dönüşüme uğramış ölçütleri atlamış oluruz. Keşke öyle olsaydı ve işin içine yapay katkılar girmeseydi! Beğeni kültürünün değişime ve dönüşüme uğrayabileceğini; güçlü, yönetme, yönlendirme ve ekonomik olanakları yerinde olan kişi ya da anlayışın emrine uygun davranış gösterme zayıflığını gösterebileceğini; düşünmek zorunda kalmasaydık.

İnsanın seçiminin değiştirilmesi, olayları görme, görüntüleme açısının değiştirilmesi, dikkatin başka bir noktaya yoğunlaştırarak asıl olayın perdelenmesi gibi girişimler, genel anlamda algı güdülemesi deyimine karşılık gelir. Algı yönetimi, algı güdülemesi ve psikolojik güdümleme gibi tanımlamaları, çok kez duyarız. Estetik algı veya estetik yargıyla ne gibi ilişkisi olabilir bu terimlerin? Estetik katmanını incelerken “algı yönetimi, algı güdülemesi ve psikolojik güdümleme” terimlerinden söz etmek gerekir diye düşünüyorum. Bakıldığında önemli bir iş başarmamış, sanat yapıtı ortaya koyup koymadığı tartışılır şair, yazar vb. pek çok kişi; sahip olduğu magazin olanaklarını kullanarak bazı makamlara oturtulmuştur. Toplum karşısında magazin gibi görünen bu ve buna benzer olaylar, bilinçli bir algı yönetimi, algı güdümü ve psikolojik güdümleme işi ile doğrudan ilişkilidir. Başka bir deyimle, toplumun beğeni kültüründe, seçim ve tercihlerinde istenilen yönde dönüşümü sağlama girişimidir.

Sanatçılar veya sanat eleştirmenleri, egolarına bağlı olarak öğreti, inanç, öğrenilmişlik ve önyargı zinciri altındaysa, diğer bir deyişle zihinleri bazı edinilmiş kalıplardan dolayı baskı altındaysa estetik kaygı, başka kaygıların etkisinde kalır. Bu duru, estetik kaygıdan dayatmacılık ve yararcılık kaygısına evrilir ki sanat dünyasında yaşanagelen ve bugün yaşadığımız en geçerli tutumdur. Önemli bir sorunla karşı karşıyayız demektir.  

Sanatçı dediğimiz bir kısım kişiler, sözde yapıtlarıyla bir şeyler dayatmaya, öğretmeye, tercihini değiştirmeye yönelik hedef kitlesini ileti bombardımanına tutmaktadır. Bu sanatta yaklaşım olarak yanlıştır. Estetik kaygı yaratmanın temelinde, öncelikle sanatçının tutumu yatar. Tarafsız, yargısız ve estetik olmak zorundadır. Ne kadar güzel nesne üretirse üretsin, nesnedeki iletileri; inanç, öğreti, ırkçılık, şiddet gibi konuları bir diğerinin bilincine aktarma amacı güdüyorsa ne estetik kaygıdan ne de sanatsal içerikten söz edilebilir. Bu düpedüz algı yönetimi, propaganda tekniği, psikolojik güdümleme ve kısaca bilinen ismiyle bir algı güdümü eylemidir. İnsanı ve duygularını gereken duyarlılığa taşımak için tarafsız, dürüst, algı yönetimine başvurmadan olgunlaştırmamız gereğine inanan bir kişiyim. Şiirde okuru yöneltmeye, okura inanç ve öğreti kabullerinizi dayatmaya kalktığınızda, okur şiirden haz almaya değil; sizi sorgulamaya yönelecektir. Bu durum, sanatla misyonerlik ya da sanatla propaganda arasındaki karşılıklı ilişkiyi göz önüne getirecektir.  

Ayrıca sanat, özgürlük kavramından anladığımız kadar özgür; sanatçıysa önyargı ve bilinçaltı güdülerini ehlileştirebildiği kadar özgündür. Zekâ, önyargı, inanmışlık gibi durumlarda sanatsal anlamda yeni görme ve duyma biçimlerine yönelemez. Artalan bilgisi dediğimiz, bilinç ve bilinçaltına saplanmış mutlak kabulleri kırmak kolay değildir. Sanatın en büyük düşmanı bu tür ön kabullerdir. Bir anlamda yaratıcılığın önündeki en güçlü engellerdir. Esasında bu durum, estetik dediğimiz olgunun önünde duran en çetin hastalıktır.

Okurdaki estetik algı ya da estetik değer yargısı, kişinin yaşam koşulları ve bilgi birikimiyle çok yakından ilişkilidir. Her insan şiir sevmez, bazı insanlar öykü okumuyor olabilir, iyi bir tablo bazı insanlar için bir anlam içermeyebilir. Bu noktada önemli bir konuyu vurgulamak istiyorum. Küçük yaşlarda sanat eğitimi alınsın ve okullarda sanat eğitimi artırılsın diyoruz. İşte burada anlatılmak istenen şey şudur; sanat duygu olumlama, sevgi ve duygu güçlendirme yöntemlerinin başında gelir. Sanat etkinlikleri sevme duygusunun ilköğretimidir. Bunun yanında insan davranışlarını pozitif olarak yönlendirme ve yönetme gücüne sahiptir. Estetik değer yargısı da eğitim ve dünyaya bakış açısıyla doğru orantılıdır.

Psikolojik estetiğin kurucusu Theodor Lipps’i referans vererek bakın İsmail Tunalı ne diyor: “Bir sanat yapıtı, kendi kendimizden, kendi etkinliğimizden haz duymak için bir aracıdır. Önemli olan estetik obje yani sanat yapıtı değildir, tersine, önemli olan, bizim etkinliğimiz, duygularımız ve duyduğumuz hazdır. Buna göre, estetik araştırmanın ağırlık merkezi estetik obje değil de estetik etkinlik ve duyguda bulunur.”

Konumuz okurdaki estetik algıysa ele almamız gereken en önemli durum, sanat eğitimidir. Sanat eğitimi derken, orta ve lisans düzeyindeki profesyonel sanat eğitim kurumlarının verdiği eğitimden söz etmiyorum. Çocukların ve gençlerin erken yaşlardan başlayarak, estetik kaygısını ve estetik duyarlılığını güçlendirecek yaygın sanat eğitim ortamından söz ediyorum. Başka bir deyişle her yer ve zamanda, aile dâhil bütün eğitim ve öğretim kurumlarında, sanatsal eğilime yönelten, estetik kaygıyı tetikleyen ve estetik duyarlılığı artıran eğitim örgütlenmesini öneriyorum. Gerçek anlamda sanat eğitimi alan, estetik kaygısı güçlendirilen kişinin; şiddet gibi yöntemlere, suç ya da ahlâksal olmayan tutum ve davranışlara başvurmasının yok denecek kadar az olduğunu istatistiklere gerek kalmadan söyleyebiliriz. Sürekli tanık olduğumuz gibi eğitimli insan davranışları buna en yakın örnektir. Çocukların erken yaşlarda sanatla ilişki kurabileceği; oyun, eğitim ve öğretim ortamları oluşturulmalıdır. O zaman estetik kaygı ve estetik duyarlılık daha etkin ve olumlu yönde gelişecektir. Böyle ortamda büyüyen çocuklar, gerçeklikle ilişkilerini daha kolay kuracaklar, yaşamın gerekleriyle daha naif ve kolay baş etme yeteneği kazanacaklardır. 

Şairin, insan üzerinde estetik kaygı doğuracak yaratıcı ve asimetrik görüşleri olmak zorundadır. Örneğin şair, öncelikle ortaya koyduğu yapıt açısından tanınırlık kazanır. Bundan sonra, sürekliliği ve kalıcılığı, görüşünün tutarlılığı ve kabul edilebilirliği, bunların ötesinde ise geleceğin olgularını ortaya koyabilirliği, duygulara kılavuzluk edebilirliği ile anlam kazanır. Bu tanıma uyan sanatçılar, sanat izleyicileri üzerinde olumlu bir hava oluşturmuş, kendi alanında kanaat önderi konumuna yükselmiştir. İzleyicilerde estetik kaygı, saygı ve güven duygusunu oluşturmuştur.

Beğenmek eylemine diğer bir açıdan bakalım: Beğeni kültürünün, insan algı dünyasının renk ve kodları ile doğrudan ilgili olduğunu düşünüyorum. Baktığımız bir nesnenin, güzel veya güzel olmama durumu duygu ile bağıntılıdır; aynı zamanda algıyı sağlayan bilgi ve kodların da önemli payının olduğunu kendi davranışlarımızdan söyleyebiliriz. Aslında, algı güdülemesi deyiminin altında yatan gerçek, eğilimin ve beğeninin değiştirilebileceğinin çok açık kanıtıdır. Çünkü beğeni, çok ölçütlü bir insan eylemidir; kişinin yaşamında eriştiği, yaşadığı, özlediği, öğrendiği ve gördüğü tüm bilgilerin rol oynadığı zihinsel bir sonuçtur. Bu sanat eseri “güzel” veya “çok güzel” derken, sözcüklerin satır gerisinde yılların birikmiş renk skalası ve yaşanmış olay izlerinin birer özet görüntüsü yatmaktadır. Ne yaparsak yapalım beğeni kavramını, insanın yaşamında öğrendikleri ve bizzat izlediklerinin dışında tutamayız, düşünemeyiz. Beğeniyi doğuracak bilgi ve duyusal ortamın tahmin edilmesi, diğer bir söylemle “beğeni yönetimi” bu bilgilerden sonra daha kolaydır. Şair kendi beğenisini oluşturur diye bir yaklaşım vardır şiir söylemlerinde. Doğrudur. İnsan ne kadar yönlendirilmeye hazırsa toplum beğenisi de aynı oranda yönetilmeye hazırdır.

“Beğeni yönetimi” diye bir tamlama kullandım. Daha önce kullanılmış mıdır? Karşılaşmadım. İyi bir tamlama olduğunu düşünüyorum. Beğeni yönetimi, dünyanın her alanında faaliyet gösteren önemli bir sektörün varlığını ortaya koyar. Bu sektör “reklam sektörü”dür. Reklam sektörü ne iş yapar, yalnızca ürün mü tanıtır? Yoksa asıl işlevi, beğeni ortamının oluşturulması, beğeninin sağlanması mıdır? Eğer reklâm işine başlangıçta daha profesyonel yaklaşılsaydı öyle sanıyorum ki reklamın Türkçe isim karşılığı anlamsal olarak beğeni yönetimi olurdu. Bana kalırsa reklâm, beğeni yönetimine hizmet eden bir etkinliktir ve lisans seviyesinde örgün eğitim gerektiren bilimsel bir alandır. Aynı zamanda reklâm, sanat dünyasında en geçerli, en ucuz ve en etkili bir yöntemdir.

 Karşı olduğum bir noktaya dönmek istiyorum. Özellikle batı kaynaklı referansların sorgusuzca alınarak işlendiğine, kendi kültür varlıklarımızın küçümsendiğine, bunları sorgulamanın bile saygınlık kaybı olduğuna; ne yazık ki hâlâ tanık oluyoruz. Psikolojinin alanına delilsiz girmek istemem ama çok açık olduğu için yineliyorum. Her yapıtın temelinde sanatçının kendine güveni yatar; bu özgünlüğün temel gerekliliğidir. Gerçek sanatçı, birilerinin kabulü, yorumu ve çıkarımı üzerinde yürümemeli; birilerinin ürettiği düşün bütünlüğünü sırtına giyinerek ortaya çıkmamalı; kendi özgün düşüncesi ve vargıları üstünde yürümelidir. Başka bir şekilde söylemek gerekirse gerçek sanatçı; insan beynini hapseden inanç, öğreti, doktrin gibi önyargı, saplantı, teslimiyet, tecrit ve alışılmış tutumlara bel bağlamamalıdır. Benim tanımlamaya çalıştığım sanat yaklaşımı ve sanatçı ruhu, mükemmelin mükemmelini bulgulamaya çalışan insan odaklı bir durumdur. Mazlum ya da egemeni, egemen kılma çabasıyla ne sanatın ne de sanatçının işi olmaz, diye düşünüyorum. Çünkü sanatın da sanatçının da işi, akıl ve duygu bilemektir; sevgiye ulaşmak ve bu sayede aklın evrimini hızlandırmaktır. Beyinsel işlemlerin evrimini hızlandırmaktır. Sonuç olarak insanın nihai ereğine ilişkin yaşamsal sevinci doğurmaktır.

Okurdaki estetik algı tabakasını incelerken daha çok neden sanatçı tutumlarına yer verdim? Bu soruyu sormakta haklısınız. Çünkü sanatçı da bir izleyicidir hem de bilinçli izleyicidir. Toplumun ayrıştırılamaz birer üyesidir ve okurdaki tutum ve davranış kodlarını okumak için örnek modeldir.  

Konumuza dönersek genel anlamda insan güzeli arar, güzele ihtiyaç duyar, mutluluk ve huzuru güzellikte bulacağına inanır. Güzellik kaygısı aynı zamanda dürtü ve güdülerin yönlendirdiği bir gerçektir. İnsan güzele karşı her zaman meyillidir; güdülerinde güzele, daha güzele kavuşmak yatar. Bunun adına da “estetik kaygı” denir. Yani insanda estetik algı ve değer yargısı hep vardır. Beyninin çalışma şekli, bilgi altyapısı ve çeşitliliğine bağlı olarak haz alıp almama durumu değişiklik gösterir.

Beğeni kültürü, aslında dünya algımızı ve yaşamı nasıl okuduğumuzu tanımlar. Günümüzde hayran olmak, haz almak, sanatı anlamak gibi konular bir yana, sanatçı bilinirliğinden kendine pay çıkarma girişimi daha baskındır. Aslına bakarsanız, konumuz bu ve buna benzer yozlaşmış toplum ve birey davranışları değildir. Okurdaki estetik algı ve estetik değer yargısı, akli melekeleri gelişmiş her insanda doğal olarak vardır. Az veya yoğun olması, onun eğitimi ve zihinsel dünyası ile ilgilidir. Ancak, bizi ilgilendiren kısmı, estetik algı ve estetik değer yargısı, nasıl ve hangi durumlara koşut olarak dönüştürülebilir, azaltılabilir ya da yoğunlaştırılabilir? İşte bu nokta, tartışmalıdır ve çok boyutludur.

Küçük bir örnekle bu konuyu kapatalım.

(….)

Varalım mı doğduğum günlere yalın yapıldak

Anamın yalan katılmamış katmerlerini özledim.

Belleğimde toynak izleri, değdikçe tenime

Çocuk olmaktır küsülmüşlük, çocukluğumu sevdim

Kurulmamış merdivenler, ikişer tırmanmayı özledim.

                           Haziran 2015 Kızılbörüklü/MİHALICÇIK, “Bir Damla Suda Halkalar” kitabından 

 

Okurda var olan estetik kaygıyı artırmanın en kolay yolu, belleğindeki izlere dokunmaktır. Duyuların en duyarlı olduğu, duyguların en hassas olduğu alanlar, yaşanmışlıkların bellekte bıraktığı tattır, özlemdir. Bunun gibi insanın duyarlılığını ve duygu durumunu değiştirebilen daha pek çok durum vardır. İşte lirizm dediğimiz olgunun doğurulması için, şairin bu alanları bulup görünüşe taşıması, okurda hayranlık uyandıracak anlam derinliği ve anlatım ile ses dengesini kurması şiirin temelinde, daha doğrusu sanatın temelinde yatan gerçekliktir.

Bitirirken, özet olarak şunu söylemeliyim: Estetik algı ve estetik değer yargısı, insanın yaşamsal algıları ile bir bütündür ve her insan zihni bu algı ve yargı için hazırdır. Şairin, okurda hazır olan bu estetik algı ve yargıyı, doğru harekete geçirmesi ve uygun yönetmesi gerekir. Şöyle bir çıkarım vardır; şair kendi beğenisini kendisi oluşturur. Sözün özü, şair kendi beğenisini kurar, yayar; bunu yaparken okur dünyasının renklerinden yararlanır.

Okurdaki estetik algı ve estetik değer yargısı, şairi bağlayan bir konu olmamakla birlikte göz ardı edemeyeceği bir durumdur. Her yapıt, okuru ve alıcısıyla vardır. Bütün sanat etkinlikleri, sanat için değildir; insanda sevgi ve yaşam sevinç doğurmak içindir. İnsanı saygıyla kucaklamak zorundadır. İnsanı sevecektir, düşündürecektir, sendeletecektir, gıdıklayacaktır, güldürecektir, ağlatacaktır, üzecektir. Bunları yaparken dayatıcı bir tavır yerine kucaklayıcı ve sarsıcı bir tavır takınmak zorundadır. Bu durum, sanatçının özgürlüğünü elinden almak değildir; estetik tavrı doğurmak ve estetik yaşantıyı geleceğe taşımak için gözetmek zorunda olduğu gerekliliktir. 

Sözün özü, okurdaki estetik algı ve estetik değer yargısı, sanatsal etkinliklerin varlığı için kilit bir durumdur. Öyle olmasaydı, salt yarar sağlamak için sanatsal etkinliklere doğru gidiş olurdu ki günümüzdeki fabrikasyon seri üretimler buna karşılık gelirdi. Sanat ve şiir insan içindir; insan varsa vardır, insan beğenisi kadar anlam taşır.

Şiir, insandaki estetik algı ve estetik değer yargısını gıdıklayabildiği kadar, duygularını ve zihnini estetik katmana taşıyabildiği kadar şiirdir. Şair, dilini insan anlağını sendeletecek şekilde kullanabildiği oranda estetik kaygıyı tetikler. Kısacası, şiir insan için olduğu kadar şiirdir. Bugünün zihinsel gücü ve insanının tutum ve davranışları, dayatmalara, saplama kurnazlıklara pay vermez. Şiir ne kadar şiirse, şair de şiir gibi olmalıdır. “Şiir gibi kadın” deyimini çokça kullanırız; ben bu deyimden, en güzel, entelektüel, mükemmel ana, yaşamın devamı için tüm özelliklere sahip dünya harikası kadın anlıyorum. “Şair de şiir gibi olmalıdır.” sözünün yorumunu da sizlere bırakıyorum.

Kısaca şöyle diyebiliriz: Şiirin iç sesi ile okurun iç sesi karşı karşıya geldiğinde okurda derin duygulanma diye bilinen duygu durumunun başlamasıdır estetik yargı. Ortada bir yargı varsa bu yargının kararını etkileyen bazı deliller arka planda olmak zorundadır.

Şiir çözümlemelerinde okurdaki estetik algı ve estetik değer yargı varlığını nasıl tanımlayacağız? Bu sorunun yanıtı ise biraz ayrıntı isteyen bir konudur. Şöyle ki: Şiir okurunun genel sosyolojik ve psikolojik durumu, şiiri algı derecesi; şirin ses, coşum ve çağrışımının üzerinde yarattığı etki; beklentiler ve hedef kitle beğenisini oluşturan genel eğilimlere ilişkin eleştirmenlerin değer yargılarını; esas alabiliriz. Bununla birlikte, “Çözümleyeceğimiz şiir bir bireyde ne gibi estetik kaygı uyandırır, estetik algı ve estetik değer yargısına ne derece seslenir?” sorusuna yanıt aramalıyız.

  Okurdaki estetik algı ve estetik değer yargısı, durağan değildir, dinamik ve çok değişkenli bir süreçtir. Çağımızdaki kurulu modern sistemler, aydın olduğunu varsayan insanları bile kendine bağımlı kılmakta, istediği kıvama getirmekte, gereklerini dikte etmekte, bireysel estetik algı ve estetik yargıyı yavaş yavaş olumsuz yönde dönüştürmektedir. Bu durum, yaşadığımız çağın en büyük ve alt edilemez sorunlarından biridir. İşte bu nedenle okurdaki estetik değer algısı ve estetik değer yargısı, üzerinde çalışılması gereken önemli bir bileşendir. 

Estetik kaygıya başka açıdan bakmayı deneyelim. Estetik kaygıyı deneyimsel ve mantıki olarak ele aldığımızda, toplumsal ve bireysel olguların başat etken olduğu dünya algısı ile estetik kaygının doğrudan ilişkili olduğu ortaya çıkıyor. Estetik biliminde “yarar” kavramı incelemelere dâhil edilmez. Çünkü estetik, salt estetik olarak görünen varlık alanında değerlendirilir. Oysa toplumsal eğilim ve yönelimlerden sonuca gidersek insandaki estetik kaygı, yarar kavramı ile doğrudan ilişkilidir. Bunları söylerken estetiğin temel kuramı ile çelişiyor olsak bile, estetik kaygının zihinlerde aldığı görünüm bunu doğruluyor. Ne yaparsak yapalım estetik kaygının doğurulması, yine bir nesnel duruma dayanmak ve bir yarar kaygısına yaslanmak zorunda olduğu sonucuna ulaşılıyor. Bu nedenle insanda doğuştan var olan estetik kaygı bilenmeli, tetiklenmeli ve güncel verilerle donatılmalıdır. İşte az ya da çok insanda doğuştan var olan estetik kaygı, eğitim ve estetik değer taşıyan yapıtlarla dönüştürülebilir, geliştirilebilir ve sanata karşı olumlu bir ortam oluşturulabilir. Kısaca söylemek gerekirse beğeni kültürü dönüştürülebilir ve geliştirilebilir bir çalışma alanıdır.

Şiir çözümlemede üzerinde önemle duracağımız konu, şiirin diğer katmanlarla oluşturduğu estetik değerin, okurun estetik kaygısı ile ne derecede örtüştüğüdür. İlk yapacağımız iş, okurda derin duygulanım dediğimiz durum ile onda hayranlık doğuran duyusal eylemin ne oranda gerçekleştiğini okumaktır. Eleştirmen ve sanatçı, aynı zamanda iyi bir okurdur, bu gibi durumların toplum ve insan düşüncesinde ne kadar yoğunlukta oluşageldiğini sezebilme yetisine ulaşmıştır. Daha nesnel ölçüt arıyorsak eğer, ses ve dil olarak farkındalık yaratan, zihinde sarsıntıya neden olan, anlam bakımından okuru derinlere götüren, duyarlılık ve yoğun duygu durumlarını betimleyen kullanımlar gibi estetik kaygıyı uyarıcı konular karşısında okurun tavırlarını ele alabiliriz. Bu kullanımların ve şiirdeki iç sesin, insanın estetik değer yargısında nasıl rol alacağı ve nasıl bir devinim sağlayacağı yüksek doğrulukla tespit edilebilir, diye düşünüyorum.

Sonuç olarak şunu söylemeliyiz: Estetik değer algısı, kişinin yaşamsal değerleri ile kültürel birikimine bağımlıdır. Güzeli görme ve onu anlamlandırıp estetik tavır geliştirme sürecidir. Estetik kaygı ise insanda doğuştan az ya da çok var olan duygu durumudur; ancak bilgi, kültür ve deneyim gibi yaşamın nitelik ve niceliği ile sonradan yapılandırılır. Öyleyse okurdaki estetik değer algısı, kişi ve toplum bilincine göre göreceli bir kavramdır.


 

 

 

İçinde bulunduğumuz doyumsuz sistem; doyumsuz ve bilgili insanlarını; kendine bağımlı kıldığını, istediği kıvama getirdiğini, dikte ettirdiğini ve bireysel estetik algı ve estetik yargısını yavaş yavaş olumsuz yönde dönüştürdüğünü; net olarak görebiliyoruz. Bu çağımızın en büyük sorunlarından biridir.

 

Durumsal Estetik Değer Tabakası

 

Tahsin Yücel, Eleştiri Kuramları kitabında olgucu eleştiriyi incelerken Mme De Stael’den bir alıntı yapar. “Mme De Stael’e göre, bir halkın düşünce ve duygularını ortak yaşamı belirler her zaman, bu ortak yaşam da söz konusu halkın yaşadığı yerin iklimine, bağlı olduğu siyasal kurumlara, dine ve yasalara bağlıdır. Bu belirleyici koşullar değişecek olursa halkın yazınının da değişmesi gerekir” demektedir. Şiirin estetik değer tabakası ve okurun estetik algı tabakası ayrı ayrı incelenmektedir. Mme De Stael ‘in dediklerini dikkate alırsak, bu iki tabakaya mutlak etkisi olan ortam, coğrafya, teknik, zaman, kültür ve bilgi birikimi gibi etkenleri ayrıca estetik incelemelere dahil etmemiz gerekir. Şair, şiir ve okur; doğduğu ortamın karakterini, kültür değerlerini, duygu ve yargılarını taşımak zorundadır. Beğeni kültürü, çağın ve ortamın kültür değerleri ve bilgi birikimiyle doğru orantılı gelişir ve dönüşür. Beğeni kültürü, yapıt gibi uzam ve zaman içinde bir evrime tabidir. Bu yüzden şair, şiir ve okurun doğduğu ortam, kültür ve zaman, beğeniyi mutlaka etkileyecektir; olumlu veya olumsuz dönüşüme sokacaktır. Çünkü estetik kaygı doğal olarak insanda var olan bir duygudur; iklim, kültür, uzam, bilgi ve zaman gibi etkenlere bağlı olarak yeniden yapılanır, öğrenilir ve biçimlenir. Kültür, dil, doğal koşullar, yapay koşullar, inançsal ve ahlaki kabuller, ister istemez yaşam biçiminden yapıtın biçemine, sanatsal yönelimden beğeni kültürüne kadar pek çok şeyi etkileyecektir.

Zaman, uzam ve ortam ile kültürel birikim; şiirin öz, içerik, biçim ve biçeminde, önemli etkendir. Aynı şekilde insanın estetik algı ve estetik yargısındaki dönüşüm bu etkenlere bağımlıdır. Dolayısıyla estetik değer dediğimiz duygusal görünme biçimi; dinamik bir sürece, zaman, uzam, kültür ve insanın evrimsel sezgisine koşut değer alır. 

Şiirin duyusal görünme biçimi, -ki buna estetik değer diyoruz- sosyolojik, psikolojik, fizyolojik olgular ile yaşamsal ve toplumsal olguların yapılandırdığı bir alandır. Diğer bir söyleyişle, sosyolojik, psikolojik, fizyolojik ve toplumsal olgular ile çevresel etkenler; sanatçı ve sanat üzerinde değişim yaratma gizilgücüne sahiptir. Bu nedenle, şiirin doğumunda temel olan etkenler ile şairi etkileyen; uzam, kültür ve zamanın ayrıca estetik incelemelerinde ele alınması gerekir. Sanatsal yaratıların temelinde yatan düşünsel ve duyusal olgular; zaman, ortam ve kültürel değerlerden beslenirler. Estetik yaşantıyı, başka bir söylemle estetik algı ve değer yargısını, bu açıdan ayrıca ele almalıyız diye düşünüyorum.

Bu kitapta, şiiri etkileyen, okur ve şairin düşünsel ve duyusal dünyasının oluşumunda etken olan durumların (ortam, uzam, coğrafya, teknik, zaman, eğitim, kültür ve bilgi birikimi gibi) ortaya koyduğu toplam estetik değer ve estetik algıya; Durumsal Estetik Değer Tabakası diyeceğim. Şiir, şair, ortam ve zaman gibi kavramların estetik duygusu üzerine etkisini ele aldığımızda, üçüncü bir tabaka olarak böyle bir incelemenin yapılmasına gereksinim vardır.

İnsandaki haz duygusu, biraz da ortama bağlı bir ruh durumudur. Şiiri yazdıran imgelem, yine ortamdaki değerlerin, algı biçiminin ve artalan bilgisinin bir ürünüdür. Durumsal Estetik Değer Tabakası, hali hazırda içinde yaşadığımız zaman, coğrafya, sosyal ve sanatsal ortamın insan ve şiir üzerindeki etkisinin isimlendirilmesidir.

Kültür varlıkları, dil, düşünce, toplumsal ve çevresel etkenler ve teknolojik ögeler; şiirin üzerinde ayrı bir estetik değer yaratma gizilgücüne sahiptir. Tahta baskı resim yerine, bilgisayar görseli daha ayrı bir değer yaratabilir. Bu teknolojik bir ortamdır. Bunun yanında karasal iklimde, tropikal iklimde veya deniz kıyısında yaşayan insanın beğeni kültürü ve var edilen kültür varlıkları arasında farklılıklar olacaktır. Ortam, zaman ve kültür gibi etkenler ister istemez hem yapıttaki estetik değeri hem de insan beğenisini, yani estetik algısını etkiler. Dolayısıyla insanın algı ve yargıları ile yazdığı şiir, ürettiği sanat bu bağlamda şekillenmek zorundadır.      

Okur ve şairin estetik değer algı ve yargısı, değişik etmenlerle değiştirilebilir. Uzam ve zamanın şiirde yarattığı estetik değer de gelişime ve dönüşüme bağlı olarak değişebilir. Güzellik ve güzeli görme ilişkisi, algı ve kullanılabilir gereçle ilgili olduğudur. Aynı zamanda güzeli yaratanın da uzam ve ortamla ilişkili olduğudur. Fransız Düşünürü Hyppolite Taine (1828-1921)’in Ortam Kuramı (Milieu Kuramı), söz ettiğim konuyu açıklamak için yardımcı olacağı kanısındayım. Durumsal Estetik Değer Tabakasının anlaşılması için incelenmesi gereken önemli bir kuram olduğunu değerlendiriyorum.

Toplumların ürettiği kültür varlıkları, bazı durumlar dışında söz varlıklarıyla koşuttur. Kültür varlıkları derken, soyut ve somut üretilmiş, tasarımlanmış ve insan anlağında tanımlanmış, tüm varlıklardan söz ediyorum. Üretilmiş soyut ve somut her varlığın göstereni, dünyanın neresinde üretilirse üretilsin, gelişmiş dillerde söz varlığı olarak vardır ya da henüz dillerine girmemişse başka şekilde anlatılmaktadır. Soyut olsun, somut olsun, fiziksel olsun, sanal olsun, her tür tasarım ve kültür varlığı; insan anlağında bir gösterilen olarak öğrenildiğinde imgelemde beden bulur. İnsanın yaşadığı çevresel koşullar, insan önüne değişik seçenekler sunar ve bunlardan size en yakın geleni seçmek durumunda kalırsınız. Biz biliyoruz ki önümüze konan seçenekler arasından iyi ve güzel olanı kendi özgür istencimizle seçip, beğenip haz duyuyoruz. Keşke öyle olsaydı! Dünya ne kadar güzel ve özgür olurdu!

İnsan sosyal varlıktır. Kendi özgür istencini kullanabilir, doğru. Ancak her insan değil. Bilgi, algı, düşünme, anlama ve açıklama edimiyle duygu salınımı oturmuş insan; özgür istencini kullanabilir. Üzüm üzüme bakarak kararan insan değil. Midesinden bağımlı duruma dönüştürülmüş, sekiz saat mesaiye bağımlı, reklâm, dizi, öğretiler gibi algı dönüştürme ortamında sıkıştırılmış okumayan bir insan, gerçekten özgür istencini kullanmakta mıdır? İstanbul’un hava kirliliği, gürültüsü ve trafiğinin içinde bir insan gerçekten özgür müdür? Zorunlu mudur? Yoksa yaşamak için, sistemin ürettiği tehlikelerden mi kurtulmaya çalışmaktadır?

Ortam, çevre ve insanlar arası sosyal etkileşim gereği, estetik algı ve estetik değer yargısı farklılık gösterir. Kısa zamanda olmasa bile uzun yıllar sonra bu değişebilir, dönüşebilir. Eğitim seviyesi, kültürel birikimi gibi etkenler ile estetik algı ve estetik değer yargısı az ya da çok yüksek olabilir. Buna Prof. Dr. İsmail Tunalı Estetik Beğeni kitabında, “beğenide görecelilik” diyor. Şiirde veya herhangi bir yapıtta, estetik katmanı somut ve mutlak sonuçlar doğurmaz. Çünkü estetik katmanı içinde var olan verilerin büyük bir çoğunluğu sübjektif ve insan algısına bağımlı bir durumdur. Nesnel ya da duyusal güzelliğin değeri, biraz da kültürel birikimle doğru orantılıdır. 

Her sanat yapıtında olduğu gibi her şiirin doğduğu bir kültür ortamı vardır. Kendine özgü havası, dili, iklimi, zaman ve yer gibi doğum ve gelişimine etki eden içsel ve dışsal koşulları vardır. Şiirin anlatımından anlamına kadar uyum içinde olma zorunluluğu olan, kültürel ve sosyal değerler dengesi vardır. Sanat tarihi derken bir anlamda insanlık tarihi, insanlığın imgelem tarihi ve beğeni kültürü belirtilmektedir.

 Beğeni kültürü, endüstri ve toplum mühendisliği ile istenilen doğrultuda dönüşüme sokulabilir. Bunun örneklerini pek çok alanda göstermek olasıdır. Durumsal Estetik Değer Tabakası, bu bağlamda düşünüldüğünde üzerinde dikkatle durulması gereken bir görüngüdür. Çünkü beğeni kültürü dediğimiz olgu, bu düzlem üzerinde kendini var eden bir olaydır. Yapıttaki estetik değeri, izleyicideki estetik algıyı anladık; ancak her iki tabakayı da etkileyen ortak ölçütleri yok sayma lüksümüz var mıdır? İşte bu durumu, “Durumsal Estetik Değer Tabakası” tanımlaması ile ele almamız gerektiğine inandığım için bu sınıflandırmayı yaptım. Durumsallıktan kastım, zaman, mekân, kültürel coğrafya, insan algı ve kültür birikimi ile beğeni süreci, aynı zamanda kültürel değişimin değişmezliğidir; yani bunların toplamını karşılayan duyusal, dijital, sanal, nesnel ve dinamik “ortamdır”.

Durumsallık sözü, bildiklerimizle çelişen bir durum gibi gelebilir. Sanat yapıtı duruma uymaz, bulunduğu duruma ve ortama şekil verme amacına yöneliktir. Şiir doğduğu ortama karşıdır diye söylenir; ama açıklanmaz nedeni. Açıklansa bile politik öğreti ve bölünmüşlük sendromlarına dayandırılır. Son iki tümce, sanat yaratımı ve yaklaşımı açısından doğru kabul edilebilir. Burada, ortamın uyumluluğunu değil; ortamdaki değerlerin sanatçı ve okur üzerindeki etkisini ele alıyoruz. Durumsallık söyleminden kastım; şiirin doğduğu ortamdaki nesnel, sanatsal ve kültürel değerler ile bilimsel, sanatsal ve kültürel yansının insandaki algısal karşılığıdır. Aynı zamanda insan algısını besleyen; bilimsel, sanatsal ve kültürel değerlerin şekillendirdiği insandır ve şiirdir. Zaman, mekân ve kültürel birikimin yapıt üzerindeki etkisi ile insanın kültürel birikimi, beğeni kültürü ve algı biçiminin toplam görünümü olarak düşünmeliyiz. Benim değerlendirmeme göre, şiir veya herhangi bir sanatsal yaratıda bu tanımlama önemli bir yere sahiptir. Nesneler, soyut tasarımlar ve insan ile bunların duygusal etkileşimleri; zaman, yer ve insan algı biçimine göre değişiklik göstermektedir. Bu değişiklik, estetik algı ve estetik değer yargısı için önemli ölçütlerdir.

  İnsanın algı işleyişi; tehlikeli ve kara bir dönüşümün kurbanı olabilir. Çağdaş normlarda değerler de üretebilir. Sanata tarihsel açıdan baktığımızda, sanat hem tehlikeli kara bir dönüşümün kurbanı olmuş hem de çok önemli gelişmeleri sayfalarına not ettirmiştir. Bir öngörüdür; gerçekleşmesini hiçbir akıl istemez ancak coğrafyamızdaki sanat, beğeni kültürü ve estetik algı; tehlikeli kara bir dönüşümün kurbanı olacak görünmektedir. Bu çıkarımı görmek için uzağa gitmeye gerek yoktur. İçinde bulunduğumuz toplumun katmanlarını izlemek, bu öngörünün hakkını teslim etmek için yeterlidir; ancak yine de iyimser bakmakta yarar olduğunu düşünenlerdenim. Geleceğin insanı, çağdaş kazanımları ile gelecek tasarıları üzerine daha güzel şeyler koyabilir. Sözde sorunları aşabileceğini gösteren belirtilerin olduğunu söyleyebiliriz.

Durumsal Estetik Değer Tabakası, bulunduğumuz coğrafya açısından ele alındığında karşımızda ne buluruz? Ne var ki anlamı cılızlaştırılmış yapıtlar, güdülenmiş insan, biçimlendirilmiş estetik algı ve estetik değer yargısı; karşımıza çıkar ve sorgulanmaya açıktır. Kültür endüstrisi, yozlaştırılmış değer yargısı, algı operasyonları, ırk, öğreti ve inanç gibi etkenler; ayrıştırılmış akışkan kitleler yaratmıştır toplumumuzda. Ayrıştırılmışlık sendromu içinde yüzen akışkan insan topluluklarının, sanata ilişkin estetik algı ve estetik değer yargısını nasıl olumlu görebiliriz? Sözünü ettiğim bu hastalığın tedavisi, yine sanat olduğunu söylersem bir kısır döngüden söz ediyorum gibi anlaşılacaktır. Gerçek şudur ki algı süreci bozulmuş, ayrıştırılmış akışkan kitleler; önyargı ve saplantılar ile çıkar gruplarının güdümünden kurtarılabilirse bu söylediğim tez, hiç yabana atılır gibi gelmiyor. Bu olumlu eylemi gerçekleştirebilecek dört şey vardır bana göre; dürüstçe ve çıkar kaygısı gütmeden yapılacak “Sanat Eğitimi, Beğeni Yönetimi, Duygu Yönetimi ve Sevgi Eğitimi”dir.

Durumsal Estetik Değeri, deneysel bir sonuç veya kaynaklara dayanmadan, bu günkü deneyim ile mevcut uygulama ve algı biçimlerinden somut olarak anlayabiliriz. Şiir açısından, estetik değer taşıyan söylem, dil yetisi, simge, yaslanılan mit, kahraman gibi ögeler önemli olanaklardır. Bu olanakların bizleri nasıl bir katmana taşıdığını somut olarak duyabiliyoruz. Şiir veya sanat yapıtı ortadadır, alanda kazandığı sonuç ve yitirdiği değer, kolaylıkla kendini göstermektedir. İnceleme ve okumasını bilenler, değer yitimi ya da kazanımın nedenlerini açıkça anlayabilmektedir. Şair, kullandığı söz varlıklarını, söz varlıklarının taşıdığı duygu ve anlam değerlerini sanat normları gerisine düşmeden öyle işlemelidir ki okurda; imgelem, çağrışım, üst anlam, heyecan, hayranlık ve coşumu yaratabilsin. Bu durumda, estetik değer yargısı kendiliğinden kuşatılmış olur.

Aslında estetik kaygımızın şekillendiği ortam, görmezden gelinemeyecek kadar önemli bir çalışma alanıdır. Sanatın veya şiirin sağlıklı nefes alabileceği ortamdan söz ediyoruz bir yerde. İnsan, ortam ve şiirin arasında; doğrusal, yatay ve dikey etkileşim alanları vardır. Durumsal Estetik Değer Tabakası, tarihsel birikimden güncel çıkarımlara, ortamdan zamansal değişime kadar olan görüngülerin zihinde canlandığı alandır. Örnek vermek gerekirse, deprem, fırtına sel baskını ile iç içe yaşayan bir toplum ile hiç afet görmemiş bir toplumun şiiri de sanatı da beğenisi de farklı olmak zorundadır. Ortamın hissettirdiği ve dikte ettirdiği pek çok koşula uymak dışında yapılacak çok şey yoktur çoğu zaman. Ortam, koşulları ne kadar dikte edebiliyorsa, sanat yapıtının içeriğini de dikte edebilme yeteneği vardır. Bu nedenle, Durumsal Estetik Değer Tabakası, şiirde azımsanamayacak kadar etkin bir alan olduğunu varsayıyorum. 

Estetik değer yargısı, insanın salt psikolojik durumu ile doğrudan ilişkilidir diyemeyiz. Estetik yargının bireyüstü bir zorunluğu ve genelliği olduğunu söylüyor Kant. Bu doğrudur; gözlemlerimizden bunu çıkarabiliriz. Ancak zorunluluk ve genellik taşıyan estetik yargı, sanatın evrensellik katmanında kendini gösterdiğini düşünüyorum. Selimiye Camisi’nin estetik olmadığı çoğunlukla söylenemez; çünkü yapıldığı zamanın koşulları, tarihsel, mimarı, azamet, oran, simetri, konuş ve incelik gibi evrensel değerler taşıyan bir yapıdır. Her bireyin beğenisini kazanan bir şiir de aynıdır. Bireyüstü zorunluğu ve genelliği taşıyacak bir şiir, şiir gibidir. İncelememde yer yer değindiğim gibi şiir; duygu, zihin, mantık ve aklı evrensel normlara taşıyacak değerleri taşımalıdır. Okuyanı/dinleyeni, kendi içine çekip sımsıkı kavramalı, ruhunu bir üst katmana taşıyarak varoluşunu duyumsatmalıdır. Şiir önce naif bir biçimde kendini sevmeli, sonra okuyanı sevmelidir.

Ortam sanatçıyı etkiler, yapıtı etkiler, insanın duyusal dünyasını değiştirir, düzenler veya kötüleştirir. Örneğin bulutlu ve sisli bir günle güneşli bir bahar sabahı, farklı bir estetik değer ve estetik kaygı yaratır. Kısaca söylemek gerekirse, bu tabakanın özü, şairin ve şiirin bulunduğu ortamın havasından aldığı ışıktır, değerdir, güzelliktir. İnsanın algı biçimi, söz varlıklarının insandaki duygu ve anlam değeri, eserin doğduğu ortamda inşa edilegelmiş olgulardır.

Şiirin doğduğu ortamın kültürü, karakteri ve mizacı doğrudan şiire yansır. Savaş ortamında yazılan şiirler ile barış ve özgürlük ortamında yazılan şiirler; duygu, karakter ve içerik olarak birbirinden ayrılırlar. Başka açıdan baktığımızda, ortamın sanat eserine yansıyan karakteri, mizacı ve kabul görmüş ortak mimikleri; sanat eseri üzerinde gerçek alanda göstermese bile duyusal alanda okunabilecek şekilde kendini gösterir. Buna karşılık olarak, aynı ortamda yaşayan insanın algıları, bulunduğu ortamın karakteriyle uyumlu olma eğilimindedir. Görme, işitme, düşünme ve algı ölçütleri, ortamın değerleri ile eşzamanlı işler. Aşkın olma durumları aşırı yoğunlaşma sonucudur. Örneğin, beş yüz yıl önce yazılmış bir şiiri çözümleyelim; şiirin söz varlıklarını ve duygu yükünü günümüze ve salt yaşadığımız ortama göre ele alabilir miyiz?

İşte bu nedenle, ortamın şiire yansıyan karakteri ile insan estetik algısına seslenen şiirsel değerler, durumsal estetik değeri oluşturur. Bu konu, ontolojik estetiğin ayrıştırılmış bir alanı olmasa da böyle bir gerçeğin varlığını ele almak zorundayız. Çünkü şiirin estetiği hakkında inceleme yaparken ya da sanat üretirken önemli bir bileşen olarak dikkate alınmalıdır. Bilinçli üretilen hiçbir yapıt, yarın tüketilmek üzere üretilmez; geleceğe ulaşması için üretilir. Kalıcı ve zamana karşı dinamik bir yapıt üretmek istiyorsak, nesnel ve duyusal dünyasına etki eden tüm bileşenleri ele almak zorundayız.

Sonuç olarak Durumsal Estetik Değer Tabakası; şair ve okuru, bunun yanında yapıtı etkileyen başat bir tabakadır. Sanat dünyası aynı zamanda yaşamın sürdürülmesi için kazanç kapısı şekline dönüşmüştür. Resim, dans, müzik, tiyatro ve plastik sanat kurslarından örgün sanat eğitimlerine kadar bir yığın insan iş olanakları elde etmektedir. Kazanç kapısı haline dönüşmesi de yaşamın bir geçeğidir. Böyle olması demek, ister istemez sanatta popülist bir yaklaşım gerçeğini ortaya çıkarmak demektir. Bunun anlamı ise şiirin ve bütün sanat alanlarının genel ortamın tutumuna göre yön belirlemesi demektir. Samimi davranıp bunu kendimize itiraf etmeliyiz. Bunlara karşın, sanatçı sorumluluğu ve şiirin geleceği açısından, sanatsal edimlere; bilimsel, teknik ve ayakları yere basan bilgiler ışığında bakmaya çaba göstermeliyiz. Dürüst, tarafsız ve önyargısız…

Yapıtın amacı; haz doğurmak, insanı ve geleceğini kavramak, var olduğunu, salt ve yetkin güzel olduğunu haykırmaktır. Okurun beklentisi ve yönelimi güzellik karşısında estetik yaşantıya girme amacı taşır. Her iki ayrı öznenin (şiir ve insan) bir katmanda buluşması, yani insan ve şiirin estetik yaşantıyı doğurması şair ve şiirin, sanatçı ve sanatın temel amacıdır. Nasıl ve hangi amaçla şiir yazarsanız yazın, insanın gen haritası aynı kaldıkça, toplam akıl yeni gerçekliklere ulaştıkça, estetik değer, estetik yargı, beğeni kültürü veya estetik yaşantı dediğimiz olgu; şiirle gelişim ve dönüşüm içinde olmak zorundadır. Bu, bilginin evrimsel yasasıdır; sanat ve şiirin de evrimsel sürecidir. Değişmeyecek bir şey varsa, o da sanatın insanın nihai ereğidir.

Okur veya şairin, estetik değer algısı ve estetik değer yargısı, değişik etmenlerle dönüştürülebilir, değiştirilebilir. Uzam ve zamanın şiirde yarattığı estetik değer de gelişime ve dönüşüme uğramak zorundadır. İnsanın güzeli güzel görmesi ya da onu anlamsız bulması, yaşadığı ortam ile o ortamda oluşturulmuş değer yargılarına bağlıdır. Şiiri yazan insandır, insanın imgelem gücünü yaratan da zaman, bilgi ve ortamdır.

20. yy. sanat manifestolarına baktığımızda çoğunluğunun yıkmak, kırmak, dökmek, devirmek üzerine kurgulandığını görürüz. Örneğin Sürrealizm, Dadaizm vb. akımların yaklaşım ve uygulama tarzlarına bakalım. Sanatın, modern sanat diye tanımladığımız zaman diliminde, 19. yy. sonlarındaki büyük kaoslar, birinci ve ikinci dünya savaşı travması ile totaliter rejimlerin baskısı gibi zor koşullar yüzünden sanatsal eğilimler, çatışma mantığı üzerine kurulmuştur. Normal karşılıyoruz. Sanatta ve şiirde çatışma kültürünün günümüzde hâlâ sürüyor olması anlaşılır gibi değildir. Sanatın beslendiği kaynaklar çatışma, karşıtlık, uyumsuzluk, yenilik, aşırılık gibi durumlardır. İnsanı insana, kuramları kuramlara, sistemleri sistemlere, devleti devletlere egemen kılma adına çatışmalardan söz ediyorum burada. Bugün çatışma kültürü, toplumlarda saplantılı, önyargılı ve ayrıştırılmış akışkan kitleler yaratmıştır. Ancak günümüzde, sanata ilişkin ideal özgün ve özgürlük ortamının kurulamıyor olması, aydın insana yakışmıyor. Sanat bilgi ve kültür birikiminin yarattığı imgelem çıktısıdır, kendi gelişimine ve yenileşmesine engel olan yaklaşımlardan kurtulmalıdır. Sanatın; inanç, öğreti, çıkar grupları ve baskıcı yönetimlerin emrinde olması kabul edilemez. Ne yazık ki bugün tam tersi bir süreç izlenmektedir. Sanat, kulun özgür birey olma sürecine koşut olarak özerkliğe doğru evrilegelmiştir. Sürmelidir.

Şair ve eleştirmen, kalıcı şiir yazmak ve değerlendirmek istiyorsa, geleceğin sanatsal yönelimlerinde etkin olmak istiyorsa, özellikle söz ettiğimiz “durumsal estetik değer etkenlerini” iyi okumalıdır ve bu etkenleri şiire giydirmelidir.

Durumsal estetik değer tabakasını çözümlerken, önem verilmesi gereken bir konu daha vardır: Bu tabakasının dikkate alınmasını anımsatan gerekliliktir bu. On sekizinci yüzyılda yazılmış şiir ile bu şiiri yazan şairi bugünkü bilgi, duygu ve algı ile eşdeğer görerek çözümlemeye ve eleştirmeye kalkarsak, bugünün şiiri ve şairleriyle kıyaslarsak hiçbir sonuç alamayız. Başlangıçta belirttiğim gibi durumsallık, mekân ve zaman yanında insanın zaman ve mekâna bağlı bilgi birikimini, duyularını, algılarını ve davranışlarını da içerir. Buradan şu sonuç çıkarılabilir: Şiirin yazıldığı tarihteki coğrafya ve toplumsal yapının genel karakteri ile imgelem yetisi, yapıtın doğduğu ortama özgü estetik algı, estetik yargı ve estetik değer üretir. Aslına bakarsak şiir değerlendirmelerinde bu belirttiğim konu uygulamada bilinmekte ve uygulanmaktadır.

Şiir çözümlemesinde, durumsal estetik değer tabakasını nasıl değerlendireceğiz? Dilin hareket alanını sınırsız kılan bilgidir, algı biçimidir, görmedir, düşüncedir ve dilsel tekniklerdir. Diğer taraftan, şiirde kullanılacak olan nesne ve soyut tasarımlar ve bunlara atfedilen anlam yükü, duygu yükü; estetik değeri artıran özellikler olacaktır. Yunus Emre’nin, Tevfik Fikret’in, Nâzım Hikmet’in, Orhan Veli’nin ve Turgut Uyar’ın şiirlerini yan yana koyduğumuzda aralarında önemli benzeşim ve farklılıkların olduğunu görürüz. İşte bu benzeşim ve farklılıklar; dönem, çağ, uzam, teknik, bilgi ve kültür birikimi gibi etkenlerin ortaya koyduğu farklılıklardır. Bu farklılıkları, eleştirmenin deneyimsel ve sezgisel gücüyle değerlendirmelidir. Kitabın başından beri öznel eleştiriyi uzak tutmaya çalışıyorum ancak, burada eleştirmenin ve şairin öznelliği ve deneyimi ön planda olmak zorundadır. Çünkü bu durum uzun bir süreci değerlendirmeyi gerektiriyor.

Roma’da üretilmiş kültür varlığı ne kadar değerli ise Çin’de üretilmiş olan da aynı değere sahip olmalıdır. Cumhuriyetin ilk yıllarında olduğu gibi aydınlanma arayışlarını illaki Yunan mitolojisine dayandırmak zorunda değiliz. Sanat evrenseldir diyorsak; mitler, değerler, kahramanlar insan algısına eşit değerlerde sunulmalıdır. Şair, geçmişte olduğu gibi Resneli Niyazi yerine ilk hürriyet kahramanı olarak Athanasios’a yaslanırsa bugünün anlayışı, oturup şairi de şiiri de ister istemez sorgular. İşte şair, şiirinde kullandığı kültür varlıkları ile bu estetik değer algısını yaratabilir ya da azaltabilir diye düşünüyorum. İnsan, bilginin tarafsız olduğuna (kirli bilgi veya kasıt taşımayan bilgi) inandığı zaman o bilgiyi kazanmaya karşı eğilimli olur. Yani sevmek ve anlamak nasıl birbirine bağlı ise inanmak ve kazanmak da aynı mutlaklığı taşır. İnsan eğilim göstermediği, sevmediği ve ikna olmadığı nesneden haz duyamaz. Buradan, “Şiirde sevme olmadan anlama, anlama olmadan duygusal birleşim olmaz; bunlar olmadan estetik yargı olumlu karara varmaz yani haz duyamaz.” önermesini ileri sürebiliriz.

Şair, kalıcı şiir yazmak istiyorsa; eleştirmen, sağlıklı değerlendirme yapmak istiyorsa; geleceğin sanatsal yönelimlerinde etkin olmak istiyorlarsa; durumsal estetik değer etkenlerini iyi okumalılar ve bu etkenleri şiirine giydirme konusunda yetkin olmalılardır.

Her şey bir yana, bu tabaka uygulamada nasıl çözümlenecek? Örnek çözümlemeye bakarsanız, ipucu ve size bir görüş verecektir, kanısındayım.

Estetik katmanında ele aldığımız üç ayrı tabaka, bir şiirin içsel ve dışsal yapısında olması gerekenleri, duyusal dünyaya göndereceği iletilerin içeriğini ve hedefi olan insanla ilişkisini, görünür kılmaya çalışır. Bir anlamda şair böyle yazmalı, eleştirmen böyle yapmalı ya da okur böyle davranmalı gibi bir yaklaşım, söz konusu değildir. Duyguları güzele yönelten her etkinlik, olumlu duygu doğurmaya yönelen her tutum ve sevgi yaratmayı amaç edinen her çaba; sanat felsefesi ve özellikle estetik bilimiyle kan kardeşidir. Çünkü bilgi ve özellikle görsel bilgi, artık insanın kavrayamayacağı kadar çeşitli ve ulaşamayacağı kadar çoktur. Aydın insan ve sanatçının yapması gereken şey, her çeşit bilgiye ulaşmak değildir; sanatın temelindeki felsefeyi ve sanatla insan arasındaki estetik ilişkiyi çözmeye yönelmektir. Şairler, daha doğrusu bütün sanatçılar, polimat olmak zorundadır; sığ bilgiler ile yazılan şiirler sırıtır sayfalarında.

Şiir Çözümleme tekniği, ele aldığı konular bakımından yapıtla insan arasındaki ilişkinin açıklanmasına yöneliktir ve estetik katmanı bunun son noktasıdır. Estetik katmanı incelemesi, bir yapıtın sanatsal ve estetik değerini ortaya koymaya yöneliktir. Altın noktadır, yapıtı çözümlerken ve eleştirirken. Öznel değerlendirmeye gebe olduğu kadar nesnel değerlendirme için yeterince veri önümüze koyan bir yeteneği vardır. Çünkü, ruhbilimi, toplumbilimi ve insan bilimleriyle konuya baktığımızda önümüze gerçekten ciddi veri ve kanıtlar koymaktadır. Bu yapıt, sanat ve estetik değere sahip ya da değildir, diyebiliyoruz.

Ne çok şey söylersem söyleyeyim, anlaşıldığım kadar varım, dünya ve yaşam gerçekliği ile örtüşebildiğim kadar haklıyımdır. Her güzellik, varoluş değerlerine ve sevgiye her geçen gün daha yaklaşan bir var olandır. Sevgi de, var olan güzellikleri görmenin ön koşuludur. Artık çok uzatmadan, bu bölümü güzelliğin insanla ilişkisini görünüşe taşıyan bir şiirle bitirelim isterim.

 

UNUTULMAZ GÜZEL İNSANLAR

 

Unutulmaz güzel insanlar unutulmaz

Yer yarılsa, gök kültürleri bölse de

Arada yıllar, asırlar belki çağlar

En ırakta en asri şehirler eğilse de önüne

Unutulmaz çocukluklar unutulmaz...

Dağılsa kıtadan kıtaya ayrılıklar 

Yalnızlıklar bir baştan öbür uca düzülse de

Unutulmaz güzel güzel insanlar

Sallarına binip omuzlarda süzülse de.

 

Unutulmaz aşklar unutulmaz

Yörüngeden yörüngeye salınıp dönse

Dalgadan dalgaya yüklenip kıyıya vursa da

Tükenmez o erkler tükenmez peşi sıra

Gözden göze bir akan yıldız olsa

Aksa bütün damlalar, tek noktaya dolsa

Unutulmaz ilkler ardı sıra unutulmaz

Çarpsa en orta noktan var gücüyle çarpsa da

Saf bir oyuna otursa, eğilse dünya önüne

İçine süzülse tebessümle bir küçük yerküre

Unutulmaz güzel kadınlar unutulmaz

Ansızın içinde dursa dünya, alev yalaz yansa da...

                                           Eylül 2017 Narlıdere/İZMİR, “Bir Damla Suda Halkalar” kitabından 

 

 

 

 

 

Çözümleme, “Homeros Edebiyat Ödülleri 2020 Bir Şiiri İnceleme Yarışması”nda üçüncülüğe uygun görülmüştür.

 

 

 

TURGUT UYAR’IN “ÜÇYÜZBİN” İSİMLİ ŞİİRİNİN ÇÖZÜMÜ

 

Giriş

 

Turgut Uyar’ın “ÜÇYÜZBİN” şiiri, “Şiir Çözümleme Tekniği”yle örnek olarak aşağıda çözümlenmiştir.  

Şiir Çözümleme Tekniği, sanat yapıtının ontik[25] bütünlüğü ve integral[26] yapısı gereği bu kitabımda öne sürülen yeni bir şiir inceleme yöntemidir. Şiirin duyusal ve nesnel varlık katmanlarını, ilgili bilimsel disiplinlerle inceleme esasına dayanır. Bu teknik, şairin imgelem[27] sürecinden şiiri yaratışına, şiirin okurda yarattığı etkiden gelecekteki anlamsal devinime ve şiire artı değer katan tüm ögelere kadar, toplam şiirsel süreci kapsar. Şiirin ön ve derin (duyusal ve nesnel alanı) yapısını, kapalı-açık alanlarını ve iletilerini daha nesnel bir yaklaşımla açığa çıkararak sanatsal (şiirsel) değeri ortaya koymaya çalışır. İnceleme; imgelem-imge-imgelem (şair imgelemi-yapıttaki imge-okur imgelemi) süreci esas alınarak yapılır.

 Amaç; şair-şiir-okur ve ortam dörtgeninden doğan sanatsal değeri görünür kılmaktır.

 

 

Şiir Çözümleme Tekniğinin Adımları:

 

1. Biçim Katmanı

2. Anlam Katmanı

a. Gerçek Anlam Tabakası

b. Rastlantısal Anlam Tabakası

c. Üst Anlam Tabakası

3. Anlatım Katmanı

4. Ses Katmanı

a. Tonlama Ekseni

b. Ezgi Ekseni

c. Şiirsel Ezgi Ekseni

5. Çağrışım Katmanı

a. Çağrıştırma Tabakası

b. Çağrışımsal İmgelem Tabakası

c. Rastlantısal İmgelem Tabakası

6. Coşum Katmanı

7. Estetik Katmanı

a. Şiirdeki Estetik Değer Tabakası

b. Okurdaki Estetik Algı Tabakası

c. Durumsal Estetik Değer Tabakası

8.  Sonuç

 

İNCELEME/ÇÖZÜMLEME METNİ

Not: Okuru dikkate değer sonuçlara götüreceği için, incelemeye başlamadan “Rastlantısal Anlam Kuramı” ve “Çağrışımsal İmgelem Kuramı”nın açıklanmasında yarar olduğunu düşünüyorum.

Rastlantısal Anlam: Okurun; yaşamsal değerlerine, izlerine, bilgi ve bellek birikimine yaslanarak, şiirin gerek kastettiği gerek kastetmediği anlatım ve anlam örgüsünden anlamlandırdığı, çıkardığı sonuçtur. Rastlantısaldır ve çağrışımsaldır. Okur zihninde beklenen veya beklenilmeyen imge, olay ve görüntülere yönelirler. Beynimizin çalışma sistemine göre yaşanan mutlak bir süreçtir.

 Çağrışımsal imgelem: Okurun, şairin yönlendirdiği uyaranlar ile kendi yaşamsal varlıkları, kültürel değerleri ve belleğinde kaydedilmiş görüntüler üzerine yaslanarak, zihninde yeni görüntüler ve yeni duyusal alanlar yaratma sürecidir. Şiirin iletileriyle okurda tetiklenen/yaratılan imgelemdir.

 İnceleme esnasında katman, tabaka ve uygulanacak teknik ile kuramlara ilişkin açıklayıcı bilgi, gerektiği yerde verilecektir. Çözümlemeyle ilgili açıklayıcı bilgiler, YATIK ve BOLD yazılmıştır.

 

ÜÇYÜZBİN

 

Bu kıvırcık ateşten yalanlar 300.000

Kimi sularca inanıyorum kimi zulüm yakıcı

Çocuksu, deli deli zincirler boğuntusu gök

Elimde kolumda senin seslerin var gel de aldırma

Kadınları çıplak görüyorum koşup seni soyuyorum

Bir açıcı gerdanlık görsem boynun aklıma geliyor bilemezsin

Seni kentlere seni bankalar seni seni 300.000

Seni zamansız ölümlere karşı koyuyorum hep aklımdasın

Yükün ağır, bir irisin bir ufaksın yetiştiremiyorum 300.000

Kapattığımız sağanak akşamları açtığımız sabahları 300.000

Elimden tut beni acar balıklara alıştır

Tekin durmayı öğret acıkmış aç kayalarda

Gel amansız pencereme perde ol kurtulayım 

Kalk ellerini yıka bize gidelim

Soyunur dökünür odalarda konuşuruz

Bir o kaldı 300.000

Odalara kapanmak odalarda konuşmak odalarda ölememek

Canımız çekerse sevişiriz de kalk gidelim

Üç sokak ötede bir ev var yeşil gibi sana onu gösteririm

Konuşuruz sevişiriz dövüşürüz 300.000

Benim yırtıcı kuşlara tutkum işte bundan ötürü

Yadırgamadan gökyüzüne aşka acıkmaya alışkın

Zamansız gelme elim kolum dağınıksa sarılamam

Senin ağustos çeşmeleri yüzüne özlemle eğiliyorum

Bir karşı durulmaz istek bir telaşla kendiliğinden

Bir serin renk anlıyorum aydınlık gözlerinden sorma

Sen zenginsin alırım tükenmezsin

Allah gelene kadar sen olursun şiirlerimde bu bir

Boş ver kavgalara kuruntu sorunlarına boğuntuya gelme

Ben adını demesem de anlıyorsun 300.000

Ü ç y ü z b i n

Cümbür cemaat aşka abanıyoruz

 

1. BİÇİM KATMANI

 

Biçim bir yapıtın taşıyıcı kabıdır; yapıtın ön ve derin yapısını oluşturan tüm varlık katmanlarını üzerinde taşıyan taşıyıcı bir düzlemdir.

“Üçyüzbin” şiiri, dörtlük ya da bilinen diğer ölçülerle değil; birimler halinde yazılmıştır. Birimler ve dizeler, anlam akışı ve bütünlüğüne göre kurulmuştur. Uyaklı şiir olamamakla birlikte iç sese dikkat edilmiştir. Şiirde imge kalabalığına düşülmüş gibi görünse de tutarlılık ve bağlaşıklık bu imgelerle kurulmuş, imge dağılımı bütünlüğü oluşturmuş ve sözcük ekonomisi önemsenmiştir. Dil kullanımı sıra dışıdır; temiz ve farkındalık yaratacak ustalıktadır, okuru bağlayıcıdır.  Şiir, nesnel yapısı bakımından var olanlara göre önemli farklılığa sahiptir. Çağın şiir biçimlerine göre sıra dışı bir özellik taşımaktadır. Özellikle dil kullanımı, her şairin yapamayacağı kadar sıra dışıdır.   

Şiirin biçiminde, ender rastlanan üç önemli ayrıntı vardır. Birincisi; şiir, dört birimden oluşmaktadır; bu birimler anlamla doğrusal bir ilişki sonucu kurulmuştur. Birinci birim; toplumdaki olumsuz/kötü insanı, ikinci birim orta direk insanı, üçüncü birim özleneni, dördüncü birim ise bunların açıklamasını yapmaktadır.

İkincisi; 300000’in birimlerde kullanım sayısı ve şiirde toplam kullanım sayısıdır. Ayrıca Üçyüzbin bir kez yazıyla şiirin en sonunda kullanılmıştır. Üç-yüz ve bin rakamları da ayrı bir kodlamadır.

Üçüncüsü ise “sen” sözcüğü birinci birimde yedi kez kullanılmış olmasıdır. Bunun özel bir açıklaması olmalıdır.

Şiir, çağının şiirlerine göre çok iyidir. Hem dil hem de kurgu bakımından önemli farklılıklar taşır. İkinci Yeni ailesinden gibi düşünülse de bu şiir ayrıca ele alınıp değerlendirilmelidir. Yıllara yaygın bilgi ve duyuşun üzerine yazılmış kendine özgü, ayrıksı bir şiiridir.    

Kurguda okura ve eleştirmene önemli ipucu veren bir kodlama söz konusudur. (İleride açıklanacaktır.)

 

2. ANLAM KATMANI

a.  Gerçek Anlam Tabakası

Gerçek anlam tabakasını incelerken, anlambilimin tanımladığı değinmece, değişmece, aktarma, yan anlam gibi alanları “gerçek anlam tabakası” içerisinde bir bütün olarak ele alıyorum. Yani ulaşılabilen anlam, bu tabaka altında incelenmektedir. Burada amaç; şairin, şiirde ne dediğini ve ne demek istediğini ortaya koymaktır.

Bu kıvırcık ateşten yalanlar 300.000

Kimi sularca inanıyorum kimi zulüm yakıcı

Çocuksu, deli deli zincirler boğuntusu gök

Elimde kolumda senin seslerin var gel de aldırma

Kadınları çıplak görüyorum koşup seni soyuyorum

Bir açıcı gerdanlık görsem boynun aklıma geliyor bilemezsin

Seni kentlere seni bankalar seni seni 300.000

Seni zamansız ölümlere karşı koyuyorum hep aklımdasın

Yükün ağır, bir irisin bir ufaksın yetiştiremiyorum 300.000

Kapattığımız sağnak akşamları açtığımız sabahları 300.000

Elimden tut beni acar balıklara alıştır

Tekin durmayı öğret acıkmış aç kayalarda

Gel amansız pencereme perde ol kurtulayım

İlk birimde şair; bilinçsizce oluşturulmuş olan ve içini acıtan olumsuzluklardan söz etmektedir. “Bu kıvırcık ateşten yalanlar 300000” derken; yalan, iki yüzlü, yararcı ve para hırsıyla donatılmış insan ile toplumsal yozlaşmaya uğramış insana dikkat çekmektedir. Toplumdaki önemli bir grubun çıkarcı, bencil ve gücü kötüye kullanan tutum takındıklarını, kendisinin bundan çok rahatsız olduğunu “Elimde kolumda senin seslerin var gel de aldırma” dizesiyle belirtmektedir. Kadınları ezilmiş, toplumda ikinci palana atılmış durumda gördüğünden gidip bu eziyeti yapanların boynuna sarılmak ve boğmak istediğini söylemektedir. Kapitalist düzenin yarattığı çıkarcı ve bencil insanları, “Seni kentlere seni bankalar seni seni 300.000//Seni zamansız ölümlere karşı koyuyorum hep aklımdasın” dizeleriyle tanımlıyor ve ecelinden önce ölmelerini istiyor. Kötülükleriniz, yalanlarınız o kadar çok ki artık sana yetişemiyorum diyor; “Yükün ağır, bir irisin bir ufaksın yetiştiremiyorum 300.000” dizesiyle. Ülkenin kötü günlerinden bu günlere geldiğini, toplumu ezen kesimin kötülüklerine hâlâ alışmadığını belirtiyor. Yaptığın bu kötülükleri, insanları kullanmayı, emeğe saygısızlığını, duygu hırsızlığını ve kolay kazancı bana da öğret ki ben de bu yükten kurtulayım diyerek çaresizliğini belirtiyor. (Kötü insan yüzü) Not: Bu çıkarımı yapabilmek için, şairin şiirde oluşturduğu çağrışım çekirdeklerini çözmek gerekir. Kodlar şiirin bütününde kurgulanmıştır. Şiirde önemli ipuçları veren örtük kulanım vardır ve bunlar, yeri geldiğinde dayanaklarıyla birlikte açıklanacaktır.

 

Kalk ellerini yıka bize gidelim

Soyunur dökünür odalarda konuşuruz

Bir o kaldı 300.000

Odalara kapanmak odalarda konuşmak odalarda ölememek

Canımız çekerse sevişiriz de kalk gidelim

Üç sokak ötede bir ev var yeşil gibi sana onu gösteririm

Konuşuruz sevişiriz dövüşürüz 300.000

Benim yırtıcı kuşlara tutkum işte bundan ötürü

Yadırgamadan gökyüzüne aşka acıkmaya alışkın

Zamansız gelme elim kolum dağınıksa sarılamam

Şiirin ikinci biriminde durum biraz daha farklıdır. Şairin yaşadığı koşullar ve etkilendiği olaylar olumsuzdur. Ancak burada bir umut vardır. Söz ettiği insanlarla (İkinci yüz) dava arkadaşlığı vardır. İyi niyetli, çalışkan ama toplumdaki kötülüklerin giderilmesi için çok etkili olamayan orta direk insanlardır bunlar. Ülkede (şairin dünyasında) yanlış giden çok şey vardır. Kirlenmiş ve paraya tapmış insanlar arasında “ikinci yüz” var ve bunları kendisine daha yakın görmektedir; harekete geçme, direnme gizilgücü var olan insanlar. Yaşanabilir bir dünya kurmak için onlara çağrı yapmaktadır. “Kalk ellerini yıka bize gidelim”, benim bulunduğum yere, kafamda kurduğum o güzel ülkeye gidelim, demektedir, “Bir o kaldı 300.000” dizesiyle. O yeşil gibi olan dünya biraz ötede birlikte oraya gidelim; gelirsen (benim düşlerimi okursan) gösteririm size bu güzellikleri diye üstelemektedir. Bunca haksızlığın karşısında hakkını söke söke alan insanları, dava adamlarını, benim gibileri severim, kalk ayağa yazık etmeyelim şu güzel insanlara ve ülkeye demektedir.  “Zamansız gelme elim kolum dağınıksa sarılamam” dizesiyle, ayağa kalk ve ben tükenmeden tez ol, iş işten geçmeden birlik olup bu soygun düzenini değiştirelim, yeni bir dünya kuralım diye çağrı yapmaktadır.

Senin ağustos çeşmeleri yüzüne özlemle eğiliyorum

Bir karşı durulmaz istek bir telaşla kendiliğinden

Bir serin renk anlıyorum aydınlık gözlerinden sorma

Sen zenginsin alırım tükenmezsin

Allah gelene kadar sen olursun şiirlerimde bu bir

Boş ver kavgalara kuruntu sorunlarına boğuntuya gelme

Üçüncü birimde, “Senin ağustos çeşmeleri yüzüne özlemle eğiliyorum” diyerek burada aydın insandan, üretken insandan, sevgiliden, kendisi gibi güzel insanlardan, daha doğrusu toplumcu ve çağdaş insanlardan söz etmektedir. Bunlar şiirdeki insan tipinin üçüncü yüzüdür; üç yüzlü-binlerden en iyi olan kişilerdir. Şairin aradığı, özlediği sevgililerdir/sevilenlerdir. Senin insan yanın zengindir, sen aydınlıksın, sen benim sevgilimsin demektedir. “Bir serin renk anlıyorum aydınlık gözlerinden sorma” dizeleriyle: Ölümüme kadar benim imgelemimde sen var olacaksın. Aldırma dünyanın/ülkenin bunca tasasına, sen güzel insan olmayı sürdür. Çünkü kavga, gürültü sana göre değil, sana bunlar yaraşmaz, demektedir. 

Ben adını demesem de anlıyorsun 300.000

Ü ç y ü z b i n

Cümbür cemaat aşka abanıyoruz.

Son dizelerde hem kodların çözümünü veriyor hem de seslendiği üç farklı toplum katmanına bir arada diyor ki adınızı söylemesem de zaten siz kendinizi biliyorsunuz. Çünkü ne yaparsak yapalım, biz insanız, iyi ya da kötü olalım, canlı olmanın gereği hep birlikte aşka sarılıyoruz, diyerek insanî ve yaşamsal bir gereklilikle şiiri bitiriyor.

Şiirin bütününe baktığımızda, 300000 rakamının; nüfus ve parayla ilgili çağrışım yaratmak düşüncesiyle kullanıldığı göze çarpar.  Çünkü bu rakam, (çoklu bir rakamdır) nüfus ve parasal ifadenin dışında başka bir şey için yaygın kullanılamaz. Kısacası şiirin anlamsal alanı; kapitalist sistemin insanlara dayattığı yozlaşmış dünyanın başka biçimde anlatımıdır. Şiirin öznesi, mevcut sistemin oluşturduğu toplumdur. Bulunduğu ortamdan son derece rahatsızdır ve içi yanmaktadır; insanları bu duruma düşüren süreç karşısında oldukça duyarlıdır. Şiirin temi, para ve paranın yozlaştırdığı, başka bir söylemle kapitalist sistemin insan davranışlarında yarattığı duruma tepkidir. Bu rakamın daha önceki incelemelerde dile getirildiği gibi, Ankara nüfusuyla veya o dönemin milli piyango büyük ikramiyesi ile ilgisi var mı, buna ilişkin bir kanıt görünmüyor. Ne var ki üç yüzlü-binler diyerek üç yüzü olan toplum katmanlarından söz ettiği ‘birimler arası anlamsal ilişki’den anlaşılmaktadır. Bu, şiirin birimleri ve birimlerin anlam açılımlarına gizlenmiştir. Şair, 300000 ile kastettiği öznenin ipucunu şiirin son biriminde zaten vermektedir. 

 

“Ü ç y ü z b i n

Cümbür cemaat aşka abanıyoruz” diyerek…

 

Ayrıca, “300000” rakamı, nüfus ve parasal kaygının insanda yarattığı algı biçimini birlikte anlatmak için kullanılmıştır. 300000 yedi kez kullanılmıştır; insan duyu organlarının başımızda yedi tane oluşu (2 kulak, 2 göz, 2 burun deliği ve bir ağız) veya vücuda açılan yedi organ (2 kulak, 2 burun, 1 ağız, 2 genital organ). (8’inci ise doğumdan önce asıl beslenme bağı olan göbek deliğidir) bu savı desteklemektedir. Vücuda açılan yedi delik ve anne karnında beslenme bağından (7+1) (7 kez 300000+Üçyüzbin) koduyla verdiğini gösteriyor. “Sen” adılı, birinci birimde özellikle yinelemelerle yedi kez kullanılmıştır. İnsanın ruh ve fizik dünyasını oluşturan yedi delik ve yedi duyusundan yola çıkıldığını, (Mevlana’nın ortaya koyduğu felsefe) ayrıca “sen” sözcüğüyle doğrudan TOPLUMU gösterdiğini söyleyebiliriz. Türk Şiirinde, bir çoğunluğu, rakamsal çoklukla anlatmanın bir örneğidir şiir. Zaten Turgut Uyar gibi donanımlı, Toplumcu Gerçekçi bir şairden, iki kişiyi hedef alan ve sözcüklerin gerçek anlamlarıyla şiir kurmasını beklememeliyiz; Göğe Bakma Durağı şiirinde olduğu gibi…  

  b. Rastlantısal Anlam Tabakası

Okurun algı, anlama, bellek, bilgi birikimi, düşünme biçimi ve yaşamsal değerlerine göre şiirden ulaşacağı anlam ile zamanın getirilerine bağımlı olarak şiirin uğrayacağı anlamsal genişlemeye “rastlantısal anlam” diyorum. Bütün sanat dallarında okur ve yapıt arasında oluşan böyle bir anlamsal süreç vardır. Genellenebilir, tanımlanabilir, benzer sonuca ulaşır ve izlenebilir olması nedeniyle sanatsal bir kuram olarak önerilmiştir.

Rastlantısal anlam; gerek çoğul anlam nedeniyle gerekse okur algısına bağlı olarak oluşan ve okur imgelem olanaklarını gerçek anlamın daha ötesine/uzağına taşındığını gösteren bir alandır. Sanatsal ifadenin görünürlüğüne katkı sağlaması açısından önemlidir.

 

Rastlantısal anlam, her okura göre değişiklik gösterebilir. Üçyüzbin şiiri sıra dışı bir şiirdir ve mantıksal sırayı bilinçli bozan ve anlam dizgesini kıran bir biçimde yazılmıştır. Ancak anlam alanı, yaşam ve insanın son zamanlardaki yozlaşmasıyla ilgilidir. Yozlaşmayla ilgili olmasına karşın şairin kime seslendiği konusu bilmece gibidir. Eğer “sen, 300000 ve üçyüzbin” ile neyi söylemeye çalıştığını bulamaz ve onlara değişik anlam verirsek şiirin; sevgiliye veya belirli bir kadın için yazıldığını da düşünebiliriz. Rastlantısal anlam, şairin neyi dediği veya neyi kastettiği ile çoğu zaman örtüşmez. Aşağıya çıkarılan her bir alışılmamış bağdaştırma kendine özgü anlam alanı doğurmaya yeterlidir. Ayrıca, dil kullanımından uzanılacak çok geniş bir anlam alanı vardır. Bu da sanatta arzu edilen çoğul anlama varmaktır ve okurda geniş imgelem alanı oluşturmaktır. Bu denli geniş rastlantısal anlam alanı yaratabilmek her şairin yapabileceği bir iş değildir; burada Türk şiiri, Turgut Uyar gibi büyük ustaları beklemiş demek gerekiyor. Aşağıda örneklerine bakalım:

Kıvırcık ateşten yalanlar//kimi zulüm yakıcı//deli deli zincirler boğuntusu gök//Elimde kolumda senin seslerin//Kadınları çıplak görüyorum//açıcı gerdanlık görsem boynun aklıma geliyor//Seni kentlere seni bankalar seni seni//bir irisin bir ufaksın yetiştiremiyorum// Kapattığımız sağnak akşamları//açtığımız sabahları//acar balıklar// acıkmış aç kayalar//amansız pencereme perde ol//

Odalarda ölmemek//yeşil gibi//Benim yırtıcı kuşlara tutkum//aşka acıkmaya alışkın//elim kolum dağınıksa//  

Ağustos çeşmeleri yüzüne//Bir serin renk anlıyorum//zenginsin alırım tükenmezsin// kuruntu sorunlarına// boğuntuya gelme// Yadırgamadan gökyüzüne

Öncelikle yukarıya çıkardığım alışılmadık bağdaştırma, sapma ve imgesel söyleyişler; güçlü çağrışım çekirdek[28]lerini oluşturmaktadır. İkincisi ise çok geniş bir çağrışım yelpazesi[29]ne sahip dil kullanım biçimidir. Ayrıca, çağrışım saçağı[30] yaratma yetkinliği, son derece güçlüdür ve kolay ulaşılamaz bir söz kullanımıdır.

 Alışılmamış bağdaştırmaların her biri, tek başına rastlantısal anlam doğurma gizilgücü taşımaktadır. Bunları tek tek ele aldığımızda ulaşacağımız rastlantısal anlam alanı o kadar geniş ki şaşırmamak elde değildir. Örneğin “Kapattığımız sağnak akşamları açtığımız sabahları 300.000” Cumhuriyet tarihini ne kadar güzel özetliyor, değil mi? Kurtuluş savaşıyla bir akşamın kapatıldığını ve yeni bir sabahın açıldığını söylüyor. Hatta kurulan yıkılan devletlere gönderide bulunuyor. Bu dize bir sevgiliyle yaşanan bir olaymış gibi sığ olarak da yorumlanabilir. Dizelerin sırası, olaylar tarihine götürmektedir bizi. Örneğin; “Kıvırcık ateşten yalanlar 300000” dizesi, şiirin nasıl bir havada sürdürüleceğini ve nereye yöneleceğini söylüyor zaten. Bu dize, yalan dolan üzerine kurulmuş toplumsal bir sıkıntıyı ortaya koyuyor ve bunlar arasında sayısız kötülüklerin okur imgeleminde yeniden yaşanmasını sağlıyor. Örneğin ticari ilişkiler, çıkara bağlı politik ilişkiler, insanlar arasındaki ikili ilişkiler, hukuk, eğitim vs. gibi.   Rastlantısal anlam tabakası biraz da okur bilgi, bellek ve yorum gücüyle ilgilidir. Tarih, olay ve sanat arasında ilişki kurma yetisi zayıf olan ve duyarlı olmayan bir okur çok geniş anlam alanına ulaşamayabilir. Rastlantısal anlam kuramı, okurun düzeyine göre ulaşacağı imgelem dünyasını çözmek ve bunun gibi durumları açıklamak için sistemli bir süreçtir.

Rastlantısal anlam, aynı zamanda okurun bilinç ve belleğinin gücüyle ilgilidir. 300000 rakamının para ve nüfus dışında kullanım alanı olmadığı, yedi rakamının insan duyularıyla ve fiziksel yapısıyla ilgili olduğu bilinmiyorsa burada ulaştığımız “anlam alanını” düşleyemeyiz bile. Ayrıca geçmişte yazılmış bir eserde, “Şiirde Anlamsal Devinim” tamlamasıyla tanımladığım durum, bu şiirde çok açık bir şekilde kendini göstermektedir. Çünkü, anlam alanı yalnızca rastlantısallığa açık değil; aynı zamanda zamana ve bilgi genişlemesine göre anlam kayması ve genişleme yeteneğine sahip bir şiirdir. Örneğin “Benim yırtıcı kuşlara tutkum işte bundan ötürü” dizesi gelecekte şiirdeki anlamın yönünü bile değiştirebilir. “Yırtıcı Kuş” tamlaması, gelecekte bir siyasi örgütün, terör örgütünün simgesi veya bir ulusun politik söylemi haline dönüştüğünü varsayalım. Bunun, çoğunluğun yoğun ilgi gösterdiği bir durum olduğunu varsayalım. Bu ve buna benzer durumlarda, şiirdeki anlamsal genişleme veya kayma olmak zorundadır. Şiirde bu gizilgüç yüksek düzeyde vardır. Şiirin (yapıtın) anlam alanı sürekli devingendir; bu çağdaş sanat anlayışının başat konusudur.

Bu aşamada bir konuya daha değinmeliyim: “açıcı gerdanlık görsem boynun aklıma geliyor” dizesi olumlu ve cinselliği çağrıştıran bir dize gibi geliyor değil mi? Oysa bu dize, şairin yaşama ve çıkarcı bencil insanlara karşı duygu ve düşüncelerinin bel kemiğini oluşturmaktadır. Yalanla emeği sömüren insanlara karşı kızgınlığını anlatıyor.

“Üç sokak ötede bir ev var ‘yeşil gibi’ sana onu gösteririm” dizesini ele alarak rastlantısal anlam tabakasına bir örnek daha verilim. Yeşil, İslam felsefesinde başka bir anlamdadır. Bu yönde bir çağrıştırma da söz konusudur. Mistik düşünce sahibi insanlar, yeşil ev benzetmesine dayanarak gerçek anlamın ötesinde başka bir anlam yükleyebilirler. Şiirin genel anlam alanından baktığımızda, yeşil ev benzetmesi, şairin kafasında kurguladığı güzel/yeni dünyadır. Özlediği dünyanın yerine kullanılmıştır. Yani çağdaş, insanların birbirini ezmediği, emeklerini çalmadığı bir dünyadan söz etmektedir. Çabayla, savaşımla ulaşılabilecek bir yerdir; ‘üç sokak ötesi’ kadar yakındadır orası. Bolluğun, güzelliğin olduğu yerdir.

Yukarıda çıkardığım, “alışılmadık bağdaştırma, sapma ve imgesel söyleyişler”in her biri kendi başına gerçek anlamın ötesinde yeni anlam alanına açılma olasılığı taşımaktadır. Bu yüzden şiirde rastlantısal anlam alanı çok geniştir; her imgenin okuru farklı imgelem dünyasına yöneltmesi olasıdır. Yapıtı yapıt yapan temel özelliklerden bir tanesidir. Şunu demek istiyorum, bunun dışında başka bir anlama ulaşılmaz ya da ben söylediğim gibi anlaşılmak isterim beklentisi taşımayan bir şiirdir.

Not: Örtük ve anlam alanı geniş dil kullanan sanatlarda, çokanlamlılık, çağrışımda rastlantısallık dolayısıyla anlamda rastlantısallık mutlaktır. Bir başkası, daha başka anlam alanlarına varabilir; bunun sonu ve sınırı yoktur.

c. Üst Anlam Tabakası

Gerçek Anlam Tabakası ve Rastlantısal Anlam Tabakasından ulaştığımız sonuçları değerlendirdiğimizde, Üst Anlam;

Kapitalist sistemin, yaşam ve insan davranışlarında yarattığı duruma tepkidir şiirin teması. Toplumsal ve yaşamsal sorunların çözümü, çağdaş insanların mücadelesiyle olasıdır. Yaşanabilir yeni dünyayı kurmak için yozlaşmamış insanları mücadeleye çağırmaktadır.

3. ANLATIM KATMANI

Şiirin şiir olmasını sağlayan şey, anlamın üzerine giydirilmiş anlatımdır; doğal dili aşan, okur duygularını ezen ve algıyı sarsan anlatımdır. Bu nedenle, anlatımın gücü yazın sanatlarında ayrı bir yetenek ve ustalık konusudur.  

Şiirde, çok sayıda alışılmadık bağdaştırma vardır. İmgeler az rastlanan biçimde kurulmuştur. Dizeler, çoğunlukla benzetme, sapma, alışılmadık bağdaştırma ve imge kuruluşlarından oluşmaktadır. Alışılmadık bağdaştırmalar, o kadar zihin sarsıcı ki şairin imgelem dünyasının (esin kaynakları dahil) ne kadar yoğun, dolu ve donanımlı olduğunu gösteriyor. Bunlar, şairin yaratıcılığından değil; aynı zamanda sahip olduğu bilgi ve bilginin yorumu üzerine kurulmuş imgeler olarak karşımıza çıkıyor. Şiirde kurguladığı dünya ile arzuladığı yaşam şekli, aydın, çağdaş ve donanımlı insanın öngörebileceği özlem duyulan bir dünyadır. Şiirde topluma yeni bir dünya önermektedir.

Bu dizelerle; algıyı sarsıntıya uğratmış, okurun duygularını aşan gerçekliği daha görünür kılmıştır. Toplumsal gerçekliği olabilirlik ölçülerinin ötesinde bir görünüşe taşıyarak okuru hayranlığa taşımıştır. Şiir akıcılık ve çekicilik açısından oldukça iyidir; ancak anlaşılırlık durumu, okurun bilgi birikimine bağımlıdır. Okurun birikimi zayıfsa bu şiirden ulaşacağı imgelem oldukça kısıtlı görünüyor. Anlatım, çoğul anlam doğurmaya çok açıktır dahası yöneliktir.

 Anlatımdan anlama yönelmek, şiire özgü ayırıcı bir özelliktir.

 Şair, şiirinde anlatımdan anlama yönelerek algı uyarıcı olanakları sıra dışı bir biçimde kullanmıştır. Şiir; alışılmamış bağdaştırma, benzetme, değişmece, değinmece gibi söz sanatları ile okurda bakış ve düşün açısını değiştiren, mantığına yumruk atan ve şiir diline estetik değer katan anlatıma sahiptir. Anlam ve anlatım bütünselliğini çok iyi tasarlamıştır; yalın bir dil ile toplumsal yaşamı ele alarak okurda duyarlılık yaratacak olay/olguları görünür kılmıştır. Yalın, içtenlikli, özgün, özlü ve ayrıksı anlatımla lirizmi doğurmuştur. Şair, algı yönetici, dayatıcı ve öğretici bir dil kullanmamış, şiirsel/sanatsal bir yaklaşım sergilemiştir. Günlük dili olabildiğince kırmış, özgün ve sıra dışı bir şiir dili kurmuştur. 

Örneğin “Boş ver kavgalara kuruntu sorunlarına boğuntuya gelme” dizesinde; genel durum, toplumsal sorunlar ve buna karşı insanın tutumunu anlatmak için hem sapma hem alışılmamış bağdaştırma kullanmış, ayrıca dil mantık dizgesini kırmıştır.

Örneğin;

“Yadırgamadan gökyüzüne aşka acıkmaya alışkın

  Zamansız gelme elim kolum dağınıksa sarılamam” 

Birinci dize doğrusal bir söyleyiş olmadığı gibi sapma, alışılmadık bağdaştırma ve değinmece gibi söz sanatlarını içermektedir. İkinci dize, doğrusal bir söyleyiş biçimindedir ve birinci dize kadar yoğun değildir; buna karşın imgesel gücü ile imgelem yaratma gücü yüksektir. 

Sonuç olarak anlatım, sıra dışıdır ve algı sarsıcıdır; özgündür. Çok iyi düzeydedir. Dahası çağının en iyileri arasındadır.   

 

 

 

 

4.  SES KATMANI

Not: Tonlama ekseni ve ezgi ekseni, şiirsel ezgi eksenini doğurmaktadır. Bunlar aynı eksen üzerinde hareket ettiğinden dolayı yinelemeye düşmemek için şiir, “şiirsel ezgi ekseni” açısından incelenecektir.

Bu kıvırcık ateşten yalanlar 300.000

Kimi sularca inanıyorum kimi zulüm yakıcı

Çocuksu, deli deli zincirler boğuntusu gök

Elimde kolumda senin seslerin var gel de aldırma

Kadınları çıplak görüyorum koşup seni soyuyorum

Bir açıcı gerdanlık görsem boynun aklıma geliyor bilemezsin

Seni kentlere seni bankalar seni seni 300.000

Seni zamansız ölümlere karşı koyuyorum hep aklımdasın

Yükün ağır, bir irisin bir ufaksın yetiştiremiyorum 300.000

Kapattığımız sağnak akşamları açtığımız sabahları 300.000

Elimden tut beni acar balıklara alıştır

Tekin durmayı öğret acıkmış aç kayalarda

Gel amansız pencereme perde ol kurtulayım

Yukarıdaki dizelerde, -en-, -in- sesi, patlayıcı tonsuz -ş-, -k-, -c- ve -ç- sesi ile titrek -r- sesi baskındır; bu seslerin harmonisiyle şiirsel ezgi doğabilir. Ayrıca -u-, -ı- -i- -a- ve -e- sesi dengeli kullanılarak ses uyumuna özen gösterilmiştir. -in- sesleriyle hem iç ses uyumu hem de dış ses uyumu oluşturulmaya çalışılmıştır. Bu birimde 300000 fazla kullanılmış ve in sesiyle dış ses uyumunu oluşturuken -üç- ve -yüz- sözcükleri söyleyiş zorluğu ve tonsuz patlayıcı sesler ile akıcı sesler bir arada kullanıldığından şiirsel ezgiyi sıkıntıya sokmaktadır. Şiirdeki ses akıcılığına engel olmaktadır. -k-, -ç-, -c- patlayıcı sesler yoğun kullanılmıştır. Sesin anlamla bağıntısı vardır; olumsuz anlama bağlı olarak patlayıcı ve titrek sesler fazlaca kullanılmıştır. Bunlar da şiirsel ezgiyi zorlamaktadır. Yatay ses uyumu iyi olmasına karşın düşey ses uyumuna dikkat edilmemiştir. Örneğin dizelerin son hecelerinde -in- sesi baskın olmasına karşın -r- ve -a gibi akıcılığı bozan sesler kullanılmıştır.

Kalk ellerini yıka bize gidelim

Soyunur dökünür odalarda konuşuruz

Bir o kaldı 300.000

Odalara kapanmak odalarda konuşmak odalarda ölememek

Canımız çekerse sevişiriz de kalk gidelim

Üç sokak ötede bir ev var yeşil gibi sana onu gösteririm

Konuşuruz sevişiriz dövüşürüz 300.000

Benim yırtıcı kuşlara tutkum işte bundan ötürü

Yadırgamadan gökyüzüne aşka acıkmaya alışkın

Zamansız gelme elim kolum dağınıksa sarılamam

 

Birimde -z-, -ş- ve -ç- sesi oldukça baskındır. İnce seslilerle kalın seslilerin dağılımı çok iyidir. Bu sesleri, -l-, -m- ve -r- gibi akıcı seslerle beslemektedir. Diğer bir deyişle, tonlu patlayıcı ve tonsuz sızıcı sesleri -l-m- ve -r- gibi akıcı seslerle besleyerek şiirsel ezgiyi doğurmaktadır. Bu birimde, birinci birimde olduğu gibi ses akıcılığını bozan belirgin bir durum yoktur. Yani frekans aralığının dışına taşan ses yoktur.  İç ve dış ses uyumu sağlanmış ve şiirsel ezginin altyapısı kurulmuştur. Düşey ses uyumuyla yatay ses uyumunda patlayıcı ya da zorlayıcı bir kullanım yoktur.

Senin ağustos çeşmeleri yüzüne özlemle eğiliyorum

Bir karşı durulmaz istek bir telaşla kendiliğinden

Bir serin renk anlıyorum aydınlık gözlerinden sorma

Sen zenginsin alırım tükenmezsin

Allah gelene kadar sen olursun şiirlerimde bu bir

Boş ver kavgalara kuruntu sorunlarına boğuntuya gelme

-s-, -ş-, -z- gibi sızıcı sesleri; -ö-, -ü-, -i- ince ve -l-, -m-, -r- akıcı sesleriyle besliyor. Şiirsel ezginin oluşumunda önemli rol oynayan bu sesler, aynı zamanda anlamla da bütünleşiyor.  İç ses ve yatay ses uyumu oldukça iyi ancak düşey ses uyumu aynı inceliği taşımıyor.

Ben adını demesem de anlıyorsun 300.000

Ü ç y ü z b i n

Cümbür cemaat aşka abanıyoruz.

Üç dize yukarıdaki ses düzenini daha yumuşatıcı bir özelliğe sahiptir; bu dizelerde şiirsel ezgi açısından belirgin bir durum yoktur.

Sonuç: Söz ve ses dizilimi açısından baktığımızda, şiirsel ezgiye esas yatay ses uyumu çok iyi, düşey ses uyumuna yeterince dikkat edilmemiştir. Şiirin anlam bütünlüğü açısından bunun fiziksel bir durum olduğunu değerlendiriyorum. Şöyle ki; ilk birim kötü insanı, ikinci birim biraz daha iyi insanı, üçüncü birim ise sevdiği insanı anlatmaktadır. Dolayısıyla her birimin ses düzeni yüksek ton ve ritim ile düşük ton ve ritme doğru ilerlemek zorundadır; şair de zaten şiirsel ezgi altyapısını öyle kurgulamıştır. Kısacası bu durum, anlamsal ritim gereğidir. Bunu şöyle özetleyebiliriz: Anlamsal ve dize içi ritim ile dizeler arası ritme esas ses kurgusu çok iyidir. Şiirsel ezgiye esas ses altyapısı çok iyi düzeyde kurulmuştur. 

Şiir, üç temel taşı üzerine kurulur; anlam, anlatım ve ses. Bu şiirde, üç katmanın birbiriyle olan ilişkisi, dengesi ve armonisi (ses uyumu) çok iyi kurulmuştur. Ses konusu, diğer katmanlara göre biraz göz ardı edilse de çağının akranları arasında ses açısından en iyisi olduğunu söyleyebiliriz. 

Şiirin ses düzeninden ulaştığım en önemli sonuç şudur: Şair, birinci birimde yozlaşmış ve paraya tapan insan topluluğuna içini acıtır derecede kızmasına karşın şiirde kurduğu ses düzeninde bağırma ve aşağılama duygusu doğuran tonlama ve ritme rastlanmamaktadır. Çağdaş sanatta aranan en önemli özelliklerden bir tanesi de kanımca budur. Yapıt, okurun duygularını ses, anlam ve anlatımla ezebilir ama ona dayatıcı ve öfkeli tavır göstermemelidir. Burada ayrıntıya girmeyeceğim, kısaca şöyle diyebiliriz: Ses, şiirin duyusal dünyasını gösteren fiziksel bir katmandır; anlamla bir arada değerlendirilmelidir.

 

5.  ÇAĞRIŞIM KATMANI

a.  Çağrıştırma Tabakası

Çağrıştırma tabakası, okurda anlamsal, işitsel ve görsel uyaranlar ile yönlendirmeleri sağlayan varlıklar düzlemidir. Bu tabaka, şiirde veya bir sanat eserindeki çağrışımı sağlayan gereçlerin oluşturduğu bir alandır. Bir anlamda çağrışımı doğuran somut ve soyut veriler dizinidir. Çağrışım çekirdeği ise okurun kültür ve bilgi varlıklarını uyandıran, okuru daha geniş imgeleme taşıyan şiirdeki belirlenebilir söz varlıklarıdır. İncelemenin bu aşamasından itibaren okurun şiirin varlık katmanlarını algı biçimi esas konumuz olacaktır.

Çağrışım çekirdekleri;

Kıvırcık ateşten yalanlar/3000000/kimi zulüm yakıcı/deli deli zincirler boğuntusu gök/ senin seslerin/Kadınları çıplak görüyorum/açıcı gerdanlık/boynun aklıma geliyor/kentlere/ bankalara/ bir irisin bir ufaksın/Kapattığımız sağnak akşamlar/açtığımız sabahlar/acar balıklar/ acıkmış aç kayalar//amansız pencerem/ perde ol/Kimi sularca/yükün ağır/tekin durmak//

Odalarda ölememek/yeşil gibi/üç sokak ötesi/yırtıcı kuşlar/aşka acıkmaya alışkın/elim kolum dağınıksa//  

Ağustos çeşmeleri yüzüne//Bir serin renk/zenginsin/alırım tükenmezsin// boğuntuya gelme/ kuruntu sorunlarına//

Yukarıya çıkarılan çağrışım çekirdeklerinin her biri, hem istenen yönde çağrışım yapma yeteneğine sahiptir hem de rastlantısal anlam alanı kurma yeteneğine sahiptir. Buna bağlı olarak şiir, yüksek düzeyde Çağrışımsal İmgelem yeteneği taşımaktadır. (İleride açıklanacak)

Örneğin, ağustos çeşmeleri yüzüne alışılmadık bağdaştırmasından yola çıkan okur, ağustosta suyu kesilen çeşme anlayabilir veya gürül gürül akıp sıcakta insanı susuzluktan kurtaran çeşme şeklinde bir çağrışıma gidebilir.

Alında her sözcüğün bir çağrışım gücü vardır; ancak burada imgesel değer taşıyan söz ve söz tamlamalarını esas almak durumundayız. Yukarıda çıkarılan söz ve söz tamlamaları, daha geniş çağrışım gücüne sahip olanlardır. Amacımız, Çağrışımsal İmgelem Tabakası ve Rastlantısal İmgelem Tabakasını belirleyerek şiirin çağrışım ve imgelem yaratma gücünü ortaya çıkarmaktır. Yani şiirin insan üzerindeki ETKİSİNİ ortaya koymaktır; şiirin etkinliğini.

b. Çağrışımsal İmgelem Tabakası

Çağrışımsal imgelem tabakası, şairin yönlendirdiği uyaranlar ile okurun kendi yaşamsal varlıkları, kültürel değerleri ve belleğinde kaydedilmiş görüntüler üzerine yaslanarak zihninde yeni görüntüler ve yeni duyusal durumlar yaratma alanıdır. Okur ve yapıt arasında oluşan imgelem süreci vardır; algı-anlama-düşünme sonucunda mutlak oluşan/yaşanan bir durumdur.

Çağrışımsal imgelem her okura göre değişiklik göstereceğinden bunu birkaç örnekle açıklamaya çalışalım.

Çağrışım çekirdeklerini ele aldığımızda örneğin;

Kıvırcık ateşten yalanlar: Dönemin toplumsal, yaşamsal, siyasal ve ekonomik koşullarına okur zihnini yönlendiren geniş bir çağrışım yelpazesi vardır. Okur, belleği ve yaşamsal algıları oranında imgeleme ulaşacaktır bu alışılmadık bağdaştırmadan. Bunun çağrışımıyla; ezilmişliğini, kelepçelendiğini veya yalandan dolayı belleğinde yer etmiş kötü olayları zihninde yaşamaya başlayacaktır. Şair, içinde sıkıntı çekilerek yaşanan tutum ve yoz bir ortamdan söz etmektedir ve bu okuru kavrayacak bir konudur. Çok sayıda örnek verilebilir. Her kişinin yaşamsal birikimine göre değişen bir imgelem yaratma gizilgücü vardır.  

Boynun aklıma geliyor: İlk bakışta cinselliğe yönelen bir çağrışım saçağı vardır; ne var ki şiirin anlam bütününden bunun cinsellik olmadığı, idamdan söz edildiği düşünülebilir veya okur algısına göre anlam değişebilir. Tarihteki idamlara kadar giden bir imgelem yaratabilir. Örneğin ben “boynun aklıma geliyor” sözünü ilk okuyuşumda düşünmeksizin Adnan Menderes’in idam sehpasındaki fotoğrafı gözümün önüne geldi. Şiir nerede, bu olay nerede? Başka biri, Deniz’lerin idamını düşünebilir veya daha farklı… (rastlantısallık ve çağrışımsallık)

 Acıkmış aç kayalar; alışılmadık bağdaştırması, okurun başından geçen olaylardan başlayıp belleğinde yer eden önemli olaylara kadar çağrışım yaratabilir. Aç ama yalnız kendisini ve yemeyi amaç edinen, diğerlerine karşı son derece sert olan, onları kullanan insan ve parasal kaygıya dayandırılmış toplumsal düzeni düşünmeye yöneltmektedir. Alışılmadık bağdaştırmalar, okurun yaşamını ve belleğinde yer alan yaşamsal anılarını canlandırır; çağrışımsal imgelem yaratırlar ve okuru değişik düş/düşünce katmanlarına yollarlar. Bu şiirde sınırlanması olası olmayan çağrışım yeteneği vardır ve buna bağlı olarak okurda yaratacağı çağrışımsal imgelem çok geniştir. 

Şiirin söz dizilimine ve imge kurgusuna baktığımızda, okurda yaratacağı çağrışımsal imgelem tabakasının çok geniş bir düzlemde olduğu, böyle bir şiirin ancak donanımlı bir şair imgeleminden doğduğunu söyleyebiliriz.   

Sonuç olarak şunu diyebiliriz: Şiir; örtüktür ve ilk okuyuşta çağrışımsal imgelem oluşturma yeteneği az görülebilir. Şiirin, tarihten toplumsal olaylara, oradan ikili aşk ilişkisine kadar açılan ve çağın sorunlarının çözümüne yönelen geniş/bütünlüklü bir anlam alanı vardır. Şiir yalın, algı sarsıcıdır; alışılmadık bağdaştırma ve imge açısından çok güçlüdür. Buna bağlı olarak, okurda yoğun olarak çağrışımsal imgelem yaratma gizilgücü taşımaktadır.

c. Rastlantısal İmgelem Tabakası 

Rastlantısal İmgelem Tabakası, şiirdeki çağrıştırma tabakasına bağlı ya da bağımsız söz varlıklarından esinle okur tarafından ulaşılan, eserde beklenmeyen ve kastedilmeyen imgelem olanaklarıdır. Şiirdeki bir sözcükten ulaşılabileceği gibi tamlama, dize veya şiirin bütününden ulaşılabilen bir imgelem sürecidir. 

Bu tabaka, rastlantısal anlam tabakası gibi, okurun donanım, deneyim ve belleğinin durumuna bağlıdır. Bu yüzden, birkaç örnek ile açıklayarak gerisini okurun alımlama ve imgelem yetisine bırakalım. Bir anlamda şiirdeki çağrışım çekirdeklerinin okurda yarattığı imgelem şiirin çağrışım yelpazesi içinde olmayabilir.

  Örneğin, “Sen zenginsin alırım tükenmezsin” dizesini ele alalım. Buradaki “sen” okurun alımlamasına göre zengin ve yetki olarak güçlü bir kişiyle özdeştirilebilir veya hoşgörülü bir insanı anımsatabilir. Oysa şair burada, toplumsal olaylara duyarlısın ve toplumu ilgilendiren konularda yeterince donanıma sahipsin demektedir. Buna karşın okur, maddi zenginlikle ilgili bir imgelem dünyasına yönelebilir; çünkü okurun bilinçaltına kadar işlemiş olan para kazanma kaygısı imgelemin bu alanda kurulmasına iter. 

Şair “Kapattığımız sağnak akşamlar açtığımız sabahlar” derken bir kadınla geceyi kapatmış sabah onunla uyanmış olmaktan söz etmiyor. Okur böyle bir imgeleme yönelebilir. Bana göre, kurtuluş savaşı gibi tarihteki ölüm kalım savaşlarından ve yerine yıkılan kurulan devletlerden söz etmektedir. Bunu tam tersini söyleyecek olursak; şair böyle demek istememiş ancak ben böyle bir sonuçla tarihin derinliklerine ilişkin bir imgelem dünyasına girmişsem, çıkarımım ve sonunda ulaştığım imgelem alanı rastlantısal imgelemdir. Veya okur olarak ben böyle bir imgelem evrenine girmedim de kendi yaşamında iyi ve kötü günlerime ilişkin bir imgelem kurdum. Bu da rastlantısal imgelem alanına giren bir sonuçtur.

Çağdaş sanat anlayışında yapıtın okurda yarattığı imgelem dünyası ne kadar geniş ve rastlantısal ise yapıt, o kadar güçlüdür, demektir. Ayrıca anlamsal genişlemeye açık demektir. Çoğul anlam ve ileti yeteneği var demektir. Estetik kaygıyı o denli tetikleyeceği anlamına gelir.

Şiirdeki bütün çağrışım çekirdeklerini ayrı ayrı incelemeden şunu söyleyebiliriz: Sözcük seçimi, söz sanatları ve imgeler, özellikle alışılmadık bağdaştırmalar, dizeler ve şiirin bütünü; sayısı belirlemeyecek kadar çok rastlantısal imgelem yaratma gücüne sahiptir. Şiirde eksiltili anlatım ve örtük dil fazlaca kullanılmıştır. İşte bu durum, okurda rastlantısal imgelem doğurma gizilgücüne artırmaktadır. Hatta şiir, örtük kullanım sayesinde o kadar geniş anlam alanına sahip ki rastlantısal imgelem yaratma gücü neredeyse sınırsızdır.

Rastlantısal anlam, rastlantısal imgelem ve buna bağlı olarak oluşan çağrışmsal imgelem, şiirle okur arasındaki alımlama ve etkileşimden doğan mutlak bir süreçtir. Türk şiirinde ve sanat dünyasında başka şekillerde anlatılmaya çalışılsa da buradaki oluş ve işleyiş süreci sanat evreninde tam olarak tanımlanmamıştır. Yapıtın algılanması ve alımlanmasından estetik hazzın doğumuna kadar olan süreç, bu üç tanımlamayla karşılanabilir düşüncesindeyim. İşte bir şiirin sanat değeri, buralarda aranmalıdır. 

 

6.                  COŞUM KATMANI

Coşum, şiirde incelediğimiz beş katmanın okurda yarattığı toplam duygulanım sürecidir; estetik haz/estetik beğeni doğmadan önce okur duygularındaki duyarlılık ve taşkınlık durumudur. Başka bir deyişle, estetik beğeniden önce izleyici/okur duygularının belli bir kıvama ulaşmasıdır.

Şiirdeki anlam duygu değeri, anlatım sıra dışılığı, sarsıcılığı ile çağrışım zenginliği; okurda duyarlılığı artıracak ve duygulanımı tetikleyecek niteliğe sahiptir. 

Bu şiirde anlam ve anlam çevresinde kurulan imgeler, duyarlı olduğumuz bir konu ile ilişkilidir. Toplumsal yaşama karşı duyarlılığın resmidir. Ülke ve insan sevgisinin dışavurumudur. Dolayısıyla duygu değeri oldukça yoğundur ve okurda duygulanım ve duyarlılık yaratma gizilgücü yüksektir. “Gel amansız pencereme perde ol kurtulayım//Konuşuruz sevişiriz dövüşürüz 300.000//Senin ağustos çeşmeleri yüzüne özlemle eğiliyorum” dizeleri şairin duyarlılığını, bu duyarlılıktan doğan sinerjiyi okurla buluşturmaktadır. Dolayısıyla okurda duyarlılık yaratma yeteneği yüksektir. Okurda bu duyarlılık yaratılabiliyorsa estetik hazzın doğum sancısı başlamış demektir. Estetik değer, duyulur duruma gelmiştir, demektir.

Gerçek anlam tabakasında, alışılmamış bağdaştırma, sapma ve imgeleri çıkardık. Neredeyse bunların her biri okurun derinliklerine saplanacak söyleniş biçimlerine sahiptir.

Bilindiği gibi şiirde salt anlam değil; anlamın nasıl iletildiği (anlatıldığı) de önemlidir. Bu şiirde anlamdan ziyade duygu yoğunluğunun anlatım katmanında yoğunlaştığını söyleyebiliriz. Anlatımın sarsıcı ve etkileyici olması, diğer şiirlerden ayırıcı bir yanının olduğunu gösterir. Şiir; anlam, anlatım ve ses ile okurun duygularını ezebiliyorsa, duygu değerini yeterince okura geçirebiliyorsa her sanatta olduğu gibi başarılı eserdir; coşumu yüksek demektir. 

Anlatım; sıra dışı, algı sarsıcı ve yalındır. Okuru kavrayan ve okurun duygularını ezen bir dil kullanmıştır şair. Bu yüzden coşumu sağlama gücü oldukça yüksektir.

Okurda coşumu sağlayan en etkin fiziksel varlık şiirsel ezgidir. Şiirsel ezgiye esas ses, düşey ses dengesi dışında çok iyi seviyede kurulmuştur. Ses, anlam ve anlatım üçlüsünün sinerjisi; şiiri okur üzerinde daha da etkili duruma getirmiştir.

Şiirin çağrışım gücü, çağdaşlarına göre çok yüksektir; rastlantısal anlam ve çağrışımsal imgelem yaratma gücü sınırsız denecek kadar geniştir. Çağdaş sanat eserinde aranan en temel özellik budur. Okurda duygulanım ve duyarlılık sürecini yaşatacak en duyarlı anlam alanı tem olarak ele alınmıştır; bu da coşum katsayısını artıran bir durumdur.

Tutku, duygu ve özlemlerini; yalın, içtenlikli, özgün, özlü bir biçimde anlatmıştır. İlk bakışta şiirde lirizm yok gibi görünmektedir; oysa şiirin anlam alnına girildiğinde lirizm varlığı ortadadır. Şairin toplumsal olay ve olgulara karşı duyarlılığı, hatta yaşama evrensel bakışı dizeler aracılığıyla doğrudan okura yansıtılmaktadır.    

Sonuç olarak; şiirin coşum değeri çok yüksektir.

 

7.  ESTETİK KATMANI

a.   Şiirdeki Estetik Değer Tabakası

 Şiir ile okur iletişime geçtiğinde, yapıtın üzerinde iyi, yüce, oran, simetri, güzel, uyum gibi kavramların toplam değerini hissederiz ki buna sanat eserindeki “estetik değer” diyebiliriz. Anlatım, ses, anlam, çağrışım ve coşum, hoşlanma ve haz duygusunu harekete geçiriyorsa şiirde estetik değer güçlüdür sonucuna ulaşabiliriz. 

İnceleme sonuçlarına dayanarak şiiri estetik değer açısından ele aldığımızda; ‘tem’in duygu değeri ve duyarlılık yaratma gücü oldukça yüksektir. Anlatım yalın, sarsıcı ve etkileyici dil ile kurulmuş, yüzeysel bakıldığında duyumsanmasa da lirik bir söyleyiş yaratılmıştır. Şiirde insanın en duyarlı olduğu konular ele alınmış, her okurda duyarlılık yaratacak gerece sahip kılınmıştır. Ses uyumunda göz ardı edilebilecek birkaç zayıf nokta hariç şiirsel ezgi iyi seviyede kurgulanmıştır. Şiirin coşum değeri, duyarlılık yaratma yeteneği oldukça yüksektir. Anlam ve anlatım temanın uzağına taşmadan örgütlenmiştir; buna karşın şiirin anlam, rastlantısal anlam ve çağrışımsal imgelem alanı oldukça geniştir.  Şair açık açık söylemediği halde okurun anlam kapsamından ulaşacağı imgelem olanakları güçlüdür. Şiir; ses, anlam ve anlatım bakımından okur üzerinde etki kurabilecek zenginliktedir. Sonuç olarak;

Alışılmamış bağdaştırmalar, imge örgüsü, sapmalar, dil kullanımındaki sıra dışılık, şiirsel ezgi, rastlantısal anlam derinliği, çağrışımsal imgelem gücü, insanlığın duyarlılığını tetikleyecek anlam alanı, özgünlük, öz-içerik ve biçim bakımından sadelik, şiirde estetik değer varlığına gösterilecek ögelerdir. Bunlara dayanarak; “Şiirde estetik kaygıyı tetikleyecek donanım vardır ve şiir yüksek estetik değere sahiptir” diyebiliriz.    

b. Okurdaki Estetik Algı Tabakası

Estetik algı ve estetik değer yargısı, insanın yaşamsal algıları ile bir bütündür. Her insan zihni bu algı ve yargı için hazırdır. Şairin okurda hazır olan bu estetik algı ve yargıyı doğru harekete geçirmesi ve uygun yönetmesi gerekir. İnsan güzeli arar, güzele ihtiyaç duyar, mutluluk ve geleceğini güzellikte bulacağına inanır; güzellik kaygısı aynı zamanda dürtü ve güdülerin yönlendirdiği bir gerçektir. Bunun adına da “estetik kaygı” denir. Estetik kaygı; kültür, bilgi, birikim, toplumsal olgular, yaşamsal değerler ile yaşamsal süreçte yeniden yapılandırılır. İşte bunlar estetik algının duyarlılığını güçlendirir ve algıyı daha etkin işler hale dönüştürür.

İnceleme sonuçlarına baktığımızda; şiir, okurdaki estetik algıyı uyaracak ve ortalama bir okurun anlama-düşünme-duygulanım sürecini tetikleyecek nitelikte olduğunu söyleyebiliriz. Bu kanıya varmamızı sağlayan gereçler: Şiir, yazıldığı dönemin sorunlarını çok iyi yansıtmıştır. Okurun duyarlı olduğu bir konuyu gerçekçi ve sıra dışı biçimde ele almıştır. Okuru sorunlarıyla bütünleştirmiştir. Ekonomik koşullar ve sosyal yaşamın insanda yarattığı travmaya merhem gibidir. Ayrıca okurun estetik kaygısını sarsacak, onu hayranlığa taşıyacak etkenler oldukça fazladır.

Okur, emeğe saygısızlığa duyarlıdır; çünkü emeği gasp edilendir.  Ekonomik koşulların yarattığı yaşam biçimine tepkilidir; içinde yaşayandır. Kaygılı ve yalnızdır; insana değil maddi kazanca değer verilmektedir, bundan sürekli zarar görendir. İşte bu kaygılarının öz ve özgün dile getirilişi, okurun ilgisini çekecek, algı-anlama-düşünme sürecini tetikleyecek ve estetik yaşantıya girmesini sağlayacaktır. Başka bir söyleyişle, okurun hazır olan estetik kaygısına daha duyarlı gereçlerle dokunulmuştur. Ona çıkış yolu göstermiş ve umut vermiştir.

Bunlara dayanarak şu sonucu çıkarabiliriz: Şiir; okurun estetik algısını harekete geçirebilecek yeterli donanıma sahiptir. Okur, içinde yaşadığı toplumsal sorunlarla yüz yüze getirilmiştir.

c. Durumsal Estetik Değer Tabakası

Şiire yansıyan, okur ve şairin düşünsel ve duyusal dünyasının oluşumunda etken olan durumların (ortam, uzam, coğrafya, teknik, zaman, eğitim, kültür ve bilgi birikimi gibi) ortaya koyduğu toplam estetik değer ve estetik algıyı “Durumsal Estetik Değer Tabakası” diye tanımlıyorum. Başka bir deyişle, bu tabaka tarihsel birikimlerden güncel çıkarımlara, ortamdan zamansal değişime kadar olan görüngülerin yaşama yansıdığı ve ayrıca zihinde canlandığı bir sonuçtur.  

Bu tanımlama ve inceleme sonuçlarından yola çıkarak;

Okur, duyularını uyaran etkileşimlere karşı her zaman açıktır; ancak duyuların uyarılması sonucu etkileşim, inanç ve ideolojik ön kabuller gereği görecelidir. Okurun estetik algısı; yaşam, nesne ve evren arasındaki ilişkileri görme/okuma biçimine bağımlıdır. İdeoloji, inanç, kültür ve bilgi birikimi gibi etkenler, estetik beğeniyi sağlayabilir ya da şiirin tamamen reddine yol açabilir. Her ne kadar basmakalıp düşünce sahipleri bunu başka bir açıdan görse de sanat eserinin asıl hedefi okurdur. Sanat veya şiir; sanatçı, yapıt ve okur (alıcı/izleyici) üçgeninde bir değer taşır. Öyleyse, buna göre ele aldığımızda durumsal estetik değer konusunda nasıl bir sonuç ortaya çıkar?

“Kapattığımız sağnak akşamları açtığımız sabahları 300.000 / Elimde kolumda senin seslerin var gel de aldırma / Kalk ellerini yıka bize gidelim” dizelerini şaire söyleten, yaşadığı çağın sorunları değil midir?  Şairde yarattığı aşırı yoğunlaşma değil midir?

İnceleme sonuçlarına göre, ortalama okur için estetik yargı olumludur ve şiirin estetik değeri yüksektir. Ancak “Allah gelene kadar” sözü, bir kısım bağnaz okurda itici bir durum oluşturabilir; ancak bu dize yerine tam oturmuştur. Estetik beğeninin göreceliliği gereği, bağnaz yargıya sahip insanlar için estetik değer ve olumlu estetik yargıdan söz edemeyiz.

Not: Şair elbette okurun dünya görüşünü dikkate almamalıdır; kendi imgeleminin kurduğu eseri ortaya koymalıdır. Ancak eseri incelerken, sağlıklı bir çözüm için okurda doğuracağı etkiyi her yönüyle sorgulamalıyız.

 İdeolojik veya dinsel yaklaşımı tutucu olan bir şairin imgeleminden doğan şiir de çağdaş okur için aynı sonucu ortaya koyacaktır. Ortam, uzam, coğrafya, teknik, zaman, eğitim, kültür ve bilgi birikimi gibi etkenler; şair, şiir ve okura yansır. Bu durumda estetik algı ve yargı, görecelidir. İşte bu düşünceden hareketle, “durumsallık”tan söz ediyoruz. 

Bunları dikkate alarak sağduyulu bir yaklaşımla; şiir, çağıyla özdeştir, insanıyla bütünleşmiş bir görünümdedir. Dolayısıyla “durumsal estetik değeri” yüksektir; çağın sorunları, yaşam biçimi ve insanıyla bütünleşiktir. Toplumsal olgu ve olaylar, şairin şiirini bu yönde kurmasına neden olmuştur.

Sonuç olarak: Şiir, estetik değere sahiptir. Okur, şiirin temasına karşı duyarlıdır. Koşullar, şair, şiir ve okur üzerinde etkilidir.

8.  SONUÇ

Çözümlemeden sonra şiirde göze çarpan en önemli özellik; anlam bakımından tutarlılık, bağlaşıklık ve metinler arası ilişkiye üst seviyede önem verilmiş olmasıdır. Diğer bir söylemle şiir, anlatım, anlam, çağrışım ve biçim bakımından bütünlüklü ve çağdaş insanın toplumsal yaşamını üst düzeyde şiirsel bir dille resmedebilir niteliktedir. Şiirdeki katmanların birbiriyle ilişkisini bu denli dengeli kurabilmek; güçlü donanım, zengin imgelem ve farklı bir görme biçimi gerektirir. Yani şiirin kurgusu, şairin yaşamsal ilişkileri çözmüş bir düşünce adamı ve farkındalıklı bir sanat anlayışına sahip olduğunu gösterir.

Şairin; dünya, nesne, yaşam, toplumsal yaşam, çağ ve insan ile aralarındaki ilişkiyi okuma yeteneği çok yüksektir. Bire bir anlatım tekniğini kullanmamış, “yansımanın gerçekliği[31]”ni ve sözcük ve tamlamaların çağrışım gücünü esas alarak şiirini kurmuştur. Yalın, sıra dışı, algı sarsıcı ve etkileyici bir dil kullanmıştır. Şiir etki ve duyarlılık yaratma açısından oldukça başarılıdır. Anlam alanı oldukça örtük olmasına karşın her okurun kendisine bir şeyler alabileceği çoğul ve rastlantısal anlam/imgelem olanağına sahiptir şiir. Sözcük seçimi ve ekonomisi çok iyidir. Anlatım, anlamı güçlendirirken anlam da anlatıma yönelmiştir. Şiirde algı yönetici, dayatıcı ve öğretici bir dil kullanılmamış, şiirsel/sanatsal bir anlatım sergilenmiştir. Şiirin çağrışım gücü, her okurda farklı alanlarda imgelem doğurma yeteneğine ve sanat yetkinliğine sahiptir.

Şiirde; biçim, anlam ve anlatım çok iyi seviyededir. İmge yoğunluğu ve anlam bütünlüğü dengelidir. Anlamsal ritim uygun kurulmuş; ritme bağlı olarak ses yüksek tondan düşük tona doğru oluşturulmuştur. Daha genel anlatırsak şiirsel ezgi, yüksek frekans aralığından düşük frekans aralığına doğru kurulmuştur; bu ses kurulumu da anlama bağlıdır. Etkin ve yetkin bir şiirdir. Daha doğrusu, kendi alanında Üçyüzbin şiiri çok iyidir, diyebiliriz. Şiirsel ezginin sürekliliğini ve akıcılığını belirli frekans aralığının dışına taşıran birkaç göz ardı edilebilir ses kaybı vardır. Ancak bu durum, anlam ve anlatımın gücüyle duyumsanamayacak düzeye çekilmiştir. Coşum değeri çok yüksektir; ne var ki şiir anlamsal olarak örtük ve kodludur. Bu yüzden, her okurda aynı düzeyde coşum oluşturabilme yeteneğinden ödün vermektedir. Böyle olmasına karşın her okur için şiirden alımlanabilecek çok şey vardır. Şiir; toplumcu bir bakış açısıyla yazılmış, çağına ve çağdaş sanat anlayışına uygundur. Yakın tarihin toplumsal olay ve olguları, örtük bir biçimde şiire giydirilmiştir. Dönemin toplumbilimsel ve ruhbilimsel özelliklerini çok iyi yansıtmıştır. Bir alamda şiir, doğum yerini ve doğduğu çağı çok iyi betimlemiştir.

Anlam, dönemin koşullarını ve insan davranışlarını bütünlüklü bir biçimde yansıtan bir tema üzerine kurulmuştur. Çok iyi düzeydedir.

Yatay ses kurgusu çok iyi düzeyde, düşey seste göz ardı edilebilir patlamalar vardır; ses iyi düzeydedir.

Anlatım, sıra dışı, sarsıcıdır; dil kullanımı özgün ve okuru bağlayıcıdır. Üst düzey bir anlatım tekniği vardır.

Rastlantısal anlam alanı çok geniştir. Çağrışımsal imgelem yaratma gizilgücü çok yüksektir. Rastlantısal imgelem doğurma gücü çok yüksektir.

Şiirde coşumu artıran ve estetik değer varlığını kanıtlayan çok fazla gereç vardır.

İnceleme sonuçlarına dayanarak: Şiir, “yüksek estetik ve sanatsal değere sahiptir.”                                

 

 

 

 

 

 

 

Üçüncü Bölüm

 

 

Sanatçı; donanımlı ve deneyimli değilse; özellikle bilimsel disiplinlere egemen değilse, ortaya koyacağı sanat ile  ileri süreceği her yargının anlamsal görünüşünün sırıtabileceğini dikkate almalıdır.

 

 

Eleştirmen ve Şiir Eleştirisi

 

Eleştirmen ve şiir eleştirisi, kitabımın son bölümüne yer almıştır.  Eleştiri; zor, ayrıntılı ve geçekten deneyim isteyen bir alandır, ayırdayım. Hangi sanat alanı olursa olsun, o alanda altı dolu eleştiri yapabilmek veya görüş ileri sürebilmek için; literatüre egemen olmak gerekir. Birikimli, deneyimli ve derin yazın kültürüne sahip olmayı gerektirir.

Yazın ve sanat tarihinin derinliklerine eleştirel gözle baktığımızda, yıllanmış sorunlar içinde buluruz kendimizi. Modern sanat öncesini saymazsak, 19. Yüzyıl ortalarından beri evrensel ve evrimsel bir sanata doğru yol aldığımızı delil göstermeksizin söyleyebiliriz. Bugün ise insanın, düş olanakları ve imgelem zenginliği oranında sanat ürettiğini görüyoruz. Bu arada pek çok sanat dalının da örgün eğitimi olduğunu ülkemiz ve dünyadaki eğitim kurumlarından biliyoruz. Eğitim kurumlarını, bireysel ve topluluk çalışmalarını, belediye, vakıf ve dernek gibi tüzel kuruluşlar bünyesinde yapılan sanatsal etkinlikleri de dikkate aldığımızda, aslında sanatsal ve kültürel olarak büyük bir sistemin içinde olduğumuzu söyleyebiliriz.

Sanatsal ve kültürel etkinlikler, dünya genelinde pastada yüksek payı olan teknolojik sektörler yaratmıştır. Bunlar, aynı zamanda ekonomi ve toplum davranışları ile karar süreçlerini yöneten sistemlerin ilk sıralarında gelmektedir. Yani sanat, yeniden yapılandırmaya hatırı sayılır oranda katkı sağlayan bir sistemler bütünüdür.

Böylesi etkin bir sistemin kendi özel alanları ve özel alanlarının da kendi içinde eğitim, gelişim, dönüşüm ve geri bildirim (eleştiri) gibi çabaları olmalıdır. Kültürel ve sanatsal etkinliklerin gelişmesi, dönüşmesi ve yapıcılık kazanması; eleştiri, uygulama ve geri bildirimle kendi kendini yenileyebilme yeteneğine bağlıdır.

Şiir eleştirisi, diğer dil sanatlarında olduğu gibi edebiyat eleştirisi bağlamında ele alınabilir; çünkü şiir dil ve yazının temel kuramlarına göre hareket eden bir etkinliktir. Ancak şiir; roman, öykü, oyun, masal gibi diğer dallara göre daha ayrıcalıklıdır; sanatsal yaratıcılık, dil kullanım kıvraklığı, daha kolay soyutlama özelliği, imgelem sınırsızlığı, az söz çabası ve kural kırıcılığı açısından daha esnektir. Bir anlamda düşüncenin ve imgelemin sınırsızlığına koşut olarak, şiir her biçimde yoğurulmaya ve biçimlendirmeye karşı olumlu yanıt verir. Çağdaş sanatın en temel özelliklerinden olan ve estetik biliminin de ön sıralara koyduğu, “sanatın mantığı sarsıntıya uğratma işlevi” diğer sanatlara göre şiirde daha kolaydır, daha vurucudur.  

Şiir sanatının, kendi disiplini altında örgün bir eğitiminin ve ayağı yere basan bir eleştiri sisteminin olmadığını biliyoruz. Lise ve Edebiyat fakülteleri gibi örgün eğitim kurumlarındaki şiir sanatına ilişkin eğitim kapsamı ve düzeyini açmaya hiç gerek yoktur. O yüzden şiir sanatı ve eleştirisi konusunda bugün uygulama ne aşamadadır ve biz bu işin neresindeyiz, diye sormalıyız. Şöyle genel görünüme baktığımızda hiç iyi bir yerde durmadığımızı kötümser olmamakla birlikte söyleyebiliriz. Bu, neden böyle? Çünkü şiir sanatı bununla birlikte eleştiri sistemi, çok ölçütlü ve çok boyutlu bir etkinliktir. Donanım gerektirir, yaratıcılık gerektirir, olgu ve olayları daha farkındalıklı okumak gerektirir; polimat olmayı zorunlu kılar. Yalnız yazın kuramları, eleştiri kuramları ve dil kuramları veya usta çırak yöntemi uygulamalarla şiir eleştirisinde iyi sonuçlara ulaşmak zordur.

Akademisyeni, şairi, yazarı, eleştirmeni ve düşünürü aynı hamurdan oluşur; bireysel yönü ağırdır, yaratıcılık seviyesi daha iyi olabilir ancak birbirinden çok farkı yoktur. O nedenle tekelciliği, düzeltme hastalığını ve şiiri ben bilirimciliği öteye itip, şiir ve şiir eleştirisini daha yetkin verilerle ele almalıyız. Eleştiriyi ciddi bir iş olarak görüyorsak, şiir sanatının olmazsa olmazları arasında görüyorsak daha yetkin, altı dolu ve bilimsel çözümler ileri sürmeliyiz. Şiir, eğlence için yazılan bir metin değildir. Bütün sanatların temel değerlerini taşıyan kocaman bir sanat evrenidir; insan dünyasını ve estetik kaygısını müzikten sonra en kolay ele geçiren düşünce-dil sanatıdır.

Şiir eleştirisi ve şiire yönelik yorum yapma yetisini kendinde bulan iyi yetişmiş eleştirmenlerimiz elbette yeterince vardır. Şiir dünyasında uzun yıllara dayalı ağır aksak oluşmuş bir edebiyat eleştiri kültüründen de söz edebiliriz. Sanatın, önyargısız olmak kaydıyla eleştirinin ve üretilmiş iyi bilginin her türüne saygım sonsuzdur. Maksadım burada eleştirmek, adı belli olma yarışını kazanmak veya sanat dünyasında pek çok kişinin yaptığı gibi bir diğerini çekiştirerek kendime pay çıkarmak değildir. Bu kitabın ana konusu, eleştiri ile mutlak bağıntılıdır ve benim için zor olan “Eleştirmen ve Şiir Eleştirisi” konusunu uzun zaman araştırmak zorunda bırakmıştır. Şunu hemen söylemeliyim: Ne Batı kaynaklarında ne de Türkçe kaynaklarda sanat eleştirisi ve eleştirmen konusunda, özellikle şiire yönelik nesnel eleştiriyi eli ayağı düzgün açıklayan yayınla karşılaşmadım dersem abartmış olmam. Eleştiri konusunda yazılmış çoğu kaynaklar, özellikle denemeler; genelleme, temenni, yerme, örnek çözümleme veya sataşma türündedir. Bu, Türk şiiri ve sanatı açısından üzücüdür. Sanat, şiir ve eleştiri; güdümü, kuralcılığı, doğru-yanlış karşılaştırmasını, kısacası daha disipliner bir mantığı bünyesine sığdıramaz. Bu doğasına aykırıdır. Ancak eleştiri; aynı zamanda anlamlandırma, gizli kalan yerleri açma, eserin etkinliğini ve yetkinliğini görünür kılma, görmeyi güçlendirme, değerlendirme ve sezgi yetisini yöneltme işidir. Diğer taraftan şairi ve sanatçıyı yetiştirmenin en etkin yoludur. Özellikle şairler/sanatçılar için yetkin ve vazgeçilemez bir eğitim türüdür; ne var ki bu eğitim türünü olması gerektiği gibi gören sanat ve şiir yolcusu çok azdır. Eleştirinin asıl eğitim yönü önemlidir. Bütün sistemlerin gelişim hızı, değerlendirme, anlamlandırma, geri bildirim ve eğitimle sağlanır; deneyimle güçlendirilir. Türk yazınını bir sistemler, hatta sezgi gerektiren bir sistemler bütünü olarak ele alırsak aynı mantık geçerlidir.

Konuyu az çok inceleyen bir kişi olarak, eleştiri ve eleştirmen konusunda yazdıklarım, benim felsefi ve çözümsel yaklaşımımdır. Her şeyden önce eleştirmenlerin alanına girmek zorunda kaldığım için deneyimli ve yaşamını bu uğurda harcamış ustaların affına sığınıyorum. Kitabımın temel konusu olan şiir çözümleme tekniğinin temel maksatlarından biri de nesnel ve bilimsel bir şiir/yazın eleştirisidir. Bu nedenle:

Gerek eleştiri dünyası gerek şiir dünyasında maksadım, kültür endüstrisi, dinsel ve ideolojik taraftarlık dediğimiz zihin baskı yöntemlerini anlaşılır kılmak ve eleştirinin hak ettiği değere ulaşmasına öngörebildiğim oranda katkı sağlamaktır. 

Şiir çözümleme tekniği, şiir eleştiri akış sürecinde temel bir gerekliliktir. Bu teknik, nesnel eleştirinin daha ağırlıklı kullanılmasına ve şiirde çok önemli ayrıntıların açığa çıkarılmasına olanak sağlamaktadır. Başka bir söylemle, şiirin örtük alanları ile etkisinin ortaya çıkarılmasında ve geri bildirimle şiirin mükemmelliğe doğru evrilmesinde, nesnel ve bilimsel eleştirinin temelini oluşturmaktadır.

Eleştirmen şaire cesaret verendir. Şiire daha bilinçli bakmasını sağlayandır. Buna bağlı olarak şiirin, şiir olmaya yönelmesinde, şiirde paradigma değişimine giden kavrayışın altyapısının oluşturulmasında etkilidir. Çünkü sanatta, kendini kabul ettirmiş ve sözü dinlenir duruma yükselmiş sanatçı ve eleştirmenlerin sözü yasa gibi algılanır.  Bizde şiir ve sanat bilgisi, usta çırak usulü bir yöntemle öğrenilir, deneyim kazanılır ve sanat bilimine çoğunlukla pay verilmez. İşte bu yüzden kanaat önderlerinin yorumları, çiçeği burnunda şairler için oldukça etkilidir. Ayakları yere basan şiir eleştirisi de…

Bu kadar araştırmada sonra bende oluşan kanı şudur: Gerek eleştiri olsun gerek eleştirinin eleştirisi olsun bunlar, edebiyat sisteminin olmazsa olmazlarıdır. Eleştirmenler ve onların eleştiriye bakış biçimleri ayrı bir tartışma konusudur. Eleştiri ve eleştirinin eleştirisi, çağımızın sanatsal gelişim ve dönüşümleri için artık bir okul niteliğine kavuşması gerektiğine inananlardanım. Özellikle örgün eğitimi olmayan alanların evrensel sanat anlamında yön bulması ve gelişimine katkı yapılabilmesi eleştirel yaklaşımlarla sağlanabilir. Bir diğer konuysa henüz sanata yönelmiş ve eğitim alan gençlerin önlerine bu yöntemle deneyimsel kaynak koyabilme olanağı sağlanır. Eleştirmen demek, sanat dünyasında sanatsal kanaat önderi demektir; yol ve yordam göstericidir. Sanat bilimini ve bununla ilişkili disiplinleri kullanabilen ve bu yöntemle şiire daha sağlıklı yorum ve çözüm getirebilen kişidir. Şaire ufuk gösterendir. Şiire aydınlık yollar çizendir. Şiir gibi resim gibi sanatların hakkında yorum yapabilmek için mevcut disiplinlere ve sanat bilimi dediğimiz bilgi dünyasına egemen olmak gerekir. Bugün algılandığı gibi eleştirmen, dedikodu ya da taraftar kotarma odağı olmamalıdır.  

Kendimde şiir eleştirisi ve eleştirmen tutum ve davranışları konusunda çok şey söyleme hakkı bulmuyorum. Eleştiri ve eleştirmen konusunda deneyim kazanmış ya da bu işin içinde uzun zaman harcamış değilim. Bunca yıllık sanatsal ve eleştirel deneyim ve kazanımları da önemsiz görmek gibi bir yaklaşım içinde değilim; böyle bir yaklaşım mantıki ve etik bir değerlendirme olmaz zaten. Ancak ben, gözlemlediklerim, okuduklarım ve karşılaştıklarım ile sanat felsefesi, sanatçı ve onun dünya algısından, buna paralel sanat ve sanatçıya ilişkin yenilikçi/geleneksel psikolojik tutum ve davranışlardan edindiğim panoramik görüntüyü dile getirmeyi düşünüyorum. Çünkü sanatsal yaratılarda doğru-yanlış, eksik-fazla yoktur; güzel değil veya güzel vardır. Aynı yorum sanatçı ve şair için de geçerlidir. Güzellik, estetik katmanında incelendiği gibi çok boyutlu, anlatımı güç muğlak bir kavramdır. Eleştiri etkinliği de buna benzer muğlak bir eylemdir. Sözünü ettiğim muğlaklığın daha görünür biçime sokulması, yine insanın düşünme yetisiyle ilgilidir. Eleştiri yaklaşımı ve eleştirmen, kuramsal bilgiler ışığında okuyabildiğim kadarı ile şiir ve sanat dünyasında felsefi, estetik, sanatsal ve psikolojik anlamda kendini yenilemelidir, diye düşünüyorum. Yani şiir dünyasında olduğu gibi eleştiri de değerler dizgesinde bir toparlanma sürecine girmelidir. Ayrıca eleştirinin eleştirisi de mutlak bir gerekliliktir. 

Şiir, kendine özgü bir bilim alanıdır; sanat da. Şiir; şiire ilişkin kavramlar arası bağıntı ve hiyerarşik konumlanışını çözmeden geliştirilemez; yeni ve büyük şiir yazılamaz. Alışılmış ve kalıplaşmış yargılardan uzak bir gözün bakması çoğu zaman yeniliğin, yaratıcılığın ve farklı bir bakış açısının doğumu için önemlidir. Eleştiri, eleştirmen ve eleştirinin eleştirisi; bu açıdan çok önemli bir işleve sahiptir. Eleştiri ise bu ayrıntıları temelinde var olan gerekçeleriyle birlikte okunabilmesini, açığa çıkarılabilmesini sağlamaktır. Eleştiri, sıradan bir iş değildir; sanatsal değeri açığa çıkarma eylemidir.

Oscar Wilde ve Mehmet Fuat “Eleştiri bir sanattır” derler. Bu doğrudur. Sanat olması yanında etik bir sorumluluğu da beraberinde taşır. İnsanın eksi ya da artıları vardır ve sanatçı da eleştirmen de birer insandır. Biliyoruz ki bağımsızlık ve özgürlük algısı, mutlaka başka bir etkenin altında alınan; görme, duyma ve hissetme yetisidir. Bilme yetisi de öyledir. Bilgi yalnız bir alanla sınırlı değildir; bilgiler arası ve kavramlar arası bir etkileşim ile hiyerarşik bir konumlanma mutlak olmak zorundadır. Tercihleriniz, özgür ve özgün düşüncelerinizin ve yorumlarınızın çoğunlukla önündedir. İşte eleştirmen de böyle sıkıntılı bir yerdedir. Ben özgür, özgün, özerk ve bağımsız karar yetisine sahibim diyen her eleştirmen, biraz bir şeylere bağımlıdır. Kimisi midesinden, kimisi saplantılarından, kimisi inançlarından, kimisi aldığı eğitimden, kimisi de algı arızalarından dolayı açık ya da gizli bağımlı olduğu bir şeyleri vardır. Bunlar insanlık halleridir ve tartabilme, ölçebilme olanağına sahip değiliz. Bu nedenle, sanatta ve özellikte şiirde öznel eleştirinin başat olmasına karşı duruşumun gerekçelerinden bir tanesi budur.

Şiir çözümlemesi, akademik ve özel çalışmalar dışında eleştirmenin işidir ve aynı zamanda şiir eleştirisinin bir alt basamağıdır. Eleştirmenden, şiirin bileşenleri, etkisi ve örtük alanlarının açığa çıkarılması beklenir. Bunun yanında eleştirmenin işi, şiirin derin yapısını çözümleyerek şaire yeni kazanımların yolunu açmak, şairin şiir bilgisini güçlendirmek ve şiiri daha iyiye daha ileriye doğru yola çıkarmaktır. Bir bakıma şaire ve şiire yeni kazanımlar sağlamak, başka bir açıdan bakarak şiirde ilk bakışta görünmeyen olguları görünür kılmaktır. Bu nedenle şiir eleştirisi, sezgi gücü, küresel, duyusal, sanatsal ve bilimsel bilgi bütünlüğü ile büyük resmi okuyabilme yeteneğini gerekli kılar.

Eleştirmen, şairin birikimi ve duyarlılığının ötesinde olmak durumundadır. Daha açık ifade edersek, şair duyarlılığının ötesinde şiirsel duyarlılığa, estetik tavra, sanatsal yetkinliğe ve duyarlılığa ulaşmış olmalıdır. Gözlem, algı ve farkındalık yaratan tutumu ile düşünmenin sınırlarını zorlayabilmeli, yeni bakış açısı ya da farklı bir yaklaşım ortaya koyabilmelidir. Diğer taraftan, şiirsel derinliği çözümleyecek, şiirin üzerindeki şair tarafından kurulmuş sanatsal perdeyi kaldıracak olan yine eleştirmendir. Şiiri açık açık söyledikleriyle değil, söylemeyip aslında birikimim gereği ben bunları söylemek istiyorum dediği kapalı alanları da değerlendirecek olan eleştirmendir.

Sanatçı kitlesinin elinden tutacak, çözümleriyle yön gösterecek, değişim sağlayacak, yapıtlarının tanıtımına kolaylık sağlayacak, hak edenin hak ettiği alkışı almasına gönül desteği verecek, kurumsal bir eleştiri kültürünün varlığından söz edemeyiz. Sosyal medya organları, eleştiri yazıları, kitap ve dergi gibi dokümanlardan, söz ettiğim konunun bu hava içinde gerçekleşmediğini anlayabiliyoruz. Bu sorun, yalnızca bu coğrafyaya ilişkin bir sorun gibi görünmüyor. Sanatçı bireyseldir. Bu yadsınamaz; ancak gerek aynı işi yapanlar gerek eleştirmenler arasında, sanatın dikte ettirdiği eğiticilik ve gelişim kültürü kurumsallaşmalıdır. Açık söylemek gerekirse kurumsallaşmanın ve bütünleşmenin önündeki engel, sanatçı kimliğinin içinde gizlidir. Olmazsa olmaz ortak kabullerde buluşabilmek, olgun ve yetkin insan işidir. Ego, artık çağımızda daha naif biçime dönüştürülebilir. Yıllardan beri didişme içinde olan sanatçı egosu, ehlileşmek zorundadır; çünkü gelişime ve değerler dizgesindeki dönüşüme zarar verdikleri gibi kendi gelişimlerini de engelliyorlar. Sanat dünyası, buna koşut şiir dünyası, o kadar geniş bir alandır ki hiç kimse kimsenin alanına istese de giremez. Bir eleştirmen, şiirin içinde oluştuğu toplum ve toplum bireyleri ve şair ile hesaplaşmak yerine şiirin şiirsel değerini ve etkisini açığa çıkarmaya yönelmelidir.

Söz açılmışken, sanatçının sanatçıya karşı hoşgörüsüzlüğü, aşağılaması ve eserlerine bilerek beğenmemezlik tavrı sergilemesi, günümüzde ciddi bir psikolojik sorun olan ve yayılagelen rahatsızlık türüdür. Beğenisizlik, diğer adıyla kıskançlık, sanatçıyı çok bilgili ve üst seviyeye ulaşmış insan izlenimine taşımaz. Bu tür davranışlar; şairin algı, düşünme, anlama ve yargı yetisinin yetkinliğe ulaşmadığını gösterir. Eğitilmemiş davranışlar, ister istemez sanatçıyı bencilliğe götürür. Kültürümüz ve yetişme tarzımızın bizi zorladığı takıntı ve saplantılarımız, toplum olarak oldukça fazladır; kıskanırız, çekiniriz, kendimizi yüksek görürüz, beğenmeyiz, hor görürüz, açığa çıkarılmış bilgiyi sorgulamak yerine hemen reddederiz vb. daha bunun gibi birçok sıkıntı doğuran rahatsızlıklarımız vardır. Her insanın kendine özgü iyi ve kötü tarafları vardır, ancak aynı gemideyiz ve sanatsal dünyada kimsenin yerini bir diğeri alamaz. Aydın insan dediğimiz, sanatçı dediğimiz profesyonel insanların arasındaki bu olumsuz durumlar nedendir? Kısacası bu kavga hangi entelektüel ve çağdaş aklın kavgasıdır?

Sanatsal gelişimi kötü yönde etkileyen çok önemli bir konunun altını kalın çizgilerle çizmeliyiz. Taraftarlık, görüş farklılığı ve önyargı; bir yere kadardır üretilmiş bilgi karşısında. Kendisini yetkin gören sanatçılar, gençler ve adı magazinsel olmayan kişilerce ortaya konan bilgi ve sanatsal olguları kabul etmemek ve üretilmiş yeni bilgiyi almamak için aşırı bir direnç göstermektedirler. Açıkçası ben bilirim tutuculuğu. Daha doğrusu küçümseme, hor görme, sorgulamadan yok sayma gibi ben büyüğüm tavırlarıdır bunlar. Tedavi edilmesi gereken çok yaygın bir hastalıktır. Her bilgi, allı güllü duvaklı olarak büyük ve ünlü kişilerden doğmaz, iyi bilgi magazinsel değildir dostlar. Sanatsal ve şiirsel bilgi kamusaldır, metinler arasıdır, evrenseldir, dinamiktir, farkındalıklı algı, özgün anlamlandırma ve yargılamanın sonucudur. Gençlerin dünyayı okuma ve görme biçimleri bizlerden daha yetkin ve daha olumludur. Yetkin ve olgun zekâlar, magazinsel olmaktan uzak dururlar. Ortaya konan sanatsal bilgi veya kuramı, önce okur olarak okumakta yarar vardır. Şair önce okur olmalıdır.

Söz cimriliğine girmeyeceğim, açıkça söylemeliyim şiir eleştirisine ilişkin düşüncemi. Artık dedikodu tarzının ilerisine taşmış ve saplantı haline dönüşmüş düşün ayrılıklarının, bölünmüşlüğün, çekememezliğin, kayırmacılığın, kotarmacılığın, dilsel şiddetin, saldırganlığın, bencilliğin, beğenmezliğin baz alındığı bir yaklaşımdan söz ediyorum. Sanatta eleştiriyi, sözlük anlamı üzerinde düşünmemek gerekir. Eleştirinin en önemli işlevlerinden biri, yapıtın esrar perdesini açmak yanında sanatçıya cesaret zerk etmek, motivasyon sağlamaktır bana göre. Çiçeği burnundaki şaire yenidünya kapılarından giriş için sırasını beklemesini değil, ona kapıları zorlaması için mücadele gücünü artırmasını önermektir. İnsan varoluşunun en önemli ereklerinden biri, kendisinden sonraki kuşağa en güzelini ve en güçlüsünü aktarmaktır. Çevremize baktığımızda şiir dünyasında bu tarzda bir yaklaşım görebiliyor muyuz? Ne yazık ki okyanusta dümeni kırılmış bir gemi gibi…

Sanat tarihine şöyle bir göz gezdirdiğimizde kuramsal, felsefi ve estetik anlamda; akım oluşturan, dönemlere damgasını vuran, sanatsal konularda yeni yaklaşım biçimi ortaya koyan kişiler hem sanatçı hem de akademisyen olan kişilerdir çoğunlukla. Ülkemizde de vardır bu duruma uyan kişilikler. Bu tümceleri, tanık olduğum bir sorunu dile getirmek için kuruyorum: Eleştirmen, akademisyen ve sanatçıların birbirlerinin yerlerini almak, yaratılarını çalmak gibi bir durumları yoktur. Söz konusu kişilerin üretilen sanatı, kasıtlı kötülemesinin, ortaya konan akademik ve sanatsal bilgiyi yok saymaya çalışmasının altında yatan gerekçe nedir? Aydın insana yakışmayan bu tutumların nedeni nasıl açıklanır? Şairi, bu davranış biçimine iten aidiyet duygusu mu, ideolojik saplantısı mı, dindarlığı mı, kıskançlığı mı yoksa çağ dışı kalmışlığı mıdır? Dostlar, sanat bireysel uğraşıların çıktısıdır. Sanat dünyasında ego yüksektir, sanatçının kendini kanıtlama duygusunun getirdiği hırs da yüksektir. Sanatta meta değeri yüksek alanlar vardır, bunun birtakım getirileri de vardır. Üretilmiş, keşfedilmiş kuram, düşün, bilgi ve yeniliğe karşı ne kadar uzak, yok sayıcı ve küçümseyici yaklaştığımızı dergilerdeki magazin içerikli sayfalardan, denemelerden ve eleştiri yazılarından anlayabilirsiniz. Sanatın hammaddesi her şeyden önce bilgidir. Eleştirmen, akademisyen ve sanatçıların birbirini dışlamasının, bilgiye, bilimselliğe ve sanat felsefesine bu kadar uzak durmasının; gerisinde algılanamayan bir şeylerin olması gerekir. Ya da gelişmemişliğin çıplak görünümü.

Eleştirmen, sanatçı ve akademisyen dostlar; üretilen her bilgi ve ortaya konan her yapıt saygındır, kendine özgü ayrı birer değerdir; bunların karşısında alınacak tavır eksik ya da geliştirilebilir yanlarını tespit etmek ve mürekkep yalamış bir insana yaraşır biçimde gerekçelerini ortaya koymaktır. Hem şiir hem de diğer sanat alanlarında, gençlerin ve gerçek sanatçıların bu tip araştırma, inceleme ve eleştiri yazılarına gerçekten çok ihtiyaçları vardır. Çünkü kendim yaşadım aynı sorunu. Şiir sanatını tam anlamıyla anlayabilmek ve bu kitabı tamamlayabilmek için birinci ağızdan yazılmış, yani Türkçe düşünen kişilerin yazmış olduğu altı dolu yeterince kaynak bulamadım. Var olanların çoğunluğu, birer dedikodu katarı.

Bu kitaba eleştirmen ve şiir eleştiri konusunu eklememin nedenlerinden bir diğeri, eleştiri alanının güçlendirilmesi gereğine inanıyor olmamdır. Eleştirmen ve eleştiri olduğu sürece, asimetrik yaklaşım, sanatsal tartışma, düşün açılımları, çoğulcu katılım oluşur. Yeni kuramlar öne sürülebilir ve sanatsal yeni alanların keşfi kolaylaşır. Sanatsal yetenek diyebileceğimiz, duyusal yetisi yüksek sanatçılar ile sezgi ve görme yetisi yüksek sanatçıların ortaya koyduğu yapıtlar, konunun akademik araştırmasını yapan araştırmacıların bilgileriyle bir platformda bütünleştirilmelidir. Bu işi yapabilecek en uygun kişiler de bana kalırsa eleştirmenlerdir. Çünkü eleştirmenler üstlendiği görev gereği, sanatçı ve akademisyenin ortaya koyduğu kuramı okuyabilme, sentezleyebilme, uygulama alanına sokabilme ve birbiri ile karşılaştırabilme yeteneğine sahip olmalarıdır.

Buraya kadar çoğu kaynakta olduğu gibi eleştirmenin genel anlamda görev dağılımını yaptık ve temennilerimizi ilettik. Bunları, sanat ve şiirle ilişkisi olan ve yazmayı seven herkes yapmış zaten. Bu kadar ağır yükü eleştirmene yükledik, peki bu yükün altından eleştirmen nasıl kalkacak?

 Bugün en değerli şiirler olan ama zamanında yüzüne bakılmayan şiirler mi olsun? Ya da sergi salonlarına alınmayan, şimdi değeri tespit edilemeyen tablolar mı olsun gündemde? Asıl soru ve sorunlar burada başlar. Bilimde bile hata payı bırakılır; eleştiride ve değerlendirmede mutlaka eksiklikler olacaktır. Ne var ki nesnel ve olmazsa olmaz ölçütlere ulaşmak gerekir. Eleştiride öznelliği biraz daha aşağıya çekebilmek için bu önemlidir. Eleştiride ölçüt terimini ben söylemiyorum, Attila İlhan ve Mehmet Fuat söylüyor.     

Şiir çözümleme tekniği, şiir eleştirisiyle yakın ilişki içindedir. Eleştiri karar mekanizmasının ilk adımı ve temel dayanağıdır. Benim öngördüğüm ve önerdiğim eleştiri biçimi, bir anlamda olmaz ise olmazlardandır. Eleştirinin bir temele oturtulabilmesi için şiirdeki yüzeysel yapı ve derin yapı; biçim, anlatım, anlam, ses, çağrışım, coşum ve estetik değer; ortaya nesnel olarak konmalıdır. Bunlar nesnel olarak ortaya konmadan yapılan eleştiri bana göre duyguyu devreye sokmaktır ki duygu kişinin sabah uyanış tarzına göre değişiklik gösterebilir. Her ne kadar deneyimli eleştirmenlerin görüşüne aşırı önem verilirse de bu önem, duygularına değil, onun deneyiminden edinilmiş olan sezgi gücüne güvendir. Böylesi bir güven, normal bir güven duygusudur; ancak asla bir yapıtın özgül eleştirisi için yeterli koşulları sağlamaz.

Oscar Wilde, “Yetkin eleştiri, sanat eserini anlatmaya çalıştığı şey açısından değil yarattığı etkiler açısından inceler” der. Açık konuşalım sevgili okurlar. Eleştiri üstüne yazılan pek çok deneme, makale, yorum ve kitap okudum. Ödül verilen kitapları, değerlendirme üyelerinin tutumlarını ve ödüllere karşı hoşnutsuzlukları hepimiz biliyoruz. Şiir eleştirisi ve ödül konusu, şiirin ve sanatın bedeniyle ve sanat bilinciyle uyumlu değildir. Ülkemizde diğer alanlarda olduğu gibi eleştiri ve ödüllendirme konusunda kör topal uygulamalar vardır. Biz, şimdi ne dersek diyelim, bunlar değişmeyecektir. Çünkü bunlar; toplum bilinci, sanatçı bilinci, çağdaşlık, adalet, dürüstlük ve tarafsızlık gibi kavramlarla doğrudan ilgili konulardır. Bu sorunların, yazar ve şairler tarafından dile getirilmesi, en azından zamanla şiir dünyasında algı değişimini hızlandırır, diye düşünüyorum.

Sanatın durumunu daha nesnel görebilmek için, yarışma, ödül ve eleştiri dünyasına bakmakta yarar vardır. Çünkü bu alanlardaki uygulama ve edimler, nesnel sonuçtur ve bakışın somut kanıtıdır. Pek çok eleştiri kitabını, yarışma biçim ve içerikleri ile ödül alan yayınları olanaklarım el verdiğince inceledim. Magazinsel, popülist, ideolojik tutumlardan köşe kapma yarışına kadar, eleştiri ve beğeni dünyasında olmaması gereken olaylarla iç içe olduğumuzu somut örneklerle anlatmaya gerek yoktur. Oysa bir yapıta sanatsal gözle bakmak, onu varlığı içinde değerlendirmek, sanatsal etkisi ve yaratıcılık yeteneği ile ele almak, pek çok tartışmayı önleyecektir. Ne var ki insan dediğimiz varlığın; duygu, hırs ve düşünce dünyasını ben ve benim kabullerim üstündür kaygısından kurtarmak kolay değildir. Bu tip tutum ve duygu durumları, ancak ve ancak kültür, bilgi ve eğitimle ehlileştirilebilir.

Ülkemizde hemen hemen bütün sanat dallarında, yapıtın tüm varlık katmanlarını daha nesnel ortaya çıkaracak sistemli ve kuramsal bir eleştiri yaklaşımının olduğunu söyleyemeyiz. Akademik eğitimi olan, köklü sanat alanına dönüşmüş ve kendi eleştirmenini hem akademik hem de pratik anlamda yetiştirmiş olanları, bu söylemin dışında tutmak istiyorum. Örneğin sinema, tiyatro gibi. Çünkü akademik eğitimi yanında ömrünün sonuna kadar pratik eğitimi olan sanatçı ve eleştirmenler hakkında konuşmak bizlere düşmez.

Eleştiri kuramları veya yaklaşımları, tıpkı sanat akım ve kuramları gibi açık dokulu tanımlamalardır. Bunlar, yapıtın sahip olduğu tüm duyusal ve nesnel varlık dünyası ile yapıtın gerisinde yatan sanatçı imgelem dünyasını çözmeye yetmez. İster okur merkezli ister sanatçı merkezli ister yapıt merkezli eleştiri kuramları olsun; yapısal, izlenimci, kuralcı, olgucu, nesnel, öznel hangi tür eleştiri kuramını kullanırsanız kullanın; eleştiri sonucunda mutlaka bir yanı açıkta kalacaktır. Çünkü bir yapıtın doğumu ve varlığı, yalnızca sanatçı, yapıt ve okur merkezli değildir. Toplumsal, evrensel, yerel ve kültürel pek çok olgu sanatı yapan ile izleyenin artalanında yerleşmiş birikimdir. Örneğin bu değer ve veriler, şiirin yazılmasına etkisi olduğu kadar şiirin, okuru ele geçirmesi için de etkilidir.

Konuya başka bir açıdan bakarsak bir yapıtın, yoğun beğeni alması veya ticari değerinin yüksek olması, estetik değer taşıyor olduğu anlamına gelmiyor günümüzde. Çok yüksek rakamlarla el değiştiren tablolara bakınız. İsim ve zaman dışında, soyut ya da somut sanatsal derinliği olan akranları ile aralarında estetik anlamda çok farkın olmadığını göreceksiniz. Ne var ki yapıta psikolojik, sosyolojik ve ekonomik yönelimlerin etkisini de kullanarak ün, isim, çevre ve tarihsellik gibi olgular bağlamında yapay sanatsal değer yüklenmektedir. Yapıt, ün ve tanınmışlıktan ziyade estetik değer taşıması ve estetik kaygıyı uyandırması açısından ele alınmalıdır. Estetik katmanında durumsal estetik değer tabakası adı altında bir bölümü inceledik. İşte bu tabakayı incelemekteki maksadım, zamansal ve uzamsal olarak neyi nasıl gördüğümüz; neye, niçin değer biçtiğimiz; neyi, niçin güzel gördüğümüz konusunu kısmen tanımlayabilmekti. Bir yapıtın, yüksek ticari değere sahip olması, çoğunlukla güzel ya da olağanüstü olmasıyla ilgili değildir. Çoğunlukla algı yönetimi veya birkaç yıl sonra simsarların beklentisi olan değer kazancı ile de ilgili olabilir. Reklâm denen olgunun, benim deyimimle algı çeldiricinin, diğer ismiyle zihin kontrol tekniğinin; insan üzerindeki etkisini hemen hemen her sektör ve ticari yapı yoğun olarak kullanmaktadır; bir yerde adına propaganda denir, bir yerde ürün tanıtımı denir, bir yerde ışıklı galerilerde sergi denir, başka bir yerde de reklâm denir. Başka türde ifade ediliyor olsa da reklâm, sanat dünyasında oldukça etkin ve etkilidir. Sonuç olarak ticari ve sanatsal reklâmlar, günümüz insanında bilinçli yapılandırılmış olan, hırs ve tutkuları ile bilgisizliğini kullanır. Ne yazık ki bilinçli olarak yapılandırılan hırs ve tutkuların gölgesinde estetik değer algısı ve estetik değer yargısından söz ediyor olmamız da ayrı bir talihsizliktir.

Şimdi konuyu biraz daha özelleştirelim ve şiir çözümleme tekniğini esas alarak genel anlamda eleştiri açısından neler yapılabilir ona bakalım. Kitabın ikinci bölümünde şiir çözümüne esas her katmanın sonunda, eleştirmenin neler yapabileceğine kısmen değindim; bazen de örnek verdim. Şiiri çözümlemek ve eleştirmek için, adım adım izlediğim şiir çözümleme tekniği yeterli olmayabilir. Ayrıca bu tekniğin akış süreci, kurallar bütünü olarak düşünülmemelidir. Zaten bu konu kurallara hapsedilecek kadar dar bir alan değildir. Bunlar, benzer sonuçlara varabilmek için birer yönerge olarak ele alınmalıdır. Şiirde incelenmiş olan yedi katman olmazsa olmazlardır; ne var ki her eleştirmen kendi yoğurt yiyişine göre farklı teknikler uygulayabilir veya geliştirebilir. Şunu belirtmeliyim ki şiir çözümleme tekniği, dilbilim ile bütün alt bilim dalları, sesbilim, sanat bilim, sanat ve eleştiri kuramları ve diğer temel ve sosyal bilimler dâhil bir bilgi kütlesinin üzerine yapılandırılmıştır.

Şiirdeki bileşenlerin kendine özgü ağırlık noktalarını açığa çıkarmadan, deneyim ve sezgi yetisine dayanarak şiirin, etki ve değeri hakkında öznel hüküm verilmesinin bir anlamı yoktur. Nasıl şiirde bağlayıcı bir kural yoksa eleştiride de bağlayıcı bir kural yoktur. Ancak eleştiri, ciddi bir iştir ve şiirin gelişimi için çok önemlidir. Bir anlamda artık eleştirinin şiir dünyasında güvenilir ve çözümsel olması gerekir. Kadın duyarlılığı, erkek yandaşlığı, yoldaşlık, dindaşlık, dostluk, akrabalık eleştirinin baş düşmanıdır. Sanatta bilim genelde yadsınır; ancak ben yine de bilimsel terimini kullanacağım. Eleştiriye artık bilimsel açıdan yaklaşmak durumundayız. Sanatın ve şiirin temel malzemesi olan her bir bileşen, ayrı birer bilim konusudur; örneğin dil, ses, psikoloji vb. gibi. Çağımızın değerler dizisine; kültür, bilgi ve bilimsel disiplinlerine yeterince egemen değilseniz; eleştiri ve şiir yazılarında ileri süreceğiniz her kavramın anlamsal görünüşünün sırıtabileceğini dikkate almak durumundasınız.

Bir yapıt ya da bir şiir hakkında; yorum yapmak, güzel ya da ortalama demek olasıdır. Ne var ki bu çalışmada vurgulamaya çalıştığım şey, eleştirinin öznel yargıdan ziyade nesnel ölçütlerin ağırlığı oranında ve yapıtın etkisi bakımından ele alınması ve ona göre geri bildirimde bulunulmasıdır. Şiir eleştirisinde, hatta bütün sanat eleştirilerinde öznel yargı devreye girmek zorundadır. Bunu biliyoruz. Biraz şiir bilgisine sahip herkes, bunun yanında okur bile kendine özgü ölçütlere dayanarak öznel yargıda bulunabilir. Böyle bir eleştiri; şiirin gelişimi, etkinliği ve şiir sanatının şekillendirilmesi açısından sağlıklı bir sonuç üretmez. Beğeni çokluğu, yalnız şairi cesaretlendirir ama onu geliştirmez, göremediklerini görmesini sağlamaz; nesnel, duyusal ve metafizik dünyanın kapılarını aralamak için yeterli olmaz. Eksiğinin, etkisinin ve tırmalayıcı yönlerinin ayırdına varmasını sağlamaz.

Şiir, sözle okur zihninde görüntü yaratmaktır. Bunun adına imgelem-imge-imgelem süreci de diyebilirsiniz. Şiirsel anlamda duyusal/gerçek görüntü ortaya koymak ve sanatsal bir görünüşü elde etmek için dil ve düşünme biçimlerini asimetrik kullanmak gerekir. Bu kullanım tarzını da okumak, onu açmak ve görünür kılmak için eleştirmenden daha entelektüel bir yaklaşım beklenir. Daha entelektüel bir yaklaşıma, asimetrik düşünme ve yetkin görme biçimine sahip olmak, gerçek anlamda kültürel, bilimsel, yazınsal birikime ve sezgisel güce gereksinim duyar.   

Berna Moran’ın “Edebiyat Kuramları ve Eleştiri” isimli kitabı ile Tahsin Yücel’in “Eleştiri Kuramları” isimli kitabında, dünyada ve ülkemizde uygulanmış eleştiri kuramları ayrıntılı olarak incelenmiştir. Bu kuramların, bir şiiri hem sanatçı açısından hem okur açısından hem de yapıt açısından, bunun yanında şiirin duyusal ve nesnel katmanlarını değeri ile etkisi açısından bir bütün olarak açmaya, değerlendirmeye yeterli olmayacağını söyleyebilirim. Çünkü çoğu eleştiri kuramı, belirlediği bir açı ve düzlem üzerinden hareket alıyor ve ortaya nesnel bir yöntem koymuyor. Genel anlamda kanaat ve yöntemler ileri sürüyor; ne var ki hem sanat eserinin derin, ön ve arka yapısını hem de nasıl bir yaklaşım gösterileceğini sistematik olarak belirlemiyor. Şiir çözümleme tekniği ile yapamaya çalıştığım şey, bir şiirin iç ve dış organlarını, ortam, okur, şiir ve şairin yaşamsal düzlemini görünür kılacak verileri ortaya koymaktır. Sıtkı M. Erinç’in dediği gibi sanat eseri üçlü sacayağı üzerine oturur. “Eser, izleyici ve sanatçı.” Ancak ben buna bir kavram daha eklemek istiyorum; o da “durumsallık”tır. Durumsallıktan kastım; zaman, uzam ve kültür değerleridir. İşte bu dörtayak, bir yapıtta temel belirleyicilerdir. İzleyici ve sanatçıyı, eleştiri veya bir yapıtın çözümü için ele aldığımızda, toplumsallıktan, evrenselliğe, yerellikten kişiselliğe kadar daha pek çok ölçüt bir ek çarpan olarak yer alacaktır.  

Şiir çözümleme tekniğini, şiir eleştirisinde nasıl kullanmalıyız? Çözümleme aşamalarına sınır getirmeden, eleştiriyi kuralcılığa zorlamadan ve eleştirmene ne yapacağını söylemeden neler yapabiliriz? Öncelikle yapıtta var olan katman, tabaka ve eksenler ayrı ayrı incelenmeli ve eleştirmenin deneyimleri ışığında ele alınmalıdır. Ne var ki çoğu eleştirmen, şair ve okurun şiir anlayışı, şiire bakışı ve beklentileri farklıdır. Şiir çözümleme tekniğinin işlem sırası, kitapta izlendiği sıra ile uygulanmasının yararlı olacağını düşünüyorum. Çünkü bu sıralama ve akış, üzerinde çok düşünülmüş bir algoritmadır. Yine de eleştirmenin yoğurt yiyişine bağlı olmakla birlikte bu sıra ve akışa kendi deneyimini de katarak incelemeye giderse yararlı olur kanısındayım. İşlem ve sıra açısından bu yöntem, şiir anlayışı, şiirsel yönelim ve herhangi bir eleştiri kuramını esas almamaktadır. Sanat bilimi ışığında şair, şiir okur ve uzam dörtgeninde en geçerli ve verimli sıra ve yöntem ne ise onu bulmaya çalışır. Çünkü bir şiirde olması gereken fiziksel dört katman ve duyusal üç katmanın varlığı, yadsınamayacak ve yokluğundan söz edilemeyecek kadar net ortaya konmuştur. Adı geçen katmanlar tek dizelik bir şiirde bile var olan katmanlardır. Bu katmanların birbiri ile ilişkisinden doğan sinerji sayesinde şiir sanatsal nitelik kazanır.

Bilindiği gibi şiir üç ana sütun (katman) üzerine kurulur; bunlar “anlam, anlatım ve ses”tir. Bu sütunlar, nesnel ve fiziksel katmanlardır. Bir şiirde aynı zamanda duyusal katmanlar vardır ve bunlar birbiri içinde ve birbirini ivmeleyerek toplam sinerjiden sanatsal anlatımı doğururlar. İşte şiirdeki hem duyusal hem nesnel hem de biçimsel katmanları bir bütün ve birbirine etkileri açısından incelemek ayrı bir sanat çözümleme tekniği gerektirir. Yani yukarıda söz ettiğim şiir çözümleme tekniğini gerektirir. Bu teknik, bir şiiri her açıdan inceleme esasına dayanır. Bu esaslar çerçevesinde şiirin etkisini, yetkinliğini, anlam, anlatım, çağrışım, ses, coşum değerlerini insan bilimleri ve estetik bilimi açısından bir bütün olarak ele alır. Sonuç olarak bir şiirin estetik değerini, şiirsel değerini ve kalıcılık değerini ortaya koymaya çalışır. Dinamiktir (devimsel); her akım, her ekol ve her yaklaşım biçimine karşı sınırlamaksızın yanıt verebilme yeteneğine sahiptir.

Takdir edersiniz ki sayısız biçimde şiir çözümleme tekniği ve yöntemi üretilebilir, ancak bir şiirde olmaz ise olmazlar ele alındığı zaman çözümleme konusunda birbirine yakın sonuçlara ulaşılacağından eminim. Daha önce dediğim gibi benim bu kitapta ne söylediğim çok önemli değildir, nasıl anlaşılacağı ve okurda nasıl etkileyeceği önemlidir. Şunu açık yüreklilikle söyleyebilirim: Üç temel bilim, sosyal ve insani bilimler ile sanat biliminin deneyimsel sonuçları ve bilgisinden yararlanarak bir yoruma ulaşmaya çalıştım. Çok basit bir konu bile bilimlerin deneysel sonuçlarına yaslanmadan açıklanamaz. Çünkü dünyada temel bilimlerin açıklayamadığı pek çok konu (henüz bilimin açıklayamadıkları hariç) bence algılar ile ilgilidir, gerçekle değil. Özellikle edebiyat dediğimiz dil sanatı, üç temel bilim, sosyal ve insan bilimleri ile sanat bilimine yaslanmadan açıklanamaz; ben açıklarım diyebilmek neyi bilmediğini bilmemektir.

Şiirde var olan katmanların ayrıntılarını, olabilirlik sınırları içinde belirli bir sıraya göre ele aldım. Çözümlemede ele aldığım tüm konular bu teknik içinde uygulanabilir veya göz ardı da edilebilir. Katman incelemelerinde şiirin bünyesinde var kılınması gereken pek çok şeye kitabın hacmi gereği değinmedim. Bu arada bir katmanın öz ve içeriğinin anlaşılabilmesini sağlayıcı verileri de verdiğimi düşünüyorum. Her şeyden önce belirttiğim yedi katmanın varlığının ortaya konması ve bunları ayrıştırılabilir tabaka ve eksene ayrılması bile önemlidir ve bir ilktir. Şiir çözümleme tekniğindeki katmanlar ve bunların alt tabakaları ile çözümleme aşamaları, bir şiirin ne olduğu konusunda doyurucu kanıtlar ortaya koyabilme yeteneğine sahiptir. Şiir çözümleme akışı, nesnel eleştiriyle birlikte bir şiirin, ne olup olmadığının anlaşılması için esaslar içerir. Şiirin, ne olup olmadığını sorgulamak isteyen birisi, katmanları ve onun alt tabakalarını ayrıntılı olarak incelediğinde bir şiirin duyusal ve gerçek yapısını zihninde çırılçıplak görebilir.

İster şiir çözümleyici ister eleştirmen olsun, şiir çözümleme tekniğindeki katman sıralamasına ve kapsamına uymak zorunda değildir. Bu teknikte esas alınan katman ve tabakalar, bir şiirde olması gereken hatta çoğu sanat eserlerinde olması gereken en az öğelerdir. Bu teknik, geleceğin estetik değer yargısına, zamanla şiirde arzu edilecek beklentilere, şairlerce getirilen yeniliklerle sanatta olabilecek anlayış değişikliklerine, yanıt verebilmek için hazırdır. Bu nedenle, verilen hiçbir şey kesin ve değiştirilemez, dönüştürülemez değildir. Bana göre çözümleme tekniği, gelişime ön ayak olmalı ancak eleştirmeni bağlayıcı ve sınırlayıcı bir tutum takınmamalıdır. Eleştirmen, daha deneyimlidir ve bu söylediklerimize pek çok şey ekleyebilir, geliştirebilir ve sanat anlayışıyla bazı konuları genişletebilir.

Amacım burada kuralcı bir yaklaşım sergilemek değil; eleştiri ve şiir hakkında verilecek güzel ya da güzel değil kararını daha nesnel boyuta taşıyabilmektir. Özellikle şiir konusunda, eleştirmenin öznel yaklaşımlarını bu teknikle somutlaştırabilmektir. Çünkü bu teknik, daha önce de belirttiğim gibi şairin, okurun ve eleştirmenin öznel yargılarını da güçlendirecek işlenebilir bilgi örüntüsüne sahiptir. Her katman sanat biliminin gözünden ele alınmıştır. Şiirin son ereği olan estetik değer yaratma konusu, estetik araştırmaları ve estetik bilimi açısından özellikle ayrıntılı incelenmiştir.  

Eleştirinin asıl hedefi okur değildir; eleştiri okuru bilgilendirmek, ilgisini çekmek ve eserin örtük alanlarını onlara görünür kılmak olabilir. Ne var ki eleştirinin asıl hedefi, şiirin evrimi ve aynı işi yapan meslektaşlarının gelişimidir. Eleştiri ve eleştirinin eleştirisi, aynı zamanda bir eğitim ve öğretim biçimidir demek daha doğrudur.

Sonuç olarak bir şiiri eleştirebilmek için dünya şiir tarihine ve Türk şiir bilgisine sahip olmak yetmez; bunların yanında sanat bilimi ile sosyal ve insani bilimlere en azından temel prensipler bağlamında güçlü olmayı gerektirir. Daha önce söylediğim gibi bir dize bile evren, yaşam ve insan arasındaki ilişkinin elekten geçirilmiş zihinsel özüdür. Bu özü kavrayabilmek, sezdirilen olguları tanımlayabilmek, bilgi birikiminin doğurduğu bilinç, algı ve sezi yetisini gerektirir. Artık şiir ve sanat salt doğanın ve insanın gerçekliğinden üretilmemektedir; aynı zamanda düşüncenin ve düş gücünün soyut-gerçek ötesi tasarımlarından görüntüye taşınmaktadır. Duyusal dünyaya nesne ve nesne olmayan tasarımlar üzerinde görünüş vermektir.

Saf imgelemden saf sanata, şiir çözümlemesinden eleştiriye kadar olan serüvende birkaç öneri ve bilinen bilgileri yineleyen uzun soluklu bir metin okudunuz. Tam da burada kitabımın maksadını gerçekleştiren bir konuyu daha ileri sürmeliyim. Bu incelemenin ana konusu, şiir veya sanat yapıtlarının nasıl çözümleneceği ve bu teknikle geri destek sisteminin, diğer bir deyişle eleştiri sisteminin nasıl kurulacağı ile ilgilidir. Bu nedenle şimdi, eleştiri sisteminin esasına yenilik getirecek bir konuyu burada vurgulamalıyım.

 

Katman Edebiyat Eleştiri Kuramı:

 

Şiir çözümleme tekniği, katman yöntemine dayanır. Bu yöntem, yalnızca şiir için düşünülmüş değildir. Sanatın varlık katmanlarını ve özeliklerini daha belirgin taşıdığı için bu teknikte şiir seçilmiştir. Ayrıca şiir ve şiir felsefesi, üzerinde uzun süre araştırma yaptığım bir alandır. Her tür sanat yapıtının çözümlenmesi ve eleştirisinde katman yönteminin kullanılabileceğine dair somut veriler ortaya koydum. Kitabın ikinci bölümünde ele aldığımız şiir çözümleme tekniğini ve katman yöntemini, edebiyat bilimi açısından farklı bir alanda ele almak istiyorum.

Çoğu eleştirmenin söylediği gibi, “Şiiri okuduğunda bir şeyler uyandırıyorsa ve biraz imge, biraz bağdaştırma, biraz da benzetme içeriyorsa şiir güzeldir diyebiliriz” demek bir değer taşımaz. Şiir, bir sanat yapıtıdır; karmaşık bir yapıya sahiptir. Her şeyden önce şiir; insanın okuyabildiği, duyabildiği ve sezebildiği dünyanın, yani imgelem gücünün nesnel halidir. Şöyle söyleyelim; şiir, bir sanat yapıtı ise önce şair, sonra şiirin kendisi, daha sonra sırasıyla okur imgelem uzamı ele alınmalıdır. Ortam, zaman, okur estetik algısı, dil ve düşünce gibi kendi disiplinlerini taşıyan olmazsa olmazlar, birlikte düşünülmelidir. Ortam ne kadar şiir üzerinde etkiliyse zaman da benzer oranda etkilidir. Öyleyse bildiğimiz okur, yapıt ve sanatçı odaklı eleştiri kuramları ile deneyime dayanan pratik eleştiri yöntemleriyle, şiir gibi devasa bir sanat yapıtını eleştirmek sağlıklı olur mu, bunu kendimize sormalıyız. Mevcut yaklaşımlarla şiirin örtük alanlarının açığa çıkarılması; şairi ve okuru geliştirici değer yaratması; eserin etkisinin belirlenmesi, şiirin estetik değeri, coşum değeri, ses değeri ve anlam ve anlatım gücünün ortaya konması; teknik olarak olası mıdır? Bu konu ayrıntılı tartışılması, şiir açısından önemli bir başlangıç olmalıdır.

Eleştirinin eğitim anlamında bir işe yaramasını, sanatta düzeltici/geliştirici geri bildirimler sağlamasını, şairin sezemediği, göremediği dilsel ve sanatsal alanları ortaya koymasını istiyorsak çözüm bulmalıyız. Deneyime dayalı öznel eleştiri veya kişinin algı ve yargısına bağımlı parça bölük değerlendirmeler ile olacak bir iş değildir eleştiri. Ne yaparsak yapalım ama konuya biraz bilimsel bakalım ve eleştirinin daha nesnel yapılabilmesi için sistem geliştirelim. Çünkü modern üretim ve tüketim sistemlerinin tamamında geri bildirim ve düzeltici önlemler olmaz ise olmazlar arasındadır; önceliklidir. Gelişime ve beğeniye yöneliktir. Kaldı ki söz ettiğimiz konu estetik değer taşıması ve estetik kaygı uyandırması gereken şiirdir. Hedef insandır, maksat insanda duyarlılık ve sevgi yaratmaktır. Niteliğe, beğeniye, kalıcılığa, sanata, şiirselliğe ve çağdaş şiire varmanın ölçütlerinden biri de güçlü ve bilimsel eleştiri ile eleştirinin eleştirisidir. Eğer biz eleştiriye daha sanatsal ve bilimsel gözle bakmazsak bugün olduğu gibi ‘ahbap çavuş’ ilişkisini aratmayan kitap kutlama törenleri, tanıtım yazıları, şiir ödülü görünümünde taraftarlara gülücük dağıtma alır başını gider. Dilsel, sessel, şiirsel ve sanatsal nitelik taşımayan dizecikler, şiir diye eleştirmenlerimizin terkisinde serseri mayın gibi dolaşır.

Şiire güzel demenin bir ölçütü yoktur; güzel değil demenin de bir ölçütü yoktur. Şiire güzel demek, deneyimden doğan sezgiye dayalı bir iştir derseniz, bağışlayın ben buna inanmam. Yeterli imge, bağdaştırma, sapma, benzetme vs. gibi şiir sanatının olanaklarını içinde barındıran bir şiire de güzel ya da şu şiirden daha iyi diyebilmek öznel bir sonuçtur. Sağlıklı bir eleştiriden söz edeceksek, şiirdeki etkinliği, yetkinliği ve estetik değeri sanatın öngördüğü ölçütlerle tartmak zorundayız. Taraftarlığın önüne geçeceksek, katı aidiyet çemberini kıracaksak, tekel olmaktan vaz geçeceksek ve bu işi şiir, sanat adına yapacaksak; şair ve şiirin gelişimi için içtenlikli olmalıyız. Bir yapıt veya bir şiiri “salt anlam” açısından ele aldığımızda bile, işin içine anlam bilim, gösterge bilim, dil bilim, fen, sosyal ve insan bilimlerinin tamamı bir çarpan olarak karşımıza çıkmaktadır. Şairin imgelem gücünün düşünce ile anlama, oradan dille imgeye dönüşmesi, daha sonra imgelerin okurda algılanıp tekrar imgelemle estetik kaygıyı uyandırması önemli bir süreçtir. Bu süreç kendi disiplinleri altında incelenebilir ve ondan sonra yararlı bilgi olarak geri bildirim sağlayabilir. Tabii ki şiir eleştirisine bu açıdan bakmak, şiirin sanat ve insan yaşamında ne anlama geldiğini duymak ve görmekle ilgilidir. Duyguların anlatıldığı bir söz yumağı olarak bakarsak şiire, eleştiriye gerek yoktur. Eleştiriyi, sanatların temeli olan şiir sanatı açısından ele alırsak, durum bugün yaptığımızdan daha fazla ciddiye alınmak zorundadır.

Roman, öykü, deneme, şiir gibi edebiyat eserlerini, katman tekniği ile çözümleyebiliriz. Bu metinlerin çözümünden elde ettiğimiz sonuçları, daha nesnel bir eleştiri yapabilmek için kullanabiliriz. Şiir çözümleme tekniği; şair, şiir, ortam ve okuru içsel ve dışsal olarak her yönüyle ele almaktadır. Şiirdeki varlık katmanlarını ayrıntısıyla her açıdan incelemektedir.

Bir yapıttaki duyusal ve nesnel varlık alanları, şiir çözümleme tekniğinde olduğu gibi katmanlara ayrılabilir, her bir katman kendi sınırları içinde ve birbirleriyle olan ilişkisi açısından ayrıntılı incelenebilir. Örneğin şiirde var olan yedi katmanın öyküde de var olduğunu söyleyebiliriz. Roman için de aynı durum söz konusudur. Hatta roman ve öyküde çok ayrıntı gerektirmediği için ses katmanını daha yüzeysel ele alabiliriz; bunun yerine karakter yaratma konusunu ayrı bir katman olarak inceleyebiliriz. Bu tür yaklaşımlar, eleştirmen ve sanat türünün yapısallığına bağlıdır. Sonuç olarak katman belirleme ve çözümleme akış süreci hem sanat dalına hem de eleştirmen anlayışına bağlı dinamik bir süreçtir. Katman yöntemi gerek akış süreci gerek değerler dizgesi ve gerekse sonuçları bakımından iyi bir algoritmadır. Çözümleme yapacak kişiden özellikle bazı bilim dallarında yetkin olmayı bekler; örneğin sanat psikolojisi ve estetik bilimi gibi…

Eleştiri yapıyorsak, yapıtı ve onun varlık katmanlarını, taşıdığı değerler bağlamında ilgili disiplinlerle ayrıntılı inceleyip bir sonuca çıkarmalıyız. Şiir çözümleme tekniğinde belirlediğimiz esasları katman tekniği ile herhangi bir yapıt/şiirin üzerinde uyguladığımız zaman onu, bilimsel olarak çözümleyebiliyoruz ve eleştiri için sonuçlar elde edebiliyoruz. Örneğin bir romanın bütün varlık katmanlarını bu yöntemle çözümleyip eleştiri için nesnel ve az da olsa öznel sonuçlar üretebiliyoruz. Bir yapıt üzerinde düşündüğümüzde bu yöntem bizi, genellenebilir, denenebilir, açıklanabilir, gözlenebilir, değişime yanıt verebilir ve sınıflandırılabilir sonuçlara götürmektedir. Katman çözümünden elde edilen sonuçlar, sanat bilimi ve ilgili disiplinlerin gözünden elde edildiği için bunlar; nesnel, somut, güvenilir ve daha duyusal/soyut verilerdir. İşte bu süreç ve gerekçelere dayanarak katman yöntemi, bizi bir kuramın varlığına götürmektedir. Bu yöntem, aynı zamanda eleştirinin tüm aşamalarında kullanılabilir bir katman eleştiri tekniği olduğunu gösterir. Öyleyse şiir çözümleme tekniğinin altyapısını teşkil eden katman çözümlemesi, edebiyat eleştiri kuramı olarak ele alınabilir. Başka bir deyişle katman çözümleme yöntemi, edebiyat eleştirisi için belirli bir yaklaşıma, iç kurallar bütününe ve eleştiriye içkin değerler dizgesine sahiptir. Bu özelliklere sahip eleştiri sistemine, Katman Edebiyat Eleştiri Kuramı diyelim. Çözümleme ve eleştiri sürecini incelediğimiz zaman Katman Edebiyat Eleştiri Kuramı, daha nesnel ve ayakları yere basan bir “dil sanatları çözümleme ve eleştiri sistemini” oluşturmaktadır.

         Bu kuram, şiir çözümleme tekniğini esas alarak her tür dil sanatı üzerinde uygulanabilir, izlenebilir ve genellenebilir sonuçlara yönelmektedir. Ayrıntılarını ortaya çıkarabilmek için, özellikle “şiir sanatı” ele alınmıştır; çünkü şiir duyusal ve nesnel yapısı bakımından, sanat eserlerinde olması gereken tüm katmanları görünür biçimde içinde taşır ve bunlar, şiir sanatı ile daha kolay açıklanabilir. Yapıtların tamamında, nesnel ve duyusal olarak var olan içsel ve dışsal varlık katmanlarını şiir çözümleme tekniğine dayanarak sanat bilimi, sosyal ve insani bilim veriler ışığında görünür kılmaya çalışır. Şiir Çözümleme Tekniği, şiiri katmanlara ayırır, katmanları da tabaka veya eksenlere ayırarak ilgili tabakaları kendi disiplini içerisinde şair, okur, eser, zaman ve ortam çarpanlarını dikkate alarak çözümlemeye yönelir. İşte Katman Edebiyat Eleştirisi, Şiir Çözümleme Tekniği ile daha nesnel, daha tarafsız, bilimsel ve sanatsal eleştiri biçimidir.

Sonuç olarak, “Katman Edebiyat Eleştiri Kuramı” genellenebilir, izlenebilir, denebilir, kanıtlanabilir ve her uygulamada daha nesnel sonuçlar ortaya koyabilir. Şiir çözümleme tekniği esaslarına dayanır ve katman metodolojisi ile şiirin nesnel ve duyusal varlıklarını açmaya yönelir. Bu kuram, eleştiri için elimize çoğunlukla net ve sanat felsefesinin de öngördüğü sağlam veriler sunar. En azından öznel eleştiri ağırlığını kısmen bertaraf etmeye çalışır.

 

Bu esaslar çerçevesinde eğer bir şiir veya bir şiir kitabını eleştirmek istiyorsak, öncelikle şiir çözümleme tekniğine başvurmak zorundayız. Şiiri, biçim katmanından estetik katmanına kadar ayrı ayrı bilimsel verilerle ele almalıyız. Bu tekniğin şiir çözümlemesinde ele aldığı konular, yaklaşım ve inceleme biçimi, en az hata, en geniş uzagörüm ve ‘en az delilsiz yargı’ esasına dayanır. Eleştirmenin hem sanatsal hem şiirsel hem de diğer sosyal ve insan bilimlerinin disiplinlerine başvurusunu gerektirir. Örneğin şiirin “estetik katmanı”nı incelemek istiyorsak, önce bunu tabakalara ayırırız. Şöyle ki, “şiirdeki estetik değer tabakası, okurdaki estetik algı tabakası ve durumsal (zaman, ortam, bilgi) estetik değer tabakası” olmak üzere üç aşamada estetik biliminin öngördüğü esaslar çerçevesinde ele almak durumundayız. Burada öne çıkan konu şudur; estetik bilimini bilmeyen eleştirmen bu tabakaları istenen ve inandırıcı bir biçimde çözümleyemez. Bu yolla yapılacak bir eleştiri ve sonuçları, şiire olası her açıdan bakmayı, incelemeyi, çözümlemeyi, değerlendirmeyi zorunlu kılar. Şiirdeki her bir katman ile bunların tabakaları, ilgili konunun disiplinlerine ve güncel verilerine başvurmaya zorlar. Sonuç olarak, bu eleştiri yaklaşımı, ikili ilişkileri, ben bilirim yargısını, bizim köydendir ayrıcalığını, öznel eleştiri hatalarını; çoğunlukla bertaraf edebilme yeteneğine sahiptir; güçlü deneyim gerektirir.

Ancak kuram, isimlendirmekle ve bu kuramdır demekle kuram olmaz. Altının dolu olması, eylem sürecinin doğru tanımlanması, bu işin bilimini yapanlar tarafından araştırılması, denenmesi ve sonuçlarına bakılması gerekir. Yalnız “Katman Edebiyat Eleştiri Kuramı” değil, aynı zamanda ileri sürülen “Rastlantısal Anlam Kuramı” ve “Çağrışımsal İmgelem Kuramı” eylemsel süreç bakımından tanımlanmayı, denenmeyi, gözlenmeyi ve olgunlaşmayı bekler. Bu üç kuramı, belirli değerler dizgesine, gözlenebilir bir algoritmik sürece ve kurallar bütünlüğü taşıyor olmasına dayanarak ileri sürdüm. Çünkü bunlar, her durumda zihnen yaşanan ancak tanımlanmamış anlam ve anlamlandırma yelpazesi olarak karşımızda durmaktadır. Geliştirilmeye, diğer edebiyat kuramlarıyla karşılaştırılmaya, sonuçlarının tanımlanmasına gereksinim vardır. Katman edebiyat eleştiri kuramı hariç diğer iki kuram, gerçekte var olan düşünsel bir süreçtir ve Türk sanatında tanımlanmamış bir boşluk olarak karşımızdadır. Benim yaptığım bu boşluğu tanımlamaktır. Sözünü ettiğim kuramları, akademik seviyede ya da bireysel olarak araştırma yapmak isteyen olursa, talep etmesi halinde elimden gelen desteği vereceğimi şimdiden belirtmek isterim. Bu maksatla iletişim adresimi veriyorum; her durumda bu adresten ulaşabilirsiniz.  yoz3319@gmail.com

 

*****

İyi huylu eleştiri, sevgi ve sevginin yoğurduğu bilimsel aklı gerektirir. Bilimsel akıl, kirli bilgi ile temiz bilgiyi birbirinden ayırabilir sağduyulu çözümlemelere sahip çağın önüne geçmiş akıldır. Şair ve şiir eleştirmeni de bu niteliğe sahip şiir işçisidir, öyle de olmalıdır. Bilginin ve bilmenin sınırı yoktur; tıpkı sanat ve şiirin sınırsız bir evren oluşu gibi… Sanat ve şiir dünyasında keşif bekleyen o kadar çok şey var ki bu keşiflerin yapılabilmesi için eleştirmenin de donanımıyla yollara düşmesi gerekir. En önemlisi ise eleştirmenin çağa uygun donanıma sahip olup olmadığıdır. 

Bitirirken şunları da eklemeliyim: Eleştiri, yalnızca bir metin türü değildir; yapıtı tanımlama, çözümleme, değerlendirme ve raporlama sürecidir. Bu kitapta öne sürdüğüm teknik ve kuramlar; ayrıntılı, birbirine bağlı ve sanatın gereklerine göre yapılandırılmış bir akış sunar. Bunların öyle kolay anlaşılır ve uygulanabilir şeyler olmadığını biliyorum. Pek çok sanatçı, şair ve eleştirmen; burada yazılanları gereksiz görebilir. Bunu ortam ve şair profil incelemelerinden anlayabiliyorum. Çünkü öne sürülen teknik ve kuramları anlayıp uygulayabilmek, burada belirttiğim anlamda eleştiri yapabilmek, çağın kirinden arınmış düşünce, bilimsel-sanatsal donanım ve güdülenmemiş algıya sahip yolculara gereksinim duyar. Öne sürdüğüm teknik, yöntem ve kuramlar; rastgele fırça darbeleriyle yapılan resme, dil cambazlığına soyunan şiire, olay öykünmeciliği yapan romana yapıt denmemesini gösterecektir. Ayrıca okurun bilinç seviyesi yükseldikçe okur ve piyasa gerekleri, yeterli bilimsel-sanatsal donanıma sahip olmayan sanatçı ve eleştirmenlere yapay flamalarının gönderde asılı kalamayacağını gösterecek; onları tekniğe, bilimselliğe, farkındalığa ve sanat bilimine yönelmeye zorlayacaktır. Bu kitapta ele aldığım konular bugün her nasıl anlaşılırsa anlaşılsın, sonuçta geleceğin sanat anlayışı ve entelektüel zekâsı, sanatsal süreçte bunları uygulamak zorunda olduğunu görecek ve gereken ilgiyi zaten gösterecektir. 

Oscar Wilde ve Mehmet Fuat “Eleştiri bir sanattır” der. Eleştirinin sanat olabilmesi için eleştirel süreçte; sanatsal bilgi, bilim ve deneyime gereksinim vardır. Eleştiriyi taraftarlıktan, alaylı gelenekten, aidiyet kayırmacılığından ve dedikodu mantığından kurtarmak gerekir. Rüzgârın yönüne göre şekillenmeyen, bilinçli ve deneyim sahibi eleştirmen yetiştirmek gerekir. Eleştirmenin görme, duyma, yaratıcılık ve sezgi yetileri ile sonuçlarını sanatçıya aktarması için geri bildirim kanallarını daha çekici kılmak gerekir. Eleştirmene karşı olumlu algı yaratmak, güvenirliğini (bilgi, deneyim, eleştiri sistemi, tarafsızlık, yeterlilik kapsamında) pekiştirmek üzerinde durulması gereken öncelikli konulardır. Daha açık söyleyişle, eleştiriyi bir okul veya sanat eğitim kültürü olarak düşünmek ve konuya bu açıdan yaklaşmak demek, sanata yeniden dönmek ve aydınlanmanın yoluna koyulmak demektir.

 

 

 

 

 

Okuyacağınız deneme, kitabın yayımından sonra yazılmıştır. Eleştiriyi daha ayrıntılı özetlediği için okunmasında yarar olduğunu düşünerek kitaba aldım. 

 

Eleştiri ve Eleştirinin Eleştirisi

 

Konumuz şiirse, bir de şiir eleştirisiyse oturup biraz düşünmemiz gerekiyor. Şiir sanatı, açık dokuludur. Oldukça fazla parametreye sahiptir ve kendine özgü değerler dizgesi vardır. İnsan, yaşam, nesne ve evren arasındaki ilişkinin tüm boyutlarını kullanabildiği için, bütün disiplinlerin ilkelerini bilmeyi/okuyabilmeyi, eşgüdümle kullanabilmeyi gerektirir. Şair-şiir-okur arasındaki somut ve soyut ilişkinin tanımlanması, çoğu bilimlerin ilgi ve etki alanına girer. Psikolojiden sosyolojiye, tarihten antropolojiye, fizikten kimyaya, estetik biliminden felsefeye kadar. Böylesi geniş bir alanda, şu şöyledir diyebilmek için elinizde sağlam veriler olmalıdır. Daha doğrusu; en uygun, uygulanabilir ve estetik değer taşıdığını söyleyebilmek için, bilimsel ve sanatsal veri ve yetkinlik gerektirir.  Düşünceden dile, bilinçaltından bilince, dilden dilbilime, gerçeklikten gerçeküstü dünyaya ve sanattan insan ilişkisine kadar koca bir dünyadır üzerinde sallana sallana gezindiğiniz yer. Boş atıp dolu tutmanın olası olmadığı; bilgi, kültür, bilim ve sanat dünyasıdır eleştirinin alanı. Şiir eleştirisinin; ben şucuyum bucuyumla, ben iyi edebiyat tarihi bilirimle, ben iyi şiir bilgisine sahibimle yapılacak bir iş olmadığını önce kabul etmek zorundayız. Bilgi, deneyim, sistem, uzmanlık ve bütün disiplinlerin eşgüdümü şeklinde eleştiriyi formüle edebiliriz. Bundan gerisi lafügüzaftır… 

Eleştiri konusunda önemli bir nokta daha var ki biz de hiç sözü edilmez: Eleştirinin eleştirisi. Eleştirisi olmayan, tartışma kültürü ağır aksak yürüyen bir alanda, eleştirinin eleştirisi söylemi bana fazladan bir konu gibi geliyor. Ne var ki dünyadaki bütün sistemler, kendi içerisinde bir denge ve birbirine bağımlı şekilde biçimlenmiştir. O denge ve zorunlu bağımlılığın işleyişine çomak soktuğunuzda işler kötüye gitmeye başlar. Çevrenizdeki olay ve olgulardan örneklerini görebilirsiniz… Eleştiri evreninde de birbirine bağımlı böyle bir denge kurulmalıdır. Hiçbir sistem birilerinin düşünsel dünyasına, önyargı ve saplantılarına bırakılamaz. Hele tekelleşmiş bir duruma hiçbir şekilde. Kaldı ki ben kaygısı ve kazanç kaygısının en yoğun olduğu böyle bir ortamda, rastlantıya bırakılamaz. Sanat gibi kocaman bir dünyada, eleştirmenin de önünü açacak, ona yol gösterecek, eksiklerini gösterecek, yanlış yaptığında oturup çağdaş bir şekilde tartışabilecek, bir üst sistem olmak zorundadır. Ne var ki burada konumuz eleştiri olduğu için, bunun üzerinde fazla durmayacağım. Eleştirinin kendisi sağlıklı olmadan eleştirinin eleştirisi olmaz, bunu da belirtmeliyim.

Eleştiri dünyasını; tartışmadan, güçlü bir eleştiri kültürü oluşturmadan, eleştiriye yönelik iyi bir eğitim sistemi kurmadan, bilgiyi/deneyimi daha sağlıklı aktarmadan; gelişime, dönüşüme ve yeniliğe açık tutamayız. Ben bilirim, en uzman kişiyim, ben şu tür bilinç sahibiyim, ben bu işe yıllarımı verdim, ben doğuştan yetenekliyim gibi sözde tutumlarla, gelecek için değer yaratacak eleştiri kültürü oluşturamayız. Görüyoruz ki ben deneyimliyim diyen bir yazar bile “İdeolojik birikimi olmadan estetik birikim olmaz” gibi baştan sona yanlış bir söz söyleyebiliyorsa insan bilincine güvenmemek gerekir. Eleştiri; bir yapıtı yermek, sahibini gömmek, bir öğretinin/inancın gözünden bakmak değildir; yazarı, toplum gözünde küçük düşürmek ya da övgüyle onu göklere çıkarıp anlamsız değer yüklemek değildir. Bir metni okuyup, gelenekten aldığı bilgilerle deneme yazmak ya da metin üzerinden edebiyat yapmak da eleştiri değildir.

Eleştiri ve tartışma kültürünün olmadığı yerlerde, ben bilirimden doğan sağlıksız bilgiler ve uygulamalar, anlamsız karışıklıklar yaratır; ülkemizde olduğu gibi. Ben bilirimciliğin en önemli çıktısı, egemenlik kaygısıdır; öğreti/taraf kayırmacılığıdır; yani basmakalıp düşünce ve egonun ilkel biçimidir. Körü körüne inanmış insanların şiir tarihi bilgisiyle inanç ve saplantılarını birleştirdiği varoşlar, şiir ve eleştirinin başat değerleri olarak karşımıza çıkar. Sanat ve toplum yararı için ortaya koydukları söylemler, çağdaş değerlerle örtüşür gibi görünse de baskıcı bir ortamı doğururlar. Hem kendilerine hem de çevresindekilere sağlıksız bir sanat ve şiir görüşü dayatırlar. Bu tür düşün dünyasında olanlar, bildiri dışında sanat üretemezler. Pohpohlama ya da yerme dışında eleştiri yapamazlar. Sanatın amaç ve hedefini; inanç sistemlerini, herhangi bir düşünceyi veya öğretileri egemen kılmak için kurgulamak anlamsız bir çabadır. Çağdaş sanatla, bilgiyle, bugünün çağdaş bilinciyle çelişen durumları artık tırpanlamalıyız. Bunları aşmalıyız. Şiirin ve eleştirisinin amacı başka bir şeydir.

 Şiir varsa eleştirisi; eleştiri varsa eleştirinin eleştirisi, olmak zorundadır. Bilgi çağındayız. Bilimlerin ortasında duruyoruz. Düşünmek, sorgulamak, oturup ayrıştırmadan bölüştürmeden adam gibi tartışmak zorundayız. Herkesin çok şey bildiği ama şiir eleştirisiyle ilgili elle tutulur bir şeyin olmadığına bakılırsa kimsenin; çok şey bilmediği, çok şey yapmadığı bir gerçektir.

Öyleyse şiir eleştirisinin kapsamında bulunması gerekenler nelerdir, şöyle bir bakalım, ondan sonra değerlendirelim:

a. Eleştirinin önceliği; yazarın/şairin, sanat bilgisi ve yeteneğini kendi gözüyle görmesini sağlamaktır. Bir anlamda, yazdığı şiir veya metindeki eksiklikleri, fazlalıkları yerinde göstermek ve farkındalığını güçlendirmektir. Eksiğinin farkına varmasını sağlayarak, kendisini eğitmesi için itici güç oluşturmaktır. Geri besleme kültürünü kurumsallaştırmaktır. Şairin kendi kendini sorgulamasının yollarını göstermektir. Ona çağdaş şiir anlayışına ulaşacağı yoldaki aydınlığı göstermektir. Bu durum, paha biçilemez bir şair/yazar eğitimidir. Onun vazgeçilemez okuludur. Yoksa bugün olduğu gibi, bu bizden tut ucundan destek ol; bu bizim köyden değil görmezden gel; ödünçtür birbirimizi kaşıyalım, diyerek yapılan/yapılacak bir iş değildir.  Eleştirinin odak noktası yapıttır. Kişiler değildir. Şair ve okurun durumu, eleştirinin bazı aşamalarında ele alınmak zorundadır. Bu; şairin çıkış kaynaklarını ve okurun algı olanaklarını ortaya koymak içindir. 

b. Eleştirinin ikinci konusu; yapıttaki örtülü bölgeleri görebilmesi, çağrışım yelpazesini yakalayabilmesi ve ayrıntıların farkına varabilmesi için okura rehberlik etmektir. Şiirin kapalı yüzünü, duyusal dünyasının ayrıntılarını okura göstermektir. Yani yapıtın karnını deşip içindekileri göstermek, zaman ve ortamla ilişkisini çözmektir. Bu, eleştirel denemelerde kısmen yapılmaya çalışılmaktadır. Ne var ki gelenekten alınan bilgilerle yapılmaktadır; en doğru yol benim yolumdur, en sağlıklı düşünce benim düşüncemdir mantığıyla yapılan öznel bir değerlendirmeden öteye geçmemektedir. Bunların hepsini yapabilmek için elimizde sağlıklı bir sistem ya da yöntem yoktur. Deneyime bağımlı, inanç ve öğretilerin gölgesinde gruplaşmış, salt bir dünya görüşüyle yapıtı ele almış; edebiyat tarihçiliğiyle eleştiri yapılabileceğini sanan; sanat biliminden uzak bir eleştiri dünyası karşımızda duruyor.

c. Üçüncüsü ise Oscar Wild’ın dediği gibi eleştirinin amacı, yapıtın etkinliğini ve yetkinliğini ortaya koymaktır. Eleştirinin bu kısmı, asıl üzerinde durulması gereken konulardan bir diğeridir. Yapıtın etkinlik ve yetkinliğinin somut olarak saptanması, bir sistem ve sağlıklı bir sanat çözümlemesi gerektirir. Elbette yapıtın çözümlenmesinde, kural, bağlayıcı ve sınırlayıcılık kabul edilemez; buna karşın yetkin bir sistemin ışığında bu işe girişmenin yararlı olacağını düşünüyorum. Toplumuzda hatta dünyada, öğreti ve inanç gibi göreceli konular, eleştirmenleri kontrolü altına alıp onları biçimlendirilmiş algı ve yargılarına göre hareket etme zorunda bırakmaktadırlar. Böyle bir yaklaşım, en yetkin bir yapıta olumsuz diyebilme riskini doğurur ki yakın tarihimizde yaşanan ve üzüntü duyulan örnekleriyle doludur. Estetik değer varlığını ve yapıtın yetkinliğini-etkinliğini ortaya çıkaracak tek yöntem, bana göre bilimsel verilerle yapıtı çözümlemek ve çözümleme verilerine dayanarak eleştiri yapmaktır. Sanat bilimi ve diğer disiplinlerin ışığında ele almayı gerektirir bu tür bir eleştiri sistemi. Bu da ancak ve ancak; polimat ve deneyimli eleştirmen ile sağlıklı bir yöntem işidir.

d. Eleştiride asıl amaç, yapıttaki estetik değer ve sanatsal değer varlığını olabildiğince somutlaştırmak; ortaya koymaktır. Şiirdeki estetik değerin insan estetik algısıyla olan ilişkisini anlamlandırmaktır. Yazılarında estetik terimini güzellikle eş tutan bir yığın eleştirmen gerçeğinden, bir eserin estetik değerini ortaya koymasını bekleyemeyiz. Estetik bilimi, ruhbilimi ve bunların insandaki yaşanma sürecine vakıf olmadan, eleştirel bir tavır ortaya konamaz; konsa bile söyledikleriniz sıradan söylemden oluşur. Bu ve buna benzer gerekçeleri, dikkate aldığımızda şu karşımıza çıkıyor. Sağlıklı bir eleştiri için kapsamlı bir sistem gerekmektedir. Kapsamlı sistemi işletecek, bilimsel ve sanatsal gereçlerle donatılmış sanat duyarlılığına sahip çağdaş insan istemektedir.

e. Eleştirinin diğer bir görevi; uzun yıllar önce yazılmış bir şiirin bugünkü bilgi düzeyi ile zamanının bilgi düzeyi arasındaki anlamsal devinimini ortaya koymalıdır. Ya da bugün yazılmış bir şiirin gelecekte alacağı kalıcılık ve estetik değeri hakkında yorum olanağına sahip olmalıdır. Geçmişte yazılmış şiiri, zamanının bilgisiyle değerlendirip bu günkü bilgiyle ona yeni anlamlar yükleyebilirsiniz. Bu kolay bir şeydir. Ancak bugün yazılan bir şiirin, gelecekte taşıyacağı anlam, estetik ve kalıcılık değeri hakkında da bir şeyler söyleyebilmelidir eleştirmen. Şiirin ve şairin kaygı duyduğu en önemli ölçüt, gelecektir; gelecekte kalıcı olup olamayacağıdır. Şiirin veya herhangi bir sanat dalının önünü ve ufkunu açıcı değerler; yorumlanmalı, açılmalı, ortaya bir görüş olarak konmalıdır. Eleştiri yaparken dikkate alınmalı ve buna göre şaire ufuk açılmalıdır.

f.      Amacı gereği eleştiri kurumu, sanat için bir okul niteliğine dönüşmelidir. Yukarıda söz ettiğim konular dahil olmak üzere, sanatçının yetiştiği, piştiği, yeniliklere uyum sağladığı bilgi-deneyim dünyasını daha kullanılabilir hale dönüştürmelidir. Sanatın her alanı, özelliği gereği kendi malzemesini kullanır. Örneğin şiirin dil, resmin ışığı kullandığı gibi. İlgili sanat malzemesinin, teknik gerekleri konusunda aydınlatıcı ve yol açıcı olunmalıdır. Şiirin dilsel tekniği ve ayrıntıları dile getirilmelidir. Dil konusunda öncülük edilmelidir. Teknolojik uyum, dilsel teknikler ve deneyimin; bütünleştirilmesi, yorumlanması gerekmektedir. Şiir, bütün bilimlerin kucağında büyüyen duyarlı ve yaramaz bir teknolojidir. Bu şekilde geleceğin şiirine hazırlık yapmak ve rehberlik etmek olmalıdır, eleştirinin diğer görevi.  Ve yapılanların, teknolojik gücün; tanınırlık ve eşgüdümünü üstlenmelidir eleştiri kurumu.

Eleştiriden ve eleştirinin amacından anladığım bunlardır. Saptadığım durumlara, yeni durumlar daha özgün gerekçeler ekleyebilirsiniz. Göremediğim, gerekliliğinin ayırdına varamadığım yerler olabilir. Ne var ki gördüğüm eleştiri dünyası iç açıcı durmuyor ve bu saptamanı altında bilimsellik, tarafsızlık gibi önemli gerekçeler yatmaktadır. Bugüne kadar yapılanları elbette yadsımıyorum, bu konuda emek harcamış sanatçı, akademisyen ve eleştirmenler de bilgilerimizin temelini oluşturmaları açısından önemli katkı sağlamışlardır. Eleştiri alanında kafa yormuş emekçilerimiz, yanlış anlamasın ve alınmasınlar. Ben işin daha düşünsel, sanatsal, bilimsel ve teknik yönünü ortaya koymaya çalışıyorum. Eleştiri kurumunun, bugüne kadar neden sistemli bir hale dönüştürülemediğinden söz ediyorum. Şöyle düşünelim: En azından, yukarıda ayrıntılarını açıkladığım altı konuya yanıt veren bir eleştirel deneme okuduysanız, eleştiri sürecine tanık olduysanız, Türk sanatında eleştiri kültürü oluşmuş demektir. Eleştiriye ilişkin ortaya atılan kuram ve yöntemler bu işi kısmen çözmüş demektir. Eğer okumadıysanız, görmediyseniz; daha alınacak çok yol, değiştirilecek çok at var demektir. Bunlara dayanarak: Eleştiri ve eleştirinin eleştirisi, sistemli ve güvenilir bir kurumsal bütünlüğe kavuşturulmalıdır. Dil sanatları alanında, okul niteliği kazandırılmalıdır.  Bu, ütopik bir şey değildir; gerekliliktir. Şair ve yazarlar, içsel duyarlılığı oluşmuş kişilerdir; gereklilikleri algılayıp ego ve ilkel düşüncelerinden kolayca kurtulabilirler.  

Katman Edebiyat Eleştiri Kuramı ve yine benim öne sürdüğüm Şiir/Sanat Çözümleme Tekniği, eleştiri konusuna kısmen katkı sağlayabileceğini düşünüyorum. Şöyle ki: Eleştirmenin önüne bir teknik koyuyor ve sistemli bir süreç izlemesini sağlıyor. Ondan, sistemi kendi deneyimlerine göre düzenlemesini istiyor. Öznel yargı alanlarını daraltıyor, ilgili bilim, disiplin ve yaklaşımın ışığı altında şiiri/yapıtı çözümlemek zorunda bırakıyor. Delilsiz yargıya neden olacak yorumlara açık kapı bırakmıyor; bazı öznel yargı gerektiren durumlar hariç. Sanatsal ve estetik değerin ortaya çıkarılması için gerekli verileri sağlıyor. Sonra ilgili sanata yönelik deneyim, bilgi, bilimler arası eşgüdüm, sanatsal değer ve estetik değer gerekçelerine göre yapıtı incelemesini istiyor.

Bu sistem; toplumcuydu, gerçekçiydi, yaşamın içindeydi, dışındaydı, onun tarafındaydı, bunun yanındaydı, dindardı, faşistti, devrimciydi gibi yakıştırmaları asıl çıktığı tarih olan 19. Yüzyıl karanlığına geri gönderiyor. Çağdaş sanat anlayışı gereği olması gerekenleri önüne sürüyor.  Eleştirmene şunu diyor: Sanat bilimi diye bir bilim var; diğer bilimlerle eşgüdümlü kullanmak zorundasın; işte önünde algoritmasını senin belirleyebileceğin bir sistem var. Önyargılı, saplantılı, tutucu, taraflı davranırsan; ilgili alanları bilimsel verileriyle incelemez, delilsiz atar, tutarsan; senin saygınlığını elinden almak için benim sistemimde yeteri kadar delil ve gereç oluşacaktır.

Sonuç olarak; eleştiri sanatı ve eleştirinin eleştirisi, sanat dünyasında kurumsallaşmalıdır; yani okul niteliği kazanmalıdır. Şair, kendisini sorgularken okulun değerlendirme ve çözümlerinden yararlanabilmelidir. Eleştiri ve eleştirinin eleştirisi, sanatın laboratuvarıdır. Sanatın yolunu aydınlatan fener gibidir. Görücüye çıktığı sahnedir. Ağırlığı, güvenirliği, saygınlığı olmalıdır. Sevgi ve saygı olmadan vicdanın sağlıklı görüsü olmaz. Bilim dışında başka bir şey de vicdanı adil çalıştıramaz. Kısaca söylemek gerekirse, “Eleştiri bir sanattır”, sanat olması bir yana sanatların üstünde bir değer taşımalıdır. Ütopik ve biraz da ideal düşünüyor olabilirim; ne var ki insanoğlu bunları yapabilecek zekâya sahiptir. Gerekliliğine inanacak bilgiye sahiptir. Eleştiri ve eleştirinin eleştirisini, insan hırslarının önünde tutmak zorundayız. İnanç ve saplantıların gölgesinden uzaklaştırmalıyız. Çünkü; bu işin altında kişisel saygınlık kaygısı vardır, onur kaygısı vardır, parasal kaygı vardır, ben kaygısı vardır, emek kaygısı vardır; en önemlisi insan olma ve üstünlük kaygısı vardır. İnsan vardır. Bu nedenle, eleştiri ve eleştirinin eleştirisi, sanatsal çabanın başvuru noktası olmak zorundadır…

Başat soru şudur? Bunu gerçekleştirmek için yıkmamız gereken kaç duvar vardır? 

 

Sonsöz

 

Sanat dünyasındaki kâğıttan saraylara, altın fikirlere ve öğrenilmişlikten doğan saplantılı kabullere; yer yer dokunduğum olmuştur. Okurlarımdan isteğim, kitaptaki yorum ve önerilerime; önyargı, saplantı veya taraftarlık taşıyarak yaklaşılmamasıdır. Her fırsatta dile getirdiğim gibi bir konuyu algılama ve onu anlama, önyargıdan kurtulmak ve olumlu duyguya girmekle başlar. Bu, bilgi aktının temel yasasıdır. 

Yaptığım tespit, yorum, çıkarım, değerlendirme, öne sürdüğüm önerme ve izlediğim yaklaşıma; karşı çıkabilirsiniz. Akıl akıldan üstündür. Ne var ki böyle bir yöntem için uzun zaman harcadıysam, sanatın gelişiminin insanlığı geliştirici ve dönüştürücü etkisine inandığım içindir. İnsana yaraşır yenidünyayı, sevgi ve olumlu duygulara sahip insanlar kurabilir ancak. Sevgi ve olumlu duygunun insanda var edilebilmesinin en etkin ve kalıcı yöntemi, sanat ve onun türevleridir. Bugün gittikçe kötüleşen insan ilişkileri, gözlerimizin önünde yaşamı çıkmaza sürüklüyor. Düş görmenin anlamı yoktur; hemen güneyimize baktığımızda bu çıplak gözle, birazcık zekâyla anlaşılabilir bir şeydir. Şairi, eleştirmeni, sanatçısı, alıcısı, okuru; yaşanabilir dünya için sanatın yaygınlığını ve işlevini güçlendirmek zorundadır.

Her ne olursa olsun, yaşanabilir dünya ve yaşam sevinci dolu insana ulaşmanın somut adımlarından biri, sanattır. Satır aralarında da değindiğim gibi tam insana ulaşmanın sırrı şu üç tamlamada gizlidir; “Sevgi Eğitimi, Duygu Yönetim Eğitimi ve Sanat Eğitimi”dir. Sevgi ve duygu yönetim eğitimi, bir yönüyle de sanat ve sanat eğitimine dayandırılmalıdır.  

Şiir sanatı bir bilim alanıdır. Şiir, şiire ilişkin kavramlar arası bağıntı, anlamsal konum ve hiyerarşik yapısını çözmeden geliştirilemez; yeni ve büyük şiir yazılamaz.

Sanat öyle gelişigüzel ve gösteriş için yapılan bir eylem değildir. Salt eğlence aracı da değildir. Aynı zamanda eğlence ve oyunla; duygularını onarmak, düş dünyasını genişletmek; iyiye, güzele ve yüceye vardırmaktır. Yenidünyayı, çağdaş insanı ve aralarındaki ilişkiyi farklı biçimde anlamlandırma, görme, duyma, işitme, sezme işidir; var olandan ve kavranabilen soyut gerçeklikten yeni görünüşler, anlamlar ve görüntüler üretmektir. Bundan sonraysa yazı, söz, çizgi, renk, hareket, ışık ve biçim gibi kendi tekniği ve özelliğinde yapıt verme işidir.

Siyasi tarih, harp tarihi ve sanat tarihine baktığımızda şunu görürüz: Dönemin başat güçleri, egemenliklerini sürdürebilmeleri, yaşam alanlarını genişletebilmeleri ve halk kitlelerini istedikleri gibi yönetebilmeleri için; temelde insanların dört ana duygusu üzerinde oynamışlardır. Günümüz de olduğu gibi tarihin her safhasında, elinde güç bulunduranlar, yine bu dört temel duygunun üzerinde oynadığını görürüz. Bu duygular; korku, düşmanlık, aidiyet ve din duygusudur. Bunlar kaşındığı zaman, insan ve toplumlar üzerinde yarattığı etkiyi ve açtığı yarayı, ayrıntısıyla açmaya gerek yoktur. Örneğin aidiyet duygusunun insanoğlunda yarattığı düşünme biçimine değinirsek bu duygu, doğru yapılandırılmaz ise adaletsizliği, terörü, ölümü, şiddeti ve savaşları makul görebilecek kadar cani bir insan ruhu ortaya çıkartır. Bunun acı örneklerini geçmişte olduğu gibi bugün de yaşamaktayız; İkinci Dünya Savaşı veya Güneydoğu’daki terör gerçeğinde olduğu gibi… Dostlar! İnsanoğlu artık “sevme duygusu” üzerinde çalışmalıdır. Kitabımda duygu yönetimi ve sevgi eğitimi önerisini ileri sürmemin nedeni, insanlığın geleceği için olumlu duyguların toplumlarda doğru yapılandırılması gereğine dikkat çekmek içindir. İnsanlığın insan gibi yaşamını sürdürmesi ve geleceğini kendisine yaraşır biçimde kurgulaması, sevgi ve diğer olumlu duyguların başat kılınmasına bağlıdır.

Diğer yandan sevgi ve olumlu duygunun, bireyde var edilmesi ve geliştirilmesinde sanatın önemli bir yerinin olduğunu insanlığa gösterebilmektir. “Sanat, sanat için mi, yoksa sanat, insan için mi?” gibi Orta Çağ mantığının ortaya attığı anlamsız soruları bırakalım artık. Sanat, olumlu duygu ve sevgi duygusunun işlendiği, beslendiği, tımar edildiği ana yataktır, şiir de… Toplum olarak, aile olarak, birey olarak, sanatla eğitim ve öğretim dahil olmak üzere her durumda, sevme duygusu üzerinde çalışılmalıdır, çalışılmalıdır, çalışılmalıdır… Aksi durumda insanlık, birbirini yemek ve yaşam alanlarını yok etmek için her geçen gün hazırlığını artırmaktadır. 

Bugünün gençliği, çağdaş kazanımların üzerine daha güzel şeyler katacak ve önümüzdeki temel sorunları gelecekte çözecektir, buna tüm kalbimle inanırım. Belki biz kayıp kuşaklar olarak tarihte yerimizi alacağız, ancak gelecek kuşaklar, kendine yaraşır temiz dünyayı kuracaktır mutlaka. Gençler; düşünce yapıları, insana bakışları ve dünyayı okuma biçimleri açısından baktığımızda, gelecekte daha güzel şeyler yapacağına dair somut deliller ortaya koyuyorlar. Evrenin kurguladığı veya kurgulanan her olay ve olguyu, bilimsel verilerle açıklayamadığı sürece ona saygı duymayan bilimsel, sosyal ve duygusal zekâya sahip -hepsi olmasa bile- dinç bir kuşak geliyor.

Ancak kuru aidiyet duygusu, din ve öğreti içerikli eğitim anlayışı çarkında işlenen gençler; iktidarların da desteğiyle çoğunluğu ele geçirirlerse süreç biraz daha sıkıntılı olacaktır. İnsan, toplum ve ülkelerin çağdaş, huzurlu ve adil bir biçimde yaşamasını sağlayacak temel ilke; toplumsal olay, olgu ve sorunların; bilimsel verilere dayanarak çözülmesidir.

Bu yüzden kitabımın başından beri söylemeye çalıştığım düşüncem şudur: Eğitim kurumları dahil her ortamda düşük yoğunluklu sanatsal ortamın oluşturulması ve bu ortamda bulunan çocukların umut ve düşleri daha bilimsel, daha gerçekçi dünya ile bütünleştirilmesidir. İnsanı insana egemen kılmaya çalışan veya insanı kul mantığına sürükleyen sistemler, çağ dışı verilerle donatılmış aklen sorunlu kişilerin uydurmalarıdır. Çocuklarımızı ve gençliğimizi bu sorunlu anlayışın elinden kurtarmak, öncelikli görevdir. Bunun en kolay ve kalıcı yolu, gençliğin duygularını sanat ve sanatın yapıcı gücüne teslim etmektir. Ne kadar bilgili ve bilimsel gençliğe sahip olursak olalım, onların bilimsel aklına ivmeyi kazandıracak olan olumlu duygudur.  Duyguları olumlama, besleme ve geliştirmenin bir ayağı; şiir, resim, müzik gibi sanatsal ortam ve etkinliklerdir.

Yıkıcı, yok edici, tüketici anlayışı; yok edip üreten ve sevgi dolu insana ulaşmak zorundayız. İnsanın; toplumsal ve kişisel isteklerine uygun, özgün ve özgür yaşayabilmesi, yaşam değerleri, insani değerler ve sevginin geliştirilmesiyle sağlanabilir.  İşte bu noktada “Olumlu ve sevme duygusu gelişmiş dünya insanlığına ulaşmanın sırrı, sanatın gizilgücünde saklıdır.” diyebiliriz.

Sanat evrenseldir; yazın ve onun alt dalı olan şiir de. Dil varlıkları ve buna özdeş kültür varlıkları ile insan estetik duyarlılığını bütünleyen, özgün kuramsal bilgiler üretmeden şiir gibi sanatları geliştiremeyiz. Evrensel değer kazandıramayız. Yani şiir, bütün bilimlerin gözünden bakılmayı, incelenmeyi gerekli kılar. Kültürel değerler, dil ve düşünce, bunlara bağlı algı; öyle bir şeydir ki yazınsal sanatlardan yalnız haz duymaz; aynı zamanda kendini geliştirir, düş gördürür, sevdirir, görme ve algı biçimini değiştirir. Bu değişim; sanatı kuramsal bilgiler üzerinde hareket eden değerler dizgesine dönüştürür ve çağın ilerisine taşır. Bütün bu değerler dizgesindeki çabanın amacı; örgütlenebilir duygu, sevme ve olumlu duyguyu güçlendirmektir.

Sevgi dolu duygusal dünya; nasıl ki sınırsızlığa ve sonsuzluğa açılan kapıysa; düş, düşünce ve yaratıcılığın yolu olan imgelem de; sınırsızlığa ve sonsuzluğa gidilen yoldur. Bu nedenle gerek sanat eğitiminde gerek yaşamsal örgütlenmede, imgelemin kaynaklarını beslemek zorundayız. Ne yaparsak yapalım, düş ve düşlem, sınırsız ve sonsuz duyusal eylemdir; bunların karşısında sınırlayıcı, belirleyici ve kuralcı bir tutum takınmak, boş ve bilinçsizce bir uğraştır. Sanatın hareket alanı; yeniye, yeniliğe, inanılmaza, olanaksıza, farklıya ve farkındalığa açılan bir dünyadır. Burada yaptığımız şey, sanatın veya onun herhangi bir katmanının sınırlarını veya kurallarını belirlemek değildir; daha zengin bir imgeleme nasıl varılabilir, bunun peşine düşmektir. Sanat yaparken sanatın, insanla ilişkisini nasıl daha iyi kurarız, sorusuna yanıt aramaktır.  

Bir kez daha vurgulamak istiyorum: Şiir; kurallara, statik ve klişeleşmiş biçim ve yaklaşımlara karşıdır, onları yıkmayı hedefler. Dikkat edilmesi gereken bir noktası vardır: Sanattaki yıkım geleneği, sevgiyle beslenmedikçe, iyi ve güzel algısı olumlu duyguyla beslenmedikçe ve körü körüne yıkım derinleştikçe yapıtlara yansıyan estetik değer hasar almaya başlar.  

Şiir, yalnızca sanatsal söz varlığıdır, asıl olan şairin imgelem dünyası ve şiirin imge dünyasıyla ilişkidedir. Şiirin dönüştürücü ve iyileştirici gücü, şairin imgelem dünyası ile iletişim kurmakta saklıdır dostlar.

Kitabımı Albert Einstein’ın kızına yazdığı mektubundan alıntıyla bitirmek istiyorum:

Son derece güçlü bir kuvvet var ki şimdiye kadar bilim bunun için resmi bir açıklama bulamadı. Bu, tüm diğerlerini dâhil eden ve yöneten bir kuvvettir ve hatta evrende işleyen tüm fenomenlerin arkasındadır ve bizim tarafımızdan henüz tanımlanmamıştır. Bu evrensel kuvvet SEVGİ’dir.

Bilim insanları evrenin birleşik teorisini aradıkları zaman, en güçlü görünmeyen kuvveti unuttular. Sevgi, onu alanı ve vereni aydınlatan ışıktır. Sevgi yerçekimidir, çünkü bazı insanların diğerlerine çekildiklerini hissetmelerini sağlar. Sevgi güçtür, çünkü sahip olduğumuz en iyi şeyi çoğaltır ve insanlığın kendi kör bencilliğinde yok olmamasını sağlar. Sevgi gözler önüne serilir ve her şeyi ortaya çıkarır. Sevgi için yaşarız ve ölürüz. Sevgi Tanrıdır ve Tanrı Sevgidir.

Bu kuvvet her şeyi açıklar ve hayata anlam verir. Bu belki sevgiden korktuğumuz için, çok uzun zamandır görmezden geldiğimiz değişkendir, çünkü insanın isteğiyle harekete geçirmeyi öğrenmediği evrendeki tek enerji sevgidir.

Sevgiye görünürlük sağlamak için, en ünlü denklemimde basit bir düzeltme yaptım. Eğer E=mc2 yerine, dünyayı iyileştiren enerjinin ışık hızının karesi ile çarpılan sevgi vasıtasıyla elde edilebildiğini kabul edersek, sevginin var olan en güçlü kuvvet olduğu sonucuna ulaşırız, çünkü sevginin sınırları yoktur.

İnsanlığın bize karşı dönen, evrenin diğer güçlerini kullanmaktaki ve kontrol etmekteki başarısızlığından sonra, kendimizi başka türde enerjiyle beslememiz acil bir durumdur.

Türlerimizin hayatta kalmasını istiyorsak hayatta anlam bulacaksak, dünyayı ve dünyada yaşayan her duyarlı varlığı kurtarmak istiyorsak, sevgi sadece tek yanıttır.” Albert Einstein (Kaynak;http://www.kosulsuz-sevgi.com/yeni-eklenen-mesajlar/albert-einstenin–kizina-mektubu/ Çeviren: Saffet Güler)

İnsanın sahip olduğu en iyi, en güzel ve yüce duygusu, sevgidir. Sevgi de güzellik karşısında büyüyen, gelişen duygusal eylemdir. Pek çok düşünürün söylediği gibi sanat, güzeli görünüşe çıkarmak, insanı güzel ve yetkin ruha taşımaktır. Sonuç olarak insanda sevgi yaratmaktır. Sanat sevmektir; sevmekse şiirdir, şiirselliktir. Şiirin ruhunda da bu erek yatar. Güzellik ve sevgiyle kalın.

                                                                                                                                                                              SON

yoz3319@gmail.com

 

 

 

KAYNAKÇA

 

Alıntı yapılan kaynaklar, metindeki kullanıldığı yerde yazar ve kitap ismiyle birlikte verilmiştir. Ayrıca sanat ve şiir bilincime katkısı olan, özellikle bu kitabı yazmak için bilgi dünyamı güçlendiren kaynakları ve yazarlarını emeğe saygı açısından aşağıya çıkarıyorum.

 

1    Adnan Turani, Çağdaş Sanat Felsefesi, Remzi Kitabevi, 2009.

2   Afşar Timuçin, Estetik Bakış, Bulut Yayınları, 2013.

3    Afşar Timuçin, Yeni Şiirimizin Kısa Romanı, Bulut Yayınları, 2003.

4     Ahmet Ada, Şiir Yazıları, Şiirden 2014.

5    Ahmet Say, Müzik nedir, Nasıl bir sanattır? Evrensel Basın Yayın, 2008.

6    Alain Badiou, Başka Bir Estetik, Çev.Aziz Ufuk Kılıç, Metis Yay., 2010.

7   Ali Artun, Sanat/Siyaset Kültür Çağında Sanat ve Kültürel Politika, İletişim

8    Ali Artun, Sanat Manifestoları, İletişim Yayınları 2013.

9    Arif Damar, Edebiyat Yazıları, Hayal Yayınları, 2007.

10  Asım Bezirci, Metin Eloğlu Edip Cansever, Evrensel Basın Yayın 2007.

11  Aydın Şimşek, Sanat ve İktidar, Kanguru Yayınları, 2007.

12  Ayla Ersoy, Sanat Eleştirisi, Artes Yayınları, 2010.

13  Ayşe Özel, Estetik ve Temel Kuramları, Ütopya Yayınevi, 2014.

14  Baki Asiltürk, Türk Şiirinde 1980 Kuşağı, Yapı Kredi Yayınları, 2013.

15  Bedrettin Cömert, Croce'nin Estetiği, De ki Basım Yayın, 2007.

16  Berna Moran, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, İletişim Yayınları, 2016.

17  Cahit Armağan, Çizginin Dışı, Afrodisyas Sanat Yayınları.

18  Cahit Kayra, Marjinal Şiir Teorileri, Tarihçi Kitabevi Yayınları 2016.

19  Cemal Süreya, Günübirlik'ler, YKY, 2005.

20  Cemal Süreya, Şapkam Dolu Çiçekle, YKY, 2014.

21  Cevad Memduh Altar, Sanat felsefesi üzerine, Pan Yayıncılık, 2009.

22  Cevat Akkanat, Gelenek ve İkinci Yeni Şiiri, Kültür Bakanlığı 2012.

23  Christopher Caudwell, Yanılsama ve Geçeklik, Çev. M.H. Doğan, Payel 1988.

24   Doğan Aksan, Nazım Hikmet Şiirinin Gücü, Bilgi Yayınevi, 2009.

25   Doğan Aksan, Şiir Çözümlemeleri, Bilgi Yayınevi, 2011.

26   Doğan Aksan, Şiir Dili ve Türk Şiir Dili, Bilgi Yayınevi, 2013.

27   Doğan Almasulu, Postmodernizm Sanatın Sonu mu? Sone Yay., 2008.

28   Donald Kuspit, Sanatın Sonu, Çev. Yasemin Tezgiden, Metis Yay., 2010.

29   Ebubekir Eroğlu, Modern Türk Şiirinin Doğası, YKY, 2011.

30   Emel Koşar, Şiirin Soğuk Sarayında, Mühür Yayınları, 2014.

31   Emin Özdemir, Türk ve Dünya Edebiyatında Dönemler-Yönelimler, Bilgi 2013

32   Emin Özdemir, Eleştirel Okuma, Bilgi Yayınevi, 2007.

33   Emin Özdemir, Sözcüklerin Vicdanı, Bilgi Yayınevi, 2013.

34   Eray Canberk, Şiir Yazıları, Toroslu Kitaplığı, 2005.

35   Ernst Fisher, Sanatın Gerekliliği, Çev. Cevat Çapan, Payel Yay., 1995.

36   Fatih Balcı, Sanat Eleştirisine Giriş, Kriter Yayınevi, 2013.

37   Friedrich Nietzsche, Müziğin Ruhunda Tragedyanın Doğuşu, Say Yay., 2011.

38   Friedrich Nietzsche, Tragedyanın Doğuşu, İş Bankası Yayınları, 2011.

39   Gencay Şaylan, Postmodernizm, İmge Kitapevi Yayınları, 2016.

40   Gıyasettin Aytaş, Şiir Tahlilleri, Akçağ Yayınları, 2011.

41   Graham Whitham, Grand Pooke, Çev. Tufan Göbekçin, Çağdaş Sanatı Anlamak, Optimist Yayınları, 2013.

42   H. Bülent Kahraman, Sanatsal Gerçeklikler, Olgular ve Öteleri Kapı Yay. 2016

43   Hayati Baki, Şair ve Otorite Şiir ve Yanılsama, İkaros Yayınları, 2008,

44   Hayriye Ünal, Tahlil Tahrip İnşa, Modern Şiir Eleştirileri, Hece, 2014.

45   Hilmi Yavuz, Avrupa'nın Zihin Tarihi, Timaş Yayınlar, 2012.

46   Hilmi Yavuz, Türkiye'nin Zihin Tarihi, Timaş Yayınlar, 2013.

47   Hilmi Yavuz, Yazın, Dil ve Sanat Boyut Yayın Grubu, 2005.

48   İmran Karabağ, Dil ve Şiddet, İkaros Yayınları, 2010.

49   İnci San, Sanat Eğitimi Kuramları, Ütopya Yayınları, 2010.

50   İnci San, Sanat ve Eğitim, Ütopya yayınevi, 2008.

51   İsmail Tunalı, Estetik Beğeni, Remzi Kitabevi, 2010.

52   İsmail Tunalı, Estetik, Remzi Kitabevi, 2016.

53   Jacques Derrida, Edebiyat Edimleri, Otonom Yayıncılık, 2010.

54   Johann Wolfgang von Goethe, Goethe Der ki., Çev. Gürsel Aytaç, KBY, 1992.

55   John Berger, Sanat ve Devrim, Çev. Bige Berker, Agora Kitaplığı, 2007.

56   Kemal Özer, Günlerle Yolculuk l ve ll, Hayal Yayınları, 2008.

57   Kemal Sayar, Mehmet Dinç, Psikolojiye giriş, İstanbul Dem, 2013.

58   Larry Shiner, Sanatın İcadı, Bir Kültür tarihi, Çev.: İ.Türkmen, Ayrıntı 2004.

59   L.William Flaccus, Sanatçılar ve Düşünürler, Çev. Orhan Düz Kapı Yay. 2011.

60   Mahmut Tezcan, Sanat Sosyolojisine Giriş, Anı Yayınları, 2011.

61   Malcolm Barnard, Sanat, Tasarım ve Görsel Kültür, Çev. Güliz Korkmaz, Ütopya Yayınları, 2010.

62    Malkolm Waters, Modern Sosyoloji Kuramları, Gündoğan Yay., 2010.

63   Martin Heidegger, Sanat Eserinin Kökeni, Çev. Fatih Tepebaşılı, De Ki Basım Yayın, 2007.

64   Martin Slattery, Sosyolojide Temel Fikirler, Sentez Yayıncılık, 2007.

65   Massimo Fusillo, Edebiyat ve Estetik, Dost Kitabevi Yay., 2012.

66   M. Can Doğan, Türkiye'de Şiir Dergileri Şairler Mezarlığı, Hayal Yay. 2008.

67   Mehmet Fuat, Eleştiri Üstüne, Yapı Kredi Yayınları, 2014.

68   Mehmet Fuat, Eleştiri Yazıları, Adam Yayınları, 1997.

69   M. H. Doğan, İkinci Yeni Şiir Antoloji-Dosya, İkaros Yay., 2008.

70   M. H. Doğan, Türk Şiirinden Son Okumalar, İkaros Yay., 2008.

71   Mehmet Yalçın, Şiirin Ortak Paydası (iki cilt), İkaros Yay., 2010.

72   Mehmet Yılmaz Sanatçıları Okumak/ Postmodern Söyleşiler Ütopya 2009.

73   Michel Ragon, Modern Sanat, Çev. Vivet Kanetti, Hayalbaz Yay., 2009.

74   Muhittin Bilgin, Anlamdan Anlatıma Türkçemiz Anı Yay., 2013.

75   Mukadder Çakır, Medya ve Sanat, Parşömen Yayınları, 2013.

76   Mustafa C. Volkan, Türkçenin Ses Bilgisi, Bilge Kültür Sanat, 2013.

77   Mutlu Erbay, Sanat Eğitimi Üzerine, Beta Yayınları, 2013.

78   Müesser Yeniay, Öteki Bilinç, Şiirden Yayınları, 2013.

79   Nazan- Mazhar İpşiroğlu, Sanatın Tarihi, Hayalperest Yay., 2009.

80   Nephan Saran, Antropoloji, İnkılap Yayınevi, 1992.

81   Nizamettin Uğur, Anlambilim, Doruk Yayınları, 2007.

82   Noel Carroll, Sanat Felsefesi, Ütopya Yayınevi, 2012.

83   Nurullah Çetin, Şiir Çözümleme Yöntemi, Ankara Öncü Kitap, 2008.

84   Özdemir İnce, Şiir ve Gerçeklik, İmge Kitabevi Yayınları, 2011.

85   Özdemir İnce, Yazınsal Söylem Üzerine, İmge Kitapevi Yay., 2013.

86   Özkan Eroğlu, Modern Sanat, Tekhne Yayınları, 2014.

87   Özkan Eroğlu, Sanat Eleştirisi Nedir? Tekhne Yayınları, 2016.

88   Özkan Eroğlu, Üç Postempresyonist Ruh (Cezanne-Van Gogh-Gauguin), Tekhne Yay., 2014.

89   P.J. Proudhon, Sanatın Prensibi, Öteki Yayınevi, 2016.

90   Paul Klee, Modern Sanat Üzerine, Altı Kırkbeş Yayınları.

91   Pertev Naili Boratav, İzahlı Hal Şiiri Antolojisi, Tarih Vakfı Yayınları.

92   Rafet Arslan, Çağdaş Sanat Manifestoları, AltıKırkbeş, 2010.

93   R. G. Collingwood, Kısaca Sanat Felsefesi, Çev.:Talip Kabadayı, Bilgesu, 2011.

94   Sıtkı M. Erinç, Resmin Eleştirisi Üzerine, Ütopya Yayınevi, 2009.

95   Sıtkı M. Erinç, Sanat Psikolojisi ‘ne Giriş, Ütopya Yayınevi, 2011.

96   Sıtkı M. Erinç, Sanatın Boyutları, Ütopya Yayınevi, 2013.

97   Süreyya Su, Çağdaş Sanatın Felsefi Söylemi, Profil Yay., 2014.

98   Şerif Aktaş, Şiir Tahlili, Kurgan Edebiyat Yayınları 2015

99    Şeref Bilsel, Cenk Gündoğdu, Şiir Defteri, Şiir ve Hayat 2013, İkaros Yay., 2013

100 Şerife Çağın, Bir Şiir Eleştirmeni Olarak Daima N. Ataç, Dergâh Yay.,     2012

101 Şerife Çağın, Şiir Daima Şiir Ataç'ın Şiir Yazıları, Dergâh Yay., 2013

102 Tahsin Yücel, Eleştiri Kuramları, İş Bankası Yayınları, 2012

103 Takiyettin Mengüşoğlu, Felsefeye Giriş, Remzi Kitabevi, 2008

104 V. Kandinsky, Sanatta Manevilik Üzerine, Çev.T. Turan, Haylaz Sanat, 2011.

105 Veysel Çolak, Bir Şiire Nereden Girilir? Etki Yayınları, 2016.

106 Veysel Çolak, Dikkat Şiir…, Hayal Yayınları, 2009.

107 Veysel Çolak, Yansımanın Gerçeği, Mühür Yayınları, 2009.

108  Veysel Çolak, Dize Dergisi Arşivi 1-156 Sayılar.

109 Veysel Çolak, Edip Cansever'de Şairin Kanı, İkaros Yay., 2015.

110   Veysel Çolak, Şiir Nedir ve Nasıl Yazılır? İkaros Yay. 2011.

111 Veysel Çolak, Şiirden Önce, Şiirden Sonra, Hayal Yay., 2011.

112 Veysel Gönültaş, Bir İnsan Bir Şair Bir Şiir Militanı, Bilge Yay., 2017.

113  Walter Benjamin, Sanatta ve Edebiyatta Eleştiri, Çev. Elçin Gen, Mustafa Tüzel, İletişim yayınları, 2010.

114  Yaşar Nabi Nayır, Salih Bolat, Şiir Sanatı, Varlık Yay., 2003.

115   Yusuf Alper, Şiir ve Psikiyatri Kavşağında, Özgür Yayınları, 2010.

116   Zafer Demir, İkinci Yeni Şiiri ve Postmodernizm, Mühür Yay., 2015.

117   Zahir Güvemli, Sanat Tarihi, Varlık Yayınları, 2009.

118   Fatma Erkaman-Akerson, Edebiyat ve Kuramlar, İthaki, 2010.

119   Mustafa Zeki Çıraklı, Anlatıbilim, Hece Yayınları, Nisan 2015.

120   Mehmet Can Doğan, Şiir Arkeolojisi, YKY, Şubat 2011.

121  L.Wittgenstein, Çev. Oruç Aruoba, Tractatus Logico-Philosophius YKY.

122   Terry Barett, Neden Bu Sanat, Çev. Esra Ermert, Hayalperest Yay.,2015.

123   Suut Kemal Yetkin, Estetik ve Ana Sorunları, Bilim ve Kültür Eserler Dizisi.

124   Octavia Paz, Yay ve Liir, Şiir Nedir? Çev. Ömer Saruhalıoğlu, Era Yay.

125.  Doğan Günay, Deneme Yazma Sanatı, Papatyabilim 2019

126. Cengiz Gündoğdu, Estetik Kalkışma, İnsancıl 2012

127. Cengiz Gündoğdu, Eleştiri, İnsancıl, 4. Basım 2017

128.  Jeanette Winterson, Sanat Başkaldırır, Sel 2.Baskı 2018, Çeviri: Z.Baransel

 

 

 

 

 



[2]Tam insan, insani ve toplumsal bütün değerlere, ideal bir yaşam ve yaşanabilir dünya anlayışına sahip aydın insandır.

[3]Kültür endüstrisi, doğal yaşam ve insani değerlere karşı yabancılaşmayı, sistemlerin ve sanatın metalaşmasını, üretim ve tüketim süreçlerini biçimsel ve doğrusal bir aklın hâkimiyetine bırakmayı ve toplam değerlerden yalıtılmışlığı tanımlayan bir kavramdır. Sanatsal ortamın karakterini tanımlamak için T.W. Adorno tarafından kullanılmıştır.

[4] Duygu yönetimi tanımlamasında, sevgi gibi olumlu duyguları geliştirmek, yöneltmek ve bireyin yönetmesine katkıda bulunmak için özellikle aile ve okul eğitiminde ele alınması gereken bütünlüklü bilgi disiplininden söz ediyorum.

[5]  Julia Kristeva’nın “metinler arası ilişki” tanımına daha farklı bir yorum ile bakıyorum. Bilginin üretilmesi ve onun kullanılabilir hâle dönüşmesi, önceki bilgi ve teknolojiye bağımlıdır; bugünün bilgisi yarının bilgisini üretici güce sahiptir ve olmaz ise olmaz bir koşuldur. Metinler arası ilişki kavramı, bilgi bağlamında düşünmelidir; salt metin olarak ele alınırsa içerik göz ardı edilir; kaldı ki her metin, içeriği için vardır. Her üretilen metnin içeriği daha önce üretilmiş bilgiye bağımlıdır ve bundan sonra üretilecek metinleri de etkisi altına alacak ve bu süreç devam edecektir. Çünkü bilgiyi bilgi çoğaltır ve üretir. “Metinler arası ilişki” kavramını bu şekilde ele almak gerekir diye düşünüyorum, metinde de bu anlamda kullandım. Ayrıca, her metnin anlamsal oluşumu, kendinden önceki metinlerin anlamsal etkilerine dayanır. Çoğu yerde eksik algılanan bir konudur metinler arası ilişki. Aslında bilginin dinamizmini, üretkenliğini evrimini ve anlamsal sürekliliğini içeren bir kavramdır metinler arası ilişki. 

[6] Bilginin tarihle bağlantısından ziyade, bilginin zaman doğrusunda birbirini yaratarak ve güncelleyerek bilgi birikimi oluşturmasıdır.

[7] Öğretiden kastım: T.C. Devletinin kurucu felsefesi dışında ithal edilmiş, bu coğrafya ve kültür dışında şekillendirilmiş tüm kuramsal politik öğretilerden söz edilmektedir.   

[8] Batıl ya da semavi din olup olmadığına bakılmaksızın mantığı ve bilimi bir kenara koyup her şeyi kadere yükleyen, içeriğinden ziyade şekle yönelen, yaşam tarzını onun bunun diktelerine göre yürütmeye çalışan, inancın özünü kendinde değil de şeyhlerde dervişlerde arayan, düşünmeyen, sorgulamayan bağnaz anlayıştan söz edilmektedir.

[9] İnsanın nihai ereği, yaşam ve neslin sürekliliğini sağlamak için en yüksek seviyede kendini kanıtlamak ve mümkün olan en iyi koşullarda varoluşunu gerçekleştirmektir.

[10] Katman; şiirde birbirine benzer belirli özelliklerin, fiziksel ve duyusal nitelik veya niceliklerin bir arada bulunduğu bir yapıyı belirten terimdir. Örneğin ses veya anlam katmanı gibi…

[11] İmgelem, kazanılmış zihinsel varlıkları tasarımlama ve bu tasarılardan yeni zihinsel işlemler oluşturma etkinliğidir. “Saf imgelem”, zihnimizin, bağımsız, çıkarsız, özgün, sınırlayıcı olmayan, dinsel ve ideolojik sınırlayıcılıktan/bağlayıcılıktan uzak, insani, sosyal, kültürel ve doğa değerlerini bağımsızca yorumlayabilme ve tasarımlayabilme etkinliğidir.  

[12] Ortam’ın sanat/şiir üzerindeki etkisi ayrıca estetik katmanında incelenecektir.

[13]Sözcüğün anlam açılımı” terimini Nizamettin Uğur “Anlambilim” kitabında kullanmıştır.

[14] Y.Özmen, Bir Damla Suda Halkalar, Temren Yayınları, 2018

[15] Hava yastığı ile su üstü ve karada hareket edebilen amfibi araç.

[16] Rastlantısal Anlam Kuramı; insanla eser ilişkisinde oluşan özel bir durumu tanımlayan yeni bir tespit ve öneridir.  

[17] Okur, ortam ve zamana bağlı olarak bir sanat eserinin anlamsal devinimini anlatır.

[18] Çağrışım saçağı, şiirin/eserin okurda çağrışım sonucu yarattığı imge ve imgelem demetidir. Çağrışım sonucu anlamın zihinde dal budak salması olarak düşünülebilir. Çoklu imge ve imgeleme ulaşıldığını ifade eden bir benzetmedir.

[19] Süre, sınır, durak, ritim, vurgu, ton, şiddet ve ezgi gibi sesbilgisel terimlere “parçalarüstü birimler” denilmektedir. (M.V.Coşkun, Türkçe’nin Ses Bilgisi)

[20] Şiirsel ezgi, şiirin anlam ve ortamı ile duygu değerine uygun özel olarak oluşturulan bir ezgi türüdür. Müziksel ezgi ve konuşma ezgisi arasında bir ezgi türü olduğu varsayımı ile ele aldığım bir kavramdır.

[21] Bürün: Sesbirimsel özellikler bütünü.

[22] Çağrışım çekirdeği; bir eserde var olan, okura etkin, çelişkili veya çekici gelen, okuru kendi yaşamsal ve duyumsal izlerine taşıyan, okuru anımsatma yoluyla arzuladığı düş dünyasına götüren veya okuru imgeleme yönlendiren söz, söz öbeği veya anlamsal tasarımlardır.

[23] Yorumlanmış ve görüntüye taşınmış bilgi. 

[24] Y. Özmen, “Bir Damla Suda Halkalar” Temren Yayn., Şubat 2018, “Büyüdükçe Bir Daha Kırılıyor” isimli şiir.

[25] Ontik; Nesnel ve duyusal varlık alanlarından, katmanlarından oluşan

[26] İntegral; çözümlenebilir, türevi alınabilir, parçalara ayrılıp bütünleştirilebilir, toplamı hesaplanabilir.

[27] İmgelem; toplam bilgi birikimimiz, belleğimiz ve bilincimizin zihinsel ve duygusal olarak ortaya koyduğu tüm tasarılar, ilişkiler, düşler, sezişler, anlamsal görünüş ve görüntülerdir.

[28] Çağrışım çekirdeği, çağrışım doğurma gücüne sahip, ilginç, dikkat çeken söz, tamlama veya bağdaştırmalar.

[29] Çağrışım yelpazesi, şairin okuru yönlendirdiği çağrışım katmanlarıdır.

[30] Çağrışım saçağı, şiirin/yapıtın okurda çağrışım sonucu yarattığı imge ve imgelem demetidir. Çağrışım sonucu anlamın zihinde dal budak salması olarak düşünülebilir. Çoklu imge ve imgeleme ulaşıldığını ifade eden bir benzetmedir.

[31] Veysel Çolak, Yansımanın Gerçeği, Mühür Yayınları, 2009








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

SANATA ÇÖZÜMLEMELİ BAKIŞ (Sanatsal Denemeler-4)

Sanata Çözümlemeli Bakış, Sanatsal Denemeler-4, Yaşar Özmen       SANATA ÇÖZÜMLEMELİ BAKIŞ   (SANATSAL DENEMELER-4)   Yaşar Özmen ...