Saf Sanattan İnsana Yaşar Özmen |
Kitabın son okuması ve düzeltmesini yapan
Ortaokul Öğretmenim Dil Uzmanı Emel Yelkenci
Saral’a,
Bu kitabı yazmak için düşünce ve yapıtlarından
yararlandığım,
sanat bilincimin oluşmasında katkısı olan
tüm şair, eleştirmen, bilim adamı ve sanat
düşünürlerine
ayrı ayrı teşekkür ederim.
Birinci Baskı Kasım 2018
Güncellenmiş Sayısal Sürüm Mart 2021
İSBN No:978-9944-342-74-2
Yaşar Özmen
1964 yılında Eskişehir’in Mihalıççık ilçesi Kızılbörüklü köyünde doğdu. 1985’te Kuleli Askerî Lisesi’ni, 1989’da Kara Harp Okulu Makina Mühendislik bölümünü bitirdi. 2007 yılında Selçuk Üniversitesi’nde Yönetim Organizasyon konusunda yüksek lisans yaptı. 2014 yılına kadar yöneticilik ve bilgi yönetimi konusunda değişik görev yerlerinde çalıştı. TSK’dan 2014 yılında emekli oldu. Bilgi yönetimi, iş sağlığı ve güvenliği, gayrimenkul değerleme gibi özel uzmanlık alanlarına sahiptir. 2011 yılından beri sanat bilimi, dil bilimi, resim, öykü, deneme ve özellikle şiir üzerine çalışmalar yapmaktadır.
Yayımlanan
Kitapları:
Bir Damla
Suda Halkalar, şiir kitabı, 2018, Temren Yayınları.
Saf
Sanattan İnsana, Şiir Çözümleme Tekniği ve Şiir Eleştirisi, sanat
çözümlemesine yönelik kuramsal kitap, 2018, Trend Yayınları.
Umut
Bekler Bizi,
Görsel-Sayısal Şiir Kitabı, Mayıs 2020, (e-kitap)
İmgelem-İmge-İmgelem,
(Denemeler-1) (e-kitap) Vedat
Günyol 2020 yılı 4. Deneme Yarışması Seçici Kurul Özel Ödülü, Mayıs 2020
Şiir/Sanat
Çözümlemesi (Denemeler-2) (e-kitap) Mayıs
2020, Homeros Edebiyat Ödülleri 2020 Bir Şiiri İnceleme dalında “Turgut Uyar’ın
ÜÇYÜZBİN Şirinin İncelenmesi” üçüncülük ödülü alan inceleme bu kitaba
alınmıştır.
Sanatsal
Denemeler (Denemeler-3) (e-kitap) Ocak 2021
UMUT isimli
şiiri, Güncel Sanat 11. Kaygusuz Abdal Seçici Kurul Özel ödülüne uygun
görülmüştür.
ŞİİR
SARNICI (E- DERGİ)’nın,
kurucusu, editörü ve yöneticisidir.
Sardunya
Zamanı Şiir Seçkisi, Türk Dünyası Şiir Seçkisi, Şiir Kalbimizde Şiir Seçkisi ve
Nar Öykü/Şiir Seçkisinde yer almıştır. Deneme, makale, öykü ve şiirleri, yazın
dergileri ile diğer yayın ortamında yayımlanmaktadır.
6
Mart 2021
ŞİİR
Gılgameş'den Homeros'a
Hesiodos'dan Horatius’a
Usturuplu bir selâm dizelerle
Dante'ye, Hayyam'a, Yunus'a
Şiir kokulu uğraklarda
Estetizmin vatkasına
Teyellemekse Ars Poetika
İç mimari tulumunu giyer
Keser kırk yerinden şiiri
İşte o zaman ki
Kösnül bir görüngüye varır
Nâzım'ın teninde İlyada…
Mart 2014 Narlıdere/İZMİR
İÇİNDEKİLER
:
Önsöz…….………………….……………………………………...…7
Birinci
Bölüm
Saf
Sanattan İnsana …………………..….………......................14
İkinci
Bölüm
Şiir Çözümleme Tekniği………………………...........................98
Biçim Katmanı..…………….……........................................107
Anlam Katmanı..…...………………………..………...........114
Gerçek
Anlam Tabakası ………………….........…….........130
Rastlantısal
Anlam Tabakası…………………………...…136
Üst
Anlam Tabakası……………..………...........................144
Anlatım Katmanı………………………………………...…148
Ses Katmanı……..………………………...............................172
Tonlama
Ekseni………………………………....................181
Ezgi
Ekseni……………………….……………..................186
Şiirsel
Ezgi Ekseni………………………….......................189
Çağrışım Katmanı……………...………................................194
Çağrıştırma
Tabakası………………………...………….…200
Çağrışımsal
İmgelem Tabakası……………………......…..204
Rastlantısal
İmgelem Tabakası…………………................209
Coşum Katmanı…………………..........................................214
Estetik Katmanı………………...…………….......................227
Şiirdeki
Estetik Değer Tabakası………..............................235
Okurdaki
Estetik Algı Tabakası……………………...........240
Durumsal
Estetik Değer Tabakası……………………...…249
Örnek
Şiir Çözümlemesi (Turgut Uyar Şiiri)...…........…...260
Üçüncü
Bölüm
Eleştirmen ve Şiir Eleştirisi…………………………...........284
Katman Edebiyat Eleştiri Kuramı………………………....300
Eleştiri ve Eleştirinin Eleştirisi…………………………......307
Sonsöz………………..……………..…………………….......313
Kaynakça......................…………..……….............................318
SAYISAL
SÜRÜM-2021 İÇİN ÖNSÖZ
‘Saf
Sanattan İnsana Şiir Çözümleme Tekniği ve Şiir Eleştirisi’ isimli kitabım,
Kasım 2018’de Trend Yayınları’ndan yayımlandı. Virüs ve diğer nedenlerle kitabımın,
okura yeterince ulaşamadığını bundan sonra da virüs ve açtığı yaralar etkisiyle
istendiği düzeyde ulaşmayacağını düşünüyorum. Hangi yolla olursa olsun
maksadım, kitabın çok okura ulaması ve okunmasıdır. Çünkü önemli ve yeni
bilgiler içeriyor.
Şiir;
usta çırak yöntemiyle öğrenilemez, öğrenilse de öykünmeden öte yol alınamaz
kanısındayım. Amacım, Türk şiirini magazinsel söylemlerin dışına taşımaktır. Sanatın
kuramsal yönüne ağırlık vermem bundandır. Ayakları yere basar şiir bilgisi ve
sanat eğitimi, herkesin ulaşması gereken bir haktır. Bu yüzden, şiire yeni
başlayanlara, şairlere, akademisyenlere ve özellikle sanat eğitimi alan lisans
öğrencilerine ulaşmak için, kitabımı yeniden düzenleyip e-kitap olarak
yayımlamaya karar verdim. Sayısal sürümü için; kitabı yeniden elden geçirdim,
dilini yalınlaştırdım ve güncelledim. “Homeros Edebiyat Ödülleri 2020 Bir Şiiri
İnceleme Yarışması”nda üçüncülüğe uygun görülen şiir çözümlememi örnek olarak
kitaba aldım. Ayrıca “Eleştiri ve Eleştirinin Eleştirisi” başlıklı deneme, özet
bilgi içerdiği için eleştiri bölümüne ekledim.
İlk
baskının dili ağırdır ve anlaşılması güçtür. Ayrıca ileri sürülen teknik, kuram
ve öneriler, daha önce dillendirilen konulardan farklıdır; anlaşılma güçlüğü
doğurmaktadır. Bunlar, deneme kitaplarım (Denemeler-1-2-3)’la ayrıca
açıklanmaktadır. E-kitaptır, internetten rahatlıkla ulaşıp inceleyebilirsiniz.
Kitabımda
bir sanat çözümleme tekniği ve üç kuram ileri sürülmüştür. Ayrıca lisans ve
doktora öğrencileri için tez konusu olacak öneriler yapılmıştır. İnceleme ve
araştırmaya gerek duyulan konular nokta olarak belirtilmiştir.
Saf
Sanattan İnsana, okunması zor bir kitaptır; sanatın, özellikle şiirin öyküsünü
anlamak istiyorsanız kendinizi zorlayıp bu kitabı okumalısınız. Yeni bir teknik
ve üç kuram ileri sürüyor. Sizlere söylenenden farklı bir şiir ve sanat
dünyasının varlığını gösteren yeni bilgi, bakış ve yorum içeriyor.
Mart
2021
Sanat
ve bilim, insanlığın ortak dilidir. Barışın ve yaşanabilir dünyanın tek
güvencesidir. Birbiri içerisinde ve birbirinin tamamlayan bu iki alan, hiçbir
gerekçeyle kirletilmemelidir.
Sanata, sanatçıya ve şiire ilişkin
manzaranın suskun yerlerinden çekilmiş ve masaya yatırılmış panoramik bir
görüntüdür bu kitap. İlk bölüm, sanatın neden bir sanat onuru
içerisinde sanatsal tutumla sürdürülemediğinin altında yatan gerekçeleri
sorgulamaya yönelir. Dünyayı yeniden yapılandırma söylemlerinin aslında insanı
yeniden yapılandırmaya yöneldiğini, sanatın özellikle şiirin, iç sesinin ve
insanla ilişkisinin kirletildiğini duyar gibi oluruz satır aralarında. Şiir, alandan
çekildikçe ve içine kapandıkça, buna neden olan sudan gerekçeler daha fazla
kafamızı kurcalamaya başlar. Duygu, dil ve düşüncenin bütün olanaklarını kullanan,
sanatsal yaratıcılığın ekseninde bulunan şiir; bu denli toplumun uzağında
gerçekleşir ve bu durum, yaralar içimizi. Şiir, hem yaratıcılık anlamında
sanatların merkezindedir hem de estetik kaygıyı ve tavrı yaratma konusunda
diğer sanatlara göre ilk sıralarda yer alır. Meta değeri ve meta estetik
değerinin diğer sanat alanlarına oranla daha az olması, bireyin bu kadar
uzağında gerçekleşmesini haklı göstermek için yeterli bir neden değildir.
Öyleyse şiir sanatının insandan, özellikle genç kuşaktan bu kadar uzak
durmasının altında yatan ve bizlerin anlayamadığı sorun nedir?
Bu
kitabın temel konusu, “Şiir Çözümleme Tekniği”dir. Dil, düşünce, duygu, nesne,
evren, yaşam, bireysel ve toplumsal olgular gibi pek çok alanı bir arada
kullanabilen şiir sanatını, sanat bilimi ve diğer bilimlerin bize sunduğu
olanaklarla ele almaya çalıştım. Maksadım, sanatın varlık
katmanlarına yaslanarak şiir çözümleme tekniği yoluyla, sanat kavramının ne
olup olmadığını, zihinlerde duyulur ve görünür kılmaya çalışmaktır. Ayrıca, şiir sanatını ayakları yere
basar nesnel bilgiye dönüştürebilmek ve bununla birlikte aşağıda sıraladığım
birkaç konuya açıklık kazandırabilmektir.
Öncelikle
genç bireylerde sanatsal bakış farkındalığı oluşturmak ve sanata yönelik olumlu
duygu yaratmaya çalışmaktır. Sanat eğitimi alanlar için ise şiirin varoluş
gerçeği hakkında bilgi bütünlüğü oluşturmak, şiirin iç ve dış organlarını inceleyerek
bir parça olsun şiirin hak ettiği biçimde zihinlerinde yer almasını
sağlamaktır.
Benim
anlayışıma göre deneyim, bilgi ve kültür aktarımı; ekonomik mirastan daha
değerlidir. Bütün sanat dalları incelenmeli, deneyim ve bulgular ayrıntılı
biçimde yazılmalı; deneyim, kültür ve bilgi aktarımının sürekliliği sağlanmalıdır.
Geleceği kurmanın vazgeçilemez adımlarından biri de gençlerin kullanabileceği
biçimde sanatsal bilgi ve deneyim aktarımıdır.
Sevme
duygusunu var eden, olumlu duyguyu besleyen ve insan olmanın kapılarını açan
etkinliklerin başında sanat gelir. İnsan olmanın, yaratıcı düşünmenin,
işitmenin, görmenin, yaşanabilir bir dünyaya yürümenin, yaşam sevincini
duyumsatmanın ve sevme duygusunu başat kılmanın; en keskin yollarından biri
sanat kültürünün aktarımı ve içselleştirilmesidir. Bu nedenle:
Şiirin
iç ve dış ögelerini inceleyerek sanatsal görüntüyü ortaya koymak, okurla
ilişkisini açığa çıkarmak ve gençlerin kullanabileceği şekilde nesnel bilgiye
dönüştürmektir.
Şiiri
tanımlamak, dilsel, sanatsal ve şiirsel özelliklerini saptamak; başka bir göz
ve formatta şiirin dış ve iç tasarımını, görünmeyen duyusal alanını daha
ayrıntılı ve daha analitik okumaya yöneltmektir. Diğer yandan, şiir nasıl
yazılır sorusuna somut verilere dayalı kaynak oluşturmaktır. Özet olarak
söylemek gerekirse; dil, duygu, düş ve düşüncenin hareket merkezi bir sanat
alanına yaslanarak saf sanat[1]a
giden yol güzergâhını temizlemektir anlaklarda.
Şiirin
taşıdığı şiirsel, sanatsal ve yazınsal değeri daha somut ortaya koyabilmektir
amacımız. Şiir çözümleme tekniği, şiire
yeni bir bakış biçimi ve yordam geliştirecektir. Ayrıca bu yöntem; şiir
eleştirisinde daha nesnel, bilimsel sonuçlara ulaşmayı, öznel yargıyı en az
düzeye getirmeyi ve biçimlendirilmiş (dünya algısı güdüm altına alınmış)
eleştirmen tutumunu bertaraf etmeyi amaçlamaktadır.
Şiir Çözümleme Tekniği (ŞÇT), aynı zamanda
bütün sanat alanlarına uygulanabilir bir sanat çözümlemesinin doğum sancısıdır. İleride ayrıntılarıyla değineceğim ama
şimdilik şu kadarını söylemeliyim: Şiir çözümleme tekniğinde ele aldığım
katman, tabaka ve eksen terimleri ile çözümleme akışı, dans gibi hareket
sanatlarıyla birlikte tüm yapıtlarda var olan özellikleri çözümlemek için temel
bir yaklaşım ortaya koyar. Ne var ki bu teknik; felsefi, bilimsel ve sanatsal
bilgi altyapısı gerektirir. Aynı zamanda farklı görüş, yorum, düşünce ve
yaklaşımlarla olgunlaştırılmasına gereksinimi vardır.
Okunması
oldukça zor, tercih edeni az ve içeriği çoğunluğun ilgi alanı dışında olan
bunca uzun bir kitabı, uzun ve ayrıntılı araştırmalardan sonra oturup yazmamın
önemli bir nedeni vardır: İnsanlar, toplumlar ve uluslararası ilişkilerin
sağlıklı işleyebilmesi, insanın mutlu yaşayabilmesi; insanı insan olarak görmek
ve insana hak ettiği değeri vermekle olasıdır. İnsanlar arası ve toplumlar
arası ilişiklerin bu kadar bozulduğu ve yozlaştığı bir ortamda tek çıkış yolu;
günümüz bireyini hırs, düşünme tembelliği ve ekonomik baskıdan kurtarmak; insan
sevgisi ve yaşam sevincini duyabilecek yetkinliğe ulaştırmaktır. Bunu
yapabilmenin en keskin yolu da sanattır; saf
sanattı ön plana çıkararak bireyi kazanmaktır.
Bu
kitapta şiiri tanımak ve anlamak için yeni denebilecek bir teknik ve çok sık
rastlanmayan önerilere tanık olacaksınız. Bir anlamda olagelenin dışında bir
yaklaşım göreceksiniz satır aralarında. Her ne olursa olsun, amacımız,
duruşumuz, direncimiz; sanat ve şiirden önce tam insan[2]
olmayı başarmaktır. Bu yüzden saplantı ve önyargı denen baş belâsı
alışkılarımızdan; ayrılmış, bölünmüş, üstünlük veya ezilmişlik sendromundan
kurtulup; sevgi ile bu satırlara yaklaşırsanız kitapta çok şey bulacağınızı
şimdiden söyleyebilirim.
Bu
kitabı yazmaktaki diğer nedenim şudur: Şiir ve sanat dünyasında paradigma
değişimine gidilmesi gereğine inanıyorum. Biçimlendirilmiş bilinçlerden şiirin kurtarılması,
paradigma değişimine bağlıdır, diye düşünüyorum. Şiir, insanı insana egemen
kılmaya yönelik güçlerin değil, insanı insana yaklaştıran duygu ve bilincin
anlatımı, onun yatağından doğan imgelemin yansıması, sezdirilmesi ve
duyumsatılması olmalıdır. En kısa söylemi ile Yunus Emre örneği, sevgi olmalıdır. Bir bakıma şiirin
insana dönmesi, insanın olgusal, algısal, düşünsel sınırsızlığının evrenini
bulgulaması önemlidir. Bugün algılanan şiir modeli ve sanat modeli, modern,
postmodern veya çağdaş sanat anlayışı bağlamında bile olsa yer üstünde mutlak
geçerli tek model ya da anlayış değildir.
Ne
yaparsak yapalım; bugün anlayabildiğimiz kadarı ile düşünmek durumundayız. Ne
yaparsak yapalım; bugün şiiri kavrayabildiğimiz kadarıyla değerlendirmek
zorundayız. Tarihsel ve güncel tüm şiirsel ayrıntıları didikleyerek çözümlemek,
çözümlenen bilgilerden hareketle sanatın özellikle de şiirsel tasarım
mantığının genişlemesine katkıda bulunmak, bir diğer amacımdır.
Kitabın
ilk bölümünde, “Saf Sanattan İnsana” başlığı altında uzunca bir bölüm
okuyacaksınız. Bir bakıma bu bölüm, saf sanata uğrayan yolların ayrıntılarıdır.
Hedefim, sanata/şiire ilişkin algı ve yargının temelinde yatan verileri ortaya
koyabilmek ve kavramlar arası sanatsal ilişkinin insan gözünden görülebilmesini
sağlamaktır. Bir anlamda salt sanat ve şiiri değil, gerçek dünyanın işleyiş
biçimindeki kişisel algı yanılgılarını da satır aralarında duyar gibi
olacaksınız. Bu bölüm, aynı zamanda şiir çözümleme tekniğinin bilgi altyapısını
hazırlamaya yöneliktir. Ayrıca, zaman zaman entelektüel diye adlandırdığımız
aydın kesiminin ve sanat yolcularının, nasırlı sosyal yaralarını görüntüye
taşıyıp gelecekte kullanılmak üzere okur bilinçaltına itilmesine yöneliktir.
Diğer bir söylemle bu bölüm, bir anlamda ön(s)öz niteliğindedir; sabırla
okumanızı diliyorum.
Kitabım,
sıra dışı ve yeni şeyler söylüyor ve şaşırtıcı önerilerde bulunuyor. Şiirin her
ögesini ayrı ayrı inceliyor. Bunun yanında şiiri; ses bilimi ve estetik bilimi
açısından her yönüyle ele alıp ‘şiirsel ezgi’ ve ‘durumsal estetik
değer’ gibi yeni çıkarımda bulunuyor. Kitabım, Türk yazınında öncü ve yeni
bilgiler içeriyor. Doğa, sosyal, insan bilimleri ve sanat bilimini
olabildiğince temel alıyor. Bilginin, işlenebilir-kullanılabilir biçimi ile hazırlanmış
veri ve önerileri var. Maksadım; ekonomik veya kendim için bir sonuç elde etmek
değildir; yalnızca bu tür bilgi ve bakışın sanat dünyasına, temel anlamda insanlığa
kazandırılmasıdır.
Nâzım
Hikmet, geçen yüzyılın birinci çeyreğinde “Putları
yıkmalıyız.” der. Bugün de aynı tümceyi kurmak durumundayız. O günün
yıkılan putları daha sağlam, güncel ve daha gösterişli kalıntılarını getirip
dikmeseydi şiir ve sanatımızın üstüne eğer, sanırım bu sözü tekrar kullanmak
zorunda kalmayacaktık. Günümüzde öyle aşılması zor engellerle karşı karşıyayız
ki bugün şiirimizin üstüne dikilen putların öyle kolay yıkılır şeyler
olmadığını söyleyebiliriz. Bunları, görebilmek ve okuyabilmek için güncel
olaylara egemen ve bilimsel birikime sahip olmak yetmiyor artık. İnanç, ekonomi ve ideoloji gibi imgelemi
hapsedici, istem dışı düşünmeye zorlayıcı etkenleri, bertaraf edebilmek
gerekiyor.
Tutumlar, hırslar ve korkular ile bilgi,
teknik, teknoloji, yapay zekâ ve öğrenen makinalar gibi etkenler; günümüzde
insanların algılarında ve düşünme biçimlerinde hızlı bir dönüşüme neden
olmaktadır. Gelecekte nasıl bir sanatsal dünya kuracağı, kocaman bir karanlığı
önümüze yığmaktadır. Sanatın gelecekte alacağı biçim ve formlar, bu karanlıkta
sürekli bir arayış içindedir. Ne var ki ulaştığımız bilgi ve sahip olduğumuz
deneyim ile sağduyulu ve mantıksal yorumlarımız ışığında geleceğe baktığımızda,
geçmiş yüzyıllarda yaşayanların aksine daha belirsiz ve tahmini daha zor sanat dünyası
bizi bekliyor. Ne yazık ki sezgi ve öngörü yetilerimiz, teknolojinin ve bilgi
üretiminin baş döndürücü hızı karşısında yetersiz kalmaktadır. Bizim
aydın dediğimiz adı belli çoğu şairimiz ve sanatçımız; genelleme yapmamakla
birlikte, mistik ve antik kültürün verilerini hâlâ güncelleyememiş görünüyor.
Sanatın
tözünü kavramadan, anlamadan, sanatta estetik değer ve estetik yargı sürecini
içselleştirmeden üretilen her yapıt, yazılan her şiir, var olanların
karakterine fazlaca yaslanır. Çünkü kavramlar arası ilişkilerin sağduyulu
çözümleri zihne oturmadan, görme, duyma, sezme ve anlamlandırma, buna bağlı
olarak sanatsal yaratıcılık istenen düzeye ulaşamaz.
Her
nasıl düşünürsek düşünelim insanoğlu, bugün büyük sorun olan pek çok şeyin
üstesinden gelecek ve daha yaşanabilir bir dünya kurmak için en doğru yolu
bulacaktır. Geçmişte yer altı şehirlerinde birbirinden saklanarak yaşayan
insanların dünyasından, bugün temel sorunları çözüp daha yaşanabilir bir
dünyaya ulaşmış isek savaş ve terör gibi resmi ve gayri resmi cinayetlerden
şiddete kadar insana yaraşmayan pek çok şeyin varlığının da sona erdirileceğini
pekâlâ düşleyebiliriz. Ancak bunun
gerçekleşmesi, yine gelip sevgi kavramına dayanmaktadır. Sanat gibi duyu ve
duyguları olumlu yönde işleyebilen etkinliklere gereksinim duymaktadır.
Kısacası bu düş, duygudaşlık kurabilir duygunun ve bilincin geliştirilebilir
olması ile ilişkilidir. Bugün düşünebildiklerimiz,
gelecekte tasarımı ve yaşama geçirilmesi çoğunlukla olanaklı
olanlardır. Hele özlenenler daha yakındır. Geçmişte ütopya diye adlandırılan
düşlerimizin pek çoğu gerçek olmuştur; somut-soyut anlamsal bütünlük veya
nesnellik kazanmışlardır.
Sonuç olarak, kitapta bir
şiirin duyusal ve nesnel varlık alanları katman yöntemi ile ele alınmıştır.
Şiir sanatında var olan katmanların çözümüne ve bu katmanların açılımından daha
önce dillendirilmemiş üç kurama ulaşılmıştır. Bunlar; Rastlantısal Anlam Kuramı, Çağrışımsal İmgelem Kuramı ve Katman
Edebiyat Eleştiri Kuramı’dır. Ayrıca, saf imgelemden saf sanata ve saf
sanattan daha duyarlı, estetik kaygısı gelişmiş insana varışın izdüşümü
resmedilmiştir. Sanatçı, eleştirmen, akademisyen,
öğrenci, şair ve okur zihnini kurcalayan sanat bilimine ilişkin pek çok konu
ele alınarak yeni bir bakış açısıyla çözümlemeye ve öneriler üretmeye
çalışılmıştır.
Kitabımın
konuları, daha bilimsel ve kuramsal eleştiri için bir arayış içindedir. Bu
yüzden, Katman Edebiyat Eleştiri kuramını ileri sürer; ne var ki bununla iş
tamamlanmış sayılmaz. Olgunlaşması gerekir. Şiirin ve sanatın nitelik ve
niceliği, çağsıl bilinçle ilgili bir konudur. Sanatçı, eleştirmen, akademisyen,
öğrenci, şair ve okur; hepsi birer insandır. İnsanın yargıları çoğunlukla
mevcut bilgi ve alışkılarının yansımasından beslenir, ancak bunu değiştirebilen
insanlar geleceği şekillendirebilirler. Sanatı ve şiiri de...
İyi ve yeni bilgiyi
görmezden gelmek, salt bilgi ve bilginin kaynağına haksızlık değil, bütün
insanlığa yapılmış bir haksızlıktır. İyi bilginin örtülü kalma gibi bir korkusu
yoktur ancak geç kalınma sorunu vardır. Geç ayrımsamak ise gelişimi geciktirir;
bu da o alanda çalışan insanların niteliğiyle ilgili bir durumdur. Şiir
sanatında olduğu gibi eski çağ söylemlerine sığınıp yeni bilgiyi görmezden
gelmek, şairin şiire ve kendisine yapabileceği en büyük kötülüktür. Bu yüzden
kitapta ileri sürdüğüm kuram, teknik ve öneriler; özenle ele alınmalı ve
irdelenmelidir. Akıl akıldan üstündür; yalnızca farklı bir açıdan bakıp var
olandan farklı bir şeyler önerdim; noksan kalan yanları vardır ve
geliştirilmelidir.
Dünyanın en güzel ve yüce duygusu sevgidir. Sevgi
ise güzellik karşısında büyüyen bir duyumsama eylemidir. Pek çok düşünürün
söylediği gibi sanat güzeli görünüşe çıkarmak, insanı güzel ve yetkin ruha
taşımaktır. Sonuç olarak insanda sevgiyi ve yaşam sevincini yaratmaktır. Sanat
sevmektir; sevmekse şiirdir, şiirselliktir. 26 Ağustos 2018
Yaşar Özmen
Birinci Bölüm
Sıra dışı ve saçma gelen düşünceye, ütopya gözüyle bakılmamalıdır;
özellikle sanatta. Bugün için düşünebildiklerimiz ve düşleyebildiklerimiz,
gelecekte tasarımı ve yaşama geçirilmesi çoğunlukla olanaklı olanlardır.
Saf
Sanattan İnsana
Sanat veya şiir
gibi bir konuyu zaman, yer, akla yatkın ya da değil gibi doğrusal bir düzlemde
ele almanın sıkıcı olacağını düşünüyorum. Kitabımda tasarladığım düşünce;
giriş, gelişme, sonuç gibi bir süreç izlemeksizin, sözün taşıdığı konumda ve
konunun bizi yönlendirdiği düzlemde siz okurlarımı sıkmadan, bir şey öğretmeye,
dikte etmeye çalışmadan her düşünceye eşit uzaklıkta geçmiş, süregelen ve
geleceğe ilişkin sanat, şiir ve sanatçı tutumlarını kadraja taşımaktır. Yeni
bir yaklaşım altında konuları ele almak ve sanatsal bilginin üretkenliğini
kullanabilmektir amacım. Bilginin tarihselliği ve metinler arası ilişkinin
tutarlılığından yararlanarak iyi bir sonuca varabilmektir. “Şiir Çözümleme
Tekniği” bölümü ise birbirini izleyen bir yöntemle ele almayı gerektirmektedir.
Bu bölüm, sistemli ve aşama aşama ilerleyerek “Eleştirmen ve Şiir Eleştirisi”
konusuna temel oluşturacaktır.
Aslında bir
konuyu açıklarken sözü döndürüp dolaştırmayı istemem; konuyu birkaç tümce ile
sonuçlandırmaya çalışırım. Bir sürü terim ve kavramla konuları açan metinler,
akademik çevrelerin işine yarayan ayrıntılı bilgiler içerir. Konunun
anlaşılabilir ve uygulanabilir olması için en kısa yoldan özünü vurgulamaya
çalışacağım. Bu kitapta kuramdan uygulamaya değil, uygulamadan kurama doğru bir
yöntem deneyeceğim. Ancak şiir ve sanat dünyası öyle bir bilgi dünyası ki
neresinden ele alırsam alayım, değindiğim nokta başka alanlarla bağıntılı ve o
alanları da ister istemez açıklamak durumunda kalıyorum. Öyle olduğunda da
satırlar bitmek bilmiyor. Okuru düşünüyorum. Okur; çeşit çeşit iş, eğlence,
gam, şiddet, uğraş, nedensiz ölümler ve kazanma hırsı karşısında, oturup sanat
ve şiir bilgisi ile mi zaman harcasın? Doğaldır ki harcamamayı tercih
edecektir. Pek çoğumuz öyle yapıyor mu?
Elinizdeki
kitaba ısınabilmeniz için biraz lafazanlık etmekte yarar olduğunu düşünüyorum.
Kitabı elinize aldığınızda, önyargı, kararsızlık, umursamazlık ya da birtakım
beklentiler içinde olabilirsiniz. Sesli düşünelim, duygularımızı açıkça ortaya
koyalım isterim; içten davranmak gerekirse toplum olarak pek çoğumuzun uzun
soluklu metinler karşısında gösterdiği duygu ve tepki şekli bu ve buna
benzerdir. İleride daha ayrıntılı açıklayacağım, ancak şimdi yeri gelmişken
konuyla ilgili küçük bir konuya değinmeliyim. Bilgi aktından (bilme etkinliği)
kısaca söz etmeliyim: Bilgi aktı, ‘algı, anlama, düşünme ve açıklama’ aktlarından oluşur. İnsanın ‘algı
ve anlama etkinliği’, sevme ve olumlu duygu durumuna bağlıdır. Bunu ben
söylemiyorum Aristo’dan günümüze kadar bütün düşünürler söylüyor. Bilinmeyen
şey henüz sevme duygusunu oluşturamaz, ancak olumlu duygu içinde olmaya
çalışmak insanın kendini yönlendirmesine kısmen bağlıdır. Olumlu duygu durumuna
kendinizi taşımaya çalışırsanız iyi bir yazar-okur ilişkisi kurabiliriz. İşte
bu olumlu duygu durumu, farkında olmadığınız önyargılarınızı bilincinizden
uzaklaştıracak, algı kanallarınızın açılmasını sağlayacak, saplantılarınızı kısmen
kıracak ve sizi yansıtmaya çalıştığım sanatsal/şiirsel evrenle bütünleşmeye
yöneltecektir.
Bazı sanatçılarımız, çatışma
ve dayatma kültürünü en gözde ve yararlı davranış kalıbı olarak benimserler. Benim
inandığım değerler senin inandığın değerler gibi karşılaştırmacı; sanatın ve
şiirin hiçbir noktasında yer almaması gereken bölünmüşlük; küçümseme, önyargı,
beğenisizlik ve ben bilirim yaklaşımı; oldukça yaygındır. Bunun yanında
bireyler olarak; zihin okuma, aşırı genelleme, keyfi ve duygusal çıkarsama gibi
bilişsel psikolojinin tanımladığı olumsuz düşünce işleyiş biçimlerini
çoğunlukla yaşayan bireyleriz. Sanatçının sanatçıya, şairin şaire nasıl bir
yaklaşım içinde olduğunu, birbirlerinin yapıtlarına karşı nasıl bir tutum
sergilediklerini az çok gözlemlemiş birisi olarak bu tümceleri kurma gereği duyuyorum.
Çünkü bu kitabın hedef kitlesi; sanatseverler, gençler, sanat eğitimcileri,
akademisyenler, sanatçılar, aydınlar ve özellikle şairlerdir.
Çoğumuz, daha
ilk birkaç tümcede olmaz böyle şey diye peşin hüküm verip okuma zahmetine
kendince kılıf hazırlayacak gizilgüce sahip insanız. Üretilen bilgiyi ve ortaya
konan yeni bir yaklaşımı yerden yere vurma ve yok sayma alışkanlığımız pek
yaygındır. Genel olarak üretilen bilgiye bakışımız nazlıdır, onu nasıl yok
sayarız diye türlü yollar deneriz. Yeni bir şey üretemeyiz korkusu vardır
bilinçaltımızda. Bilindik bilgileri öğrenmiş olmanın haklı gururu ile
oyalanmaya yatkınız. Bilgiye ulaşmak bilgi üretmekten daha zor değildir. Bu
kitap sıra dışı bir kitap değil belki, ancak içerikte yararlı ve yeni bilgiler
öne sürecektir. İnandığımız ve bildiğimiz değerler dizgesinde, şaşırtıcı
çıkarımlar yapacağımı şimdiden söyleyebilirim. Zaman zaman sizlerle söyleşeceğim,
zaman zaman bilimsel ve teknik konulara gireceğim. Bu yüzden, peşin hükümlü ve
büyük beklenti içinde olmamanızı dilerim. Kitabımda; beklemediğiniz, çoğu zaman
şaşırtıcı ama tarafsız, şiddetsiz, akılcı ve rasyonel bir dünya ile tırnakları
bakımsızca gelişmiş bir sanat dünyası profili çizeceğim. Yeri geldikçe, çağdaş
sanat anlayışının kendini yenilemeyen toplumlarda nasıl çağdaş kültür bozum
makinasına dönüştüğüne satır aralarında biraz olsun değinmeye çalışacağım.
Sorgulamak
istemiyorsanız ve biçimlendirilmiş bilinçlerin hareket verdiği tutum ve
davranışlara uyum sorununuz yoksa, özellikle sanatın yozlaşmasına karşı
duruşunuz dik değilse, bu kitabı okumayınız. Şiir yazıyorsanız kitabı
okuduğunuzda bir süre şiir yazmakta zorlanacaksınız; buna hazırlıklı olmanızı
öneririm. Şiire veya herhangi bir sanat alanına, sanat felsefesi, sanat
sosyolojisi, sanat psikolojisi ve estetik bilimi açısından yaklaştığınızda;
anlam, anlatım, ses ve şiirde yer alacak sözcüklerle, şiir kurgusunda daha
disipliner bir örgütleme gereğini zorunlu görüyorsunuz. Dizelerde anlam ve
anlamın derinliği ile ses ve anlatım, daha özen gerektiriyor. Böyle olunca da
şiir yazmak güçleşiyor. Ayrıca, duyarlı öğrenci, akademisyen, ressam, şair veya
sanatsever iseniz iç dünyanızla çekişme için hazırlıklı olmalısınız.
Başlangıçta bu çekişme benimle olacak, benimle çekişmeniz bittikten sonra
dikkatiniz gelişen konulara yönelecek ve içerikteki can sıkıcı saptamalar
yardımıyla içsel bir kavgaya gireceksiniz. Okuduklarınız öneri ve çözümden daha
çok, soru bırakacaktır zihinlerinize.
Bir anlamda,
gerçeklikle içli dışlı olmak, dünya ile köklü ilişkiler kurmak ve şiire/sanata
bütünlükçü bir açıdan bakmak, uzlaşıcı bir yaklaşım değil, kavgacı bir yaklaşım
gerektirir. Olumlu duygudan bağımsız gelişirse, istenmeyen durumlara evrilir ki
bundan söz etmiyorum. Bilinçli insanlar, kavgacılığın, düşünsel çatışmanın ve
içsel kavganın yapıcı, kurgulayıcı ve bilinci olgunlaştırıcı değerini bilirler.
Düşüncelerle kavga, düşlerle dostluk, şairi sürekli yaratıcılığa ve yeniliğe
yöneltir.
Okur, metni
okuma zorluğuna karşı istemeden oluşan direnç etkisiyle okumaya karşı zihnen
bahaneler üretmeye yönelir. Kitabın ilk sayfalarında okumak için genellikle
kendimizi zorlamak durumunda kalırız. İşte ben bu duygu durumuna girmemeniz
için, dünya algımı özetleyerek biraz olsun okumaya karşı oluşabilecek direnci
kırmaya çalışayım. Dünyayı, sanatı ve en önemlisi insanın kodlarını nasıl
okuduğumu biraz açmalıyım. Ben her ne kadar belirli bir konuyu ele alsam da
burada yazdıklarım, görebildiğim ve okuyabildiğim bana ait sanatsal ve şiirsel
bir dünyadır. Kendi düşüncelerimi, kendi sanat algımın sonuçlarını açığa
çıkarmak durumundayım. Bu kitaptaki yorum, çıkarım, çözüm ve önerilen dünya;
sanatsal çerçeve ve şiirsel kodlar; dünya, yaşam ve insan arasındaki ilişkileri
farkındalık yaratacak biçimde okumamım bir sonucudur. Aktardığım düşünce ve
çektiğim fotoğraf kareleri, bana özgü bir bakış açısının içerdikleridir.
Türkiye
Cumhuriyeti’nin çağdaş değerleri dışında hiçbir yaklaşımın; bugünün insanına bu
coğrafyada özgür, özgün, hoşgörülü, mutlu ve sevgi dolu birey olarak yaşama
şansı tanımayacağını değerlendiriyorum. İnsanı insana egemen kılmak ve kazanma hırsıyla
donatmak yerine, insanda sevgiyi egemen kılmanın pek çok sorunun üstesinden
geleceğine inanırım. Daha açık söylemek gerekirse, dünyaya bilimsel ve çağdaş
değerler ışığında bakmaya çalışırım. Sağım, solum ve inancım benimle ilgilidir
ve bunları savunmak gibi bir görevi kabul etmiyorum. Kişisel ve toplumsal
sorunlarımızı çağdaş değerler, sevgi ve bilimsel veriler ışığında çözmediğimiz
sürece yaşanabilir dünyayı kurmakta yetersiz kalacağımıza inanırım.
Politize olmuş, öğreti
içerikli ya da dinsel kabullere dayalı düşüncelere, bilimsel yasa ve kuramlarca
doğrulanmadıkça kulak asmam. Çünkü bu tip düşüncelerin temelinde ve düşüncenin
her aşamasında önyargı ve önceden kabul edilmiş doğruluk ile aidiyet duygusunun
yarattığı mantıklı görme kolaycılığı söz konusudur. Aynı zamanda ön kabullere
ve sözde kuramlara uyma zorunluluğu inancı vardır. Yaşamım boyunca şunu
savunmuşumdur; temel kabullere dayalı bu tür düşünce ve yaklaşımlar, sanatta
kısırlaştırıcı ve özgün olmayan sonuçlar doğurur; insanı düşünme zahmetinden
kurtarır ve analitik bakabilme yeteneğini elinden alır.
Çağa, insan aklına, yenidünya algısına ve insanın insanca yaşamasına
hizmet eden her bilgi, her teknoloji, her çaba; insanlık adına bir değerdir.
Önemli olan doğru bilginin ve doğru algının, olumlu duygunun, yani sevginin;
insan anlağında etkin olmasıdır. Sanat ve şiir; direnişin, karşı duruşun, duygu
ve aklın işi ise işte eylem yapacağı yer; bu değerleri işleyeceği alandır.
Birilerinin dikte ettirdiği kazanım gibi görünen, en adil ve çağcıl sistem
yanılgılarına bezirgânlık yapmak; slogan türü söylemlerle toplumsal değişimi
sağlamaya kalkmak; insanı özgür kılmaya, yaşam sevinci ile doldurmaya, yeni bir
insan yapmaya, iyi bir yaşamsal ortam sunmaya yetmez. Bu kısır görüşler, özgür
dünyanın kapılarını size aralamadığı gibi maşa olarak kullanılmışlığınızı tarih
kitaplarına yazdırır. Sözün özü, Alman kadehiyle Rus votkası, Arap kaşığı ile
Amerikan çorbası içme özentisi, ne kişiye ne de insanlığa özgür ve çağdaş yaşam
ile sanat evreni sunar. İşte sanata, şiire, insana, bilgiye, bilime, kültüre ve
dünyaya bakış açım bu yöndedir.
Öküz altında
buzağı aramadan, duygunun, bilginin, yaratıcı ve dönüştürücü aklın yolunda
yürümenin sanatsal eksende en doğru yol olacağı çok açıktır. İnsanı ve insanın
nihai ereğini doğru okumak; kazanımlarını daha çağcıl kazanımlara dönüştürmek; yaşadığımız
dünyanın doğal varlıklarını korumak; tüm canlıların geleceği açısından en temel
gerekliliktir. Yaşadığımız dünyanın doğal varlıklarının korunması ve tüm
canlıların geleceği, artık insanın tam insan olmasına, sevgi dolu ve şiddetten
uzak olmasına bağlıdır. Bugün yaşamakta olduğumuz çağın değerler dizisi, iyiye
ve güzele her geçen gün biraz daha sırtını dönüyor. Bireyler, zekâsı ve
yeteneği kadar var olandan pay alabilir duruma doğru evriliyor. Daha kötüsü
ölümleri, şiddeti, insanlığın ve doğanın ölümünü normal karşılar duruma
dönüşüyor. İnsanı insan olarak değil, bir çıkar kapısı olarak görmek günün en
geçerli davranışı oluyor.
İnsanın davranış
kodlarına sızan yıkım ve yok edicilik eğilimi, çok hızlı yayılmaktadır.
Yıkıcılığı yok edip sevgi dolu insana ulaşmak için, insanlık olarak önlem
geliştirmek zorundayız. İşte bu noktada, olumlu ve sevme
duygusu gelişmiş dünya insanlığına ulaşmanın sırrı, sanatın gizilgücünde
saklıdır. İnsanın özgün ve özgür yaşayabilmesi; kazanılmış insani değerler
sisteminin güçlendirilmesi ve sevginin geliştirilmesiyle sağlanabilir.
Kültür endüstrisi[3] diye tanımlanan yapı,
toplum ve sanatçı üzerinde olumsuz bir etki yaratmıştır. Bunun, hızlı bir yükselişle
günümüzde de sürdüğü gözlenmektedir. Sanat ve sanatçı üzerinde yarattığı
kültürel bozulma, ister istemez tepkiye neden olmaktadır. İşte bu tepkinin yarattığı
duyarlılık, sanata ve sanatçıya bakış açımı biçimlendirmektedir. Her ne olursa
olsun, kültür endüstrisinin yaratmış olduğu yıkımdan en az yara ile kurtulmanın
yollarını arayan bir kişi olarak, söylemek istediğim bir dizi önlem vardır.
Kültür endüstrisinin en önemli yıkımı, eleştirel bakış açısı yerine, uyumlu
sanatçı kimliğinin düzenlenmesi ve biçimsel aklın hegemonyası şeklindedir. Ya
da karşıtlık oluşturarak, kendi amacı için iyi bir piyon olarak kullanmaktır.
Son yüzyılın en önemli ve etkin oyun biçimidir bu yöntemler.
Kimin neyi ne kadar bileceği tek merkezden belirlenen kemikleşmiş bir
sistemin, insanın mutluluğuna ve gelecek algısına artı bir değer getirmeyeceği
çoktan bellidir. Güncel sistemin yıkıcılığı ve ölümcül çıktıları, mutlak bir
sürecin doğal sonucu gibi algılanır olmuş ve onun istekleri doğrultusunda
hareket etme zorunluluğu doğurmuştur. Yıkıcı bir endüstrinin çarkları arasında
olduğumuzu biliyorum ve bunların arasında ezilmemeye çalışıyorum. Yozlaşmış
sistemin amacına hizmet etmemek için, bilgi birikimim ve yaşam felsefeme
dayanarak, sanat ve özellikle şiir konusunda geçmişten günümüze kadar olan
sanatsal etkinlikler ile kuramsal yaklaşımlara şüpheci ve eleştirel bakıyorum.
Şairler ağzında sakız olmuş ve belirleyicilik kazanmış bazı bilgilerin,
amaçsız, rastgele söylenmiş ve yanlış çıkarımlar olduğunu görüyorum. Üzerine
sayfalar dolu yazılar yazılan, etkinliklerde göğe çıkarılıp övgüler düzülen pek
çok şey, bilimlerin gözünden incelediğimizde bazılarının çağın kocaman birer palavrası
olduğunu anlıyorum. Örneğin, “Şiir düşünceyle değil; sözcüklerle yazılır.”
“Folklor şiire düşman” gibi…
Şiir ve sanata
ilişkin çözümlemenin altyapı bilgisini geliştirmek ve şiir ortamına ilişkin
genel algıyı tanımlayabilmek için, birinci bölümü biraz uzatmalıyım. Bu
bölümde, şiir ve sanat dünyasında kişisel olmayan; herkesin bilmesine karşın
önlem alma olanağı bulunmayan; bilginin ve teknolojinin iyi kullanılamamasından
ve insanı insan olarak görme noksanlığından kaynaklanan; şiirsel, sanatsal, felsefi,
sosyolojik ve psikolojik görüntüleri irdeleyerek uzun bir alan taraması yapmak
istiyorum. Şiirin katmanlarını incelerken, yeri geldikçe yorum yapacağım ve
önermeler ileri süreceğim. Ancak öncelikle sanata ve bu bağlamda şiire ilişkin
genel bir panoramanın görüntülenmesinde yarar olduğu kanısındayım. Bu arada
sanat bilimi açısından, şiir/sanat ortamının genel durumu; sanatçının, okurun
biçimsel ve içsel tutumu ile şiir/sanata yönelik özellik arz eden
yorum/yaklaşımları; karşılaştırmalı ele alarak siz okuyucularımın zihinsel
hazırlığını yapmalıyım.
İşte şimdi şiir
yalnızdır dostlar, şair yalnızdır şiiriyle. Ne sarayı vardır sığınacak ne güçlü
bir koruyucusu ne de tanrısal bir koruyucusu… Tanrılar, yarı tanrılar, krallar,
monarşiler, diktalar, önyargılar, öğreti ve dinsel saplantılar kırıldı kırılalı,
şiir de sanat da sanatçısıyla yalnızdır. Artık sanatın ve şiirin; öğretilerden,
dinlerden ve politik yönelimlerden sipariş almamak gibi bir söyleminin olduğunu
biliyoruz! Bu söylemin varlığını duyduğunuzda; sanatın özerkliğini, birey
özgürlüğünün sınırsızlığını içselleştirmiş ve anlamını kavramış kişiler olarak;
içinizin serinlediğini duyar gibi oluyorum. Ne yazık ki bu söylemin ne kadar
doğru ve uygulanabilir olduğu, çağımızda önemli bir tartışma konusudur. Çünkü öğreti
ve dinsel yönelimlerin yanı sıra, Adorno’nun Kültür Endüstrisi tanımlaması ile
sanat ve sanatçının bu özerkliğe, özgürlüğe sahip olmadığını göstermesi ve hâlâ
çağımızda artan bir ivme ile gerçeklik kazanması, kaçınılmaz bir sonuç olarak
karşımızdadır. Sanat, toplam aklın yarattığı imgelem gücüne dayanıyorsa,
sanatsal/şiirsel yaklaşımlarda bir paradigma değişiminin gereği ortaya çıkıyor.
Aklın, bilginin, sağduyunun ve sahip olduğumuz niteliğin, yine insana yönelecek
şekilde yansıtılması önemli bir adımdır. İnsanı insana ve sistemleri bir başka
sistemlere egemen kılma çabasını, bir kenara bırakmalıyız. Yaşamsal hazzın
duyumsanabilir olmasına yönelmeliyiz. Bunun sonucu olarak sanatın, insanda
sevgi yaratması ve olumlu duyguyla var olma sevincini büyütmesi için çaba
harcamalıyız.
Düşüncenin ve
düş gücünün sınırı yoktur. Bununla birlikte dilin sınırı ve iskeleti yoktur. Şiirsel
dil en omurgasız dildir. Bir anlamda şiir, dilinin anlamsal genişliği, düşünce
ve düş gücünün ulaşabildiği ufka bağlıdır. Dolayısıyla duygu, dil ve düşüncenin
özdeşliğinden beslenir. Sınırları tanımlanamayan bir alanda karşımıza çıkar.
İleride ele alacağımız gibi, şiiri sanatsal yaratıcılığın ekseninde
konumlandırmamın nedeni, dil ve düşüncenin özdeşliği ve sınırsızlığıdır. Keşif
bekleyen o kadar büyük sanatsal ve şiirsel bir evren var ki bugün bizler, belki
bunu okuyamıyoruz ve göremiyoruz. Henüz bilincine varamadığımız,
kavrayamadığımız sayısız şiirsel ve sanatsal model ve eğilim, bizden keşif
beklemektedir. İnsanlık olarak, bağnaz algı ve yargı modellerinden kurtulup
şiir ve sanata, çoklu ve sınırsız bir görüş açısıyla bakılabilmeliyiz.
Şiir hakkındaki
eski söylemleri tarihin arka cebinden çıkarıp onlara hayran olmak ve işin
magazinsel tarafına bakmak yerine, şiire yönelik tarihsel bilgiyi yadsımadan
iyi bilginin kullanılabilirliği ve sonuçları üstüne giderek yeni düşünce ve
bakış biçimleri üretmeliyiz. Var olan bilginin yinelenmesi, çözümleme için
gereklidir; ne var ki o bilgiden yeni bir bilgi üretemiyorsak bir işe yaramaz.
Bugün şair-yazar-çizer dediğimiz büyük bir çoğunluk, hatta yazının hatırlı
ağızları, -Türk yazınındaki metinlerden de anlaşılacağı üzere- üretilmiş
bilgiyi tespit aşamasındadır. Geçmişin ne dediği değil; yeni dünyanın
bilgisiyle, sizin ürettiğiniz bilgi ve ortaya koyduğunuz gelecek öngörüsü
önemlidir. Asıl olan; insan sevgisinin ve olumlu duygunun güçlendirilmesi için,
şiir ve sanata daha uygun bir perspektiften bakarak daha çağdaş ve yenilikçi
yaklaşımlar ile tasarımlar üretmektir.
Bilgi aktı; ‘algı,
düşünme, anlama ve açıklama’ aklarından oluşur ve bu zihinsel etkinlik
birbirinden ayrılamaz, iç içe döngüsel bir süreçtir. Bilgi aktına insanın
düşünsel etkinliğinin toplamı da diyebiliriz. Yani bu kavram, insanın bilme
etkinliğidir. Ancak, bilgi aktının işlerliği, insan zihinsel etkinliğinin
hareket motoru, bütün bilim insanlarının (Aristoteles'ten, günümüzdeki bilim
insanlarına kadar) aynı konuda birleştiği gibi "sevgi kavramına bağlıdır. Sevmeden
anlama, anlamadan düşünme gerçekleşmez. Bu bağlamda duyguya, doğrusal bir
mantıkla yaklaşırsak, hemen hemen her konuda öncelikli ele alınması gereken bir
konu olduğunu görürüz. İşte bu nedenle duygu yönetimi[4], her alanda olduğu gibi
özellikle sanat ve şiir gibi konularda ilk ele alınması gereken bir olgudur.
Ne yazık ki
ülkemizde “duygu yönetimi ve eğitimi” ile ilgili örgün ve profesyonel bir
yöntemin geliştirilmediğini biliyoruz. Bana göre düşünce devrimi, duygu
yönetimini kurumsal bilgi bütünlüğüne kavuşturup ödünsüz uygulanmasıyla
gerçekleşir. Olumlu duygu; bilgiye hevesli, duyarlı, olumlu düşünen, yaşam
stilini sanatsal ortama dönüştüren aydın insana varmak için önemli bir
bileşendir. Başka bir deyişle duygu yönetimi, toplum nezdinde hak ettiği
içeriği, anlamı ve etkinliği kazanmalı, kazandırılmalıdır. Geleceğimiz
düşünülüyorsa her şeyden önce insana sevmeyi öğretmek için çaba harcanmalıdır.
Bu, yalnızca eğitimin temel konusu değildir; aynı zamanda sanatın, şiirin hatta
tüm insanlığın temel konusudur. İnsanı yaşama bağlamanın, doğru ve sağduyuyla düşünme
çemberine çekmenin en önemli ve etkin yolunun, duygu yönetimine bağlı olduğunu
söyleyebiliriz.
Toplum olarak,
anaokulundaki çocuğu korkuyla yetiştirme çabası içinde bir kültüre sahipsek
(cehennem korkusundan, cin korkusuna, baba korkusundan polis korkusuna kadar)
burada söz ettiğim duygu yönetimi düşüncesi, aşırı bir
beklenti gibi gelebilir. Korku kültürü ile yetiştirilen bir çocuk, olumlu
duygular içinde kendisini var edemez ve zihninin hareket motorunu güzellikten
yana kullanamadığı gibi yaratıcılık yetisini de geliştiremez. Kaldı ki ülkemiz,
eğitim yöntemlerinde yeterliliğe ulaşmamış, çalakalem değiştirilen, oradan
oraya sürüklenen bir eğitim sistemine sahiptir ve duygu eğitimi gibi ekstrem bir
konuyu düşünmek ütopya gibi düşünülebilir. Üzgünüm; gerçek durum, yaklaşım ve
uygulama; söylediğim olumsuzluklara birebir örtüşür. Bugün geri kalmış
toplumlardaki çalkantı, insanın insana yaptığı zulüm, ölümler, kavgalar, terör
gibi şiddetin altında yatan gerçek sizce ne olabilir? Yaşadığı dünyayı bile
bile cehenneme çeviren bir insanlığın duyarlılığı ve duygusu sizce neyin
sonucudur? Daha yaşamı yeni algılamaya ve anlamaya başlayan çocuğun düş
dünyasına öğreti adına, inanç adına kocaman bir çerçeve çekerseniz, çocuğun
ulaşabileceği ufuk ne kadar olacaktır? Yoksa insan nasıl bir diğer insana, hiç
düşünmeden hatta çok üstün bir görev yapma rahatlığı içinde tetik çekebilir;
sevinç naraları ve tekbir sesleriyle insan öldürebilir?
Sonuç olarak
sanat, duygu olumlama, güçlendirme, sevmeyi öğretme yöntemlerinin en kalıcı
olanıdır. En etkini ve öğretici şeklidir; şiir de aynı şekilde. İşte bu nedenle
sanat yapan herkes, bu bağlamda çok önemli bir görev üstlenmiş demektir. Sanat
kavramını tam olarak anlamış ve duyumsamış sanatçı, omuzlarındaki sorumluluğun
hakkını vermelidir. Diğer sanat alanlarında olduğu gibi, şiir sanatının da
özüne ayrıntılı bakılmalıdır. İşlevi üzerinde ayrıntılı düşünülmesi gerekir; çünkü
şiir, sanatın temelidir. Şiirin temel
taşları sanatın ana sütunlarıdır.
Bir anlamda sanatsal yaratıcılık, şiirsel malzemeden beslenir. Şiir
insandan koparılmamalı, kültür endüstrisinin, inançların ve öğretilerin vitrini
olarak kullanılmamalı, grup ya da bir sınıfın emrindeymiş gibi davranmak
zorunda bırakılmamalıdır. Şiir, insan ürünüdür ve insanı sevgiyle sıkı sıkı
sarmalıdır. Diğer bir söylemle şiir, nikel çizmelerin ezici gücü altına terk
edilmemelidir. Şiddeti anıştıran, şiddet ruhu içeren, ayrışma, kamplaşma öneren
her tür sanatsal edimi, sevme duygusuna zarar veren eylem olarak okumalıyız.
Bilgi aktından yola çıkarak, sanat hakkında şu yorumu yapabiliriz: Sanat,
sevginin, olumlu duygunun ve insan olmanın hamurudur.
Kültürler,
değerler, kazanımlar, mitler, masallar ve sanatsal yorumlar; insanlığın ortak
birikimidir. Bunları evrensel değerler olarak algılamalı, anlamalı ve görmeliyiz.
Buna karşın bu kitapta; sanat, şiir, sanatçı ve sanat felsefesi konusunda;
çoğunlukla mitolojik bilgilere dayanmaktan; ünlü kişileri tanınırlığından
dolayı referans göstermekten; beyanlarını, incelemelerini esas almaktan;
kaçınmaya çalışacağım. Sanat ve şiir haritasını doğru okuduklarına inandığım
düşünür ve yeni bir şey söyleyen sanatçılar, bunun dışındadır. Diğer bir
söylemle, sanatsal bazda görüş açımıza yeni ufuk açacağına, ufkumuzu
genişleteceğine inandığım; değerler, bilgiler, yorum ve çıkarımlar, kitabımda
yer almalıdır. Bunları söylerken, Ars Poetika’yı (Şiir Sanatı) yazan Horatius’u
(MÖ:65-MS:8) göz ardı edip geçemeyiz. Bugün bile geçerli olan, şiirin belki de
bel kemiğini oluşturan felsefi bir sonucu iki bin yıl önce ortaya koymuştur.
Şiir dünyasında felsefi, sosyal, teknik ve kültürel bir birikim vardır; bizlere
düşen bu birikimin üzerine biraz daha yenilik, biraz daha bilgi ve güzellik
koymaktır. Çoğu kaynakta gördüğüm yaklaşımın tersine, önemle üzerinde durduğum ilke
şudur: Kimin ne dediği; ne yaptığı; şiire, sanata ve yaşama nasıl baktığı;
benim için yalnızca bir yol gösterendir. Önemli olan şey; sahip olduğum bilgi
birikimimden ve yorumumdan; aşkın, dönüştürücü, geliştirici, şiirsel, sanatsal,
evrensel ve kuramsal değerler, ortaya koyup koymadığımdır.
Elbette ben;
sanat tarihi, sanat felsefesi, sanat incelemeleri, estetik bilimi, insan,
sosyal bilimler ve fen bilimlerinin ürettiği bilgi birikiminden yola çıkıyorum.
Sanat tarihinde yerlerini almış büyük şairler ve düşünürlerin kuram ve
söylemleri değerlidir. Ancak çağımızın bilgi, algı, kültür ve estetik tavrı
gereği, sanat tarihinde üretilmiş değerlerin dışından da şiire bakmak gerekir.
Bu metnin, metinler arası[5] ilişkiler ve bilginin
tarihselliği[6]nden doğduğunu, önümüze
açılmış uygar yolları biraz daha ilerletme çabası taşıdığını yinelemeye gerek
yoktur. Kısaca söylersek, geçmişten bugüne ulaşan toplam bilgi birikimine
borçluyuz her şeyi. Bugün bizlerin sahip olduğu bilgi ve deneyim, insanlığın
bugüne kadar ürettiği kültür, bilgi ve aktardığı deneyime bağlıdır. Bizim
yaptığımız şeyse bunları, biraz daha genişletmek, geliştirmek ve
evrimleştirmektir. Bu nedenle kitabım,
bilimler arası ve metinler arası verilerin sonuçları ile bu sonuçlardan
yorumlayabildiğim, bulgulayabildiğim çıkarımlardan oluşur.
İlk Çağdan
bugüne kadar üretilen bilgi, sanatsal çalışmalar, emek ve düşüncenin hepsi
saygındır. Bu kitapta yapmaya çalıştığım şey; tamamen özgür, özgün, asimetrik
düşünen, öğretileri inançları ve kabul görmüş teknikleri olabildiğince aşarak;
alışılmış, öğretilmiş, doğru kabul edilmiş yöntemlerden uzak durarak;
alışılmadık yolları denemektir. Sanatı, özgür ve özgün bir bakış açısından
görmeye çalışmaktır. Aynı zamanda olanla değil; var olan bilginin evreninden
yeni çıkarımlara ulaşabilmeyi; tersinden düşünebilmeyi hedefliyorum. Kuramların
uygulamasını değil; uygulamadan kuramlara ulaşarak olay/olgular arasındaki geri
dönüşümlü enerjiyi açığa çıkarmak istiyorum. Özetle söylersem, bilginin uygulanmasını
değil; çoğunlukla uygulamanın bilgisinden çözümlemeye gitmek istiyorum.
İkinci bir konu, değişik kültürlere ilişkin algı ve yargıları kaynak
gösterme, içselleşmemiş yabancı kavram ve terimleri ön plana çıkarma, yerleşik
kültüre yabancı az bilinen mitolojik öyküleri dayanak kabul etme, öğreti veya
inancından dolayı hayranlık duyulan kişileri öne çıkarma gibi bir yaklaşımı bu
kitapta görmeyeceksiniz. Ne birilerine karşı önyargım ne hayranlığım vardır ne
de benim sahip olduğum değer ve kültürün altında ya da üstünde bir değer ve
kültür kabul ediyorum. Elbette kuramlar, söylemler, mitler, destanlar, masallar
ve halk öyküleri olmalıdır yaşayan sanatın içinde. Bunları bir kenara
itemeyeceğimiz gibi sıradan kuram, öykü ya da halk arasındaki söylemlerden oluştuğunu
söyleyemeyiz. Benim burada söylemeye çalıştığım şey şudur: Sanatın özünü,
estetiğini ve çekiciliğini kendi tespit ettiğimiz kuramlar ve mitlerimizde
aramalıyız. Sahip olduğumuz değerler, insanımızın duygu dünyasına daha etkili seslenir.
Bunlar, değerlerini içsel olarak duyumsuyorsam beni bende rendeye vurabilirler.
Şunu biliyorum; toplumda anlamı içselleşmemiş
sanatsal yabancı terim ve kavramlardan; duygu değeri oturmamış mitler, öyküler
ve kahramanlardan tanınırlık devşirmeye çalışmak; sanatçının yetkinliğini değil;
acizliğini ve artalan bilgisinin zayıflığını gösterir.
Dünyada üretilmiş tüm kültür varlıkları
değerlidir; dünyanın yetiştirmiş olduğu tüm sanatçı ve bilim adamları saygındır;
tüm bilgi varlıklarına bakış ve duruşum eşit aralıktadır. İnsan her koşulda,
her yerde, her güzelliğe layıktır. Her canlı, kendine verilmiş olan yaşama
hakkını özgürce kullanmalıdır. Öğretisi, düşüncesi ve inancından dolayı kimseyi
büyütmek ya da aşağılamak gibi bir yaklaşım, anlayış ve gerçeklik bağlamında iyi
bir yöntem değildir. Buna koşut olarak bilimsel ve sosyal kuramlarla uyuşmayan,
bilginin, mantığın, zekânın ve aklın çıkarımı olmayan, ithal ve ezbere
dönüştürülmüş her tür yaklaşımı da sorgulamalıyız. Hem sanatsal düzlemde hem
yönetimsel bazda hem de evrensel açıdan baktığımızda; inanç, öğreti, yerel ve
küresel siyaset gibi etmenlerin insana bir çıkış yolu önermediğini; bunun tam
tersi insanı insana egemen kılmayı amaçladığını söyleyebilirim.
Şiir sözcüğü,
anlam açısından duygunun ve aşkın sarayı, anlatım açısından dilin vitrini, ses
açısından zarafet ve inceliğin prensesidir. Şiirdeki anlam ve ses ise anne ile
kız örneği üretken güzelliği göz önüne taşıyan saflıktır. Nasıl bir yorumda
bulunursak bulunalım, şiire ilişkin olumsuz bir yorumun doğma olasılığı hemen
hemen hiç olmayacaktır. Bir anlamda, duygunun, inceliğin, sevginin ve estetizmin
çağrışımını zihinlerde tarihsel olarak oluşturmuştur.
Şiir, testiden terleyen
su gibi sessizce insanın içine akar ve varoluş güdülerini sular. Duygu, dansa çağırılan
dam gibi içten, narin ve zarif ortamın hafifliğine kapılıp salınmaya başlar. İnsanda
duyarlılığın yaratılması, şiir gibi sanatların işidir; öyleyse şiirin
yaratılması için gereken felsefe, estetik, dil ve şiir bilgisi ile şiire
yaklaşım, derinliğine irdelenmeyi yeterince hak ediyor demektir. Bunun yanında,
tarihsel deneyime karşın altı doldurulamayacak kadar temelsiz yorum, çıkarım ve
yaklaşımları, acımasızca eleştirmek de doğal bir davranış olur. Şiir kadar arı,
temiz ve içten olmak için öncelikle duygu, zihin, akıl ve bilimsel bilginin
aydınlık yolunda yolcu olmak gerekir. Ancak o zaman sanat, şiir, şiir yazıları
ve sanatçılar hakkında, açıkça, tarafsız ve söz cimriliğine girmeden, cömertçe
eleştiri hakkını kullanabiliriz.
Şiir dünyası,
buna koşut tüm sanat dünyası, kültür endüstrisi dediğimiz öğütücü dişlerin
tehdidi ile karşı karşıyadır. Bununla birlikte sanatçının bilinçsizliğini,
kıskançlığını, hırsını ve bencilliğini de aynı kefeye koyarsak durum daha da endişe
vericidir. Aynı gemide bulunan bizlerin en önemli çabası, içimizdeki güzelliği
insan yüreğine musallat etmek, hor bakıştan ziyade tehdide karşı üretilecek
önlemlere yönelmek ve biraz olsun zihinlere işleyebilmek olmalıdır.
Şiir; dil, düşünce ve
sanatsal yaratıcılık ekseninde bir sanat alanı olmasına karşın diğer sanatlar
kadar meta değeri ve meta estetik değeri taşımaz. Bu nedenle satır sonlarına
atılmış durumdadır. Duyarlılığı, düşünmeyi, sevmeyi, yaratıcılığı ve insanın
dünyayı okuma yetisini güçlendiren özellikleri olması geçerli bir neden
değildir çağımızda. Sanat zincirindeki üretim, dağıtım ve tüketim gibi
halkalarda, şiirin takas değeri ne yazık ki kendi sanatsal ağırlığına oranla
yok denecek kadar azdır. Bu yüzden, kirli bilgi, algı güdülemesi ve reklâm
dünyasının dikte ettiği edilgen kitlelerin şiir ve sanatla iç içe olması
beklenmemelidir.
Şiir tarihinde
şiir çözümleme tekniği ve şiir eleştiri yöntemi diye belli başlı kabul görmüş
düzenlemeler ya da uygulamalar vardır. Ancak öngördüğüm biçimde nesnel bir
uygulamanın olmadığını; öznel eleştiri ve kişiye göre değişen şiir çözümleme uygulamalarının
olduğunu biliyoruz. Bu nedenle, altı dolu bir şiir çözümlemesi için uzun
zamandır çıkış yolu arıyorum. Düşündüğüm her tasarıda, okuduğum her kitap ve
şiirde, şiir çözümlemesine ilişkin mantıklı ve deneyimsel yöntem arayışı
beynimi kurcalayıp durmuştur. Çözümleme konusunda ve aradığım içeriğe uygun,
yeterli kaynak bulamadım. Ancak, edebiyat kuramları, eleştiri kuramları, sanat
felsefesi, estetik, sanat sosyolojisi, sanat psikolojisi ve sanat tarihini açan
metinlerden; parça bölük şiir incelemesi örneklerinden; altı dolu bir yoruma
varılacağı kanısındayım. Şiir çözümleme tekniğini incelerken, şiir eleştiri
yöntemini de değişik açılardan ele alacağım. Bu arada ulaştığım verilerden,
“Şiir nasıl yazılır”, “Şiir yazarken dikkate alınması gereken ana ölçütler neler
olmalıdır” sorularına yanıt bulmanın yararlı olacağını düşünüyorum.
Sanat bilimini
bir disiplin olarak görmüş, özellikle şiir konusunda kendini kanıtlamış
şairlerin; kitabımdaki her tümceyi anlayarak ve kitap bütünlüğüyle bağıntı
kurarak okumalarını öneririm. İyi bilgi her zaman yararlı ve saygındır. Bazı
alanlarda uzun zaman emek vermiş olmak, dirsek çürütmüş olmak, deneyimli olmak,
haklı olarak sanatçı, şairlik makamı elde etmiş ve toplumun güvenini kazanmış
olmak; ortaya çıkarılan iyi bilgiden uzak durmayı haklı göstermez. Şiir
eleştirmenleri başta olmak üzere eğitimcilerin, sanat öğrencilerinin, sanatın
her türüne gönül vermiş ve özellikle şiir yazanların, şiir bilgisi ile şiir
tekniği açısından oldukça fazla yararlanacakları bir başvuru kaynağı olacaktır
kitabım.
Bu kitabın amacı,
sanatçı ve yapıta yeni bir bakış açısı önermek, şiir çözümleme tekniğiyle daha
bilimsel bir yöntem geliştirmektir. Ayrıca dil sanatlarında; psikolojik,
sosyolojik, felsefi, estetik, bilimsel bir eleştiri yönteminin taslağını ortaya
çıkarmaktır.
Bir temele
dayanmayan, ağızdan ağıza dolaşan sanat ve şiir yorumları ile altı
doldurulamayan çok kabul görmüş kuram ve düşünceleri, referans almaktan
özellikle kaçınacağım. Saltık, özgün, özgür ve bilimsel ortamla; deneyimsel
çözümlerin götürdüğü sonuca ve yoruma göre; kitabımı şekillendireceğim. Bugün sahip
olduğumuz şiir ve sanat bilgimiz; yer, zaman, duygu, zihin, akıl çerçevesinde;
sanatı yorumlamak, tanımlamak ve geleceğini şekillendirmek için; yeterli
olduğunu düşünüyorum. Algı güdümlemelerinin, öğreti[7] diktelerinin, dinsel[8] bağlayıcılığın ve düşünsel pintiliğin tuzağına
düşmediğimiz sürece, sanatın tüm alanlarında, maksadından işlevine, tanımından
gelecekte alacağı biçime kadar pek çok şeyi açıklayabiliriz. Yapmamız gereken
temel şey; sanatsal ve estetik değerin, sanat felsefesi, sosyolojisi,
psikolojisi ve diğer bilimler ışığında; insan, dil, düşünce, dünya, yaşam,
duygu, sezi ve aklın ortak ilişkilerini; çözümlemektir.
Sanat kavram ve terimleri, çoğunlukla
kaypak anlam taşırlar. Anlam alanları oldukça geniştir. Ortak noktada buluşmak zordur.
Sanatsal yaratıcılık; farklı, sıra dışı, asimetrik düşünmeyi, görmeyi ve
anlamlandırmayı gerektirir. Yani doğrusal düşünme biçiminin dışında kişinin
yeteneğine bağlı olarak yeni bakış açısı, sezgi, görme, duyuş ve yeni anlamlar
üretme zorunluluğunu doğurur. Şiirin doğrusal düşünme biçimi ve doğrusal bir
dil olma özelliğinden uzak olması, konuşma ve bilim diline göre daha alımlı
karakter taşıması bir yerde sanatsal değerin oluşumu için vazgeçilmez bir
durumdur.
Sıtkı M. Erinç “Sanat
Psikolojisine Giriş” isimli kitabında şöyle bir tespit yapar: “Sosyo-kültürel ve psikolojik gelişimlerini
tamamlayamayan toplumlarda sıkça görülen kendine acıma, kendini horlama ve
yabancı hayranlığı gibi nedenlerle de sanat hem bu acıma ve horlama duygularını
pekiştirici nitelikte yani zavallı, garip insanı tanımlayıcı ve böyle klişe
duyguları sömürücü hem de yabancı hayranlığı ile taklit edici olur. Böylece her
iki durumda da sıradan ve tekrar şeklinde kendini gösterir ve bu, ne yazık ki
aranan sanat oluverir, üreticileri de aranan sanatçı.”
Toplumumuz, böyle bir
sosyolojik durumdan kurtulmuş gibi görünse de henüz bu tanımlanan durum,
varlığını yaygın olarak sürdürmektedir. Çevremize baktığımız zaman, müzik,
resim, şiir gibi sanatlarda hatta TV kanallarında yapılan programlarda
tanımlanan benzer duruma her zaman tanık oluyoruz. Gerçek şiir ve sanat
ediminde, burada söz edilen yanlışa düşülmemelidir. Şiirin insanı kavramasıyla
duyguların sömürülmesi arasındaki ince çizgiyi de doğru okumak gerekir, diye
düşünüyorum. Ne var ki sorun yalnız bunlar değildir; sanat dünyasında çözümü
oldukça zor birçok sorunla karşı karşıyayız. Örneğin bana göre en önemlilerden
biri: Nesnel olduğu için bilimsel keşif ve olguları inkâr edemeyen ve
çoğunlukla genel süreçte ne olup bittiğinden haberdar olmayan, diğer taraftan
öğrenilmiş ve mistik düşüncenin önyargılı, sınırlayıcı ve tutucu havasından
kurtulamayan günümüz şairinin yazdığı şiir ve yaptığı sanatın sığlığıdır.
Elbette bu sorun, tanımlanmasında olduğu kadar çözümünde de şairin çağcıl
bilince sahip olmasını gerektirir.
Aslında böyle bir metni
yazmaya soyunmamın altında yatan diğer bir neden, şiirin dayanaksız söylemler
ve altı boş moda kabullerden kurtarılma isteğidir. Bunlarla birlikte Türk
şiirinin Türk dil ve kültürüne özgü yapılandırılması için değerler dizgesinin
yeniden sorgulanmasının önünü açabilmektir. Bu nedenle;
Birincisi; şiirin direniş ya
da karşı duruş gibi söylemlerle okurun politik veya dinsel algısına hükmetme
ereği ve onu değiştirme düşüncesi, yanılgıdır ve iyi incelenmelidir. Şairin/sanatçının,
politik ve dinsel görüşünü şiirde bir basınç merkezi ve eylem alanı olarak kullanması,
sanatsal bir yaklaşım değildir. Şiir; hatta bütün sanat etkinlikleri, toplum
yaşamından, öğreti ve inançlardan uzak olamaz, bu doğrudur. Ancak sanatı algı
biçimlendirici gereç olarak kullanmak, sanatı ve şiiri öldürür. Şiir karşı
duruş, direniş, çelişki, çatışkı gibi duygu, dil ve düşüncenin paradoksal
yöntemlerinden beslenir; ancak okurun politik ve dinsel yaklaşımlarını
şekillendirmek değildir amacı. Burası ince bir çizgidir.
İkincisi ise bütün sanatlarda
olduğu gibi şiirin amacı; duygu, düş ve düşün dünyasının güzeli kavramasını
kolaylaştırmak, güzel olarak görünüşe çıkmak, estetik tavır geliştirmektir;
sevmeyi öne almak, kendini kendinde duyumsatmak ve insanın nihai ereğine[9] uzanan yolu temizlemektir.
İlerleyen sayfalarda, şiir
çözümleme tekniği ve şiir eleştirisinin ilk adımını açıklayan bir bölüm
okuyacaksınız. İlk adım yürümek için bir başlangıçtır. Bu konuda göremediğim,
düşleyemediğim hatta yanıldığım çok temel kavramsal yanlışlar olacaktır. Yanlışa
düşmüş olsam da iyi önermeler ileri sürmüş olsam da bu alanda eğitim almış ya
da yıllarını vermiş sanat ve şiir işçilerinin affına sığınmak istiyorum. Sonuç
olarak ben, sanatı ve şiiri kavramsal olarak tasarımlayabildiğim ve yaklaşım
olarak çözümleyebildiklerimle bir şeyler sunmaya çalışıyorum. Hemen hemen
okuduğunuz her tümce, üzerinde uzun zaman düşünülmüş, tarihsel ve bilimsel
birikimle test edilmiş tümcelerdir.
Heykel, şiir, resim gibi tüm
sanatsal yaratılar; bilimi kullanır ama bilimden özerktir, bilgiyi kullanır ama
bilgiden bağımsızdır, insanın edimlerini kullanır ama insanın içine saldırır,
aklı kullanır ama aklın çeperlerini parçalar, bilincin üç alanını kullanır ama
bilinçle kavgalıdır. Başka bir deyişle, doğru yanlış kavramı geçersizdir sanat
için. Güzel ya da güzel değil söyleminin de bir ölçütü yoktur. Bu nedenle
kitapta kurmaya çalıştığım yöntem, olursa iyi olur dediğimiz en az
birlikteliklerdir. Amacım; insan aklının ulaştığı evrimsel güce dayanarak, aklı
kuran bilginin sonuçlarını verimli kullanabilmektir. Ne var ki çağımızda bilgi
olmadan artık sanatsal yaratı ortaya koymak pek olası değildir.
Şiirin/sanatın hem yöntem
olarak hem de uygulama alanı olarak karmaşık bir sistem olduğunu; bilgisel,
düşünsel, sezgisel, tasarımsal ve duygusal altyapı gerektirdiğini; bunların
yanında yetenek ve farkındalık gerektirdiğini söylemeliyiz. Şiir, dil sanatları
içinde gerçekten karmaşık, çok boyutlu bir sanat alanıdır. Bir sanat türünün
bilgi ve olgunun her çeşidini kullanabilmesi demek, tersinden söylersek somut,
soyut her olgu ve nesne şiirin gereciyse şairin; sınırsız bir bilgi evrenine,
duygu yoğunluğuna, imgelem gücüne ve onu çözümleyecek, açıklayacak zihin gücüne
sahip olması gerekir. Başka bir deyişle şiir; dil, ezgi, duygu, akıl,
bilinçaltı, bilinç üstü, sınırsız düş ve düşün sistemi ile mevcut kültür ve
öngörülebilen tüm yaşam kaynaklarını en iyi örgütleyerek kullanabilen sınırsız
bir ses, dil ve düşün evrenidir. Şairin polimat (pek çok farklı disiplinde engin bilgiye sahip olan) olmasını gerekli
kılar. Bireysel bir çıktı olmakla birlikte
şiir bilgisi evrensel bir bilgidir. Özetle söylersek, bütün sanatların
temelinde var olan ve ‘sanatsal yaratıcılık olgusu’nu doğuran bir eksende yer
alır.
Son zamanlarda şiire
getirilen taklitçi yorum ve hor bakışla, insanın gözünde şiirin değer kaybına
uğradığına bakmayın. Şiir, diğer sanat alanlarının ötesinde kapsamlı bir sanat
alanıdır. İnsanın sahip olduğu duygu, duyu, sezi, görü ve bilgi gücü gibi
yetenek ile yaşamın değer toplamını gerektiren bir sanat dalıdır. Ses, anlatım,
anlam ve duygu ile dilin, dolayısıyla düş ve düşün sisteminin toplam ürünü
olması, şiir sanatına erişilmez bir özellik kazandırır. İşte bu nedenle şiir
sanatının gelişiminin sağlanması, hak ettiği değeri kazanabilmesi, insan yüreğine
musallat edilebilmesi ve insan eğilimlerinin estetik değer katmanına
taşınabilmesi maksadıyla, deneyimsel, çözümsel ve bilimsel bilgi üzerine
oturmuş iyi bir “şiir çözümleme tekniği ve şiir eleştiri yöntemi” geliştirilmelidir. Böyle bir bilgi disiplini
hem şair hem okur hem de eleştirmen için şiirin somut olarak algılanabilmesi ve
anlaşılabilmesini sağlar.
Deneyime dayalı, kişisel
çalışmalara özgü, öznel yargılara göre işleyen, izlenimci şiir eleştirisi ve
uzun zamana dayalı bir şiir çözümleme yöntemi okuyup gördüğümüz kadarıyla Türk yazınında
sıklıkla kullanılmaktadır. Ancak bunların; zamanaşımına uğramış bilgiler ve
yaklaşımlar üzerine yapılandırılmış; sanat ve şiir felsefesini, sosyolojisini,
psikolojisini yeterince baz almayan; öznel çözümlemelere gebe çalışmalar
olduğunu söyleyebiliriz. Şiir çözümleme ve eleştiri yönteminin; zamanaşımına
uğramış bilgilere, öznel eleştiri ve çözümlemelere gebe bırakılmış olması
nedeniyle kültür endüstrisi dediğimiz kavramın ögeleri olan; parasal kaygı,
ideolojik yaklaşım ve hırs tuzağı gibi dışsal ve kişisel etmenlerin yardımıyla;
insanlara dikte ettirilen, değiştirilmiş algılara göre yönlendirilen bir tarz
durumuna dönüşmüş olduğunu gözlemliyorum. Başka dillerin şiir kuram ve
yorumlarının mutlak doğruluğu üzerine kurulmuş bir sistem olması da ayrı bir
sorun. Örneğin, Cumhuriyet dönemini kapsayan, şair saymadığı için Nâzım gibi
bir şairi dikkate almayan veya siyasete hizmet etmezse sanat sayılmaz mantığı
ile eleştiri geliştiren anlayıştan söz ediyorum. Salt siyasi veya dini
görüşlerine uygun diye ödül verilen, yere göğe sığdırılamayan, iyi bir yapıt
olmasına karşın adı sanı okunmayan pek çok örneklere tanık olduk, oluyoruz.
Verdiğim sıradan örnekte olduğu gibi ayrıştırılmış bir şiir anlayışını kurmak
yerine; sanat felsefesi, sosyolojisi, psikolojisi ve estetik kavramları ile
aklın, mantığın ve sevme duygusunun semerelerine yöneltici yaklaşım, sergilemek
gerekir.
Birey, birey olma bilincine
ulaşmış, “özgürlük” kuramda içselleştirilmiş, sanat özerkliğini ilan etmiş
olmasına karşın “ne birey ne özgürlük ne de sanat ideal gerçekliğini” yaşama
geçirmiştir. Çünkü özgün yaratı ortaya koyabilmenin ilk aşaması, algı
deformasyonundan uzak kalmayı başarabilmektir. Günümüzde bunun olanaklı olup
olmadığı önemli bir tartışma konusudur. Algı, anlama, düşünme ve açıklama edimi,
bu dış etkenlerden uzak kalamaz; bir anlamda bilincin olgunlaşmasına katkı
sağlayan girdilerdir. Ne var ki bu kavramların potansiyel gücünün; kişisel
yargı ve yarar uğruna, kitleleri yönlendirmek ve egemenliği altına almak için
kullanıldığı açıktır.
Geçmişte ve
bugün anladığımız sanat ile gelecekte şekillenecek olan sanat, kavramsal olarak
farklı olur mu, yargıda bulunmak zordur. Ancak evrimsel bir sürece bağlı olduğu
kesindir. Gelecekte aklın evrimsel gelişimine bağlı
olarak, bugün algıladığımız anlamının çok dışına taşmış olabileceğini dikkate
almak durumundayız. Nitekim postmodern sanat ve bunun peşinden gelen çağdaş
sanat anlayışı, bu perspektifi dikte ettirir durumdadır. Bilinç ve estetik
değer yargımız, sanatsal geleceği kurgulamak için önemli bir bileşendir. Bence
evrensel sanat normları gereği, sanatsal özgüven tam anlamıyla oturmalıdır.
Çağdaş sanat yaklaşımı ve
kitlesel dönüşüm tezi, bugün şiirin öz-içerik-biçim ve biçeminde kendini duyumsatmaktadır.
Gelecekte ise; bilginin, bilimin ve dünya özgürlük algısının şekillenmesine
bağlı olarak her tür sanatın iyiye doğru evrileceği kanısındayım. Bu bağlamda
bilimselliğin ve nesnel gerçekliğin ötelenmesi ile modern sanata özgü; misyon,
yansıtma, özgünlük, seçkincilik gibi temel kavramların değer yitirmesinin
altında yatan nedenleri iyi okumak gerekir. Bunları, sanat dünyasında yeni
anlam ve görünüş üretme arayışları olarak görmek gerekir.
Konuya dil sanatları
açısından yaklaşırsak, Türkçe konuşan, kültür birikimine değer veren, bilgiyi,
anlamı ve geleneği yadsımayan, zaman ve mekân kavramlarını yok saymayan bir
sanat yaklaşımı içinde olunması önem kazanır. Çünkü şiir; günlük, hemen şimdi
şu anda sanat yapmaktan, sanatsal derinliği gereği uzak durmalıdır. Buradan şu
anlam çıkmasın; modern sanatın temel kavramlarının değer yitirmesinden yana
olmamam, sanatın sıra dışı, soyut ve gerçekdışı alanını reddediyorum anlamına
taşımasın sizleri. Ben sanatta hiçbir sınır tanımıyorum; sanal ya da nesnel tüm
düş ve düşün gücü; sanatın hareket alanıdır, sığasıdır.
Sanatsal algının
gelecekteki dönüşümünü konuşmak yerine, bugün çağın gerisinde kalmış olgulardan
söz etmeyi daha önemli buluyorum. Çünkü var olanı yetkinliğe ulaştırmadan,
doğacak olana don biçmek çok mantıklı gelmiyor. Ne var ki olduğumuz yer değil
olacağımız yerin tasarlanması da bilimsel aklın bir gerçeğidir. Geçmiş
kazanımlar ile gelecek tasarıları, birbirini destekler biçimde üst üste oturtmak
zorundayız. Bilimsel aklın en önemli özelliği, olayların sürecine her açıdan ve
bütün olarak bakabilmektir.
Yeri gelmişken
evrensel sanat anlayışından söz etmenin yararlı olacağını düşünüyorum. Sanatın
tarihsel oluşum ve gelişim sürecine bu günkü görüşümüz ve sanata ilişkin
algılarımız penceresinden baktığımızda, zaman zaman sanatın eksik yorum, hatalı
yönelim ve yozlaşma eğilimine girdiğini görürüz. Küresel olarak, sanat
bilincinin tam oluşmuş olmaması, yakılıp yıkılması, önemsizleştirilmesi, egemen
güçlerin tekelinden kurtulamaması gibi tarihi sıkıntılar sanat dünyasında yaşanagelmiştir.
Buna karşın sanat, önemli kazanım sağlamış; kuramsal, bilimsel, felsefi,
sosyolojik ve psikolojik belleğini oluşturmuştur. Bireyin birey olma
aşamalarına koşut olarak, özgün değerlerini kurmuştur. Tarihsel birikimini
önemli sayılabilecek bilgi ve kuramlarla beslemiştir. Bundan sonra önemli olan 21.
Yüzyıl aklının; sanatı, nereye ve hangi düzeye taşıyacağıdır. Bilginin
teknolojiye dönüşme olanağı, felsefi kullanılabilirliğinin genişlemesi; sanat
sosyolojisi, psikolojisi ve felsefesi gibi bilimsel kazanımlarla, soyut
kavramların; zihinlerde tasarıma dönüştürülmesi sonucu sanata yeni boyut ve
katmanların eklendiğini gözlüyoruz. Sanatın; aklın sonucu olduğunu ve ürettiği
yapıtın yeniden aklın sınırlarını genişletme görevini üstlendiğini
söyleyebiliriz. Algılandığı gibi sanat keşifler dünyası değildir; ancak sanat
bilinçaltı, bilinç ve bilinç üstü olanaklarını kullanarak günümüze kadar
keşifler dünyasının yolunu da aydınlatmıştır, açmıştır. Düşün dünyasının önüne
geçme yarışıyla birlikte, aklın evrimini hızlandırma işlevini sürdürmektedir.
Sanat, tıpkı
insanlığın yaşamsal değerleri gibi evrensel bir olgudur. Bilgi ve yeteneğe
bağlı olarak varoluşunu sürdürmektedir. Tamamıyla insan aklına ve düşsel gücüne
bağımlıdır. Buradan şu sonuca gelmek istiyorum; sanat; iyi bilgi, keskin zihin,
yaratıcı zekâ ve uçarı aklın üstünde kendini geliştirir. Pek çok şeyin keşfi,
sayısız sanat akımı ve bunca sanatsal yaratıdan sonra, sanatın özünde bulunan
en önemli güzellik, bilginin sağladığı olanaklar ve bilginin sağladığı aklın
evrim gücü ile kendini her geçen gün yenilemesidir. Zaten olması gereken de budur.
Çünkü sanat; grupların, gücün, öğretilerin ve inançların yan bahçesi değildir.
Evrenseldir, özgündür, özgürdür ve özerktir. Birilerinin diktesi, kabulü,
inancı üzerine yaslanarak var olmayı sürdüremez. Evrensel sanatın
amacı, duyguyu, mantığı ve toplam aklı tekmeleyerek çeperini yırtmak ve özünü
ortaya çıkarmaktır.
Dünyanın
herhangi bir yerinde ağlayan bir çocuk eş zamanlı olarak her yerde görüntülenip
birbirine benzer duygulanımı kitlelerde yaratıyorsa, sanat da aynı değerleri
yaşatabilir. Teknoloji sayesinde dünya algıladığımızdan daha küçüktür. Okyanus
ortasında imdat diye bağıran bir kişi evlerimizde sesini duyurabilmektedir.
Bunun anlamı sanat açısında şudur; herhangi bir yerde yarattığınız sanatsal bir
değer, salt bulunduğunuz yerin değeri değildir; her yere çok kısa sürede
ulaşabilir ve dolayısıyla evrensel değere dönüşebilir. Bu insanlığın olanakları
olduğu kadar, sanatın da paha biçilemez bir olanağıdır.
Tersinden
baktığımızda, iletişim teknolojilerinin ve medyanın aynı zamanda kötü bir yanı
vardır; dikkatli olunması gereken yanı. Çok kolay ve çok kısa zamanda algıyı
şekillendirebiliyor olmasıdır. Tıpkı ateş gibidir. Doğru kullanırsanız estetik
değer üretirsiniz; yanlış kullanırsanız dünyayı yangın yerine
çevirirsiniz.
Tarihsel altyapı,
sanatsal algı, duygusal çözümleme ve bilimsel birikime sahip olmamıza karşın,
eşgüdüm ve eş zamanlı olarak sanatın kendi kulvarındaki koşusuna eşlik edip
edemediğimiz ne yazık ki tartışmalıdır. Sanatsal gelişimin en büyük engeli,
magazinsel bir tutum takınarak üretilen sanat varlıklarının ağırlığını yitirmesine
göz yumuyor olmamızdır. Toplam aklın menzili henüz sanatın uzandığı çizginin
gerisindedir. Sanatın son 1500 yıllık görünümü, üzerinde bulunduğumuz
coğrafyanın kaderiyle benzerlik taşımaktadır. Ancak son yaşanan olayları
dikkate aldığımızda, bu coğrafyada aklın çok çok gerisine düşüyor olduğumuzu
açıkça anlayabiliyoruz. Akıl dışı pek çok kabul ve sanatsal yönelim, insanlığın
temel değerleri gibi altın tasta sunulmaya, zihinlerde zorunluluk ve kuşatılmışlık
duygusu oluşturmaya odaklanmıştır. Şimdilik bu konuya girmeyeceğim ama yeri
geldikçe örnekleriyle birlikte ilerleyen sayfalarda değinmeye çalışacağım.
Evrensel sanat
deyince ne anlıyoruz? Evrensel sanat, insanlığın nihai amacını gerçekleştirmeye
odaklı, insanın en iyi koşullarda kendini gerçekleştirmesine yönelik tüm
yolları süsleyen, düşüncenin erimi ile koşut akıl ve düş çıktısıdır. Evrensel
düşün sisteminin, toplam somut göstergesidir. Bilimin, bilginin, düşün,
duygunun, zihnin, bilincin, mantığın ve aklın toplam bileşkesidir. Yirminci yüz yıl aydınlarının sanat anlayışının tersine,
sanat ne öğretilerin ne inançların ne de baskın güçlerin sıradan oyun
bahçesidir. Aklın
yaramaz tutumunun somut varlığıdır sanat. Aklın bilirkişisidir. Evrimin sözel
ve görsel tanığıdır. Söylendiği gibi
ne şiir akıl dışıdır ne resim renk tasarımıdır ne de müzik yalnızca bir ses
uyumudur. İnsanın sahip olduğu duygu, zihin ve düş gücünün; fiziksel, kimyasal
ve biyolojik nesne, hareket veya sese dönüştürülmüş şeklidir. Aynı zamanda yeni
bir zihni gerçekliğin tasarımlanması ve zihinsel gücün evrilebilirliğinin
göstergesidir.
Eğer şiir
yazıyorsak, şiir diline özgü teknikleri bilmek zorundayız; çünkü dil bir bilim
konusudur. Bir sanat dalıyla uğraşıyorsak diğer bilimlerin yanında insan
psikolojisini bilmek zorundayız; çünkü psikoloji bir bilim dalıdır. Her sanat
dalının; fen, sosyal ve insan bilimleri ile iç içe olmasını bir kenara koyma
lüksüne sahip değiliz. Şiir; muhatap olduğu alanlar bağlamında; bilgi, bilim,
duygu, akıl ve yaratıcılıkla iç içe olmak zorundadır. Şair de polimat olmak
zorundadır. Sanat ne bilimin içindedir ne de bilimin dışında bir yerde
düşünülebilir. Yaratıcılık da şiir de aynısıdır. Sanatı yaratan tüm olanaklar, bilgi
çemberinin sağladığı ve toplam artalan bilgisinin yarattığı imgelemdir.
Yaratıcılık, algı, anlama, kavrama, sezi ve duygu; bilginin üzerinde değer
kazanan soyut, somut olgu ve varlıklardır.
İmgelemi kuran
düşünsel ve duyusal altyapıyı, az çok anlayabiliyoruz. Şunu söylersek yanılgıya
düşmeyiz sanırım; sanat psikolojiyi ne kadar iyi kullanıyorsa dili, sesi,
duyguyu, fiziği, kimyayı, biyolojiyi, felsefeyi de o kadar ustalıkla kullanır.
Durum böyle olunca sanat; duygunun, aklın ve bilginin içinde, yani insanın
yarattığı bilgi varlıkları ile gizil gücünde bir yerde durmaktadır. Sanat,
hangi türü olursa olsun bir yaratı işidir; yaratıcılığın beş duyusu ise sevgi,
sezgi, doğa, bilgi ve teknolojidir. Bunun anlamı ise sanat
dünyasının, insanın sahip olduğu toplam bilgi ve kültür varlıkları ile ilgili
olmasıdır.
Bazı
düşünürlerin öne sürdüğü gibi anlamın ötelenmesi; bilginin, doğrudan görme ve
salt zihni etkinlik olarak düşünülmesi; hem fiziksel olarak hem de metafizik
bağlamında geçerli bir sonuç olmaz. Çünkü sanatın en önemli özelliklerinden
olan “görme, sezi ve beğeni”, bilgi ve bilginin yorumundan doğar.
Ne var ki her
öznenin olmazsa olmazları, olsa da olmasa da olurları ve olmazsa daha iyi
olurları vardır. Bir sanat yapıtındaki olanla olmazların arasındaki tercihe,
bazı kavramların ışığında bakmalıyız. Yanılgılar ve bilgi noksanı magazinsel
yorumlar, bir yere kadar tutunabiliyor ve zamanla her açıdan sorgulanır duruma
düşüyorlar. Günümüzde öylesine algı ve beğeni güdüleme teknikleri
geliştirilmiştir ki insanların tutumlarına mantıksal bir açıklama
getiremezsiniz. Bilgi noksanı magazinsel yorumlar, bilimsel deneylere dayalı
bir önerme gibi önümüze konuyor ve aklımızla dalga geçildiğini net olarak
anlıyoruz, mayhoş bir tebessümden başka yapılacak bir şey olmadığını görüyoruz.
Algı güdülemesi dediğimiz olgu, ne yazık ki en eğitimli insanın aklını bile işlevsiz
hale getirebiliyor.
Algı güdülemesi
ve kültür endüstrisi tanımlamalarını daha anlaşılır kılmak için ilginç bir
örnek vermek istiyorum: Öyküye göre maymun avcıları, Hindistan dağlarında avlanmak
için basit bir teknik kullanırlarmış. Hindistan cevizine maymunun elinin
gireceği kadar bir delik açarlarmış ve cevizi zincirle ağaca bağlarlarmış.
Maymunları cezbeden, en çok sevdikleri yiyeceklerden küçük bir parça Hindistan
cevizinin içine koyarlarmış. Maymun cevizin içinden yiyeceği almak için elini
delikten sokup doğal olarak yiyeceği avucunun içine alırmış. Yiyeceği tutan el
ister istemez yumruk yapılmak zorunda olduğu için, elini cevizin deliğinden
çıkaramazmış. Avcılar gelip orada maymunu çırpınırken yakalarlarmış. Hiçbiri,
yiyeceği bırakıp elini çekmeyi başaramazmış. Çünkü maymun, eli ile tuttuğu
yiyeceği sahiplenmiştir ve onu içgüdüsel olarak bırakamamaktadır. Bırakamadığı
için de bundan sonraki yaşamından olmaktadır. Modern çağda kurulmuş olan
sistemlerin en büyük özelliği insanın sahiplenme duygusunu, bununla birlikte
kazanma hırsını zirveye çıkarmış olmasıdır. Bilinçli oluşturulmuş sahiplenme
duygusu ve kazanma hırsı, öyle bir işlenmiş ki içgüdüsel davranışlara eşdeğer
bir şekil almıştır. Kültür endüstrisinin kullandığı zayıflık alanları,
sahiplenme duygusu ve kazanma hırsı gibi ham duygulardır. Bu örnekten yola
çıkarak, insanda bilinç ve zihin yetisi olmasına karşın kültür endüstrisinin
yaratığı çemberden çıkamaması başka neyle açıklanabilir? İnsanda doğuştan var
olan hırslar, renkli dünya önerisiyle bilinçaltına itile itile güdüsel davranış
kalıbına dönüştürülmüştür. Algı kodları, kazanmaya odaklanmıştır. Yani insan
zorlanmıştır ve zorlanmaya da devam edilmektedir. Konunun en çelişkili yanı şudur:
İnsan zorunlu bırakılmasına karşın seve seve zorunluluğa uyum sağlamış, daha
ileri derece zorluklar/zorunluluklar altına girmeyi mutluluk saymayı doğal görür
olmuştur. Yani insanın dürtü ve buna bağlı güdüleri, bilimsel ve teknolojik
kontrol tedbirleri ile baskı altına alınarak bilinci zayıflatılmıştır.
Özetlersek,
çevremize çekilmiş olan bu görünür olmayan demir çember, aynı zamanda aklın
evrimi önüne konmuş aşılması zor bir engel sistemidir. Sanat adamı, çemberi
kırmak için beyaz dünyaya değil; insanın iç dünyasına dönmeli ve biçimsel aklın
yolunu kendisine kapatmalıdır. Bu durum, küçük bir fındık uğruna neleri
kaybettiğimizin farkında olamadığımız gerçeğidir.
Şiir gibi pek çok
parametreye sahip bir sanat alanı, elbette şu deyince anlatılacak bir konu
değildir. Şiiri varlık katmanlarıyla birlikte ele almalıyız ve bilinenden
bilinmeyene doğru derinliğine ve çapraz sorgulamalıyız. Yani şiirdeki fiziksel
ve duyusal varlık katmanlarını, içerik ve birbiriyle ilişkileri açısından ele
almalıyız. Var olan bilgi ve dillendirilmiş bilgiden çok, birikimlerimizden
nasıl yeni bakış açısı yakalayabiliriz, şiir dilini ne kadar genişletebiliriz
bunun derdine düşmeliyiz. Sanal dünyanın bile insan anlağında somutlaştığı bu
zamanda, 19 ve 20. Yüzyıl çatışma kültürünün doğurduğu sanatsal bilgi ve
kuramlar üzerinde debelenmek, bana göre anlamsızdır. Şiirin amacı, iletilerini
okuyucusuna iletmek ve onun duygusunu kavrayarak anlama, görme, sezme, düşünme
ve sevme edimini gerçekleştirmektir. Dizelerinde var olan enerji ve hareketi,
okura da duyumsatmaktır. Bilgi aktı, “anlamanın” gerçekleşmesi için olumlu
duygunun, yani sevme duygusunun gerekliliğini vurgular. Anlama ve düşünmenin
başlatılabilmesi için, öncelikle duyguların belli bir kıvama taşınması gerekir.
İstenen kıvamda duygulanımın oluşması demek, insanın her tür iletiyi algılayıp,
işleyeceği, yorumlayacağı, seveceği arınmış ve haz duyulabilir bir ortamın
oluşması demektir. Bir şiiri ele alırken şu unutulmamalıdır: Okur duygusunun
ele geçirilmesi demek hem ekonomik yönelimini hem de beğeni karar yetisini ele
geçirmek demektir. Halk dilinde söylenegelen biçimiyle okurun gönlünü
kazanmaktır.
Şiire gönül
vermişler; şiirin yaydığı duyusal iletiyi, soyut ve somut yenidünya önerisini,
gerçek ve üst gerçeklikle ilişkisini; şiirin derin yapısını; şiirin tarihsel
gelişimi ve bu gelişim içindeki dönemsel iniş ve çıkışları; incelediyse okuyabilir.
Sanat dünyasının dinamik yapısını algılayıp anlamlandırmaktan yoksun şair,
sanatsal rotada yol alamaz. Şiir, yalnızca dil değildir, anlatım değildir ve
ses de değildir. Şiirin bir dizesi, dizeye dönüşünceye kadar geçirdiği evre
sınırları belirsiz iki dünyanın (gerçek ötesi ve nesnel dünya) elekten
geçirilmiş özüdür.
Kitaplaştırılmış
şiir yazılarına baktığımızda, şiirin felsefi derinliği, tekniğinin gerektirdiği
özellikler, şiir dilinin sunduğu olanaklar; yeni keşifler beklemektedir. Ne var
ki eleştiri, inceleme, çözümleme gibi felsefi, kuramsal ve deneyime dayalı sağlıklı
kaynak yeterince yoktur. Haksızlık etmemek için, belki ben ulaşamadım, diyeyim.
Şiir yazılarının pek çoğu, magazin içerikli ve günü oyalayan türden yazılardır.
“O şair, şiirin gerisine düşmüştür, şu şair şiirini öldürmüştür, kimse onun
kadar bir şiiri iyi bitiremez.” gibi genel yorumlar ve öznel değerlendirmelerle
dolu sayfalar. Bunlar şiir adına kötü değil, şiir kültürünün olmazsa olmazları
ve deneyimin bir yansısıdır mutlaka; ancak şiir bir sanat ve aynı zamanda bir
bilimdir. Magazinsel yaklaşımlarla şiir dili, tekniği ve sanatına yeterince
katkı yapılması beklenemez. Çok yetenekli ve bilinçli sanatçılarımız, sanat
kuramcılarımız, şairlerimiz var; topluma mal olmuş kişiler olarak, öncelikle
genç kuşaklar olmak üzere, insana şiiri/sanatı sevdirmek ve bilgi aktarımını
sağlamak için, şiir dili ve bilgisine ilişkin felsefi, dilsel ve estetik
ayrıntıları yazmalılardır. Magazinsel bilgiden ziyade, dilsel ve şiirsel
kuramlar öne sürmeleri daha ayrıntılı ve yararlı çalışmalar olur kanısındayım.
Bunlar yapılmıyor demiyorum; gerçekten şiir dili ve şiirin yapısına ilişkin
kaynak olarak ele alınacak kitap sayısı çok yetersiz. Örneğin, şiirde ses
bilgisine ilişkin eli ayağı tutulur hemen hemen başvurulacak kaynak neredeyse
yoktur. Oysa şiir, tarihsel sürecinde ses, anlam ve anlatım ayağı üzerine
oturan bir metin olarak günümüze kadar gelmiştir; bunlar, şiirin işlevini
gerçekleştirmekte en önemli etkenlerdir. Şiiri değerlendirirken, şiirin estetik
tavır oluşturma yeteneğine, estetik değerlerine, dil tekniklerine ve gelişim
sürecindeki değişimlere çok yakından bakmak gerekir. Kısacası, şiire sanatsal yaratıların
temeli olarak bakılmalıdır. Değişim, yeni şiir, çağın önüne geçen şiir; elbette
her şairin hedefidir. Bugün olduğu gibi şiirin özünün dışına düşüldüğünde şiir
kendi kendini önemsizleştirir.
Şiirin derin
yapısını anlamak istiyorsak, şiire iki açıdan yaklaşmak gerekir. Birincisi
şiirin sanatsal özünü çözümlemek, diğeri ise şiirin dilsel bütünlüğüne bakmaktır. Şiir bir sanattır; sanatsal tüm değerleri
içinde barındırır, sanatsal yaratıcılığın anasıdır ve sanata ilişkin tüm
olanakları kullanır. Düşsellik, düşünsellik ve içsellik bekler. Şiir bir
bilimdir; diğer özellikleri yanında şiir dili, düşünceyle bağı ve derin yapısı kocaman
bir bilgi yumağıdır, bilgi disiplinidir, bilimsel ve duyusal bilgi bütünlüğünün
akıl tasarımı altında kapsamlı örgütlenmiş durumudur. Şiir sanatının hareket
alanı, görünür dünya ile görünmez dünyanın insan algısında anlam bulduğu ve
estetik yaşantının doğduğu yerdir.
Şiire
derinlemesine daldıkça, yorum ve çözüm bekleyen konular bir bir kendiliğinden
su yüzüne çıkıyor. Değinilmemiş, düşünülmemiş, açıklıkla gündeme taşınmamış
düşüncelerle yenidünya algısının söze dönüştürülememiş derinliklerini yakalamak
ve bu sayfalara aktarmak gerek diye düşünüyorum. Tarihsel ve güncel şiir
bilgisi ne kadar iyi irdelenirse, şiirin hedefi ve geleceğinin
şekillendirilmesi o kadar isabetli ve tutarlı olacağını söyleyebiliriz.
İnsan neden şiir yazar, resim yapar veya dans eder?
Daha genel soralım, neden sanat yapar? İnsanın sanat yapma amacının temelinde
ne yatar? Bunu bir kez de birey olarak kendimize soralım; neden şiir yazar veya
resim yaparım? Bu ve buna benzer sorular sürekli sorulagelmiş ve bakış açısına
göre yanıt, çoğunlukla değişiklik göstermiştir. Bunlar, basit sorular gibi
görünse de işin ayrıntısına girildiğinde evren döngüsü, insan davranışları ve ilişkileri,
işin içine girer. “Sanat için sanat, toplum için sanat” gibi birkaç açıdan ele
alınmış bir önerme ile durumu açıklayamayız.
İnsanın sanata yönelik çabasının altında, kendini
gerçekleştirme düşüncesi yatar ve buradan hareket etmeliyiz. Sanatı insan
üretir; bu eylemin nedenleri, fizyolojik dürtü, psikolojik güdü ve toplumsal
olgular olmak üzere, bilinçaltı, bilinç ve bilinç üstü ile
duygu-algı-anlamasından doğan bir amaç vardır.
Hangi tür canlıyı ele alırsak alalım hepsi, varoluşunu
koruma ve sürekliliğini sağlama çabası içindedir. Bu temelde fizyolojik ve
biyolojik bir güdüdür/dürtüdür. İnsanoğlu ise bu amacı gerçekleştirmek için;
güdü, duygu, mantık ve zihin denen toplam akılla daha da sıkı örgütlenmiştir.
Ülküsel varsaydığı etkinliklerle varoluş ve sürekliliğini daha çekici yapma
çabası içindedir. Aklını kullanarak; güzele, yüceye, iyiye, uyuma ve geleceği
şekillendirecek olan en mükemmele ulaşmaya çalışır. Kimilerinin “saf istek”,
kimilerinin estetik tavır, kimilerinin güzele ulaşmak dediği görüngünün
temelinde yatan gerçek; sırasıyla temel dürtüler, duygu, bilinçaltı, bilinç ve
toplam aklın en mükemmele ulaşma çabası yatar. Tüm canlıların, varlığını ve
yaşamsal sürekliliğini sağlama çabasının altında yatan gerçeği tanımlamak için;
özellikle erkek ve kadının arasındaki bütünselliğe, birbirini tamamlar ilişkiye
bakmak gerekir. Özel bir gayrete gerek kalmaksızın, kadın ve erkek arasındaki
geometrik uyuma, hormonal zorunluluğa, biyolojik çekime, tensel ve gensel
dengeye, güzeli ve güçlüyü arama tutumuna, yine bu amaca yönelik kendini
gerçekleştirme çabasına bakalım. Bunlar, sanat yapmanın temelinde yatan ve
değişik biçimlerde dillendirilen gerçek hakkında bilgi veriyor olmalıdır.
İster makinist dünyadan kaçınmak ve daha korunaklı bir
yere sığınmak için diyelim; ister kendini kanıtlamak için diyelim; ister
ekonomik kaygıdan diyelim; sanat üretme çabasının altında yatan şey; bilinçaltı
ve bilincimizin en iyiye, en üstüne, en yaşamsal gerekliliklere yönelik çabasıdır.
Dış dünya kaygılarından kaçınmak, iç huzuru kendinde yakalamak vb. gibi hangi
gerekçeyi öne sürersek sürelim, insanın güzeli aramasının temelinde yatan
neden, onun güdü diskinde doğal olarak yüklü olmasındandır. Diske yüklü bilgiler; güzeli yaratarak daha yaşanabilir
dünyaya ulaşmak; kendinden sonra egemen olacak genlerin varoluşunu ve
sürekliliğini sağlamak içindir. Gerek sosyal düzen gerek toplumsal olgular
gerek kişisel eğilim etkisiyle, yaşamımızda yeniden şekillenirler. Bu,
yaşamsal süreklilik ve neslin egemenliği üzerine kurulmuş bir varoluş
gerçeğidir. Yaşamın sürekliliğine yönelmeyen, varoluşunu garanti altına
alma çabası içinde olmayan, bitkiler dahil hiç canlı gördünüz mü?
Cinselliğe, canlıların üreme davranışlarına,
bitkilerin çoğalma şekillerine baktığımızda, bazı şeylerin kesinlik taşıdığını
görebiliriz. Ayrıca, sanatın cinselliğe bağlı gerçek güdüler ile yakın bir
ilişki içinde olduğunu pek çok düşünür söylemektedir. Ancak bu ilişkinin
dayandığı temeli doğru yorumlamak önemlidir, diye düşünüyorum. “Fizyolojik
güdüler ile sonradan kazanılmış olgular, daha yaşanabilir dünya kurmak ve
kendinden sonra egemen olacak genlerin en iyi koşullarda sürekliliğini sağlamak
üzerine kuruludur.” Bu tümceyi biraz açalım isterseniz.
Fizyolojiyi ve özellikle beynimizin çalışma yöntemini
uzmanların açıklamalarından az çok anlıyoruz. Buna dayanarak, dürtü, güdü,
bilinçaltı, algı, anlama, bilinç, bilinç üstü ve insanın diğer duyumsal
niteliklerini açıklayabiliyoruz. Bilincimiz yönetiminde yaptıklarımız ile
bilinçaltı-zihnimizin yaptırdığı, sayısız etkinlik söz konusudur. Bunlar,
biyolojik ve psikolojik emirlerdir. Doğuştan genlere kodludur ve bunlardan
hareket almaktadır, diye düşünüyorum. Bana kalırsa bu açıklamayı anlaşılabilir
yapmanın en kolay yolu, cinsellik ve aşk kavramlarına bakmaktır.
İnsanın bazı davranış ve eylemlerini, erkeklik ve
kadınlık hormonlarının ürettiği enerji yönlendirmektedir. Enerjinin sönümlenme
amacı, insanı ısrarla sürüklemektedir. İşte burada önemli bir nokta vardır.
Enerjinin sönümlenme amacına uygun yönelim; salt insan için, öğrenilmiş
kalıplar ile tehlike doğuracak durumlar söz konusu olduğunda baskı altına
alınabilmektedir. Enerji; dürtü, güdü ve duyular aracıyla, bilinçaltı ve
bilinci harekete geçirmektedir. Cinsellik gibi aşk da ruhbilimsel olduğu kadar
biyolojik bir eylem türüdür. Bilinçaltı ve bilincin emirleri ile yönetilir. Bu
eylem, canlının en önemli gördüğü bir gerekliliğin dışavurumudur; doğal ve
karşı durulamaz bir emirdir. Canlı organizmaların mutlak davranışıdır. İnsanda açığa
çıkan bu enerjinin sönümlenmeye yönelik çabası, güçlü ve güzel olanda kendini
gerçekleştirme üzerine kuruludur. Dikkat edilirse “estetik kaygının doğuş
gerekçesi” burasıdır. Cinsellik ve aşkın birinci aşama amacı; bilinçaltında
kodlu olan bilgiden hareketle; güçlü, üstün, seçkin ve güzel olanda kendini
gerçekleştirmektir. Bir diğer anlamda güç sahibi olmak veya güzel olmak bu
amacın gerçekleştirilmesinin en risksiz yoludur. Sağlıklı geni geleceğe
taşımak; güçlü, üstün, seçkin ve güzel olmaya bağlı olduğuna dair algı; canlı
doğasında gizil bir zorunluluktur. Bu amacı gerçekleştirmek için, güç sahibi
olmak veya çok güzel görünmek doğal bir istek olarak karşımıza çıkar. Bilinç ve
bilinçaltı yazılımı, aktarım ve hazzın gerçekleştirilmesini bu özellikler üzerinde
görür.
Buraya kadar
olan kısmı, insan davranışlarının birinci aşama eylemleri olarak
adlandırabiliriz. Cinsellik ve aşkın nihai amaca ulaşması, yani birinci aşama
eylemleri, yalnız insana özgü, duygu ve bilincin yönettiği duygusal, naif,
estetik biçimde gelişir. Bu, eylemin nesnel, biyolojik ve kimyasal yanıdır,
aynı zamanda bunun içinde daha karmaşık olan duygusal alan vardır; ancak burada
daha fazla ayrıntıya girmeyelim.
Estetik değer, estetik tavır, estetik yargı, güzel,
haz ve hoşlanma kavramları yalnız insan için geçerlidir. Bunlar, doğal olarak yalnız insanda vardır.
“İnsan neden sanat yapar?” sorusunun yanıtını tamda bu noktada, yani cinsellik
ve aşkın birinci aşama eylemlerinde aramalıyız. Varoluş ve yaşamsal eylemlere
yönelik tüm dengelerin, neslin sürekliliği üzerine kurulu olması ayrı bir
tanıktır bu teze.
Kant ve Shiller gibi düşünürler, estetik tavrı
‘auto-talos’ kavramında görürler. Diğer bir söyleyişle, ‘kendinden başka ereği
olmayan’ tavır olarak ele alırlar. Estetik tavır, bir yapıttan haz duyma veya
estetik yaşantı, kendinden başka ereği olmayan estetik tavır olarak tanımlansa
da bunun çok geçerli bir söylem olabileceği akla uygun gelmemektedir. Yüzeysel
baktığımız zaman, bir çocuğun oyun oynaması kendinden başka ereği olmayan estetik
tavra örnek verilebilir belki. Ne var ki bunun altında, aklın gelişmesi için
bir çaba olduğunu söyleyebiliriz. Yaşamsal gerçekleri çözümlemiş bir insanın,
kendinden başka ereği olmayan bir estetik tavrı yaşayabilmesi bana göre olası
görünmüyor. Adı geçen estetik tavrı yönelten, doğuran mutlaka bir altyapı
gerçeği, artalan bilgisi vardır ve her farklı insan için farklı biçim alır.
Tıpkı çağdaş sanat anlayışına göre, yapıtın her insan algısında farklı bir
kavrayışı sağladığı gibi.
İşte bu noktada, gerek güdü, duyu ve bilinçaltı gerek
bilinç ve gerekse bedensel gereksinimler; bireyin bilinçsiz, bilinçli ve
öğrenilmiş olan davranış kalıplarını yönetir. Üstün olma, güç sahibi olma, önde
olma, güçlü olma, güzel olma, güvende olma, kendini kanıtlama, beğenilme gibi
görüngüleri doğurur. Birey, kendinde bulduğu yetenek ve olanakların sınırlarını
zorlayarak bunları; hareket, söz, ses, çizim ve yazıyla dışa vurur. İçinde var
olan, öğrenilmiş, gelenekten alınmış eylemleri; sevme ve hoşlanma duygusunun
yoğunluğuna bağlı olarak gerçekleştirmeye yönelir. Bilinçaltı emirlerine uygun
olarak; duygusal, psikolojik ve sosyal yönelimleriyle sonradan öğrenilmiş
olgulara dayanarak; kendini gerçekleştirebildiğine, kanıtlayabileceğine ve
beğenileceğine inanır. Bu yüzden herhangi bir sanat alanına sevgi ve tutku ile
bağlanır. Beğenildiğini ve alkış aldığını gördüğünde, iktidar ereğine, kişisel
tatmin ve hazza ulaşır ki kendini gerçekleştirmenin en somut dışavurumudur
bu.
Sanat, salt cinsellik ve aşk temelli bir eylem olarak
düşünülemez. Cinsellik ve aşk, sanat üretme eyleminin temel çıkış noktasını
oluşturması açısından önemlidir. İnsandaki estetik kaygıyı doğuran; dürtü, olgu
ve olaylardır. İnsanın sanat üretmeye yönelişinin, doğal ve ilkel temelini bu
düzlem oluşturur. Bundan sonrası, öğrenilmiş ve sonradan yapılandırılmış
olgulara dayanır. Örneğin; kişisel yararlılık duygusu, kendini kendinde görme,
anlama, gösterme, kanıtlama, gerçekleştirme, toplumsal bilincin oluşturduğu
ideolojik misyon veya inanç baskısının yarattığı yaratanın en iyi kulu olma gibi
çabalardır. Bunların yanında, ölümsüz olma isteği, dünyayı iyileştirme ve
anlatmaya çalışma gibi olguları sanat yapmaya yönelten durumlar olarak
gösterebiliriz. Ne var ki burada saydıklarımız, sanat yapmak için ikincil
gerekçe olmaktan öte geçemezler.
Sanat yapmanın temelinde yatan birincil gerekçe,
insanın nihai amacına ulaşma kaygısıdır. Bu kaygı kendini gerçekleştirme
olgusunda ortaya çıkar. Zaten bu konuda çoğu düşünür benzer yaklaşımlarda
bulunur. Bunlar yine bilinçaltı kodları üzerine oturmuş, bir kısmı sonradan
kazanılmış ancak bilinçli (yeniden yapılandırılmış) bir yönelimdir. Neresinden
ele alırsak alalım, sanat ediminin en önemli ve değişmez ölçütü, insanın nihai
amacına hizmet eden bir eylem olmasıdır. Buna göre sanat yapmaya yönelten
ikincil gerekçeler; inanç, misyon, yararlılık, kendini gerçekleştirme,
toplumsal gücü sağlama… gibi değişkenlerdir. Bunların bir kısmı, büyük oranda
öğrenilmiş, öğretilmiş, duygulara ekilmiş, inandırılmış ve yönlendirilmiş insan
davranış kalıplarıdır. Bir bakıma, yönelimlerin, sistemlerin, olayların,
yönetim ve eğitim tekniklerinin yardımıyla; dürtü, güdü ve gereksinimlerin
yaşam sürecinde güncellemesidir.
Kandinsky, “Sanat, içsel bir zorunluluktur.” der. Bu
bana göre, insanın nihai amacından doğan bir kaygıdır. Kendini gerçekleştirme
isteği, bu kaygıyla ortaya çıkan bir insan tutumudur. İçsel zorunluluk, kendini
gerçekleştirme isteği doğurur. Konunun kökenine indiğimizde, varoluş ve neslin
sürekliliği kaygısının doğurduğu bir zorunluluktur bu. Zorunluluk sonucunda
sanata yönelik eğilim, sonradan yapılandırılmış olgu ve olaylarla ilgilidir.
Sanata yaklaşımı; kişi, ortam, kültür, bilgi ve coğrafya gibi etkenler
nedeniyle farklı farklı biçimler alır. Aslında amaç aynıdır ve aynı kaygının
sonucudur.
Özetlersek, sanat yapma veya sanata yönelme, birincil
olarak varoluş ve süreklilik kaygısından doğar; içsel bir zorunluluktur. İnsana
özgü bir kaygının sonucudur. Kaygısını; yüceye, iyiye güzele ulaşmakla; üstün
olmak, en başarılı olmak, güç sahibi olmak gibi görüngüler üzerinde gidermeye
çalışır. Bu tutuma, kendini gerçekleştirme çabası da diyebiliriz. Sonra ikincil kaygı kendini gösterir. İnanç,
kültür ve algı biçimi gereği yaşam sürecinde yeniden yapılandırılarak daha
farklı boyuta, yaklaşıma, anlayışa evrilir. Kiminde estetik kaygı, kiminde
ekonomik kaygı, kiminde politik kaygı, kiminde inanç kaygısı öne çıkar. Sanat
anlayışını buna göre şekillendirir. Hiç kimse ama hiç kimse, ben sevdiğim için
resim yapıyorum diyerek kendisini bize tanımlayamaz. Çünkü sevmenin gerisinde
bir art alan bilgisi ve bir şeylere ulaşma çabası vardır; sanat ediminin
gerisinde var olan zorunluluk gibi…
İster izleyici
ister eleştirmen ister sanatçı olsun, insanın sanata ilişkin ereği konusunda
kendi yorumunu üretecek bilgi altyapısının olmasında yarar olduğunu
düşünüyorum. Bu kadar söz kalabalığından sonra biraz nefes almak için bir şiir
okuyalım.
AY
Ne zaman getirsem gözlerini aklıma
Ay eğilir denize gökyüzünden
Tutar yakamozun
ellerinden usulca
Su içer aşklar o
zaman
Yakamoza şamdan
tutan göğsünden.
Ne zaman içimden yüzünü sevsem
Mavi içer bir
sessizlik denizden
Meltem giymiş bir
hüzün akar körfeze
Ayrışır martılar
mahrem öfkesinden
Titrek bir heyecan
sızar sol önüme
Ayın aydan da
güzel nefesinden.
Ne zaman güldüğünü düşünsem
Körfez erir kendi
halkalarında
Şenlenir ak
martılarla deniz üstü
Eflatun ezgiler
sökülür eteklerinden
Tebessümünde
sırdan, ödünç kanadım
Göğsünde şamdan
tutan meleklerinden.
Ne zaman ağladığını düşünsem
Körfez durağan,
dalga ılımlı,
İnciraltı
sessizlik giyer
Vaz geçer arılar
orkidelerinden
Tüner kuşlar
mevsimlik suskunluğuna
Seyre durur
gözlerimde Huzur
Ayın göğüs üstüne
eğilişini
Ve su içişini göz
bebeklerinden.
Mart 2014
Narlıdere/İZMİR, “Bir Damla Suda Halkalar” kitabından
Sanat dönemleri,
birbirinden kesin çizgilerle ayrılmayan ve ayrı ayrı düşünülemeyen bir
süreçtir. Klasik, modern, postmodern ve çağdaş sanat dönemleri, aynı düzlem
üzerindedir ve birbiri içindedir; aynı zamanda sırasıyla birbirinin devamı ve
birikimidir. Bunları anlamak ve hak ettiği biçimde değerlendirmek istiyorsak
her birinin ayrıntısını ve birbirlerine olan etkilerini; tarihsel bilgi,
metinler arası ilişki, sanat bilimi ve bilimler arası eşgüdüm altında
incelemeliyiz. Sanatın öyküsü, sanıldığı gibi basit bir öykü değildir; yaşam,
nesne, evren, kültür, zaman, düşünce, bilim, akıl ve teknoloji gibi her biri
kendi başına ayrı görüngü olan kocaman bir dünyanın bileşkesidir; birbirleriyle
korelatif ve çoğunlukla doğrudan ilişkilidir. Belirgin boyutlarının yanında
belirgin olmayan boyutu, fazla değişkeni ve karmaşık bileşenleri olan bir
etkinlik alanıdır.
Sanatın hangi
dalına neresinden ve hangi zamandan bakarsak bakalım, imgelem-imge-imgelem formülüne
göre çalışan bir sistem buluruz karşımızda. Amaç, kapsam, biçim ve biçem olarak
zamanla değişiklik gösterse de özde, belirli bir yolu ve hedefi esas alır.
İmgelem-imge-imgelem süreci; şiir, resim, müzik… gibi tüm sanat yapıtlarının
doğuma hazırlık safhasından doğumuna, imge ve iletilerini kurmaktan okurda
yeniden bir imgelem dünyası yaratmasına kadar izlenen yol olarak düşünmeliyiz.
Daha anlaşılır biçimde söylersek, sanatçının imgelem gücü ve zenginliği,
yapıttaki imge ve iletiler bütününü kurar; imge ve iletiler bütünü de okurla
karşı karşıya geldiğinde okur imgelem dünyasını oluşturur. Yapıtın yaratımından
izleyicide oluşturduğu estetik tavra kadar olan süreci anlatır. Yapıt,
izleyicide imgelem yaratma yetisine sahip olduğu sürece, varoluşunu ve estetik
değerini korur.
Sanatsal
dönemlerin ve sanat akımlarının; her biri büyük hacimli, ayrıntılı inceleme ve
çalışma konularıdır. Burada konumuz bu olmadığı için kısaca değinmek istiyorum.
Klasik sanat
anlayışını, henüz kendini tanıma ve gerçekliği taklit aşaması; romantizmi ise
sanatın insanla ve insanın nihai amacıyla bağ kurduğu ilk dönem olarak
değerlendirebiliriz. Bu nedenle klasisizm ve romantizm dönemine ilişkin çok
ayrıntıya girmeyeceğim. Çünkü asıl insanın kendini gerçekleştirmesine yönelik
sanat, 17. yüzyıldan itibaren başlar. Yani modern sanat anlayışı, sanatsal
nüvenin insanı, bilimi, bilgiyi ve aklı ele alması ile başlar diye kabul edenlerdenim.
Modern sanat
dönemini iki farklı perspektiften ele alarak değerlendirmek gerekir. Birincisi,
teknik uygulama açısından, ikincisi ise sosyal ve psikolojik açıdan
değerlendirilmelidir. Modern sanata teknik yönden baktığımızda farklı görünüm
ortaya çıkar, sosyal ve psikolojik açıdan baktığımızda ise karşımızda daha
ilginç bir sonuç buluruz.
Teknik yönden
baktığımızda modern sanat anlayışı; sanatın yenidünyaya uyarlanması, yani
teknik yenidünya ile insan ilişkileri ve akli melekelerinin bir düzene
oturtulması dönemidir. Her olanak, teknik araç, bilimsel çalışma verileri,
insani/yaşamsal değerler ve öğretiler; sanatsal eylemlerin içinde olması için
çaba gösterilmiştir. İnsanı bulunduğu yerden çekip çıkarmaya yönelik, ayakları
yere basar oluşumların keşif dönemidir. Başka bir deyişle modern sanat dönemi,
sanatın olgunluk dönemidir. Sanatın insan algısında felsefi anlamda ve var oluş
şekli ile biçimlendiği dönemdir. Burada “olgunluk” kavramını, sanatsal
yaklaşımın henüz aklın dışına evrilmediği bir anlamda kullanıyorum. Olgunluğu
gerçek anlamında olduğu gibi tepe noktasına erişmiş ve geriye doğru bir tükeniş
başlangıcı olarak düşünmemek gerektiğini belirtmeliyim. Çünkü sanat, hiçbir
zaman bu anlamda olgun bir dönem yaşamayacaktır. Sanatçı ve sanat yaratılarının
var edilişi ve hareket aldığı temel nokta, “evrimsel gelişim” ve “dinamik” bir
sürece sahip olmasıdır. Dönemin sanatı, “evrimsel”dir, “dinamik”tir. İşte bu
yüzden soyut ve gerçekliğin değişik açılardan nesnelleştirildiği, mimesis
kavramı akılda tekrar işleme tabi tutularak daha özellikli bir yansıtma
dönemine girildiğini söyleyebiliriz.
Modern sanat
dönemini, imgelem ve onun artalan bilgisi açısından ele aldığımız zaman
farkındalığa yönelik aklın sıra dışı kullanımına ağırlık verildiğini görürüz. Toplumlardaki
dinsel ve ideolojik amacın yerine getirilmesi ve insan ilişkilerinin arzu
edilen kıvama dönüştürülmesi görevi, bu dönemde sanatın omuzlarına yüklenmiştir.
Bir bakıma bu dönem, sanatçı ve insanın sanata bakış açısı ile imgelem gücünün
bulgularını teknik olarak yapılandırma sürecidir. Bunu, insanın kendini bulması
ve toplumların düzenlenmesi maksadıyla sanatın etkin gücünden faydalanmak üzere
toplumsal bir tedavi yöntemi olarak başvurduğu bir durum olarak da
düşünülebiliriz. Sanatsal özden ziyade sanatın toplum üzerindeki etki ve eylem
yönünün ön planda tutulması sanatsal değişim açısından dramatik bir sonuç
üretmemiştir. Günümüzde de sanatın ekonomik ve tek merkezli yönlendirme kıskacı
altında olması, modern dönem sanatına göre daha sıkıntılı durumda olduğunu da
söyleyebiliriz. O gün sanat, öğreti ve inançların sırtına yaslanmış ise bugün
de ekonomik kaygının ve bir diğer insanın sırtına yaslanmak zorunda bırakılmıştır.
Modern dönemde, hiç olmazsa bir ideale ulaşmak gibi daha kapsayıcı bir amacı
vardı sanatın. Bilinmeyeni bulmak, doğruya, güzele ulaşmak, coğrafyasından hiç
çıkmamışa yolunu göstermek gibi iyi niyetli görevlerdi; en azından böyle
algılanıyordu. Şimdi ise ideale ulaşmak bir yana dünyada varoluşunun yanıtını
bulamayan, yalnızca kazanç ve reklâm içerikli yönelimler ve taklitler dönemi
yaşıyoruz. Modern sanat dönemi, çağdaş sanatın temeli ve doğumu için yapılan
düzenlemelerin tümüdür, diyebiliriz. Sanatın, kavram ve kuramlarının temelinin
sarsılması, yeni önerilerin, soyut düşüncenin ve gerçeküstü dünyanın
tasarımlanması, yeni bir evrene kanatlanıp uçma hazırlığı bu dönemin eseridir.
Modern sanatın ileri aşaması olarak sözünü ettiğim hazırlık ve tüylenme evresi,
özellikle son 50 yılı, bana kalırsa postmodern kavramı ile tanımladığımız
döneme denk gelir. Yani çağdaş sanata geçiş dönemi. Postmodern sanat
anlayışının modern sanat anlayışına göre pek çok ideali sıradanlaştırdığı, çoğu
kavram ve yönelimi parçaladığı bugün söylenegelen ölçütler arasındadır. Ancak
bu dönemi, bir geçiş dönemi olması yönünde düşünmek, tam tanımını bulamamış bir
zaman dilimi olarak görmek, daha akılcı bir yaklaşımdır.
Çağdaş sanatı veya günümüz sanatını nasıl tanımlamalıyız? Çağdaş sanat
bana göre şöyle tanımlanabilir: Aklın ve duygunun tüm olanaklarını bilgi ve
teknoloji ile eşgüdümlü kullanan; öz-içerik-biçimde sınır tanımayan; sanatçı
imgelem yetisi oranında sonsuzluğa yönelen ve duyusal dünyası hareketli olan,
bir sanattır. Diğer sanat dönemlerinden
ayrılan en önemli özelliği ise sanat yapıtının gerçek ve duyusal dünyasının
hareketli olmasıdır. Çağdaş sanat dünyası, akıl ve tekniğin bütün seçeneklerini
kullanan sıra dışı sanatsal yaratıların dünyasıdır. Çünkü verilerini yalnızca
yaşamdan ve yaşamsal olgulardan almaz; aynı zamanda yaşamı ve yaşamsal olguları
yeniden anlamlandırma ve şekillendirme yeteneğine sahiptir. Oscar Wilde şöyle
bir tümce kurar: “…yaşam, sanatın en iyi
ve yegâne öğrencisidir.” Öyle sanıyorum ki çağdaş sanatın anlamı, işte bu
tümceyle açıklanır. Üst gerçeklik ve aklın sınırsız gücü ile şekil alır; akıl
işidir, duygu ile fişeklenen aklın toplam sonucudur. Aklın evrim sürecine göre
şekillenir; aklın evrimiyle koşuttur.
Zamana öncülük
etmiş sanat akımlarını dikkatle incelediğimizde; bugün çok boyutlu bir sanat
algısının, görüsünün ve duyusunun oluştuğunu; somut olarak görebiliyoruz. Aklın
ve duyuların evrimini, bilginin gelişimini ve kullanılabilirlik alanını göz
ardı ederek, sanatsal edimlerimize açıklama getiremeyiz artık. İnsanı, evreni,
duyuyu, duyguyu, zihni, gerçek ve gerçek üstü algı ve değerleri; bugüne kadar
üretilmiş tüm verilerle çözümleyip çağdaş sanat anlayışını içselleştirmeliyiz.
Çünkü çağdaş sanat anlayışı, aklın sınırsızlığını, yaratıcılığın sonsuzluğunu,
bilgi ve teknolojinin sınırsız kullanımını, duygunun gizil gücünü, algının
verilerden bağımsızlığını ve algı sarsma tekniklerini öne alıyor. Yapıtın
estetik dünyasının da bu özelliklere göre şekillendiğini açıklayabilmemiz için
veriler sunuyor. Kısacası sanatın sınırsızlığını ve sonsuzluğunu gösteriyor.
Sonsuzluk ve sınırsızlığa yanıt verebilmenin ön koşulu, sanatsal yaratı
sürecini sağlam temeller üzerine konumlandırmak olmalıdır. Çağdaş sanatın gereci,
dünyayı algılama biçimimizin sınırsız form ve tasarımda olabilirliğidir. Bir
anlamda, ‘anlamlandırma’nın sınırsızlığıdır; bu da sonu olmayan bir süreçtir.
Sanat tarihine
konu olan, özellikle modern sanatın içinde var olan akımlar, diğer bir deyişle
...izm’li sanat yaklaşımları, numaralandırılmış ve ışıklı vitrinlere
konulmuştur. İnsan bilincine ve sanat anlayışlarına gerekli verileri
kazandırmışlardır. Sanatta tarihsel bilgiyi oluşturmuş, etkilerini kendi
içlerinde sağladığı sanatsal değerler ile kanıtlamış ve çağdaş sanatın içinde
kendilerini değerleriyle yaşar kılıp köşelerine çekilmiştir. Sanatın ve
bilginin tarihselliğini, metinler arası ilişkinin sürekliliğini, sanatsal
yaratıların sınırsızlığını ve engin bir sanat deneyimini önümüze hazır bilgi
olarak sermişlerdir. Burada şunu açıklıkla söylemek gerekir: Kübizmden
sürrealizme, fovizmden dadaizme kadar pek çok sanatsal yaklaşım, bugünkü sanat
anlayışının bilgi birikimi ve deneyimini oluşturmuş öncü akımlardır; her biri
çağdaş sanat anlayışına önemli miras bırakmışlardır.
Kabul edilmelidir ki sanat dönemleri ve ...izm’li sanat akımları,
deneyimsel bilgi zenginliği, görme ve sezi yetisi ile sanatsal gelişmelere
evrimsel bir devinim kazandırmışlardır. Sanatçı bu akımların ürettiği bilgiye
dayanarak görme ve sezi yetisini güçlendirmiş, beklenenden daha hızlı gelişen
bir sanat evrenine girmiştir. Artık çağımızda parça bölük bilgilerle
tanımlanması olası olmayan, çok boyutlu ve açık uçlu, aklın sınırlarını
reddeden bir sanat yaklaşımını kucağımıza bırakmıştır. Bugünün sanatı ve sanat
anlayışını, ancak ve ancak “evrimsel sanat” gibi küresel ve evrensel değerler
dizgesini içeren yaklaşımlarla anlaşılır duruma dönüştürebiliriz.
Artık “aklın yolu bir”
değildir, özellikle sanatsal yaratılarda aklın yolu birden çoktur. Doğrunun
doğruluk değeri açık uçludur. Bunun böyle olduğunun en somut göstergesi de
şiir, mizah, resim, sinema gibi sanatlardır. Yıllardan beri doğru kabul edilen
ama bugünün bilgisiyle yanlışlanabilen kuramlar ve fizik yasaları bunun en açık
delilidir. Biz biliyoruz ki henüz bizim gerisinde olduğumuz, düşünce gücümüzün
dışında kalan bir mantık ve düşün dünyası (nesnel ve gerçeküstü) vardır; ne var
ki biz bunları bugün için ne işleyebilecek ne de anlayabilecek bilgiye sahibiz.
Bilinç ve zekânın bunları tanımlayabilecek seviyeye ulaşmasını yani evrim sürecini
beklemek durumundayız. İşte evrimsel sanat kuramı dediğim durum bu soru
ve sorunlara şimdilik yanıt oluşturabilecek bir değerler dizisi olarak
durmaktadır.
Günümüz insanının
yaratıcılığı, beyin gücü ile çalışma ve iş görme yeteneğinin sınırsızlığı, sanatı
çok daha farklı boyuta, gelecekte tahmin edemeyeceğimiz bir biçim ve düzeye
çekeceğini gösteriyor. Dijital ve bilgisayar teknolojisinin olanakları, sanal
dünya tasarımı, ses ve görüntü teknikleri gibi çağın kazanımları, sanatı artık
benzer biçim ve biçemlerden uzaklaştırmaktadır. Bu nedenle, bugün el birliği
ile benimsenen “çağdaş sanat” tanımının, sanattaki bu hızlı dönüşümü ve
gelişimi, daha doğrusu evrilişi karşılamakta yetersiz kalacağı kesindir.
Sanattaki baş döndürücü
gelişmeler, aklın gelişimiyle eşzamanlıdır. Sanatın üç boyutta genişlemesi,
bilgi ve yayımın yüksek devinime sahip olması, bilincin kavradığı yeni bir
boyutun daha eklenmesi, sanatsal bilgi, teknoloji ve bilimsel olgular; sanatta yeni
bir tanımı gerektirmektedir. Sanatta gözlenen bu sonuçlara göre; sanatın
dönüşümünü ve gelişimini anlatan yeni bir tanım getirmekte yarar olduğunu
değerlendiriyorum. Böyle bir devinim, değişim, dönüşüm ve gelişimi
karşılayabilecek, onu açıklayabilecek, açık uçlu olmakla birlikte her şeye yanıt
verebilme olanağına sahip olacak tanım ya da kapsam, ancak ve ancak Evrimsel
Sanat Yaklaşımı olabilir. Bu yaklaşım ise “Evrimsel Sanat Kuramı” olarak
ele alınmalıdır.
Klasik, modern ya da çağdaş
gibi kavramlar geçmişe göre bulunduğumuz zamanın devinimini anlatırlar; oysa
evrimsel kavramı, bugünden öncesini, bugünü ve bugünden sonrasının
sonsuzluğunu, olay ve olguların var olan doğal ve yapay devinimle paralelliğini
anlatır. Evrim sözcüğü, yalnızca canlılardaki fizyolojik değişim ve canlıların
koşullara uyumunu anlatmaz; aynı zamanda yaşamsal koşul ve yaratılara uyumlu
olarak zihin ve bilincin değişim, gelişim, dönüşüm ve birikim gibi eylemlerin
paralel devinimini de anlatır. Bu düşünceden hareketle evrimsel sanat tanımı;
bilim, teknoloji, mekân ve zaman boyutu ile bunları başka bir açıdan görme gibi
her tür sanatsal gelişime ve yaklaşıma yanıt verebilme olanağına sahiptir, diye
düşünüyorum. Bir anlamda evrimsel
sanat yaklaşımı; bilincin-düşüncenin-düşün sonsuzluğunu ve sınırsızlığını evrende
limitin olmadığını anlatan bir bütünlüktür. Sanatın gelişimini en iyi karşılayan bir tanımlamadır.
Sanat dönemleri ve akımları
nasıl bir görünümü ve gerçekliği önümüze sererse sersin; sanatta anlama,
misyona, seçkinlik ve yansımaya nasıl yeni bir bakış üretirse üretsin; yazınsal
sanatlar kendi uzamında ayrıca değerlendirilmelidir. Çünkü dil sanatları,
üretilmiş tüm bilgi varlıkları, kültür varlıkları, gerçek ve sanal dünya ile
bunların insanla ilişkileri üzerine kurulur. Dil, duygu ve düşünce ile aklın
bağıntısı arasındaki imgelem gücüyle yapılır. Dil ve düşünce bağıntısı ile
insanın biyolojik, psikolojik ve sosyolojik tutumları toplamının ürünüdür.
Bugünün sanat anlayışı,
tutarlılık ve alışkıların ötesinde çelişkilerin öne alınması üzerine kurgulanan
bir yaklaşımı öngörür. Şiir de bu mantığı doğrular. Çünkü yaşamsal ve düşünsel
çelişkiler, algıyı daha etkin sarsıntıya uğratma özelliğine sahiptir. Algının
sarsıntıya uğraması ile duygulanım süreci, buna bağlı olarak görme ve anlama
biçimi daha yüksek düzeyde gerçekleşir. Mizah buna verilebilecek en güzel
örneklerden biridir. Yazınsal metinlerde, çelişki ile yola çıkmak yalınlığı
getirir ki bu bütünlüklü bir yapıt için yeterli olmaz. Aynı zamanda, nesnel
gerçeklik ve gerçeküstü dünya ile bilinçaltı ve bilincimizin ortaya koyabildiği
her tür tutarlı ve mantıklı konu; olay, olgu ve duygu durumuna çelişkinin de
giydirilmesi esas alınmalıdır. Dikkat edilirse topluma mal olmuş ve önemli
beğeni kazanmış şiirler, nesnel gerçekliğin alışkıları yanında çelişkiler ile
donatıldığını görürüz. Bu özellik, anlam ve olguların gerçekliği ve karşıtlığı
ile de ortaya konabilmektedir.
Sanatta, şu
yapılmaz bu etik değildir gibi bir yaklaşım günümüz anlayışına göre çok
sağlıklı görünmüyor. Ancak toplumsal düzen ve insan zihnini bulandıran; algı ve
yönlendirme hatasından kaynaklanan; bilgi, duygu, sezi ve bilinç noksanlığında
kendini gösteren; toplumsal ve insani değerlere uyumsuz şiir yazmak; ister
istemez itici olur. Şairin, insanın duyarlılığını tırmalaması veya duygularına
dayatıcı tavır takınması; bir sanat yaratıcılığı sonucu değildir. Önyargılı ve
zorlayıcı bir yapıya sahip olduğu için böyle davranır. Şiirde ve sanatta;
zorlayıcı, yerleşik değer yargılarını rencide edici, daha da ötesi insanı
edimlerini hor görmesi, itici bir yaklaşımdır. Aslında her alan böyledir.
Şiirin naif özelliğini kullanarak okurda algı değiştirmeye yönelik kasıtlı
tutum, şiirin üzerinde şık durmaz. Bu söylemleri kanıtlarıyla doğrulamak,
felsefi ve psikolojik olarak açıklığa kavuşturmak isterim; ancak oldukça uzun
bir açıklama gerektirdiği ve bu bölümün hacmini artıracağı için kısmen
değinerek geçiyorum.
Dil sanatları,
özellikle şiir sanatı açısından daha hassas bir konuya değinmek istiyorum.
Değişimin, değişmezliği mutlak bir gerçekliktir; zamanla ilgili bir süreçtir.
Bunun bizi ilgilendiren kısmı, yayımlanmış bir şiirin zamanla anlamsal değişime
uğrayıp uğramadığıdır. Yazılmış ve toplumun malı olmuş, duyusal dünyasını
sürdürmekte olan bir şiir, anlamsal değişime uğrar mı? Evet uğrar. Değişim
sözcüğünden kastım, şiirin anlamsal alanının; bilgi, algı, görme ve yorumlama
sonucu ufkunun genişlemesidir. Değişmeyen tek şey ise şiirin ilk ses ve söz varlığıdır.
Aslında yazılmış bir şiirdeki anlamsal değişim, önemli değil gibi gelse de şiir
yazarken, çözümlerken ve değerlendirirken oldukça önemli bir ölçüt olduğunu
düşünüyorum. Neden? Yayımlanmış bir şiir; anlam, çağrışım, estetik ve coşum
olarak çağın algı ve anlama değerlerine göre kendini sürekli yeniden üretir.
Her geçen gün ufkunun genişlediğini söyleyebiliriz. Çağdaş
şiirin en önemli özelliği, insanın algısal ve duyusal dünyasının hareketli
olması gibi, şiirin gerçek ve duyusal dünyasının da hareketli oluşudur. Diğer bir söylemle şiirin,
okurun ufkunun genişliğine ve bilincinin genişlemesine uyum sağlayacak devinime
sahip olmasıdır. Çünkü şiir, söz ve ses
varlığı olarak durağan gibi olsa da sürekli anlam ve diğer katmanlarıyla yeni
ileti ve değerler yaratmayı sürdürür. Algı dünyamız evrimsel olarak geliştikçe,
yeni değerlere ulaştıkça geçmişte yazılmış bir şiirin anlam, anlatım ve
çağrışım gücünde yayılma ve üreme olduğunu anlarız. Bir anlamda şiirin anlamı
mayalanır, yıllanır; yeni bilgilerle zenginleşir. İşte asıl kavramamız gereken
önemli nokta tam da burasıdır. Bilgi arttıkça anlam genişler. Şiirin
kalıcılığı, büyüklüğü, gelecek ve duygu şekillendiriciligi ile klasik bir yapıta
dönüşmesi; anlamsal genişlemeyle ölçülmelidir. Yani bir şiiri meydana
getirirken evrensel değerler, insanın varoluş sürecine özdeş ve insanın nihai
amacına ilişkin gelişime bağlı değişimler; göz önüne alınmalı ve
değerlendirilmelidir.
Yapıtlarında moda tutum ve davranış
kalıplarını işleyen yorum ve yaklaşımlar, güncelliği ve beğeni yüzdesini
artırıyor görünse de onlar çabuk eskiyecektir. Anlık bilinçaltı yönlendirmeleri
ve geçici duygu yoğunlaşması sonucu ortaya konulan dizeler, biraz sığ ve
kendisine gelecek kurmakta yetersiz kalır kanısındayım. Oysa insan bilinç ve
mantığının ürettiği, duygunun olumlu gücü ile zihnin yönlendirdiği ve
yansıttığı evrensel olguların işlenmesi, şiirin evrimsel gelişimine ayak
uydurma yeteneğini daha da artıracaktır. Şairin, anlamı şekillendirme ve
gelecek olgularını sezme yeteneği burada devreye girmelidir. Biliyorum, kalıcı
ve geleceğe dönük değer üretmek çok zor, farklı bir algı yetisi, ileri seviyede
sezgi ve imgelem gücü gerektiren bir durumdur. Ancak şair olmanın ve sanatçı
olarak anılmanın bedeli, her bireyin yapamadığını, göremediğini, yaratamadığını,
sezinleyemediğini yakalamaktır. Geleceğin ellerini bugünden kavrayıp kendine
doğru çekmektir; gelecek kendine sizi zaten doğal olarak çekmektedir.
Aragon diyor ki, “Sanat eserlerinin, yaratıldıkları yer ve
zamanlardaki yankılarıyla sınırlı kalmayacak, ilerleyen zamanla birlikte
gerçeğin, yaşam gerçeğinin sanat eserine yeni ve güçlü bir yorum kazandıracak,
sanat eserinin ufkunu genişletecektir.” (Mehmet H. Doğan’ın “Uzun Sürmüş bir Günün Akşamı” isimli denemesinden
Mehmet Fuat’ın Eleştiri Yazıları kitabı)
Aragon’un
sözünden yola çıkarsak, kamuya mal olmuş bir şiirin iletilerinin durağan
olmadığını söyleyebiliriz. Şiirin anlamsal değeri; olay, zaman ve bilgi
birikimine paralel olarak daha derinleşir ve yeni ufka açılır. Çağdaş sanatın
veya evrimsel şiirin en önemli özelliği bütün varlık katmanlarının devinim
içinde olmasıdır. Bu, çağdaş sanat anlayışıyla koşut bir durumdur. Gelişim ve
dönüşüme göre, daha doğrusu gelecekte üretilen bilginin durumuna göre ek değer
kazanır.
Şair şiirindeki iletileri geleceği de dikkate alarak kurguladığı zaman,
şiirinin imge dünyası geleceği kavrayıcı, sezdirici ve uyarıcı olur. Bu durum,
şiirin zaman yolculuğundaki kalıcılığı, anlamının değer kazanması ve imgelem
gücünün daha yetkin/etkin duruma dönüşmesi demektir. Bu özellik, şair ve
eleştirmen açısından üzerinde durulması gereken önemli bir konudur. Şirin anlamı,
bilginin dönüşümüne bağımlıdır ve kendini zenginleştirme gizilgücü vardır.
Okurun zamana göre değişen algısı, gelişen olayların değişik gerçeklikleri görünür
kılması, yeni gerçeklikler üretilerek anlamın değer kazanması, bilgi
birikiminin zihni daha etkin düşündürme gücü; okurun şiirden ulaşacağı anlam,
imge ve imgeleme yeni boyut kazandıracaktır.
Deneyimli eleştirmenler, bilginin
üretimine bağlı olarak şiire giydirilmiş esrar perdesini sıyırıp atar ve
ayrıntılar daha da açığa çıkar. Bu durum; şiirin ileti gücüne, anlam
derinliğine yeni boyut kazandırır ve anlam genişlemesini sağlar.
İşte şairler şiir yazarken ve eleştirmenler şiir çözümlerken; küçük gibi
görünen bu önemli ayrıntıyı dikkate almak zorundadırlar. Tarihte yaşayan, bugün
adını bildiğimiz ve şiirlerini hayranlıkla okuduğumuz ozanlar, bu
özelliklerinden dolayı ölmezler. Çünkü şiirlerinin öz ve içeriğindeki doğal
anlamsal güç, yarattığı imgelerin gelecekle ve gelecekteki insan algısıyla
kurduğu ilişkide gizlidir. Anlaşılması zor bir konu olduğu için bir kez daha
yineliyorum: Açığa çıkan bilimsel olaylar, bilginin evrimesi, değişen algı,
düşünme ve görme zenginliği; var olan metinde anlamsal genişlemeye neden olur. Bunun yanında tarihsel ve sosyal olayların
yeni gerçeklikler ortaya koyması, metindeki imge ve imgelem şemsiyesini
genişletir. Şair, bu özelliği dikkate alarak şiirini kurmalıdır. Eleştirmen ise
geçmiş ve gelecek bilgi değişimi arasındaki değerlendirmeyi doğru
yapmalıdır.
Şiir sanatının asıl amacı; insanın algısına, bilgi, duygu ve duyu dünyasına
sevme duygusunu yüklemektir. Deneyimsel-duyusal-sezgisel bilgi; duygu ve yaşam
olguları üzerine kurulmazsa kısa sürede alevi yok olur gider; dahası şiirin
varlık katmanları kendi içinde bir birlik kuramaz.
Öyleyse şu soru akla
gelmelidir: Sanatla bilim yan yana düşünülebilir mi? Bilim, deneysel bilgiye
dayalı, sanat ise duygu ve aklın yaratıcılığına dayalı ayrı ayrı alanlardır.
Sanatla bilimi yan yana, iç içe düşünmek zorunda olduğumuzu hemen
söyleyebilirim. Bilim, duygu değerini yok sayar; sanatsa duygu değerini ön
plana alır. Sanat gerçek dışı ve gerçeküstü konulardan da beslenir; bilim ise nesnel
gerçekliğin dışındaki konuları dikkate almaz. Aradaki temel farklar bunlardır.
Ortak özelikleriyse ikisi de yalan söylemeyi beceremezler. Şunu söyleyebiliriz;
bilimsel gelişme ve çalışmaların altında yine duygu vardır. Bilimde, duygunun
etkisini yok etmek için deneysel verilere dayanılarak önlem alınır. Bilimin
tanımladığı bilgi her yerde aynı sonucu verir, sanatın ortaya koyduğu her yapıt
aklın varlığına yeni değerler katar. İnsan aklının karıştığı her eylemde duygu
vardır. Duygu olmadan anlama gerçekleşmez. Bilim, aklın bilgi ile ürettiği yapıttır,
sanatsa aklın düş gücü ile tasarladığı yapıttır. Her ikisi, aynı karından doğan
çocuk gibidir. Sanatsız bilim, bilimsiz sanat olmayacağını sanatın tarihsel
gelişimi ve dönüşümüne baktığımızda deneye gerek kalmadan söyleyebiliriz. Sanat
ve bilim kardeş iseler insanoğluna düşen görev, onu eş zamanlı, eş güdümlü, iç
içe ve birbirini destekler biçimde kullanmaktır. Gerçekte bu böyledir,
kullanılmaktadır. Örneğin, bir sinema filmi ne ile ortaya konabilir? Bilim,
bilgiyi teknolojiye dönüştürür. Sanat, nesne veya düşü estetik değere dönüştürür.
Her ikisinin, insanlığa yeni bir ufuk göstermeleri dışında bizim tanık
olduğumuz başka bir bilim-sanat ilişkisi var mıdır? Düşsel dünyanın arkasında
var olan veriler, başka bir deyişle imgelemi doğuran temel veriler, bilimlerin
ortaya koyduğu tanımlanabilir bilgi değil midir?
Şiir ve sanat
dünyasında bilimsellikten söz edildiğinde yadırganır, farklı bir gözle bakılır.
Bu konu eleştiriye yönelik deneme yazılarında da çok tartışılmıştır. Ne var ki
bilimsellik konusuna yaklaşımda noksan bilgiyle hareket edildiği görülüyor.
Örneğin şiirin kendisi bir bilim alanıdır. Sanatın; felsefe, psikoloji ve
sosyoloji ile estetikten oluşan sanat bilimi diye bir disiplini vardır.
Bunların hepsi bir yana dilin kendisi başlı başına bir bilim konusudur. Anlam,
anlatım, çağrışım, coşum gibi şiirdeki katmanların hepsi, deneyimsel ve
bilimsel verilerle açıklanabilir. Örneğin coşum psikoloji, anlam ise anlambilim
gibi. Bilimselliği büyük hesapların yapıldığı karmaşık işlemler veya
laboratuvarlarda deney yapmak olarak algılamamakta yarar vardır. Kullandığımız
her sözcük bir bilgidir; bilginin üretimi ve bilginin çözümü bilimsel
yöntemlerle gerçeklik kazanır.
Şimdi konuyu
değiştirip şiirin hangi süreçten geçtiğini biraz olsun açıklamaya çalışalım.
Şiir veya herhangi bir sanat yapıtının ortaya çıkmasında iki aşama vardır: Birincisi,
sanatçının duyusal ve düşünsel dünyasını oluşturan ve imgelemi doğuran bilinç
dünyasıdır. Buna imgelem süreci demeliyiz. İkincisi ise bilinç dünyasının;
sanatçının imgeleminin; teknik ve teknoloji yardımıyla kendine özgü ve özel
biçimlerde, nesnelliğe dönüştürülmesidir. Bilinçten imgeleme kadar
(imgelem dâhil) olan süreçte, sanatçı ne kadar bilimsel ve teknik verilere
sahipse, artalan bilgisi ne kadar zenginse, donanımı ne kadar güçlüyse imgelemi
o kadar zengin ve güçlü olur. Onun; görme, işitme, duyma, sezme yetisi, o kadar
yüksek; soyut, sanal, bilinç üstü ve fizikötesi olur. Bir anlamda, sanatçının
bilinçten imgeleme kadar olan sürecinin kaynağı duyusal, teknik, bilimsel,
insani ve sosyal disiplinlerden beslenir. Okur ve sanatçının imgelem yetisi yaratıcılık
için çok önemlidir; bilimsel bir sonuçtur. Lisans üstü sanat eğitim
programlarının etki ve ilgi alanı bana göre burası olmalıdır. Diğer bir
söylemle, sanat eğitim programlarının içeriği, öğrencinin imgelem yetisini
güçlendirmeye yönelik olmalıdır.
Sanatın
doğumundaki ikinci aşama ise işin teknik, ustalık ve yetenek kısmıdır. Renge,
ışığa, sese, harekete ve güzel söze dökme işidir. Zaten bu konu her yerde, her
yazıda ve kurslarda insanlara aktarılmaya çalışılıyor. Aslında sanatı ticari
sektörlerle iç içe çalışmak zorunda bırakan aşama ve süreç burasıdır.
İmgelemi
nesnelleştirme aşaması, bilim ve teknolojiyi daha yoğun kullanır. Salt duygunun
ivmesi ile sanatsal edim açıklanamaz. Söz ettiğim iki nedenden dolayı, sanatı
bilimselliğin dışında düşünmek; sanatçı, sanat, bilim, bilinç, imgelem ve bilgi
kavramlarının arasındaki bağıntıya bütüncül verilerle okuyamamaktır. Aslında
burada anlatmaya çalıştığım şey, sanatın yaratım sürecidir. B. Croce’nin
estetik yaratma süreci ile benzerlik gösterdiğini söyleyebiliriz. Hatta, B.
Croce’nin estetik yaratma sürecindeki ilk üç aşama dediği, “izlenim, tinsel sentez ve hedonist eşlik” bilinçten imgelem
sürecine karşılık gelen aşamayı oluşturur. Son aşama ise imgelemin
nesnelleştirilmesi aşamasıdır ve Croce bunu “fiziki
fenomenlere aktarılması” diye ifade eder.
Örneğin bilimsel
ve sanatsal disiplinlere dayalı bir şiir çözümleme tekniği ortaya koyduğumuzu
varsayalım. Bu teknik, gelecek kuşaklara kurumsal ve çözümlemeli bir şiir belleği
kazandırmaz mı? Soruyu başka bir açıdan soralım: Böyle bir yöntem, şiir bilgisi
edinilmesi için daha etkin bir yol oluşturmaz mı? Şiir çözümleme tekniğinin
şiir ve sanat eleştirisi için de kullanılması olası olmaz mı? Kişisel düşünceme
göre, bu çalışma şiir ve sanat bilgisine değişik bir açıdan bakılmasını
sağlayacaktır. Aslında burada yapmak istediğim, eleştirel bir yaklaşım
sergilemek değil; var olanın fotoğrafından yeni bir gerçekliğe ulaşmaktır. Aynı
zamanda, düşünülmemişi, farkındalığına varılmamışı, önyargı ve saplantıların
doğurduğu kirli şiir bilgisini kadraja taşımak ve öneriler getirmektir. Diğer
taraftan, sanat adına yapılan sığ ve güdümlü tutumların gerçekte arka planında
yatan yaklaşım bozukluğuna ayna tutmaya, neden-sonuç analizi yapmaya çalışmaktır.
Hepsinden öte şiirin geleceğine yönelik yeni önermeler ileri sürebilmektir.
Sanat, şiir ve
sanat felsefesi ile estetik konusunda kafa yormuş adı belli kişilerin geçmişte
yazdıklarına ve söylediklerine bakılırsa bu kişilerin, doğru bildiğimiz pek çok
yanılgının savunucuları olduğunu görürüz. Yaptıklarının yanlış olduğunu
söylemiyorum. Kaldı ki yanlış olduğunu söylemem, sanat hakkında öne sürülen
fikirleri zamandan ve bilgi birikiminden bağımsız değerlendirmiş olurum ki bu
da sağlıklı bir sonuç doğurmaz. Ayrıca doğrunun, doğruluk değerinin göreceli
olduğunu düşünebilecek aşamadayız artık. 1882 yılına kadar kimse içten yanmalı
motoru bilmiyordu, iki yüz elli tonluk dev bir kütlenin okyanus ötesi
uçabileceğini 1900’lü yıllardan önce kimse tahmin edemezdi. Bilinçaltının güçlü
bir bilgi deposu olduğunu Sigmund Freud’dan önce ayrıntılı olarak kimse
çözümlememişti. Ya da sanatın insan aklı dışına taşma girişimi olduğunu,
insanın varlığını ve sürekliliğini sağlamaya yönelik temel yönelimin bir sonucu
olduğunu kimse düşünemeyebilirdi. Bugünün bilgi birikimi ile geçmişi
yargılamak, geçmişte yapılanları, ileri sürülen fikirleri önemsiz bulmak,
üstünde oturduğumuz kazanımları görmezden gelmek anlamına gelir ki böyle bir
tutum, metinler arası ilişkiyi ve bilginin tarihselliğini yok saymak olur. Sanat, estetik, şiir gibi kavramlar; insan
zihninin sahip olduğu bilgi yüküne, yaşam koşullarının şekillendirdiği duyguya göre
şekil alır. Bu nedenle sanat hakkında söylenmiş hiçbir çıkarıma yanlış
gözüyle bakmıyorum; yalnızca zamanın sundukları ve bilgi birikiminin doğurduğu
zihinsel gücün boyutlarına göre şekil aldığını anlatmak istiyorum. Günümüzde
ise insan beyni öylesine çeşitli bilgiler ile donatılmıştır ki neyin doğru
neyin yanlış olduğunu tespit edemeyecek kadar kirli bilgi bombardımanı
altındadır. Aynı zamanda karmaşık olguları çözümlemek için ayrıntılı araç ve
birikime sahiptir. Zamanın olanakları, bilginin teknolojiye dönüştürülmesinden
çıkarılan sonuçlar ve aklın evrimsel gelişimine koşut, sanatı ve sanatın
amacını yeniden tanımlamak durumunda kalabileceğimizi göz ardı etmemek gerek.
Sanat biliminde yetkin değilseniz, çok iyi bir şair de olsanız, şiir
sanatı hakkında yargıda bulunmak veya eleştirmek, söz kalabalığı olur kanısındayım.
Şiir sanatı; kendine özgü bir sanat, sanatsal edimlerin pek çoğunu ortak
kullanabilen etkinlik; bilgi disiplinine bağlı bir bilgi bütünlüğü; gerçek
katmanı yanında gerçeküstü bir arka planı; bilgi, algı, düşünme ve anlamanın
duyguyla örgütlenmesi gibi kendi usul ve tekniği olan bir alandır. Diğer sanat
alanlarına göre daha fazla gereci olan; ses ve sesin parçalar üstü birimlerini;
duygu, akıl, bilinçaltı, bilinç üstü ve sınırsız düş ve düşün sistemini; mevcut
ve öngörülebilen tüm yaşam kaynaklarını; en iyi örgütleyerek kullanabilen
sınırsız bir dil ve düşün evrenidir. Sanat bilimi konusunda epey yol almış
olmalıyız ki şiirin görünen ve görünmeyen her iki yüzünü de okuyabilecek
yeterliliğe ulaşalım.
Şiir, müzikten sonra duyguyu en kolay etkileyen
bir sanattır. Başka bir deyişle şiir, duygu durumunu harekete geçirerek insanın
zihnine ve belleğine en etkin darbeyi vuran bir sanat dalıdır. Bunun yanında,
bir yapıtta olması gereken tüm katmanları en yalın, kısa ve özlü kullanabilen,
uyum içerisinde eritebilen bir tekniğe sahiptir. Bunlar bir yana, sanatın asıl işlevi ve en etkin olduğu alan, insan
anlağında olumlu duygunun güçlenmesini sağlayarak sevme duygusunu var etmesidir.
Yaşama sevinci diye tanımladığımız duygu durumuna girmemizi sağlar. Ne var
ki bizler, sanatın bu özelliğini ön plana çıkarmak şöyle dursun, adı belli
olma, bir öğretinin öncüsü olma ya da her şeyle takas edilebilir nikel çizmeler
edinme gibi gerekçeleri öncelikli görev olarak ele alıyoruz. Sanatın temel
amacının dışında bir yerlerde kendimize pay çıkarma ve koşullandırmaları tatmin
hırsı gibi küçük hesapları toplayıp çıkarmakla oyalanıyoruz.
Şair; kültür varlıklarını,
değer yargılarını ve toplumsal beğeni kültürünü iyi bilirse, aynı dili konuşan
insanlar arası bellekte şiirleriyle önemli bir yer edinebilir. Şairi ve
şiirleri, okur nezdinde değer kazandıkça diller arasında yayılmaya başlar.
Şiirin büyümesi, genişlemesi, evrensel değerlere ulaşması sanatçının yaşamda
farkındalık yaratan tutumuna, şiirindeki ses, anlam ve anlatım güzelliğine
bağlıdır. Büyük şiirin yazılabilmesi, şairin yenidünyayı okuma biçimi, estetik
algı ve estetik değer yargısı ile yakından ilgilidir. Büyük şiir ve büyük şair
ideal olanıdır. Oysa bugün geldiğimiz dünyanın sanat algısı ve beklentisi, şiir
ve şair duruşu biraz daha endişe verici olarak gelişmektedir. Özellikle
postmodern sanat anlayışının getirdiği yaklaşım, pek çok değeri yadsımakta ve
hemen şimdi şu anda sanat üretmek gibi sığ bir kabulü ortaya koymaktadır. Bu
yöntem performans ve kavramsal sanatlar için bir yaklaşım biçimi olabilir. Şiir
ve roman gibi dil sanatlarda, biçimden estetik katman[10]na kadar belirli bir düşünsel ve duyusal dünya yaratılmalıdır. Bu da dil sanatlarında, kendine
özgü bir ayrıcalığı doğurur.
Modern sanat dönemi, aslında iyi irdelenmesi gereken bir zaman dilimidir.
Postmodern sanat anlayışı; bilgi ve nesnel bilime köklü bakış getirir, zaman,
mekân, yansıtma ve seçkinlik gibi üst kavramlara farklı bakar. Şairlerce; modern
sanatın getirdiği değerler yeterince anlaşılmamıştır. Bu yüzden, günümüzde
postmodern sanata daha sağlıklı bir yorum getiremeyiz. Postmodernizmi, okuyabilen
ve anlamlandırabilen şair ve düşünürler olmuştur; ancak bir elin parmaklarını
geçmeyecek kadar azdır ve yazdıkları söyledikleri kitaplarda kaldığını günümüz
şiiri ve şiir yazılarından görüyoruz. Kapitalist dönüşüm süreci ve onun çıktısı
Marksizm ve Liberalizm karşıtlığının yarattığı çelişki, şairi şiirin ve sanatın
felsefi boyutuna değil, insanı biçimlendirmek ve düşüncesine taraftar toplamak
gibi anlamsız arayışlara yöneltmiştir. Bunun sonucunda Türk şairi, kendinin
olmayan estetik değerleri, şiirsel kuramları, duygu ve duyarlılık gereçlerini
Batı düşünürlerini izleyerek tanımlayabileceğini, açıklayabileceğini
varsaymıştır. Şiir ve sanatın, yaşam, dünya, gerçeklik, üst gerçeklik algısı
ile insanın duyumsal niteliklerinin örtüşmesinin bir ürünü olduğu gerçeğini göz
ardı etmiştir. Başka bir söylemle, Türk şairi düşünme, araştırma, inceleme ve
kuram geliştirme işini, bir başkasının ellerine bırakarak sanatta kültürel
duyarlılık farkını önemsememiştir. Bu konuda bir şey daha eklenmelidir: Şair ve
düşünürlerimiz; Türk sanatı hakkında kendi bilgi ve yorumuna hiç güvenmemiştir;
ithal bilgiyle iyi ve özgün sanat yapabileceği yanılgısına düşmüştür.
Biliyoruz ki
Türk şiiri, Cumhuriyet’ten hemen önce modern şiir anlayışına kucak açmaya
başlamış ve üzerinden yüz elli yıl geçmiştir. Ne var ki yüz elli yıl gibi bir
süre az zaman değildir. İnsan beyninin evrimsel gelişimi geçmişe oranla çok daha
hızlıdır. Estetik algı ve değerler dizisinin dayandığı temeller, her gün
değişime ve dönüşüme uğruyor. Çok uzun ve zorlu bir yolun başlangıcındayız. Ustalığımız;
tespit ve dışarıdan bilgi taşımacılığı olmuştur. Sanırım bu yaklaşım, sanatı
bir eğlence ve kazançlı değişim malı görme anlayışından kaynaklanıyor. Oysa
sanat veya şiir, kültür birikimi ve yaşamsal bileşkelerin bel kemiğini
oluşturan değerler dizgesidir. Harmonik bir birliğin görünüşe taşınmasıdır;
zihni sarsıntıya uğratarak yaşam sevincinin var kılınması ve sevginin eyleme
dönüştürülmesidir.
Kültür endüstrisi adını verdiğimiz olgu, bugün yaşamsal değerleri bir bir elimizden alıyor. Bu kayıplarımızı, sıradan şeyler gibi görüyoruz. Hatta en uyumlu hizmetçisi olarak ona eşlik ediyoruz. İnsan, doğa ve tüm canlılara zarar verdiğimizi bile bile hiçbir önlemin alınamadığı bir kısır döngü içinde yaşıyoruz. İnsan aklının en önemli özelliklerinden biri, geleceği şekillendirme ve kendisine uygun yaşamsal düzen kurma kaygısını taşıyor olmasıdır. İçgüdüsel olarak bunu her canlı yapıyor, örneğin neslin sürekliliğini sağlamak gibi. Ancak insan; neslin sürekliliği bir yana, o neslin en üstün koşullarda yaşaması, en mükemmel yaşam alanlarına ulaşma arayışını ve yaşamanın ölümsüzlüğünü sürdürmek zorundadır. Çünkü gelecekte neslinin başına gelebilecekleri bugünden tespit edebilme olanağına sahip olmuştur. Yaşamsal etkinliklerini en üstün koşullarda sürdürebilmesi maksadıyla, sevgi ve olumlu duyguyu geliştirmek, diğer bir iği şeye ilişkin İsmail Tunalı’nın “Estetik” isimli kitabındaki söylediklerine kulak verelim: “Bu ruh, yalnız estetik bir biçimi değil, ahlaksal bir biçimi de gösterir. Bundan ötürü, güzel yönünden estetik bir biçim ve düzen kazanmış bir insanın, ahlaksal eylemler yönünden de belli bir biçim ve düzen kazanması gerekir. Çünkü, güzel değeri ve estetik bakımdan biçim ve düzen elde etmiş bir ruh, artık yetkinliğe, insansallığa ulaşmış olur. Yetkin bir ruhtan ise, yalnız estetik eylem bakımından değil, tüm eylemler bakımından bir yetkinlik beklenir, haydi haydi ahlaksal eylemler bakımından. Bunun için biz, bugün de bir estetik değer olan güzel ile bir ethik değer olan iyi’nin autonomi’lerine saygılı olmakla beraber, onların arasındaki ontik, insansal ilgiyi görüyor ve hümanizma (insansallık) adına bu ilginin savunmasını yapıyoruz.”
Dünyada en tehlikeli silah insandır. En korkunç canavar yine insandır. Cahil
olanı daha tehlikeli, hele cahil tarafından cahilce eğitilmişi tamamıyla
ölümcüldür. Söylediklerim, yanı başımıza baktığımızda görebileceğimiz örneklerle
doludur. İnsanlığın en önemli ve acil ihtiyaçlarından biri, ‘sevgi eğitimidir.’
Sevgi eğitimiyse ancak ve ancak sanat etkinlikleriyle ve oyun ortamlarında
verilebilir.
Sanat eğitimi ifadesini
kullanırken bugün ülkemizde profesyonel sanat eğitimi veren kurum ve
kuruluşların eğitimlerinden söz etmiyorum. Bu kurum ve kuruluşlar, program ve
bir disiplin altında daha bilimsel ve yetenek temelli eğitim verirler. Bu ayrı
bir konudur. Sözünü ettiğim eğitim konusu, her insanın
bakış, görüş ve eğiliminde değişiklik yapacak, estetik kaygıyı oluşturacak düşük
yoğunluklu sanat ortamının genel anlamda doğurulmasıdır. Bu konu salt eğitim
kurumlarının görevi değildir; tüm insanlığın sorumluluğudur. Sevgi olmadan
sanat genişlemez, sanat olmadan sevgi büyümez; daha kötüsü sevgisiz, yaşam
sevinci doğmaz. Sevgi öyle bir duygudur ki anlama ve düşünceden insanın günlük
hareketlerine kadar her eylemde etkin rol oynar. İnsan davranış ve tutumlarının
temel besini ve motorudur.
Bugün sanata yönelik hangi
eğitim yöntemini seçersek seçelim, ister sanat için eğitim ister sanata yönelik
eğitim yöntemi olsun, unutulmaması gereken önemli bir konu vardır: Her tür sanat edimi ve sanatsal yaratıcılık; sosyal,
bilimsel, duyumsal ve teknolojik bilgi altyapısını gerekli kılar. Doğa, sosyal
ve insan bilimlerinin kuram ve disiplinlerine egemen olmayan bir sanatçı;
kavramlar arası anlamsal, hiyerarşik örgütlenmeyi başaramaz; biçimlendirme ve
yaratıcılık yetisi zayıf kalır. Sanat eğitimi programları, asıl yüzünü imgelem
kaynaklarına çevirmelidir. Yani imgelem
kaynaklarına egemen olmadan, sanatta yaratıcılık yetkin olamaz. Günümüz
koşullarında, anlamı çözümleme, biçimlendirme ve yaratıcılık; ilgili sanatın
kendi kapsamından, yaşamsal pratiklerden ve doğa hareketlerinden
kazanılamayacak kadar büyük ve karmaşıktır. Çağdaş dünyanın işlerliğini
sağlayan bilgi bütünlüğüne sahip olmadan ve bu bütünlüğü yorumlama gücünü
kazanmadan, sanatsal yaratıcılığın kapısını açmak şansa bağlıdır. Yaratıcılık;
teknik birikime, imgelem için yüksek bilimsel donanıma sahip olmayı gerektirir.
Sanat objesini üretmek (nesnelleştirmek) nasıl teknik ve teknoloji
gerektiriyorsa sanatı yaratan imgelemin de aynı bilimsel donanımı gerektirdiği
göz ardı edilmemelidir.
Dilin farklı ve alışılmadık
bir biçimde kullanımı, aynı zamanda zihni yeni ve aşkın düşünme biçimlerine
taşır. Sanatsal yaratıcılığı, salt insanın kazanımı olan bilgi, düşünme edimi
ve yeteneğinde aramanın fazla iyimserlik olduğunu düşünüyorum. Çünkü zihin, anlamlar
bütününü dil olanaklarıyla görüntüler, bunları oluşturur, işler ve cenge hazır
olarak anlamlandırır. Bu klasik bir yaklaşımdır. Bunun tersi, dilin akıcı,
çarpıcı, sıra dışı kullanımı algı ve bilinci sarsıntıya uğratır. Bu kullanım
keşfedilmemiş düşünme biçimine ve sanatsal yaratıcılığın devinimine katkıda
bulunur. Düşünce yalnız dili yaratmaz;
dil de düşünceyi var eden bir sistemdir. Geri dönüşümlü bir etkinliktir.
Dilin ortak iletişim olanağını
yıkmadan yeni ve alışılmadık kullanım; algıyı, görmeyi, zihinsel etkinliği,
bilincin aydınlanmasını sağlar ve bunların sonucu olarak yaratıcılık yetisini
geliştirir. Başka bir söylemle, insan dille salt kendini anlatmaz; aynı zamanda
dil ve dilin olanakları ile düşünür. Dilin alışılmadık ve farkındalığı yaratıcı
devinimi, düşünme gücüne yeni olanaklar ve mantığı sarsıcı düşünsel alanlar
açar.
Sıra dışı dil kullanımı ve anlatım biçimi, şiir dilinde var olan ve şiir
dilinin tarihselliğinden oluşmuş bir zenginliğimizdir. Şiir dili, insanın duyusal ve düşünsel sürecinde sanatsal yaratıcılığa
en uygun akışı sunar. Şiirin kısa ve kapalılık özelliği, rastlantısal anlam
derinliğini de beraberinde doğurur. Algı, anlama, düşünme, açıklama edimleri
ile duygulanım sürecini sarsıntıya uğratır, dönüştürür, geliştirir ve
genişletir. Şiir dilinin olanakları, insanın dünyasını yeniden keşfeder ve onun
zihinsel etkinlik sürecini geliştirici, donatıcı ve iyileştirici bir düzeye
taşır.
Şiir dili, yukarıda sözünü ettiğim olanakları
ortaya çıkardığı gibi özellikle çağdaş sanatın her alanında algıyı sarsıntıya
uğratacak form ve estetik değeri de beraberinde getirecektir. Algı, sezgi,
görme, anlama ve düşünmeyi geri dönüşümlü olarak zenginleştirecektir. Bu
olanakların dışında, dilin genel kullanımı zihinsel etkinlik sahasını ister
istemez iyi veya kötü yönde etkiler. İyi bir dil kullanımı aynı zamanda doğru
düşünmenin sonucudur. Bunun tersi etkin bir düşünme de iyi bir dil kullanımını
sağlar. Yani dilden düşünceye doğru sıkı ve mutlak geliştirici bağıntı
düşünceden yaratıcılığa doğru yönlendirilebilir.
Buradan şu sonuca varabilir miyiz? Çağdaş sanat
eğitimi sanatsal yaratıcılığı geliştirmek temelinde kendine bir yön belirlemiş
ise şiir dil tekniğinin, yaratıcı düşünmeyi güçlendirecek olanakları neden
eğitim konusu olarak ele alınmasın? Şiir dili, sanata ve yaratıcılığa yönelik
lisans eğitim düzeyinde neden kuramsal bilgi bütünlüğüne kavuşturulmasın? Bu
söylediklerim bir sorudan öte, akademik çevrelerin bu sorulara kulak vermesi ve
akademik kurullar tarafından ayrıntılı incelenerek “sanata yönelik eğitim”
kapsamında değerlendirilmesi isteğidir. Çünkü şiir sanatı, sanatsal yaratıcılık
bağlamında yalnız yazınsal sanatların kapsamında bir alan değildir. Şiirin dil,
duygu ve düşüncedeki konumunu; bilimsel ve tarihsel bilgiden yararlanarak
değerlendirdiğimizde, bütün sanatsal etkinliklerin merkezinde olduğu
görülebilir. Bu yüzden şiir; sanatın eksenidir, yaratıcı düşüncenin temelidir, diyebiliriz.
Şiir, imgelem olanaklarıyla imgeyi somutlaştırma
tekniğidir. Dil ve düşüncenin iç içe dönüşümlü mutlak bağıntısı sonucu, zihin
bilgiyi örgütleyerek imgelemi doğurur ve yine aynı bağıntının yaratıcılığa
yönelen gücü ile nesnel ve araçsal bir sonucu ortaya koyar. Bütün sanat
dallarının kullandığı dil ve gereç farklı olmasına karşın dil ve düşüncenin
toplam sonucu olan zihinsel etkinlik, imgelem ve yaratıcılık temeline dayanır.
Her sanatın kendine özgü imge tekniği vardır, o imgeyi anlamlandıran ve
güçlendiren yaratıcılık yetisidir. Ancak sözünü ettiğimiz imgeyi yaratan
imgelem aynı kaynaktan beslenir ve imgelem düşünsel, düşsel ve sezgisel yetinin
eseridir. Vurgulamak istediğim konu şudur: Sanat eğitiminde “imgelem yetisinin” güçlendirilmesi esas
alınmalıdır.
Örneğin resim sanatı, çizgi ve ışık dilini baz
almak zorunda olmasına karşın, yine zengin imgelem ve onun yaratıcılığına gereksinim
duyar. Dil, düşünceyi düşünce de dili geliştirir, dönüştürür; başka bir deyişle
evrimleştirir. Sanat, bilinç ve bilinçaltı varlıklarının (toplam sahip olduğu
kullanılabilir bilgi) dil ve düşünce özdeşliği üzerinden sanal tasarıma,
görüntüye, yoruma ve görünüşe ulaşma çabasıdır. Sıra dışı görme ve sezi yetisi
yani sanatsal yaratıcılık, dil ve düşüncenin birbirini tasarımladığı süreçle eş
zamanlı bir eylemdir.
Kaldı ki sanatsal yaratıcılığın temeli, yine dil
ve düşünceden oluşan zihinsel işlemler bütünüdür. Sanatsal yaratıcılık yetisi
varlığını, diğer sanat alanlarının da kullanılabileceği tarzda, yine şiirin dil
tekniğinde buluruz. İşte bu yüzden bir öneri ileri sürüyorum: Yukarıda
açıkladığım şiir dil tekniğindeki yaratıcı ve keşifçi özellik, sanatsal
yaratıcılık eğitimi veren (örgün eğitimde böyle bir konu var mı?) lisans
öğretim programlarında kullanılmalıdır. Hatta inceleme, araştırma ve ayrıntılı
ele alınması gereken kapsamlı bir tez konusudur.
Bana öyle geliyor ki şiir,
salt estetik değer üretmeye odaklı bir sanat değildir ve bununla da yetinmez;
şiir aynı zamanda duyular, duygular ile aklı sarsıntıya uğratır. Estetik değer
üretmek, duyusal ve duygusal dünya ile ilişkiye girmektir. Duyular, duygular
ile aklı sarsıntıya uğratmaksa; algı, bilgi ve kavramlar arası ilişkiye girmek
ve şiirsel derin yapıyı oluşturmak demektir. Bir anlamda şiir; görmenin,
duymanın, bilmenin ve sezginin en etkin biçimini kullanıyor, bunlara dayanarak
estetik tavrı daha da kolaylaştırıyor demektir.
Kültür emperyalizmi dediğimiz
sistem, kendine düşmanlar yaratır. Bunlar iyi
yürekli, atak kahramanlardır. Mazlum için, ezilenler için çalışan
kahramanlardır. Sanırsınız ki inandığımız değerler için mücadele ederler,
yenilik ve devrim yapmaya çalışırlar, toplum bilincinde kanayan yerlere merhem
sürerler, iyileştirirler, dönüşümü sağlarlar, haksızdan alıp haklıya verirler.
Görünüm öyle olmasına karşın bunlar, karşı oldukları düşüncenin sadık birer hizmetçileridir.
Bu tür sistemlerin en önemli özelliği ve sürekli kazanmasının temelinde yatan
gerçek, kendisine karşı olanları en büyük hizmetkârı olarak kullanabiliyor
olmasıdır. Sanatçının uyanması gereken nokta burasıdır. 19 ve 20. yüzyıldaki
genel tabloya, değişim ve oluşum sürecine bakalım. Görünen manzara odur ki
devrin devrimcileri, kendi kendilerini istekli bir biçimde devire gelmişlerdir.
Yani karşı oldukları sistemlerin gelişimine en büyük hizmeti yapmışlardır.
Şiirin dışına taşmamak için konuyu toparlayalım. Gelmek istediğim konu şudur:
Şiir, güdümlü bir yargının, dıştan ekilmiş tohumların, öğretilmiş düşüncenin ya
da kalıplaşmış sistemlerin çıktısı olmamalıdır. Birilerinin ya da başat
sistemlerin yönlendirdiği biçimde değildir sanatçı dünyası, olmamalıdır. Önemli
olan sanatçının kendi kurguladığı ve yönettiği farkındalık yaratan yeni bir
dünyaya doğru yol almasıdır. Şair, bütün verilere açık olmalı, eşit mesafede ve
bilgiyi eşit delikli kalburda eleyebilmelidir. Bir insan için böyle bir
yaklaşım ne kadar uygulanabilir? Şair, saf artalan bilgisine nasıl ulaşır bu
ayrı bir araştırma konusudur.
Şiir sanatı, 20. Yüzyıl ortalarında bazı batılı bilim adamları tarafından
incelenmiştir. Şiir, incelendiği dil içinde kendine sağlam zemin bulmuş
olabilir. Oysa şiir, kendini bulduğu, içinde var olduğu dil ve kültür
kapsamında incelenirse verimli bir sonuç alınabilir. Onun için Türk şiiri,
mutlaka bu konunun eğitimini almış, tarihsel kültür varlıklarına vakıf, Türkçe
düşünen sanat ve eğitim insanları tarafından sanat bilimi açısından güncel ve
deneyimsel bilgilerle incelenmelidir. Çünkü, Türkçede ses özellikleri ve
sayısı, sesin doğurduğu anlam ve sözcük dizgesi ile insan anlağına yerleşmiş
dil, dil yapısı, dile paralel düşün sistemi, kültür farklılığına bağlı algı,
düşünme biçimi, ses ve anlam vurguları diğer dillerden oldukça farklıdır. Üretilmiş
toplam kültür varlıklarımız ile insanımızın duyusal algısı, diğer toplumların
algı ve yaklaşımları gereği çoğu yerde farklılık gösterir. Dil kullanım ve
düşün tarzımız da diğer dilleri konuşanlara oranla oldukça farklıdır.
Sözcüklerin pek çoğu diğer dillerdeki sözcüklere göre arzu edilen duygu
değerini taşımayabilir, daha baskın olabilir, çoğu yerde farklılık gösterebilir.
Bu demek oluyor ki batı dillerinde incelenmiş şiir sanatı, Türk şiiri açısından
çok etkin bir sonuç ortaya koymayacak olmasıdır. Toplum olarak önyargıdan,
özentiden, ezilmişlik sendromundan kurtulup kendi kültür varlıklarımızın
doğurduğu algı, düşünme, anlama ve açıklama biçimine daha fazla saygınlık
göstermeliyiz. Evrensel değerler, başat kural olarak yerelliğin özgünlüğünden
doğar. Sanatın, şiirin, sanatçı olma ve şair kalmanın en önemli ve ilk kuralı;
özgür ve özgün olabilmeyi başarmaktır.
Şiir ve şiir dili, evrensel
sanat değerleri açısından incelenirse buna hiçbir sözüm yoktur. Mevcut
incelemeler; dil ve dilbilgisi bağlamında, göstergebilim ve anlambilim vb.
açısından önemli katkı yapmış, ciddi kaynak ve referans oluşturmuştur. Ancak
Türkçe düşünen, Türk kültürü ve anlayışına dayanarak yazılmış şiire ilişkin
dört başı mamur inceleme, gördüğüm kadarıyla parmakla gösterecek kadar azdır.
Şiir incelemelerinde yabancı birkaç dil bilimcinin tespit ve yorumlarını yinelemekten
başka çoğunlukla önemli sayılabilecek sonuç yok gibidir. Şiir, yazıldığı dilde
kendini ifade edebilir. Duygunun, bilginin, anlamın dozu, içinde yaşanan kültür
değerleri ve buna bağlı duygu ve algı biçimleriyle belirlenir. Örneğin, çeviri
şiir, gerçek anlamda aynı çağrışımı, coşumu, görüntüyü, duyguyu ve içselliği
veremez. Onun için şiir sanatı, Türkçe düşünen araştırmacılar tarafından
bağımsız ve özgürce incelemeye tabi tutulmalı ve buna süreklilik
kazandırılmalıdır. Alaylı anlayış, günümüzde çağdaş şiirin yaslanacağı bir düzlem
olamaz.
Özetlemek gerekirse, salt
Batı normlarını izlemeye yöneltilmiş kişilerin çıkarımının; Batı kaynaklı kuram
ve referanslara dayalı sanat ve şiir bilgisinin; Türk dili ve şiiri açısından
çok sağlıklı bir sonuç üretmeyeceği gerçeğini görmek zorundayız. Diğer dillere
özgü kavram ve terimlerin hatalı çevirileri ve zihinlerde bilinçli oluşturulan
yanlış anlamsal alanlar, okuru içinden çıkılması güç bir karmaşaya
sürüklemektedir. Özgün yorum ve kuramlar üretmeden, sanat ve şiirde çok yol
alınabileceğini düşünmüyorum. Bugün Yunus Emre’nin şiirleri hâlâ unutulmamış
ise Nâzım büyük şair olarak anılıyor ise oturup nedenini düşünmemiz gerekir.
Bilgi ve deneyim, dünyanın hangi coğrafyasında üretilirse üretilsin hepsi aynı
değeri, aynı saygınlığı hak eder. Katkısı yadsınamaz. Bilgi ve deneyime
saygınlığın ötesinde, her şey doğruymuş varsayımıyla şiire yaklaşmak da
sorgulama noksanlığıdır. Benim sözünü ettiğim eksiklik, sorgulama noksanlığında
ziyade algı deformasyonudur.
Önemsediğim için bir kez
daha yinelemek istiyorum. Türk şiir sanatı, Türk dili açısından evrensel sanat
normları çerçevesinde, kendi diline özgü, kendi kültürünün doğurduğu algı ve
estetik kaygı bağlamında ayrıntılı olarak uzmanlar tarafından incelenmelidir. O
iyi şiir, bu kötü şiir, bu şiir değil gibi altı dolu olmayan, farklı dillerin kaynaklarına
dayanan, öğreti ve dinsel artalan bilgisine bağımlı, nesnel açıklama içermeyen,
kulaktan dolma ve usta çırak yöntemi deneyime dayalı öznel eleştiri ve
çözümlemeler ne okura ne şiire ne de şaire yaratıcı ufuk gösterir. Şiir
sanatına da etkin bir yol belirlemeyeceği görünen açık bir sonuçtur.
Dönemler, çağlar ve sistemler; İnsanı yeniden yapılandırmamalıdır.
Bunları insan yapılandırmalı ve kendisine yaraşır düzeyde yön vermelidir. Bugün
üzerinde yaşadığımız coğrafya ve içinde bulunduğumuz çağ, göz göre göre insanı
yemeye yeltenmiş iyi huylu bir canavar gibidir. Herkes bu iyi huylu canavarın
pençesi altında ve hiç kimse ters giden şeyleri yoluna koyma bilincinde değildir.
İnsanlığın gelişimini engelleyen yozlaştırılmış inançlar bir yana, insanlığı
kurtaracağına soyunan bir sürü öğreti yaşanabilir dünyayı yok etmeye yönelmiş
durumdadır. Benzetmek gerekirse insanlık olarak yok olmaya doğru giden süslü
bir geminin içindeyiz, geminin sallantısı midemizi alt üst etmiş durumdadır.
Kimse önlem almaya yanaşmamaktadır.
Klasik ve modern sanat
anlayışı, inanç ve öğretilerin gölgesinde yürümüştür. Çağdaş sanat anlayışı
militanlaştırılmış bir sanat yaklaşımını bertaraf ediyor görünmektedir. Daha
doğrusu sanat, aklın çılgınlığına ve sınırsızlığına sığınmaktadır. Hatta genç
ve gelecek kuşakların, modern sanat dönemindeki dinsel ve çatışma kültürünün
doğurduğu militanlaştırılmış sanat anlayışını anlamakta bile güçlük çekeceğini
şimdiden söyleyebiliriz. Sanat;
devrim mantığının, akıl çatışmasının, direnişin, karşı duruşun üzerinde daha
zenginleşir ve etkin hareket eder, hatta bunlardan beslenir. Ne var ki öğreti
ve inanç sistemlerinin kucağında büyüyerek, onlara sırtını dayanarak, aidiyet
tuzağının kucağında beslenerek, onların emrine girerek değil. Sanatın ve şiirin
yatağı; öğreti ve inançlardan bağımsız düş ve düşün sistemi ile özgür düşüncedir.
Şiir; aklın, düşün sisteminin ve zihinsel etkinliğin devrimi ve evrimi ile
ilgili güzel duyusal bir görüngüdür.
Kimin neyi ne
kadar bileceği, kimin nasıl yaşayacağı, kimin neye inanıp inanmayacağı, tek
merkezli kartel veya medya tarafından belirlenen bir sistemde, bağımsız düşün
sisteminin bir geçerliliği veya gerçekliği var mıdır, sorgulanabilir. Toplumsal
algı, iletişim teknolojileri sayesinde kolaylıkla yönlendirilebiliyorsa özgür
düşünceden dem vurmamız pek gerçekçi görünmüyor. Daha önce bilgi aktından söz ettim;
algı, anlama ve düşünme süreci, algı alanının sağlıklı olmasına bağlıdır. Kitlesel dönüşüme uğramış
bireyler, yaygın algı güdümü altında özgün olamaz ve özgür düşünemez. Sanatçı
ve şair, özgün yaratı peşinden koşuyorsa, sisteme karşı direniş gösteriyorsa bu
durumdan nasıl kurtulabilir, bunun yollarını araştırmalıdır. Biliyoruz ki bugün
pek çok bilgi, davranış türü ve algı yapılandırması, çıkar gruplarının
amaçlarını kolaylıkla geçekleştirmek için tasarlanmıştır. Ben özgürüm diye
kollarının altına karpuz koyup gezen şair-yazar-çizerler, bir şeylerin etkisi
ve güdümündedir.
Kâğıttan kurulmuş sarayları yıkmak, fildişi kulelerde yuva kurmuş
şairlere dokunmak istemem. Ancak doğru bildiğim iyi bilgiyi, bilgi aktı
kapsamında ulaştığım çözümleri, içinde gözlemci olarak dolaştığım sanatsal
alanın görüntüsünü; göz önüne sermek gerekir. Şiir ve sanata ilişkin
çözümlemelerimi; okurun önüne koyarak biraz olsun katkı sağlamak istiyorum.
Tespit yerine çözüm ortaya koymak, gelişim ve yenilik için, dahası gelecek kuşağın
sanatsal kalıcılığı için önemli bir aşama olduğunu, bunun uygar ve vicdani bir
sorumluluk olduğunu düşünenlerdenim. Sanat; emtianın dışında ve aklın önünde
hareket etmelidir. Sanatın özgün bilinç üzerine yapılandırılması bireysel
olmakla birlikte toplumsal bir sorumluluk olmalıdır. Bu alanın, bilinçli ya da bilinçsiz, gerçekmiş gibi görüntüler ve algı operasyonlarıyla tahrip edildiğini,
yıpratıldığını, zorunlu bırakıldığını tarafsız bir gözle ortaya koymaya
çalışıyorum. Biliyorum ki şiir, bilimsel bilgi ve gerçekliği mumla aramaz.
Bilginin ve deneyimin imgelemde aldığı duygu ağırlıklı biçimini arar.
Sanatın vaz geçilemez ögeleri; objektif, özgün,
özgür, evrensel bakış ve özgün yaratıcılıktır. Ne yazık ki bu gerçeklik,
aydınlanma çağında bile bir karanlık nokta olarak karşımızda duruyor. Sanat
alanında “objektif, özgün, özgür, yaratıcılık ve evrensel” kavramlarının
anlamsal sınırlarının hâlâ muğlak ve sanat dünyasında çok şey ifade etmediğini
söyleyebiliriz. Çok açık söylemek gerekirse, bir öğretinin kucağında, kâğıt
kalelerin gölgesinde ya da bir inancın güdümünde sanat yapmayı, yaratı ortaya
koymayı özgürlük ve özgünlük sayan 21. Yüzyıl insanına ne söylerseniz söyleyin,
onlara ulaşmak olası değildir. Şöyle ki; farklı olduğunu, özgün olduğunu,
objektif olduğunu düşünen pek çok (sözde) aydının, çakma aidiyet duygularına
kapıldığına ve düşünsel altyapısının güdüm altına alındığına tanık oluruz. Bu
tür kişiler, güdümlü aydınlardır ve incelenmesi gereken önemli bir görüngüdür. Sözünü
ettiğim görüngü, ülkemizde yaşanan son olaylara kabaca göz atmakla bile
anlaşılabilir bir akıl tutulması durumudur.
Çok kabul gören bir sanat yorumuna, çok okunan
bir yapıta ilişkin tutuma, atılan tutulan sanatsal yenilikler vb. gibi
magazinsel konulara uzak durduğumu ve çoğunlukla inanmadığımı söyleyebilirim.
Sanat, bilgi aktı ve yaşamı içselleştirmiş yüksek zekâların eseridir. Örneğin,
ülkesinin yaşamsal değerleri ile terör faaliyetini bile birbirinden ayıramayacak
kadar iğdiş edilmiş şair adı altındaki reklâm ve propaganda uzmanlarının duruşu
sanatla yan yana düşünülebilir mi? Bilinçli bir toplum da bu tip yaklaşımlara
çanak tutmamalı. Ne yazık ki terör ve şiddete bile bir avuç tuzla koşanların
varlığı da ayrı bir konu. İşte bunun gibi insanoğluna özgü utandırıcı, acı ve
zavallı davranışlar, bilgi dağarcığı dolu, deneyimli ve olayları sağduyuyla
okuyabilen sanatçıların içini acıtmaktadır.
Özgün sanat, özgür bilincin kurduğu düşle ortaya
koyduğu sanattır. Bu, oldukça sığ ve altı dolu olmayan bir önerme gibi geliyor.
İnsan bilinci ne kadar özgürdür? Çelişkiler taşıyan bir tümcedir. Şu soru
aklımıza geliyor hemen. Bilincin özgür olmasının sınırları neresidir, nereye
kadar uzanabilir? Başka bir açıdan baktığımızda bakış açımızı şu üç soruya
yanıt arayarak geliştirelim: Her adımının kontrol altında ve başkalarının
uydurduğu anlamsız emirlere mutlak uymak zorunda olduğuna inanan bir insan,
bilincinin mutlak özgürlüğünden söz edebilir mi? Sıkı savunucusu ve taparcasına
bağlı olduğu bir öğretinin, yenidünya ve huzurlu bir gelecek kuracağına inanmış
ve onun öngördüğü düşünce biçimine göre zihnini şekillendirmiş bir insanın,
bilinci ne kadar özgürdür? Yapıtının yayımı ve yapıt içeriğinin, sorun olup
olmayacağını birilerinin iki dudağı arasına bırakmak zorunda olan bir sanatçı,
ne kadar özgür ve özgün olabilir? Özgün şiir, doğrudan şair bilincinin özgürlük
sınırlarıyla ilgili bir konudur. Ne yazık ki bu çağda bile, bilincimizin
özgürlük, bağımsızlık, özerklik sınırlarını tanımlayabilme olanağına sahip
değiliz.
Toplumun istenilen bir düzen
içinde yaşamasını sağlamak, toplumu oluşturan bireylerin zekâ etkinliğini,
yaratıcı, girişimci ruhunu ve her türlü entelektüel gizilgücünü sınırlandırmakla
olasıdır. İkinci sınıf toplumlardaki yönetici ve liderler hatta aydın olduğunu
varsayan pek çok kanaat önderi, halk katmanlarının temelinde var olan bu
özelliklerin değişmemesi, gelişim göstermemesi ve entelektüel gizilgücün ortaya
çıkmaması için çaba harcarlar. Bu tür kişiler, eğitim ve sanat gibi zihin değiştirici, dönüştürücü olanakların
inanç veya öğretilerin mutlak emrinde olduğuna inanırlar. Öyle dikte ederler.
Çünkü biraz eğitim almış insan, inanmadığı bir konuda, kronolojik sıraya ve
hiyerarşik bir düzene göre yalan söylemeyi sürdüremez. Tersinden söylersek
böyle yalanları kesintisiz sürdürebilmek, o yalanların doğruluğuna inanmış
olmakla olasıdır. İşte aydın olduğunu savunan çoğu kişi ve yöneticiler, öğreti
ya da inanç gibi olguların, diğer bir söyleyişle doğruluğuna inandığı inanç ve
öğretilerin geleceğin yeni ve yaşanabilir dünyasını kuracağı öngörüsü
içindedirler. Bu tür kişilerin zihninde, mutlak doğruluğuna inandığı yöntemler
dışında yeni bir çıkış yolu ve yeni bir dünya modelinin olmadığı görüşü yaygındır.
Küresel olarak dünya toplumlarında yaşanan kaos ortamı ve çözüm
üretilememesinin nedeni, bu tür düşünce ve yargıya sahip insan oranının çok
yüksek olmasıdır. Sanat dünyası da bu ve buna benzer algı ile oluşturulmuş
sabit düşünce sahibi insanlarla doludur. Ne yazık ki imaj düşkünü izleyicileriyle
de desteklenen magazinsel ve ağır bir ego yumağıdır bunlar.
Bir adım geriye çıkıp sanata ve şiire biraz daha
geniş bir açıdan bakmış olsak, gördüğümüz manzara ve izlediğimiz model,
geleceğin sanatını (evrimsel sanatı) kuracak tek model olmadığını bize
gösterecektir. Yaratıcılığın sınırı yoktur; ayrıca sistem, yöntem, uygulama,
yol, usul ve düzen yaşadığımız dünyada sınırsızdır. Bunların çok azı denenmiş
ve keşfedilmiştir. Olayların ve uygulamaların tamamına bu açıdan bakmalıyız.
Şiirin ve sanatın baz alacağı temel düşünce, bilgi temelli yaratıcılık
olmalıdır.
İki binli yıllarda ve bilginin bu kadar yoğun
olduğu bir çağda, tartışmak bile acıdır; ne var ki sorunun temelini teşkil
ettiği için değinmek istiyorum. Eğitimden sorumlu insanların örgütlenme
şekillerine, eğitim hakkında tartışma, yönlendirme ve uygulamalara baktığımızda;
ciddi bir gelecek kaygısı içinde olmamız gerektiğini gösteriyor. Uygulamalardan
anlaşıldığı kadarıyla sorunun nedeni çözümsüzlük değildir; sorun,
çözümsüzlükten bilinçli ya da bilinçsiz olarak yararlanma arzusunun baskın
olmasıdır. Yoksa aklı başında bir insan ve toplum için sorunun kaynağı tespit
edilene kadar sorun, sorun olarak var olur. Kaynak tespit edildikten sonra
sürdürülüyorsa o işin başında bulunan insanlar sorunlu demektir. Az gelişmiş
coğrafyanın en gelişmiş yöntemi, çözümsüzlüğü, çözüm olarak sürdürmek,
çözümsüzlükten sonuna kadar nemalanmak, mağdur ve masum halk adamı tekniğini
uygulayarak kitleleri oyalamaktır.
Sanatın ve şiirin yönelimini doğrudan etkilediği
için bu konuya ilişkin örneği eğitim sistemine dayanarak açıkladım. Ülkemizde ‘eğitim,
öğretim ve eğitim yönetimin’de, sıradan bir aklın bile kabul etmekte
zorlanacağı düzenlemelerin yapıldığı ve sapmaların olduğu gerçeği ile karşı
karşıyayız. Niyetim eleştiri değildir; sanatın öngördüğü bakışın tersine,
hastalıklı bir dünya kurgusunun uygulama alanına sokulmaya çalışıldığının tespitidir.
Yönetenlerin ve eğitim uzmanlarının eğitim ve öğretime ilişkin öne sürdüğü
düzenlemeler; şüpheye yer bırakmaksızın çocuk, nesne, yaşam ve dünyayı
okumalarındaki anlaşılamaz bozukluğu gösterir. Altında yatan gerçek ise yaşam
ve evrenin kodlarını bilim dışı ve dinsel olguların ışığından okumaya zorlanmış
olmalarıdır. Sorgulamaya açık insan birikimini ve
zihni özgür kılmaya yönelik tüm kazanımları, bir bir yok etme çabası içinde
olan bir eğitim ve öğretim sisteminin önünü açmak, kabul edilemez. Konumuz eğitim değil, sanat ve şiirdir. Ancak bunun sanat
ve şiirle çok yakın ilgisi olduğunu, bu durumun yapay bir maksadın
sanrılarından doğduğunu hepimiz biliyoruz. Önümüze hazırlanan tehdit ve
tehlikenin farkına varmış bireyler olarak, bu sanrılı uygulamalara karşı
sanat adına endişemizi (duyulmasa ve anlaşılamasa bile) dile getirmemiz
gerekir.
Şiir, özgür ve sıra dışı düşünebilmenin sonucunda
yazılabilen bir sanattır. İmgelem, yaratıcılık ve sanatsal etkinlikler, yalnız
gerçekler üzerinde değil, tasarım ve düşler üzerinde nesnellik, sanatsal
özellik ve kişilik kazanır. Şiirin eylem alanı salt nesnel dünya değil, gerçek
ve gerçeküstü dünyada düşüncenin tasarımlayabildiği tüm alandır. Bugün tanık
olduğumuz önyargı, ideolojik yaklaşım ve özellikle dinsel kaygıların dikte
ettirdiği eğitim anlayışı; kurguladığı düzenle eğittiği genç bireyi
mankurtlaştırır, düşünemez, sorgulayamaz, yalnızca emirleri uygular duruma
sokar; amacı da odur zaten. Onun düşünme yetisi ve sezisini, belirli kalıp ve
kırılması zor demir bir kafes içine sokar. Ortadoğu coğrafyasında yaşanan
terör, şiddet, çatışma ve ölümler; konumuzu kanıtlayan somut örneklerdir. Oysa
insana yaraşır yaşamsal değerler, toplum ilişkilerini düzenleyen çağdaş normlar
ve sanatsal etkinliklerden doğar. Bunun en büyük düşmanı da sorgulama kültürünün
yok edilmesidir. Çağdaş sanat ve şiir; aklın, keskin zekânın ve eğitilmiş
duygunun, özgür düşünüşün ve düşün eseridir. Sıra dışı düş kurabilme, imgelemi
ufuk ötesine çekebilme yeteneğine bağlıdır. Daha açık söylemek gerekirse sanat
ve şiirin geleceği, bilincin bugün algılayamayacağımız kadar geniş bir özgürlük
alanına sahip olması gerçeğine dayanır.
İnsan ve
teknoloji uyumuna dayalı bir sanat, günümüz teknoloji ve bilişim sistemleri
kullanım olanaklarını da dikkate aldığımızda olmazsa olmaz yöntem olarak
karşımızdadır. Modern sanattan ayrılan ve yeni bir bakış açısı oluşturan
postmodern sanatın olmazsa olmazı, teknolojiyle aynı kulvarda yürümektir.
Postmodern anlayış, bilimi geri plana iter gibi algılansa da aslında durum öyle
görünmüyor. Yine bilimlerin öngördüğü bir gerçekliğe savruluyor. Her ne kadar
postmodern tanımlaması yerli yerine oturmuş tanımlama olmasa da bugün postmodern
sanata baktığımızda, teknoloji ve bilimle koparılamaz sıkı bir ilişki içinde
olduğu görülür. Bu kötü bir durum değildir. Çünkü teknolojiyi üretmek,
kullanmak ve sanatla bütünleştirmek, sanatın başka bir türünü ortaya
çıkarabilir.
“İleri bilimsel ve felsefi düşünme konusunda oldukça kabiliyetsiz olan
çocukların sürekli olarak yüksek düzeyde sanatsal yetenekler sergilediğini
biliyoruz.” diyor R.G. Collingwood. Bu sonucun doğru olduğunu varsaysak bile, sanata
yatkın bu kişiler, hangi sanat dalı olursa olsun günümüz koşullarında bilimsel,
felsefi ve teknik bilgiden uzaklarsa yaptıkları sanat, belli bir ufkun ötesine
ulaşamaz. Bizim deyimimizle arabeske bulaşmak durumunda kalırlar. Özellikle
şiir gibi dil sanatlarında bilgisiz yola çıkmak, disiplinler arası konumlanışı
çözmeden yola çıkmak demirsiz ve çimentosuz bina inşa etmeye kalkışmakla
eşdeğerdir.
Bugünün yıkıcı sistemleri ve
günümüz insanının dünya algısı, estetik değer yargısını olumsuzlaştıran bir
atmosfer ile estetik değer algısından yoksun bir duygu durumunu beraberinde
getirmektedir. Bir bakıma güncel insan, kendini maddi kazanca, lüks içinde
yaşamaya ve diğer insanlara karşı üstün insan rolü oynamaya yöneltmiştir. Kabul
etsek de etmesek de bugünün insanının yaşamı okuma biçimi ve şekillendirme çabası,
bu şekildedir. Böyle bir ortamın oluşturacağı algı, ister istemez insanı
yabancılaştıracak, yalnızlaştıracak ve duygu durumunu alt üst edecektir.
Yalnız, empati kuramayan, bencil ve hazcı bir insan kalabalığı; hızlı bir artış
içindedir. Özveriyi sıradan bir davranış gibi görmek hatta bu tür davranışları
aşağılamak ve bencil bir yaşam gereklerini yüceltmek, güncel iyi davranışlardandır.
Bunlara karşın ümit ederim ki geleceğin insanı, sahip olduğu akıl ve duygusuyla
en doğru yolu bulacaktır.
İnsan, dünyanın acılarını okuyabilmenin ağırlığı altında iç dünyasına
dönük kavgalarıyla bir başınadır. Ancak bu bir başınalığın ve duygusal yüklerin
getirdiği baş edilemez ruh durumu, eyleme dönüşür ve ideal dünya arayışına dönüşürse
bir anlam üretebilir. Nesnel dünyanın diktelerine boyun eğmeyip onu düzenlemek,
ağır aksak giden durumlarını onarmak gibi bir yaklaşım içinde olmak; bilinçli,
yaşamın gereklerine karşı duyarlılığı ve sanat duyarlılığını gerektirir. İşte
bu duygu durumu ve insan olmanın getirileri ile duyarlılık gibi kavramlar;
bilinçli insana, şaire, yazara üstü örtük görevler ve açık görevler
yüklemektedir. Ne yazık ki bu üstü örtük ve açık görev algısı; yönlendirme,
öğreti ve inanç gibi kavramların gölgesi altında kullanılagelmiş bir zayıflıktır
günümüzde. Oysa bu duyarlılık, insanı insana egemen kılmak yerine insana dönmek
olarak kullanılsaydı bugün şikâyet ettiğimiz dünya bu duruma dönüşür müydü?
Kültür endüstrisinden ve emperyalist bir dünyadan söz ediyor olur muyduk? Bu
soruların yanıtını siz okurlarımın yorumuna bırakıyorum.
Mekanik, çıkarcı ve soğuk
bir dünya karşısında, insanın kendini yitik hissetmesi, yabancılaşmaya doğru
gidiyor olması; tanıdık bir durumdur. Kendini yitik hissetme ve yabancılaşma
duygusu, şiir gibi tek başınalık gerektiren etkinliklere yönelimi artırıyor ve
bu korunaklı alanlara sığınma gereksinimi doğuruyor. Ayrıca, insanın zayıflıkları
arasında zaten var olan ve mevcut sistemlerin zorunlu kılması nedeniyle hat
safhaya ulaşan yararcılık ve bencillik, tek başınalık ile yitiklik duygusunun
da yardımıyla önüne geçilemez bir eğilimi yaratmaktadır. İşte bunun gibi
nedenlerle, çağdaş insanın dijital dünya algısı ve buna koşut duyusal yönelimi;
şiir bağlamında düşündüğümüzde pragmatik bir yaklaşıma götürmektedir.
Toplum
belleğinin arka odalarına atılan toksik maddeler, yavaş yavaş ve farkında
olmadan insanları tutarsız, duyarsız ve umarsız duruma dönüştürmektedir.
İnsanların birbirine karşı güvensizliği, suç oranının yüksek oluşu, hukuksal
altyapının mağduru yeterince savunamaması gibi bir sürü etken; bunları
körüklemektedir. Ayrıca sosyal medya adını verdiğimiz basın ve yayın araçları,
sanatsal içerik taşıdığı ifade edilen bilinçsizce yapılan magazinsel dokümanlar
ve görüntüler; olumsuzlukların beslenme kaynaklarını oluşturuyor. Midesi
kelepçeli bir yığın insan, algı-düşünme-anlama-yargı biçimi değiştirilmiş çağın
aydın görünümlü üstü örtük kalabalığı; gözü önünde cereyan eden somut acı
olayları sıradan bir konu olarak görmeyi becerebilme erdemine erişmiştir. Sistematik
duyarsızlaştırma diye adlandırılan yöntemin en gelişmiş teknikleri
kullanılmakta ve etkin bir şekilde sürdürülmektedir. Ne yazık ki kendi
güvenliği için hizmet eden birinin hunharca katledilmesinden üzüntü duymayan hatta
sevinen bir anlayış, neyin hesabını yapıyor olabilir? Bir sürü kitabı olan bir
kısım şairler bile eli kanlı teröristlerle kol kola girdi bu ülkenin yakın
tarihinde; daha söylenecek bir söz var mıdır, bunun üzerine?
Aslında yaşamsal
konulara eleştirel yaklaşmak niyetinde değilim; ancak sanatsal yaratıların
öz-içerik ve biçimlerine sızmış bu yıkıcılığı, umarsızlığı ve tutarsızlığı gün
yüzüne taşımalıyız. Yaşanabilir yenidünya için herkes, özellikle sanatçılar ve
toplumun gözü önünde olan insanlar; şapkasını önüne koyup düşünmelilerdir. Bir
sanatçı, sistematik duyarsızlaştırma teknik ve yöntemlerine boyun eğecek kadar
bilinçsiz olamaz; olmamalı. Olursa eğer ben şunu anlarım; o şiir, o ses, o
çizgi, o renk, o beste onun değildir; birilerinin/bir şeylerin güdümü altında
özgürlük türküsü söyleyen bir taşerondur o. Yani bilinçsiz birer usta
yalancıdır.
Şimdi sizlere ilginç gelecek bir konuya daha değinmek istiyorum. Dilsel
şiddet! Bu da nedir demeyin! Estetik bilimi penceresinden bakarsak eğer şairin kullandığı dilde dikkat etmesi gereken
en önemli konu, şiirlerinin “dilsel şiddet” içerip
içermediğidir. Bu kavramdan ne anlamalıyız? Bunu sekiz kategoriye ayırır Franz
Kiener. (İleten İmran Karabağ, Dil ve
Şiddet, İkaros Yayınları) Maytap geçmeden başlayıp küçük düşürme ve sözlü
saldırıya, hakaretten küfre kadar varan konuşma dilidir. Salt düşüncede kalan
eleştiri yöntemi veya ifade özgürlüğü içerisinde bir konuşma dili olarak
düşünülmemelidir dilsel şiddet. Fiziksel şiddetin gerisinde tamamlayıcı rol oynayan
bir olgudur. Şiddet eğiliminin gerisindeki gösterendir, dışavurumdur. Yani
fiziksel şiddeti olağan karşılayan, hakareti, baskıyı, saldırıyı, korkuyu,
terörü ve ölümü olumlayan bir anlayışın dil kullanım biçimidir.
Dilsel şiddetin altında yatan gerçeği;
baskı, korku, şiddet ve güvensizliğin hüküm sürdüğü bir ortamda yetişen
bizlerin ve halen aynı mantıkla eğitilmekte olan günümüz çocuklarının tam
anlamıyla kavrayabileceğini beklememek gerekir. Dilsel şiddet içeren her metin,
bu şiir olsa bile, sırasıyla baskı, korku ve egemenlik kaygısına dayanır. O
metni okuyan kişi ise doğduğu ortamın onda yarattığı kaygılara dayanarak metni
olumlu karşılar ve anlamlandırma yoluna gider. Dilsel şiddet kendini olumlayan
yeni bir yandaş ile varlık bularak sürekliliğini korur. Çünkü metne giydirilen
şiddet havası, ben kavgasının en etkili ve uzun menzilli silahıdır. Okur da bu
silahı edinme çabası içine girer. Sanat ruhunun tam tersi bu tür söylem ve
davranışlar, sağlıksız ve bozuk duygu durumunun dışavurumudur. Şiddeti normal
davranış biçimi olarak gören bir anlayışın çıktısından başka bir şey olamaz
bütün bunlar. Bütün dinlerde olduğu gibi tanrı korkusuyla ya da
ideolojilerin egemenlik baskılarıyla şekillenmiş günümüz insanları, elbette
dilsel şiddet kavramını anlamakta güçlük çekecektir. Hatta bu tip söylemlerin sanatı geliştireceğini, insanı
dönüştüreceğini, terbiye edeceğini savunacak kadar ahmaktırlar. Bu söylemlerle
kendini gerçekleştirme yolunu tutmuş figüranlar, elbette şiddetin gerisinde
yatan ereği ve yıkıcı etkilerini anlayamazlar. (Son üç tümce için özür dilerim; altı çizili üç tümce dilsel şiddete
yerinde örnek olması için kurulmuştur. Okurlarımıza ya da sanatçılara yönelik
değildir; bu tümceler konuyu görünür kılabilmek içindir. Dikkat edilirse bu
tümceler, küçümsemeden başlayıp hakarete kadar varan bir içerik taşırlar.)
Şiir; duyarlılığı, duygulanımı ve
estetik kaygıyı uyarıcı bir anlatımı öngörür. Şiirin, daha doğrusu bütün
sanatların asıl ereği, estetik değer yaratmaktır. Bununla birlikte şiirin
maksadı sevgi duygusunu var ederek insanda yaşam sevincini doğurmaktır. Bu
nedenle baskı, korku ve şiddet içeren söylem biçimi, şiirin duygusal ve
sanatsal değerini, dolayısıyla estetik değerini yok eder. Dilsel şiddetin
şiirde yaratacağı antiestetik tutum, sanata ve şiire gönül vermiş şairlerce iyi
okunmalı, şiddetle şiire giydirilen söyleyiş biçiminin sınırı doğru yerden
çizilmelidir.
Şiirin kullandığı malzeme, öğreti ve inançlar da dâhil tüm bilgi ve yaşam
kaynaklarıdır; bunu göz ardı edemeyiz. Şair ve sanatçı, öğreti ve inançları
sanat ve şiirin gereci değil de onların emrine girmiş bir yaklaşım
sergilediğinde durum sanat ve şiir dışında başka bir düzleme evrilir ki bunun
en bilinen tanımı propaganda, irşat ya da misyonerliktir. Daha hafifleterek ve
açıklayıcı biçimde söylersek egemenlik ve üstünlük kaygısı taşıyan her tür
sanat dili, ister istemez dilsel şiddetin türevlerine başvurmak zorunda kalır.
İnsanlığa yaraşır barışçı ve yaşanabilir bir
dünyanın halen kurulamamasının altında yatan gerçek; insan olarak insanı,
evreni ve aralarındaki ilişkiyi okuma ve görme yetilerimizin çoğunlukla
şiddetten besleniyor olmasıdır. Şiir, dilsel şiddete pirim vermemelidir. Şiirin
amacı; baskı kurmak, korku üretmek, öğretmek ve egemenlik taslamak, insanı
dönüştürmek değildir; sevme duygusunu duyumsanabilir hale dönüştürmektir,
sevgiyi var etmektir. Sevgi duygusu güçlü olan insan, güzellik yaratabilir,
yeni ve yaşanabilir dünyaya doğru yönelebilir.
Bir ülkenin okuru, sanatçısı ve bilir kişileri; şiddet ve dilsel şiddet
nereden gelirse gelsin, hedefi ne olursa olsun; çağdaş insan ile uyuşmayan bu
tür konulara karşı duyarlı olmalılardır. Şiir, şairin duygusu öncelikli etken
olmak üzere, algı-düşünme-anlama-yargı sisteminin dış gerçeklik ve
gerçeküstülüğü yorumu ile şekillenir. İşte bu yüzden şairin dünyayı okuma,
anlamlandırma ve görme biçimi çok önemlidir. Şair, şiirden önce kendisi şiir
kadar şiir olmalıdır. Her ne kadar konusu şiir de olsa, önemli olan insandır.
Şiir sanatında asıl amaç, estetik kaygıyı güçlendirecek estetik değer
yaratabilmektir.
Estetiğin doğuma
hazırlandığı rahim, kişisel algı ve yargının özgünlüğü ile ortamın
özgürlüğüdür.
Bilgi aktı
gereği, sevme olmadan algı tam gerçekleşmez. Şiddet ve ölüm nereden gelirse
gelsin, bir ülkenin sanatçısı, kanaat önderi; şiddet ve ölüm karşısında nasıl
duyarsız, tutarsız olabilir, hatta alkış tutabilirler? Son yirmi yılda
yakındığım hususların hepsini yaşamadık, bunlar bu toplumda olmadı diyebilen
var mıdır? Yanıt kuramsal olarak oldukça basit; söz konusu kişilerin aidiyet
duygusu; algı, anlama, düşünme ve yargı biçimlerini şekillendirmiştir. Şiir;
şairin algı, anlama, düşünme ve yargı sisteminin dış gerçeklik ve
gerçeküstülüğü yorumu ile şekillenir. İşte bu yüzden şairin dünyayı okuma,
anlamlandırma ve görme biçimi çok önemlidir.
Dilsel şiddet
bir yana, ülkemizde otuz-kırk yıllık şiddet ve terör gerçeğini okuyamayan
birçok şair/yazar vardır. Onlarca şiir kitabı, inceleme, araştırma yazısı olan
şairler ve yazarlar, şiirleriyle ve açıklamalarıyla eli kanlı teröristlerle yan
yana durduğunu, omuz omuza yürüdüğünü gösterdi. Şair, sanatçı ve bilim
insanının; kültür endüstrisinin oyuncağı ve emperyalizmin malı olması içler
acısı bir durumdur. Niyetim sanat adamlarının özgür ve özgün düşüncelerini
yadsımak yani özel alanlarına girmek değildir, onların somut gerçeklikler
karşısında bile var olanı okuyabilme yetisini engelleyen yargı yozluğunu göz
önüne dökebilmektir. Aşağıdaki şiir, bire bir tanık olduğum bir gerçeklik
üzerine yazılmıştır. Örnek olması için buraya aldım.
ZIBIN
Ne canlılar varmış mahfuz
Silahla akrabalığı aklanan
Şiirlerini dinler gönenirdik.
Ne canlılar varmış yavuz
Omurgasında yılan saklanan
Dilini süzer demlenirdik.
Oysa ne görünen göründüğü hâl
Ne gibiler zıbın sevimlisi
Cinsimiz çünkü zihni encik
Cenin duvarında
Ölüme zıkkım toplayan
Kurşunu suyundan çevirirdik.
Şubat 2016 Narlıdere/İZMİR
Ahmet Cemal
“Sanat Üzerine Denemeler” kitabında “Edebiyat
artık günlük ölümlere yabancı kalıyorsa, başka bir deyişle yoluna ölümlere aldırmaksızın
da devam edebileceği gibi bir inanca yönelmişse gerek o sanat ve edebiyatın
gerekse o sanat ve edebiyat üzerine yapılan kuramsal tartışmaların insanlığın
serüveniyle hiçbir ilintisi kalmamıştır.” diye haykırır ve yalnızca
kitaplarda kalan bir tümce niteliğine bürünür. Ön almayı beceren bir toplum da
bu tür tümcelerin sayfalarda değil uygulama alanına çıkmasını sağlar. Uygulama
alanına çıkarmayı beceren toplumların Reina’sında ve Ankara Garı’ndaki ölümler
olmak bir yana, bakımhane ve köprü altında yaşayan çocukların nadiren olduğu
bir gerçekliğe yönelir. Aynı zamanda, okulda eğitilmeyi bekleyen çocukların
safsatalarla değil biyolojik dürtüleri, psikolojik ve toplumsal olguları;
pozitif bilimlerin verilerine göre şekil alırdı. Bunun yanında sanat yaptığını
varsayan şair, oyuncu, yazar ve ressamlar; her düğüm içinde yeni bir düğün
kurardı. Bu ölümleri getiren yalnız Reina’da ateş eden terörist değildir; buna
duyarsız kalan, kucak açan, bunları besleyen, evinden işine giden işçisinden
sanatçısı ve siyasetçisine kadar herkestir.
Bu tür davranışları
ve yaşam algımızı düzeltmeden, şiddet ve nedensiz ölüm gerçeğinin üstesinden
gelemeyeceğimizi artık anlamalıyız. Cehennem yaratılan bir dünyadan ancak
cennete gidilebileceğini varsayan sapık bir mantıkla karşı karşıya olduğumuz,
aymamız gereken bir gerçekliktir. Yatırımını öbür dünyaya yapan bir toplum, bu
dünyadaki yaşamsal değerlerden vazgeçmiş demektir. Bu gerçekliğin yanlış
olduğunu, yeni ölümlere götüren sanal bir kabul olduğunu; en üstten en aşağıya
kadar tüm toplum ve yöneticiler kabul etmedikçe; davranış ve uygulamaları bu
düzlemde kurmadıkça; bu ölümlerin önüne geçmenin olası olmadığını bir kez daha
haykırıyorum. Terör hangi tür, hangi şekil ve hangi amaç için var olursa olsun,
yanında onu besleyip büyüten bir mantık, fiziksel-düşünsel destekçileri ve
yöneticilerin yanlış uygulamaları vardır. Terörü beslemeyi bırakmadığımız sürece,
terör elbet bir gün gelip bizi de bulacaktır. Bu, birey için geçerli değil,
dünyaya ahkâm kesen büyük güçler için de geçerlidir. Bertolt Brecht’in “Sizler şu an batmakta olan geminin
duvarlarına çiçek resimleri yapıyorsunuz ve bunun adına sanat diyorsunuz.”
diye bir yakınmasının olduğunu biliyorum. Bugün insanlık, yaşam şeklinin geriye
doğru kabuk değiştirdiği dünyasal cehennemi, kendi elleriyle kurmaya çalışıyor.
Bunun adına demokrasi, özgürlük ve uluslararası stratejik kararlar diyor.
Nüfusun en yoğun olduğu bölgelere çomak sokuyor, buralarda hareketlenen nüfusun
hangi boşluğu dolduracağını kestiremiyor. Konumuzun dışına taştım gibi
görünüyor olsa da işte tam da bu abuk sabuk sanatsal edimlerin, algı ve yargı
hatalarının nereye, kime hizmet ettiğinin görüntüsünü beynimizdeki kurulu dev
ekranlara düşürebilmektir.
Sanatta ve
sanatçıda; özgünlüğü, özgürlüğü, sınırsızlığı ve sonsuzluğu savunmama karşın,
yukarıdaki tümcelerimden sanat ve sanatçının sınırlanmasından söz ediyorum gibi
düşünebilirsiniz. Sanatta güzel-iyi-doğru-oran-harmoni gibi kavramların toplam
ilişkisini düşünürler estetik açıdan çözümlemişlerdir. Bu kavramlara ilişkin
düşünürlerin çözümlerine bakarsanız söylemlerimin, bir sınırlama olmadığını, tersine
estetik değer yaratma sürecinin bir gereği olduğunu görebilirsiniz. Şiir,
aşağılamakla, hakaretle, şiddetle, terörle ve savaşla hiçbir biçimde yan yana
düşünülemez. Diğer sanat alanları da…
Geçmişte olduğu
gibi bundan sonra da yaşamsal kazanımları, çağdaş değerleri; dinlerin ve öğretilerin
hizmetine sunmaya devam edersek varacağımız istasyon, yeni bir ölüm
coğrafyasıdır. Okuma oranının yüzde on dört olduğu bir coğrafyada, aydın ve
sanatçıların sorumluluğu olmalıdır. Aksi durumda neye, niçin ve kime hizmet
ettiğini bilmeden, sanat yapan, şiir yazan, yayın yapan ve TV kanallarında
ileri geri konuşarak hizmet ettiğini varsayan; kandırılmış sözde özgür sanatçı
ve aydınlar türer. Çok seslilik toplumsal aklın ve evrensel değerlerin okunması
için elzem bir durumdur; ancak misyonerliğe, şiddete, savaşa, insanın yok
oluşuna bilinçsizce hizmet etmek de çok seslilik anlamına gelmez. Büyük resmin
satır ötelerini okumak ve var olan gerçekliği açıkça görebilmek için yeterince
üretilmiş bilgi, değer ve kazanımlara sahip olduğumuza inanıyorum. Yeter ki
saplantı, önyargı ve biçimlendirilmiş aidiyet duygularınızdan kurtulup
tarafsızca sorunlara yaklaşalım.
Öğreti, form ve
kavramların etkilerini gereğinden fazla dikkate alanlar, kendisine kabul
ettirilmiş kalıpları, günlük yaşamında uygulamak isterler ve en doğru tutum
içinde olmalarıyla böbürlenirler. Oysa tutarlı olmak ya da ilkelere, kurallara
sıkı sıkıya bağlı olmak, sanatsal yaratıların önünde duran kocaman bir
engeldir. Bu yüzden sanatçı, özellikle şiir gibi sanat alanlarında, insan
beklenti ve kabullerinin ötesine aşmalı, alışık olmadığımız düşünme biçimini
önümüze sermeli, arzuladığımız derin duygu durumuna girmemizi sağlamalı ve
önerdiği yenidünya görüntüsüne açıklık kazandırmalıdır.
Durum böyle iken
şiir çözümleme tekniği ve şiir eleştirisi sisteminden, bir bakıma kural ve
teknikten söz ediyorum. Bu bir çelişki doğurmaz mı? Doğurmaz. Şöyle ki: Şiir
gibi sanatlar, sanatsal yapıt olduğu kadar aynı zamanda bir dil tekniği ve
kendi içerisinde bir bilimdir. Bunlar pek çok disiplin ve katmanın var olduğu
bilgi kütlesidir. Bu tür sanat alanlarını ayrıştırılabilir, tanımlanabilir,
çözümlenebilir ve evrilebilir bilgi disiplinine kavuşturmak gerekir. Sanatsal belleğin
güçlü olabilmesi için bütün sanat dalları çözüm ve bilgi temeline
oturtulmalıdır. Öğrenilmeden, donanımlı ve entelektüel birikime sahip olmadan
sanat yapıtı üretme devri bitmiştir. Ayrıca şiirin bilgi disiplinine
oturtulmasının en önemli gerekliliği, şiirsel belleğin gelecek kuşaklara
sağlıklı aktarılabilmesidir. Şiir, üzerine sürekli yeni deneyimsel bilgi
koyarak büyümeli ve kendi belleğini oluşturarak geleceğe sağlıklı aktarılabilir
olmalıdır.
Bugün bize doğru
ve doyurucu gelen yanıtlar, yarın sığ bir görünüme bürünebilir veya tamamıyla
yanlış olduğu saptanabilir. Bu durum, hem bugünkü deneyimlerimizle sabittir hem
de bilgi birikimimiz ile eşgüdümlü olası bir sonuçtur. Bilgi artışı ve bilginin
teknolojiye dönüşümü, o kadar hızlıdır ki insan zihninin bu hızı kavraması bile
bir sorundur. Bilginin ve teknolojinin gelişim hızına, insan algı, anlama ve izleme
hızı yetişememektedir. Bilimsel gelişim ve teknolojik hız, insanı ezmek için
değildir; insanın ondan yararlanması içindir. Aynı zamanda bu gelişim, sanat ve
şiiri insanın dışına taşımayı da gerektirmez. Eğer gelişim ve hıza ayak
uydurmakta gecikirsek ya da resmi eksik okursak; altında kalabiliriz. Özellikle
üretim sistemleri, bu hızın gölgesine sığınarak kazanç elde etmeye dönüşmüşlerdir.
Şiir de bu durumdan payını almıştır. Şiire ilişkin doğru-yanlış bir sürü bilgi
üretilmiştir. Şiirin özünden uzaklaşılarak magazinsel şiire, moda tutumlara
yönelim daha fazla alkış alır olmuştur. Şiiri kuran en önemli ögenin, anlam
olduğunu bile yadsıyabilme bilinçsizliğini göstermişlerdir. Ancak sahip
olduğumuz evren algısı, yaşamsal gerekler ve bilginin sağladığı olanaklar, bu
sorunların üstesinden gelecektir, doğruyu bulmak zorundadır. Düş zenginliği ve sanat olmadan, yaşamsal
gerçekler de kendi anlamını pekiştiremezler.
Sanat felsefesi,
sanat sosyolojisi, sanat psikolojisi, estetik bilimi ile bunların insanla
bağıntısını içselleştirmeden şiiri anlamak bence olası görünmüyor. Şiirin rahme
düşüp doğumuna kadarki süreci, diğer bir söyleyişle imgelem süreci, sanatsal
yaratıcılığın ekseninde konumlanır ve bu nedenle bütün sanatların merkezinde
yer alır. Çünkü şiir, dil ve düşünce arasındaki ilişkiyi en etkin kullanan bir
dil tekniğidir ve bu ilişki aynı zamanda yaratıcılığın temelidir.
Şiire daha derin
anlam yükleyebilmek maksadıyla yığınla torba kavramlar, ilgisiz benzetmeler ve
kimliksiz kişileştirmeler üretilmiştir geçmişte. Sorun, bunların iyi veya kötü
olması, doğru ya da yanlış olması değildir. Şiirin özünü ne kadar açığa
çıkardığı ve ne kadar şiirsel gerçeklikle bağdaştığıdır. Ne yazık ki günümüz
şiirlerine baktığımızda, toplumun beklentisini ve onun insanını anlamak bir
yana tam tersi dinamikler üretmektedir. Sözde aydın şairlerin, hışmını buluruz
Türk şiirinde. Şu gün oldu daha eskiyi eskitememişler ayrı bir konu ve
tartışmaya değmez. Çeşitli gerekçelerle şiiri magazin içerikli boş kavramların
içine çekip insandan uzaklaştırıldığını görürüz. Şiirin temelde doğuş ve
varoluş felsefesini içselleştirmeden, net olarak ortaya koymadan, şiir için ne
tür torba kavram üretirseniz üretin, nasıl bir yorum getirirseniz getirin;
sonuç olarak şiire ulaşmak olası değildir. Şiir, dil cambazlığı olarak
görülecektir. Şiir, inandığını savunma görevi üstlendiğin, insanı insana egemen
kılma ya da insanı kul yapmaya yönelik çabanın yeri değildir. Şiir, toplumsal
ve evrensel bilince eşlik ediyorsa, insanıyla ağlayıp üzülüyorsa, estetik
kaygısını teskin ediyorsa ve onunla özdeşliğini en yalın biçimde gerçekleştiriyorsa
şiirdir. İnsanı yitikliği içinden çekip oyun dünyasına götürüyorsa,
duygularının beşiğine yatırıyorsa, içine kazınmış yaralara değiyorsa şiirdir. Yalnız
şiir dünyası değil; ülkemizdeki sanat dünyası da ne yazık ki içler acısıdır. Ortaya
konan sanatsal ve şiirsel çalışmalara baktığımızda, kazanç ve adı belli olma
adına, -sanat denirse ki- kiç (Kitsch) mantığına bile nal toplatır durumdadır.
Bilgiye, akla, duyguya, bilince, estetik değer ve insani değerlere önem
vermeyen etik dışı bir endüstriye dönüştüğünü görürüz. Ahmet Cemal’in dediği
gibi “Eleştirel düşünme yeteneğinin sanat
alanından el ayak çekmiş olması” düşündürür hepimizi.
Dinsel, politik ve ideolojik kabul ve yönelimler; sanatçı, yönetici,
birey ve toplum bilincinde özgür düşünce altında gerçekleşiyor gibi bir algı
olmasına karşın tam tersi, kurulmuş sistemlerin güdümünde hareket eder. Bilgiye
ve bilime dayalı çözümler ve sonuçları, bugün sözde yönetici, sanatçı ve aydın olduğunu
savunanları korkutmaktadır. Bu korkunun temeli, makamlarının ellerinden
alınması değildir; köklü öğrenilmişlikleri yıkılarak boşluğa itilecek
olmalarıdır. Sanatta ve şiirde paradigma değişimi gerekliliği diye
dillendirdiğim gerçeklerden biri de budur. Yani bilgi, bilim, özgürlük ve sanat
gibi kavramların yan yana kullanılabilirliğini içselleştirmek zorunda
olduğumuzdur. Yaşamsal gerekler ve sanatsal yönelimler, önyargısız ve tarafsız
ele alınmalıdır.
Bir öğreti ya da inancın doğruluğuna ve mutlak yaşama
geçirilmesi gereğine inanmış, kendine o uğurda savunma görevi üstlenmiş
sanatçıların davranışı, olmazsa olmaz gibi düşünülür. Bu tür inanmışlık ve
duruş biçimi, sanat camiasında övgüyle karşılanan bir söylemdir. Şiir, sanat ve
eleştiri yazılarına baktığımızda kolayca görebileceğiniz gerçeklerdir bunlar. Bu
anlayışın kırılamaması, eleştirel düşünmenin yozlaştırılması,
biçimselleştirilmesi, sanatı politik öğretilerin militanı veya inançların
misyoneri yapma kolaycılığı, bir bakıma köylü kurnazlığı yaklaşımı, sanat ve
kavramlarını içinden çıkılamayacak açmazlara götürmektedir. Şiirin gereci
yapılagelen bu kolaycı yaklaşımlar, bugün şiiri insan algısında
değersizleştirmiştir. Biliriz ki toplumun ve insanın ortak duygularını,
yönelimlerini şiir gibi duyguyu yoğuran sanat dalları ilmek ilmek işler, insan
ve değerleriyle kenetlenip canlı bir hücreye dönüşür. Kıpır kıpır insana doğru
ellerini açan bir yaşamı duyumsarız. Günümüze geldiğimizde ise durumun nasıl
yön aldığını medyadaki yarışma, evlilik, yiyecek ve giyecek programlarına ve
figüranlarına bakınca anlamak zor değildir. Bilgiye, eleştiriye, yeniliğe ve akla
prim vermeyen ekonomik sistem ile şiirsel yönelimler; yine kendilerinin
kurtarılmaları için bilgiye, eleştiriye ve sağduyulu değerlendirmeye başvuracaklardır.
İnsanı korumayı,
özgürleştirmeyi ve ona mutlu bir toplumsal yaşam sunmayı amaçlayan politik öğretilerin
sıklet merkezi, insana ve toplumsal düzene egemen olma arzusu üzerine
kurgulanmıştır. Bu amaca yönelik tüm etkinliklerle birlikte, özellikle
aydınlanma tasarılarının en büyük destekçileri yine bu öğretiler olmuştur. Aydınlanma tasarılarını kendi kol ve kanadı olarak gören öğretiler
bilgi, akıl, sanat ve bilim yoluyla doğaya egemen olma yürüyüşüne çıkmış,
insana yapay cennet ve özgürlük sözü vermesine karşın ne yazık ki daha derin
bir çıkmazı beraberinde getirmiştir. Bugün yaşanan sefalet, savaş, terör ve
ölümlerin önlenemez oluşu, bu durumun böyle bir sonuca ulaştığının
göstergesidir. Gelişmemiş, az gelişmiş ve gelişmiş toplumlar arasındaki
kültürel, insani ve sistemsel eşitsizlik, bugün binlerce insanın açlığa,
sefalete ve ölüme itildiği bir dönemi doğurmuştur. İşin sanat ve şiir boyutunu
ele aldığımızda, bundan farklı bir mecrada yürümediğini söyleyebiliriz. Çağdaş
sanatın öncülüğüne soyunmuş gelişmiş toplumlara bakarak ayak uydurmaya çalışan
az gelişmiş toplumlar, daha modern sanat anlayışını içselleştirmeden postmodern
ve çağdaş sanat anlayışına özgü şiir kurma girişimine yönelirlerse ister
istemez taklitçiliğe düşmekten kendini kurtaramazlar.
Toplumsal
bilinç ve toplumsal algı ile sanatçının anlatımı arasında önemli bir uçurum
doğmuş ise burada düşünülmesi gereken önemli bir sorun var demektir. Kimse
şiiri anlamak için insanların şiir eğitimi alması gerekir diye bir zorunluluğu
öne süremez. Şiir ve sanat kavramları içerisinde dayatma ve zorunluluk diye bir
şey yoktur. “Ben yazarım, yaparım, anlayan anlar, anlamayan anlamaz” söylemi
bir sanat adamının söylemi olamaz. Şiirle uzlaşımcı, alımlayıcı ve
anlamlandırıcı iletişime girmek, elbette artalan bilgisi gerektirir. Şiir
sanatına ilişkin önbilgiyi gerekli kılar. Bu demek değildir ki şair, yalnızca
şiir eğitimi alanları hedef kitlesi olarak görecektir. Bilinir ki her sanat
yapıtı alıcısıyla vardır, alıcısında bir estetik kaygı uyandırıyorsa ve estetik
tavır yaratıyorsa sanat olarak anlam kazanır.
Her şiir, şiirse eğer,
toprağa kökleri salınmış bir kültür hazinesidir. Şiirin açığa çıkardığı her
söylem, dilsel kıvraklık, düşünsel ve duygusal evren, insanı bir yanından
kavrayarak onu sımsıkı tutar. Algıyı sarsıntıya uğratarak duygu durumunu ve
görme biçimini değiştirir, yeni bir gerçeklik olgusunu kavramaya yöneltir.
“Ben”i yaşam sevincine götürür. Biliyoruz ki her şiir, okuru ile yaşamsal
bütünlük kazanır. Şiire okur gözünden bakmak, bugünün eleştirel yaklaşımlarında
çok üzerinde durulan bir konu olmasa da ben bu yanını özellikle önemsiyorum.
Çünkü her sanat yapıtında olduğu gibi şiir de insan için vardır ve yapıtın
varlık katmanları insanla bütünleşmesi için bir araya getirilmiştir. Bu açıdan
baktığımızda Türk toplumunun sosyolojik ve psikolojik analizi önem kazanır.
Sanat yapıtı evrenseldir, ancak şiirin kapsadığı evren şiirin yazıldığı dili
konuşan insanlarla daha yakın bir ilişki içinde olması bakımından böyle bir
analiz yöntemini gerekli kılar.
Türk toplumu özünde naif ve
duygusal bir toplumdur; bakmayın son zamanlarda siyasi kaygı, ekonomik kaygı ve
algı yönetim teknikleriyle duyusal kimyasında bozulmalar yaşandığına. Aslında
Türk toplumu bütün katmanlarıyla, sanatın da şiirin de değerini bilecek
yoğunlukta estetik kaygı taşımaktadır ve estetik duyarlılığa sahiptir. Bunu
rastgele bir yorum olarak ele almayınız. Her insanla birey olarak oturup
konuştuğunuzda, onu anlamaya çalıştığınızda çok büyük bir oranının naif, güzele
duyarlı, estetik kaygısı yüksek, insancıl, duygusal ve insani değerlere tutkun
olduğunu görürsünüz. Umursamaz gibi görünen, kendi işinde gücünde olan kırsal
kesimden, mevki ve makam sahibi insanlara kadar hepsi; özünde yaşam ve insani
değerleri içinde duyan insanlardır.
Sosyolojik ve psikolojik açıdan incelenmeye muhtaç bir bilgi olsa da
insanın sanata ve şiire karşı ilgisizliği, bireyin özünde estetik kaygının
olmayışı değildir kanımca. Bunu, sanat veya şiirle okurun duyusal algı ve
yargılarının harekete geçirilememesi olarak görmek gerekir. Bundan ötesi,
duyusal algının tepkisel bir konuma sokulmasıdır. Daha açık söylemek gerekirse
şiire karşı ilgisizliğin nedenini, insanın algısını harekete geçirecek şiirsel
yaklaşımın öğretici, yönlendirici, dışlayıcı, küçümseyici, ideolojik ve
inançsal kaygı taşıyıcılığı tavrında aramak gerekir, diye düşünüyorum. Bu
yoruma pek çok şairin, bağnaz bir tutumla yaklaşacağını, karşı duracağını
biliyorum; çünkü Türk şiirinin, değerler dizisi olarak kabul edilen uyarıcı,
öğretici, dayatıcı, direnişçi ve dönüştürücü bir yaklaşımın üzerinde anlam
bulduğu genel kanısı vardır. Bu yoruma önyargı ile yaklaşmak yerine, yorumu ele
almadan önce insanın tutum, davranış ve algı biçimlerinin psikolojik
çözümlemesine gidilmelidir. Bugünün bireyi dayatmacı ve dönüştürücü tavırlara
karşı alıngandır, kırılgandır. Gerek bilinçli gerek bilinçaltı eğilimleri ile
bu tür yaklaşımlara tepki koyar. Kaldı ki bu tür yaklaşımın doğru olduğunu
varsaysak bile öncelik, şiirin insana ulaşmasıdır. Sanatın bir ilkesi de şair,
şiir ve alıcı üçgeninin doğru kurulmasıdır. Şiir, insana ulaştıktan sonra ancak
bu eylemlere girişebilir. Şiir direnişçidir, dönüştürücüdür, eleştireldir,
yadsımıyorum. Kaldı ki bu doğrudur ve yapıtların temel özelliğidir. Ancak şiir,
tavır ve söylemiyle, okurun duygusal dünyasını rencide etme hakkına sahip
değildir. İşte bıçak sırtı eşik, doğru kurgulanmalıdır. Sonuç olarak şunu
söylemeliyiz; şiirin işi öğretmek, anlatmak ya da dayatmak değildir; okurun
imgelem gizilgücünü ve duyarlılığını söz kalabalığına boğmadan harekete
geçirmektir. Böyle bir devinim de ancak şiirsel ve naif dokunuşlarla
sağlanabilir.
Soyut düşünebilme yeteneğimiz, ilginç bir özelliğimizdir ve sanatla
bilimin gelişimi için olmazsa olmazdır. Zihnin “soyut”u işleme yetisi, bilim ve
sanatta tasarım ve yaratıcılık açısından önemlidir. Sanat, gerçekte var olmayan
ve var olup başka bir gerçeklikte görünen, anlamı ancak zihinde tasarımlanmış
soyut kavramları kullanmak durumundadır. Aynı şekilde bilim alanında ileri
sürülen önermelerin veya varsayımların kanıtlanabilmesi için; soyut tasarım,
soyut bilgi ve dış gerçeklik olguları ile gerçeküstü yorum gücü önemli bir
yaratıcılık yoludur. Soyutlamanın şiire yüklü bir anlam kazandırdığı, alıcıyı
düşlemsel bir görüntünün içine soktuğu, çağrışım ve coşuma renk kattığı ve
estetik değer yarattığı kabul edilen sanatsal gerekliliktir. Bu konuya şiir
açısından bakmak gerekirse zihnin tasarlayabildiği soyut tasarımlar ve gerçek
ötesi kavramlar, nesnel gerçeklikle bağdaştırılabilir şekilde kurgulanmalıdır.
Soyut tasarımların, toplumun ortak düzlemde okuyabildiği kodlara dönüşmesi dil
açısından önem kazanır. Soyutlamayı matematik bilen herkes yapabilir ve bunun
sınırı yoktur. Soyutlamanın da ortak bir iletişim ve karşılıklı etkileşim
dilinde gerçeklik kazanması gerekir. Okur zihninde anlamı oluşmamış soyutlamalar
şiire olumsuz anlamda yük getirecektir. Nesnel gerçeklikle bağ kurabilir,
anlama, çağrışıma ve coşuma dönüştürülebilir olmalıdır. Söz ve söz öbeklerinden
oluşturulan görünüş, soyut bir tasarıma dayanıyorsa bunun sanatsal bir iletiye
yönelmesi için belirgin izler içermesi gerekir. Kuru ve yavan soyut tasarımlarla
nesne, rastgele fırça darbeleriyle soyut resim ve rastgele dizelerle soyut şiir
yazılabildiğini varsayan anlayış; soyut kavramının sanattaki varlık nedenini henüz
çözümleyememiş demektir.
Şiir, dil ve o dilin
varlıkları ile düşünce dünyasının toplamına göre şekil alır. Örneğin resim
sanatı, çizgi, ışık ve renk gibi gözle görülebilir özellik taşımasına rağmen
şiir gözle görülebilir özellikleri anlam üzerine yüklemek zorundadır. Görüntü,
tasarım ve imgeyi anlam üzerinden kurmak zorundadır. Kısacası dil sanatlarının,
diğer sanatlar gibi anlamın dışına çıkabilmesi pek olası görünmüyor; dil ve
düşünce anlam üzerinden karşılıklı etki ve tepki içine girmek zorunda kalıyor.
Çünkü dil ile düşünce arasındaki görünmez bağ, anlam üzerinden kurulmak
zorundadır; başka şekli de teknik olarak olası değildir.
Bana göre şiire alışılmış
bir perspektiften bakarken, görünür dünyanın yanında, bilincin kurguladığı
rasyonel olmayan dünyanın da görüntülerini yakalamak gerekir. Modern ve
postmodern sanat anlayışının da getirdiği bilinç üstü ve duyular üstü
algılanabilir, kavranabilir varlık dünyasının; hareket ve şekil alabilir yönüne
katılmak gerekir. Sanatçı ve şair, hareket ve şekil verilebilir duyular üstü
dünyayı anlatım katmanında biçimlendirip okuyucu tarafından algılanır,
anlaşılır, görünür olmasını sağlamalıdır.
Dil sanatları ve çoğu görsel
sanatlara baktığımızda, sanat yapıtları ile sanat alıcıları arasında kopmaların
olduğunu görüyoruz. Yapıtla okurun birbirinden kopmasına, yapıt-okur
ilişkisinin doğru kurulamaması neden olarak gösterilebilir. İlişkinin iyi
seviyede kurulabilmesi için okur da eğitimli olmalıdır, doğrudur. Ancak bunun
sınırı yoktur; okurun donanımlı olması neden olarak ileri sürülemez. Okur ile
ortak noktada buluşmak, buluşturmak sanatçının/şairin işidir.
Şiir sanatında;
bilinç, bilgi, dil, sanat, estetik ve kültür esasları üzerine oturmuş yenileşme
yönelimi yerine, moda ve sokak arası söylemler üzerinden yenileşmeye yönelmek
geçici ve yüzeysel bir şiir geleceğini doğurur. Ne yazık ki bugün, üzerinde
oturduğumuz şiir bilgisi; söylemlerin, öğretilerin dikte ettirdiği; içerik,
dinsel bakış ve batı kaynaklı çalıntıların üzerinde yürüyen kavramlar bütünü
gibidir. Uyaktan kaçış, sesi büsbütün dışlama, anlamdan uzaklaşma, bütünlükten
uzaklaşma, postmodern ve çağdaş kavramını tersten okuma, dil sıradanlığına
düşme, yazının mimikleri olan kuralları yok sayma, şiiri sözcüğe ve dizeye
indirgeme gibi pek çok önemli sıkıntılar, şiir bilgisi temelinde yatan sorunlara
örnek gösterilebilir. Oysa felsefî ve akılcı yaklaşımlarla yenileşmeye
çalışmak; kalıcı, evrimsel ve evrensel bir sonuç doğurabilir.
Her şeyden önce
bu coğrafyanın şiir felsefesini kavrayabilmek için; temelde evrensel sanat
felsefesi, estetik, duygu, dil ve bunlara ilişkin kavramların oluşum/gelişim
sürecini çözmüş olmak gerekir. Bunlara, olabildiğince objektif, özgür ve
tutarlı yaklaşılmalıdır. Bunca araştırmadan sonra şunu söyleyebilirim: Ne
akademik çevrelerde ne sanatçılar/şairlerde ne de sanatsal, çevresel, kültürel,
kurumsal olarak aldığımız eğitimlerde; güdümsüz algı-yargı ve özgür bakış
yeteneğimiz yok görünüyor. Sanatı değerlendirme/yorumlama yeteneğimizin toplumsal
olarak zayıf olduğunu söylemekle kendimize haksızlık ettiğimi düşünmüyorum.
Ortak yeteneğin kazanılması için bütün sanat alanlarında; önyargısız, tarafsız,
evrensel sanat normları ışığında; ayrıksı, ayrıntılı, üst-bilinç evreninde
öğretilmemiş ve alışılmamış olanla düşünmek zorunda olduğumuzu eklemeliyim.
Ülkemizde çağın
kazanımları, teker teker akıl gerisine itildiği bir zamanda; estetik, sanat
felsefesi ve sanat dallarının gelişimi için harcanan çaba; ütopik bir uğraş
değil midir, sorusu aklınıza gelecektir. Acı ki bu sorunun yanıtı, hepimizin
umut bütünlüğünü zedelemektedir ve ruh sağlığını tehdit etmektedir. Sanat
algısının sıradanlaştırıldığı, insan varlığı ile emeğinin önemsizleştirildiği,
algı, duyu ve sezilerinin kültür endüstrisi çarklarında öğütüldüğü bir çağın iç
tepisini yaşıyoruz.
Kitabımda;
bilgi, bilim ve akıl gibi kavramları çok fazla kullandığımı biliyorum. Pek çok
sanat düşünürü ve günümüzdeki çağdaş sanat anlayışı; bilgiyi, bilimi ve anlamı
yadsıma eğilimindedir; sanatla birlikte söz edilmesinden rahatsız olur. Ne var
ki bilimle sanat kardeştirler. İkisi de aynı ceninde can bulur ve aynı kandan
beslenir. Tasarım ve işlerlik açısından farklılık gösterse bile, sonuçta ikisi
de aynı mantığın algoritmik sürecini yaşayarak kendini var etmeye çalışır. Daha
akılcı bir perspektiften baktığımızda; sanat, şiir, duygu, bilgi, bilim,
düşünce, akıl ve dil gibi kavramlar; temelde zorunlu bir etkileşime bağımlıdır.
Nedensellik bağıntısına ve anlamsal bir hiyerarşiye sahiptir. Bu kavramların
nedensel, anlamsal ve hiyerarşik bağıntısını ne kadar iyi çözümlersek sanatın
da bilimin de ortak konusu olan gerçek ve gerçek üstü dünyayı o kadar
doğrulukla okuma yeteneği kazanırız.
Sanatı hangi
açıdan ele alırsak alalım, her tür şiir ve her kuşaktan şair, daha genişleterek
söylersek her tür sanat ve sanat insanı; mekanik bir değirmende öğütülmekte
olan birer buğday tanesi gibidir. Süregiden sistemde ve uygulamada görünüm bu
yöndedir. Göz döndürücü hızla elektronikleşen sistemin; insanı ayrıştıracağı,
ilişkilerini bencilleştireceği, doğayı yavaş yavaş yok edeceği, kadim ve kutsal
sayılan değerlerin yerine daha çözümsüz sorunlar taşıyacağı; yıllardan beri
söylenegelen bir gerçektir. Ne yazık ki yıpratıcılık, yıkıcılık ve uzun vadeli
yok edicilik sistematiği; önlenebilir olmadığına ve mevcut kaosun derinleşerek
ivme kazandığına tanık oluyoruz. 20. Yüzyıldan beri derinleşen; kültürel farklılıklar,
inançlar, anlayışlar, üretim ve bölüşüm adaletsizliği ile algısal yapılandırma
teknikleri; derin ve içinden çıkılamaz bir kaos gerçeğinin daha uzun süreceğini
gösteriyor. İşte bu ortam ve dönüşen dünyada, sanatçının hasar görmemesi,
öğütülmeye hazır bir buğday tanesi gibi çaresiz kalmaması olası değildir.
Modernitenin insanı özgürleştirme beklentisini karşılamakta yetersiz kaldığı
görüşü yaygınlaştıkça, bu derin yapıdan çıkış için kavramların ve anlamın
parçalanmasına, bilgi ve bilime daha güvensiz bakışa, sanatı gövdesel hazza
taşımaya kadar varan egzotik yöntemlere başvurulmaktadır. Mekanik sistemin
yarattığı özgürlük sorunu ve derin kaos durumunu çözmeye yönelik ortaya atılan
postmodern sanat yaklaşımı, bunlardan biridir. Öğretilmiş ekonomik ve kişisel
üstünlük algısı, toplumlararası uygulanan yıkıcı ulusal tedbirler, bilgi ve
bilimin metalaşmayı güçlendirmesi, aynı söylemde ağız birliği yapmış fikir
yapıcılarını yönlendirmesi, medyanın tekelleşmesi, terör ve şiddet gibi
nedenler; ilk aklımıza gelenlerdir. Bunların yarattığı kaosu, postmodern
anlayış da çözemeyecektir. Bilgi, bilim, insan ve sevgi gibi sağduyu gerektiren
çözümlemelere yönelmedikçe, sanatta emeksiz yemek olmadığını, çabasız özgür
bilince ulaşmanın olası olmadığını anlamalıyız artık.
Bilinçli bir
şair; zihnini geçmişin ağdalı kalıp düşüncelerine teslim etmez. Gelenek, akım,
ekol ve kuramlara körü körüne bağlılık duymaz. Adı belli kanaat önderlerinin
söylemlerini, mutlak doğru kabul etmez. Düşünme özgürlüğünü sınırlayıcı
yaklaşımlarla denetletmez. Yetkin şairin düşüncesi ve duygusal tepkisi geleceği
kurmaya yöneliktir; akım, kuram, söylem, gelenek gibi şiire ilişkin yorumları
geliştirir ve eski ile yeni arasındaki bağı doğru kurarak vazgeçilemez
yanlarını dönüştürür.
Kapitalist dönüşüm
süreci, salt üretim ve tüketim ilişkileri ile yönetim sistemlerini
etkilememiştir. Aynı zamanda sanattan eğlenceye kadar pek çok alanı
etkilemiştir. İnsanı, kendisinden ve diğerinden uzaklaştıran bir ortam
oluşturmuştur. Doğa, çevre ve diğer canlılar ile olan ilişkilerindeki bağ; salt
kazanç, yarar ve çıkar üzerine kurulmuş bir karmaşaya dönüşmüştür. Şair, sözünü
ettiğimiz dönüşüme ve insandaki mekanik onarıma karşı bilinçli olmak
zorundadır.
Bir yapıtın
değeri, salt bugün aldığı beğeni ile değerlendirilemez; iyi bir yapıt olduğunu
söylemek için yeterli değildir. Yapıtın gerçek değeri,
gelecek kuşakların vereceği değer ile ölçülmelidir. Kısa erimli, hemen
şimdi, şu anda olan hazcı sanat yaklaşımının gerçek anlamda sanat değerine
sahip olup olmadığı konusunda biraz tedbirli yaklaşılmalıdır. Postmodern ve
günümüz sanat algısı bu tür bir zemine doğru evriliyor olsa da şiir açısından
çok yerinde bir yaklaşım olmadığını düşünüyorum. İşte bu nedenle, şiir ve
sanatın her dalı; deneyim ve birikim üzerine oturmalıdır ki geleceğini
kurabilme, kalıcı olabilme, şimdi haz doğurma yanında hazzı zamanla çoğaltma;
olanağına sahip olabilsin. Günümüzde derin bilgi birikimi ve teknik bilgiye
sahip olmadan büyük yapıt vermek gibi bir lüksümüz artık yoktur. Şiir, düş ve
düşlem sınırsızlığı ile bilginin kullanılabilirliği üzerine kurulmak
durumundadır. Zamanı alt edebilecek özellikleri içeren şiir, entelektüel bilgi
ve onu yöneten duygu üzerine kurulmalıdır. Sanatın her alanı, kuramsal ve
deneyimsel bilgi ile kavramlar arası bağıntıyı doğru tanımlamayı gerektirir.
Sanat ve şiire gönül vermiş herkes, sanatın gizilgücünü çözene kadar çok
çalışmak, varsayılan dünya, gerçek dünya ve onunla ilgili tüm olayların
oluşumunu iyi gözlemek, aralarındaki ilişkiyi çözümlemek zorundadır. Bu
nedenle, sahip olduğumuz bilgi birikimi ile şiir anlayışımız; uygun temele
oturmalıdır. Şiirin gizilgücünün anlaşılması ve sanatsal perspektife uyum
sağlaması durumunda, şiirsel bir geleceğin kurulabileceğine inananlardanım.
Bilimin ve bilginin çığ gibi büyüdüğü bir dünyada başka bir şeklinin olmadığını
düşünüyorum.
Konu buraya
kadar gelmişken evrimsel şiirden de söz etmek istiyorum. Bu, salt bir varsayım
söze dökülmüş biçimidir. Uygulamada ve insan anlağında bu tanım nasıl
şekillenir şimdilik kestiremiyorum. Evrimsel şiir ve evrimsel sanat gibi
tamlamalarla yazında karşılaştığımız olur. Evrimsel şiir, bununla birlikte
evrimsel sanat kavramı bildiğimiz ve anladığımız evrim kuramı ile açıklanabilir
bir tamlamadır. Yani yabancı olmadığımız ama zihinlerde tasarımı olgunlaşmamış
ve altı dolu olmayan bir söylem şeklinde muğlak durmaktadır. Mutlaka evrimsel
şiirin tanımı, açılımı, sözlük anlamı yapılmıştır ama ben görebildiğim,
anlayabildiğim açıdan bir kez daha açmak istiyorum konuyu.
Dur durak
bilmeden, değişim ve yeniyi bulma arayışında olan Türk şiiri, insanın dünyayı
okuma biçimindeki tutarsızlığa eşlik etmek zorundadır. Şairin ve şiirin, bu
tutarsızlıktan kurtulması olanaksızdır. Şiir; yazının yalın, doğal ve en
organik biçimidir; dış etkenler doğrudan şiirin içindedir. Çünkü şiir, ortam ve
insana bağımlı olarak dinamik bir sürecin içinde var olur. Postmodernitenin ve
çağdaşlığın her silkinişinde; ölümler, terör ve şiddet dökülüyorsa; bakış
açımızın değiştirilmesinde yarar vardır.
Prof. Dr.
Richard Dawkins şöyle sorar: “Darwin, evrim kuramını ortaya atıncaya kadar
kimse neden bunu düşünemedi?” Bir başka şekilde soralım. “Evrim kuramını
düşünebilmek, yorumlayabilmek ve süreci çözebilmek için, Darwin’i binlerce yıl
beklemek zorunda mıydı?” Sanırım bu sorular, sıradan gibi görünse de içinde
başka sorular vardır. Evet, bu kuram Darwin’i beklemek zorundaydı. Çünkü insan
beyni, evrimsel bir sürece bağımlıdır. İnsanoğlu, bu kuramı yüzyıllar sonra düşünebilme,
kavrayabilme yeteneğine ulaşmıştır. Bir başka söylemle insan beyni, evrim
sürecini yine beynin evrime koşut gelişimi sayesinde kavramıştır. Buradan şu
sonucu çıkarmalıyız: Şu anda görmekte, düşünmekte, yorumlamakta zorlandığımız,
algı ve kavrama gücümüz dışında pek çok şey vardır. Henüz bu sonsuz bilgi ve
gelişim dünyasında, anlayabildiklerimiz ve kavrayabildiklerimizin
ötesindekileri göremiyoruz. Düşünebildiklerimizin ötesinde ne çok şey olduğunu
her geçen gün bir yeniyi daha keşfettiğimizde anlıyoruz.
Düşünce ve dil
arasında bağıntı kurulmamış birçok olgu ve olay, insanı sürekli araştırmaya itecektir.
Bilinmeyen veya bilinen ama dilde sözcüğe dönüşmemiş bir konudan söz ediyorum. Örneğin
hareketi var ama dilde göstereni (sözcüğü) yok. Algı, anlama ve düşünme yetimiz,
evrimsel olarak geliştikçe bunlar gibi önünde duran bilmeceleri birer birer
çözecektir. Zihnimiz ve toplam aklımız, bunları parça parça ve yeni yeni
bulgulara ulaşarak gösterene ve anlama dönüştürecektir. Kavramsal alanlarını
belirleyecektir. Bunlar, dil ile düşünce bağıntısı (özdeşliği) üzerinde sözcük
olarak yerini alacaktır. Örneğin tanımlanan, henüz ismi konulmamış duyular
gibi. Aslında bu salt dilbilimcilerin işi değil, bütün bilimlerin işidir.
İnsan hem
düşünsel olarak hem de fizyolojik olarak bir evrim süreci içindedir. Bunlara ve
bu sürece dayanarak, gelişen ve gelişecek olan şiire ‘evrimsel
şiir’ diyorum. Evrimsel şiir, henüz
bilmediğimiz, düşleyemediğimiz öz-içerik-biçim ve biçeme sahip şiir olmaya
aday, ancak geleneğin ideale dönüştürülebilir yönünden kopmamış, günün en
çağdaşı, geleceğin tasarlanabilir şiirini bulgulamaya çalışan ve aynı zamanda
geçmiş ve gelecekteki evrensel bilinç ile bağ kurabilen sürekli gelişim içinde
olan şiirdir. Bir bakıma dinamizmin tam ortasında yer alan, duygunun,
sevginin, aklın ve bilginin insanı saran yönüyle egemen olduğu bir şiir. Diğer yandan,
bilgi, akıl ve duygunun yönlendirdiği zamanın içinde ve ilerisindeki yeni
şiirdir.
Yeni dediğimiz
kavram, yarın eskimiş olacak, çağdaş diye adlandırdığımız kavram birkaç yıl
sonra çağdaş olma özelliğini kaybedecek, çağın gerisinde kalmış olacaktır. Hiç
yerinde durmayan, sürekli dinamik bir yapının işlerliğine sahip sanat kavramına
“evrimsel sanat” dersek acaba modern, postmodern, çağdaş sanat gibi kavram ve
dönem adlandırma sorununu aşmış olur muyuz? Evrimsel şiir kavramı, gelişim,
dönüşüm, süreklilik ve içinde yüksek dinamizmi içeren bir anlam taşıması
nedeniyle çağdaş şiir söyleminden daha açıklayıcı olur mu? Sorgulamak gerek.
Neden sanat
felsefesi, psikolojisi ile sanatın bilgiye ve geleceğe dayalı yönü, buraya
kadar ağırlıklı olarak tartışma konusu olmuştur? Sanat felsefesini, sosyoloji
ve psikolojisini sindirmeden, estetik bilimini içselleştirmeden, şiirin
tarihselliğini incelemeden; şiirin veya herhangi bir sanat alanının
ruhunu/özünü anlamak olası görünmüyor. Ayrıca, bilmeden ve deneyimsel bilgi
olmadan sanat üretme devrinin bittiğini, geçmişin geleceğe dönüştürülebilir
yanını almaksızın büyük yapıta varılamayacağını düşünüyorum. Şair; ortaya
koyduğu yapıtın niçin ve nasıllarını çok iyi tanımlayabilmeli; yapıtın kültür,
ortam ve insanla etkileşiminin altyapısını ayrıntılı kurgulayabilmelidir. El
sanatlarından dil sanatlarına kadar her sanat alanının, dış gerçeklikle özel
bağıntısı ve nasıl, neden, niçin, ne maksatla gibi kendi ruhuyla ilgili
soruları vardır. Sanatçı, bugünkü bilgi birikimi, anlama ve sezme yetisi ile bu
sorulara yanıt bulamadığı sürece, şiiri söz cambazlığı, resmi renk cümbüşü ve
tiyatroyu salt eğlence olarak kabul edecektir. Sanatçı ve izleyici,
duygularının götürdüğü yolda oyalandığını ya da duygularını dışa vurarak bir
şeyler yaptığını sanarak kendisini avutacaktır. Oysa sanatçının amacı, yaşam ve neslin sürekliliğini sağlamak için
kendine uygun bir zemin hazırlamak, en yüksek seviyede kendini gerçekleştirmek
ve en iyi ortamda varoluşunu olumlamak istemesidir.
Sanatın
tarihselliği, gelişimi, dönemlere göre durumu; aklın evrimi ile ilgili zorlu
bir süreçtir. Bu süreci anlamadan, şiir gibi değerler zinciri yüksek olan bir
alanın hakkında yorum ve yargıda bulunmak, sığ bir tutum olurdu. Ayrıca şunu da
belirtmeliyim ki bu kitap, sanatsal kavram ve terimlerin bağıntılarını, sanatın
tarihselliği, nedenselliği ve yaşamla olan ilişkisini çözmek için devasa şiir
dünyasının küçücük bir parçasıdır. Sanat ve sanat
tarihi ile insanlık tarihi, birbiri içindedir. Bu nedenle sanat ve sanata
ilişkin kavramları çözmek de yeterli olmayacaktır. Bilinmesi gerekenlerin
başında felsefe ve ruhbilimi gelir; dinler, öğretiler, akımlar, sistemler,
toplumsal yapılar vs. Yer yer anlatmaya
çalıştığım düşünce şudur: Şiir ciddi bir sanat alanıdır; dil ve düşünce
bağlamında bütün sanatlar ile yaratıcılık temelinde yer alır. Şiirin insanla
ilişkisinin tanımı, yaşamsal değerlerin kavramsal derinliğinde gizlidir. Şiirin bütünü bir yana, şiirin bir dizesi,
dünya ve yaşam olgusunun elekten geçirilmiş özüdür. İşte şiir ve sanat
çözümlemesine, bunun yanında şiir/sanat eleştirisine, bu bağlamda bakılmasının
gerekli olduğunu düşünüyorum.
Görünüşte şiir, duyguların düşlere giydirilmiş
bir elbisesi gibi durur; çoğunlukla gerçek yaşamdan imgelem yoluyla alınmış
desenlerle bezenmiştir. Şiirin görünen yüzünün arkasında can alıcı bir gizli
gerçek hep vardır şairinin duyargalarını titreten. Çünkü şiir açıkça
söylenenlerin dışında örtük anlamlar bütünü ve çok katmanlı imgelem verilerini
bünyesinde barındırır. “Çoklukta birlik” ilkesini en net görünür kılan bir sanat
alanıdır. Bu, sanatın sanat olma, şiirin şiir olma özelliğinden doğan değişmez
bir gerçektir. Şiir, bir gerçeğin gözler önüne serilmesi
değil, gerçek ile insan arasındaki zihinsel ilişkinin notalara dökülmüş ezgisi
olmalıdır.
Pek çok
sanatçının karşı durduğu, yergiyle dillendirdiği faşizm ve baskı söylemleri,
doğal olarak sanat ortamında kendine özgü başka bir faşizmi de beraberinde
getirmiştir. Faşizm, insanlık için tehlikeli olduğu kadar, faşizme karşı
dururken kendine özgü modern bir faşizmi doğurmak en az faşizmin kendisi kadar
tehlikelidir. Karışık gibi gelen bu söylemi anlamak için uzağa gitmeyiniz.
Sosyal medyada paylaştığınız bir şiiriniz hakkında yapılan yorum ve kullanılan
dile baktığınızda net olarak görebilirsiniz; çok basit gibi algılanan ama
temelde katı faşist yaklaşım türleriyle karşılaşacaksınız sayfalarda ve ulu
orta şiir söyleşilerinde. Sonuçta, postmodern bir faşizmin girdabında
olduğunuzu duyumsayacaksınız. Aşağılamadan, hor görme kültürüne, hakaretten
düello davetine kadar açık açık söylemler, normal bir tutum olmuş hatta kurum
kültürüne dönüşmüştür. Bu tür yaklaşımlar, insanı insan olarak görme
noksanlığımızın bir sonucudur ve sanatta paradigma değişiminin ilk basamağı bu
noktadan başlamalıdır. İnsana saygı, uygarlığın temel göstergesidir. Şunu
inanarak söyleyebiliyorum; çağdaş olmanın ilk koşulu, her insanı, insan görmek
ve ona saygı duymaktır.
Şiirde; tutarlılık,
bütünlük, anlamlılık gibi şiiri şiir yapan değerleri savunuyorum; ancak çağdaş
sanat anlayışında bu değerlerin; kırılabilir, parçalanabilir, zamandan bağımsız
ele alınabilir olduğunu da yadsımıyorum. Hatta postmodern ve çağdaş edebiyat
anlayışı; tutarlılık, bütünlük, anlamlılık gibi çabaları kırabildiğini,
parçaladığını, bunun yerine akıl ve duyguyu sarsıcı, sendeletici, çeldirici
çaba içinde olduğunu biliyoruz. Ne var ki bu çaba, şiir ve edebiyat dünyasında
birbiri yanına getirilemeyen anlam, söz ve kural kırıcı biçim oyunlarına
dönüşmüştür. Buna benzer anlamsızlık, söz sarhoşluğu ve biçim kırıcı
çalışmalar; artalan bilgisi yetkin olmayan kalemlerin mürekkebinde okura
ulaşamadan boğuluyor. Anlamı, dili, biçimi ve kuralları parçalayarak yenilik
üretebilmek; felsefi, sanatsal ve bilimsel derinlik ile dünyayı okumakta
yetkinlik gerektirir. Eğer bu yetkinlik ve derinlik yoksa, yani sanatsal ve
bilimsel artalan bilgisi yeterli değilse; üretilen yapıt, okurla arasına mesafe
koyuyor ve yeni bir söylem yaratmış yanılgısı içinde kendi kendini
etkisizleştiriyor.
Sanat, sanatçı ve
şiir hakkında uzun soluklu bir gezintiden sonra, kitabımın asıl konusuna
gelelim. Yazılmış ve yayımlanmış bir şiiri incelemek ve çözümlemek üzere
elimize aldığımızda uygulayacağımız yönteme “Şiir Çözümleme Tekniği” diyorum.
Bu tür çalışmalara yaklaşım tarzı veya yöntem demek daha doğrudur; ancak şiiri
bir yapıt kabul edersek -ki öyledir- dili, yapısı, birimi, anlamı, anlatımı, sesi
ve duygusu; belirli bir disiplin altında incelenmesi ve çözümlenmesi gerekir.
Bu tarzda bir incelemeye de “teknik” demenin daha uygun düşeceğini düşündüm.
Şiir çözümleme tekniği, genel anlamda şiir incelemesinin ana esasını çizen
taslak bir yöntemdir. İlgili disiplinlerin gözünden şiiri çözümlemeye çalışır.
Diğer sanatların çözümlenmesinde de kullanılabilir. Sanat dalının özelliğine
bağlı olarak bazı adımlar atlanabilir veya eklenebilir. Örneğin plastik
sanatlarda biçim katmanının çözümlenmesi daha kapsamlıdır, şiirde de bakış
tarzına bağlı olmakla birlikte çağrışımın çözümü daha ağırlıklı olmalıdır.
Nesnel bir sonuca ulaşmak istiyorsak şiiri; bilimsel, yazınsal ve tarihsel
bilgi ışığında, teknik ve hiyerarşik bir düzen içinde adım adım çözümlemeliyiz.
Şiir, değerler
dizgesi çok karmaşık ve kullanılabilir bilginin özünü en saf biçimde pek çok
değişkenin altında birleştiren bir sanat dalıdır. Böylesi derinliğe sahip şiir
dünyasının resmi, deneyimsel bilgi eksikliği ve sığ bilgilerle çizilemez. Bu
nedenle buraya kadar olan kısımda, biraz olsun dünya, yaşam, şiir, sanat ve dil
ile ilişkin kavramlar arası ilişkiyi ve sanatın insanla etkileşimini göz önüne
sermeye çalıştım.
Kitabım; bilgi altyapısına dayandırılması, sağduyuyla değerlendirilmesi
koşuluyla; eleştiri ve yeni önermelere her zaman açıktır. Amacım, bu araştırmada
asimetrik düşünmeyi öngören bir çizgiyi yakalamaya çalışmaktır. Türk yazınında
çok sık yapılan şeylerin tersine; geçmişte şöyle demişlerdi, bu şair şiire
böyle noktayı koymuştu, bir sanat düşünürü şöyle demişti gibi söylemleri; günümüzün
bilgisiyle kıyaslamadan dikkate almadım ve referans olarak vermedim,
vermeyeceğim. Yapmaya çalıştığım şey, bugünün bilgi birikimi ve beyin gücüne
dayanarak sanata, bu kapsamda da şiire asimetrik bir bakış tarzı geliştirmek ve
sanatsal/şiirsel zihnin evrimini hızlandırmaktır. Bu yorumlardan hareketle;
şiir ve sanatta doğrunun değil, uygulanabilir ve estetik olanı; aklın ötesinde
kabul edilebilir olanı; aklın sınırlarını zorlayanı ve şiirin öğrenilebilir
yönlerini; yaratıcılığın temelinde yatan düşün sistematiğini; gençler için
ortaya koymaya çalıştım.
Yaşamın ağırlığı altında ezilen insan, gerçek olmasa bile ideal yeni
dünya tasarımını; edebiyat, müzik, sinema gibi sanat alanlarında bulmaya
yönelir. Sanat alanlarında, özellikle şiirde, ideal yenidünyanın yansıtılması
ve duyumsatılması; bilgi bütünlüğüne sahip, felsefi derinliği olan sanatçıların
işidir. İnsanoğlu gerçek olaylardan ve yaşamsal risklerden fiziken kaçınabilir;
kendisini koruma altına alabilir. Ancak içinden ve ruhunun derinliklerinden
kaçışı olası değildir. Kendisiyle baş başa kalması ve iç sıkıntısı yaşaması
kaçınılmaz olur. Bir anlamda, “İç sıkıntısı, mümkünün gerisinde olduğunu
görmektir” derler. Sahip olduğu yetenekleri kullanamamak ve umduğu yerden
geride olma düşüncesinden kaynaklanır. Bu nedenle iç sıkıntısı ve ruhumuzun
baskısından kaçabileceğimiz yer; resim, şiir, tiyatro ve müzik gibi sanatsal
etkinliklerin huzurlu ve oyalayıcı dünyasıdır. Yaptıklarınız ve yapıtlarınız,
sizde mümkünün ötesine ulaştığınızın huzurunu yaşatıyorsa işte o zaman olumlu
bir dünyayla kucaklaşmışsınızdır.
Her sanatçı; okuyabildiği,
sezebildiği, sentezleyebildiği ve görebildiği dünyanın görüntüsü ile
tasarlayabildiği yenidünya görüntülerini birleştirerek yapıtlarına yansıtır. Kendine özgü ve özgün dünya algısı oluşmamışsa, sanatsal
yetkinliğe sahip değil ve düşündüklerini nesnelleştiremiyor demektir. Toplam
akıl varlıklarını mantıksal bir sentezden geçiremiyorsa; birilerinin sözlerini,
birilerinin dikte ettirdiği öğretileri birebir alıp savunmaya kalkıyorsa; işte
o zaman sıkı bir öykünmeci olduğunu açıklıyor demektir. Bu durumda şiirlerine
giydirmeye çalıştığı elbise, eğreti durur. Titizlikle karşı durduğum ve
anlatmaya çalıştığım konu; kısa erimli, adı konmamış küçük taklitçilik ve
görünmez bağnazlıktır. Biliyorum, itici bir tanımlama ve kulakları tırmalıyor;
ancak bu tanım her sanat insanı tarafından sağduyulu sorgulanmalıdır. Kişi
kendisine özgü düşün dünyasını, acımasızca özeleştiriye tabi tutmalı,
sorgulamalı ve düzenlemelidir. Sorgularken: Sizin doğrularınızın temeli size mi
özgüdür; yoksa başkalarının amaçlı gereciyle mi donanmıştır? Düşün ve düş
dünyanızın ne kadarı sizin kendi yorumunuzdur? Bilgiyi kullanma yeteneğiniz ve
estetik değer üretme kapasiteniz nedir?
Bu bölümü bitirirken kitabın
adını belirleyen “Saf Sanat” tamlamasını açıklamalıyım. İnsandan sanata ve
sanattan insana uzanan yolların temizliği, berraklığı ve saflığı; yeni ve
yaşanabilir bir dünyanın eşiğidir. Duyularımız, duygularımız, düşlerimiz ve
bilincimiz; temiz ve saf bir sanatı ürettiği kadar saf sanat da geleceğin naif
insanının düşünsel evrimini hızlandırır, diye düşünüyorum.
“Saf şiir” ya da “saf sanat”
tamlaması bazı düşünür, şair ve eleştirmenler tarafından uzun zaman
kullanılmıştır ve tartışılmıştır. Değişik anlam ve açılımlar yüklenmiştir bu
tamlamaya. Saf Sanat tamlamasını, bu kitapta öylesine kullanılmış bir tamlama
olarak düşünmeyiniz. Ben bu tamlamanın anlamsal değerini daha farklı bir açıdan
ele alıyorum. Sizler de bu kavram karşısında, biraz bilinenlerden ayrıksı düşünürseniz
anlamını, daha da somutlaştırabiliriz. Saf sanat, saf şiir ya da öz şiir gibi tamlamaları kullanarak geçmişte
tartışıldığı gibi bir polemiğe girmek istemiyorum. Benim önerdiğim sanat ve
şiir anlayışını, en anlaşılır biçimde “saf sanat” tamlaması karşılamaktadır.
Bir kez daha belirtmekte yarar görüyorum; saf sanat ya da saf şiir kavramlarını
geçmiş bilgilerinizden ayrıksı ele alıyorum.
Saf Sanat tamlaması;
Birinci olarak, tarihte
sanatın gelişim ve dönüşümünün hiç saf, temiz, çıkarsız ve arı olamadığını
anlatmaya yönelir. Yani sanatsal geçmişin hiç temiz olmadığını anlatır. Sanat veya şiirin
temel kaynağı olan imgelemin, oluşturulagelen bir zorunluluğun şemsiyesi
altında olmaması gerektiğini belirtir. Kitabın çoğu yerinde söz ettiğim gibi sanat,
hiçbir zaman gücün ya da onu temsil eden diğer kabullerin esaretinden
kurtulamamıştır; bugün bile. Sanatın özgür istenç ve özgür bilincin ürünü olmak
gibi bir sadeliği hiç olmamıştır.
İkinci olarak, sanatın
doğumunu sağlayan imgelemin, yani düş gücünün özgür ve özgün olmasından söz ediyorum
saf sanat derken. Sanatçının imgelem gücü ne kadar özgür ve ne kadar özgündür?
Toplumsal, parasal, ideolojik ve dinsel önyargılar; artalan bilgisi oluştururlar
ve insanı istemleri dışında düşünmeye zorlarlar. İşte bu, bilimsel gelişme ve
saf sanatın en önemli düşmanlarından biridir. Ben doğruyu ve doğru bildiğimi
söylerim diyenler ya da benim düş gücüm özgündür diyenler söyledikleriyle ne
kadar özdeştir? Kabulleri, öğretileri, inançları, algıları ve yargıları
karşısında ne kadar özgürdür ve neye göre özgündür? Ne kadar saltık kabul
edilebilir? Geçmişte başat güçlerin, öğreti ve inançların gölgesinde yapılan
sanat, bugün paraya dayalı yıkıcı bir anlayışın gölgesinde değilmiş gibi özgür
ve özgün bir sanattan söz edebilir miyiz?
İmgelem, şiir ve sanat yazınımızda iyi bilinen ve sık tartışılan bir konu
değildir. Aslında sanatın temeli imgelem yetisidir ve şiirin doğumu imgelem
gücüne ve zenginliğine bağlıdır. İmgelem, şiir ve sanat için vücuttaki kan ve
kan dolaşım sistemi kadar yaşamsaldır. Anlamın doğuşuna kaynaklık eden temel
verilerin zihinsel etkinliğidir. Onun dolaşımı anlam dünyasını beslemediği
sürece sanat ve şiirden söz edemeyiz. Saf sanattan kastım imgelem dünyasının
altında yatan kan ve dolaşım sisteminin temizliği, canlılığı ve
yaratıcılığıdır. Yani sanatçının imgelem
dünyasının özgür, özgün, istem dışı girdilerden uzak, yaşamsal, kültürel,
evrensel değerlerle kendi yorumunda varlık bulmasıdır. Saf
imgelemden, dolayısıyla saf sanattan kastım da budur.
İşte ben saf sanat derken, sanatçının en ideal
yaşam algısından doğmuş saf imgeleme[11] dayalı özgün ve özgür sanatsal süreci ele alıyorum. Bir anlamda sanat,
sanatçının hissettiklerinin altında yatan ve ona şekil veren bilinç ve
bilinçaltı dünyasının bir aynası değil midir? Çağımız insanının bilinci ve
bilinçaltı bu kadar ele geçirilmişken; şekil verilebilir kıvama
dönüştürülmüşken; her kıvılcımda bomba gibi patlamaya hazırken; özgün sanattan dem
vurma şansımız var mıdır? İşte bu yüzden imgelem, insanın varoluş ve yaşamsal değerlerine yaklaşabildiği
oranda şiir de saf şiire doğru evrilecektir. Yaşamsal, evrensel, sanatsal,
insani ve sosyal değerler ve bunların birbiriyle ilişkileri; çıkarsız/tarafsız
okunabilmesiyle saf imglemden söz edebiliriz. İnsanı insana, toplumu
toplumlara, ülkeyi dünyaya egemen kılma yarışı içerisinde geçen ortamlarda
hiçbir zaman özgün ve özgür sanattan söz edemeyeceğiz. Kaldı ki bugün
yaşadığımız ve değer olarak kabul ettiğimiz pek çok şey, insanı yenik
düşürmeye, birbiri omzuna basmaya, diğerlerinden bir adım önde olmaya
odaklıdır. Hem de hiçbir insani değeri hatta insanın doğal davranış
mutlaklığını dikkate almadan. İşte ben
saf sanat derken, öğreti ve inançlarla; ekilmiş, öğretilmiş ve yönlendirilmiş
diktelerin etkisinden bağımsız; insanın varoluş değerlerinin, yaşam hakkının ve
yaşam sevincinin doğal sürecine göre oluşan bilinç ve bu bilincin; ürettiği
sanattan söz ediyorum. Başka bir söylemle başka bir yapının dikte
ettirdiği olgu ve yargılardan uzak, insani ve yaşamsal değerlerin duygu,
bilinç, imgelem gücü ve zihinsel etkinliğinin çıktılarını baz alan bir görüngüyü
anlatmaya çalışıyorum.
Saf sanat, olası mıdır,
sorusu önem kazanmaktadır. Reklâmatik, kaotik ve egoist bir dünyada yaşayan
bugünün insanı için bu olası görünmüyor. O zaman şöyle bir soru geliyor akla:
Duygudaşlık kurabilen, düşünebilen, acıma ve sevme duygusuna sahip olan
insanoğlu; kendi cinsini yemeye, ölümleri görmezden gelmeye, ben’i pohpohlamayı
ve kaosu büyüterek yaşamayı, ne kadar sürdürebilir?
Saf sanat tanımına daha
sorgulayıcı biçimde yaklaşmak adına şu soruyu sorabiliriz: Düşlediğimiz dünyada,
savaşları, şiddeti, dehşeti, bölünmüşlüğü, ölümleri, acıyı en makul biçime
taşıyacak bir örnek var mıdır dünyada? Varsa nerededir? Bakın bu soruya Adorno
nasıl yanıt veriyor. “Bu örnek vardır ve
bu örnek sanatta bulunur. Bundan ötürü sanat, yanlışlar ve bölünmüşlükler
ortasında bir sığınma yeridir, bütünselliğin ve doğruluğun ülkesidir. Sanat,
mümkün, gerçek barışın (bütünleşmenin) örnek ve aracıdır.” (İleten İ.Tunalı, Estetik)
Sanat; tarafsız, önyargısız, özgün ve özgür düş ülkesinin yani saf
imgelemin araçsal sonuçları olmalıdır. Amacımız;
insanın saplantısı, takıntısı, ideolojik ve dinsel önyargıları ile bilgiye
dayalı olmayan kabullerinden arındırılmış bir sanat anlayışının varlığına
ulaşmaktır. Buna ulaşmak düşük bir olasılık değildir. İmgelem, bilginin
sağladığı duyu, düşünme, sezi, görü ve öngörü yetisiyle varolan bir etkinliktir.
Bugün sahip olduğumuz teknik bilgi, kültürel değerler ve gençlerin dünya
algısı, bu amaca ulaşmanın bir ütopya olmadığını göstermektedir. Oldukça
iyimser beklenti içinde olsak bile insanoğlunun sahip olduğu evrimsel akıl,
mutlaka kendi geleceğine ilişkin değerleri kendine uygun er geç kuracaktır. Bu
yüzden baskıdan şikâyet edip kendi özgün baskı sistemini kuran, kuralcılıktan
sızlanıp söz varlıklarını bile kurallar zincirine terk eden, şiirin
özgürlüğünden söz edip şiiri esaret çemberine hapseden anlayış; sanatın
evrimsel kodlarıyla insanın devasa beyin gücü hakkında yeterli bilgiye sahip
olmadığını gösterir.
Sonuç olarak barış ve sevgi
içinde yaşanabilir yenidünyanın kurulması, insan bilincinin kendi yaşamsal ve
varoluş değerleriyle yapılandırılmasına bağlıdır. İşte şiirde ve sanatta
paradigma değişiminin gerekliliğinden söz açma nedenim, insan bilincinin insana
yaraşır biçimde yapılandırılmasını, saf imgeleme ulaşılmasını ve bu bilincin
sevgiye yönelmesini sağlamaya yöneliktir. Her ne kadar bugün pasta paylaşımına
yönelik cinayet ve katliamlar her coğrafyanın yollarında kol geziyorsa, sanat
nikel çizmelerini giyinip fularlı emmilerin yalılarında dolaşıyorsa, şiir
sakallı amcalarının pipolarında buram buram keyif verici duman olmaya
çalışıyorsa da gelecek mutlaka güzel gelecektir. Çünkü geleceğin beyni, dünyanın
taşlarını insana yaraşır biçimde kesinlikle döşeyecek, saf imgelemden saf
sanata ve tam insana mutlaka ulaşacaktır.
İnsanın nihai ereği, yaşam ve neslin sürekliliğini sağlamak için en yüksek seviyede kendini gerçekleştirmek ve en iyi ortamda varoluşunu korumaktır. Buna sanat açısından bakarsak sanatın ereği ne olabilir sorusu akla gelir. Bence sanatın ereği, “sevme duygusunu var kılarak aklın evrim sürecini hızlandırmaktır.” Şöyle ki; sevme duygusunun altında, haz duymaktan insanın yaşama bağlılığına, en iyi yaşamsal koşulları oluşturmaktan neslin sürekliliğinin sağlanmasına ve aklı evrimleştirerek en güç koşulların üstesinden gelme çabasına kadar sıkı bir kararlılık yatar. İnsan ve sanat gibi kavramları irdelerken, yaptığımız her etkinliğin ve her hareketin başka şeylerle mutlak bağıntılı olduğu varsayımından yola çıkarak çözümlemeli bakmak zorundadır. Varoluş güdülerimiz ve bilincimizde var olan, beynimizin çalışma biçimi ile şekillenen devasa bir dünyanın arasında sanat gibi etkinliklerin özel bir yeri vardır. Bunlar, geleceğin beyinleri tarafından bugün olduğundan daha farklı çözümlenmeyi, keşfedilmeyi beklerler. Sevgi ve olumlu duygu türevleri; insanoğlunun davranış, eylem ve tutumları üzerinde öylesine bir itici güce sahiptir ki…
Geçmişten ödünç yargılar, kimsesiz insanlık
Kırılmış camlar, tekmelenmiş kapı kulpları
Yüceliğin ufku hatırına, kıldan örtüden menkul
İnsan olmanın ucunda kırbaç şakırtısı, peh!
Vah desen de senden ötesi yok hükmünde
Bir dava ki görüle görüle tüketilememiş suç
sürüsü
Ateş oyununda kurşunsuz, kalkansız uslu
hedefiz
Kırılan parçaları toplasam bir sen değilsin
illa
Kurulu şu oyunun sersem kaptanı olsan ne yazar
Vardığın her yer, çırpınmalar ve çıplaklar
yalanı
Ödenmemiş haklar ki mahyamda noksanlığı derin
yara
Diyetsiz kaygılarım, hesabı sonraya bırakılmış
Kör bir bekçidir o, gözlerimize asmış
kelepçelerini
Kırılma noktası; direnmek köşede oturan bir
gerekçe
Her akşam şapkamızı astığımız, korktuğumuz
özenle
Yasaklardan onur duyduğumuz, yanına durduğumuz
Bu alan oyunun baş pazarı, kusursuz ibadet
çarşısı
Tamahı fırçasına pelesenk etmiş ressam
bozuntusu
Urgansız idam sehpalarını tuvaline çizerse ne
olmuş!
Gülelim çabasına insanlığın, bir tutam daha
çağdaşız…
Yok böyle militan öykü, arzusuyla ipe kendini
dizen
Ne kadar gerçeğin gerçeğiyiz, aslımızın
kefensiz ölümü…
Eylül 2020 Narlıdere/İZMİR
İkinci Bölüm
Şiir
Çözümleme Tekniği; şiir, şair ve okur arasındaki ilişki ile şiirsel değeri
açığa çıkarma girişimidir; bağlayıcı ve sınırlayıcı bir tutum takınmaz. Şiirin
varlık katmanlarını sanat bilimi açısından çözümlemeye çalışır.
Şiir Çözümleme Tekniği,
şiirin varlık katmanlarını inceleme esasına dayanır. Bu teknik, şairin imgelem
sürecinden şiiri yaratışına, şiirin okurda yarattığı etkiden gelecekteki
anlamsal devinime ve şiire artı değer katan tüm ögelere kadar toplam şiirsel
süreci kapsar. Şiirin iç-dış organlarını, işlevsellik ve işlerlik açısından ele
alır, kendi disiplinleriyle inceleyerek değerinin ortaya koymaya çalışır.
Şiirin ön ve derin yapısını, kapalı-açık alanlarını ve iletilerini açığa
çıkarmaya yöneliktir. Bunun yanında, şiirin kurgusu, şiir dili tekniklerini ve
şiirin okurla karşı karşıya gelmesinde ortaya çıkan etkiyi açıklamaya ve daha
nesnel sonuçlara ulaşmaya çalışır. Diğer taraftan bir şiirin ne olup olmadığı,
nasıl yazıldığı gibi sorulara ayrıntılı artalan bilgisi sunar.
Şiir çözümleme tekniğinin amacı, bir şiirin biçiminden duyusal varlık
alanına kadar varlık katmanlarını sanat bilimi açısından tanımlayabilmektir. Bunun yanında çözümlemeyle
ortaya çıkan nesnel bilgilere yaslanarak okur ve eleştirmene şiirsel dünyayı
daha görünür kılmaktır. Yani şiirin iç organları ve şiirin canlılığını
ilgilendiren tüm ögelerini işlevleriyle birlikte görüntülemektir. Ancak bu
teknik, şiir çözümlemesinde yalnızca genel yol ve yordamı belirler, “nasıl”
sorusunun yanıtını çözümleyiciye ve eleştirmene bırakır. Başka bir söyleyişle
çözümlemenin uygulaması ve geliştirilmesini, çözümleyicinin kararına bırakır. Çünkü şiir, okurun karşısına çıkmasıyla
birlikte varlığı ve yaydığı ileti, okur algısına bağımlıdır, beklenmedik anlam alanlarına
yönelebilir, dinamiktir. Şiir anlayışının değiştiği gibi şiirin temel
alınan değerlerinin de değişebileceğini göz önünde bulundurur. Şiir çözümleme
tekniği, okur ve sanat anlayışında meydana gelecek değişime, zamanının
gereklerine ayak uydurmak için dinamik bir yapısı vardır.
Bugüne kadar
gördüğüm şiir incelemelerinde belli kuram ve ölçütler temel alınsa da
çözümleyicinin deneyimi ve şiir anlayışı ön plandadır. Öznel yargıların
ağırlıklı olduğu tüm inceleme veya çözümlemeler; şiirdeki dilsel, sanatsal,
anlam, anlatım, ses ve çağrışım gibi değerleri ortaya koymakta yetersiz kalır.
Şiire hangi tür eleştiri kuramı, hangi sanat akım ve anlayışın verileriyle
yaklaşırsak yaklaşalım, şiirin dilsel ve sanatsal değerini ortaya çıkarmak
oldukça zorlu bir yoldur. Şiir; ölçülebilir, tartılabilir olmadığı gibi toplumsal değerler, zaman,
coğrafya ve kişisel algı ile yargılara göre değişik anlam gösteren açık dokulu
metinlerdir.
Şiir
çözümlemesinde, şiirdeki olmazsa olmaz katmanları esas almak gerektiğini
düşünüyorum. Bu nedenle çözümleme adımlarında öne sürdüğüm tüm katman ve
tabakalar, bir şiirde mutlak var olan ve açıklama gereği duyulan varlıklardır.
Bu teknik bir kuram değildir, yalnızca çözümleme için uygulanabilir, daha
nesnel ve sıra dizimsel bir yöntemdir. Bu tekniğin şiir üzerinde uygulanabilmesi,
eleştirmen ve çözümleyicinin dilsel ve şiirsel donanıma sahip olmasını gerektirir.
Örneğin eleştirmenin estetik katmanını inceleyebilmesi için estetik bilimini,
coşum katmanını inceleyebilmesi için bilişsel psikolojinin temel ilkelerini
bilmesi gerekir.
Şiire hangi
sanatsal kuramla yaklaşırsanız yaklaşın; hangi tür eleştiri kuramıyla
çözümlemeye çalışırsanız çalışın; bu kuramların tek başına bir şiiri tüm
yönleriyle çözümleyebileceği; etkinliğini açabileceği, örtük alanlarını ortaya
çıkarabileceği ve kodlarını çözebileceği akla uygun gelmiyor. Akademik eleştiri
kuramından okur merkezli eleştiri kuramına kadar ortaya konmuş bütün kuramları
ele aldığımızda, bu kuramların belli bir anlayış ve açıdan sanat eserini ele
aldığını görürüz. Oysa bir şiir insan ürünüdür; şair, şiir, okur ve ortam[12] dörtgeninde var olur. Bu
işlem, çok boyutludur ve kolay açıklanabilir bir ilişki değildir. O nedenle şiirin
derinliğini, yüzeyini ve arka yapısını görebilen bir tepe açısından olabildiğince
bilimsel ilkelerle bakmak gerektiğini düşünüyorum.
Her tümcenin, her dizenin ve her sorunun kendi içinde ve dışında bir
görünümü, çözümü, bir başka deyişle açılımı vardır. Bir tümce, dize veya bir
şiirin açık olarak dile getirdiği görülür, duyulur dokunulur dünya dışında açık
olarak söylemediği ancak sezdirdiği, çağrıştırdığı ya da okura göre anlamı değişen dinamik bir varlık
alanı daha vardır. Bunlara ek olarak şiirin yarattığı duyusal varlık alanı ise
ayrı bir inceleme konusudur.
Bu teknik, kendi içinde bazı
sorunlar barındırabilir. Ele aldığım ve üzerinde yorum yaptığım kavram ve
yöntemler açık dokuludur; kesin olarak tanımlanması zordur. Bir anlamda her
durumun doğruluk ve uygunluk değeri bakış açısına göre değişiklik gösteriyorsa,
adı geçen teknik de bakış açısına göre anlam bulacak ve kimi önyargı ile
bakacak, kimi altı dolu bir çalışma olarak görecektir. Bu tekniğe nasıl
bakılırsa bakılsın amacı; şiirsel evrenini tüm yönleriyle ele almak; estetik ve
sanatsal değerini daha nesnel olarak ortaya çıkarmaktır.
Şiiri, şiir
yapan ölçütleri ortaya çıkarabilmek maksadıyla şiirdeki varlık katmanlarını,
ayrıntılı ele almak gerekir. Katmanları bilimsel ve teknik açıdan ele almak,
öznel yargıyı biraz daha geri plana iter. Şiirin sanatsal özelliklerini
sağlıklı çözümlemek için; okur, şair, şiir ve eleştirmen gözünden bakmak yararlı
olacaktır. Şiirin tüm varlık alanları, gerçek ve gerçek üstü dünyası; insanın
bilgi, algı ve yargılarına kısmen bağımlıdır.
Şiir çözümleme tekniğini, salt şiirin
etkisini ortaya çıkarmak ve şiirsel değerini çözümlemek için kullandığımız bir
teknik olarak düşünmemek gerekir. Bu tekniğin dört farklı konuya açılım
getireceğini ve bakış zenginliği oluşturacağını öngörüyorum.
Birincisi; şiiri
tanımlamak, değerlendirmek, şiirin dilsel özelliklerini belirlemek, nesnel ve
duyusal alanlarını açmak, sanatsal ve şiirsel özelliklerini saptamak, şiirin
dış ve iç tasarımını başka bir göz ve formatta ayrıntılı okumaktır.
İkincisi; bir
betik olarak şiirin ne olup olmadığını anlamak ve nasıl ortaya çıkarıldığının
(nasıl yazıldığının) sürecini tersinden okumaktır. Yani şiir nasıl yazılır
sorusuna yanıt oluşturmaktır.
Üçüncüsü; şiir
ve sanat yaratı sürecinde, şiir dili özelliği, dil tekniği ile yaratıcılık olanağına
açılım, bakış ve yaklaşım geliştirmektir. Alışılmamış bağdaştırma, sapma ve
değinmece gibi şiir dili tekniğinde var olan ve sanatsal yaratıcılığın önünü
açan dilsel konu ve düşünsel yönünü görünür kılmaktır.
Dördüncüsü ise
eleştirmenin, şiir çözümleme tekniğini kullanarak bir şiirin taşıdığı şiirsel
ve yazınsal değeri daha somut yorumlama olanağına sahip olmasını sağlamaktır.
Ayrıca bu yöntemle, şiir eleştirisinde daha sanatsal, nesnel sonuçlara
ulaşabilmeyi, öznel yargıyı minimum sınırlara çekebilmeyi ve biçimlendirilmiş
(sanat algısı güdüm altına alınmış) eleştirmen tutumunu bertaraf edebilmeyi sağlamaktır.
Beşincisi: Eleştiri
bölümünde göreceğimiz katman edebiyat eleştiri sistemi, şiir çözümleme tekniği
esasları ve çalışma aşamalarına bağlıdır. Bu konuyu, Eleştirmen ve Şiir Eleştirisi
isimli bölümde ayrıntılı ele alacağım.
Yapıt, imgelemin
nesneye dönüştürülmüş şekli ise imgelemin üzerinde konuşmamız gerekir. İmgelemin
nesneye dönüştürülmesi demek, yazınsal metinlerde sözcük ve bağlamlarından
imgeye, resimde çizgi ve renklere, heykel ile plastik sanatlarda objeye, film
gibi görüntü sanatlarında ise görüntüye dönüştürmektir. İmgelem sanatçı ya da
şairin temel eylemi ise burada şair veya sanatçının donanımı önem kazanır.
Öyleyse bunları sırasıyla açalım.
Öncelikle
imgelemin bir esere dönüştürülmesi, kendine özgü bir tekniği ve teknolojiyi
gerektirir; sinema veya resimde olduğu gibi.
İkinci olarak
imgelem, şairin donanımı ile ilgilidir. Başka bir söylemle imgelemin kaynağı,
sanatçının duyusal ve düşünsel dünyasında kullanılabildiği tüm kültür
varlıkları ve bilgi varlıklarıdır. Kullanılabilir bilgiden kastım, yorumlanmış,
içselleştirilmiş ve anlamsal bütünlüğü hiyerarşik olarak tasarımlanmış
bilgidir. Başka bir söylemle temiz ve kullanılabilir bilgidir. Bir anlamda
okunabilir, anlamlandırılabilir, görüntülenebilir bilgi birikimidir. Şairin;
sezme, görme, duyma ve yaratma yetisi bilgi birikimi ile doğru orantılıdır. Sahip
olduğu bilgi kaynağı ne kadar güçlü ve tasarımlanabilir ise imgelemin gücü de o
oranda fazladır, sıra dışıdır, etkileyicidir. Daha önce de değindiğim gibi bir
şair, değişik disiplinlere egemen olmak zorundadır yani polimat olmalıdır.
İşte bu nedenle
sanatçıdan sanata, şairden şiire, şiirden eleştirmene, bunlarla en yakın bağı
olan okura şöyle bir göz atmamız gerekir. Biliyoruz ki sanat; sanatçı, eser,
ortam ve okur dörtgeninde var olan bir etkinliktir. Bunların varoluş ve
eylemlerini anlamadan, sanatın doğuşundan okurdaki karşılığına kadar olan
süreci çözümlemeden, sanatsal anlamda hızlı yol alabileceğimizi düşünmüyorum. Bu
düşünceden hareketle, şiir çözümleme tekniğine bu dörtgenin açılarından ve
eleştirmen gözünden bakmayı deneyeceğim. Diğer bir söylemle şiir çözümleme
tekniğinde şiirsel/sanatsal değerin panoramik görüntüsünü, kendi objektifimden;
şair, şiir, eleştirmen ve okur adına çekeceğim.
Klasik bir
söyleyiş olsa da şiir, güzel söz söyleme sanatıdır. Güzel söz; şiirdeki ses,
anlam ve anlatım katmanlarının etkin kullanımıyla sağlanır. Bu katmanları ve
aralarındaki ilişkiyi doğru okumak için, öznel yargının eline bırakmadan daha nesnel
yargıyla değerlendirmeliyiz. Öznel yargı, şiir incelemesinde olmak zorundadır,
ancak nesnel yargı ne kadar yoğun ise şiirin çözümlenmesi o kadar sağlıklıdır.
Şiir çözümlemesinin bir diğer yanı, şiirin yarattığı duyusal etkinin dayandığı
temelleri ortaya koymaktır. Şiiri duyusal etki açısından incelemek için öznel
ve popülist yaklaşımlardan uzak olunmalıdır, ancak bu durum kişisel algı ve
yargıya bağımlı olması nedeniyle uygulamada zordur. Şiir çözümü de şiir
eleştirisi kadar özgür ve özgün bakış gerektirir. Diğer bir söylemle
biçimlendirilmemiş algı ve güdümsüz yargı gerektirir.
Nesnel ve gerçek ötesi
dünyanın görünüşe taşınması; imgelemin sıra dışı dille anlatımı ve bunlarla
birlikte şiirde duyusal devinimin sağlaması; şiirdeki organik birlik ve
düzenliliğe bağlıdır. Organik birlik ve düzenliliğin istenen düzeyde
oluşturulması için; fiziksel, anlamsal, duyusal ve dilsel katmanları uygun
oluşturmak gerekir. Bu katmanlar, aynı zamanda şiirin gözlenebilir, duyulur,
hissedilir, sezilir ve dillendirilebilir varlık tabakalarından oluşur. Bir
şiiri ayrıntılı çözümlemek, eleştirmek, etkisini açığa çıkarmak ve onun
önerdiği dünyayı okuyabilmek, sözünü ettiğim katmanların tek tek, eşgüdümlü ve
eş zamanlı ele alınmasıyla olasıdır.
Doğal ve yapay
tüm nesneler, katmanlardan ve birbiri içine girmiş, birbirini besleyen
özellikli yapıtaşlarından oluşur. Çok küçük bir birim olan hücrenin bile
kendine özgü özelliklerini içeren bir kurulumu ve yapısı vardır. Nesnelerde ve
diğer sanat alanlarında olduğu gibi şiir de kendine özgü katman, özellik ve
kendini kuran yapı taşlarından oluşur. İşte bu nedenle şiir çözümünde, şiiri
katmanlara ayırarak incelemenin daha uygun bir teknik olacağını düşünüyorum.
Burada şiiri, hangi katmanlar oluşturur öncelikle tespit edilmesi gereken
önemli konu budur.
Katman nedir,
açıklayalım: Katman, şiiri oluşturan duyusal, nesnel, içsel ve dışşal tüm
varlık alanları ile özelliklerinin belirlenebilmesi için kullanacağım bir
terimdir. Katman; yapıtta birbirine benzer belirli
özelliklerin, içsel, dışsal, fiziksel, duyusal nitelik veya niceliklerin bir
arada bulunduğu, birbirleriyle etkileşim içinde olan yapılardır. Örneğin, ses,
anlam, anlatım gibi. Katmanlar, tabaka ve eksenlere ayrılabilir; bunlar, katman iç
yapısını daha özelleştirebilir birlikteliklerdir. Tabaka ve eksenler katmanı,
katmanlar bir bütün sanat yapıtını var ederler. Tıpkı insanın belirli ruhsal ve
fiziksel katmanlardan oluşması gibi… Şiiri, kendine özgü varlık katmanlarının incelemesiyle
daha açıklayıcı bir sonuç elde edebiliriz, diye düşünüyorum. Katmanlar, aynı
zamanda birbirinden ayrıştırılabilir, belli disiplinler altında ele alınabilir
ve kendi içinde tanımlanabilir özellikler barındırmaktadır. Örneğin ses
katmanının ses bilimi ile incelenebileceği gibi. Ancak katmanlar birbirinden
bağımsız tek başlarına şiirsel ya da sanatsal bir sonucu doğurmazlar.
Şiirin nesnel ve
duyusal varlık katmanlarını, tek tek özelikleriyle birlikte çözümlemeliyiz.
Öznel inceleme, eleştirmenin sanatsal deneyimi, dünya algısı, inanç ve değer
yargılarına bağlıdır. Oysa nesnel şiir incelemesi, bilgi disiplini durumuna
dönüşmüş kuramsal şiir bilgisini, dil özelliklerini, sanat felsefesinin
öngördüğü sanatsal verileri, estetik biliminin öngördüğü bakış açısını
gerektirir. Yani sanat bilimi açısından tarafsız bakış gerektirir. İster
istemez şiiri bu değerlerle incelediğimizde, eleştirmenin öznel yargılarını bir
anlamda daha kanıtlanabilir verilerle destekleyeceğiz demektir. Bir şiiri
değerlendirirken, deneyim ve dünya algısına bağlı öznel yargı olmak zorundadır;
ancak nesnel yargı ile ayırt edilebilir duruma getirmek daha analitik bir
yaklaşım olur. Aslında şiir çözümleme tekniğinin en somut getirisi, şiir
eleştirisi konusunda bir adım daha ilerlemek ve eleştiriyi daha bilgi bazlı
duruma dönüştürebilmektir.
Katman, şiirde söz
ettiğim anlamıyla her sanat dalında kullanılabilir yapılar bütünüdür. Heykel
gibi sanat alanlarında, spesifik bazı katmanlar düzenlenmek koşulu ile şiir
çözümleme tekniğinde belirttiğim aynı adımlarla sanat incelemesi ve çözümlemesi
yapabiliriz. Örneğin roman çözümlemesi yapmak istiyorsak, karakter yaratma
konusunu ilave bir katman veya tabaka olarak belirleyebiliriz. Dilden anlatıma,
malzemeden nesneye, uyumdan ezgiye, renkten duyguya, etkiden algıya kadar
nesnel ve tinsel bütün sıralı oluşumu ve varlık alanlarını sınıflandırarak
inceleyebiliriz.
Katman
kavramını, Nicolai Hartman, Roman Ingarden, Özdemir İnce, Baki Asiltürk ve
Mehmet Yalçın kitaplarında katman ya da tabaka biçiminde kullanmışlardır.
Burada benim belirttiğim katman ve tabaka kavramı farklı bir anlamda değildir;
ancak sanatsal terim olarak daha genişletilmiş ve bütünüyle benim yorumlarımla
şekillenmiş bir yapısallığı söz konusudur. Bir anlamda katman terimi, daha
özelleştirilmiş, kavramlaştırılmış, somutlaştırılmış, anlaşılabilir ve görünür duruma
dönüştürülmüştür. Özet olarak, bir şiir ya da yapıtı oluşturan ve olması
gereken bütün özellikler katmanların bünyesinde saklıdır. Bu teknik; şiirin
sanatsal, duyusal, nesnel tüm varlıklarını ortaya çıkarmaya, tanımlamaya,
incelemeye ve kullanılabilir bilgiye dönüştürmeye yöneliktir.
Şiir bize neler
duyumsatır? Ruhsal ve nesnel varlık yapıları nedir? Şiirin oluşumunu sağlayan
ayrıntılar nelerdir? Şiirde ön yapı, arka yapı veya derin yapı nasıl temsil
edilebilir? Şiiri kuran ögeler nelerdir gibi sorulara yanıt bulacak şekilde
şiir metnini ele alalım. Şiiri, şiir yapan belli başlı yapıtaşları ve bu
yapıtaşlarını birbirine kenetleyen ruhsal ve nesnel özelliklerin olduğunu
göreceğiz. İşte bu yapıtaşları, katmanlar ve onun alt birimleridir. Bir metne yapıt
diyebilmemiz için neleri göz önüne almalıyız? Metnin etkileyici, kalıcı ve haz
verici özellikleri nasıl belirlenir gibi soruları da sormalıyız. Diğer taraftan
şiirde görünen ya da duyularla algılanan; etik, doğruluk, komik, yüce, harmoni,
denge, oran, simetri gibi değerlerin; çoklukta birlik ilkesi kapsamında nasıl
bir bütünlük ve değer oluşturduğunu çözmeye çalışmalıyız.
Konuyu daha
fazla uzatmadan, şiirde olması gereken ana varlık yapıları neler olmalıdır? Şiire
sanatsal özellik kazandıran, ruhsal ve nesnel alanları birbirine kenetleyen,
temel alanlar veya yapıtaşları olarak en az yedi katmanın varlığından söz
edebiliriz. Söz konusu yedi katmanın her birini hangi esaslara göre tespit
ettim, bunun ayrıntısına girmiyorum. İleride katmanları öğrendikçe bu
katmanların şiiri kuran ve şiirin eti kemiği olarak bir beden oluşturan
vazgeçilemez ögeler olduğunu zaten göreceğiz.
Bir şiiri
oluşturan ve yapıtı birbirine kenetleyen katmanlar; Biçim Katmanı, Anlam Katmanı, Ses Katmanı, Anlatım
Katmanı, Çağrışım Katmanı, Coşum Katmanı ve Estetik Katmanı’dır. Katmanlar, birbirinden ayrı düşünülemez ve şiirde birbiri içine geçmiş
yapıtaşlarıdır. Bir anlamda şiirin dünyaya açılan yedi duyusudur ya da yedi organıdır.
Bunlar şiirin hem fiziksel hem de duyusal toplam varlık alanlarıdır ve bu yedi
katmanın harmonisinden şiirin ön ve arka yapısıyla birlikte ortaya sanat
çıkmaktadır. Bu katmanları ayrıntılı çözümleyebilmek için daha özel alanlara
ayırmalıyız. Bu özel alanlar da tabaka ve eksenlerdir. (Eksen terimini özelliği gereği yalnızca ses katmanında kullandım.)
İçerik ve
yapısal özelliklerine göre katmanları sınıflandırdığımızda; biçim
katmanı genel; anlam, anlatım ve ses katmanı fiziksel veya nesnel; coşum,
çağrışım ve estetik katmanı ise duyusal ya da moral katmanlardır, diyebiliriz. Bunların
şiirdeki varlık değeri, duygu değeri ve estetik değer ile estetik tavra
etkileri görüldükçe katman, tabaka ve eksen terimi daha net
anlaşılacaktır.
Dil sanatlarının
hangi türü olursa olsun, bir biçimi olmadan veya anlam katmanı üzerine
oturmadan; tutarlı bir metin oluşturmak olası değildir. Dil düşüncesiz, düşünce
dilsiz var olamaz, dil ve düşüncenin bağı doğrudan anlam üzerinden kurulur. Biçim
altında şekillenir.
Şiir sanatını
önemsiyorum. Şiirin, dil sanatları içinde özel bir yeri vardır. Şiir, yalnızca
dil kullanımı değildir; aynı zamanda kültürel varlıklar, yaşamsal varlıklar,
evren algısı, düş, akıl ile duygunun bir arada harmanlanarak naif ve narin bir
şekilde sanat ifadesidir. Varlık katmanlarının uyum içinde organik bir birlik
oluşturmasıdır. Evren ve insan ilişkilerinde farkındalık yaratan söz
biçimlerinin imge üretmesidir. Bir bakıma değişkeni çok fazla olan bir yazınsal
alandır. Az söz ve yoğun duygu değeriyle sezdirme ve çağrışımı güçlendirerek
estetik görünümü oluşturmaktır. Şiir dili, sanatsal yaratıcılığın merkezinde
konumlanır. Fikir yapıcı özelliğinden önce duygu olumlayıcı yanı daha ağır
basar. Bütün duyuları kavrayarak doyumu güçlendirici bir hava yaratır. Bir
başka söylemle şiir, sevmektir. İşte bu yüzden şiir, alışılmadık bir bakış
açısından ele alınmaya değer bir sanat alanıdır.
Şiir çözümleme
tekniğini geçmiş bilgilere dayanarak incelemeye başladığımda göz dolduracak,
bugün için yeni şeyler söyleyebilecek ve değişik bir bakış açısı ile
yaklaşılabilecek bunca çok konunun olabileceğini hiç düşünmemiştim. Şiirin
derin yapısına ve katmanlarına iliştikçe, şiir sanatında ulaşılması güç bir
derinliğin olduğunu görüyorum. Yaratıcılığın hiçbir zaman başlangıcı, sonu ya
da herhangi bir sınırı olmamıştır; olamaz da. Diğer katmanlar bir yana, şiirin yalnızca
anlam katmanını incelediğimiz zaman şiirin de bir sınırının olmadığına dair
hükmü hemen verebiliriz. Bu nedenle şiir çözümleme tekniği ve şiir eleştirisi;
sistematik, dinamik ve hiyerarşik bir bilgi disiplinine oturmalıdır. Böyle bir
yol haritası olmalı ki düdüğü eline alan gece rüyasında gördüklerini rastgele
bir makamla şiirin başına geçip çalmasın.
Şiir çözümleme
tekniğinde inceleyeceğimiz katmanlar: Biçim,
anlam, anlatım, ses, çağrışım, coşum ve estetik katmanıdır. Birbirleriyle
ilişkileri ve birbirlerine etkileri, özellikle ele alınmalıdır.
Son olarak, yıllarını
bu konuya adamış, ayrıca eğitimini almış şair, sanatçı, düşünür ve
eleştirmenlerin hakkını teslim etmeliyim. Çünkü bu satırlar bile onların
ürettiği bilgiler üzerinden nefes alır. Tarihsel bilgi ve metinler arası ilişki
sonucu doğan şeylerdir. Geçmişte üretilen bütün sanatsal bilgi değerlidir,
ancak geçerliliğini koruyamamış olabilir. Bizim yapmamız gereken şey, yeni,
çağdaş ve zamanını aşan bilgi üretmek ve çağdaş şiire varmak olmalıdır. Bu
düşünceden hareketle, şiire yeni bir açılım getirebilmek ve şiirin tüm varlık
alanlarının incelenebilmesini sağlamak için şiir çözümleme tekniği adı altında
yeni bir öneriyi siz okurlarımın bilgisine sunuyorum.
İncelemeye; söz
konusu yedi katmandan somut olan ve diğer katmanları içerisinde konumlandıran, biçim
katmanı ile başlayalım.
Biçim, bir yapıtın tüm varlıklarını
ve özelliklerini sırtında taşır. Öyleyse şiirde var olan tüm katmanlar, biçimin
üzerindedir.
Biçim katmanı, fizikî olarak ele alıp değerlendirilebilir
veya bu düzlemdeki tüm varlık katmanları ayrıntılarıyla çözümlenebilir. İkisi
de doğrudur. Ancak şiirde, duyusal alan dediğimiz görünmeyen yapı/derin yapı
vardır ki bu da biçim düzlemi üzerindedir. Şiirin nesnel dünyası yanında; rasyonel
olmayan, görünmez ama sezilir, duyulur, duyumsanır bir dünyası daha vardır. İçerikte
bulunan ve şekillenen duyusal dünyadır bu. Düşüncemizde tasarımlanmış ve
somutlaştırılmış ise; bir varlık olarak algılanabilir olmuş ise; sanatsal
açıdan biçim üzerinde de bu evreni sorgulamamız gerekecektir. Şiir, ontik
(varlıksal) bir bütündür. Yapıt, nesnel varlık alanı ve duyusal varlık
alanından oluşur. Amacı gereği şiirin duyusal varlık alanı; daha önemli olmalıdır
çünkü her şiirin, temel varoluş gerekçesidir. Şiirin nesnel varlık alanıyla
duyusal varlık alanını, biçim düzleminde konumlandırmak zorundayız. Şöyle ki
biçim, bir yapıtın kabıdır, taşıyıcısıdır; yapıtın bütün özelliklerini üzerine
giyinmiş bir formudur. Yapıtın nesnel var olanları ile duyusal var olanlarının
toplamından oluşur. Bir heykeli ve onun yarattığı sanatsal özü, anlatımı,
biçimin dışında tutabilir miyiz? Şiir, imgelemin nesnel ve araçsal bir sonucu
ise şiirin duyusal varlık alanına sen biçimin dışarısındasın deme şansımız var
mıdır?
Şiirde biçim dediğimizde ilk kavrayış ve zihnimizde
ilk görüntülenen nesnel durum, yapıtın fiziksel özellikleri ve dış görünümüdür.
Şiir çözüm ve yorumlarında olduğu gibi biçime nazım, ölçü, uyak, ses, dize,
dörtlük, oran vs. gibi yüzeysel baktığımızda zihnimizde biçim hakkında böyle
şekilsel anlam doğar. Biçim, en genel
tanımıyla sanatta tasarım ve anlatım araçlarının belli bir sanatsal düzlemde
şekillenmesidir. Başka bir söylemle sanat ögeleri ile görünüşe taşınan
bütün varlık katmanları, biçim düzleminde yerini almak zorundadır. Biçim
katmanını yalnız fiziksel olarak düşünürsek sanatın çok boyutluluğunu, çoklukta
birlik ilkesini, şiirin anlam, ses ve diğer katmanlarının oturduğu düzlemi ve
yarattığı duyusal dünyayı görmezden geliriz. Jean Cohen, “Öz, zihinsel ya da varlık bilimsel gerçektir; biçim ise aynı gerçeğin
anlatım ile yapılaştırılmasıdır.” der. Özdemir İnce ise “Biçim, şiirin ögelerini birleştiren
ilişkidir. (...) Kısacası biçim, anlamın yapısıdır.” demektedir. Öyleyse
biçimi bildiğimiz bir alanın dışına taşımak gerekecektir. Başka bir söylemle
biçim katmanını; duyusal, anlamsal, sessel ve şekilsel olarak birbirini
tamamlayan ayrılamaz bir düzlem olarak düşünmemiz gerekecektir. Biçimi inceliyorsak
yapıtın formu yanında biçimin doğumuna katkı veren öz-içeriği de ele almalıyız
diye düşünüyorum. Theo van Doesburg’un söylediğini tersinden okursak “Sanat elemanlarının ortaya koyduğu ifadedir
biçim verme.” der.
Hasan Bülent Kahraman, “Sanatsal Gerçekler, Olgular
ve Öteleri…” isimli kitabında “Yaratıcı
sanatın temel sorusu ne değil, nasıl’dır. Sanat tarihi, özünde biçimler
tarihidir. Sanat dünyasına egemen olmuş tüm akımlar, temel felsefelerini belki
düşünsel bir düzlemde saptarlar ama, önemli olan bir resimde, bir müzik
parçasında sözcüklerle dile getirilen düşünsellik değildir. O resmin ya da o
müzik parçasının düşüncenin temellendirilmesine olanak veren biçimle
dönüştürülmesi ve üretilmesidir.” der.
Herhangi bir yağlı boya tablosunu örnek alalım.
Resim iki boyutludur; şekil, doku, desen, renk ve çizgilerle yatay ve düşey
boyuttan oluşmuştur. Ancak tablonun bir üçüncü boyutu daha vardır. Perspektif dediğimiz
gözün şekli bir bütün olarak algılayabildiği derinliği oluşturan üçüncü
boyuttur bu. Göz, resimde bu boyutu algılıyorsa ve daha önceki deneyimlerinden
doğan sonucu hesaba katarak üçüncü boyutu fiziken var kabul ediyorsa, sanatsal anlatım
gereği resimde üçüncü boyutun olmadığını söyleyemeyiz.
Sanatın önemli işlevlerinden biri de algıyı tetikleme,
değiştirme, dönüştürme ve görmeyi daha öteye taşımadır. Resmin görüntüsünün
aynı zamanda sanatsal bir iletiyi doğuruyor olması, coşumsal ve estetik algıyı
hareketlendirmesi demektir. Bu durum, resimde var olan duyusal bileşenleri
biçim düzleminde konumlandırma gereğini doğurur. Sanat, gerçeği yansıtma veya
duyularla gerçek olmayan dünyayı görünür kılma yöntemi ise yapıtın doğurduğu
tüm katmanların biçim üzerinde var olan olarak kabul edilmesi gerekir. Biçim
katmanını şiir açısından düşündüğümüzde, biçimin taşıyıcı kap olduğunu, şiirde
var olan her ögenin biçim düzleminde yer almak zorunda olduğunu düşünmeliyiz.
Bu bilgiden hareketle bir şiirin duyusal dünyasını, sanatsal anlamda biçim
üzerinde ele almamız zorunlu görünmektedir. Şiirin ön ve arka yapısını; diğer
bir söylemle görünen yüzünü ve görünmeyen, duyularla algılanan yüzünü; biçim
katmanında var kabul etmemiz gerekir. (Sanatta
ön yapı ve arka yapı tanımlamasını Prof. Dr. İsmail Tunalı “Estetik Beğeni” ile
“Estetik” isimli kitaplarında yapmıştır.)
Deneyimsel bilgiye dayanarak, mantığım bana şunu
söylüyor. Biçim bir yapıtın dış görünüşü ve şiirin taşıyıcı kabı ise; uzaydaki
görünümü, kütle, simetri, uyum, oran ve hacim unsurlarına sahipse; bu, eserdeki
biçimin görünen ve nesnel yanıdır. Biz biliyoruz ki sanat eserinde ve şiirde
rasyonel olmayan, duyusal olan bir alan daha var ve şiirin oturduğu katmanlarla
şekillenmiştir. Duyusal varlık alanı, aynı zamanda bu katmanlarla ayrılamaz bir
bağ içindedir. Bu alan insan tarafından algılanabilir, sezilebilir,
duyulabilir, hissedilebilir bir yapıdır. Sağduyulu bir biçimde baktığımızda
rasyonel olmayan alan, nerededir diye kendimize sormamız gerektiğini
düşünüyorum. Zaten bu soruya Cohen ve Özdemir İnce yanıt veriyorlar. Biçim
katmanında bir yapıtın derin yapısını, resimde olduğu gibi duyularla algılanan
resmin üçüncü boyutunu veya anlamın ürettiği çağrışımsal ve coşumsal değeri,
göz ardı edemeyiz. Çünkü zihnimizde şiirin, şiir olmasını sağlayan ve estetik
değer doğuran bu boyuttur; başka bir deyişle şiirin arka yapısı veya derin
yapısıdır.
Vassily Kandinsky, “Biçim Dili ve Renk Dili”
makalesinde, “...her biçim de içsel bir
içeriğe sahiptir. Biçim, demek ki, içsel içeriğin ifadesidir” (…) Böylece,
biçimlerin uyumunun yalnızca, insan ruhuna amaca uygun biçimde dokunulması
ilkesi üzerine kurulu olması gerektiği ortaya çıkar.” der.
Özdemir İnce, “Ses
ve anlamsal öge şiirin temel düzlemidir.” der. Sanırım şiirsel düzleme İnce’nin
söylediklerine ek olarak başka bir ögeyi daha oturtmalıyız. Şiirde varsayılan
bu temel düzleme, ses ve anlam ögesi yanında bir de anlatımsal ögeyi eklemek
zorundayız. Neden? Şiir, görünür dünya gerçekliği yanında görünmez ama duyulur
hissedilir, zihinlerde kavranabilir gerçeküstü dünya yansıması ile oluşturulur.
Görünmez dünya gerçekliği yani üst gerçeklik, anlam artı anlatım katmanı ile
yaşama geçirilir, nesnelleştirilir ve bu, insan bilincinin tasarımı olmakla
birlikte anlatım katmanının önemli yeteneğidir. Bir bakıma gerçeküstü yansıma, dilin anlatımı ile kavranabilir özellik
kazanır. Şiirin tarihselliği içinde hiç değişmeyen söylem “Şiirin, güzel
söz söyleme sanatı” olduğudur. Güzel söz söylemek, anlatımın en üst seviyeye
ulaştığı yerdir. Bu noktadan hareketle şiirde salt anlamı değil; anlam ve
anlatımın gücüyle şiirden duyusal olarak algıladığımız katmanlar vardır; coşum,
çağrışım ve estetik katmanı gibi. İşte bu katmanların biçimde konumlandırılması
mantıki bir sonuçtur. Peşinen söyleyelim; dil sanatlarında biçime nesnel
görünüm açısından baktığımızda şiire katkı oranı oldukça düşüktür; ancak ses,
öz-içerik, anlam, coşum ve çağrışım gibi değerleri biçim düzleminde var olan
kabul ettiğimizde biçimin; şiirin toplamını bünyesinde taşıdığını söyleyebiliriz.
Bir şiire görünüş ve duyuş açısından baktığımızda, şiirin bütün ögelerinin
biçim üzerinde olduğunu görebiliriz.
Şiirde, heykel veya resim sanatında olduğu gibi
biçimi anıtlaştırmak olası değildir; biçim, ancak ses, anlam ve anlatımın
sağladığı tasarımlar sayesinde anıtlaştırılabilir. Şiir gibi dil sanatlarını
diğer sanatlardan ayıran en önemli özellik; anlam, anlatım ve ses birlikteliğinden
şiirin her iki dünyasının oluşturulabilmesidir. Yani duyusal varlık katmanlarıyla
gerçek varlık katmanları, sözün taşıdığı değerler ile oluşturulmaktadır;
görünüşe taşınmaktadır. Ses, anlam ve anlatım katmanları bir anlamda daha somut
ve görünür katmanlardır; fiziksel, anlamsal ve duyusal özellik taşırlar ve
biçim katmanında bulunurlar. Aslında bu üç katman, üstü kapalı da olsa şiir
çözümlerinde yerini almıştır ve uygulanmaktadır. Bu üç katmanın oluşturduğu
duyusal özellikler, aynı zamanda çağrışım ve coşum katmanını da doğururlar. Katmanların
toplamı ise birlikte estetik değeri oluşturur. Ayrıca, şiirin şiir olmasını sağlayan
ve sanatsal içeriği duyulara aktaran; çağrışım, coşum ve estetik katmanlarının
da biçim düzlemi üzerinde yerini aldığını gösterebiliriz. Yani şöyle
diyebiliriz: Şiirde
biçim; anlam, anlatım, ses, çağrışım, coşum ve estetik katmanların
toplamıdır.
Başka bir açıdan değerlendirdiğimizde, “Şiiri, şiir
yapan biçimdir” denir. Biçimi, şekilsel olarak ele alırsak şiirde önemli bir
çarpan değildir; şiir, salt biçimle açıklanamaz. Şiiri; oluşturan, kuran, bir
üst katmana taşıyan ve duyusal alanı oluşturan öncelikle anlam katmanının
derinliği, ses, söz ve duygu harmonisinden doğan sonuçtur. Biçimi, şiirin
formunu belirleyen bir düzlem olarak düşünürsek ses, anlam ve anlatım
katmanları bu düzlem üstündedir. Öyleyse biçim, bütün şiirsel ögeleri üzerinde
taşıyor demektir. Şöyle ki: Saussure’nin benzetmesinde olduğu gibi, biçimi daha
somut bir anlatıma büründürelim. Şiiri, bir kâğıt olarak ele aldığımızda ön
yüzü ses katmanı, arka yüzü anlam katmanı, kâğıdın renk, boyut, şekil vs.
ölçütleri anlatım katmanı olsun. Ses, anlam ve anlatımdan; çağrışım, coşum ve
estetik katmanları da doğar. İşte bu toplam yapı, ön ve arka yüzüyle biçimi
oluşturur. Bu durumda şiir, aynı zamanda biçimdir diyebiliriz.
N. Hartmann’ın deyimi ile yapıttaki “moral
değerler”, sanatçının veya şairin anlam, anlatım ve ses gibi sanatın yardımcı
ögeleriyle ile doğurduğu yapıdır. Buradan şu sonuca ulaşabiliriz; biçim katmanı
şiirin ön ve arka yapısından oluşur ve şiirin yalnızca dış görünüşünü taşımakla
yetinmez. Ayrıca biçim-öz-içerik üçlüsünü ele aldığımızda bunlar, birbirinden
bağımsız düşünülemez. Biçim-öz-içerik; sanatsal değeri ortaya koyan,
algılamamızı, duymamızı ve haz almamızı sağlayan bir bütündür.
Buraya kadar açıklamalarım, herhangi bir yapıt için
genel anlamda ortak değer taşıyan biçim özellikleridir. Ancak yazınsal metinler
için özellikle şiir için, biçim katmanını nasıl ele almalıyız? Plastik
sanatlarında bir yapıtı ele aldığımızda, elle tutulur gözle görülür hacmi ve
kütlesi ile biçimsel özelliklerini ve doğurduğu diğer özellikleri
inceleyebiliriz. Yapıtta var olan katmanları biçim üzerinden
değerlendirebiliriz. Ya da ayrı bölümler olarak inceleyebiliriz. Ancak şiirde
buna daha özellikli bir şekilde yaklaşmalıyız. Yukarıda da söylediğim gibi şiir
çözümlemesinde, biçim katmanına biraz daha yüzeysel yaklaşılmasının yararlı olacağını
düşünüyorum.
Biçimi; düzyazı şiir, nazım, dörtlük, birim, uyum,
ölçü, uyak, oran, dize vd. gibi şiiri dış görünüşü açısından ele alalım. Ses,
anlam ve anlatımdan doğan rasyonel olmayan varlık alanını bir kenara koyalım.
Neden? Dil sanatları diğer sanatlara göre biçimin oluşturulması açısından
farklılık gösterir. Çünkü şiirin fiziksel görünümü dışında, iç görünümü ve
duyularla algılanabilir alanı; ses, anlam, anlatım gibi katmanlar ile
doğurulduğundan şiirde asıl incelenmesi gereken yerler bu katmanlardır. Şiiri
şiir yapan katmanlar, sanat değerinin ortaya çıkarılabilmesi için ayrı ayrı
incelenmelidir.
Bu açıklamalardan hareketle şiirdeki biçim katmanını
çözümlerken, şiirin dış görünüşü, düzyazı şiir, nazım, dörtlük vd. gibi
özelliklerini bugüne kadar yapıldığı şekilde belirtebiliriz. Bunun yanında şiirdeki
dilin özellik arz eden yanlarını açıklayabiliriz. Bunların yanında şiirin
şekilsel olarak ayrıcalıklı ve sıra dışı özellikler taşıyıp taşımadığına
bakabiliriz. Akranı olan şiirlere ve daha önceki yıllarda yazılmış şiirlere
göre önemli bir farklılık olup olmadığına, şairin şiirde görsel, ezgisel ve
biçimsel olarak farkındalık yaratacak bir biçimsel uygulamasının olup
olmadığına bakabiliriz.
Biçim katmanı, şiir çözümleme tekniğinde sanatsal
değerin ortaya konması için çok etkili bir öge olmasa da şiirin bütününü
taşıması bakımından önemlidir. Şiirin iskeletidir, ancak ayrıntıya girdiğimizde
bütün organları üstünde taşıyan beden olduğunu görürüz. Plastik sanatlar,
mimari, heykel ve hareket içeren sanatlarda biçim katmanı, çok daha etkindir.
Çünkü şiirdeki ses, anlam ve anlatımın işlevi; bu sanatlarda doğrudan biçim
üzerine giydirilmiştir. Örneğin mimari yapı, görünüş değerini biçim üzerinden
yansıtır ve biçimle duyusal alanı yaratır.
Özet olarak, biçim yapıtın temel taşıyıcısıdır;
dilsel ve sanatsal bütün özelliklerin yapıt üzerine giydirilmiş bir formdur.
Diğer bir deyişle biçim yapıtın nesnel varlık katmanları ile duyusal
katmanlarının toplamından oluşur. Yazınsal eserlerde biçimin şekilsel
özellikleri çok önemli bir yer tutmaz, görsel sanatların aksine şiir,
ağırlığını ses, anlam ve anlatım olanaklarına bırakır. Çünkü şiir, bir heykel
ya da resim değildir; kullandığı malzeme dilin kendisidir.
Biçim katmanını eleştiri veya çözümleme açısından ele aldığımız zaman bu
katman, fiziksel yapısı bakımından değerlendirilmelidir. Ayrıca biçim
katmanında; ayrıksı dil kullanımı, soyut, dış gerçeklik, çağın şiirlerinden farklılığı,
sıra dışı ve ayrımı nesnel olarak yapılabilir özelliklere; değinmekte yarar
olduğunu düşünüyorum. Kısaca söylersek şiirde var olan ve diğer katmanlarda yer
verilmemiş aşkın özellikleri; biçim katmanı altında çözümleyebiliriz. Örneğin
diğer altı katmanda değinilmemiş konuları, sıra dışılık, zamanla şiir değerler
dizgesinde değişen özel durumlar, dil ve kullanılan özel teknikleri gibi
konular biçim katmanında ele alınabilir.
Nicolai Hartmann şöyle diyor; “Estetik değer, görünüş değeridir. İçerik bakımından o daima ön
yapıyı ve arka yapıyı kuşatır. Ne birinden ne de diğerinden estetik değer
koparılıp atılamaz.” (İleten İ. Tunalı, Estetik) Buradan şu sonuca
gidebiliriz: Şiirin gerçek ve duyusal varlık alanının birlikte görünür olduğu
ve estetik değer yarattığıdır. Sanat eserinin veya şiirin ana hedefi estetik
değer üretmek değil midir? Öyleyse şiirin fiziksel ve duyusal tüm katmanlarının
görünüş değeri, dil ve düşüncenin bağıntısından doğan düşsel, imgesel
görüntülerdir. Yani şiirin; anlam, ses, anlatım, coşum ve çağrışım gibi
katmanların oluşturduğu ve zihnimizde ürettiği toplam sonuçtur. Öyleyse biçimde konumlu tüm katmanlar ayrı
ayrı çözümlenmelidir.
Eleştirmen, şiiri çözümlerken biçim katmanının duyusal varlık alanlarını
bir kenara bırakarak şiirin fiziksel yanlarını ele alabilir. Örneğin şiirde
anlamsal uyumdan ses düzenine ve sıra dışı dil kullanımından şiirdeki bütünlüğe
kadar pek çok farklı alanda yorum geliştirebilir. Hatta şiirde var olan
fiziksel ve nesnel özellikleri kendi gözünden yorumlayabilir. En önemlisi de diğer altı katmanda değinilmemiş
konuları buraya taşıyabilir. Ayrıca ozanın kullandığı
yerel dilin şiire kattığı değer bu katmanda ele alınabilir.
Aşağıdaki şiiri biçimsel özelliklerine dikkat ederek okuyalım.
Bazen öyle zor ki ellerime
Bir düğme çözmek iliklerimden
Yansısı bile karanlık aynaların
Dizgeler aynı düzlemde biçimsiz
Nesnelerde parçalanır ilişikliğim
Kurgusu olurum çelik bir paranoyanın.
Ayrıksı
bir düş iner iliklerime ay karanlığında
Dilimde diş izi yekpare
Biçimim evcil bir kavganın yabanisi
Doğum öncesi almış kerterizi yargım
İstem dışı uyumum egemen etik örekesi
Kaç kutusunda saklıyım şu Pandora’nın.
Körüklerim
direnen yanlarımı
Değişmek
isterim, kerelerce direnirim değişime
Bileti kesilmiş veda şenliğim
Dilsiz kaval deliklerinde uzar
Nedensiz bir olguyla girerim içime
Bırakırım nadasa doğurganlığımı
Kısır yanlarım şimdi aygır göçük
kıyısı
Her yolu yeni çıkmazların sonu
Eteğimde
ipi çözülen şu anakaranın.
Ağustos 2015 Narlıdere/İZMİR
Şiiri, yalnızca söcük ve söz öbeklerinin anlam açılımı ile
incelemek sanatsal ve şiirsel özün ortaya çıkarılması için yeterli olmayabilir.
Bunun yerine şiirin bütünselliğinden yola çıkarak anlamsal ve sanatsal çözümüne
gidilmelidir.
Anlam Katmanı
Şiir; düşüncede yer almış, zihinde işlenebilir bilgiye, anlama ve
tasarıma dönüşmüş düşsel ve dilsel olgularla yazılır. Yani imgelem ve dil
tekniği ile yazılır. Klasik bir söylem olan ama oldukça yerinde ve pratikte iyi
bilinen bir gerçeği dile getirmeliyiz. Şiir kille, çamurla, renkle yazılmaz;
şiir dille yazılır. Öyleyse dil ve düşünce arasındaki etkileşim düzenini,
bununla birlikte şiirle düşünce arasındaki bağı, imgelemin kaynağını ve dizeye
dönüştürme tekniğini kendi uzamında çözümlemeliyiz.
Dil ve düşünce özdeştir. Birbirini çoğaltan sıkı bağıntı, anlam üzerinden
kurulabilmektedir. Anlama dönüşmemiş sembol dilde yer bulmaz. Anlam
verebildiğimiz, düşünebildiğimiz ancak dile çevrilemeyen görme, duyma ve duygu
biçimlerimizin de olduğunu biliyoruz. Bu konu, ayrı bir araştırma alanıdır. Her
dilde tanımlanmamış veya keşfi tamamlanmamış alanlar olabilir. Bunun yanında
her bir anlama dönüşmüş gösteren de bir veya birçok tasarıma (çokanlamlılık)
karşılık gelir ve üretilmiş bilgi ve kültür varlığını tanımlar. Dil sanatları,
bu bağlamda şiir, dil ve dilin oluşturduğu düşünce biçimi ile şekilleniyor ise
dil ve düşüncenin bağıntısı olan anlama dikkat etmelidir. Özellikle şiir
ve dil sanatı sayılan diğer yazınsal sanatlar, anlamı ve işlevini ayrıntılı ele
almalıdır. Postmodern sanat anlayışı ve yenidünya algısı, sanatta anlama başka
bir gözle baksa da biz dil sanatlarında anlam konusunu ayrıntılı düşünmek
zorundayız. Şiir açısından düşündüğümüzde, anlam belli bir temele oturmadan
şiirde ses, anlatım, çağrışım, coşum ve estetik katmanlarını oluşturma olanağımız
bulunmadığını görebiliriz.
Şiirin gerçekle ve alamla işi yoktur, maksadı bu değildir; doğrudur.
Anlamın yönelttiği, ürettiği ve çoğalttığı imgelerle işi vardır; bu demektir ki
amaç yine anlamdır. Yani imgenin yaratılması için imgelem, imgelemin doğumu için
anlam temel esastır. Şiirde gerçeklik, düş ve tasarım dünyasının bulguladığı
somut veya soyut sonuçların yansımasıdır. Bu sonuçlar, nesnel olarak var olmak
zorunda değildir; zihinde tasarımlanabilmesi ve bir anlam yüklenebilmesi
yeterlidir. Şiir ne yalnızca gerçek üstünde var olabilir ne de yalnızca dış
gerçeklikle var olabilir. Somut, soyut, sanal, gerçek ve gerçeküstü tüm
kavramların anlamsal açılımı ile birbirini üreten, birbirine bağımlı bir
döngüden doğurulabilen bir sanattır. Bu kavramların bir kısmı nesnel, bir kısmı
duygu ve aklın gücüyle kurgulanabilen, tasarlanabilen, nesnelleştirilen
sonuçlardır. Aynı zamanda aklın evrimsel gelişimi ile ilgili bir süreçtir;
sanatta her şey duygu, akıl gücü ve imgelem yeteneğine bağlıdır. Daha doğrusu,
her şey üzerine yüklediğimiz anlam üzerinden nesnelliğe, sanat özelliğine veya
şiire kavuşur.
Bu kitapta anlam katmanına farklı bir açıdan yaklaşmak istiyorum. Şiirin
nesnel ve duyusal her iki yüzünü; yedi varlık katmanının doğurduğu düşünsel ve
duyusal tüm olgu ve olayları; bir düzlemde ele almalıyız. Örneğin değinmece
anlamı şu, gerçek anlamı bu diye bir açıklama, şiirin dilsel özelliğine
değinmek dışında şiirsel açıdan bizi bir sonuca götürmez.
Şiirde anlam
katmanını, ozanın bilerek ya da bilmeden yarattığı, okurun şiir iletileri ile
yaşamsal izlerinden ulaştığı ve şiirsel düzlemde sessel, görüntüsel,
çağrışımsal, coşumsal tüm olguların ürettiği okunabilir anlamsal varlıklar
olarak düşünmeliyiz. Eğer şiiri hem dilsel hem de
sanatsal açıdan düşünürsek şiirin anlam katmanını, şairin düş dünyasından
okurun şiirde karşılık bulduğu yaşamsal izlerine kadar şiirsel sürecin etki,
tepki ve iletilerini bir bütün olarak ele almalıyız. Çünkü şiir, yalnızca söz varlıklarından doğan anlamla yetinmez; şiirin
sessel, anlamsal, anlatımsal, çağrışımsal ve coşumsal olanaklarıyla okur ve
dinleyici üzerinde kurduğu, aynı zamanda okurun belleğiyle şekil aldığı başka
bir dünya vardır. İşte bu dünyayı açıklayabilmek için anlam katmanını
bugüne kadar hiç ele alınmadığı biçimde ele alacağım. Anlam katmanını bu
şekilde ele alışım, varsayıma ya da tahmine dayanan bir durum değildir. Şair, şiir, ortam ve okur dörtlüsünün
birbiri arasındaki etki, tepki ve dönüşümle duyusal ve düşünsel olarak
oluşturduğu anlamsal düzlemin sanat ve şiirsel metinlerde gerçekte var ve
tanımlanabilir olmasıdır.
Ele aldığım biçimiyle anlam katmanının anlatımı ve anlaşılması zordur,
farkındayım. Dil sanatlarını anlayabilmek, anlam katmanının kapsamı ve uzamının
tam çözümlenebilmesine bağlıdır. Şiir, ilk bakışta güzel ya da değil şeklinde bir
yargıya varılsa da onların iç dünyası; oldukça kocaman, karmaşık ve çok
boyutludur. Bu nedenle konuya daha ayrıntılı ve sıra dışı bir bakış geliştirmek
gerekiyor.
Şiirde anlam katmanını, yalnızca anlambilimin konusu olan sözcük ve söz
öbeklerinin anlam açılımı[13] ve
yönelimi açısından ele almamak gerektiğini bir kez daha söylemeliyim. Bir şiirin,
bütünselliği ele alınarak anlam örgüsünü ve bu anlamın sanatsal özelliğe doğru
evrilişini ele almalıyız. Söz ve söz öbeklerinin gerçek, değişmece vb. gibi
anlam açılımları ve buna ilişkin incelemeler önemli ve bilimsel çalışmalardır;
ancak şiir gibi bir yapıtın sanatsal özelliklerini ortaya koymak için yeterli
olmayacağını düşünüyorum. Ayrıca anlambilimin ortaya koyduğu kavram ve
incelemeler, dil sanatlarına ilişkin tüm metinlerin çözümü ve gelişimi için
temel çalışmalardır. Şiirin anlam katmanını incelerken anlambilimin tartışmalı
veya tartışmasız ortaya koyduğu bütün verileri temel alıyorum, ancak dil ve
anlam incelemelerini salt kendi bağlamında ele alırsak şiirin sanatsal
özelliğinin açığa çıkarılmasında yetersiz kalır. Şiir, dilde kural tanımaz,
anlamda örtük davranır, çağrıştırma, coşturma, sezdirme ve çokanlamlılık gibi
tutumlarıyla daha ayrıntılı ele almayı gerektirir. En önemlisi de şiir,
varlıksal (ontik) bir bütündür ve şiirdeki bu bütünlük, yüce ve estetik değeri
duyulur kılar. Bu durum ise anlam
konusunda şiire ve diğer dil sanatlarına, farklı bir açıdan yaklaşmayı gerekli
kılar. İşte bu nedenlerle şiirde anlam uzamını ve anlam çerçevesini oldukça
geniş ele almak zorundayız.
Şiiri, ortaya konmuş bilgi ve incelemelerden yararlanarak katmanlara
ayırdığımızda, en önemli katmanı, anlam
katmanı oluşturur diye düşünüyorum. Roman İngarten, "Bir yazınsal eserde anlam erek
değildir; ancak betiği üst anlam katmanlarına taşımak için vazgeçilmez en
önemli araçtır" der. Roman İngarten’in söylemini mantıklı ve altı dolu
bir inceleme olarak ele alırsak anlam katmanı, anlamın doğurduğu üst ve alt anlam tabakalarıyla birlikte ele
alınmalıdır. Biraz daha açmak gerekirse şiirdeki gerçek yapının arkasında,
rasyonel olmayan duyusal varlık alanı anlamın doğurduğu en önemli katmandır.
Gerçek yapı ile gerçek olmayan varlık alanının ilişkisinden doğan görüntü,
diğer söyleyişle insan duyularını hazza taşıyan irreal alan, estetiğin tanımı
içinde de yer bulur. Dil sanatlarının en önemli ereği, insanın algı ve ilgi
alanına daha etkin seslenmek, bu alanı kuşatmak ve duyusal olarak da onu
harekete geçirmektir. Diğer sanat dallarına göre şiirdeki anlamın önemi;
insanın algı ve ilgi alanı ile duyularını tetiklemesi ve taşıdığı duygu
değerinin etkisine bağlı olmasıdır. Şiirde var olan bu olanaklara bir de ses
katmanı eklenir. Bir fotoğraf karesiyle çok şey anlatabilirsiniz, bir heykel
ile bir çağı özetleyebilirsiniz, beğeniyi arzu edilen biçimde
tetikleyebilirsiniz. Ne var ki dil sanatlarında bu işi ses, sözcük ve onun
duyusal-anlamsal yapılarına dayanarak yapmak zorundasınız.
Anlam katmanı; kendi özgül koşulları, dil gerekleri, özellikleri ve
ögeleri ile ele alınıp tartışılması gereken temel bir konudur. Bu metinde ele aldığım asıl konu,
şiirsel veya sanatsal bir eserde anlamın üretilmesi, oluşumu ve anlamın sanata
yönelik eylemsel sürecinin nasıl şekillendiğidir. Anlamın incelenmesinde
elde edilecek sonuçlar, şiir çözümlemesi, eleştiri ve dil sanatlarına önemli
katkı sağlayabilir. Ayrıca anlam konusunu anlambilim açısından incelemek, şiiri
yalnızca dilsel açıdan incelemek olur ki amacımıza uymaz. Asıl amacımız, şiirsel,
sanatsal ve estetik değeri ortaya çıkarmaktır.
Şiirde, anlam katmanı kendi içinde diğer tabakaları barındırır. Örneğin,
ilk bakışta gerçek anlam oluşur, gerçek anlam tabakası ile sezdirilen anlam
tabakasının toplamından doğan üst anlam belirir. İşte üst anlam, insanın içselleştirmiş olduğu tüm kültür varlıkları ile
sahip olabildiği yaşamsal değer ve görüngülerin toplamından doğan algı, anlama,
düşünme ve duygu etkinliğinin toplam sonucudur. Bu nedenle şiirde asıl
ulaşılması gereken hedef, üst anlamın okuyucuyu nereye, ne kadar güçlü duyusal
hazza ve hangi derinliğe taşıyacağı konusudur. Ayrıca şiir, gerçek ve üst anlam
dışında yani göründüğü ve algılattığı hedefin dışında götürülmeyi ve keşfi
gerektiren bir alana daha sahiptir. Bu alan, şairin yönlendirmesi ve yaratımı
ile veya okurun dünya algısından çağrıştırması ile oluşan anlam tabakasıdır.
Ben bu anlam tabakasına, “Rastlantısal Anlam Tabakası” diyorum. Bu yeni
bir tanımlamadır. İleride ayrı bir tabaka olarak incelenecektir.
Özellikle soyut sanatın öngördüğü; yeni gerçeklik, yeni görüntü yönelimi,
nesneyi dış görünüşten soyundurma girişimi; ayrı bir dünya algısıdır. Bugünün
duyulabilir, duyumsanabilir, görülebilir dünyasının dışında, yeni bir gerçeklik
kurma girişimidir. Aklın evrimsel gelişimi, algının değişimi, zihnin başka bir
dünya yorumunu beraberinde getirir. Sonuçta, gerçeküstü ve soyut sanat bile
kendi bakışı ve kendi öngördüğü evren açısından bir anlam düzlemi üzerinde
hareket eder. Örneğin soyut sanatın nesne ve figürden uzaklaşması, yeni bir
anlam alanı üretmesi içindir. Gerçekliğin dışında, yeni bir gerçekliğin
yorumuna yönelmesidir. Nesneyi dış görünüşünden kurtararak yeni bir anlam
katmanına sürüklemesidir. İşte bu yüzden sanatta anlam katmanı; yeni açılım,
yorum ve keşiflere gebedir.
Bugün modern, postmodern ve çağdaş sanat anlayışı içerisinde "Şiirde
anlam aranmaz.", “Şiir geldi dizeye dayandı” gibi yorumlar vardır ve
bunlar, şiirde belirleyici olmuşlardır. Ne yazık ki modern ve postmodern sanat
anlayışının sıradan yorumu sonucunda, şiir sözcük yığını olma yolunda başarılı
bir şekilde sanat felsefesini içselleştirememiş büyük çoğunluğun şiir dilini
oluşturmuştur. Bu çıkarım sonucu şiir, ister istemez insan beklentileri, yaşam
felsefesi ile haz alma örüntüsünün dışına taşmasına neden olmuştur. Şiir dili,
kurulmuş gibi görünmesine karşın sığ bir noktada kendi kendini yineleyen kısır
ve anlamsız dizgeye dönüşmüştür. "Z" kuşağı diye adlandırdığımız genç
kuşak, farklı ve farkındalık yaratan zihinsel gizilgüce sahiptir. Diğer
taraftan şiirsel duyarlılığa sahip insanımız da göz ardı edilmiştir. Şair, adı
belli olmak adına, sesin doğurduğu anlam ile anlamın doğurduğu imge derinliğini
hiçe sayarak dil oyunlarına kapılmış ve farkındalığa sahip genç kuşağın
zihinsel gücü ve beğenisinin gerisinde kalmıştır. Çağcıl bilince sahip bugünün
gençleri, dizgeyi tamamlamayan parça bölük sözcük öbekleri üzerine kurulmuş bir
şiire tepkilidir. Özellikle gençler olmak üzere insanımızın; duygusunu,
algısını, aklını ve mantığını titretmeyen şiir anlayışını uzaktan izlemesi; tepkili
davranması ve küçük tebessümlerle karşılaması; anormal bir tavır değildir.
Günümüz genci, özgürlük ve birey olma bilincini
kazanmış; değer yargıları ve algıları bütünlük kazanmıştır. Bilgi ve
teknolojinin sağladığı olanaklarla insana ve dünyaya bakışında özgüveni geçmişe
oranla oldukça yüksektir. Özgüveni yüksek
gencin önüne konan şiirde; yönlendirme, öğretme ya da dikte etme duygusu doğurulmamalıdır.
Ayrıca sığ ve sıradan söz bukleleriyle şiir diye karşılarına çıkılmamalıdır.
Şairin ilk işi şiirini şiir gibi yazmak, ikincil işi şiirinin iletileriyle
insanı kavramaktır. Şiirin işi ise sevme duygusunu güçlendirmektir. Sanatsal
içerik her ne kadar öğretme ve dikte ettirmeyi dışlıyor olsa da biz toplum
olarak bu konulara kültürel algımız ve iyi niyetimiz gereği eğilimliyiz.
Anlam, tümdengelim mantığı ile
oluşur. “Şiir sözcüklerle yazılır.” çıkarımı, düşünsel sistemin tümevarım
yaklaşımı ile oluştuğu varsayımına dayanır. Oysa beynimizde anlam öbeği, genel
bir görüntü şeklindedir. Görüntü bütünlüğünde tasarlanmış anlama karşılık gelen
sözcükleri/göstergeyi seçer ve kullanırız. Şiir yazarken sözcükten anlama
varılamaz. İnsan beyni, ulaşabildiği kültür varlıklarını, görüntü, bilgi ve
bilgiler arası bağları, belleğinde (bilinçaltı ve bilincinde) depolar. Söze
taşımak istediği konuyu, önceden depolamış olduğu sanal ya da gerçek görüntüyü
ve bilgiyi bir bütün olarak çağırır. Bilgisayar teknolojisinde olduğu gibi
klasör, dosya ve bilgi deposunu tek tek çağırıp işleme mantığı güdülemez. Beyin,
işlenecek verileri tek tek çağırmaz, bütün olarak çağırır ve seçimi bilinçli
yapar. Söze taşımak istediğimiz anlam, bir bütün olarak, bütün ayrıntıları ve
görüntüleriyle beynimizde işlem görür, özel görüntüye dönüşür ve görüntüyü
parçalara bölerek istediğimiz kısmını alıp söze dökeriz; Aldığımız görüntü yalnızca
bir gösteren/sözcük olmaz. Sözcüğün, temsil alanı önümüze gelir. Öreğin, “ağaç”
sözcüğünü kullanmak istediğimizde bile ağacın rengi, yeri, özellikleri, türü,
dal yapısı, yaşamınızdaki ağaçla ilgili tüm izler vs. beraberinde çağırılmış
olur.
Tersinden bakarsak sözcükten anlama ulaşmak, dil ve düşün çalışma ilkeleri
açısından çok sınırlı bir alan olarak belirir ki bu sınırlı anlam alanıyla dize
yazma olanağı doğmaz kanısındayım. Sözcükten yola çıkarak şiir yazmaya kalkmak,
samanlıkta iğne aramaya benzer. Her ne kadar ben kendi bulgularımı ve yorumumu
ortaya koymuşsam da bu konu bilimsel olarak incelemeye açık ve araştırmaya gereksinimi
olan konudur.
Şiir yazınında iyi bilgi olduğu varsayılan pek çok konu, verili
olanlardan oluşur ve kalıp doğrular olarak ortalarda dolaşır. Ortaya atılmış ve
düz bir zekânın bile altını dolduramayacağı modaya dönüştürülmüş kalıplardır. Bunlar;
sanat severlerin kendi sanat felsefesini, yenidünya görüşünü ve özgün şiirini
kurma çabasını, olumsuz etkilerler. Türk şairi, yenilikçi ve devrimci söylemine
karşın çoğunlukla öğrenilmiş kalıplar içinde yürür. Şiirin; profesyonel
eğitimi, sağlıklı yön belirleyici ölçütleri ve bilimsel incelemesi yoktur; usta
çırak usulü ağır aksak bir bilgi aktarımı söz konusudur. Ayrıca şiiri; hem
sanatsal hem dilsel hem de anlamsal açıdan incelemek için, dil ve yazın bilimi
ile onların alt dallarının yeterli olacağını düşünmüyorum. Böyle olunca şiirsel
yaklaşımlarda ister istemez bir başkasından etkilenmeyi, bir başkasının doğru
kabul ettiğini kabul etme zorunluluğunu ve yanlışı yanlışla doğrulama eğilimini
görüyoruz. Sonuçta, varoluş ve evren ile insan arasındaki duygusal
örgütlenmenin önündeki kadim önyargıları kırmak zorlaşıyor. Sanat, reelin
arkasındaki irrealitenin, sınırı olmayan bir düş yeteneğinin, ölçütü olmayan
bilgi birikiminin özgün ve öznel yansısı olmalıdır. O zaman estetik, sanatsal
ve geleceği de tasarımlayan değer olma özelliğini kazanır. Kısaca söylemek
gerekirse sanatı ve şiiri, sanatçının
imgelem gücü ve zenginliği yaratır; onun imgelem gücü ve zenginliği, duyusal ve
düşünsel sürecin bilgi bütünlüğü ile olasıdır. Yani imgelemi doğuran
kaynak, duyusal, duygusal, sosyal ve bilimsel işlenebilir bilgidir. Bilgi olmadan, bilinç yerli yerine oturmadan, sezme ve güçlü görme
olasılığı hemen hemen yoktur. Düşlem sınırları zayıftır, bununla birlikte
sanatta yaratıcılık ve sıra dışılık yalnızca renkli bir düş olarak kalır.
Anlam
katmanında Sürrealizm (gerçeküstücülük) akımına değinmek gerekir.
Sürrealizm (Gerçeküstücülük), sanatın tüm
boyutlarına sızan, büyük yenilik ve asimetrik düşün dizgesinin önünü açan
önemli bir sanat yaklaşımıdır. Bugünkü gerçeküstü eserlere baktığımızda, bu
akımın önemli bir sanat anlayışı olduğu ve bugün de etkinliğini güçlenerek
sürdürdüğünü söyleyebiliriz. Anlık ve istenç dışı düşün yönteminden çıkış ile
asimetrik düşünme ya da düşün açısını değiştirmek tanımıyla kısmen
karşılanabilecek yeni bir sanatsal teknik yaratmıştır. Bana göre sanata ve
sanatsal kavramlara bakış açısına yeni bir boyut getirmiştir. Ne var ki pek çok
sanat düşünürü gerçeküstücülüğü; yatay bir düşün dizgesi, bilinçaltının zengin deposu ve dürtüsüne göre şekil aldığını söylerler.
Bu akımın; uygulama, anlatım ve çizim tekniği içselleştikçe; aklı sarstıkça, haz
duygusunu doyurdukça; akla geldiği gibi yapılan, yazılan, çizilen ve salt
bilinçaltının doğurduğu bir sonuç olmadığını anlıyoruz. Daha doğrusu bugün
ortaya konmuş gerçeküstü yapıtların, ayaküstü bir mantığın ve imgelem gücünün
üretebileceği şeyler olmadığını söyleyebiliriz.
Gerçeküstücülük; birikim, yoğun bilgi bütünlüğü ve bu bilgi bütünlüğünü
simetrik/asimetrik kullanabilen zihinlerin sanat yapıtı üretebileceği bir
yolculuktur. Akımın bildirilerinde (manifesto) söylendiği gibi bilinçaltından
çağırdığını çağrışım mantığına göre anlık yazmak, aklına geldiği gibi çizmek ya
da rastlantısal bir sonuca ulaşmak olmadığını, ortaya çıkan yapıtların derin
yapılarından anlıyoruz. Bunu, bilinçaltına ve bilince oturmuş zihinsel
bütünlüğün doğurduğu karmaşık çözümlerin görüntüye dönüştürülmesi, kişisel
izlerin farklı bir bakış açısından yansıtılması, ruhsal dünyanın ve yaşamın
mühendislik olarak objeye dönüştürülmesi olarak düşünüyorum. Yaratıcılık,
incelik, bilgelik ve yüksek zekâ gerektiren bir teknik olduğunu delile gerek
duymadan söyleyebiliriz. Sanatçının; güçlü bilgi bütünlüğü, tasarımsal
yeteneği, yaratıcı zekâsı ve bilimsel altyapısı olmasını gerektirir. Ayrıca
gerçeküstücülüğün bildirilerinde mantığın ve aklın geri planda tutulduğu
söylenir. Söylenenin tam tersine gerçeküstü sanat; temelde sağlam bilgi,
duyusal yeti, sezi, akıl ve güçlü mantığın varlığından doğacak bir alan
olabileceğini düşünüyorum. Kaldı ki mantık dizgesini kırmak, zekâ gerektiren,
yaratıcı yaklaşım ve ayrıksı düşünme/yorum gerektiren bir şeydir.
Gerçeküstücülüğün dayandığı uzayı, hem resim sanatında hem de şiirde
deneyimlemiş birisi olarak bunları rahatlıkla söyleyebiliyorum.
Bilinçaltı bir vahadır; bilginin büyük kısmını içerir. Çoğu kaynakta
yüzde doksan beşinin saklandığı söylenir. Buna sözümüz yoktur, ancak beynin
çalışma sistemini biraz olsun biliyorsak, anlık çıkarım ve mantığı geri plana
itmekle böylesi güzel yapıtların ortaya konabileceği inandırıcı gelmiyor.
Bilinçaltındaki bilgilerin bilince taşınması, bilincin sağlam temellere
oturmasını gerektirir. Duygu, bilinç, bilinçaltı, donanımlı bellek, zihin,
zekâ, mantık ve bunların toplamı; örgütlü akıl demektir. Sanat yapmak,
imgelemin nesneye dönüştürülmesine yani bilginin teknolojiye dönüştürülmesine
benzer; bununla eşdeğer bir işlemdir. Örgütlü akıl gerektirir. Bu işlem için
bilgi; ister bilinçaltında olsun ister bilinçte hazır olsun onu, imgeye
dönüştürmek için bilincin ve üst bilincin mutlaka devreye girmesini gerektirir.
Albert Camus, her ne kadar gerçeküstücülük için, “Sürrealist eserlere
lojik ve reel kategorilerle yaklaşmak onları anlayamamak gibi bir sonuç
yaratır.” dese de bugün, Camus’un söyleminin çok yerinde olmadığını
anlayabiliyoruz. Bu akımın ileri sürdüğü akıldışı alan; duyular üstü alan;
bugünün insanı tarafından zihinde tasarımlanabilir duruma dönüşmüştür. Sanal
gerçekliğin getirdiği olanaklar, algı dünyasında somut, görülebilir,
işitilebilir ve duyumsanabilir (en azından sayısal teknolojiyle) bir yenidünya
yaratmıştır. Olamaz, varılamaz, edilemez, akıl ötesi ve gerçeküstü dediğimiz
pek çok olayın, yeni gelişmelerle gerçeklik kazandığını veya gerçekleşme
gizilgücü taşıdığını söyleyebiliriz.
Şiir açısından düşündüğümüzde gerçeküstücülük, bütün sanatlarda olduğu
gibi şiir diline de çok geniş bir anlam ve anlatım olanağı sunmuştur. Şiir
dünyasına farklı bir boyut ve sınırsız bir uzay derinliği yaratmıştır. Kısaca
söylemek gerekirse şiire sınırsız ve koşulsuz yeni bir devinim ve anlam alanı
kazandırmıştır. Nasıl, diye soracaksınız. Şuna benzetebiliriz gerçeküstücülüğü:
Nasıl matematik yaşamın tüm alanlarında varsa, gerçeküstü imge de sanatın tüm
alanlarında var olabilme genelliğine sahiptir. Sanat düşünürleri, yapıtın
varlık katmanlarını nesnel ve duyu üstü alan diye ikiye ayırırlar. Bu tanıma
dayanarak yapıtı oluşturan toplam iki yapıdan söz ederler. Bir anlamda gerçek
ve gerçeküstü yapının toplamı bir sanat eserini oluşturur. Örneğin şiir dili,
nesnel dünyayla bütünleşmiş gerçeküstü söylemler dizgesiyle günlük dilden
ayrılır. Bilindiği gibi sanatın en önemli özelliği; algıyı uyarmak, anlamayı
güçlendirmek, düşünmeyi derinleştirmek, duyuları ve duyguyu ayartmaktır.
Kısacası zihni sarsmak ve duyguyu istenen kıvama taşıyarak, alımlama ve
düşünmeyi daha etkin kılıp estetik beğeniyi sağlamaktır.
Şiir bir düşün sanatıdır; düşüncenin, dili ivmesi ve dil kullanım
ayrıntılarına girmesiyle gerçeklik kazanır. Gerçeküstücülüğün şiire
kazandırdığı anlam ve anlatım olanakları, bugünün şairi tarafından
genişletilmelidir, derinleştirilmelidir. Çünkü bu alan, aklı ve mantık
dizgesini sarsıcı bir anlam alanıdır. Daha önce değindiğim gibi,
gerçeküstücülük, yeni bir düşün uzayının önünü açmış ve sınırsız bir alanın
kapılarını aralamaya yöneltmiştir. Eserden çok şairin düşüncesinin sınırını
genişletme yolunu göstermiştir.
“Şiir, yaratıcılığın ekseninde yer alan bir sanat dalıdır.” Düşünmenin
sınırlarını zorlayıcı ve imgelemi daha çekici somutlaştırma tekniğidir.
Yaratıcılığa, bunun yanında düşüncenin sınırlarını zorlanmaya yönelten dilsel
esnekliktir. Gerçeküstücülük, şiirdeki anlam, anlatım ve çağrışım katmanlarına
yüksek düzeyde katkı sağlayan sınırsız bir uzaydır.
Üretilen bilgi, teknoloji, kültür varlıkları, doğa, sosyal ve insan
bilimleri, gerçeküstü diye adlandırılan alanı derinleştirme ve bu alana yeni
bir boyut kazandırma yetkinliğindedir. Başka bir söylemle bugünün şairi,
düşüncenin sınırlarını kırıp; evren, insan ve yaşam ile aralarındaki ilişkiye
daha farkındalıklı bir anlam kazandırma; bunları nesnel dünya ile bütünleştirme
yeteneğine sahiptir.
Gerçeküstü dünya insan tasarımıdır; yani düşüncenin ürettiği bir
evrendir. Sınırlarını göremediği ve doğa bilimlerince açıklanamadığı için,
insanoğlu bu alanın içine girmekten çekinmektedir. Aslında gerçeküstü dünya,
matematik ve sanal dünya dediğimiz alandan farklı bir şey değildir. Matematik,
insan tasarımı sanal bir kurgudur. İnsan, kendisinin bunu algılayabilmesi ve
anlayabilmesi için doğada karşılığı olan sayı, çizgi ve uzamla
bütünleştirmiştir. Dil, düşüncenin
nesnel karşılığıdır; öyleyse biz gerçeküstü dünyayı şiir, resim, sinema gibi
sanat diliyle daha farkındalıklı olarak nesnel hale dönüştürebiliriz. Bu,
günümüz bilgisiyle zor değildir. Gelişigüzel ve saçma olduğunu düşüneceğimiz
sonuçlara yönelse bile nesnel dünya ile daha yakın ilişki içinde olabilecek bir
durumdur.
Bir anlamda gerçeküstü dünyayı nesnel dünya ile bütünleştirerek sarsıcı
biçimde ortaya koymak; dilde esneklik, kıvraklık ve anlam derinliği sağlar.
Sanal dünya, nesnel dünya ve yaşam ilişkilerini bir şiire giydirmek, derinlik, farkındalık, dil kullanım becerisi ve
yaratıcılık gerektirir. Daha doğrusu imgelemin anlaşılabilir/tanımlanabilir
imgeye dönüştürülmesi, nesnellikle mantıki bir düzlemde buluşmak demektir.
Şiirde gerçeküstü anlatım, okurda nesnellik kazanacak biçimde olmalı ve onun
bilincini altüst edecek bir anlatıma sahip olmalıdır. Nesnel ve gerçek yaşam
ile ilişkilendirilmesi şiir gibi anlatım sanatlarında daha kolaydır. Çünkü şiir
dili; uzam, zaman ve kuralları kırabilme esnekliği olan, aynı zamanda bunları
kırarken hem çekici hem de anlam derinliği oluşturan bir anlatım tekniğidir.
Örneğin;
(…)
Her hırçın martıya el
sürmek
Sanrılı boşluğa mavi türkü söylemek
Kaygılar sürüklemek umarsız sahile
Bir çelme atmak huysuzluğuna denizin
Benim işim.[14]
(…)
Daha
anlaşılır olması açısından bir de resim sanatından örnek verelim: Salvador
Dali'nin "Kelebekler ile Tekne" tablosu vardır. Gerçeküstü bir
tablodur. Kelebekler, yelkenlerin yerine teknenin hareketini sağalıyorlar. Hem
suda hem de karada kelebeklerin kanat gücüyle teknenin yüzebileceğini anlatıyor
tablo. Doğa üstü bir eylem görüntüsünde ve farkındalık yaratacak biçimdedir.
Aslında doğa bilimlerine uyumlu bir görseldir. Dali bu eseri, 20. yüzyılın ilk
yarısında yapmıştır. Bu resim, bugün savunma sanayiinde kullanılan Hover Kraft[15]
teknolojisinin temel çalışma ve hareket ilkesini bire bir tanımlayan bir
tablodur. “Kelebekler ile Tekne” tablosu ile Hover Kraft teknolojisi
karşılaştırıldığında, imgelem, renk, düşünce ve dünya algısından dökülmüş
geleceği de kucaklayan büyük bir yapıt olduğunu anlarız. Böyle bir yapıt; basit
bilgilerle, mantık dışı çıkarımlarla, aklı geri plana itmekle, anlık fırça
sallamakla yaratılacak bir yapıt değildir. Doğa bilimlerine dayanan yüksek bir
imgelem gücü, böyle bir tabloyu çizebilir. Şuna dikkatinizi çekmek istiyorum:
Tablo Dali tarafından yapıldığında, Hover Kraft teknolojisi henüz icat
edilmemişti. Bu örnekten yola çıkarak gerçeküstü şiir; gerçek anlamda
yaratıcılık, birikim, donanım, örgütlü akıl ile düş gücü gerektirir. Gerçeküstü
sanat, bu bağlamda ele alınırsa sanatın gelişimine ve geleceğine önemli katkı
yapabiliriz. Ayrıca gerçeküstücülük, sarsıcı ve sezdirici bir çağrışım
tekniğini bünyesinde barındırır.
Sonuç
olarak gerçeküstü dünya, insan düşüncesinde var olan ve tasarımlanabilen bir
duruma evrilmiştir. Sanatın her alanıyla iç içedir. Estetik tavır yaratma
konusunda son derece etkindir. Bilinçsiz, bilgisiz ve gerçeküstü şiirin ne
olduğu konusunda yetkin olmayan şairlerin yazdığı gerçeküstü şiirler örnek
oluşturmamalı ve konuya dar bir açıdan bakmamalıyız. Yunus Emre, Cemal Süreya,
Ece Ayhan gibi pek çok şairimizin gerçeküstücülüğe yaslanmış başarılı yapıtları
vardır. Gerçeküstü şiir, örgütlü ve gelişkin akıl tarafından yazılabilecek bir
tekniktir. Algıyı uyarmak, anlaşılabilir olmak ve mantık dizgesini kırabilmek
için nesnel dünya ile bütünlük kazandırılması gereken bir durumdur. Bana göre,
gelecekte gerçekleşmesi beklenen olay ve olguların bugünden dillendirilmesidir.
Söylendiği gibi toplumdan kopmuş veya toplum gerçekleriyle örtüşmeyen bir durum
değildir. Tam tersi; gelecekle bugünü, olanla olması gerekeni, insanla yaşam
ilişkilerini, doğanın kendisiyle hesaplaşmasını, nesneyle ilişkilerini ve onun
uzamını daha farkındalıklı anlatma yöntemidir. Kısacası donanımlı insan, zengin
ve güçlü imgelem işidir. Özeti ise örgütlü akıl işidir; doğa, sosyal ve insan
bilimlerinden beslenmek zorundadır.
Lyotard,
dil ve metin konusunda “Yazarın metni
nasıl anlamlandırdığı değil, okurun nasıl anlamlandırdığı önemlidir; bir bakıma
metnin nasıl iletildiği ve etkileşiminin ne olduğu önemlidir” der. Bu yorum
ve incelemelerinden hareketle, bir şiiri anlamlandırmada, okuyanın duyuları,
deneyimleri, arzuları, cinsellik algısı, dünya görüşü kısacası önemseme
derecesine bağlı keyfiliği önem kazanır. Anlamlandırma sürecini kendi
deneyimlerimizde de test edebileceğimizi ve bir yargıya varabileceğimizi
söyleyebiliriz. Öyleyse şiir, anlam kurgusu ve estetik değeri ile okurun bu
keyfiliğine biraz çekidüzen vermelidir diye düşünüyorum. Bunun yanında,
anlamlandırma okurun keyfiliğine bağlıysa okuyucuyu yönlendirmek ve onun
kanatlarını kullanabilmesi için bir anlam uzayına taşınması da şairin
şairliğine bağlı olmalıdır.
Çoğu eleştirmen ve sanatçı; kültür endüstrisinin dikte ettirdiği
öğrenilmiş, zorunlu kılınmış veya moda hâline dönüştürülmüş formlara uygun
davranmak zorunda kalmaktadır. Daha açık söylemek gerekirse bunlar, batı
kaynaklı referans ve popüler insanların söylemine aşırı güven duyarlar. Düşünme
ve yorum konusunda dış kaynaklı bilgilere yaslanırlar, kendi bilgisi ve kültür
altyapısına güvenemezler. Bu ve buna benzer nedenlerle düşünsel dünyasında,
sanatsal yetkinlik yaratamıyor ve herhangi bir sanat alanında özgün
olamıyorlar.
Şiirde anlamın dışlanması, postmodern anlayışın iyi bir sonucu gibi
algılanır olması, kültür endüstrisinin dayattığı talihsiz bir sonuçtur. Şiirin
ağırlığı ve işlevi, farkında olmadan bir boşluğa doğru itilmektedir. Şiirin
veya sanatın, olması gereken değeri kazanamamasının temel nedenlerinden birinin
anlam katmanını hak ettiği yere koymakta akıl tutulması yaşadığımızı kabul
edenlerdenim. İşte bu nedenle şiirde anlam; çağrışımın, imgenin, coşumun,
anlatımın ve güzelduyunun oluşmasında ilk ve vazgeçilemez basamaktır. Buna,
resim, karikatür ve müzik gibi özel dil kullanan sanat alanlarını da ekleyebiliriz.
Anlamın, anlatımı doğurduğu kadar, anlatımın da anlamı doğurduğunun altını
çizmeliyiz. Çünkü dil sanatları, anlam ve anlatım üzerinden ergenliğe ve
olgunluğa ulaşır.
Şiirin anlamsal bütünlük oluşturmaya uzak durması nedeniyle; okur ve şiir
sever sayısı gün geçtikçe azalmaktadır. Dile bağımlı sanatlar; iletişimi, bağı
ve bütünlüğü anlam üzerinden kurar; çağrışım, coşum, estetik gibi değerleri anlamın
gücünden alır; haz duyulur, duyu ve algıda etkileşim yaratabilir olur. Örneğin
şiirde ses katmanı tek başına bir etki gücü olmasına karşın aynı zamanda anlamı
da yönlendirir. Bu belirlemelerden anlaşılıyor ki anlam, göz ardı edilecek,
hafife alınacak bir katman değildir.
Şiirin sessel, anlamsal ve coşumsal işlevinin bilinçsizlikten öte kasıtlı
olarak şiirin elinden alındığı kanısına vardığımı söylemiştim. Bu konuyu biraz
açmakta yarar görüyorum. Anlamın gücü imge ile perçinlenir, imgeler ise okurda
yeni imgeleme yönelir. Çağrışım ve coşum, anlama dayalı duygu yükünü üzerine
alarak estetik yargıyı güçlendirir. Çoğu şiir yazıları ve çoğu şair, imgesiz
iyi şiir yazılamayacağı konusunda birleşirler. İmge anlamın gücü ve derinliği
ile doğru orantılıdır. Coşum da ses ve anlamın açığa çıkardığı duygu yükü ile
doğru orantılıdır. Anlam gücü, şiirin elinden alındığında, coşum, çağrışım
katmanları arzu edilen etkide oluşturulamaz. Şimdi, şiirde anlamı göz ardı
etmekle, ses uyumunu göz ardı etmekle bunun sonucu coşumu göz ardı etmekle
nasıl bir şiir oluşturmaya çalışıyor olabiliriz? Çoğu şiir ve sanat yazıları,
felsefi ve bilimsel bilgi bütünlüğüne dayandırılmadan, kendi alanıyla ilgili
bilgi disiplinine dayanmaksızın parça bölük çıkarımlar üzerine kurgulanıyor.
Örneğin şiir bilgi içermez gibi yorumlara rastlarız. Şiirin ereği bilgi
değildir, bu doğrudur. Ancak, bilgisiz anlam, anlamsız anlatım, anlam ve
anlatımsız dize olmaz; böyle bir şeyin nesnel olarak olabilirliği yoktur.
Aslında buna benzer sorunların nedenini ben başka şekilde yorumluyorum.
Türk şiirinin bunalımı, özellikle modern sanat dönemi Batılı şairlerin şiire
ilişkin söylediği her sözü kuram gibi algılayıp uygulamaya çalışan ezberci
kişilerden kaynaklanmaktadır. Başka bir deyişle bu sorunlar, Türk şiirinde
kuram üretmek yerine başka dillere özgü çıkarımları mutlak doğru veya evrensel
değer gibi düşünüp ezbere uygulamaya çalışmanın getirisidir. Sanata, hangi
akım, hangi yaklaşım etken olursa olsun, dil sanatlarının kendine özgü uygulama
ve olmaz ise olmazları vardır. Bilgi çağında “Şiirde anlam aranmaz”, “Folklor
şiire düşman”, “Şiir tanımlanamaz” gibi maksadı aşan tümceler kurar ve bunlara
hâlâ itibar ederseniz, oturup düşünmeniz gerekir. Kendinize sormanız gerekir;
ben çağın ve şiirin neresindeyim, diye…
Anlam öyle bir üretkenliğe sahiptir ki diğer katmanlara zemin hazırlayıp
onları doğurduğu gibi kendi katmanını da çığ gibi büyüten bir döngüdür.
Özellikle dil sanatlarında, iletiler içindeki iletilerle duyusal ve gerçeküstü
alanı da harekete geçirir. Gerçeküstü alan, doğru açıdan yaklaşılırsa sınırı
olmayan yüce bir deryanın içine girmek gibidir; düş gücü ve bilgi sentezine
bağlı olarak sınırsız bir sanat düzlemi önümüzde duruyor demektir. Sanatta
gerçeküstü alanın tam anlaşılabilmesi için, insan zekâsının soyut tasarımları
tanımlayabiliyor ve zihninde çözümleyebilir olması gerekir. Gerçeküstü dünya,
aslında soyut algı ve sanal tasarım gücüne dayanır. Burada şu öneride
bulunabiliriz: Ne salt gerçeküstü ne de salt gerçeklik tek başına şiirde
estetik değeri istenen düzeyde yaratır bugün için. İkisi de orantılı ve iyi bir
anlatımla ortak kullanılmalıdır.
Her ne kadar “anlam”, “çağrışım” ve “anlatım” katmanlarını ayrı ayrı ele
almış olsam da daha önce söylediğim gibi şiirde yedi katman birbirinin varlık
nedenleridir. Anlam ve anlatım katmanını birbirine yönelir ve birbirini
doğurur. Örneğin, benzetme, bağdaştırma, imge, sapma gibi şiir dili teknikleri
anlatım katmanı içinde etkin olduğu kadar anlam katmanı içinde de benzer
etkinliğe sahiptir. Anlam ve anlatım katmanı içindeki etkin özellikler, aynı
zamanda çağrışım ve coşum katmanında da benzer etkinliğe sahiptir. Katmanları
ayrı ayrı ele almış olmamın nedeni, birbirinden ayrıştırabilir yönlerini ve
etkilerini sistematik olarak ortaya koymaktır. Bir anlamda şiiri ayakta tutan
iskeletin işlevlerini tanımlayarak şiirin derin yapısının anlaşılmasını
sağlamaktır.
Şiirde anlam, oldukça geniş bir alanı kaplar. Anlam katmanını incelemek
için, kendi içinde tabakalara ayrılmasının gerekli olduğunu görürüz. Tabakalara
ayırıp, bu tabakaların anlam açılımı ve anlamın ortaya çıkardığı alanları
açıklamaya çalışırsak daha anlaşılabilir olacaktır, diye düşünüyorum.
Şiirde anlam konusunu incelerken “şiirsel bütünlük” diye bir kavramdan söz
etmeliyiz. Bütünlük; yapıtın nesnel, duyusal ve anlamsal tutarlılığı ve
bağdaşıklığıdır; okuru üst anlama taşıyan yapıdır. Şiir yazılarında çok
dillendirilen ve “imge salatası” diye küçümsenen bir deyim vardır. Bu deyim,
şiirdeki imge gruplarının metin dilbilimi açısından anlamsal bütünlüğü, tutarlılığı
ve bağdaşıklığı karşılamıyor anlamında kullanıldığını düşünüyorum. Anlam ve onu
bütünleyen imge ve imgeler grubunun oluşturduğu toplam anlamsal görüntü,
şiirsel bütünlüğü sağlamalıdır. Ancak burada bir fark vardır: Şiirde ve diğer
sanat türlerinde, anlamsal bütünlüğü metin dilbiliminin öngördüğü bağdaşıklık
ve tutarlılık gibi terimlerle açıklamak zordur; bir ölçüttür ancak anlam ve
çağrışım kapsamını, daha geniş açıdan ele almayı gerektirir. Örneğin şiirde
anlamsal bütünlük doğurulmamış gibi görünse de çağrışım ve çoğul anlama yönelme
gibi şiir dili tekniklerini dikkate almak gerekir.
Anlambilimin ele aldığı gerçek anlam veya değinmece anlam gibi
tanımlamalar, sözcük ve onun bağlamları açısından bir incelemeyi kapsar; şiirin
bütünselliğini ele alamaz. Anlambilimin, yapıta hem dilsel hem de sanatsal
açıdan bir bütün olarak bakabilme yeteneği olmadığını düşünüyorum. Oysa burada
ele almamız gereken konu, şiirin metin bütünlüğü içerisinde toplam anlam
tabakaları ve bunların ereği olan yücelik, üst anlam ve estetik değer
varlığıdır. O zaman, şiirin sanatsal değerini açıklayabilmek için anlamın oluş
süreci ve tüm eylemlerini açıklamalıyız, diye düşünüyorum. Anlam katmanını bu
açıdan ele aldığımızda, diğer bir söylemle bir şiirin bütünlüğünden bir sonuca
yönelmek arzumuz olduğunda, anlambilim yaklaşımından farklı olarak bir açılıma
gitmeliyiz. Şiirde anlamı; anlambilimden farklı olarak, anlamın doğma, doğurma
süreci ve eylemselliğini üç tabakaya ayırarak incelemek daha doğru olur diye
düşünüyorum. Bunlar; Gerçek Anlam Tabakası, Rastlantısal Anlam Tabakası ve Üst Anlam Tabakası’dır. Gerçek anlam tabakası
anlambilimde zaten tanımlıdır; ancak burada kapsamı genişletilmiş olarak ele
almak gerekiyor. Rastlantısal anlam tabakası, yeni bir kavramdır; ileride
ayrıntılı olarak ele alacağım. Ayrıca yapıtın nihai ereğini bize açan üst anlam
tabakasını da sanatsal görünüm açısından değerlendirmeliyiz.
Özetlemek gerekirse, anlam katmanını temel aldığımız zaman anlambilimin
ilgi alanı, anlamın, sanatsal görünüşü açıklamaya yetmez. Şiir, sanat değeri
olan bir betiktir ve diğer katmanlara oranla sanatsal özelliği sağlayan başat
katman da anlam katmanıdır. Şiirin sanatsal yanını ve estetik tavrını ortaya
çıkarabilmek için şiirin anlam açılımını bütünsel ele almak gerekir; anlambilim
ise sözcük ve söz öbeklerini temel alır. Yani bir şiirin sanatsal yanını
çözümlemek için anlambilim yanında, sanat biliminin de devreye girmesi
gerektiğini öngörüyorum. İşte bu nedenle gerçek anlam tabakasını, anlambilimin
ilgi alanına göre inceleyeceğim. Diğer tabakaları ise sanat bilimi ve ilgili
disiplinlerden yararlanarak açıklamaya çalışacağım.
Gerçek anlam tabakası, şiirsel serüvende şairin ve okurun
kanatlarıdır; onları uçması için havalandırır ancak uçuşun süre, yön ve
irtifasını belirleyemez.
Gerçek Anlam Tabakası
Gerçek anlamın sınırlarını, anlambilimdeki tanımlamaların aksine, şiirde
daha geniş açıdan ele almamız gerekir. Şiirsel dil gereği dizedeki söz ve söz
öbekleri, en keskin biçimde bir duygu, olgu, olay veya kavramı anlatmaya
yönelmez. Ayrıca iki ve daha çok söz kaynaşmalarında anlam belirgin değildir,
söz kaynaşma biçimlerine göre anlamlandırılır. Yani gündelik dildeki
sözcüklerin şiirde kesin olmayan anlam alanları vardır. Şiir dilinde anlam,
belirtik değil; genelde örtük bir yapıdadır. Dizelerde kullanılan kavramlar ve
sözler, doğrudan bir gösteren olmaktan ziyade açık dokuludur. Şiirin arzu
edilen özelliği, anlam ve anlam öbeklerinin; çokanlamlı, çağrışımsal ve
coşumsal nitelik içermesidir. Bu
nedenle, anlambilimde tanımlanan; gerçek, yan, değişmece ve değinmece anlamı,
şiir dili açısından gerçek anlam tabakası sınırları içinde ele almalıyız, diye
değerlendiriyorum. Diğer bir söyleyişle gerçek anlamın uzamını daha
geniş tutmalı; söz ve söz öbeklerini, değinmece ve değişmece anlam açılımının
tamamını; gerçek anlam kapsamında değerlendirmeliyiz. Çünkü şiirin; sanatsal
özelliği ile çağrışım, coşum ve estetik değerinin açığa çıkarılabilmesi için
anlam bütünlüğünün öncelikle ortaya konması gerekir. Bu nedenle, gerçek anlam
tabakasını şiir dili veya sanat dili açısından ele aldığımızda, anlambilimin
bir metinde anlama ilişkin tanımlamalarının tamamına bu tabakada başvurmalıyız.
Gerçek anlam tabakasını açıklamak için, anlambilimin
öngördüğü tüm kavramları gerçek anlamın içinde çözümlemeliyiz; değinmece
anlamdan eylem aktarmalarına kadar. Gerçek anlam tabakasını
çözümleme maksadımız, şiirdeki söz ve söz öbeklerinin yöneldiği tüm anlamsal
açılımlar ile şiiri şiir yapan bütünsel anlamı, ortaya koymaya
çalışmaktır.
Şiiri okuduğumuzda ulaştığımız anlam; konu, olay, olgu veya bir duygunun
betimi gibi anlam grupları; gerçek anlamı oluşturur. Şiirden anladığımız toplam
anlamdır. Benzetmeden değinmeceye, bağdaştırmadan sapmaya kadar ulaştığımız
anlamdır.
Şiirin konusu ne dildir ne de kendisidir. Şiirin konusu insandır; amacı, duyarlılığı
yükselterek yaşam sevincini doğurmaktır. Dilin sanatsal değer kazanması, okurun
duyarlılığına dokunması ve onu kendi varlığı içinde eritmesine bağlıdır. Buna,
imgenin okurda imgelemi doğurması da diyebiliriz.
Şiirler ayrıntılı okunduğunda, iyi
elden çıkmışsa genellikle anlam derinliği vardır. Eksiltili anlatım
yapabilirsiniz, bazı imge ve sezdirmeleri okurun yorumuna bırakabilirsiniz veya
çok çeşitli çağrışım ve anlam gruplarına okuyucuyu yöneltmek isteyebilirsiniz.
Bunlar, şiir ve diğer dil sanatlarında kullanılan en gözde tekniklerdir.
Anlaşılır olmaktan kaçınmak için yapılan her zorlama şiiri yorar. Şiirde
kapalılık bir tekniktir, doğrudur. Kavranabilir ve anlaşılabilir olmanın dışına
çıkmak ise zorlamadır.
Şiirde “konu” dan söz ettim. Şiirde, konu olmaz izlek olur diye genel bir
kabul vardır. Herhangi bir metinde, konu olmadan bütünsel bir anlam üretilemez,
anlam olmadan imge doğurulamaz; coşum ve çağrışım var edilemez. Şiir yansımanın
gerçeği olsa bile, yansımanın gerçeği de bir olay veya olguya dayanmak
zorundadır. Dil sanatlarında, soyut anlatımın oranı yüksek olsa bile soyutlama
dil özellikleri gereği konuya, nesneye veya dekora giydirilmelidir. Anlatım,
bir konu veya konular bütününe dayandırılmaz ise şiirde anlam bütünlüğünü
sağlamak ve duygu değerini yansıtmak olası olmaz. Konu; anlam bütünlüğünü,
çağrışım, coşum gücünü kendi etrafında toplayan uzaydır. Veysel
Çolak’ın “Yansımanın Gerçeği” isimli kitabında öne sürdüğü, üzerine çok
gidilmemiş kuram sayılabilecek önemli bir çıkarım vardır. Özetle, Veysel Çolak “Şiir, gerçeğin yansıması değil; yansımanın
gerçeğidir.” der. İşte burada yansımanın gerçeği dediği durum, imgelem
dünyasının nesnel sonucudur. Yani düş dünyasının araçsallaştırılmış,
somutlaştırılmış, nesnelleştirilmiş görüntüsüdür.
Şiir, öykü gibi her şeyi açık açık söylemez; belli anlam ve görüntülerin
daha çarpıcı yansıtılması, çağrıştırılması, sezdirilmesi veya duyumsatılması
biçiminde kapalı ya da çokanlamlılığa yönelir. İmge, değişmece, sapma ve
bağdaştırma gibi teknikler ile anlam bütünlüğü içinde bir konu esas alınarak
önü arkası belirli bir metin oluşturulmalıdır. Anlık ve mantık dizgesine oturmayan
söz grupları ile metin oluşturmak zihinde bir yer bulma olanağına sahip
değildir. Şiir; derin, ön ve arka yapısı ile görünüşü olan ve zihindeki bu
görünüşüyle estetik değer yaratan bir metindir. Zihinde görünüşün
oluşturulması, yetkin bir anlam bütünlüğü ile sağlanabilir. Oradan buradan
çağırdığınız izlenim ve imge ile yapılan çağrışım, bir temele oturmayacağı gibi
akılda kalıcılık taşımaz, aynı zamanda duygu değeri taşımaz. Düz metinlerde
bağdaşıklık ve tutarlılık nasıl temel ölçütlerse, aynı ölçütler bir şiirde de
geçerlidir; ancak kendine özgü bir bütünlük içinde olmak koşulu ile. Kısaca
şöyle diyebiliriz. İmgelem, somut ya da
soyut bir olgu, olay veya konunun çevresinde şekillenen zihinsel etkinliktir.
İmgelemin var olduğu çerçeve, ne kadar daraltılırsa yapıtta biçimlenişi de o
kadar sığ olmaya adaydır. Bu nedenle imgelemin dayandığı kaynak, felsefi ve
çerçevesi geniş konu ya da konular bütünü olmak zorundadır.
Şiirdeki ses dengesi, anlam ve anlatımın yönlendirdiği izlenimler ile
duygulara kıvam verici bir alan açmalıdır. Sesin, duyguları hazırlayıcı bir
özelliği vardır; algı ve anlamayı kolaylaştırır. Aynı zamanda anlam ve anlatımı
güçlendirir; bunu gözden kaçırmamalıyız. Anlamsal bütünlüğü sağlamayan bir
şiiri okuduğunuz zaman metinle iletişime geçmekte zorlanıyorsanız ister istemez
zihin kendisini iletişime kapatacaktır.
Okur, öğrenilmesi zorunlu bilimsel metin ya da sürükleyici yazınsal metin
olmadığı sürece o metin ile iletişim kurmaktan kaçınmaktadır. Günümüz insanı
çoğunlukla bilgiye sahip olmak için çaba harcamadığı gibi zorunlu kalmadığı
sürece bilgiyi almaya karşı bir direnci vardır. Bu durum, çağın bilgi
yoğunluğunun doğal sonucudur. Kaldı ki şiir okumak, zorunluluk değildir; sevgi,
gönül ve beğeni işidir. Şiir, okuru kendine çekmelidir. İnsanla şiir arasında
bulunması gereken, ne yazık ki hep kopartılan ilişkinin niteliğini, burada
sorgulamak gerekir. Okurda estetik kaygı yaratmak ve duyusal dünyasına
dokunmak, şairin şairliği ile ilgili bir konudur. Yani okurun şiiri
sevmemesini, okurun omuzlarına yükleyemeyiz. Mantık, konuya bu açıdan
yaklaşmayı gerekli kılar. Vassily Kandinsky “Sanatta Manevilik Üstüne” adlı
kitabında “İzleyici de hedefinden yoksun
bırakılmış bir sanatta kendi hayatının hedefini bulamayıp daha yüce amaçlar
edinmiş olan sanatçıya gönül rahatlığı içinde sırtını döner.” der. Buradan
şu sonuca gelmeliyiz; şiirde gerçek anlam ile okuru ne kadar güçlü bir görüngü
dünyasına götürürseniz okur o kadar şiirle bütünleşecektir. Her insan gerçekte
estetik kaygı taşır ve o kaygıyı uyandıracak titreşim bekler.
Bu nedenle şair, okurun şiirle iletişime geçmesini beklememelidir. Şiirinin
okur ile iletişime geçmesini sağlayacak çekiciliği var etmeye yönelmelidir.
Aslında iletişim konusu karşılıklı bir ilişki olmakla beraber, şiirin
iletişimde üstünlüğü vardır, sanatsal ve estetik kaygı doğuran bir değerdir. Bu
değer de şiirin, şiir olmasıyla ilgilidir. Bu açıklamadan sonra şu önermede
bulunabilir miyiz? İyi şiir okuru çeker. İyi şiir, zihne ulaşır. İyi şiir,
insanda doğal olarak var olan estetik kaygıyı harekete geçirir; estetik yaşantı,
sürekliliğini korur ve okurun kendini zorlamasına neden olmaz. İyi şiir,
iletişimi ve sevgi ortamını kendiliğinden kurar. Kısacası iyi şiir, belleğe
yapışıp kalır.
Örnek olarak, “Kilim” şirinin gerçek
anlam tabakasına göz atalım.
KİLİM
İşte sen, sonrası ben
Aynı düzlemde oyuncaklarımız
Bir kurşunu tutuyoruz ikimiz de
Sen kurşun döküyorsun
Bense kurşun atıyorum düzensizliğe
Bu, ne yapsam da sanrısal gerçek, sarınıyoruz
Ayırdına vardık varıyoruz
Sonra meylimiz yürüyor öznesizliğe
Bir kurşun daha kıvrımlara
Değme gitsin şiir oluyoruz.
Şu tezgâh bizim, kilim dokuyoruz.
Bir ismi kucaklıyoruz Türkçe sözlüklerde
Kavramsal tütün sarıyoruz tabakamda
Sonra da bir frezede yüzeyiz, oyuluyoruz!
Bir gerçek gerçekliğini süslüyor elimde
Dünkü söylemi çelişkili
Çelişkiden alışkıya oltamız uzuyor
Şu tezgâh bizim! Bir kilime daha başlıyoruz.
İşte sen, sonrasında ben
Bir kurşun daha elimizde
Sütyen bedenini saklıyoruz birbirimizden.
Vargılarımızda bir gergedan sürüsü
Oyuncaklarımız yürüyor üstümüze
Güzel oluyoruz hızla ikimiz de
Güzelse duvara asılmalı biliyoruz.
İkimiz de bin oluyoruz un ufak
Asılmışlığımız aydan da güzel.
Oysa şiir senin güzelliğin, anlıyoruz
Ne kirkit özgür ne desen olgun
Bu kilim bizim kilim, albenili
İnce dilim, iri kıyım, noksan dokuyoruz.
Temmuz 2015
Narlıdere/İZMİR
Şiiri çözümlerken yapacağımız iş; şiirin genel olarak ne dediğini,
dizelerden çıkan temel anlamı ortaya çıkarıp bir yana koymalıyız. Bunu, ileride
sürekli kullanacağız. Gerçek anlamı ortaya çıkarmak için şiiri dize dize
açmalıyız. Anlamı, aşağıda özetliyorum:
Şiir, kadın ve erkeğin ortak yaşamsal sürecine ilişkin bir durumu
anlatıyor. Bu süreçte, ailenin çabasına, çelişkilerine, güzelliklerine,
eksiklerine ve algı ile yargılarına tanık oluyoruz; yanlış ve zorlu bir
mücadele olsa da süreklilikten vazgeçilemediğini vurguluyor. Kişilerin yaşamına
ilişkin algının ve buna karşın tutumlarının, zorunluluk karşısında uyumlu
olduğuna tanık oluyoruz. Duyarlı olmalarına karşın yaşamın zorladığını
görüyoruz. Yaşamı yanlış ele aldıklarını, bazı şeylerin
ayırdına varmalarına rağmen değişim yapamadıklarını ve toplumsal yaşamın
ritmine uymak zorunda olduklarını anlıyoruz. Sonuç olarak, keyfince yaşamak değil, sistemlere ve kurallara uygun yaşamın kişileri
esir aldığını okuyoruz.
Şairin, okuru götürmek istediği anlam alanının ilk basamağı burasıdır;
“gerçek anlam tabakası” dediğimiz alandır. Şiirin şiir olma özelliklerini
gerçekleştiren, diğer katmanların oluşumuna temel katkıyı veren, ulaştığımız
anlam tabakasıdır. Gerçek anlam tabakası, şairin varmak istediği yer değildir;
okuru taşımak istediği anlamın, bir alt basamağıdır. Bundan sonrası,
rastlantısal anlam tabakasının özelliklerinden de yararlanarak, üst anlam
tabakasına okuru taşımaktır. Gerçek anlam tabakasını, okuru üst anlam
tabakasına taşımak için dayandığı zemin olarak düşünmeliyiz.
Gerçek anlam, şair ve yazarın oluşturmaya çalıştığı, okuyucuyu,
dinleyiciyi zihinsel olarak hazırladığı uzaydır. Şairin kurguladığı metnin
temeli ve türü ne olursa olsun, gerçek anlam tabakası ile daha üst anlam
tabakalarına okuru taşımalıdır. Bütün yazınsal metinler, bir üst anlam
tabakasını hedef olarak seçmek zorundadır. Çağımızın okuru donanımlıdır;
sıradan bir anlam katmanı, duygu değerini yitirmiş ve arabeske bulaşmış anlam
örgüsünden haz duymaz düşüncesindeyim. Günümüzde eğitimli ve donanımlı okurlar,
sıradan yaratılardan, sanat adı altındaki sahte görüntülerden, dünyasına
dokunmayan metinlerden haz duymak yerine rencide olmaktadırlar.
Her şiir başlangıçta gerçek anlam üzerine kurgulanır ve o anlam üzerinden
ulaşılması istenen üst anlam tabakasına götürülmeye çalışılır. Söz varlıkları
ve sesin anlam ve duygu değeri, coşturma, çağrıştırma, sezdirme, mantığı sendeletme
gibi önemli dil tekniklerini kullanmaya yönelir.
Sonuç olarak; gerçek anlam tabakası,
şiirsel serüvende şairin ve okurun kanatlarıdır. Şiirin veya diğer yazınsal metinlerin
değeri, bu kanatların gücüne ve süpürdüğü anlam alanına bağlıdır. Şiirde anlam derinliği, üst anlam ve rastlantısal
anlam; gerçek anlamın sırtından beslenir. Başka bir söylemle çimlenmeye hazır
çekirdeğe yaşam verecek ve onu çevreleyecek dış kabuk, gerçek anlam
tabakasıdır. İletiler, görüntüler, olay ve olgular
bütünlüğünden oluşan gerçek anlam, bir anlamda şiir gibi sanatlarda ana erek
değildir. Bunu biliyoruz. Roman İngarten’in söylemini de dikkate alarak şöyle
diyebiliriz. İleride göreceğimiz gibi rastlantısal anlam ve üst anlam tabakası
dâhil, gerçek anlamın bütün ereği, sanatsal özü ortaya çıkarmak ve okur ile
şiir arasında estetik yaşantıyı doğurmaktır. Bu nedenle şiiri incelerken, anlambilimde var olan değinmece,
değişmece, aktarma, yan anlam gibi anlam tanımlamalarını “gerçek anlam
tabakası” içerisinde bir bütün olarak ele aldım. Sanatsal değeri ortaya
koyabilmek için, şiirsel süreçteki imgelem (şairin)-imge (şiirin)- imgelem
(okurun) sürecini bir bütün olarak çözümlemek durumundayız. Çünkü gerçek anlam tabakası, şiirde anlam
uzamını yaratan temel basamaktır. Rastlantısal anlam ve üst anlam tabakası, bu
tabaka üzerinde oluşur ve yine bu tabaka üzerinden uzayı genişler.
Şairin ne dediği değil, şiirde kullandığı sözlerin ve anlamsal bütünlüğün
okurda nasıl biçimlendiği ve zaman içinde nasıl bir değere ulaşacağı önemlidir.
Rastlantısal Anlam Tabakası
(Rastlantısal Anlam Kuramı[16])
Yapıtın duyusal ve gerçek
varlık alanları, izleyicinin evren algısı ve bilgi birikimine göre yeni anlam
evrenine açılır. Bununla birlikte şiirin anlam ve çağrışım katmanı ister
istemez insan zihninde yeni imgelem ve görüntülere evrilir. Çağdaş sanat
anlayışını, sınırı olmayan bir imgelem dünyasına götüren işte bu hareket olgusudur;
diğer bir söylemle şiirin anlamsal devinimidir diyebiliriz. Yapıtın içinde
barındırdığı bu hareket olgusu (zaman, coğrafya ve bilgi yoğunluğuna göre
devinim) yeni kavramları beraberinde üretmek zorundadır. Çünkü tanımlanmayan ve
hareketi karşılamayan alanların varlığı ister istemez doldurulması gereken bir
boşluğu ortaya koyar. İşte bu alanlardan bir tanesi de özellikle yazınsal
eserlerde çok belirgin olarak var olan anlam katmanında kendini gösterir.
Anlamı, şiirsel açıdan ele aldığımızda ise daha belirgin bir boşluğun varlığı
karşımıza çıkar. Şiir, dil varlıklarını gerçek, soyut ve gerçeküstü bağlamda
sıra dışı ve çokanlamlılığa yönelen biçimde kullanabilen bir sanat dalıdır.
Okur da bu anlam çeşitliliğinden çok farklı anlam ve görüntü üretebilir. Yani
okur; geçmişten gelen temel verilerine, bilgi düzeyine, görme, işitme ve duyma
gelişmişliğine bağlı olarak çok çeşitli imge ve anlam gurubuna ulaşabilir. Bu
durum, Umberto Eco’nun Açık Sanat Yapıtı yaklaşımını, Roman İngarten’in
ontolojik incelemelerini ve Alımlama Estetiğinin temel düşüncelerini ele almayı
gerektirir. Sanatı, özellikle dil sanatlarını daha geniş bir perspektiften
düşünmeye iter bizi.
Şiirde anlamsal kapalılık,
kavramlarda açık dokululuk, çokanlamlılık ereği, çağrıştırma ve derin anlam
özellikleri gereği; şiirdeki söz varlıklarının okurda ne zaman hangi duyguyu
harekete geçireceği; ne zaman anlamın nereye yöneleceği veya okur tarafından
nasıl yorumlanacağı çoğunlukla belirsizdir. Okurun; algı, anlama, görme, duyma
ve düşünme biçimine göre yapıtın anlam katmanını nasıl somutlaştıracağı
çoğunlukla rastlantısaldır. Ayrıca şiirdeki her söz, dize veya şiirin bütünü; çokanlamlılığa
yönelme, çağrıştırma, anıştırma, sezdirme gibi tekniklerle okurun belleğine koşut
sıra dışı, beklenmeyen imge ve görüntüleri oluşturabilir. Umberto Eco bu konuda
şunu söylüyor; “Her alımlama böyle bir yorumlamadır ve bir
gerçekleştirmedir; çünkü her alımlamada yapıt, özgün bir perspektif içinde
yeniden canlanır.” Aynı konuda İsmail Tunalı ise, “İnsanlar, nitelikçe
birbirlerinden farklı ve farklı perspektiflere sahip olduklarına göre, her bir
insanın aynı sanat yapıtı ile yaşantısı farklı olacak, yani aynı sanat yapıtı,
farklı insana göre farklı biçimler alacaktır.” der.
Şair ve şiirin ereği; anlam,
anlatım ve sesin gücünü duygu değeriyle örgütleyerek okuru daha fazla imge,
görüntü, anlam ve duygu dünyasına taşımaktır. Yalnız şiir değil, bütün yapıtlar,
estetik kaygıyı doğurmak için bir taşla pek çok kuş vurmak isterler. Okurun ruh
dünyasını ele geçirip onun algı ve anlama etkinliğini tetiklemek isterler. Yani
sanatçılar; biçim, ses, anlam anlatım ve söz sanatları gibi yöntemlerle olabilecek
tüm çağrışım kapılarını açmak isterler. Buna, şiirde bağdaştırma, benzetme,
değişmece, sapma veya bir sözcüğü birkaç farklı anlamda kullanma gibi teknikler
örnek gösterilebilir. Okurun beklentisi ve amacı; şairin iletilerini kendi
bilgi ve çağrışım dünyasına göre yorumlamaktır, somutlaştırmaktır. Yorum, bilgi
birikimine bağlı olarak daha az, daha çok ya da beklenmedik bir şekil alabilir.
Belleğinde iz bırakmış anılar, görüntüler ve bilinci gereği, şiirdeki herhangi
bir söz ve söz öbeğinin çağrışımı ile şairin hiç değinmediği bir anlama ya da
imgeye ulaşabilir. Okurun böyle bir anlam veya imgeye ulaşması demek, farklı
bir imgelem dünyasının daha kapılarının aralanacağı anlamına gelir.
Sanatsal metinlerde,
özellikle şiirde anlam açılımını şair yönlendirir. Ancak şiir okura ulaştığında
okurun şiiri anlamlandırması sınır tanımaz. Okura, zamana ve yere bağlı olarak;
daha öteye yönelebilir, kapsamı daha geniş olabilir veya anlam dönüşüme
uğrayabilir. Bu devinim, çağdaş sanat anlayışında yapıtın harekete dayanıyor
olmasından kaynaklanır. Diğer dil sanatlarında sözcük veya tamlamalar,
çoğunlukla belirli bir şeyi göstermek ve anlatmak için kullanılır. Şiirde
sözcük ve tamlamalar, çoğunlukla gerçek anlamın dışında duygulandırma,
sezdirme, farklı görüntüleri çağrıştırma veya daha derin anlamlandırmaya yöneltme
amacıyla kullanılır. Şair, okuru istediği anlam tabakasına taşırken aynı
zamanda okurun imgelem dünyasını uyandırmak ister. Yani şiirdeki sözler
gerçekte söyledikleri şeyin ötesine uzanır, okurun belleği ve bilinci anlamın
daha öteye uzanmasına ya da dönüşüme uğramasına katkı sağlar. Bu durum, şiirin
anlam konusunda rastlantısal bir tabakaya yönelmesi anlamına gelir.
Yıllar önce yazılmış bir
şiirin; iletilerini sürdürdüğünü, gelişen teknoloji, bilgi ve değişen algı
nedeniyle anlam genişlemesine uğradığını varsayarsak burada tanımlanması
gereken bir alan daha karşımıza çıkar. Bir şiirin veya bir sanat yapıtının
sanatsal gücünü oluşturan bu durum, sanatçının çabasını, okurun algısını ve
zamanın yarattığı anlamsal dönüşümün varlığını gösterir. İşte bu üçlünün, yani
“şiir, okur ve zaman”ın yarattığı anlamsal sonucu karşılayan kavramsal bir
tanımlamanın olmadığıdır.
Çoğu sanat alanında olduğu
gibi şiirin de anlam örgüsü çoğunlukla örtüktür, anlamsal genişlemeye açıktır
ve çokanlamlılığa yönelir. Sözler, imge ve anlam grupları gerçek anlamının
dışına taşar ve sonsuz bir menzile erişme eğilimindedir. Sanat yapıtlarının
tamamında bu uzam vardır ve sanatsal niteliği artırıcı geniş bir olanaktır.
Şiir gibi dilin bütün
olanaklarını kullanabilen bir sanat, belirtik anlamdan daha çok, örtük anlama,
çokanlamlılığa, duygulandırmaya, sezdirmeye ve çağrıştırmaya yönelir. Şiirin
iletilerine bağlı olarak ulaşılan anlam yanında, okurun duygu durumu, deneyimi
ve bilinç düzeyi; beklenmedik olay, olgu, imge, görüntü gibi anlamsal sonuçlara
yönelir. Daha açık anlatımla, bir dizeden ulaşılan anlamsal sonuçlar,
çoğunlukla “Rastlantısal” olabilir. Dize, bir olgu veya duyguyu anlatmak ister
ama anlatılmak istenen olgu veya duygudan bağımsız pek çok olay ve görüntü okur
birikimine göre oluşabilir.
Okura bağlı oluşan anlam, yapıtların
vazgeçilemez ve sanatsal niteliğini güçlendiren başlı başına bir olaydır. Bunun
yanında zamanla dönüşüm geçiren anlamsal açılımları da dikkate almak zorundayız;
özellikle bu konu şiirde kalıcılık açısından çok önemlidir.
İşte bu bilgilere dayanarak;
şiirin okura ulaşmasından sonra:
Okurun
birikimine bağlı yapıtın anlamlandırılması ve yapıtın zamanla uğrayacağı anlamsal
dönüşüm; ‘Rastlantısal Anlam Kuramı’ ile karşılanabilir, diye düşünüyorum.
Yinelersek: Okurun; algı,
bilgi, bellek ve kültürel altyapısına bağlı şiirden ulaştığı anlam ile şiirin
zamana bağlı uğrayacağı anlamsal açılımı karşılayan durumu, rastlantısal anlam
kuramı açıklar, diyebiliriz. Öyle sanıyorum ki rastlantısal anlam kuramı, sanat
veya şiir dünyasında yeni bir tanımlamadır. Sanatsal bir anlatımın sonucunda
oluşan bir alandır. Şiirin, bununla birlikte sanatın doğal ve devinimine özgü
bir anlam açılımıdır. Şiirin veya sanatın özellikle doğurmak istediği özel bir
alan olması nedeniyle bu anlamsal sürecin tanımlanması gereğini düşünüyorum. Sanatta;
olay, olgu, bilgi ve imgelem gücüne dayalı anlam üretmek, olası bir kıvılcım
gerektirir. Sanat değeri yüksek yapıtlarda bu kıvılcım çoğunlukla bilinçli
çakılır, ancak okura bağlı olması nedeniyle kıvılcıma verilecek tepki ve
anlamın yönü kontrol altında tutulamaz.
Şairler; benzetme, sapma,
bağdaştırma gibi yazın ve şiir dili teknikleriyle dize veya dizeler arası
anlamsal gücü artırıcı yönteme başvururlar. Yaşamsal ve duyumsal olgulara
dayalı anlam öbekleri ve imgelerle, okurda çağrışım yaratmak isterler. Yüce ve
trajik değer taşıyan olgularla okuru tetikleyebilirler.
Okur ise; bilinçaltı,
belleği ve bilincinde yer almış derin izlere, bilgi ve yaşamı yorum yeteneğine
bağlı olarak, şiirdeki gerçek anlamın dışında başka bir anlamsal bütünlüğe,
yoruma veya görüntüye yönelebilir. Şiirin ortaya koyduğu çağrışımdan veya
sözlerden, beklenmedik anlam alanlarına girebilir.
Rastlantısal anlam kuramı
bağlamında ikinci bir bileşeni daha açıklamalıyız. Bu düzlem; zaman ve ortamdır. Bilginin ve algının, zaman ve ortama bağlı
olarak ufkunun genişlemesi önemli bir etkendir. Zamanla değişen; algı, teknik,
üretilen bilgi ve kültür varlıkları, daha önce yazılmış bir şiirde anlamsal
gelişim ve dönüşüm sağlar. Zamanın yarattığı bu olgu, oldukça yüksek öngörü ve
sezgiye gebedir. Şairin var olan ve üretilen bilginin gelecekte alacağı değeri
öngörüp/sezip okuruna çağrıştırdığı ve anıştırdığı ayrı bir tekniktir. Sanat yapıtı,
çoğu zaman anlatmaya, görüntülemeye çalıştığı kadrajın dışında bazı değerler
taşır. Yeni anlamlar ve anlamlandırmalar, bilginin keşfine bağlı ya da işaret
edilen yeni olayların gerçekleşmesine bağlı olarak belirebilir. Şair, onu
düşünde tasarlamış ve şiirlerine giydirmiştir çoğu zaman. Rastlantısal olarak
gelişmiş de olabilir. Ancak biz okurlar, zamanla bir olayın gerçekleşmesi veya
bir bilginin açığa çıkması durumunda anlam genişlemesini veya anlam kaymasını
fark ederiz. Güncelin üzerine yaslanarak yeni anlam açılımlarına çoğu yapıtta
rastlanır ve bu olağan bir durumdur.
Bu konuyu biraz daha açalım.
Olması olanak dışı gibi görünen veya hiç düşünülememiş olaylar; yeni bir bakış
açısı ve farklı bir yorumu beraberinde getirebilir. Şiirdeki çağrışım, sezdirme
ve duygu değeri; güncellik kazanıp yeni düş, yorum ve çıkarıma yönelebilir. Bu
konu, özellikle dil sanatları için çok önem arz eden bir özelliktir. Örneğin
aya gitmenin akıllarda bile olmadığı zamanlarda aya yolculuktan söz eden roman
ya da metinlerde olduğu gibi. Bu, yapıtta kalıcılık ve süreklilik sağlayacak
olan önemli bir özelliktir. Şairin kahinliğini değil; şairin anlamlandırma,
geleceği okuyabilme, görebilme, sentezleyebilme yeteneği ile yapıtın
derinliğini gösterir. İşte böyle bir durumu, “anlamın rastlantısallığı” diye
isimlendirmek durumundayız.
Şair; eğretileme, değinmece, değişmece ve
aktarma gibi dilsel teknikler ile iletilerini sezdirme, görüntüleme veya
duyumsatmaya çalışarak anlamsal bütünlük ve tutarlılık sağlar. Ancak şiir,
dönemin estetik algısı, bilimsel, sosyolojik, psikolojik gelişmelere bağlı
olarak anlam kayması yaşayabilir; hatta yatay ve dikey evrilmeye açıktır.
Şiirin zaman içerisinde nasıl bir çağrışımı doğuracağı; zamanın algı ve bilgi
birikimine bağlı olarak nasıl bir anlam alanına yöneleceği; bugün için
belirsizdir. Sanatçının kurguladığı, biçimlendirdiği ve nesnelleştirdiği yapıt;
gelecekte okurun yaşam pratiklerine, bilgi gelişimine ve algı biçimine
bağımlıdır.
Okurun algı, anlama, bellek, bilgi birikimi,
düşünme biçimi ve yaşamsal değerlerine göre şiirden ulaşacağı anlam ile zamanın
getirilerine bağımlı olarak şiirin uğrayacağı anlamsal genişlemeye ‘rastlantısal
anlam’ diyorum. Şiirde hatta bütün sanat dallarında okur ve şiir arasında
gelişen böyle bir anlamsal süreç vardır; bu süreç mutlaktır ve tanımlanması
gerekir. İşte ben bu süreci ve süreçte gelişen anlamsal durumu ‘Rastlantısal
Anlam Kuramı’ olarak ele alıyorum.
Bu kuram, ayrıntılarıyla
birlikte incelenmeye, geliştirilmeye ve deneysel olarak araştırılmaya açıktır.
Rastlantısal anlam tabaksının, her sanat yapıtında; uygulanabilir, denenebilir,
izlenebilir ve genellenebilir bir süreç olduğunu ve bunun bir kuram niteliği
taşıdığını söyleyebiliriz. Çağdaş sanat algısı ve beynimizin çalışma ilkesi gereği,
okur yapıt arasındaki ‘rastlantısal anlam’ın doğum süreci, kuramsal bir olgunun
sonucudur. Bu konu, kapsamlı bir tez konusudur. Yapıt, okur, şair ve zaman
dörtlüsü bağlamında bu kuramın devinimi, süreci ve işlevsel temeli; umarım ele
alınıp incelenmeye değer bulunur.
Rastlantısal anlam, normalde her yapıtta var olan; anlamsal çeşitliliği,
hareketliliği karşılayan ve okurun bilinç dünyasından doğan bir durumdur.
Mevcut bilginin, aynı olduğu durumlarda bile okur; algı, düşünme ve anlama
etkinliği gereği şiirden farklı imgesel sonuçlara varabilir. Bunun yanında
sanatçının amacı olan iletinin daha ötesinde bir iletinin okur tarafından
algılanabileceğini, okuru yeni imgelem dünyasına taşıyabileceğini her zaman göz
önünde bulundurmalıyız. Bu süreç, mutlak bir süreçtir ve yazın biliminde
tanımlanmalıdır. Beynimizin çalışma ilkesi gereği, yapıttan ulaştığımız anlam
ve çağrışım ile bunlara bağlı imgelem, herkes için farklı olacaktır.
Özetlemek gerekirse şair; şiir dili teknikleri ve özgün anlatımı ile
göstermek ya da çağrıştırmak istediği; anlam, görüntü ve imge demetini; yeteneği
oranında okurda oluşturabilir. Bu durum her şairin temel hedefidir. Bilinen ve
öyle olduğu kabul edilen bir durumdur. Ancak;
- Okur; kendi yaşamsal değerlerine, izlerine, bilgi ve belleğine
yaslanarak; şairin gerek kastettiği gerek kastetmediği; anlatım, ses ve anlam
örgüsünden bazı ipuçları yakalar; bu ipuçlarından beklenilmeyen imge, olay ve
görüntülere ulaşabilir. Bu durum rastlantısaldır.
- Yayımlanmış ve üzerinden zaman geçmiş bir şiirin anlam bütünlüğü,
gelişen teknik, değişen algı, teknoloji, olay ve açığa çıkan bilgi nedeniyle
beklenilmeyen, yeni, daha etkin imge ve görüntülere yönelebilir. Bu durum anlam
genişlemesidir ve rastlantısaldır.
Bu iki alan, şiire özgü anlam katmanlarında tanımlanmış değildir. İşte bunlar,
şiir ve sanat bilgisi içinde, özellikle dil sanatlarında tanımlanmalıdır, yer
almalıdır. Hatta sanatın tüm dallarında “Rastlantısal Anlam Kuramı” olarak ele
alınıp incelenmelidir. Bu sürece mantıksal yaklaştığımız zaman, böyle bir
gereksinimin olduğu ortaya çıkmaktadır.
Mustafa Zeki Çıraklı, Jakobson ve David Herman’ın bulgularını referans
göstererek bilişsel anlatıbilimin dikkate alacağı üç zihinsel süreç olduğuna
dikkat çeker. Yazarın zihnindeki inşa, anlatı (metin veya vasıta) ve okurun
zihnindeki inşa olarak gösterir. İşte bu üç zihinsel süreci incelediğimizde
okurun anlamlandırma, görme ve imgesel olarak ulaştığı sonuçların, sanatçının
anlatmak istediği düşünce ile aralarında mutlak uyumun olamayacağını ifade
eder. Bu uyumsuzluğun ortaya çıkardığı zihinsel sonuçları, ancak ve ancak
rastlantısal anlam kuramıyla tanımlayabiliriz.
Özellikle şiirde ‘rastlantısal anlam’ hem sanatsal açıdan hem estetik
açıdan hem de dilsel ve anlam zenginliği açısından, önemli bir olanaktır. Her
sanat alanında imgenin uzayı ne kadar geniş olursa ve ne kadar çok çağrışım
saçağı[18]
yaratıyorsa o yapıt, daha fazla sanatsal özellik içeriyor demektir.
Rastlantısal anlam alanı, eleştirmene geniş bir bakış açısı sunar, anlam
katmanına değişik bir açıdan bakmaya ve geleceğe yönelik öngörüleri dikkate
almaya yönlendirir. Hem sanatçı gözünden hem okur gözünden hem de zamansal ve
mekânsal açıdan, şiirsel veya sanatsal bir olguyu açıklama olanağını sağlar.
Örneğin, iki asır önce yazılmış bir şiirin bugünkü iletilerinin ne kadar
geçerli ya da geçerli olmadığı, rastlantısal anlam kuramının öne sürdüğü önerme
ile çözümlenebilir.
Şiirden çıkarılabilecek farklı anlam, değişik çağrışım etkisi, çok yönlü
bir bakış ve düşün açısı; her zaman o şiire yeni boyut eklemek için önemli bir
basamaktır. Çok önce yazılmış bir şiir ya da öykünün, bugün gerçek bir olayla
kanıtlanması, gerçeklik kazanması veya benzerlik göstermesi; yansıttığı durumla
oluşan olaya farklı bir bakış getirmesi; her sanat dalının gelecekten beklenen
kaygısı olmalıdır. Konuyu tersinden okuyalım: Bugünün şairi; şiirinde
kalıcılığı, sürekliliği, sanatsal değeri ve ileti gücünü bu bağlamda
düşünmelidir ki yıllar sonra şair olarak anılmak için kendisine zemin
hazırlasın, duyusal ve sezgisel gücünü kullansın.
Lyotard’ın dediği gibi “Metnin ne dediği değil, okurun ne anladığı
esastır.” Şairin ne dediği değil, kullandığı sözlerin ve anlamsal bütünlüğün
nereye açıldığı ve zaman içinde nasıl bir değer alacağı önemlidir. Şiirin ne
dediğinden ziyade, okurun yaşamsal deneyimlerinden nasıl bir sonuç çıkaracağı
önemlidir. Aslında bütün yazınsal metinler, metin dilbilim açısından
incelendiğinde bu sonuca doğru yönelmez mi?
İsmail Tunalı, “... Edebiyatın tarihselliğinde geçmiş, şimdi ve
gelecek diye bir ayırma olamaz. Çünkü, her yapıt, yeni beklenti ufuklarında
daima yenidir ve daima yenilenir. Hiçbir yapıtı ölümsüz bir değerle
değerlendiremeyiz. Dün belirli bir ufuk için verilmiş olan değer yargısı, bugün
yeni bir ufuk içinde yeni bir değer yargısına dönüşecektir” der. İşte bu
çıkarım bile bir yapıtın sürekli rastlantısal bir anlam dünyası oluşturacağını
doğrular. Şiirin anlam uzayı ile okurda yarattığı çağrışım, okurun zihinsel
durumuna bağımlıdır. Yapıt karşısında, okurun verdiği/vereceği tepki ile
ulaşacağı anlam belirli bir çerçeve içinde düşünülemez. Rastlantısaldır. Şiir,
anlamsal uzayına sınır ya da çerçeve çekilmesini kabul etmez. Örneğin bilinçli
yapılmış iyi bir soyut tablo, anlam açısından oldukça geniş bir alana sahiptir.
Böyle yapıtların, çağrışım saçağı yaratma özelliği vardır ve izleyicinin bilgi,
bellek ve duyumsal gücüne göre saçaklanır. Bu nedenle şiirin, her okura göre
farklı anlam ve görünüşe bürünmesi önemli bir özelliktir ve doğal bir sonuçtur.
Şair, bu özelliklerin farkında olmalıdır ve bunları dikkate alarak şiirini kurgulamalıdır.
Eleştirmen ise bu özellikleri dikkate alarak çözümlemeye yönelmelidir.
Sonuç olarak bu kuram; şiirle okur arasındaki ilişkiden doğan mutlak bir
süreçtir ve çağdaş sanat anlayışındaki hareket olgusuna dayanır. Uygulanabilir,
denenebilir, izlenebilir ve genellenebilir bir süreç olduğundan kuram niteliği
taşımaktadır. Elbette kuram demek yeterli değildir. Araştırmaya incelenmeye ve
denenmeye gereksinimi vardır. Dilerim sanat düşünürleri, akademisyen ve
araştırmacılar; ele alıp incelerler ve sanatın insanla olan ilişkisine yeni bir
boyut kazandırırlar.
Bu kuramın ortaya koyacağı değerler, sanatsal ve
estetik değerin tespiti için daha nesnel veriler sağlar.
Anlamın, anlatımı güçlendirdiği ve anlatımın da anlamı çoğalttığı dil
sanatı şiirin ta kendisidir.
Üst Anlam Tabakası
Üst anlam, yapıttaki anlam bütünlüğünün doğurduğu hem duyusal hem de
nesnel temel iletidir. Şiirin toplam iletileri ve ortaya koyduğu dünya algısı,
üst anlam tabakasında belirir. Şöyle diyebiliriz; öz-içerik-biçimde var olan
iletilerinden doğan ve eril bir havaya taşınan toplam sonuçtur. Yapıtın gerek
görünüş gerek öz ve içeriği bakımından, her sanat izleyicisinin yapıt üzerinde
duyumsadığı bir anlamsal tabaka vardır. Sanat bilgisine sahip her okur, yapıtla
iletişime girer girmez anlamsal uzaya girecektir. Bu tabakayı, yapıtın anlamsal
değerini bir çekirdekte toplayan öz gibi düşünebiliriz.
Üst anlam tabakası, sanatçının yaşamsal değerleri kavrayışı,
kültür varlıkları ile olan ilişkisi, insan ve insan düşün sisteminin sentezi ve
evren algısına bağlı olarak; öykü, resim, heykel, şiir gibi herhangi bir yapıt
vasıtasıyla yansıttığı; okurun anlamlandırdığı; toplam nesnel, bilgisel ve
duyusal sonuçtur. Başka bir deyişle şairin, şiirinden okunan genel
dünya görüşü ve sentezlediği toplam sonuçtur. Üst anlam tabakası, ilk bakışta
soyut bir kavram gibi durmaktadır. Ancak, çatının çatısı, bir kümenin üst
kümesi ya da güneşin evrendeki işlevine benzer düşünmek gerekir. Yapıtın
taşıdığı anlam, sanatçının katmış olduğu kültürel varlıklar değeri, çevredeki
varlıkların taşıdığı ruh vs. gibi bir sürü etmen, genel bir düşünce ve anlamsal
özü ortaya koyar. Şiirin ve sanatçının genel anlayışında doğan bu anlamsal tabaka,
epey bir araştırma konusu olacak gibi görünmektedir.
Yapıtın, gerçek anlam tabakası ve rastlantısal anlam tabakasıyla; anlam genişlemesine,
çoğalmasına, çeşitlemesine gidiyorsa veya ufuk genişlemesine uğruyorsa bundan,
üst anlam tabakası da üstüne düşen artı değeri alacak demektir.
Konuyu biraz daha özelleştirelim. Şiirin bize önerdiği iletiler vardır.
Bu iletilerin toplamından doğan sonucu yani şiirin nesnel ve duyumsal özetini
üst anlam olarak söyleyebiliriz.
Prof. Dr. Rıza Filizok, üst anlamı şöyle açıklar. “Üst anlamlılık, bir içerme ilişkisini anlatır. Alt kategorilere
ayrılan bir üst kategorinin anlamlılığı, bir üst anlamlılıktır. Mesela, hayvan
kelimesi, kedi, köpek, koyun, inek… kategorilerini içerir. Mesela çiçek gülün
üst anlamlısıdır.” Bu açıklama nesnel sözcükler bazındadır. Ancak bizim üst
anlamdan kastımız, bir şiirin ortaya koyduğu iletiler toplamı bazındadır. Durum
böyle olunca, kapsam ve süreç değişmektedir. Anlam katmanını incelemeye
başlarken bu katmanı, yapıtın bize sunduğu toplam iletiler bazında ele aldım.
Bu yüzden anlambilim terimlerini temelde baz almış olsam da rastlantısal ve üst
anlam tabakasında anlambilimin değinmediği alanları değerlendirdim.
Bu açıklamadan hareketle, şiirin üst anlam tabakasını, anlamsal açıdan okura
iletmeye çalıştığı öz olarak değerlendirebiliriz. Yani bir şairin ve şiirin,
iletilerinin bizde yaratmaya çalıştığı sanatsal değerdir. Bunun yanında bizim aldığımız
ileti ve çağrışımdan çıkardığımız estetik değer, yine şiirin bir ereğidir.
Örneğin gerçek anlam tabakasında okuduğunuz “Kilim” şiirinin üst anlam
tabakasını açmaya çalışalım. Şiirin son birkaç dizesini yineleyerek
anımsayalım.
(….)
Oysa şiir senin güzelliğin, anlıyoruz
Ne kirkit özgür ne desen olgun!
Bu kilim bizim kilim, albenili
İnce dilim, iri kıyım, noksan dokuyoruz.
Üst anlam tabakası; şiirin
bütününden duyulan, sezilen veya anlaşılan; toplam öz olmalıdır. Bu anlam tabakasının, kısa ve öz bilginin
yansıtılması üzerine kurulduğu düşünülmelidir. Kilim şiiri, insanın yaşamında her
şeye alışabildiğini, acı çektiğini, haz duyduğunu, özellikle alışkılara boyun
eğdiğini anlatmaktadır. Bunun yanında başat sistemler tarafından
kullanıldığını, severek yaşamak ve yeni yaşamlar oluşturmaktan hiç vazgeçmediğini
bunlara karşın insanın tam insan olabilmesi için önündeki engelleri
aşamadığını, her zaman eksik kaldığını, özgün davrandığını düşünse bile
yaşamını şekillendiren motiflere esir olduğunu anlatmaktadır. Şiirin
bütünlüğünden doğan üst anlamı şöyle açıklayabiliriz. ‘Tüm bilgi birikimimizi kullansak da yaşam sevincimizi
engelleyen, yaşamımızı bizim istencimiz dışında şekillendiren bir şeyler
vardır. Buna neden olan şey de yaşamı eksik okumamızdır.’
Şiirin, sanatsallığını ve derinliğini doğuran etmenlerden biri üst anlam
tabakasıdır. Şairin, şiiri niçin yazdığını, şiirin ereğinin ne olduğunu bize
söyler. Bu konuyu anlaşılır kılmak için bir örnek daha yer verelim.
KUYU MU DERİN, ZİNCİR Mİ DAHA KISA ASLINDAN?
Tesadüfüm kendime bu rastlantı yerde
Bulunduğum makam göreceli
Kurcaladığım uzam tedirgin
Umudum güdümlü zihniyet
terkisinde
Çıkıyorum içimden
Biçimimi boyuyorum koşut renge
Yıldızlar yolum üstü, güneşe küsüm
Ay cebimde bir tur daha
Yine yolum uğruyor kendime.
Püsküllü sözcükler topluyorum
Salıyorum her birini daha derine
Kuyu mu derin, zincir mi daha kısa aslından?
Varamadığım şehirler çoktan kalabalık
Niye ölmek bu kadar kimsesiz
Örtünüyorum yüzüme kar beyazlığını
Bir hesap bırakıyorum masada
Bedeli vicdan, ederi evrim
Sezim, görüm toplamım bu menzil
Darasıyla yüklüyorum yine neslime.
Loşluğa koşut gözümde güneş gözlüğüm
Tanığım bu sefilliğe, gün karanlığında
Her geçen kuzgun ateller gökyüzü kırığını
Bense asılıyım sığ bir tebessüm ekseninde
Ağardı ağaracak, oldu olacak derken sabah
Tanyeri bu yıl da bir kuzgun elinde sersem
Daha yıllar çok geniş, beklenmeli
Kraliçeyi indirene dek kendi güneyine.
Şubat 2016 Narlıdere/İZMİR
Şiirin tamamını okuduğumuz zaman, şiirin bel kemiğini oluşturan iki dize,
“Kuyu mu derin, zincir mi daha kısa aslından” ve “Kraliçeyi indirene dek kendi
güneyine” dizeleridir. Gerçek ve rastlantısal anlam tabakalarına girmeden üst
anlam için kısa bir açıklama yapalım. Dünyaya gelişim rastlantı olmasına karşın
kendim ile baş başayım. Sorularım hiç bitmiyor. Sorularımın üstesinden
gelemiyorum ve yaşamı olması gerektiği gibi öngöremiyorum. Neslime noksan miras
bırakıyorum ve onlara bedel ödetiyorum. Buna karşın herkes kendi çıkarında ve
anlamı olmayan işler yapmaktadırlar. Ancak gerçek, aklın evrimleştiği ve
kraliçenin asıl görevine (kraliçenin asıl
görevi üreme ve birleştirmedir, yani “güney”den kasıt üreme bölgesidir ve bu
özelliği nedeniyle etrafında toplanılan bir figürdür.) döndüğü zaman
anlaşılacaktır.
Kısa bir anlam açıklamasından sonra üst anlam tabakasını özetleyelim: ‘Dünyayı kavramak için aklımızın evrimsel gelişimi
tamamlanmamıştır. Büyük yanlışlar yapıyoruz ve neslimize kötü miras
bırakıyoruz. Umudumuzdur ki zamanla dünyayı gerçek anlamıyla kavrayabileceğiz.’
Şiirin ağır ve felsefi olması, lirizmi derin düşüncelerde arıyor olması
bugünün insanını, özellikle gençlerini; şiirden uzaklaştır. Bunun farkındayım.
Çağdaş sanat anlayışı da bu yönde işler. Ne var ki kuşun kanadı, taşın sesi
gibi benzetme, değinmece ve bağdaştırmalar ile anlam derinliği olmayan şiirler;
bugünün yüksek zekâsını nasıl elde eder, duygularını nasıl harekete geçirir? En
önemlisi de lirizmi nasıl oluşturur? Şiir, zamanın yıpratıcılığı altında ne
kadar kalıcı olur?
Sanatsal yaklaşımlar, düşünürler ve şairler konuya nasıl bakarlarsa
baksınlar, ben şiirde kalıcılığı, estetik ve şiirsel değer varlığını, yaşamsal
ve vazgeçilemez ögelerin anlamsal, ağır ve felsefi olarak görünüşe taşınmasında
buluyorum. Anlamsal derinliğin, okurdaki imgelem uzamını ve şiirdeki lirizmi
daha seviyeli oluşturacağına inanıyorum. Şiiri geleceğe taşıyan değerleri de…
*****
Anlam katmanı, bir yapıtın ve bir şiirin başat katmanıdır. Çünkü insanın
dürtüden bilince kadar olan zihinsel etkinliği, diğer bir söylemle algı, anlama
ve düşünme edimi; nesnel ve soyut kavramlarla olan ilişkisini, anlam üzerinden
kurar. Tersinden söylersek, sözcük, terim, kavram ve tümce ile metnin anlam
bütünlüğü, karmaşık bir zihinsel süreci gerekli kılar. Dolayısıyla, algının,
anlamanın ve düşünmenin, bunlarla birlikte duygunun ele geçirilmesi ve beğeni
ya da haz dediğimiz estetik yaşantının doğurulması, anlamın üzerine giydirilen
anlatım ve ses ile yapılmak zorundadır. Örneğin başat katman heykelde biçim
görünse bile, başat katman yine anlamdır. Çünkü biçimin duyularla kurulan
ilişkisi, yine anlam üzerinden olmak zorundadır.
Genel olarak bir şiirin anlam katmanı için şunu söyleyebiliriz. Şair, insan, yaşam ve evren ilişkilerini
okuduğu kadar kendinde, çözdüğü kadar menzilde, sezdiği kadar yarındadır.
Yani şair, anlam, anlatım ve ses değeri ile şiirin gücünü çoğaltabildiği ve
insana yoğun duygu altında şiirin varlık katmanlarını duyumsatabildiği oranda
büyüktür.
Şiir, sözde tutumluluğu,
anlam ve çağrışımda cömertliği öngören bir tavrı gerekli kılar.
Anlatım Katmanı
Anlatım; bilgi, insan, nesne ve yaşam arasındaki ilişkisinin farklı
okunması ile varoluşu sıra dışı biçimde görme sonucunda güzelleşir. İyi bir dil
kullanımıyla anlatı, yazınsal ve sanatsal katmana taşınır. Ne yazık ki bugün
toplum olarak -bir genelleme olmakla birlikte- kültür varlıkları, insan ve
evren hakkında ham bilgi bütünlüğü açısından bu kadar donanımlı, bunca birikime
sahip olmamıza karşın; bilginin kullanımı, yorumu ve açıklama (yazma) konusunda
sıkıntı yaşadığımız bir gerçektir. Bu gerçeği görmek için, yayımlanan öykü,
şiir ve roman sanatlarına bakalım. Bunlardan, bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar
az isim olduğu ve yorumlanmış bilgiye gerek duyulduğu açıkça görülebilmektedir.
Bunu daha anlaşılır söylersek; felsefi temeli, artalan bilgisi sağlam ve
sağlıklı dil ustalarına gereksinim hemen göze çarpar.
Şiir, öykü, roman vb. gibi dil sanatlarının; yalnızca iyi bir anlatım
demek olmadığını, aynı zamanda dağarcığımızın ne kadar dolu olduğunu ve yaşamı
tutuş şeklimizin bir göstergesi olduğunu belirtmeliyiz. Şiirde belirlediğimiz
yedi katmanın her biri; kendi işlev ve etkinlikleri içinde değerlendirilir ve
hepsinin birer birer kazandırmış olduğu nitelik, şiiri meydana getirir.
Şiirde anlatım katmanını incelerken, dilbilimsel tekniklerin
ayrıntılarına girmek niyetinde değilim; sapma, benzetme, değişmece vb. gibi… Bu
kısımda, anlatımın gücünü artıracak yöntemsel yaklaşımı ve estetik kaygıyı
sağlayacak olanaklarını ele alacağım. Nasıl sorusunun yanıtını siz
okuyucularıma bırakmak istiyorum. Ayrıca bu incelemede neyi nasıl yaptığımızı
değil, neyi ne için yapmamız gerektiğini ortaya koymaktır maksadım. Anlatıbilim
diye bir disiplinin var; anlatımı, kendi terminolojisi ile inceler. Ancak
Müller-Zettelman ve Manfred Jahn gibi anlatıbilimciler, şiiri anlatısal tür
kapsamında ele almamaktadırlar. Yani şiirin dil kullanım özelliği ve katmanlarının
birbiri ile olan dinamik ve göreceli ilişkisinden dolayı analiz edilemeyeceği
görüşüne sahipler. Mustafa Zeki Çıraklı, “Anlatıbilim” kitabında şiirin de
anlatısal özellik barındırdığını ve anlatıbilimle incelebileceğine sıcak
yaklaşır. Ben de böyle düşünüyorum.
Şiirde dil kullanım teknikleri ile şiirsel anlatım evrenini biraz olsun
kavramışsak şunu görürüz: Şiir dili; yansıtma, çağrıştırma, sezdirme,
duyumsatma gibi örtük anlatım içerse bile bu, bir anlatım tekniğidir; anlatısal
metin kapsamında ele alınmalıdır. İkincisi ise anlatıbilim; anlatımın kapsamını
inceliyorsa eğer, şiir yazınsal metindir ve anlatıbilim terminolojisini bu
yazınsal metinleri inceleyebilecek biçimde geliştirmelidir. Var olan bir şeyin
incelenememesi gibi bir yargı öne sürülemez. Sonuçta şiir ve romanda kullanılan
dil aynı dildir, dil kullanımı somut-soyut, nesnel-gerçekötesi de olsa düşünce
ve anlatı evreninde nesnel var olandır. Dilbilimsel verilerin dışında bir konu
değildir. Bu konuda çok ayrıntıya girmek istemiyorum, ancak şunu da belirtmeliyim:
Şiir; anlatıbilim, göstergebilim, dilbilim ve anlambilimin kuramsal sınırlarına
sığmayacak kadar kural kırıcı bir yazın türüdür. Anlatıbilim ise şiirde
anlatımı inceleyebilecek esaslarını oluşturmak zorundadır. Bu yapılamaz bir şey
değildir.
Günlük dilin yazınsallaşması, doğal dili aşması, iletinin bağlamından
koparak kendine yönelmesi gibi anlatım özellikleri, metinde estetik değeri ve
şiirselliği doğurur. Şiirsel anlatım, okurun söz bilgisini ve söz kullanım
olanaklarını güçlendirerek ilk yumuşak darbeyi vurur. Okur kendini aşan bir
dilin içinde kaybolur ve şiirle ruhsal bir bütünleşemeye yönelir. Biz biliyoruz
ki şiir, okuru sarsıntıya uğratacak bir anlatım, ses, aynı zamanda duyularını
harekete geçirici bir anlam üzerine kurulabilir. Şiirsel dilde neyi
söylediğiniz öncelikli değildir; neyi söylediğiniz göz ardı edilecek bir durum
olmamakla birlikte nasıl söylediğiniz ön plandadır. Duygulanım için
farkındalığı, etkiyi ve ivmeyi yaratacak olan; anlamın söyleniş biçimidir.
Şiirsel dilde neyi söylediğimiz etkin değilse, nasıl söylediğimiz beklenen
etkiyi ve estetik değeri doğuramaz. Bu
nedenle neyi, nasıl söylediğimiz her zaman birbiri içindedir. Bunu, eş yüklü ve
eş zamanlı bir süreç olarak ele almalıyız.
Nesnel gerçeklik ve gerçek ötesi dünyanın yorumu, olgu, olay ve öyküye
yönelir ve bunlar, dille dışlaşabilir. Ses ve anlatımla; görünür, işitilir,
duyulur, sezilir duruma dönüştürülebilir. Anlam ve ses katmanları, aynı zamanda
anlatımı dilsel ve estetik bağlamda güçlendirme özelliğine sahiptir. Ayrıca
anlatımın belirgin özelliği; anlamsal, zamansal ve uzamsal hiyerarşiyi
kırabilir oluşudur. Bugün modernist ya da çağdaş anlatı dediğimiz ve üzerinde
çok tartışılan sınırsız anlatı olanaklarıdır bu. Şiirsel anlatılarda; kuralsız
anlam, uzam ve zamansal konumlandırma, sıra dizimsel ve süre dizimselliği
yıkıcı dil yapısı; çağrışımı zenginleştirerek, düşünsel kıvraklığı sağlayarak
ve aklın çeperlerini zorlayarak; sanatsal yaratıcılığa yönelir. Bugün çoğu
yazar ve ozanlarımızın yaptığı gibi dili şekilsel olarak bozmak, tümcedeki
sözcüklerin görev yerini değiştirmek ya da yazın kurallarını yok sayarak
anlamsal devinimini elinden almak, değildir söylediğim. Söze; akıcılık,
çarpıcılık ve derinlik kazandırmaktır.
Sözcüğü işlevinin dışında kullanma, yazım ve noktalama kurallarını yok
sayma, yazar ve ozanlar arasında kabul gören moda bir yaklaşımdır. Ancak şair;
nasıl bir anlatım, kullanım ya da yazım tarzı benimserse benimsesin; anlamın
anlatımı, anlatımın da anlamı yücelttiğini; ortak dilin dışına taşmanın da bir
ustalık gerektirdiğini, gözden kaçırmamalıdır. Dil ustalıkla kullanıldığında
yücelir; bunun yanında her tür yazın biçimi anlatımın ayrıntılarını, sessel
eylemler ve yazınsal simgeler ile açığa çıkarır. Okurla iletişime, kendine özgü
ses ve yazım-noktalama kurallarıyla geçer. Örneğin, şiirde ses ve noktalamanın
ne kadar önemli olduğunu, şiirin duygusal ve anlamsal deviniminin tamamen bu
kuralların doğru ve uygulanmasıyla ortaya çıkacağını ses katmanında göreceğiz.
Modernist anlatım biçimleri, elbette klasik anlatım biçimlerini aşan bir dil
kullanım olanağıdır. Bu olanakları doğru kullanabilmenin sanatsal eğitim ve
yetenek gerektirdiğini söylemeliyim. Kastım, noktalama ve yazım kurallarının
bilinçsizce işlevsiz duruma dönüştürülmemesidir.
Anlatımı, diğer yazınsal sanatlara göre daha ayrıcalıklı ele almalıyız.
Yazınsal metinlerde anlatımın akıcılığı, yalınlığı, çekiciliği ve anlaşılırlığı
gibi özellikler yapıta daha güç ve renk verici niteliktir. Anlatım, şiiri şiir
yapan, şiiri şiirden ayıran önemli bir katman olduğunu söylersek abartmış
olmayız. Şiir ontik bir bütündür. Bu bütünlüğü oluşturan yapı taşlarından biri
de anlatımdır. En önemlisi de anlatımın ne bir sınırı ne uzamı ne katı kuralı
ne de disipliner matrisi vardır. Kişisel algı, anlama, düşünme, görme, sezme ve
açıklama biçimine bağlı dilsel karmaşık bir olgudur. Ozanın işi de bu olguyu,
sanatsal bir uzama taşımak ve ona sanatsal bir biçim vermektir.
Anlatım, anlam ve sesin üstüne giydirilmiş bir elbise gibidir. Şairler, evren
ve insanın varoluş değerleriyle onun beklentilerine yönelik değerleri; çok iyi
okumalılardır. Bu okumadan sonra
biçilecek elbise, ne kadar uyumlu ve çekici ise şiir, o kadar şiirdir; o kadar
estetik değer taşıyor demektir. Dil sanatlarında anlatımın ayrı bir konumu
vardır, çünkü anlatım aynı zamanda anlama ve diğer katmanlara yönelir. Dilin
sınırsız kullanım olanakları, anlatım katmanı içinde kendini gösterir. Sanatsal
ve şiirsel dil, çoğu zaman kuralları kırar ve kendine uygun umulmadık çıkış
yolu bulur. Kalıcı, etkileyici, tasarımlayıcı bir anlatım dizgesi kurar. Bu
dizge, olağan dilde var olan dizgeden farklı olmak zorunda değildir; iyi gözlem
ve çözümlenmiş bilgiyi, zihni yönlendirici yansıtma becerisine sahip sıra dışı
bir kullanım olması yeterlidir.
Yatay hareket, fizik biliminin inceleme konuları
arasındadır. Bir topu elimize alıp fırlattığımızda, topun gidebileceği sayısız
yön ve yörünge vardır. Ancak topu fırlattığımızda o bir yön ve tek bir
yörüngeyi takip ederek gider. Top; uygulanan kuvvet, kuvvet yönü, yerçekimi,
hava durumu, topun ağırlığı, sürtünme gibi bir yığın çarpan ve ölçüte göre
hareket etmek zorundadır. Yani sayısız doğrultu ve yörünge olmasına karşın top,
bir tanesini seçer. Şiirde anlatımı, topun hareketine, izlediği doğrultu ve
yörüngeye benzetirim. Neden? Çünkü anlatım, şiiri yazan şairin bilgisi,
sezgisi, dil kullanımı, evreni ve evrensel değerler ile insanı anlama ve bütün
bunları algılama biçimine bağlıdır.
Dil sanatlarında, anlatımı iki ayrı sınıfta düşünmek gerekir. Birincisi
anlaksal anlatım, diğeri ise duygusal anlatımdır. Anlaksal anlatım, gösterenle
gösterilenin bir mantık bütünlüğü içinde doğrudan okuyucuya ve dinleyiciye
aktarılmasıdır. Tutarlılık, bağdaşıklık ve metinler arası birliktelik
gerektirir. Kullanılan tamlama ve sözcüklerin anlam alanları belirli sınırlar
içerisindedir. Olay ve yargıların doğrudan somut ve algılanabilir açıklıkta bir
mantığa veya sanal bir tasarıma dayanan anlatım olarak düşünebiliriz. Anlaksal
anlatım, yalnızca bilimsel veya bilgi veren metinlerde değil, aynı zamanda
yazınsal metinlerde de yer alır. Buradan şu sonuca varırız: Anlaksal anlatım ve
duygusal anlatım, yazınsal metinlerde birlikte kullanılabilir. Kullanılmak
zorundadır. Bilimsel metinlerde ise duygusal anlatımın kullanım alanı olmadığını
düşünebiliriz; ne var ki bilimsel metinlerde bile duygusallığı ne kadar
bertaraf edersek edelim, o mutlaka bir yerlere siner ve varlığını bir biçimde
gösterir; çünkü duygusuz algı, anlama ve düşünme olmaz.
Duygusal anlatım ise, alıcının algı, anlama ve düşünme etkinliğini duyguyla
destekleyen anlatım şeklidir. Duygunun ivme gücünü kullanarak en fazla etki
yaratabildiğimiz anlatım biçimidir. Bunun yanında şiirde kullanılan tamlama ve
sözcüklerin, anlam alanları oldukça geniştir ve duygu değerleri daha görecelidir.
Özellikle sanatsal betiklerin tamamında, duygusal anlatım söz konusudur. Gülmek
ve ağlamak bir duygu çıktısı olduğuna göre mizahın yöntemi duygusal anlatımı
içerir; ancak yöntem ve yaklaşımı daha çarpıcıdır. Mizah, mantıksal çakışımlı
alanın, yani anlamsal çelişkinin ustaca yaratılması ve duygusal yükselişin
sağlanmasıdır. Gülme ve mizahın düşündürme eylemi duyusal bir eylemdir ve
eylemi sağlayan da duygusal bir anlatımdır. En önemli sonucu ve getirisi, belirttiği
eylem veya tasarımın, zihin etkinliğine darbe vurması, zihne yerleşmesi ve
zihni olumlu yönde dönüştürme gücüne sahip olmasıdır. Bu ve buna benzer diğer
özellikleri nedeniyle duygusal anlatım, yazınsal metinlerde anlaksal anlatıma
göre tercih edilen bir yaklaşımdır. Şiirin elindeki en büyük koz duygudur. Bütün
sanat alanlarının en büyük kozu, duygudur diyebiliriz. Bu nedenle şiirde duygu
gücü, olabildiğince yoğun kullanılmalıdır. Dahası duygunun bütün varlıksal
çıktılarını kullanmak, sanatın ve şiirin başat hedefi olmalıdır.
Şiirin elindeki en büyük koz duygu ise anlatımın güçlendirilmesi için
duygu ve duygunun dildeki işlevini iyi tanımlamak gerekir. Elimizdeki kozun
işlevini en iyi şekilde yerine getirmesi için ne yapmalıyız? Psikolojinin
alanına giren bir konudur bu. Duygunun ve duyuların doğrusal hareketini
engelleyen, yani algının doğrusallığını kırarak sıra dışı bir uyaranla okura
seslenmek ilk akla gelen gereçtir. Asıl soru ve sorun da buradadır. Bu durum
anlatımla nasıl sağlanacaktır? Sanırım sorunun yanıtı, ilk akla gelen gerecin
içindedir. Anlatımda çarpıcılık ve sıra dışı uyarıcılık yaratmak için, dilin
alışılmış kurallarını aşmak, doğal dili daha estetik söyleyişe taşımak ve kendi
anlatım ereğine göre kural, sapma ve söz kaynaştırmalarını tam da yerinde
oluşturmak gerekir. Bir anlamda uzam-zaman-anlam gibi kavramlar, mantıksal ve
doğrusal düşünme dışına taşınmalıdır. Bu söylediğim, dili bilinçsizce kırmak
veya parçalamak değildir; günümüzde çoğunlukla tanık olduğumuz gibi “Dam
üstünde saksağan, vur beline kazmayı.” tekerlemesini anımsatmamalıdır.
Neden şiirde duygu önemli bir kozdur, sorusunu açıklayalım. Şiirsel
anlatımın ilk hedefi okur duygusunu ele geçirmek olmalıdır. Okurun duygularını
hayranlığa taşıyan bir karakter taşımalıdır. Biz biliyoruz ki anlama; olumlu
duyguya ve sevme duygusuna bağlıdır. Kıvama getirilmiş duygunun yönlendirdiği
bilinç, her şeyi almak için hazırdır ve şiir gibi bir etkinlik karşısında
savunmasız kalır. Salt şiir değil, bütün olaylar karşısında duygunun önemli bir
rolü olduğunu biliyoruz. Şiirin naif ve etkileyici seslenişi ister istemez
okuyanı veya dinleyeni kendine bağlayacak, şiirle iletişim istekli bir şekilde
sürecektir. Bununla kalmayıp sözlerin
duygu değeri, daha yoğun algılanacak ve daha olumlu bir duygu durumu
oluşacaktır. İşte şairin özellikle dikkat etmesi gereken konu, anlam, anlatım
ve sesle okurun duygu durumunu hazırlamaktır.
Gündelik yaşamın gelgitleri içerisinde insanların
duygulanım süreçlerini hızlandıran etkenler vardır. Her birey için
yapılandırılmaya veya işlenmeye hazır tertemiz duyguların egemen olduğu dünyadır
orası. Bu saf ve tertemiz kişisel duygu durumunun, sömürülmeye yatkın ve
karşının isteklerine göre şekillendirilmeye açık yönleri de vardır. Sanat diye
icra edilen, duyguları karamsar ve içinden çıkılamaz bir hiçliğe sürükleyen
edimlere tanık olduk ve tanık oluyoruz. Müzikten sinemaya kadar uç örnekleri,
hatta rencide edici örnekleri gözler önündedir. Ancak şiir gibi dil sanatının
hedefi, duyguları sömürme, yapılandırma veya onu şekillendirme değildir; şiirin
amacı estetik kaygıyı, estetik duyarlılığı, estetik yaşantıyı, estetik yargının
gücünü arttırmak ve yaşam sevincini var kılmaktır. Sanatsal dünyanın
kapılarında insanın “kendine karşı” ellerini güçlendirmektir. Bir başka
söylemle, insandaki “yüce değerini” eylem alanında duyulur kılmaya çalışmak ve
estetik tavır yaratarak sevme duygusunu güçlendirmektir.
Bir anlamda şiir, insanın duygu ile bilincini entelektüel havaya taşımak
ve naif bir dünyanın ellerinden tutması için ona oyalı bir mendil uzatmaktır.
İşte okurun o oyalı mendili alması ve naif dünyanın ellerini tutması; anlam,
ses ve anlatım gibi fiziksel katmanların olanaklarıyla reddedilemez ortamın
yaratılabilmesine bağlıdır. Bana öyle geliyor ki yazınsal sanatlarda ve
özellikle şiir sanatında, reddedilemez ortamın oluşturulmasında en önemli etken
anlam üzerine giydirilmiş anlatım katmanıdır. Bunu söylerken yazınsal
sanatlarda, konunun, “tem”in veya izleğin önemi yoktur demiyorum; ancak
anlamdan sonra başat etkinin, etkin işlevin anlatıma yöneldiğini belirtmek
istiyorum. Anlatım, anlama yöneldiği
gibi anlamın da kendi içinde vurucu duruma dönüşmesini sağlıyor.
Kant veya Hartmann’ın tanımladığı “yüce” kavramı ve bu kavramın duygusal
değeri, şiirde anlatımın anlamı güçlendirdiği noktada ortaya çıkar, diye
düşünüyorum. Yüce değeri, bir estetik değer olmakla birlikte, anlatımın gücü
bizi aşan yani bizim duygularımızı ezen bir değer olarak görünür.
“Duygularımızı ezen” derken, olabilirlik ölçülerinin ötesinde bir söyleyişin
bizi hayranlığa taşıması anlamında düşünülmelidir. İşte bu olağanüstülük veya
olabilirlik ölçülerinin dışında bir anlatımın anlama yönelmesi; hem yüce hem de
estetik değeri ortaya koyması açısından önemlidir. Örneğin; (...) Laleli'den dünyaya doğru giden bir
tramvaydayız//Birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun (...)// Cemal
Süreya’nın yalnızca şu iki dizesi, anlatımın anlamı nasıl güçlendirdiği, yüce
ve estetik değerin açıkça duyulur kılındığı somut bir örnek olsa gerek.
Şiirde etkin bir anlatım için; dil, bilgi, kültür varlıkları ile insanın
içsel ve duygusal devinimini iyi kullanmak gerekir. Dil olanaklarını kullanarak,
okuyanı ve dinleyeni daha zengin görüntü ve çağrışıma taşımak, duyarlılığı
artırmak iyi bir anlatımla sağlanır. Diğer bir deyişle iyi bir anlatım, okuyan
ve dinleyenin duygu, düşünce ve düş sınırlarının yırtılmasını sağlar.
Resim sanatında büyük amaca ulaşmanın yöntemi;
renk, çizgi veya biçim olabilir. Dil sanatlarında büyük amaca ulaşmanın
yöntemi, anlamın doğurduğu anlatım ve anlatımın doğurduğu anlamdır. Anlatım,
şiirsel işlevin yerine getirilmesi ve şiirin sanatsal içerik kazanmasının temel
çıkış noktasıdır, diyebiliriz. Bu nesnel yaklaşım, şiirin kabul edilmiş ve
anlaklarda şimdilik değiştirilemez bir gerçeğidir.
Dil, düşünce sisteminin ürünü olmakla birlikte
aynı zamanda düşün evrenini de oluşturan, aynı koşullarda her iki yöne
genişleyen ve büyüyen geri dönüşümlü bir sistemdir. Dilin güzel kullanımı;
çarpıcı, yaratıcı, şaşırtıcı ve yeni söyleyiş olmasıyla; doğa ve diğer
bilimlerin kavramsal ve kuramsal bilgisine sahip olmakla; insan davranış
dizgesine egemen olmakla; doğru orantılıdır. Yani, şiirsel anlatım; yaşamsal
kurguyu ve olguları iyi okumak; fotoğrafı doğru kadraj ile uygun açıdan
çekmekle olasıdır. Herkes şiir yazabilir; ancak bugün okunan ve tüketilen şiiri
yazar. Gelecekte gündemden düşmeyecek, zihinlere yapışacak ve elden ele
okunacak şiirleri yazmak; yaşam döngüsü ve kurulu elzem sistemleri, kuşaklar
arası zihinsel evrim özelliklerini, gelecek kuşakların akıl etkinliği ve onların
estetik algı biçimini; yeterince tanımakla olasıdır.
Dil sanatları içerisinde şiirin ayrı bir özelliği
var ve bu özellik şiirin bel kemiğini oluşturur. Şiir dışındaki öykü, roman,
masal gibi metinler, konu ve anlam üzerinden anlatıma yönelir. Şiir ise
anlamdan anlatıma giderken diğer taraftan da anlatım üzerinden anlama yönelir.
Yani anlatım anlama, anlam da anlatıma katkı sağlar. Başka bir şekilde
söylersek diğer metinlerde, anlamın duygu değeri üzerinden yola çıkılır. Şiirde
anlatımın duygu değeri daha belirginleşir ve şiire renkli elbise anlatım
sayesinde giydirilir. Şiirin estetik değeri, öncelikle anlatım üzerinden çıkış
alır; sonra bütün katmanlara belirli ağırlıkta yaslanır. Güzel söz söyleme
sanatı söylemi, güzel anlatım demek değil midir? Sonuç olarak, “Anlatımdan
anlama yönelmek, şiire özgü ayırıcı bir özelliktir.” önermesini ileri
sürebiliriz. Dil sanatlarında, hangi türü olursa olsun, anlam üzerine oturmadan,
bir şiir, bir öykü kısacası bir metin oluşturmak olası değildir, demiştim. Bu
savımda ısrarcıyım. Anlatım, anlam veya anlamlar bütününe (konuya) yaslanmak
zorundadır.
Aşağıda okuyacağınız şiir, estetik söyleyiş ve çoğu dilsel inceliklere
dikkat edilmeden yazılmıştır. Tarihsel bilgi ve güncel durum bilgisi, ön plana
çıkarılmıştır. Şiiri; anlatım özelliklerine dikkat ederek sabırla okumalısınız.
Anlamın anlatıma, anlatımın da anlama yöneldiğini görebilirsiniz.
İZMİR DESTANI
Saat Kulesi kadrajda,
güvercin kalçasında mavi dil
Şehir hatları vapuru
martılar taşır Karşıyaka'dan
Gevrekler duvaklanır zengin yele karşı, yolcular mutedil.
Mahzun bir mahmuz
Konak Piyer, sokulur körfeze
Tahta köprüde adıbelli kalabalık, alışkılı çok kişi
Tülsü bakışını,
Gediz gibi insan akışını görüyorum.
Belediye Meclisinde
üçgen boyoz, çekilir beş taraftan
Suratı kel Bayraklı camlı korkuluk takas eder Konak'tan
Apış arasında
kelaynaklar, taşır cam sürahide nefesini
Sevilir mi kurşun, kurşun olalı, ilk kurşunu ne çok seviyorum.
Karıncalar yol
bellemiş ardışık yolakları, görüyorum
Kancasında kış
azığı, umut yüklenir Kemeraltı'ndan
Havra sokağına on beşinci asır düşüp uyumuş
Kestane alır mı hala
Faustina, kestane pazarından.
Namazgâhta lodos sarhoşluğu, imbata inat
Bir kahve içimi
nostalji geçer Kızlarağası hanından
Agorayı elinden tutup Smyrna'ya götürüyorum.
Kumru yüklü vapur aksırığı vuruyorsa varyanttan
Pagos tepesini
öpmeden geçer mi hiç göçmen kuşlar
Basmane’de at binmiş midir İkinci Murat, zaman küheylan.
Limana transatlantik
yanaştı bu sabah, sancaktan
Kıbrıs Şehitlerine
karanfil bırakacak, sepeti gül kokulu
Köstekli saatime bir Kordon alıyorum, kalkıp bakıyorum
Neler, kimler üşüşüyor yakama, Cumhuriyet bulvarından
Karnaval havası taşır mı ceplerinde bu akşam Kültür Park
Sebatay Sevi Sinagogu'nda çiğdem satan çocukları seviyorum.
Hiç köstekli saate kordon takılır mı deme bakışını değiştir
Bu hava, dekor, deniz, kordon, güzellik, dönüşüyor be insan.
Narlıdere nar
bahçelerini betonladı mı, bulamıyorum
Göztepe gözcüsünü
vurmuş, şimdi yatıyor körfezde
Hatay'da üç yol, üç yoldan ikisi çıkmaz sokak, biri iyi
Durdum meydanda, Fahrettin Altay'ı vuruyorum zeminden
İncir altı
dişiliğini kucaklamış belediye koridorlarında
Camcı kahraman çelik suratlı, şerit rozet beratı masmavi
Akıl işte, hiç maviden gökyüzüne korkuluk dikilir mi?
Çöller sökün ediyor İnciraltı, ölüme ödül veriyorum.
Neden göremez Bostanlı vapuru Güzelbahçe'yi, fenersiz mi?
Balçova, Bornova, Altınova Smyrna'dan mı aldı taze dişiliğini
Meryem ana ayak
basmış mıdır Agoraya İzmir izmir değilken
Büyük sırrını açmış mıdır Meryem Efes'e, elleri koynunda
Çıkabilirsen çık, ne dik, körfezi takas etsek teleferikten
Gerisi hükümet gibi, ne mümkün geçmek; düşünüyorum.
Termal içiyor
İsveçli Nina, şifa sağıyor memelerinden
Sahil Evleri, İnciraltı, Ilıcası, Dalyanı, Bahçelerarası, dahası
Makyajında yazı kışı, enginarı, domatı, narı, ne yok ne varı
En çok da dişiliği uyanıyor çeyizime, üretken ellerinden
Ahtımı ödünç alıyorum Sasalı’dan, ucu flamingo pembesi
Kabzımal ile oturdum Mavişehir'de mezar taşı yontuyorum.
Foça Karaburun'a kesik, testimde aşk taşıyorum Çeşme'den
Caka beyi, Cüneyti, Börklücesi merhem sürerken körfeze
Efes'in tenini okşamadan uysallaşır mı İzmir, iyi biliyorum.
Gediz'i yatağından taşımak güzel bir şey, bir şey olmasına
Yakışık alır mı çocuklara, Belkahve'den bir tarih almadan
İkinci Murat şerefine kahve içti mi Asansör'de O koca dev
Yorgo Seferis'i akşam yoklamasında ıstakama yok yazıyorum
Güngörmüş zeytin dalına, ışıkla söz çiziyorum Urla'da
Yakamozu Çeşmealtı'nda Yörük Efenin mavzeriyle vuruyorum
Direniştir Athena'ya, yevmiyelik ödünç alıyorum düşlerini
İzmir değil; yaşamalar gövdesi körfezde büyüsün istiyorum.
Şu bizim çocuklar, akademisyenler, okumuşlar, çılgınlar
Dokuz Eylül’ü, Egesi, Kâtip Çelebisi, diğerleri diğerleri
Menzile birkaç fırça
dokunsalar, talaşlı atölyelerinden
Dokunsalar şu esere, okşasalar Smyrna'nın gözlerini ellerini
Koyların sarışın efelerine, sürseler sürseler sert gülüşlerini
Gevreğe, boyoza,
çiğdeme yükleseler düş yüklerini
Sağsalar körfezin memelerini, börülce, şevketi bostan
Kumruma katık yapıp uçardım, kumruyu iyi ki seviyorum.
Mizansendir İzmir'de zaman, imbat, güneş, tarih ve dekor
Özgürlük emzirir
tanrıçalar, Ege'de giyindirir düşlerini
Kan dolaşımın sıkıntılı İzmir, yüzün yaralı, biraz da kirli belli
Değmediğinden menzili ırak insan eli, ya da Artemis'in elleri
Her güzelliğin insanla, tam insanla şen olduğunu biliyorum.
Kiraz sapında
kınından sıyrılmış mavi bir Kemalpaşa
Tireden Sipil’e
doğru ağan hüzün yıldızında düşlenir
Kuyruk sokumuna dizili taşları Heykel okullu Bergama
Pergamon kütüphanesindeyim, iyi ki okumayı biliyorum.
Elleri agoraya asılı Körfezde iki yakalı yanık sevda
İki yakandadır özlemlerim, Bayraklı’da gevrek yiyorum.
Ola ki Sığacık’ta düşlem, Azmak’a düşen bir ak Sakız
Her günüme haber saldığımda bir mahrem oluyorum.
Kaba gürültü, en ıssız sessizliğidir yaratıcılığın bu kıyıda
Açımı değiştirmeye gidiyorum, Kadifekale sırasını beklesin
Daha önce vardı
Meryem, Artemis'de daha önce vardı bu sayıda
Deltaları açtım anakaralara, beşiğimde dört kültür kertmesi
Yerkürenin ayak seslerini, aşkın doğduğu yerde bekliyorum.
Her güzelliğin insanla, tam insanla şen olduğunu biliyorum.
Temmuz
2015 Narlıdere/İZMİR
Seslendirme linki: https:/youtu.be/rlSMU_a2TKQ
İzmir Destanı’nda, şiirselliği sağlamak için zamansal ve mekânsal
çelişkilere yer verilmiştir. Anlam, anlatım ve ses katmanı; birbirini üreten ve
yücelten bir biçimde kullanılmaya çalışılmıştır. Sapma, alışılmamış
bağdaştırma, benzetme gibi söz sanatlarıyla; çağrışım, tarihsel bilgi ve düş
gücü harekete geçirilmeye çalışılmıştır. Tarihsel ve güncel konulardan imge
yaratılması da dâhil, şiir dilinin tüm tekniklerinden ve kural kırıcılık
özelliğinden yararlanılmıştır. İzmir gibi bir kentin tarihsel, güncel ve
geleceğini kapsayan anlam örgüsüyle, yakın ve uzak çağrışım gereçleri kullanılmıştır.
Özellikle tarihsel olaylar, belleklerde yer etmiş tarihi isimler ve
yer-zaman-olay çelişkisiyle okurda çağrışım saçağı güçlendirilmeye
çalışılmıştır. Bunun yanında şiirin düzyazı şiir tekniğine de yakın durduğunu
söyleyebiliriz. Şiirin her dizesi nesnel bilgi ve bilginin çağrıştırdığı
yaşanmış ve geleceği öngören olaylar örgüsünü kurguluyor. Bu tür anlatımı,
nasıl isimlendirmek gerekir, tartışılır. İlk aklıma gelen isim, ‘destansı
anlatım’ oldu. Sonuç olarak anlatımın sınırsızlığı, şiir
sanatı için çok büyük bir olanaktır. Şiir şöyle olmaz, şiir böyle yazılmaz
benzeri yaklaşımlar; öğrenilmiş olanla yaşamaya alışık olmanın sonucudur. Şiire,
sınır ve çerçeve çekilemez. Şiirde; anlatım dili kırar, kural tanımaz, mantığı
yıkar, çelişkilere yüklenir, zaman ve mekândan bağımsızlığa yönelir. Ayrıca
şiirde anlatım, düşüncenin niteliği ve itkisine göre biçim alır.
Burada ‘eksiltili anlatım’dan söz etmek gerekir. Bu, önemli bir şiir
tekniğidir. Şiirin kısa ve en az sözle çok şey anlatma isteği bilinen bir
özelliğidir. Şair, okuru çoğul bir anlama yöneltmek, çağrışım yelpazesini daha
geniş tutmak, şiiri daha etkili kılmak ve şiiri daha yalın tutmak maksadıyla,
dizelerde eksiltili anlatıma başvurabilir. Eksiltili anlatım, şiir çözümleme ve
eleştiride gerekli olacak bir bilgidir. Bir dizenin, sesin, sözcüğün ya da
tümcenin; eksik bırakılması onun bütün bir dize ve tümce olmadığı anlamına
gelmez. Bana göre eksiltili anlatımın ilk amacı, şiiri yalın tutmaktan ziyade
okuru, eksik kalan yerleri tamamlatarak çoğul anlam ve çağrışıma yöneltmek,
rastlantısal anlam ve rastlantısal imgelem zenginliği doğurmaktır. Okuru
şiire katılmaya zorlamaktır. Beynin çalışma sistemi, eksik bırakılan yeri,
anlamı, sesi, görüntüyü bir bütün olarak görmeye yönelir ve eksik parçayı
algısal olarak tamamlar. Dizede var olanla belleğindeki bilgileri kullanarak,
en kısa yoldan anlam, imge ve imgeleme ulaşır. Bu, insan beyninin önemli bir
özelliğidir. Şairin ses, sözcük, anlam veya söz grubunu şiirde eksik bırakarak
okurun bulmasını istemesi; Geştalt etkisi kuramına dayandırılır. Geştalt
psikoloğu Kurt Koffka’nın bu konudaki kuramı şu şekildedir: “Bütün, kendisini oluşturan parçaların bir
araya gelmesinden daha fazlasıdır. (...) Bütün, bağımsız bir varoluşa
sahiptir.” Koffka’nın söylemini daha açık söylersek Geştalt etkisi diye
bilinen bu yöntem; beynimizin, özellikle
basit ve bağlantısız ögeleri görsel olarak bir araya getirerek tanıdık ve bütün
figürler çıkarma yeteneğidir.
Dizede eksik bırakılan; söz, anlam ve çağrışım alanları; beynimizin
çalışma özelliği gereği, Geştalt etkisiyle bir bütüne kavuşturulur ve anlamlandırılır.
Ancak burada oluşan bütünlük, anlam ve çağrışım saçağı, okurun bilinçaltı,
zihni ve belleğinin gücü ile doğru orantılıdır. Şunu biliyoruz, her metnin
anlamı, okurun anlamlandırabildiği oranda anlamlıdır. Özet olarak eksiltili
anlatım, şiirin kendisini geleceğe taşımasında önemli bir yöntemdir. Eksiltili
anlatımda şairin yapmak istediği ile okurun anlamlandırması aynı şey
olmayabilir; bu da okuru çoğul çağrışıma taşımak için şiirde istenen bir
durumdur. Sözel ve anlamsal olarak şiirde eksiklikler bırakmak, şiirde yalınlık
yaratmak, okurun katılımını sağlamak; okuru çağrışım ve çokanlamlılığa yöneltme
amacı taşır.
Şiir diline “yapay bir dil” denir. Ozan, şiir dilini kurmak için “Ortak
dili değiştirir.” diye söylenir. Bu iki söyleme biraz ayrıntılı baktığımız
zaman, durum öyle görünmüyor. Açık söylemek gerekirse ben okuduğum hiçbir
şiirde, dilin yapaylığına ya da değiştirilmiş olduğuna tanık olmadım. Hemen
itiraz etmeyin!
Şair, ortak dili değişime ya da yapaylığa uğratmıyor; aklı ve bilgisi
oranında dilin kullanım güzelliğini, derinliğini açığa çıkarıyor. Şairin
yaptığı, daha güçlü algı yaratmak, daha derin anlam ve çağrışım yaratmak, coşum
gücünü artırmak ve estetik değer yaratmak maksadıyla ortak dilin sessel,
anlamsal ve anlatımsal olanaklarını daha etkin kullanıyor olmasıdır. Başka bir
söyleyişle şairin yaptığı şey, ortak dili şiirselleştirmektir. Şiir, dilin düş
ve tasarım olanaklarını süsleyerek ortaya koyduğu en iyi anlatım biçimidir.
Yani güzel anlatım şiirsel anlatımdır. İşte bunu “şiir dili” diye
isimlendirebiliriz; ancak bunun anlamı, dilin en uç, en güzel ve algı uyarıcı
anlatımından ve kullanımından başka bir şey değildir.
Şairin dili güzelleştiriyor olması, zihin ve düş gücünün tasarımsal
yeteneğini sınırsız anlatım olanaklarıyla açıklıyor olması ne yapay bir dil
kurmak ne de dili değiştirmektir. İşte bu nedenlerle, şiir diline yapay dil
demek yerine şiir dilinin anlatım gücünden, ortak dili değiştirmek yerine anlam
ve anlatımı güzelleştirmekten söz edebiliriz.
Kısaca söylemek gerekirse şiir dili, okurun kendine yönelmesini ve haz
almasını sağlamak için ortak iletişim dili ile iletişim zincirinin en güzel
kullanımıdır. Şairin işi, zihnimizde ayırdına varamadığımız insan, nesne ve
doğa ilişkilerindeki gizemi dil görünümünde ortaya koymak değil midir?
İşte bu nedenle şiir dili dediğimde, doğal dilden farklı bir dil kastetmediğimi söylemek isterim. Şiir dili, sevimli ve disiplinsiz
davranışlarıyla kuralları kıran, her kırdığı kuralın gerisinden yeni bir yargı,
yeni bir düşünce ve estetik değer üreten dildir. Yani şiir dili; imgelemin
nesnelleştirilmiş bir biçimini ortaya koyarken aynı zamanda; ezgisel, anlamsal,
çağrışımsal yeni kavramlara ışık tuttuğunu, bunu yaparken de estetik değer
ürettiğini söylüyorum. Örneğin alışılmamış bağdaştırma veya yeni söylem
kalıplarıyla, dilin anlatım ve çağrışım gücünü artırırken aynı zamanda sanatsal
yaratıcılığın doğumuna tanık olduğumuzu söyleyebiliriz.
Soyut anlatım, şiir, resim ve heykel gibi sanatlarda daha çok başvurulan
bir tekniktir. Dünya ve yaşam algımız, soyut ve somut gerçeklikler üzerinde
kuruludur; en azından biz öyle biliyoruz. Anlam, belli bir temele oturmadığı sürece;
imge, coşum, çağrışım, görüntü gibi özelliklerini istediğimiz gibi
sağlayamıyoruz. Şiirdeki ezgi bile anlam üzerine oturmak zorundadır. Soyut
anlatım, bütün metinlerde biraz vardır; olmalıdır, olmak zorundadır. Görme,
duyma ve zihinsel etkinlik, düşüncede soyut ve somut tasarımların karşılık
geldiği kavram, terim ve gösterenler ilişkisine bağlıdır. Bu gösterenler,
zihinsel veya nesnel olsa bile birbirini destekler ve bütünler. Salt soyut
tasarımlar üzerine kurulu şiirsel dil, isteğini okura anlatamaz. Şiirin
duyguları linç edecek kadar açık olmasında ve okurun düş evrenine ulaşacak
nitelikte olmasında yarar vardır. Yani şiirin anlamsal, çağrışımsal, sessel ve
coşumsal işlevini yerine getirebilmesi için; insan anlağına saplanan, duygusal
evrenine çomak sokan; olgular düzleminde olmalıdır. En mantıklı olarak gördüğüm
kuramlardan T.S. Eliot’ın "nesnel bağlılaşık kuramı", şiir metnindeki
bağdaşıklık ve tutarlılık düşüncesiyle örtüşen bir yaklaşımdır. Her ne olursa
olsun bir şiir metni, tek dize bile olsa, öncelikle anlamsal bütünlüğe sahip
olmalıdır. Anlamsal bütünlüğü sağlayan şiir metni, ister istemez kendi içinde
tutarlılık gibi metinde aranan dilbilimsel özellikleri sağlamış olur.
Sonuç olarak şiir dili, zaten kendine özgü bir anlatımdır; dil evrenini
soyutlamak zihinde tasarlanmış olanları bir anlam çerçevesine koyabilmektir.
Sözcüklerin ve söz kaynaşmalarının doğurduğu anlamsal alanlar, oldukça geniştir
ve algılanması beynin tasarım gücüne bağlıdır. Okur tarafından algılanabilir ve
anlaşılabilir şekilde yazılan her şiir, ister somut ister soyut olsun, anlatımı
başarılıysa diyecek sözümüz yoktur. Açık söylemek gerekirse şiir ve sanat;
okurun okumaya, görmeye, bakmaya değer bulduğu kadar değerlidir; toplam akıl ne
estetik algıda ne de estetik değer yargısında yanılır. Şiir yazmak, hiçbir
sınır ve kurala tabi değildir, duygular ve aklın kuralsızlığı gibi. Maksadım,
soyut kavramların nesne ile bütünleştirilmeden ya da anlaklarda tasarımı
tamamlanmış olmadan, algılanması ve anlaşılmasının güç olduğunu
anlatabilmektir.
Yenilikçi şiirden söz edilir çoğu yerde. Bu
söylemin, altının dolu olmadığını düşünüyorum. Bu soruyu tersten soralım;
Yunus’un Hayyam’ın, Fikret’in, Uyar’ın ve Süreya’nın şiirleri şimdi eski midir?
Yeni şiir çabaları arasında bildiriler, manifestolar dolaşıyor ortalarda. Sonuç
olarak, yazınsal bazı teknikler dışında bunların içeriğinde kuramsal tespit ve
paradigma değişimine gidilecek bir yaklaşım görünmüyor. Şiir; yerleşik
beğeniye, alışılmış, kalıplaşmış söz öbeklerine karşı elbette kendini
yenilemelidir; ancak kendini yenilerken var olanı reddetmek yerine, gelenekle
geleceği kaynaştırmak, onu çağdaş bir biçimde dönüştürmek zorundadır. Ne
yıkmakla bir sonuca varılabilir ne de geleneğe bağlı kalarak yeni şiir
üretilebilir. Deneyimler gösteriyor ki yenilik, bilginin bilgiyi üretmesiyle,
bilginin anlamı, anlamın anlamı genişletmesiyle olasıdır. Salt şiirde değil,
gerçekte her olay ve olguda bu ilke geçerlidir.
Amaç; yeni, insanı kavrayan,
yeni bir dünya, sevgi ve özgürlük öneren şiiri yazabilmektir. Alışılmamış
tasarım, alışılmamış biçim, farklı anlatım gibi teknikler ile yazılan yenilikçi
şiiri. Yeni şiirden kasıt, şiirin öz, içerik, biçim ve biçem olarak farklı ve
daha önce denenmemiş özellikler taşımasıdır. Öyle sanıyorum ki, yeni şiir için bunlar da yetmez;
yeni bir gelecek görüşüne, yeni bir dünya tasarımına gerek olduğunu da
eklemeliyiz. Herhangi bir öğretinin, sistemin ve dinin düşünsel bağımlısı olmuş;
yüzyıl önce ortaya atılmış kuramları bugünkü okura kabul ettirmeye çalışan;
kendi düşünsel devrimini yapamamış; yeni kuşakların düşünsel dünyasının çok
gerisinde kalmış önyargı sahibi kişiler; yenilik getirmek yerine şiire
sınırlama getirirler. Biçimi, biçemi ne olursa olsun yeni şiir, şaşırtıcı
içerik, geleceği kucaklayan, tasarlanması güç dil kullanımı içeren, okuyan
dinleyenin en saplantılı yerine yumruk atan ve zincirleme etki oluşturarak
güzellik algısını büyüleyen şiirdir. Bu tanımlamaları yaparken, ipe sapa
gelmez, bir mantık dizgesine oturmayan, şiir diye benzetme ve imge kalabalığına
soyunan, öğreti ve inançların emrine uyan bir yapıdan söz etmiyorum. Şiir, yeni
şiir olmak için önce insanı insan olduğu için öncelemeli, sonra duygusunu,
arkasından zihin ve akıl dengesini sarsmalıdır. Gelecek yıllara yaygın bir içerik
taşımalı, duyguları ve aklı gasp etmelidir.
Şiir, konuşan bir gökyüzüdür; masmavi, apaçık ve sınırsız. Bu maviliğe,
bu sınırsızlığa çorap örmek ya da şapka giydirmeye çalışmak akıl işi değildir.
Şiirde yazın kurallarına karşı önyargılı davranmak, dizelere kendi başına
buyruk söz dizisi muamelesi yapmak, bir anlamda şiirin anlatım düzenini elinden
almak demektir. Şiir, yalnızca ne anlamdır ne anlatımdır ne de ezgidir. Şiir,
anlam ve ezgi olduğu kadar, anlatım, duygu, hareket ve dengedir. Yani şiir,
şiir gibidir. Şiirde belirttiğim yedi katman birbiri ile uyumlu ve dengeli olmazsa,
şiir niteliğinden kayba uğramaya başlar. Şiirde anlatımın sınırı ve bağlayıcılığı
yoktur; iletişim dilinin izin verdiği ve anlaşılma eşiğini aşmadığı sürece her
tür anlatım geçerlidir; Özne ve eylemi bağlamından sökse bile. Anlatımda ilk
koşul, okurla iletişimi duyguyu sarsıcı biçimde gerçekleştirebilmektir;
anlaşılır ve etkili olmaktır.
Şairler, yazdıkları şiiri sesli okuyarak şiirde ses düzeni ve anlatımın
güçlü olup olmadığını belirlemeye çalışırlar. Ben de öyle yapıyorum. Anlamını,
noktasını, virgülünü, tonlaması ve ezgisini dikkate alarak sesli okuyorum;
dilsel ve sessel zayıflıkları gidermeye çalışıyorum. Anlatım, çoğu zaman günlük
dile yaslanmak zorundadır. Şiiri sesli okurken dil alışkanlığının refleks
olarak bulduğu sözcük, ses ve söz dizimi, ozanın doğallıktan şiirselliğe giden
o damarı bulmasına yardımcı olabilir.
Şiir, asimetrik düşünmeyi, dil ve düşünceyi kuralsız deşmeyi sever.
Çılgın düşler, aksi çıkarımlar, duygu patlamaları ve karşıtlık; şiirin besin
kaynağıdır. Bunların yanında, şiir hem anlatımda hem de anlamda acemi ve usta
şairlerin çok sık başvurduğu bir şeyi sevmez. Belirteceğim bu konu, belki de
çağdaş sanatın belkemiğini oluşturan bir yaklaşımdır veya olmalıdır. Daha
doğrusu ben öyle düşünüyorum; tespitim doğru ya da yanlıştır, tartışmaya
açıktır. Hiçbir sanatçı ve yapıt, düşüncesini (inancını, öğretisini) alıcısına
öğretme ve kabul ettirme bencilliğinde bulunmamalıdır. Net söylersek sanatçı,
kendi düşüncesini okura dayatan tavır duyumsatmamalıdır. Şair, olanı ve
öngörebildiği olabilecek tasarımlara, sanatsal özellik giydirerek olduğu gibi
yansıtmak dışında bir tutum sezdirmemelidir. Bulunursa, insan psikolojisi,
özgürlük ve benlik algısı gereği, okur o betiği reddeder ya da aidiyet
duygusuna uygunsa sahiplenir. O yapıt, estetik değer taşıdığı için değil,
izleyicinin aidiyet sınırına girdiği için alkış almıştır. Aidiyet duygusu,
güzeli güzel olduğu için değil; aidiyetine uygun olduğu için güzel yargısına
götürür. Aidiyet duygusu sıkıntılı bir duygudur; tıpkı ateş gibidir, iyi
yönetilmez ise cinayet ve şiddeti bile olağan karşılayan güruhlar doğurur.
Şair kendi doğrularını; okura öğretme ve dayatmaya çalışırsa estetik
değer yaratmanın tersine okurda istemeden karşıtlık doğurur. Diğer taraftan,
taraf olmanın getirdiği tutum ve algı değiştirmeye yönelik yaklaşım, şaire ve
şiire olan ilginin zedelenmesine neden olur. Oysa şair, üst anlam olarak
belirttiğimiz tabakada, kendine özgü dünya algısını zaten yansıtmış olacaktır.
Geçtiğimiz çağda tanık olduğumuz gibi propagandist ve militanlaştırılmış şiir
yaklaşımı, övünç ve gurur kaynağı olagelmiştir. Doğru mudur? Yirminci yüzyıl
mantığına göre doğrudur hatta olmaz ise olmazdır. Günümüz sanat anlayışı ve
genç kuşağın yaklaşımı, bu tür anlayışı ötelemektedir. Sanatın maksadı ve işlevi,
duygu olumlama ve duyarlılığı güçlendirmedir. Oscar Wilde’ın “... Başkalarını eğitmekle uğraşmaktan,
kendini eğitme fırsatı bulamamış insanlar” diyerek özetlediği sanatçı ve
şair tipi, ne yazıktır ki güncelliğini korumaktadır.
Sanat evrenseldir. Tarihsel, dinsel ve öğreti kabullerinin getirdiği
düşünsel sabitlik, sanatçı ve şairin elini kolunu bağlamamalıdır. Sanatta ve
şiirde ayrışma, diktelere göre hareket, şiirin göğüne kısa vadede şapka
giydirir, uzun vadede ise şiiri nefessiz bırakır. Bu şekilde olursa
ayrıştırılmış bir sanat/şiir anlayışına doğru gidilir ki günümüzde yaşanan
karmaşada olduğu gibi herkes kendini ayrı bir Hitler kampında en yüce sanat
adamı olarak bulur. Yeni bir dünya kurmanın temeli, öğretilerde ya da
inançlarda olduğu varsayımına çıkılır ki yaşanan odur, kaos bir sanatsal dünya
yaratmaktan başka bir sonuca gidilemez. Sanatın ve şiirin hedefi; duygu, bilinç
ve akla katkı yapmaktır. Sistemi, olumlu duygunun itici gücüyle akıl kurar ya
da bozar. İnsana yaraşır yenidünyayı, bilimsel bilgiye sahip, sevgi donanımlı
ve sanata yatkın akıl kurabilir. Sanatı ise çağdaş bilgiyle donanımlı akıl
evrensel değerlere taşıyabilir.
Anlatım, okura kendini yüksek sesle gösterecek,
satır gerilerini sezdirmeye çalışacak, şaşkınlıktan hayranlığa giden bir duygu
durumunu yaratacak, okurun imgelem olanaklarını tartaklayacak, duygularını
ezecek ve zihinsel etkinliğini sarsacak biçimde kurgulanmalıdır.
Anlatımın dilsel ve teknik yönü dışında, şiir dilinin de anlatıma katkısı
vardır. Şiir dili; imge, alışılmamış bağdaştırma, deyim aktarma, sapma,
değişmece vb. gibi şiirsel anlatım araçlarına sahiptir. Bir anlamda şiir,
anlatımı bu araçlar ile güçlendirir, anlatımı anlama, anlamı çağrışıma,
çağrışımı coşuma yükleyerek çığ gibi şiirselliğe evrilir. Burada önemli bir
nokta vardır. Şiirin dilsel araçları (bağdaştırma, sapma gibi), hem dil
kullanımını hem de yaratıcılık yeteneğini güçlendir kanısındayım.
Alışılmamış bağdaştırmalar, sapmalar, değişmeceler ve imge kurgusu;
anlatıma güç katan, yeni anlam alanları kuran, insanda bakış ve düşün açısını
değiştiren, mantığına yumruk atan, şiir diline estetik değer katan; dilsel
özelliklerdir. Bir bakıma, şiir dilinin en önemli göstergeleri arasında
olduğunu söyleyebiliriz. Şöyle ki şiirin, şiir olma özelliklerinin büyük
kısmını sırtında taşıyan katman anlatım katmanıdır. Zaten şiirin eskiden beri
bilinen diğer bir tanımı da güzel söz söyleme sanatıdır. Yani anlam ve ses
gibi, anlatım da şiirin, şiir olması için önemli bir olanak sağlar. Anlam,
çağrışım, coşum ve sesin, arzu edilen düzeyde oluşturulması anlatımla doğrudan
ilişkilidir.
İmge, okurun zihninde zincirleme çağrışım yaratarak coşumu doğuran ve bir
üst anlam tabakasına yönelen görüntüselliktir. Soyut veya nesnel gerçekliklerden
yola çıkar, görüntüyü oluşturur, bellekte var olan veya âtıl durumda bulunan
izleri harekete geçirir. Anlatımda imgelemi sağlayan ve imgeyi doğuran söz
sanatları; ses, anlam, çağrışım, coşum ve estetik katmanlarına yönelir ve her
katmana katkı yapar. Diğer bir söyleyişle, şiirde iyi bir anlatım, imgelem ve
imgeyi oluşturan söz sanatlarının orantılı ve etkili kullanılması demektir.
Sapmalar, alışılmamış bağdaştırmalar, benzetme, değişmece, eğretileme,
değinmece gibi söz sanatları; kendi içlerinde kendi gerçekliğini doğururken
aynı zamanda şiirin bütünselliğini tasarlarlar. Bu nedenle imgeye yönelen söz
sanatları, anlatımın en önemli güç ve hareket motorlarıdır.
İmge,
söz ve söz bağlamlarından bütünlüğüne kadar her ögesinin doğurduğu, dil ve
düşüncenin nesnel-sanal gerçekliği anlatabildiği oranda görünür. Aynı zamanda
okur da anlamlandırabildiği kadar imgelem dünyasına gider. Bu demektir ki söz
bağlamları ile yaptığımız her imge, düşünce bazında her tür sanat alanına
uygulanabilir. Çünkü dil düşünmenin, görmenin, duymanın somut biçimidir ve
algı, görme, anlamlandırma için her sanat dalı dilin gücünü kullanmak
zorundadır. İmgenin temel kaynağı dil ve düşüncenin arasındaki vazgeçilemez çok
katmanlı ilişkidir.
İmge; okur birikimi, anlam ve çağrışımın toplam
sonucudur. Özellikle şiir gibi örtük ve anlam alanı geniş dil kullanan
sanatlarda; çokanlamlılık, çağrışımda rastlantısallık dolayısıyla anlamda
rastlantısallık mutlaktır. İmge, yalnızca iki uzak söz kaynaşmasıyla değil;
sözcük, söz kaynaşması, deyim, dize, mısra, kıta veya şiir bütünlüğünden
doğurulabilen sonuçlardır. Sözle görünüşe taşınan değerlerdir ve aynı zamanda
yeni imgelem alanları yaratma gücüne sahiptir.
İmgelemden imgeye, imgeden imgeleme dönüşümlü bir zihinsel süreç vardır
ve bu süreç, okur zihninde rastlantısal anlam ve çağrışımsal imgelem alanlarını
doğurmaya açıktır. Arzu edilen imgeler, temelde şair tarafından şiirindeki söz
ve duygu değerleri ile oluşturulur; ancak okurun bilgi birikimi, yaşamsal
değerleri, belleği ve zamansal dönüşümler nedeniyle imgelerin uzamları ve
çeşitleri ile imgelem sınırı kontrolsüzdür. Okurun sezgi yetisi, bilgi
birikimi, yaşamsal deneyimi, dünyayı okuma biçimi ve anlamlandırmasıyla koşuttur.
Öyleyse imge, şiirdeki anlam, anlatım, ses, çağrışım, coşum ve estetik
değerin okurda var ettiği toplam görünüş biçimidir. Okur şiirdeki bir sözcükle
imgeye ulaşılabileceği gibi şiirin bütününden de şiirin bağdaşık ve tutarlılık
değerine göre imge ve imgeler toplamına ulaşabilir.
Sözcükler, şiirde her zaman kendi anlamları ile karşımıza çıkmaz,
çoğunlukla geçici veya değişmece anlamları ile karşımıza çıkar. Bir anlamda
dize içindeki sözcük ve söz öbekleri geniş anlam alanlarına sahiptir. Şairin
kullandığı bu tür sözcükler, dizedeki diğer söz ve söz gruplarının yükünü üzerine
alır ki geçici ve çokanlamlılık özelliğini kullanarak sıra dışı anlam doğurur.
Böyle kullanımlar kavrayışımızı alt üst eder. İşte sözcüklerin anlam alanlarını
yerinde tasarlayıp kullanmak şairin anlatım becerisini, okurun da anlamlandırma
yetisini gerektirir.
Örneğin alışılmamış bağdaştırmalar, farklı en az iki gösterenin yan yana
getirilmesiyle anlamsal bir alan oluşturur. Tasarım olarak alışılmadık yeni bir
anlam ortaya koyar. Somut, gerçek üstü ve soyut gösterenler üzerinden, anlama
derinlik kazandırarak algıyı uyarır ve zihni sarsıntıya uğratır. Sözcüklere
sıra dışı anlam yüklenerek kullanılan isim veya sıfat tamlamaları ve deyim
aktarmaları; şiir dilini etkili kılarken sınırsız bir şiir dil kullanımını ortaya
çıkarır. Diğer taraftan da gerçeküstü düşün sisteminin kapılarını aralar.
Aslında günlük dilde kullandığımız çok bilinen tamlamalar ve deyimler de
bağdaştırmalara birer örnek olabilir. Ancak bu tür deyimler, çok kullanıldığı
için zihni sarsıntıya uğratacak etkiyi yitirmişlerdir. Alışılmamış bağdaştırmalar,
beklenmedik ve çekici anlamlar yüklenerek yapılan söz dizilimidir ve genellikle
güçlü çağrışım, görüntü, coşum, etkili anlam ve hayranlık gibi duygusal ve
zihinsel eylemlere neden olur.
Şiirde alışılmamış bağdaştırmalara başvurmanın
temelinde, izleyiciye yansıtılan imge ve tasarımlar dışında, insan zihninin
derinliklerinde hiç dokunulmamış alanlarda yeni görüntü ve tasarımların
oluşmasını sağlamak yatar. Bu nedenle alışılmamış bağdaştırmalar şiir dilinin
sanatsal özellikleri arasında en önemli ve çarpıcı şiirselliği sağlayan dilsel,
duyusal ve zihinsel olgudur. Aynı zamanda “alışılmamış
bağdaştırma tekniği, şaire dilsel ve sanatsal yaratıcılık ortamı sunar.”
Sapmalar; dili daha özgür kılar, şiir dil olanaklarını genişletir ve
anlatıma daha vuruculuk kazandırır. Sapma; sözcüklerin ses, biçim, anlam
özelliklerinde ve dilin söz diziliminde bilinçli olarak değişikliğe gitmeyi,
ortak dili aşan yeni söz değerleri bulmayı sağlar. Anlatımı etkili kılmak için kullanılır.
Sözcüksel, biçimsel, sessel, anlamsal, yazımsal, lehçesel, tarihsel dönem
sapmalarıdır bunlar. Şair bunları kullanarak, ses ve anlam açısından şiiri daha
etkili kılmayı, okurun zihninde beklenmedik yeni tasarım oluşturarak algı
törpülemeyi ve şiirin duygu değerini artırmayı sağlar. Pek çok şiirde olduğu
gibi düz bir tümcenin söz dizilimi değiştirilerek kurulan dizeler, sapma
olmaktan ziyade anlatımı çekici kılmaya yönelir.
Küçük bir parantez açıp burada şunu
belirtmeliyiz; önek/sonek, sözcük birleştirme/bölme, bağdaştırma, sapma,
benzetme türü yöntemlerle, şaire sözcük türetme görevi yüklendiği, çoğu yerde
dillendirilmektedir. Şaire sözcük türetme görevi yüklenemeyeceği gibi dilin
oluşum ilkeleri gereği şairin sözcük türetme yeteneği de ayrıca
sorgulanmalıdır. Şair, yalnızca var olan sözcük ve sözcük grubu üzerinde
önek-sonek-sapma-kesme-bölme biçiminde hareket alanına sahiptir. Bağdaştırma,
sapma, benzetme, kesme ve ek getirme gibi yöntemlerle sözcük ve söz
tamlamalarına çekicilik kazandırabilir. Anlam bağlamının dışına taşmadan, ön
veya son eklerle sözcüğe yeni bir bakış tarzı veya anlam alanı açabilir. Birden
çok sözcüğü kesip, biçip, ekleyip, kısaltıp şiirde kullandığı anlam alanına
yakın çekici ve nesnel karşılığı olan/olmayan söz varlığına dönüştürebilir.
Türkçede kullanılan yabancı kökenli bir sözcüğün yerine yeni bir sözcük de
önerebilir. Türk şiirindeki örnekler incelendiği zaman bunun böyle olduğunu
gösteriyor. Ancak bunlara, sözcük türetme anlamında bakılmamalıdır. Çünkü
sözcük türetmek; yeni bir buluşun, tanımlanmamış bir duygunun, duygunun yaşanma
biçiminin, olgunun/eylemin oluş biçim ve çeşidinin, dil ve düşüncede
yaşanan/olan/var olan bir boşluğun, yeni bir tasarımın veya isimlendirilmemiş
var olan bir nesne, duygu, eylem, olgu ve durumun tanımlanması ve isimlendirilmesi
sonucu oluşan bir iştir. Ayrıca türetilen sözcüklerin, dilde kanlı canlı olması
gerekir. Bunlar da şiirin ve şairin ilgi
alanı içindeki bir konu olarak ele alınmamalıdır. Sözcük türetmeyi Türk
şiirinde anlaşıldığı gibi düşünürsek bunu herkes yapabilir; ancak yukarıda söz
ettiğim niteliği, niceliği ve süreci içeren sözcük türetmek şairin, dil uzmanı
veya sanatçının polimat olmasını gerektirir. Diğer bir söyleyişle şairin üç
temel bilim ve onun uzantıları ile sosyal ve insani bilim disiplinlerine egemenliğini
gerektirir. Bunun yanında dil ve düşüncedeki boşluğun tanımlanması ve bu
boşluğu dolduracak sözcüğün türetilmesi; dil, düşünce, olay ve olgular arasında
sağduyulu yorum ve yaratıcılık yeteneği ister. Uzatmadan şunu söyleyebilirim:
Türkçe, İngilizce gibi gelişmiş ve oturmuş dillerde sözcük türetme konusuna bu
açıdan bakılmalıdır.
Anlatıma daha ayrıntılı ve bilimsel bir perspektiften bakarsak karşımıza
daha karmaşık durumlar çıkar. Anlatım, şairin dünyayı okuma biçimi, yaşamı ve
insanı algılama tarzı ile nesneleri görme biçiminin söze dökülüşüdür. Diğer bir
deyişle, şairin bilincinin açıklama edimi
ile buluştuğu alandır. Buna şairin; kavramlar, olgular, olaylar ile insan
arasındaki mutlak ilişkiyi tanımlama, duyarlılığı görme, kendine özgü yaşamı
görme ve açıklama biçimi diyebiliriz. Bu noktada, şairin insanı okumasından
tarih bilgisine kadar pek çok parametrenin niteliği ve niceliği anlatımı
etkiler. Donanımsal bütünlük ve zengin artalan bilgisini gerekli kılar. Bilgi
birikimi, zihinde oluşturduğu etkinlik ile görme, anlama ve düşünceden sonuç
çıkarmaya yöneltir. Yani söze dönüştürme yetisini üst seviyeye taşıdığı gibi
anlatımı da doğrudan etkileyen bir gerekliliktir. Bilmeden, bilip görme
yeteneği gelişmeden sanat eseri üretme devri geçmiştir. Donanımlı olmadan
anlatımı güçlendirmek boş bir çabadan başka bir şey değildir. Kişi heybesinde
olmayanı çıkarıp ortaya söz olarak koyamaz.
Anlatıma; berraklık, akıcılık, bağdaşıklık, rahatlık, şaşırtıcılık ve
algı uyarıcılığı açısından bakmak gerekir. Bunun yanında kısa, öz, açık, içten,
yalın ve özellikle özgün dil kullanımı önemli etkenlerdir. Etkili bir
anlatımda, şiirin okuru kavrayıp kavramadığını, algılarını harekete geçirip
geçirmediğini dikkate almak gerekir. Anlatım, algı
uyarıcı olmalıdır. Duygulanım, bilinçli bir eylemdir. Okurun şiirle
ilk karşılaşmasında, yani sunuş ve okunuş esnasında duygulanım etkisinden önce,
algının etki altına alınıp, tanılama eyleminin başlatılıp başlatılamadığı
önemlidir. Zorunluluğu olmayan her eylemin başlatılması, algıların güçlü
uyarılmasına bağlıdır; dikkat, teşhis ve tanıma eylemi algının uyarılma
safhasından sonra başlar.
Okuru sımsıkı kavramak ve zamansal-uzamsal düş yolculuğuna çıkarmak, anlatımla
sağlanabilir. Yapıtı izlemek veya okumak, zorunluluk değildir; algı
uyarıcılığı, ilgi çekiciliği ve verdiği özel tatla ilgilidir. İşte bu özel
tadın alınması, okurun algısının uyarılması ve uyarımın yaşamsal izleriyle
örtüşmesine bağlıdır. Şiirde belirttiğimiz her katman, anlatım dâhil, bu gizli
tadı kendi içinde doğurma olanağına az ya da çok sahiptir. Her katmanı ayrı ayrı incelemekteki amacım,
katmanların şiirdeki bireysel etkisini ve şiir bütünlüğü içinde doğurabildiği
toplam etkisini tanımlayabilmektir. Bu sayede, şiirin iç ve dış
organları ile bir bütün olarak ne olup olmadığını açıklayabilmektir.
Şiiri çözümlerken anlatım katmanını açıklamakta ne gibi ölçütler
kullanmalıyız? Daha önce de belirttiğim gibi şiir çözümleme tekniği, genel bir
yaklaşımı ve yordamı belirler. Eleştirmenin bireysel olarak katmanlarda ne gibi
ölçütler kullanacağını belirlemekten kaçınır. Çünkü çözüm için ölçütleri
belirlemek, sanatsal bir metni belirli kurallar altında ele almak anlamına
gelir ki bu özgür, eleştirel ve özgün düşünsel sürecin dışına taşar. Sanatın
hiçbir aşamasında ölçüt, kural, sınır ve yasak gibi çerçeve belirleyici eylem
ve zorlamalar olmamalıdır bana göre.
Eleştirmen, şiiri çözümlemek istediğinde anlatım katmanında belirtilen
genel çıkarımlar, bağdaştırma, söz dizilimi, imge ve söz sanatlarının ağırlık
durumu gibi konuları dikkate almalıdır. Şiir ve şiirin katmanları, şiirsel
dilde çok geniş bir alana sahiptir. Anlatım katmanında belirtilen esaslar;
ister istemez eleştirmenin şiir bilgisi ve düş gücüyle sentezlenecektir.
Eleştirmen, anlatımın neden güzel veya ne gibi eksikleri olduğunu
gerekçeleriyle birlikte açıklamalıdır. En önemli görevlerinden biri, şiirdeki
örtük alanların örtüsünü okurun anlayacağı şekilde çekip kaldırmaktır. Şiir
henüz duvağı açılmamış bir gelin gibidir, her okuyuşta biraz daha duvağın
kalktığına tanık oluruz.
Şiir çözümlemesinde yalnızca şunları önerebilirim: Bunlar, ölçüt
değildir; uygulanırsa bir çözümleyici için kolaylık sağlayabilecek birkaç
belirteçtir. Anlatım açık, anlaşılır, bağdaşık, özgün, öz, yalın ve içten
midir? Bunun yanında anlatım, dayatmacı mı, öğretici mi yoksa naif ve kendi
içinde kurduğu dünya ile eleştirel bir sezdirme mi yapıyor? Şiiri okuduğunuzda,
farklı, dikkat cezbedici, söz dizilimi çarpıcı, algıyı uyarıcı ve sarsıcı bir
anlatım yakalayabiliyor musunuz? Daha da ileriye giderek şiirin salt anlatımı,
sizde bir anlamsal derinlik, yetkinlik, canlılık, harmoni ve hayranlık duygusu
uyandırdı mı? Şiirin anlatımı karşısında, bu anlatımı her bireyin yapamayacağı,
gerçekten özgün, yetkin ve sıra dışı bir anlatım olduğu kanısı oluşturdu mu?
Buraya kadar söylediklerimiz çözümün öznel tarafıydı. Anlatıma daha
nesnel bakmak istediğimizde şu sorulara yanıt arayabiliriz: Şair; alışılmamış
bağdaştırma, sapma, değişmece, değinmece ve imgeyi uygun kurmuş mu? Okurda
imgelem olanaklarını artırıcı ne kadar teknik bir şiir dili kullanmıştır? Çağrışımı
doğuran söz sanatları, ne oranda kullanılmıştır? Ayrıca anlatımla, söz
varlıklarında ne kadar çokanlamlılığa yönelmiştir; olan, olagelen ve olabilecek
olay ve olguları okura çağrıştıracak olanakları ne ustalıkla kullanmıştır? Anlatım,
dilsel şiddet içeriyor mu? gibi sorular hemen aklıma gelenler arasındadır.
Bunun gibi anlatıma ilişkin daha pek çok soru üretebiliriz; ne var ki
anlatımın sınırı, sıra ve süre dizimsel bir kuralı yoktur. Aşağıdaki şiiri
anlatım açısından değerlendirelim ve anlatıma etki eden özelliklerini tanımaya
çalışalım.
BÖLÜK EYLÜL
Gündelikçisiyim kulaklarında
Beni terke hazırlanan şu otantik şehrin
Kuru ayaz biriktiren bir kış, belki içli bir şiir
Kırmızı eylül ya da nisandan bölünme bir gün
Şirret bir gömü içimde, düğümlü denklem
Dünden önüme, ağrılı bir kırılma noktasındayım.
Varılmamış yollar gibi sonu bu yolun
Kör bir çıkmazın sızısı kadar azgın
Çağrışım çıkını, neresiyim kat kat düğüm
Güzün ardılı sersem bir hüzün burgacındayım.
İncir çekirdeği menzilidir ele geçirilmiş utkum
Avan projenin dilsel gerçekliği mi yoksa bu şiir
Döngüsel kurgunun işte susuz sarnıcındayım.
Ne varlığım içinde varım
Ne yokluğum içinde bensizlik
Hibe edilmiş bir kalabalığın kıskacındayım.
Kar mı yağıyor şimdi üzerimde beyaz örtü
Yenilmek dediğimiz bir güruh yalnızlığı
Fizik ötesi bir tahterevalli ucundayım.
Şu şiir ki yarım şiir ya da bir bölük Eylül
Söz sürgünü ya da kasımdan bölünme bir gün
Usulen serpilmiş ünlemli sözler dağarcığındayım.
Kasım 2015 Narlıdere/İZMİR
Açıklama ve yorumlara dayanarak, “Bölük Eylül” şiirinin anlatım katmanını
iki açıdan irdelersek şiir çözümlemesi için daha açıklayıcı olur kanısındayım.
Birincisi, şiirin anlatımı hakkında öznel yargınız nedir? Yani anlatımın
özgünlük, çekicilik, yalınlık, farklılık, içtenlik vb. gibi özelliklerini
belirleyiniz. İkincisi ise daha nesnel bir bakışla, bu şiirde şiir dili
teknikleri açısından ne gibi söz sanatı ve imge kullanılmış, çağrıştırma
gizilgücü ne oranda oluşturulabilmiştir? Çağrışımsal imgelem (ilerideki çağrışım katmanında incelenecek)
ve rastlantısal anlam zenginliği yaratılabilmiş mi?
Burada okur, eleştirmen ve şaire önerim şudur: Şahsınıza özgü sanatsal
bakışın doğurduğu sorular ve bu sorulara vereceğiniz yanıtlar; anlatımın
çözümünde daha açıklayıcı olacaktır. En azından özgün ve daha eleştirel olur.
Şiir yazmanın, eleştirmenin ve çözümlemenin altında yatan temel koşul, sanat
bilginizden doğan güven olmalıdır. Unutulmamalıdır ki sanatçının kendine güveni;
zekâ, yetenek, bilgi ve deneyimden doğar.
Sonuç olarak şiirde hedef, dili ilginç kullanmak değildir; dilin güzel
kullanımından anlamı güçlendirmek, anlamın derinliğini ortaya dökmek,
anlam-anlatım-ses uyumunu sağlamak, duyarlı algı oluşturmak, duygulanımı
sağlamak, çağrışım ve coşumu güçlendirerek estetik değer yaratmaktır. Şiir
dendiğinde, zihnimizde düzen, denge, güzellik, aşk, uyum ve güzel söz söyleme
gibi kavramlar oluşuyorsa bu, biraz da anlatımın anlamı daha etkili, derin ve
yetkin ortaya koymasındandır.
Düşünülen, duyumsanan, duyulan, koklanan ve işitilen her şey dile
çevrilemez, dille anlatılmaz. Beynin çalışma biçimi ile dilin olanaklarının
örtüşmediği bir alandır burası ve ayrı bir araştırma konusudur. İnsanın düşünme
yeteneğinin sınırsız olduğu kadar anlatım da sınırsızdır. Limit zorlanmalıdır.
Anlatımı güç düşünce ve duyguları, olabildiğince iyi bir anlatımla yazın diline
dönüştürmek, ayrı bir çaba ve yetenek gerektirir. Biz biliyoruz ki bunları
ustaca dile dönüştürenler, düşündüklerini, gördüklerini ve duyumsadıklarını
okura sarsıcı bir anlatımla aktarmayı başaranlar, iyi anlatıcılardır. Başka bir
deyişle, iyi şairlerdir.
Şiirsel ezgi; bir şiirin anlam, mimik, jest ve duygusal davranışlarını
açığa çıkaran vazgeçilemez fiziksel özelliğidir.
Ses Katmanı
Şiir neden şiirdir? Hiç düşündünüz mü? “Şiir gibi kadın” derken algımızı
uyaran zihinsel birikim dikkatinizi çekti mi? Şiir deyince, toplumu oluşturan
büyük bir kesimin zihninde neden denge, uyum, yetkinlik, güzellik ve aşk ile
bağıntı kurulur? Öyle sanıyorum anlam ve ses bağıntısının en güzel örneğidir
şiir sözcüğü. Bu sözcük, anlam açısından duygunun ve aşkın yuvası, ses açısından
zarafet ve inceliğin sarayıdır. Anlam ve sesin birbiriyle uyumu ise anne ve kız
örneği gibi üretken güzelliği görünüme taşıyan saflıktır. Tonsuz sızıcı bir “ş”
sesi, iki tane inceliği temsil eden “i” sesi ve algıyı titreşime sokan “r sesi. İnceliğin sızıcı bir ses ile başlayıp aynı
inceliğin akıcı titrek bir ses ile titreşime girmesi ve bunun sonucunda
sözcüğün şiirsel ezgisini doğurması kültürel duyarlılığın rastlantısal olmayan
bir sonucu olmalıdır. Sözcüklerde bile sesin önemli bir yeri varken, şiirde
sesin de önemli bir bağlamı olmalıdır. İşte bu yüzden şiirdeki ses katmanı,
kendini ilgilendiren disiplinler altında incelenmelidir.
Masumiyettir
Duyarlılıktır her acının telvesi
Vardır ya hani ağırlığın en ağrılı olanı
Ne yükte ne kütlede yer tutar
İnsanın insana ağırlığı gibi
Sol yanına yüklenen gümbürtünün işvesi…
Y.Ö.
Şair, sesi anlam ve anlatıma giydirerek, daha doğrusu eş zamanlı ve iç
içe kullanarak diğer katmanları da beraberinde ortaya çıkarır. Bu oluşum,
eşzamanlı ve birbirini harekete geçiren zincirleme bir süreçtir. Bu süreç,
şiirin oluşumunu şekillendiren, doğuşunu gerçekleştiren ve okurla buluşturan
ögelerin mutlak birlikteliğidir. Katmanların aralarındaki denge, uyum ve oranın
doğru kullanılmaması şiirsel niteliğinden ödün vermek anlamına gelir. Şiirin,
şiir olma özelliklerini doğuran ögeleri, tek başına veya birkaçını orantısız
kullanmak estetik değer ve duygulanım sürecine olumsuz yansıyabilir.
Öncelikle günümüz şairleri, şiirdeki ses ögesine ne kadar ve hangi
düzeyde anlam yüklemektedir? Şiir yazılarından,
incelemelerden, konuşulanlardan ve güncel şiirlerin sessel özelliklerinden
anladığım kadarıyla, ses katmanının (ses ögesinin) öncelikli olmadığı, olsa da
olur olmasa da olur türünden bir yaklaşım sergilendiğini söyleyebilirim. Şiirde
sesle ilgili; yazı, yorum ve incelemenin çok az sayıda olmasına, olsa da doyurucu
araştırma ve incelemeler olmadığına bakılırsa bu konuya hiç önem verilmediği
sonucu doğar. Örneğin uyaklı şiir; geleneksel, yenilikçi olmayan, devrimci
olmayan ve kendi kendini tüketen şiir olarak düşünülmektedir. Hatta şiir uyaklı
ise bayağı bir şiir algısı yaratılmıştır. Oysa son yetmiş yılda yazılan yorum
ve incelemelere baktığımızda, şiirde uyak ve ses düzeninin nasıl olacağı
konusunda öne sürülmüş doyurucu bir araştırma bulmak zordur. Varsa da çoğunluğu
uygulamaya yönelik yorumlardır. Açık söylemek gerekirse ben şiirdeki ses ile
ilgili bir çalışmaya rastlamadım. Ritim ve vurgu gibi ses birimlerinden şiir
yazılarında söz edildiğini gördüm. Ne var ki şiirde “parçalarüstü[19]” birimlerin bütünleşik varlığından ve
“şiirsel ezgi[20]” ile ilişkisi açısından bir inceleme yazın
dünyasında görmedim. Şair, şiirinde sesi nasıl kullanmışsa doğrudur kuralı
üzerine kurulmuş bir yaklaşım söz konusudur. Yani şairin; ton, vurgu, ritim, iç
ve dış uyak olmak üzere ses katmanına yaklaşımı; mutlak doğru ve başka bir yöntem
yok gibi bir algı; oluşturulmaya çalışılmıştır. İnceleme, her yönüyle, akla
gelen tüm sorular yanıt bulacak şekilde deneyimsel yapılmalıdır. Sesin şiir
üzerinde oynadığı etki nedir, coşum ve anlam üzerindeki etkisi nasıldır,
estetik katmanına nasıl bir değer katar gibi sorulara yanıt aranmamıştır. Sesin
incelenmesinde, müzik bilimi ve Türkçe’nin ses yapısı ve özellikleri esas
alınmalıdır. Ses, şiir ve okur üzerindeki etkileri açısından ele alınmalıdır ki
şiir sanatı gibi çok boyutlu bir olguyu, doğru bir bakış açısıyla
değerlendirebilelim.
Her estetik yaşantı veya estetik tavır, duygusal bir temele dayanmak
zorundadır. Estetik değer; algı, duygu ve beklentiyi sarsmalıdır. Duyguları
hareketlendiren en önemli duyular, özellikle görme ve işitme duyularıdır.
Bilindiği gibi duyularımız temelde on dört çeşit olarak tanımlanmıştır. Beş
duyu dışında, ısı, kas, denge, ağrı ve canlılık gibi duyular çok
dillendirilmeyen ve bilinmeyen duyulardır. Ancak görme ve işitme duyusu ki
bunlara entelektüel duyular da denmektedir; duyusal dünyanın ve duygu durumunun
baş kahramanlarıdır. Örneğin işitme duyusu, gerçek üstü ve metafizik dünyanın
algılanması, duyulması ve anlamlandırmayı yönetmesi konusunda baş rolü oynar. Duyarlılığı
artırmak ve duygu durumunu sürdürmek için, en etkin duyudur. Şiir sanatının
anlam, anlatım ve ses gibi üç ana sütun üzerine kurulduğunu biliyoruz. Öyleyse
uzun zamandır tartışılagelen “Şiirde ses aranmaz” söylemine karşı, soru
sormanın bile gereksiz olduğunu düşünüyorum.
Şiirin tarihsel gelişimine baktığımızda, ses uyumu ve dengenin özel bir
yeri vardır. Şiirin duygusal açılımı, anlam ve anlatımdan önce sesin üzerinde
olagelmiştir. Yazılı kaynaklarda, şiirin görsel, sesli ve müziksel bir ortamda
yapıldığını da görürüz. Ne yaparsak yapalım, nereden kaçarsak kaçalım ses, şiir
için önemli bir çarpandır. Sesten kastımız ezgi ise, her dilin kendine özgü
ezgisi vardır. Şiir dili tekniğini ne kadar ön planda tutarsak tutalım, şiirde
bir ayak ses üzerine kurulmak zorundadır. Ayrıca, tonlama, ritim, vurgu gibi
ses birimlerinin ortaya koyduğu; anlam, duyarlılık ve duyguların yönetimini göz
ardı edemeyiz. Göz ardı edersek, coşumun doğurulmasından estetik kaygının var
edilebilmesine kadar birçok olanağı yok sayarız. Şiirin tarihsel görünümü;
anlam, anlatım ve ses etkileşimi arasından doğan bütünlük, düzenlilik, uyum,
güzellik ve estetik duruştadır. “Şiir gibi” deyiminin altında yatan temel
nedenlerden bir tanesi de budur kanımca.
Şiiri dil sanatlarından ayıran en önemli özellik, ses katmanının öteki
katmanları sarıyor olmasıdır. Şiirsel ezginin, imgesel bir yönü vardır ve
ezgisel imgenin gücü, diğer imgelere göre daha can alıcıdır, daha sarsıcı ve
sersemleticidir. Ses; anlatımda ve anlamda, bunun yanında coşumun
oluşturulmasında önemli bir etken olduğunu biliyoruz. Dil, sesle
nesnelleşmektedir.
Öyleyse sesin; anlam üzerine,
anlatım üzerine, çağrışım üzerine, coşum üzerine, estetik değer üzerine bunca
katkısı varken; ulaşılması arzu edilen duygu durumunu ve duygusal ortamı
yaratma gücüne sahipken; şiirde ses ve uyum konusunu göz ardı edici tutum ve
çıkarımlar nedendir? Değişik bir bakış açısıyla soralım: Hangi sanat anlayışı,
hangi estetik incelemeleri, hangi öğreti veya inançsal yaklaşım; şiirden sesi
uzaklaştırmaya yönelebilir? Bugün durum nedir? Anlam, anlatım ve duyusal olarak
ezginin insan üzerindeki etkisini bilmiyor olabilir miyiz?
Şiirde ses, salt ezgisel bir sonucu doğurmaz; şiirde duygu değeri ve
duygulanımın en kısa yoldan açığa çıkarılması da değildir. Anlamı, anlamın
gücünü, anlamın yön değişimini, anlatımı ve anlatımın gücü ile çağrışım ve
coşumun düzeyini doğrudan etkiler. Örneğin konuşurken soruyu, ironiyi, kızmayı,
neşeyi ve ağlamayı konuşma ezgisinden algılar ve anlarız. Çünkü dize ve tümceyi
dillendirirken, anlam ve anlamı doğuran fizyolojik ve psikolojik durum; ses
özelliğinden, yani tını ve ezgiden ayırt edilebilir. İster müzik yaparken ister
konuşurken ister şiir okurken çıkardığımız ses, bütün duygu dünyamız ile
fizyolojik durumumuzun yansımasıdır. Bunların ötesinde, sesin duygu değerini ve
algı uyarıcılığını da hesaba kattığımızda ne kadar önemli bir etkeni, şiir
dünyasında bilinçsizce bir kenara ittiğimizi söyleyebilirim.
Ses titreşimlerinin okurda yarattığı anlamsal ve duygusal etkiyi başka
hiçbir şeyle böylesine kolay bir şekilde yaratmak olası değildir. Gerçekten iyi
bir şiirin seslendirilmesi esnasında, dinleyicilerin şiirle bütünleşmesinin ve
tüylerinin diken diken olmasının en önemli nedeni ses titreşimlerinin doğrudan
duyuları harekete geçirebilme yeteneğidir. Böylesine önemli bir olanak, şiir
sanatında bugüne kadar neden daha ayrıntılı ele alınmamıştır? Şiirde ses konusu; tarafsız bir gözle,
önyargısız, bir bilim konusu gibi estetik kaygı, dil ve ezgi olanakları
açısından araştırılmalıdır. Ölçüt olduğu varsayılan ülkelerden çıkmış adı belli
düşünür ve sanatçılar uyaktan kaçtı, uyak ve ses uyumunu gereksizliğini öne
sürdü, diye şiirde ezginin sağladığı bunca olanak göz ardı edilebilir mi? Böylesi
bir olanaktan yararlanmamak, bana mantıklı gelmiyor.
Biliyoruz ki şiir, etkin bir sanat alanıdır. Şiirin ayrıcalığı; dil,
duygu, düşünce özdeşliğinden zihnin imgelem gücünü birinci elden kullanma
olanağına sahip olmasıdır. Yani düşüncenin gerecini doğrudan kullanıyor
olmasıdır. Resim gibi ikinci bir dile çevirme zorunluluğu yoktur. Bu yüzden
sanatsal yaratıcılığın ögelerine en yakın yerdedir.
Ezgi, yalnızca bir ses uyumu ya da şiirsel bir uyum değil, aynı zamanda
şiirde bir anlatım aracıdır. Şu basit örnekten hemen anlayabiliriz? “Sen
(vurgulu)” bunu mu yaptın? Sen “bunu(vurgulu)” mu yaptın? (Birincisinde normal
bir soru soruyor, ikincisinde inanmamazlık ve şaşırma durumu var.) Kaldı ki
müziğin (ezginin) yalnızca ses olmadığını, anlatım aracı olduğunu 18. yüzyılda
Johann Kuhnau kanıtlamıştır. Türk dilinde, anlam ve anlatım ile sesin etkileşim
gücü ne kadar ustacaysa, duyguyu tetikleme gücü de o kadar yüksektir. Kısaca
söylemek gerekirse şiir veya başka bir metnin; vurgu, ritim, ton ve ezgili
okunması durumunda ne kadar etkileyici olduğunu hepimiz biliriz. Burada can
alıcı bir soru daha sormalıyız: Dizede ses ve ses ögelerini, başka bir söylemle
dizenin mimik ve devinimini belirten noktalama imlerini elinden almışsak,
vurgu, ton ve ritim gibi parçalarüstü birimleri nasıl yerli yerinde
kuracağız. Şiirsel ezgiyi, salt anlamdan
oluşturmak olası mıdır?
Ünlü uyumu, ses düşmesi ve en az çaba yasası gibi ses için çerez bilgiler
olan konuları ayrıca burada incelemeyeceğim. Açık, kapalı ünlülerden tonlu,
tonsuz ünsüzlere kadar her bir bilginin şiirde önemi vardır. Ancak her şairin,
kendisine yetecek kadar Türkçenin ses bilgisini az çok bildiğini varsayıyorum.
Burada amacım, şiirsel bir metin ve bunun yanında dil sanatlarındaki sese
ilişkin bilgileri açığa çıkarmaktır. Bazı temel bilgiler verirken, ritim,
vurgu, tonlama ve ezgi ekseninin işlevleri açısından da incelemeliyim. Bu
düşünceden hareketle, ezgi ve ezgiyi doğuran ögelerin, sesi kullanan sanatlar
açısından ne kadar önemli olduğunu ortaya koyabilirim.
Her şeyden önce, şiddet, ölçü, sus, ton, ritim, vurgu ve ezgi
kavramlarını; tanımı ve işlevleri açısından bilmeliyiz. Örneğin ezgi
dediğimizde müzik sanatından bildiğimiz ezgi ile aynı olduğunu, ancak şiirde
müzik sanatında olduğu gibi notalarla oluşturulan bir ezgiden söz etmediğimizi belirtmeliyiz.
Ezginin, anlam ve anlatımı doğrudan etkilemesi
yanında duyguyu örgütleme ve onu ele geçirme gibi önemli işlevi vardır. Şiir,
dil görünümünde sesin elbisesi içinde görücüye çıkar. Başka bir deyişle, ses
şiirin abiyesidir, ambalajıdır. Uygun giydirmez ve ambalajını doğru yapmazsak,
öyküye benzeyen dizeler okuruz. Son zamanlarda yazılan pek çok şiir bu sorunu
yaşamıyor mu? Ne yalnızca dil kullanım ustalığı ne de yalnızca anlam derinliği,
şiiri şiir yapmaya yetmez, düşüncesindeyim. Ses dâhil tüm katmanların ortak
ağırlığı, şiiri şiir yapar.
Şiiri dil sanatlarında ayrıcalıklı kılan öge, ses ve şiirsel ezgidir.
Şiirde sesin işlevi, yalnızca anlatımın güzelleştirilmesi, estetik değer
algısının uyarılması demek değildir; aynı zamanda duygunun örgütlenebilir
kıvama sokulması ve duyarlılığın yükseltilmesidir. Duygusal yaşantıyı, bir
bakıma duygu durumunu çok kolay ve sarsıcı bir şekilde biçimlendirme yeteneği
vardır sesin. Biliyoruz ki müziğin, ilk ve en önemli gereci insan sesidir.
Ayrıca şiirin anlam, anlatım, çağrışım gücünün yarattığı coşum ile sesin; uygun
tonlama, ritim ve düzen içinde kullanılması önemli bir olanaktır. Başka bir
söylemle, ezginin duygu şekillendirici gücü, insan sesi ve şiirsel ögelerin
dengeli kullanılması, şiirin insanla duygusal bağ kurmasında vazgeçilemez
değerdir. Zaten insana özgü estetik algı ve yargının ulaşmak istediği sonuç
(ulaşılmak istenen en üst güzellik olgusu) bu değil midir? Buradan şu çıkarımı yapabiliriz: Günümüz
insanında duyarlılığı ve duygu yoğunluğunu artırmak, onun estetik algı ve
yargısını etki altına almak, ancak şiirsel ezgi ve şiirsel ögelerin sarsıcı
gücüyle olasıdır.
Son zamanlarda, şiirde ses uyumu, uyak ve ritim olgusunu göz ardı edecek
yaklaşım ve görüşlerin olduğunu biliyoruz. Dayanağı olmayan yorumlar ve yenilik
için söylenen sözlerle, şiirde duyguyu örgütleme gücü yüksek periyodik ses özelliğinden
vaz geçmek mantıklı gelmiyor. Uyak, iç ve dış ses uyumu diye tanımlanan konu,
dilin periyodik ses titreşimleri ile kendine özgü ton, vurgu ve ritim gibi
parçalarüstü birimlerin toplamından oluşan bir eksendir. Yani konuşmanın doğal
ezgisidir. Şiir yazarken ve seslendirirken bu esaslara doğal olarak uymak
zorundayız. Ancak bu uyum, bilinçli ve ses yasalarına göre yapılması durumunda
şiirsel ezgi değeri kazanır ve bütün katmanlarla bütünleşir.
Örneğin Türkçe; ses dağılımı, tonlama ve harmonisi diğer dillerden farklı
ve zengindir. Ayrıca dizedeki söz dizilimine bağlı olarak vurgu, dize sonunda
yoğunlaşır. Prof. Dr. Mustafa Volkan Coşkun, “Türkçenin Ses Bilgisi” isimli
kitabında, “Dilimizde sözcüklerdeki vurgunun son hecede daha yoğunluklu…”
olduğunu söyler. Bunun anlamı, dizedeki son sözcüklerde ve son hecede
tonlamanın duygu durumu ve anlamı belirlemekte ve sessel uyumu sağlamakta etkili
olmasıdır.
Ne var ki ses konusunda ayrıntılı inceleme ve deneyimsel sonuç yoktur. Şu
an sahip olduğumuz bilgiler ışığında, şiirde sessel işlevin yalnızca iç ses
uyumu ile yerine getirilmesi olası görünmüyor. Yoğun uyak ne kadar şiiri
zorlamaksa, uyaksız şiir de metni öyküleştirmekten öte geçemez,
düşüncesindeyim. Şiirde; iç-dış ve yatay-düşey ses uyumu, dengesi, yani ses
düzeninde temel ton ve harmonisi önemlidir. Sonuç olarak ne yoğun uyak ne de
uyaksız şiir. İç, dış ses uyumu ile armonik denge ve düzenlilik olmalıdır. Ses
bilimi açısından uyak konusu bunun yanında ‘bürün[21]’ bilgisi, geçmiş çıkarımlara bakmaksızın tarafsız olarak
sorgulanmalıdır. Şiirde, duygunun açığa çıkarılması ve bütün duyuların ele
geçirilmesinin en kolay yöntemi, periyodik ses titreşimleridir; ezgidir.
Ezginin temeli de ses dengesi ve anlam bütünlüğüne dayanır.
Şiirde uyak, anlatımı zayıflatır, şairin hareket alanını kısıtlar, söz ve
anlatım genişliğini daraltır, yargısı tamamıyla temelsizdir. Birbirine yakın
sesler, anlamsal pekişme ve duyguyu tetiklediği gibi söyleyiş kolaylığını da
sağlar. Ayrıca, ad ekleri, durum ekleri, iyelik ekleri, ünlü uyumu, eylem ve
çekimleri gibi Türkçede kullanılan dilbilgisi özelliklerini dikkate alırsak
uyak konusunda sıkıntı yaşanmayacak kadar zengin bir ses ve ses benzeşim
dağılımına sahip olduğunu görürüz. “Türkçede dokuzu uzun olmak üzere yirmi
bir birincil ve ikincil ünlü bulunmaktadır. Ünlülerimizin sayısı ortalama
olarak Batı dillerinin ünlü sayısından sekiz tane daha fazladır. Türkçede
ünlüler hece taşıyıcıdır ve bu özellikleriyle de dilin bel kemiğidirler. Ünlüler
yeri geldiğinde vurgu, yeri geldiğinde de ton taşıyıcı olduklarından, onların
çokluğu sayesinde, bir yandan duygu ve düşüncelerimizi daha etkili bir şekilde
ortaya koyabilmekte, diğer yandan da her türlü şiir, şarkı ve türküyü
sanatlarına uygun olarak icra edebilmekteyiz. Bu Türkçenin zenginliğidir.”
Prof. Dr. Mustafa Volkan Coşkun, “Türkçenin Ses Bilgisi” kitabında konuyu bu
şekilde açıklar. Kaldı ki Türkçede
büyük, küçük ünlü uyumu, seste en az çaba yasası, sızıcı, patlayıcı, akıcı
tonlu-tonsuz ünsüzler ses benzeşimine ve akıcılığına katkı sağlayan önemli
özelliklerdir. Bu nedenle, uyaklı şiirde anlatımın sınırlanması gibi bir
yargıyı kabul etmek zor görünüyor.
Özetlemek gerekirse, şiirde ses uyumu ve uyak yozlaştırılmıştır. Sözde
yenilik için, uyak konusunda altı dolu olmayan gerekçeler üretilmiş, divan
şiirindeki kurallı ses uyumundan kaçış bunu destekler duruma dönüştürülmüştür.
Bunların sonucunda Türk şiirindeki ses katmanı, şair ve okur algısında
küçümsenir duruma düşürülmüştür.
Ses katmanında bulunan alt ögeleri, tabaka değil, “eksen” terimiyle tanımladım.
Bu, benim yaptığım bir sınıflandırmadır; “Şiirsel ezgi”, özellikli bir alan
olarak ayrıca ele alınmalıdır. Ses katmanının içinde yer alan alt unsurların
“eksen” olarak tanımlanması sesin fiziksel özelliğine özdeş davranma isteğidir.
Ezgi ile şiirsel ezgi farklı şeylerdir. Aralarındaki ayrımı doğru şekilde
yapmalıyız. Konuşma ezgisi, doğal bir ses eksenini belirtirken şiirsel ezgi
kendi amacına uygun ve belli sınırlara yönelen bir ezgi türüdür. Notalarla
belirtilmese bile şiirin anlam ve ortamı ile duygu değerine uygun özel olarak
oluşturulan bir ezgi olması bakımından konuşma ve müziksel ezgiden
ayrılmaktadır. Ritim, durak, ton, vurgu gibi konuşma dilinin özellikleri, şiir
ve benzeri betiklerde göz ardı edilemeyecek kadar önemli eksenlerdir. Şiirin
şiir olma koşulu, şiirsel dil ve anlamsal dayanak dışında, ilk çağlardan bu
yana ses üzerine yaslandırılmıştır. Bana kalırsa şiirsel ezgi, doğal konuşma
ezgisinden yola çıkan kendine özgü bir “ezgi eksenini” oluşturmaktadır. Müziğin
dili ile oluşturulmuş ezgi kadar, yani şarkı ve türküler kadar şiirsel ezginin
de duyarlılık yaratma ve anlatım gücü vardır. Bu düşünceden hareketle, ‘şiirsel
ezgi’ diye bir ezgi türünü tanımlamalıyız.
Son zamanlarda yayımlanan çoğu şiirin kısa öykücükler olduğunu görüyoruz.
Düzyazı şiirde bile; iç, dış, yatay ve dikey ses uyumu olmalıdır. Çünkü şiir
sanatını diğer dil sanatlarından ayıran en önemli özellik, ses ve dilin doğal
dili aşmasıdır. Sesi söyleyişe giydirmediğimiz zaman öykü ve roman
tekniklerinden uzaklaşamayız. Anlatıbilim, çağdaş sanat anlayışı gereği, doğal
dilin aşımını her tür yazın türünde öngörmektedir.
Sonuç olarak: Şiirde ses uyumu, okur duygusunun ele geçirilmesi ve
estetik yaşantıya sokulması için önemli bir çarpandır. Estetik biliminde sözü
edilen haz, hoşlanma ve beğeni gibi kavramların duyumsanır biçime getirilmesinde
şiirsel ezginin çok büyük bir payı vardır; dil sanatları için şiire özgü bu
özellik, göz ardı edilemeyecek kadar değerli bir olanaktır. Estetik değer
üretme açısından ses gibi önemli bir çarpanı ve bileşeni, bugün bile göz ardı
edebilme cömertliğini gösteriyorsak, şu yargım doğruluk değeri kazanır: ‘Şiirde
estetik değer yaratacak özellikleri ayrıntılı ve bilimsel yöntemlerle
incelemiyoruz!’
Şiirsel ezgi kavramının kapsamını belirlemek için bunu üç eksen altında
incelemeliyiz. Bunlar; tonlama ekseni, ezgi
ekseni ve şiirsel ezgi eksenidir. (Eksen terimi, ses hareketinin sanal
bir doğru üzerinde olduğu varsayımından yola çıkılarak kullanılmıştır.)
Hece ve sözcüklerdeki vurgular toplamı, art arda birleşerek tonu meydana
getirir. Ton ise hem anlam ayırıcı hem de duygu durumunu açığa çıkarıcı önemli
bir ses özelliğidir.
Tonlama Ekseni
Tonlamayı sağlayan ses eylemlerini; vurgu, durak, ritim, süre, şiddet,
sus, ton gibi özellikleri tonlama ekseni altında topluca ele alacağım. Konuşma
ezgisi bir bütündür, kişinin doğrudan iç dünyası ve eğitim seviyesi ile ilgili
bir konudur. Bir anlamda konuşma ezgisini oluşturan bu özellikler, inceleme
alanımız gereği işlevleri açısından birbirini tamamlar parçalarüstü ses
birimleridir. Bir tümcenin söylenişini, ses doğrusu olarak düşündüğümüzde,
sesin bir doğru üzerindeki hareketini tonlama ekseni olarak varsayabiliriz. Bu
nedenle bir arada ve aynı ses doğrusu üzerinde tonlama ekseninin ele
alınmasının daha anlaşılır olabileceğini düşünüyorum. Parçalarüstü birimler; vurgu,
durak, ritim, şiddet, süre ve ton gibi sessel özellikler birbiri içerisinde, eş
zamanlı ve aynı eksende varlardır. Eylemleri, birbirini bütünler bir karakter
taşır.
“Dilde tonlama yeteneği, o dilin kuralları
çerçevesinde doğuştan itibaren kazanılır. Doğru tonlama yapabilmek için, o
toplumun duygu dünyası içine girmiş olmak ve duyguları derinliğine yaşamak
gerekir. Duygu dünyasını ifade eden tonlamalar, taklit edilecek bir şekilde
oluşturulamaz. Tonları doğru oluşturabilmek için yaşamak ve hissetmek gerekir.” Prof. Dr.
Mustafa Volkan Coşkun “Türkçenin Ses Bilgisi” isimli kitabında böyle der.
Ancak, belirtilen konulara şunu da eklemeliyiz, şiir açısından. Şiirin anlamsal
derinliğini kavramadan, tonlamayı oluşturmak okurdan beklenmemelidir. Dikkat
edilirse her şey zincirleme birbirini etkilemektedir. Dolayısıyla yerinde
tonlama için bir metinde anlamdan önce ilk başvuru kaynağı noktalama ve yazım
kuralları olmalıdır. Şiir, çoğunlukla okuru ile bire bir buluşur. Mimik, jest
ve duygu durumunu ses, anlam ve noktalama-yazım kurallarının içinde gizler,
okuru yönlendirir ve okurundan onu bulmasını bekler.
Şiirde neşe, acı, sevinç,
üzüntü, korku, şaşkınlık ve keder gibi duygu durumu; anlamın yanında ses tonu
ile belirtilir veya oluşturulur. Tonlama, aynı zamanda tümcede anlam değişimi
ve yönelmesine de neden olur. Konuşurken sesin içselliğini ifade ettiğinden
uzunluk ve şiddet gibi özellikleriyle duyguları hemen açığa çıkarır. Kızgın
birisinin sesiyle üzgün birinin sesinden duygu durumunu anlayabiliriz. Şunu
söyleyebiliriz; süre, şiddet, vurgu, ritim gibi ses dağılım özelliklerini,
konuşmacının duyguları, bir anlamda kişisel ve ruhsal özellikleri belirler.
Deneyimlerimizden de bildiğimiz en önemli ölçüt şudur: Konuşma ezgisi, ruh
durumunun en doğal ve yanılmaz gösterenidir.
Şiir, bir başkasının yazdığı
metindir. Onun duygu ve anlam dünyasına girebilmek için bazı belirteçlerin
olması gerekir. Bunlar, anlamı yönlendiren, sözcük ve dizelerin duygu durumunu
üzerinde taşıyan belirteçlerdir. Şiiri okurken, sesin parçalarüstü birimlerini
anlam ve anlatımdaki duygu değerine göre kullanmak; noktalama ve yazım
kurallarına uyum ile gerçekleşir. Yani bunlar, rehberdir. Ozanlar arasında
söylendiği gibi, şiiri okurken parçalarüstü birimlerin (özellikle ton ve
ritmin) doğru kullanımı, yalnızca anlam değeri ile üstesinden gelinecek bir
durum değildir. Kaldı ki şiiri ilk kez okuyorsunuz. Şiiri okurken tonlamanın doğru
yapılması, başka bir söyleyişle şiirdeki duygu ve anlam değerinin olması
gerektiği gibi ortaya çıkarılması, anlamdan önce noktalama-yazım kurallarına
bağlı olduğunu gösteriyor bize.
Bunun tam tersi, sözcük ve
dizelerin duygu değerinin; anlam, anlatım ve sese giydirilmesi, şairin ayrı bir
ustalığıdır. Hem şairin şiirindeki ses kullanım ustalığı hem de okurun şiiri
kendi algısına göre anlamlandırması, o şiirin anlam ve duygu değerini
yüceltecektir. Neresinden bakarsak bakalım tonlama ekseni, şiirsel ezgiyi
doğurur ve anlamın duygu değeri ile ses yasalarına uyumu gerektirir.
Şiirde ses; sesin periyodik,
düzenli tekrarlanan ve gürültü üretmeyen titreşimlerinden doğan ezgisel bir
birlikteliktir. ‘Kompleks Periyodik Ses Dalgaları’, düzenli titreşimler yayan
bir organ veya enstrümanın çıkardığı temel ton ve üst katları tonlardan oluşur.
Çok ayrıntıya girmek istemiyorum ama açıklamakta yarar olduğunu düşünüyorum. “Üst
tonlar, temel tonun harmonik katlarıdır.” der (Magnus Petursan; aktaran
M.C. Volkan). Hece ve sözcüklerdeki vurgular toplamı, art arda birleşerek tonu
meydana getirmektedir. Ton, anlam ayırıcı ve duygu durumunu açığa çıkarıcı
önemli bir ses özelliğidir.
Her insanın ve her
enstrümanın sesini birbirinden farklı kılan, sese rengini veren temel ve üst
tonlardır. Ayrıca sesin rengi, konuşanın gırtlak, ses teli özelliklerinden ağız
ve dudak yapısına kadar pek çok özelliğe bağlıdır. Ses renginin/tınısının
oluşumu; ses telleri, geniz ve rezonans odacıklarına bağlı bir durumdur. Sesin
renginden kastım, sesin ayırt edilebilir özelliğidir.
Vurgu, bir hece ya da
sözcüğün duygu değerini açığa çıkarmak, dinleyicinin dikkatini çekerek anlamın
kavranmasını sağlamak; sesi, söyleyişi ve sözdeki ezgiyi canlandırmak gibi
amaçlarla öteki hece ve sözcüklerden daha belirgin ve baskılı söylenmesi olarak
tanımlanabilir. En çok titreşimle oluşan ses, vurgulu sestir diyebiliriz.
Sözcük söylenirken art arda yapılan vurguların toplamı, tonu; tümcedeki
tonların toplamı da ezgiyi oluşturur. Sesin fiziksel yönünü zamansal yönünden
ayrı düşünemeyeceğimiz için şiddet, ritim, süre, sınır ve durağın hem anlam
yönünden hem de ezgi yönünden önemli bir göreve sahip olduğunu göz ardı
etmemeliyiz.
Ritim TDK Sözlüğünde, “Ezgi
ve uyumla birlikte müziği oluşturan bir öge olarak vurgu, uzunluk ya da
seslerin, durakların düzenli bir biçimde yinelenmesinden doğan düzen.”,
yazın terimi olarak ise “Şiirde ya da düzyazıda vurgu, uzunluk ya da seslerin,
durakların düzenli bir biçimde yinelenmesinden doğan uyum.” diye
tanımlanır. Bu tanımlamanın dışında, biz biliyoruz ki ritim, doğal yaşamın her
boyutunda vardır; canlılığın, sürekliliğin ve uyumun oluş biçimidir; nefes
almak gibi…
Bazı kaynaklarda ritim,
sözlük anlamında olduğu gibi düzenli yinelemeler ile özdeş olarak düşünülür.
Kavuştak (nakarat), art yineleme ve ön yinelemenin aynı söz ve ses bütünlüğü
ile yapıldığı gibi bir yargı vardır. Doğrudur. Şiirsel açıdan baktığımızda
durum biraz daha ayrıntı gerektiriyor. Ritim; ses uyumunu sağlayan, insana
huzur ve güven veren, onun biyolojik ve düşünsel sürecine eşlik eden bir
devinimin varlığıdır. Bu varlık, simetri, oran, eşlik, denge, uyum ve haz duyma
kavramlarını beraberinde getirir. Öyleyse şiirsel ezginin oluşturulması için
ritim önemli bir bileşen olmalıdır.
Şiirde ritim, yalnızca
düzenli yinelemelerle oluşmaz; aynı zamanda anlam, anlatım, ses ve coşumun
bütünleşik varlığından doğar. Ses yanında şiirin anlam ve duygu değeri, ritmik
bir düzende olmalıdır. Aslında yazında, özellikle şiirde; anlamsal ritim,
önemli bir çarpandır; göz ardı edilmemelidir. Şiirin hedefi, okur duygusunun
çarmıha çekilmesidir. Anlam, ses ve anlatımdan doğan coşumun periyodik
salınımından ritmik bir ortamın oluşturulması, duyguyu arzu edilen kıvama
çekmek için gereklidir. Ses benzerlikleri, anlam ve duyguların artı-eksi
kutuplara salınımı ile (korkudan sevince, neşeden kedere kadar) şiirde ritmik
bir ortamı oluşturmak gerektiğine inanıyorum. Şiirde ses uyumu ile anlamın yakınlık
karşıtlığından kullanarak, ritmik bir şiiri kurabiliriz. Her ne olursa olsun
ritmi, şiirsel ezgiden ayrı bir eksende ele alamayız; ezgiyi doğuran temel ses düzeni
birimidir.
Süre, şiddet, ritim, sınır ve durak gibi ses birimleri, her ne kadar
ezgiyi oluşturuyorsa da eş zamanlı olarak anlamın kavranması ve anlamın
iletilebilmesinde, diğer yandan şiirin duygu durumunun ortaya çıkarılmasında
önemli etkenlerdir. Örneğin, öznenin eylemini açıklamak istiyorsak özneden
sonra virgül süresi kadar bir es vermeliyiz ki söyleyeceğimiz sözlerin özneye
yöneldiğinin ayırdına varabilelim. Vurgu, ritim, süre, es, ton gibi
parçalarüstü birimlerin olanaklarını, doğal olarak ve çoğu zaman farkında
olmadan konuşurken kullanıyoruz zaten. Elbette bunun eğitimle çok sıkı ilişkisi
vardır. Şair ve eleştirmen olarak parçalarüstü birimlerin arasındaki bağıntıyı
ve ayrıntıyı bilmek zorundayız.
Sesler arasındaki ritim bozukluğu, dinleyicileri rahatsız eder. Dildeki
her sözcüğün bir duygu ve anlam değeri vardır; ozan bunların söyleniş ve ses
sürelerini doğru oluşturarak uyum ile ritmi sağlamalıdır. İletişim zincirindeki
her halka kendi üzerine düşen görevi doğru, zamanında ve yerinde üstlenmelidir.
Dil ve konuşma, konuşmanın içeriği ve sözlerin duygu değeri ile bunun
uygulaması, insanın dağarındaki varlıkların bire bir yansımasıdır. Bunları
şiirsel açıdan ele aldığımızda ilk olarak şu öneride bulunabiliriz:
Parçalarüstü birimleri ve bunları metinde gösteren işaretleri doğru
kodlamalıyız ve kullanmalıyız. Şiiri okurken ise sözlerin anlam ve duygu
değerini, ses ile açığa çıkarabilmek için doğru ezgi üretmeliyiz.
Sözcüklerin büyük bir kısmında anlam ile ses özellikleri (ünlü, ünsüz,
ince, kalın, titreşimli, tonlu, tonsuz) birbirine uyumludur. Maurice Grammond
şöyle diyor: "Dudaksıllar (p) ya da (b) ve bunlarla birlikte
dudaksıl-dişsel ünsüzler (t) ya da (d) telaffuz edilirken dudakları şişirmek
gerekir, bu nedenle hor görme ve tiksinti ifade etmeye yöneliktirler.”
Grammond’un bahsettiği durum, anlaşılacağı üzere Türkçede de geçerlidir diye
düşünüyorum. Örneğin pis, kaba, ince, kırık gibi sözcükler aldığı anlama göre
yumuşar, incelir ya da “r” gibi titreşime girer. Şair Andre Spire, “Bedensel
ritimlerle şiirin dilsel ritimleri arasındaki yakınlığını” vurgular.
(İleten J.L. Joubert, Şiir Nedir?) Burada ritim dediğimiz konu, sesin ve
anlamın içindeki bir ögedir, sesin parçalarüstü birimidir. Dolayısıyla bu
yakınlığın etkin kurulumu için ses ve anlamın bu esaslarda oluşturulması sessel
ve ritimsel bir derinliği doğuracağını gösterir.
Ezgi ve anlam, birbirini bütünler bir yapıdır. Bunun ayırdında olmak,
işitme ve anlama yetkinliği gerektiren bir durumdur. Şiir sanatı açısından ele
aldığımızda bu durum, önemli bir bileşendir, şiirsellik ve duyarlılığı artırıcı
önemli bir çarpandır. Anlam ezgiye, ezgi anlama güç verir.
Sözcükteki bir heceye yapılacak vurgu, uygulanacak ses süresi veya
sözcüğün tonlamasında yapılacak değişikliğin anlamdan duyguya kadar dizede ne
denli bir farklılığı ortaya koyduğunu yinelemeye gerek var mıdır? Öyleyse bir
şiiri seslendirirken ve yazarken, şiirsel ezgiden söz edeceksek, ton ve üst
tonlar, ritim, vurgu gibi ses birimlerini, mutlaka dikkate almak zorundayız. Ne
var ki vurgu, ritim ve ton gibi hususların uygulamasında en ideali nedir
sorusu, deneysel araştırmalara gebedir.
Şiiri çözümlemek istediğimiz zaman bu eksende neler yapmalıyız? Nasıl ki
renklerde uyum kuralı, renk tonları yelpazesine belirli bir limit getiriyorsa
ses tonlarını da aynı şekilde düşünmek gerekir. Yani seslerin özelliklerine
göre estetik değer yaratan bir yelpaze söz konusudur, ancak şiir çözümlemesine
daha çok “şiirsel ezgi” açısından yaklaşmak gerektiğini düşünüyorum.
Sonuç olarak tonlama eksenindeki parçalarüstü birimler; ezgiyi doğurur;
ezgiler toplamı ise şiirsel ezgiyi doğurur. Bizim üzerinde çalışmamız gereken
asıl konu, şiirsel ezgidir. Ezgi, bir bütündür ve eş zamanlı oluşturmak zorunda
olduğumuz bir eksendir.
Konuşma ezgisi, kişinin çocukluğundan yaşamsal değerlerine, bilinçaltı
kodlarından fizyolojik dürtülerine ve bilincinden psikolojik durumuna kadar pek
çok olgunun sonucudur.
Ezgi Ekseni
Ezgi, tonlama ekseninde söz ettiğimiz vurgu, ton ve durak gibi ses
birimlerinin uygulanması sonucu oluşan bir ses terimidir. Başka bir söylemle
gürültü dışındaki seslerin oluşturduğu bir ses düzenliliğidir.
TDK Sözlüğü ezgiyi, “Belli kurallara göre düzenlenmiş, kulağa hoş gelen
ses dizisi, haz, nağme, melodi. Bir müzik parçasında baştan sona kadar belirli
yerlerde tekrarlanan ses dizisi” ve “Kulağa hoş gelen ses ve söz dizisi”
şeklinde birkaç şekilde tanımlar. Bu kısımda özellikle açmaya çalıştığım konu,
söz diziliminin ezgi ile ilişkisi ve şiirsel ezgiye giden eksenin
tanımlanabilmesidir. Periyodik olan her ses ve ses grubunun; bir tınısı,
tonlaması, ritmi, şiddeti, süre ve durakları kısacası bir ezgisi vardır. Ne
yazık ki şiirde ses katmanı, ayrıntılı ve deneysel olarak incelenmemiş ve
kaynağı olmayan bir alandır. Bu nedenle, sanat bilimi ve ses bilimi
uzmanlarınca, konunun incelenmesini ümit ediyorum.
“Bizleri temsil eden, karakterlerimizi ön plana çıkaran, üretmiş
olduğumuz ezgili ses birliktelikleridir. Doğru ezgi üretimi, doğru alınan aile
ve okul eğitimine bağlıdır. Doğru eğitim almamış insanların, ezgi üretimleri
sağlıklı olmayacaktır. İnsan-ses ve ses birliktelikleri ilişkisi doğru
oluşturulduğu sürece, insanlar arasındaki iletişim, üretici ve faydacı iletişim
olacaktır.” der M.V. Coşkun, “Türkçenin Ses Bilgisi”
kitabının girişinde. Kaldı ki bu alıntıda, sıradan her gün yaptığımız
konuşmanın ezgisinden söz ediliyor. Bu söyleme bakılırsa şiirde, ezgi
olanakları ile estetik değer yaratacak tarzda ezgisel bir hava oluşturulması
önemli görünüyor.
Şiirde dize sıradan bir söz dizimi değildir; bir dizenin anlamsal
bütünlüğü yanında, söz dizimsel bir ayrıcalığı, ses ve anlamın örtüştüğü
ezgisel bir ekseni vardır. Şiirde dizenin niteliği; duygu ve anlam değeri ile
ses düzenliliğine bağlıdır. Vurgu, ritim ve tonlama gibi sessel eylemlerden doğan
ezgi, aynı zamanda şiirdeki anlam ve duygu dünyasını açığa çıkaran taklit
edilemez eksendir. Bu nedenle aynı sıra ve sözcükler ile kurulan bir dize veya
bir tümce, bir söyleyiş şekli ile sevinci, diğer söyleyiş şekli ile hüznü
anlatabilir. Söyleyiş biçimine göre zıt anlamlar doğurabilir.
Konuşma ezgisinin konuşanın duygu dünyası ile çok yakın ilişki içinde
olması, şiir açısından önemli bir veridir. Ezgi, konuşurken anlam yöneltme ve
duygu taşıma görevi üstlenmiş ses uyumlarıdır, diyebiliriz. Ne var ki konuşma
ezgisi, bilerek ve tasarlanarak yapılmaktan çok doğal bir seyir izler. Konuşanın
ruh durumu, yapısı ve bilgisiyle ilgili bir süreçtir. Ancak bu konuda eğitim
almış kişiler veya taklit yeteneği yüksek olan kişiler, bir başkasının konuşma
ezgisini yakın bir tınıda taklit edebilirler.
Konuşma ezgisi ve sözcük kullanımı, kişinin çocukluğundan yaşamsal
değerlerine, bilinçaltı kodlarından fizyolojik dürtüleri ile psikolojik
durumuna kadar pek çok olgunun sonucudur. Ses ve insan ilişkisinin bu bölümü,
ayrı bir inceleme konusudur. Şiir açısından ezgi, ne anlama gelir? Bizim için
önemli soru budur.
Şiirin hedefi, okurun duygularını ele geçirmektir. Okurdaki on dört duyunun
algı ve kavrama yetisini artırmak için duygu durumunun belirli bir kıvama
çekilmesi gerekir; duyarlılık yaratılması gerekir. Okurun duygusunu etkilemeden,
algı ve anlama istenen düzeyde oluşmaz. Sözün duygu değeri, anlamın duygu
değeri ve sesin duygu değeri; okur duyguları ile örtüşüp okur algısını tetiklemelidir.
İster konuşma esnasında olsun ister bir türkü dinlerken ister şiir okurken
olsun, okur ve dinleyicinin duygularını en kolay ele geçiren, ezginin çağrışım
ve imgesel gücüdür. Bir kenara konacak ya da hafifsenecek bir özellik değildir
ezginin olanakları. Şair, sesin ona sunduğu tüm olanakları estetik değer
yaratmak için en yüksek düzeyde kullanmalıdır. Sesinden sözüne, anlatımından
çağrışımına, anlamından coşumuna kadar neyin ne olduğunu şiirde bir bütün
olarak görmelidir.
Şiir; karakterini, mizacını, dış dünyaya yansıtma istediği özü; ezgili
ses birlikteliğiyle yayar. Ses önce anlama, anlamdan yapıtın amacına yönelir ve
harflerle değil sesle dış dünyaya açılır; sessiz okumada bile beyin onun sesini
tanımlayarak ve kendinde yaşayarak oluşturur.
Şiir, okurla bir başınadır. Ezgi ise şiirdeki ses uyumuna ve okur
bilincine bağımlıdır. Şair; anlam, anlatım, ünlü-ünsüz, tonlu-tonsuz, süre,
ritim gibi ses uyum gereçlerini doğru kullanmalı ve okur algısını harekete
geçirmelidir. Şiiri kurarken ezgi olanakları doğru kurgulanmadığı sürece okur,
istenen ezgiyi doğuramaz.
Ses duygu değeri ve ses uyum
kurgusu, okur/dinleyen üzerinde etkilidir. Örneğin şair, şiirinde öyle sözcük
ve söz dizimi kullanmalıdır ki okura hem söyleme kolaylığı sağlamalı hem de
şiirin duygu değerini vurgulamalıdır. Bunun yanında tonlama, ritim ve süre gibi
sesbirimlerini doğru yönlendirerek dizelerdeki anlamı okura zorlamadan
vermelidir. Aynı zamanda dizelerini; akıcı-patlayıcı-sızıcı, tonlu-tonsuz ve
titrek seslerin dengesini okur duygularını gasp edecek şekilde kurgulamalıdır.
Aslında sıradan, olmasa da olur gibi algılanan ezgi ekseni, önemli ayrıntı
gerektiren sanatsal bir gerekliliktir. Çünkü şiirde ezgi, duygu ve anlam
dünyasını açığa çıkarır. Ses, diğer katmanlarla birlikte daha yüksek estetik
değer yaratma gizilgücü olan başat bir katmandır.
“Ses-söz dizimi ilişkisinin doğru kurulabilmesi, sese duygu ve anlam
kazandıran vurgu ve ton gibi parçalarüstü birimlerin, söz dizimini oluşturan
kelimelerin duygu ve düşünce dünyasına uygun şekilde üretilmesiyle mümkündür.” der M.V.Coşkun. Buradan şunu söyleyebiliriz; şair, dizelerinde
kullandığı her sözcüğün ve söz tamlamalarının duygu ve anlam dünyası ile ses
birlikteliğini uygun kurmalıdır. İşte okur o zaman, şiirdeki duygu ve anlam
dünyasını uygun yer ve zamanda vurgu ve tonlama gibi birimlerle açığa
çıkarabilir. Ezgi ekseni, şair tarafından sağlam temellendirilmediği sürece, okur
ezgiyi kurmakta yetersiz kalacaktır ve şiirin bir ayağı daima eksikliğini duyumsatacaktır.
Özet olarak ezgi; anlamsal, imgesel ve estetik değer taşıyan bir
olanaktır. Duyuya seslenir ve duygu durumunu kolaylıkla etki altına alabilir
bir olanaktır. Salt şaire bağlı değildir; aynı zamanda şiirin biçimsel
özellikleri (söz varlıklarının uyumu, imleme ve yazım kurallarının doğru
kullanımı) ve okurun anlamlandırma yetisi önemlidir. Buna karşın şairin dili
doğru kullanması; ses, anlam ve duygu değerinin uyumu ilk koşuldur. Şair,
patlayan çatlayan seslerle şiir kurarsa okur, ne yapsın? Şiir, iyi olmasına
karşın okur, ezgiyi doğru kuramıyorsa şiir ne yapsın?
Şiirsel ezgi, şiirde anlam ve duyguyu dış dünyaya en etkili biçimde açan
fiziksel bir eksendir. İşitsel duyuların özelliği gereği şiirsel ezgi, anlamla
bütünleşerek metafizik ve manevi dünyanın kapılarını da aralar, algı ve duyguyu
daha duyarlı duruma dönüştürerek estetik değer yaratır.
Şiirsel Ezgi Ekseni
Şiirsel ezgi, şiirin duygu değerini ve anlamını etkili şekilde ortaya
koyan, okuyanın/dinleyenin duyarlılığını törpüleyen ses düzenliliğidir. Şiiri
sessiz okuduğumuzda bile içimizde duyduğumuz ses bütünlüğü, şiirsel ezginin
varlığını duyumsatır. Bu ezginin müzik değeri taşıdığı, günümüzde kabul edilmemektedir.
Dinleyende ezgi tadı vermesi nedeniyle müzikle yakın ilişki içinde olduğunu
söyleyebiliriz.
Ezgiyi; müziksel ezgi, şiirsel ezgi ve konuşma ezgisi
olarak üç ayrı nitelik ve nicelik sırasına koyabiliriz. Tanımlayabilmek ve ayrıntılarını açabilmek için böyle yapmamızın gerekli
olduğunu düşünüyorum. Bu sınıflandırma benim yorumumdur ve teknik olarak
doğruluk değerine ilişkin kararı sesbilim uzmanlarına bırakmak isterim.
Şiirsel ezgi, duyuların algı gücünü artırmak, bir şiirin anlamını, duygu
değerini en etkin ortaya dökmek, söz söyleyiş biçimini, ses benzeşimlerini
kullanmak gibi birçok teknik ve beceri gerektirir. Öncelikle, okurun şiirsel
ezgiyi oluşturabilmesi, şairin şiirsel ezgiye yönlendirecek ses uyum düzenini
yerinde kurmasına bağlıdır. Yani sese ilişkin kurulan temel, ne kadar sağlamsa
okur da o oranda ses uyumunu yetkin kullanabilecektir. Şairin şiirinde ortaya
koyduğu ses uyum niteliği, doğrudan şiirsel ezginin duygu ve anlamını daha
saydam ortaya çıkarmasını sağlayacaktır.
Müzik ezgisi ile doğal konuşma ezgisi arasında,
müziksel olmayan ancak doğal da olmayan bir ezgi ekseninin olduğunu
düşünüyorum. Konuşma ezgisi, insanın davranışları ve sahip
olduğu nitelikleri gereği istemli ve istemsiz seslerle ürettiği doğal bir ezgidir.
Müziksel ezgi ise her ses biriminin belirli kural, süre ve isimlendirmeler ile
tanımlanmış ve düzenlenmiş özel ses akış düzenidir. Yani müziksel ezgi, bir
duygu ve düşünceyi yansıtmak üzere oluşturulmuş, her bir ses birimi düzenli ve
tanımlı sesler bütünüdür. Konuşma ezgisi ile müziksel ezginin arasında belirgin
bir ayrım vardır; çünkü müzik bir bilim alanı ve bilgi disiplini olan bir
sanattır. Her iki ezgi pratiğini incelediğimiz zaman, konuşma ve müziksel
ezginin birbirlerinden ayrılması tamamen teknik boyutu ile ilgilidir. Konuşma
ezgisi doğal, müziksel ezgi ise teknik boyutu olan bir uygulamadır. Bu iki
uygulamayı şiir açısından düşündüğümüzde nasıl bir sonuca ulaşırız? İşte burada
her ikisinin de tanımına uymayan bir ezgi türü var. Bu da “şiirsel ezgi” dir. Şiirsel ezgi, şair tarafından şiire özgü
oluşturulmuş; ses, anlam ve anlatım düzenine uygun biçimlenmiş; okur tarafından
parçalarüstü birimler yardımıyla kurulan; ses düzenliliğidir. Konuşma ezgisi ve
müziksel ezgiden farklı olmakla birlikte hem konuşma ezgisi ile örtüşür hem de
müziksel ezgiye yakın durur, diye düşünüyorum.
Resitatif müzik diye adlandırılan ezgi biçimi vardır. TDK Büyük Türkçe
Sözlüğü “Resitatif” sözcüğünü “Belli bir melodi olmadan konuşma biçimiyle
söylenen, müzikli, anlatı” şeklinde açıklar. Opera ve tiyatroda şarkı
söyler gibi ezgisel konuşmayı, tonlu ve vurgulu sözlerin birbirine geçiş
sağladığı bir seslendirmedir bu. Konuşma ve şiirsel ezgiyi, bir müziksel ezgi
gibi müzik dilinde göstermek gerekliliği yoktur. Resitatif ezgi teriminden
hareketle, şiirsel ezginin yeni bir tanımlama olmadığını söyleyebiliriz. Sözünü
ettiğim ezgi türü, zaten müzik terimleri arasında tanımlıdır. Ancak şiirsel
ezgi, konuşma ezgisine daha yakındır. Resitatif ezgiden de çok uzak olmadığını
değerlendiriyorum. Öyleyse şöyle sıralayabiliriz: ‘Müziksel
ezgi, resitatif ezgi, şiirsel ezgi, konuşma ezgisi.’
Konuşma ezgisi ile diğer ezgi türleri, oluşum açısından aynı şeyi ifade
ediyor olsa da aralarında önemli bir fark vardır. Her şeyden önce müziksel
ezgi, insanın çabası ile özel bir üretimdir. Sanatsal içerik taşır. Şiirsel
ezginin sanatsal özellik taşıması için, insan sesi olanakları ölçütünde teknik
ve özel ses yöntemlerini (ton, ritim, süre vd. gibi) uygulamak gerekir. Çünkü
şiirsel ezgi, sesin olanaklarını kullanarak algıyı uyarmak, sözün duygu
değerini daha vurucu ortaya çıkarmak, anlamı yönlendirmek ve daha güçlü kılmak
için özel bir çaba gerektirir.
Buraya kadar olan açıklamalarda, konuşma ezgisi, şiirsel ezgi, resitatif
ezgi ve müziksel ezgi kavramlarını biraz olsun açabildiğimi düşünüyorum. İşin
sanatsal ve asıl zorlu tarafı şiirsel ezginin oluşturulması için şair
tarafından alınacak önlemlerdir. Burada Türkçenin ses tekniklerine girmek
niyetinde değilim; ancak şiir yazan, inceleyen ve şiir eleştirisine soyunan
herkes Türkçenin ses bilgisine, anlam ve seslerin bağıntısına, biraz daha ileri
giderek müzik bilgisine sahip olmasında yarar olduğunu düşünüyorum.
Ton, vurgu, ritim, süre, durak gibi parçalarüstü birimler; ünlü ünsüz
uyumu, sesli harflerin ince kalın, düz yuvarlak ses özellikleri, önemlidir.
Bunun yanında patlayıcı, sızıcı, akıcı, tonlu, tonsuz, titrek seslerin
kaynaşması şiirde ses uyumu açısından dikkat edilmesi gereken ölçütlerdir.
Garip şiiri de olmak üzere günümüze kadar yazılmış şiirler arasında ses
açısından çok güçlü şiirler vardır. Türkçenin ses özellikleri, ünlü zenginliği,
özellikle ses benzeşim zenginliği ile ardışık sözcüklerin kaynaşmasından doğan
ses düşmeleri şiirsel ezgiyi kolaylaştırmaktadır. Gördüğüm kadarıyla Türkçe,
şiirsel ezgi için oldukça yatkın ve uygun bir dildir. Ezginin ses aralığına
göre; uygun sesli sözcüğü, anlama uygun sesi ve duygu değerine uygun sesi bulmakta;
zorlanmayacağımız kadar zengin bir dilimiz var.
Bunalımlı duyguyu, sıkıştığı ortamdan kurtaran ezginin yüceliğini kabul
etmeliyiz. İşitme duyusunun, bütün duyu biçimlerini kontrol altına aldığını,
etkilemede ve yönlendirmede başat konumda olduğunu bilmek ve buna göre hareket
etmek gerekir. Şiirin ezgisel bir olanağı vardır ve bu olanak şiirin sanatsal
etkinliğini sağlar. Ezginin gücünü, zihni ve duyguları hazza götürücü bir ortam
yaratacak biçimde şiirde kullanmak ise sanatsal bir beceridir.
Şiirsel ezgi, bir şiirin bütün varlıklarıyla dış dünyaya açılan
penceresidir. Başka bir söylemle, şiirde anlam ve duyguyu dış dünyaya açan
fiziksel bir eksendir. Ne var ki bu pencerenin varlığı ve yokluğu ile niteliği
hakkında düşünce üretebilmek, ses olanaklarına egemen olmayı gerektirir.
Örneğin dize iç ses uyumunda, patlayıcı tonsuz ses ile sızıcı tonlu sesi bir
arada kullanmanın kulağı tırmalayabileceğini, iç ses uyumunu bozabileceğini
öngörmek gerekir. Bunlar bilindiği takdirde, patlayıcı tonsuz ses içeren sözcük
yerine, kulağı tırmalamayan eş anlamlı başka bir sözcük kullanılması tercih
edilebilir. Bunun gibi ses ve sözcük kullanımının sınırsız oluşu şiir açısından
ve ses uyumu açısından önemli bir olanaktır. Türkçe, eş anlamlı sözcükler
konusunda diğer dillere oranla çok daha zengindir.
İşitme duyusu, dış dünyanın doğal ve yapay
sesleri yanında, duyusal, metafizik ve manevi dünyanın ruhsal kodlarının
algılanmasında başat duyudur. Duygusallık, metafizik ve maneviyat; kişide en
fazla merak uyandıran, insanı etkisi altında tutan, anıları tekrar yaşama
arzusu doğuran, estetik değeri daha kolay algılatan durumlardır. Duygusal,
metafizik ve manevi ortamın kişide görme ve anlam bulduğu yer, doğadaki yapay
ve doğal seslerin ezgisidir ve bu ezgiye kişi tarafından verilen anlamdır.
Özetlersek: Müziksel ezgi,
resitatif ezgi, şiirsel ezgi ve konuşma ezgisi şeklinde; kuramsal, nitelik ve nicelik
bakımından bir sıralama yapabiliriz. Bu durumda şiirsel ezgi, kendi bağlamında
ele alınıp ilgili disiplinlerle ayrıca incelenmesi gerekir.
Eleştirmen olarak bir şiiri çözümlemek istediğinizde, şiirdeki ses
katmanını nasıl değerlendirmelisiniz? İyi şiir yazmak ve şiirde şiirsel ezgiyi
oluşturmak şairin becerisine bağlıdır. Şiirde sesin çatısını kurmak, teknik
ayrıntısına girmeden yukarıda belirttiğimiz ses olanaklarını kullanmayı
gerektirir. Eleştirmen açısından konuyu ele aldığımızda, şiirde şiirsel ezgi
ekseninin güçlü olup olmadığını anlamanın en basit yolu, okuma esnasında
dizelerdeki sözcükler arası ses geçişlerinin söyleyişi zorlaması, dizenin
başlangıç, ara ve bitiş vurgularının dengesiz olması, patlayıcı tonsuz seslerin
gelişi güzel kullanılması gibi konular örnek verilebilir. Zaten ses ve sesin
akışındaki dengesizlik (ton ve katlarının dışına çıkması) kulağı tırmalar ve
sessel uyumsuzluk doğrudan duyularca anlaşılır. Bu bölümü uzatmadan ve daha
fazla ayrıntıya girmeden kısa bir örnek verelim.
YAĞMUR ÇAĞIRALIM
Gündüze şemsiye önü burası, yağmur çağıralım
Doğu batı her yön yine yokluğunda oturanların yönü
Doğum hattı kırığı, beden bölüntüsü
Ayrıntıların özneden ayırdı dilsiz kuyu
Estetik burun dikliği, duyuda sığlık büyüsü
Kara kemikli çatalkara, çakal postu
Algıda ayırdın karma karıştığı yer, yağmur çağıralım.
Bugün, doğum, düğün ya da bir ölüm töreni
Gizliliği afişlerde yüksünen bomba günü
Kırım kırıma ekli bölmede kalansız uyumu
Dökülsün parça tesirli yağmur, ıslanalım.
Çağcıl kaba öngörü, yokluğa devasa örüntüsü
Kent estetiği, akıl dirikliği ya da öfke hafifliği
Çiçekçi dükkânı önü bugün de müşteri kuyruğu
Duvara asmış eleğini duyuların kalpazan ölümü
Zihnin kilitlendiği yer burası, yağmur çağıralım.
Ekim 2015 Narlıdere, “Bir Damla Suda Halkalar”
kitabından
Dize içindeki ses benzerlikleri ve şiirde yer alan sözcüklerde ünlüler
arası ve ünsüzler arası ses benzerlikleri yanında “ç”, “z”, “ö”, “ü” ve “u”
sesinin hem tonlama hem de vurgu açısından başat sesler olduğunu görebiliriz.
Dikkat edilirse şiirsel ezgiye önemli katkı sağlayan bu sesler ile bunlara
yardımcı titrek “r” sesini de ilave ettiğimizde öncelikle konuşma ezgisini, bu
seslerin uyumu ve anlamın yönlendirmesi ile şiirsel bir ezgiyi doğurduğunu
görebiliriz. Ayrıca bütün dizelerin son sözcüklerine bakınız. İç ve düşey ses
uyumu yanında, duraklardan önceki heceler ile son sözcüklerde anlamın vurguyu,
vurgunun ise ton ve katlarını bununla birlikte ritmi doğurması, şiirsel bir
ezginin altyapısını ortaya koymaktadır.
Ses katmanı incelenirken şu şöyle yapılır bu böyle yapılmalı gibi öneri
veya yargıda bulunmuyorum. Her eleştirmenin kendine kolay gelen bir yöntemi ve
yaklaşım tarzı olmalıdır. Bu tarzlar aynı zamanda çoğul bir bakış açısını
beraberinde getirir ve gelişime açık bir olgular bütünü ortaya çıkarır. Önerebileceğim
konu şudur: Şiirsel ezgi ekseni, ses katmanının başat bileşenidir ve hedef ögesidir.
Yalnız ses benzeşimleri ile oluşmaz, aynı zamanda sesler arası tezatlıklar ile
anlamın kendi içinde yarattığı ritim ve bağdaşıklık da ezgiye katkı sağlar. Şiirsel
ezgi eksenini değerlendirebilmek ve bu eksen konusunda yorumda bulunabilmek
için biraz Türkçenin ses bilgisi, biraz da müzik kuramı bilmekte yarar olduğunu
bir kez daha söylemek istiyorum. Bugün şiirlerimizde, deneyime dayanarak
yaptığımız sessel uygulamalar aslında çok fazla ayrıntıya sahiptir. Kim hangi
çıkarımı yaparsa yapsın, ses uyumu şiirin temel bileşenidir. Şiirde şiirsel
ezgiyi doğurmadan ne anlam katmanını ne de anlatım katmanını istenen yeterliliğe
taşıyamazsınız; bunlarla birlikte domino taşı etkisi gibi çağrışım, coşum ve
estetik katmanları kendiliğinden sırasıyla yıkılır.
Şiirsel ezgi, duyulara etkisini dikkate almasak bile anlam ve anlatımı
etkili kılan en temel fiziksel özelliktir. Şiirin tarihsel bir olanağıdır. Üzerinde
özenle durulması gereken estetik değer çarpanıdır.
Çağrışım, anlamın kaşağısı ve zihnin karanlık bölgeleri için el
feneridir. Anlamı kaşıdıkça daha yoğun imgeye, imgeden daha özgün imgeleme
götürür. Bellekteki yerleşik izlerin uyaranı ve düş dünyasının başat
erketesidir diyebiliriz.
Çağrışım Katmanı
Çağrışım; ses, anlam ve anlatımın verilerine dayanarak; kişinin bilgi birikimine,
yaşamsal ve duyusal belleğine, izlerden yaşamsal birikimlere, oradan imge ve
görüntüye, görüntüden keşfi bekleyen yeni imgeleme ulaşan; insana özgü bir
özelliktir. İnsanın düş ve düşünsel evreninin sınırsız eylemidir. Sanatsal ve
bilimsel yaratıcılığın temelinde önemli yeri vardır. Bir şey, yalnız bir şeye
bağlı değil, çok şeye bağlıdır. Bir olay, olaylar zincirini, bir olasılık, çok
olay ve olasılıklar zincirini doğurur. Bilgi bütünlüğüne ulaşmış zihinde bir
şey, o kadar çok şeyle bağıntılıdır ki bunun sınırı ve sonu yoktur. Milyarlarca
bilgiyi aynı anda tarayıp işleyebilen bir yapıdır beynimiz; henüz sırrı tam
çözülememiş…
Çağrışım katmanı, şiirdeki herhangi bir anlam, ezgi, söz, olgu veya olaya
dayanarak okur belleğini dürten, okurun zihnindeki bağıntılar bileşkesini
kurcalayan, anıştıran, tetikleyen ve harekete geçiren, okuru imgelem dünyasına
yönelten, yeni düşünme ve görme biçimine neden olan bir katmanın adıdır. Buradaki
kullanımı, sözlük anlamının dışında değildir. Şiir veya sanatsal bir uzamda,
çağrışımın; çıkış, oluş ve sonuçları açısından ayrıntılı incelenmesinin gereği
doğar. Her yapıtın, üzerine yaslandığı görünmeyen bir varlık alanıdır. Uyarma,
uyandırma, sezdirme, anıştırma, duyumsatma ve anımsatma gibi zincirleme etki-tepki
yanında, aynı zamanda yapıtın anlamsal derinliği ile coşum katmanına yeni boyut
ekleyerek sanatta sınırsızlığı ve duygusallığı sağlar. Şöyle diyebiliriz: Çağrışım; anlamın kaşağısı, zihnin karanlık bölgeleri için
el feneridir. Anlamı kaşıdıkça daha yoğun imgeye, imgeden daha özgün imgeleme
götürür. Bir anlamda, bellekteki yerleşik izlerin uyaranı, yeni görme biçimi ve
düş dünyasının başat erketesidir diyebiliriz.
Freud “Serbest çağrışım sırasında
kişide görülen hiçbir şeyin gelişigüzel ya da rastlantısal olmadığını ve
kişinin bilinçli bir seçimde bulunmadığını” vurgular. Bu yöntem genellikle
psikanalisttik terapide kullanılır. Bunun yanında gerçeküstü (sürrealizm) sanat
anlayışındaki anlık yazma işlemi de serbest çağrışıma farklı bir örnektir.
Serbest çağrışımda doğrusal bir düşünme örüntüsü ve bilinçli seçim aranmaz,
kişinin doğal davranışları daha geçerlidir.
Okur; şiiri okurken veya bir yapıtı izlerken, çocukluğundan bugüne kadar
edindiği bilgi, deneyim, her tür duygu ve anılarıyla bir başınadır. Okur bire
bir şiirle iletişime girdiği için; çekince, baskı ve basınç altında değildir,
içinden geldiğince özgür düşünebilme, düş kurabilme, doğal davranabilme
olanağına sahiptir. Serbest çağrışıma sonuna kadar açık durumdadır. Asla dışa
vuramayacağı, kendince kutsal olan, değerli olan, utanç veren, sorun olan,
kendisine bile itiraf etmeye çekindiği her tür duygu ve bilinçaltı bilgilerini;
şiirle karşı karşıya geldiğinde kendine itiraf etmeye; üzerini açmaya ve
onlarla ilişkiye girmeye hazırdır. Okurun bu durumuna yaslanarak, okuru
tetikleyecek, anıştıracak, duyumsatacak, anımsatacak, bilincine başka alanları
çekecek, benzerlik, yakınlık ve çelişkiler arası bağıntı kurduracak teknikler
sanatın bir gerçeğidir. Bu da çağrıştırmayla yapılabilen bir ayrıntıdır. Çağrışımı
katman olarak ayrıca incelememin nedeni; şair, şiir ve okur arasında önemli bir
etkileşim alanı oluşundandır. Bu konu; kısa
değinmelerle geçiştirilemeyecek kadar sanatsallığa katkı yapar, imgeye yönelir,
imgelem doğurur, coşumsallığı tetikler, çokanlamlılık ve rastlantısallığa
yönelir. Bunlar, sanatta özellikle şiir gibi anlam sanatlarında üzerinde
durulması gereken önemli konulardır.
Basit bir anlatımla sanat, gerçek ve gerçeküstü düşünsel dünyadan imgelem
doğar. İmgelem; ses, yazı, çizgi, anlam, renk gibi teknikle imgeye dönüştürülür
ve estetik kaygı düşüncesiyle yapıta giydirilir. Bu tanımdan hareketle okur,
yapıtta sezdirilmek/götürülmek istenen imgeye bilinçli olarak çağrışımla yöneltilmelidir.
Şiiri, üst anlam tabakasına taşımanın en etkin araçlarından biri çağrışımdır,
çağrışımın tırnak izleridir.
Çağrışım; anlam, ses, anlatım ve
coşum katmanlarının hep birlikte okur üzerinde yarattığı bir sonuçtur. Çağrışım
yelpazesi, şairin okuru yönlendirdiği çağrışım olanaklarıdır. Çağrışım saçağı
ise okurun ulaştığı çağrıştırmadan doğan çoklu imge demetidir. Anlam, klasik
deyimle ne kadar derinliğe sahipse çağrışım da o kadar güç ve çeşitlilik
kazanır. Sanatçının önümüze serdiği yol ve anlam derinliği, duygu durumunu
ivmeleyerek yaşanmışlık izlerine dokunur. Duygunun üst katmana taşınması, bunun
da ötesinde daha önce keşfedilmemiş algı, görme, anlama ve düşünme biçimine
ulaştırması, çağrışımın etkili bir sonucudur. Kanımca, okurda çağrışımla
oluşan/oluşturulan imge ve buna bağlı imgelem, şiiri şiir yapan en değerli ve
vazgeçilmez gereçtir. Hatta bütün sanat yapıtları için çok önemli ve
yaratılması gereken arzu edilir bir sonuçtur.
Sapma, imge ve bağdaştırma gibi tekniklerle yapılan; çarpıcı, beklenmedik
ama zengin çağrışıma neden olan söz dizimi ve söz kaynaşması; hem yeni düşünme
biçimi hem de yeni düşün alanları açar. Çağrışımın önemli bir özelliği de
budur.
Çağrıştırmak, okurun ilgi alanı ve kültürel yapısıyla da ilgilidir. İyi
bilinen bir olay, kahraman, mit, simge, sembol ve deyime atıf yapmak; sezdirme,
duyumsatma, anımsatma, düş gücünü zorlama gibi sonuçlar doğurur. Açıkça işaret ederek başka bir olgunun düşünülmesine
okuru yönlendirebilir. Okurda çağrışım
yaratmak için daha başka yöntemler de uygulayabiliriz. Örneğin, yapıtta
andığınız bir kahraman; okuru kahramanla ilgili bir olaya götürecek, o olay ile
ilgili unutulmaz bir zamanın unutulmaz anlık olaylarını belleğinde tazeleyecek,
yeni çıkarımlara doğru gezintiye çıkaracak, okurun duygu durumunda olumlu ortam
yaratacak ve duyarlılığını artırabilecektir. Çağrışım, anlam katmanına yeni
anlam ve görüntüler üretmek gibi bir geri dönüşümlü işleyişi vardır. Sonuçta okur,
kendi yaşamsal varlık ve değerleri ile bilinç ve bilinçaltında depolanmış olan
bilgilere yaslanarak yeni görüntüler ve yeni duyusal alanlar yaratır. Bu
özellik, zincirleme etki yapan özel ve önemli bir işleyiştir. Çağrışımın şiirde
yeni duyusal alanlar açması okurun bilgi birikimi, yaşamsal deneyimleri,
olayları okuma, varlıkları tanıma ve karşılaştırma yeteneği ile doğru
orantılıdır. Bu nedenle şiirin çağrışım gücü, okurun mantıksal yeteneğiyle koşuttur.
Anlam katmanının çağrışım ve buna bağlı görüntüyü eş zamanlı oluşturduğunu,
çağrışımın da yeni olgu ve imgeler üretebildiğini bu çıkarımlardan sonra
söyleyebiliriz.
Çağrışımı doğuran durumlar; yalnızca söz, ezgi, olay veya olgular
değildir. Yaşamın içinde var olan, bunun yanında zihinde tasarlanabilmiş soyut
kavramlar da çağrışımı doğurabilir. Bu konuya daha somut bir örnek verelim. Örneğin
mevsimlerin, insanın yaşamsal örüntüleriyle bütünleşmiş algı ve duyularını
biçimlendiren karakteri vardır. Bahar aylarının güneş rengi diğer aylara ve
coğrafi konuma göre ışık açısından kendine özgü bir tona sahiptir. Bahar ayları
renk tonu, çoğu insanda aşk olgusunu çağrıştırır ve duygular bu uyarıma göre
biçimlenir. Sonbaharın renk tonu da hüznü anımsatan bir olgudur. Demek ki
renkten kokuya, işitsellikten tada, hareketten kas duyumlarına kadar duyularla
algılanan her şey çağrışım için bir kaynak oluşturabilme gizilgücü taşır. Bu
gizilgüce sahip ögeleri bulup şiire yedirmek de şairin işidir. Burada parantez
içi bir bilgi daha aktarayım: Şairin; çağrışıma kaynaklık eden ögeleri bulup
şiirinde kullanması, duygu, duyu, olgu, olay, bilgi ve bilinç arasındaki
ilişkisel işlerliği zihninde açıklığa kavuşturmasıyla doğru orantılıdır. Diğer
söylemle şair, donanımlı olmalıdır.
Şiir, dizelerinde anlattıklarıyla yetinmez. Okurdan, çağrışımla hiç
değinilmemiş alanların, olay ve duyguların yaşanmasını ister. Satır aralarını
okumak deyimi bir bakıma bunu karşılar diye düşünüyorum. Çağrışım gücüyle hiç
değinilmemiş görüntülerin oluşturulması, okurun birikimine bağlıdır ve okuru
yenidünyanın kapılarını aralamaya yöneltir.
Çağrışım; algı törpüleme, anlama, düşünme
biçiminin bulgulanması ve duygusallığın üst alana taşınmasına neden olur. Anlamı
güçlendirir, zenginleştirir, dal-budak saldırır. Keşfedilmemiş bölgeye taşır ve
coşumun doğuşuna katkı sağlayarak okuru estetik yaşantıya hazırlar. Başka bir
deyişle, şiirde imge olarak adlandırdığımız oluşumun temel çıkış noktasıdır ve
okur imgelemiyle eşzamanlı oluşur. Daha geniş düşünsel bir evreni, duyumsatmaya
iter.
Çağrışım, şiirde belirttiğim bütün katmanların birleşiminden doğar, büyür
ve geri bildirimde bulunarak katmanların gücünü pekiştirir. Örneğin, anlamla
birlikte şiirsel ezgi, bellekte yer etmiş ve duyusal dünyada anlam kazanmış
olay ve olguları tetikler. Anlam ve sesle, okurun düşünsel dünyasına saplamalar
yapar ve okuru çok katmanlı bir imgelem dünyasına götürür. Ezginin duyularda
yarattığı etki, dinleyenin yaşamsal izlerini tetikler ve anlamla bağıntılı
imgeler doğurarak şiirin diğer katmanları ile daha yoğun bir etkileşime
girer.
Çağrışım sürecini inceliyorsak ve konumuz da şiirse, anlam katmanına
biraz daha özenli bakmalıyız. Çağrışım sürecini doğuran ana etkenlerden biri
anlamdır. İşitme, duyma ve görme duyuları; anlam üzerinden işlem yapar; beynimiz
de. Ezgi veya anlatımla bir yere kadar çağrışım sağlanabilir. Kaldı ki bunlar
bile anlam katmanı ile bağıntılıdır ve birbirini bütünler özelliğe sahiptir.
Şiirde veya sanat yapıtında anlam deyince bilgi ve bilginin duyusal, soyut ve
nesnel tasarıma dönüştürülmüş durumunu anlamalıyız. Çağrışım, bilgi ve
türevleri ile nesnelleşmiş görünüm üzerinden hareket alır. Örneğin dizedeki
söz, bilgi ve anlam; zihnimizde bir tasarım/görüntü oluşturur. Bu
tasarım/görüntü, belleğimiz ve zihinsel etkinliğimizin gücü oranında başka
görüntüleri beraberinde getirir.
Çağrışım katmanının kapsamı nedir, nasıl oluşur ve sonuçları nedir gibi
sorulara yanıt aramalıyız. Bu sorulara yanıt aramak için çağrışımı varlık
düzleminde tanımlamamız ve isimlendirmemiz gerekir. Şiirde veya herhangi bir
sanat yapıtında çağrışıma neden olan ve çağrışım biçimini belirleyen düzleme çağrıştırma tabakası diyorum.
Çağrıştırma tabakası, nesnel, öznel veya soyut bir
olgu ve olaya işaret eden, anlamlandırılan, bu anlamın başka bir anlam ya da
görüntüye yönelmesini sağlayan tabakadır. Bir bakıma ezgi, sözcük,
dize veya anlam öbekleri gibi özel ya da genel konular; okurun duygu durumunu
etkilemiş ve belleğine tutunmuş olan izleri anımsatan ilk çıkış noktasıdır.
Buraya kadar şairin istediği ve şiirin söz varlıklarının ortaya koyduğu
bir etkileşimden söz ettik. Yani çağrışımın okuru tetikleme aşamasına kadar
olan kısmından. Okurda çağrışımın ortaya koyduğu eylemsel durumun tanımını
ayrıca yapmak durumundayız. Bu aşamadan sonra, ele almamız gereken konu
çağrışımın okurda oluşturduğu imgelem boyutudur. İşte okurda oluşan bu eylemsel
tabakaya çağrışımsal imgelem tabakası diyorum. Bu tabakaları ileride kapsamlı
olarak ele alacağım için ayrıntıya girmiyorum.
Çağrışımsal imgelem tabakasını da iki farklı oluşum sürecinde
değerlendirmeliyiz. Birincisi şiirin söz varlıklarının çağrıştırması ile okuru
yönlendirdiği imgelem tabakasıdır. Bu, yukarıda sözünü ettiğim tabakadır.
İkincisi ise okurun yaşamsal algısı ve bellekte yerleşik bilgileri, görme,
sezme yetisi gibi kişisel etmenler ile şiirde çokanlamlılık gereği okurun
kendince ulaştığı rastlantısal imgelem
tabakası’dır. Sanatsal metinlerin doğasında var olan ve
sezdirme gücünün de etkisi ile okurun bilincinde üretilen anlam dünyasını;
ancak bu şekilde tanımlayabiliriz.
Rastlantısal imgelem tabakası,
rastlantısal anlam tabakası gibi ayrıca incelenmesi gereken sanatsal bir gerçekliktir.
Metni sanatsal boyuta taşımanın altında yatan değerler, bugüne kadar farklı
biçimlerde dillendirilmiş tabakalardır. Şu kadarını söylersek sanırım bu
tabakaların önemi anlaşılabilir. Şiirin zamana karşı dinamizmini ve
kalıcılığını sağlayan, okurun belleğine göre şekillenen, dönemlerin algı ve
yargılarına göre yeni değerler üreten tabakalar olarak düşünebiliriz.
Çağrışım tabakasının sonuçlarının yönlendirdiği bir alan daha vardır.
Çağrışımın yeni anlamlara yöneldiğine, çağrışımın doğurduğu imgelemle yeni
imgeler yarattığına kısmen anlam tabakasında değindim.
Aşağıdaki dizeleri çağrışım açısından değerlendirerek okuyalım.
(…)
Vardır her egemenin bir
egemeni, bu ayrı konu (1)
Alsa aslan bir ceylanı
evlatlık, evrim darılır (2)
Horon kıvraktır örneğin,
durdur horonu dik oynamayı (3)
Dikey keskin hüküm varsılı,
düzde güzelduyu (4)
Az varılır bir kasabada,
paslanır ya keman yayı (5)
Telgraf direkleri odun oldu
olalı. (6)
“Bir Damla Suda Halkalar” kitabından
Şimdi 2. dizenin çağrışım gücünü kendi şiir anlayışınız ve dünya
görüşünüzle düşünün. Ayrıca, 1 ve 2. dizeyi okuduğunuzda sizin zihninizde nasıl
bir çağrışım oluştu, ilk anda ne düşündünüz, zihninizde nasıl bir görüntü ve
tasarım oluştu? Evrimle, aslanın ceylanı evlatlık alması konusunda nasıl bir
bağlantı kurdunuz ve sizi bu iki dize nereye taşıdı?
5 ve 6. dizeler size ne çağrıştırdı, sizde nasıl bir görüntü oluştu,
çocukluğunuzun görüntüsü olan yol kenarlarındaki telleri sarkmış telgraf
direkleri nasıl bir çağrışım yapmaktadır? “...paslanır
ya keman yayı/Telgraf direkleri odun oldu olalı//” dizeleri sizde nasıl bir
görüntü oluşturmaktadır. (İki direğin
ortasında aşağıya doğru salınmış telgraf tellerinin keman tellerine
benzetildiğini varsaymış olsak sizde nasıl bir iz, anı ve duyguyu uyandırırdı?)
Bu açıklamalardan sonra çağrışım katmanını, üç tabakaya ayırarak ele
almalıyız diye düşünüyorum. Çağrıştırma tabakası, çağrışımsal
imgelem tabakası ve rastlantısal imgelem tabakasıdır.
Çağrışım çekirdeği, okurun kültür ve bilgi varlıklarını uyandıran, okuru
daha geniş imgeleme taşıyan şiirdeki belirlenebilir söz varlıklarıdır.
Çağrıştırma Tabakası
Çağrıştırma tabakası; anlamsal, duyusal, işitsel ve görsel olarak; okuru uyarıcı,
anımsatıcı, yönlendirici varlıklar düzlemidir. Bu tabaka, şiirde veya bir sanat
yapıtındaki çağrışımı sağlayan gereçlerin oluşturduğu bir alandır. Diğer bir
söyleyişle çağrışıma neden olan özelliklerin bir düzlemde tanımlanmasıdır. Bir
anlamda, çağrışımı doğuran somut ve soyut veriler dizinidir.
Çağrıştırma tabakası, İmgenin algılanmasında önemli bir paya sahiptir ve aynı zamanda okurda
çoğul ve rastlantısal imgelem yolunu açar. Ancak bu tabakayı açıklarken şairin
şiirinde bilerek kullandığı gönderme, sezdirme ve anımsatma türü söz varlıkları
üzerinden hareket edeceğiz.
İmge veya bir olayın/duygunun anımsatılması için kullanılan sözler ve söz
gruplarının her birini, çağrışım
çekirdeği[22] olarak
adlandırabiliriz. Çağrıştırma görevi yüklenen; olgu, olay, sapma, deyim
aktarması, benzetme, bağdaştırma, sözcük ve söz grupları gibi şiir teknikleri;
anlatım ve anlam özelliğine bağlı; özgün çağrışım oluşturacak ağırlığı taşıması
istenir. Okura; olay ve görüntüleri anımsatır, açığa çıkartır, imgeye yöneltir,
imgelemi başlatır, okurun bilgi dağarcığına ve algıladığı yaşamsal izlere bağlı
olarak olaylar zinciri ve görüntülerin oluşmasını sağlar. Dizede geçen söz ve
söz tamlamalarından doğan; anlam, imge, yansıtma ve sezdirme grupları
çağrıştırma tabakasının bir ögesidir. Diğer
adıyla çağrışım çekirdeğidir.
Çağrıştırma tabakasını kurgulamak, şairin işidir; bu onun becerisinin
çıktısıdır.
Şiir anlatmaz, anlatılmak isteneni yansıtır, duyumsatır; bununla da
yetinmez, varılmak istenen görüntüyü de kendine özel teknikle çağrıştırır. Bu anda
da sizin düş dünyanıza yeni yeni ateşler yakar. İmgelem olanaklarınızı bilemeye
başlar. Bir bakıma, hem işaret edilen
daha somut bir alanın varlığından hem de görünmez ama gönderilerle yolu açılan
bir görünmez alandan söz edebiliriz. Gerçek ve gerçek olmayan alanın
ortaklaşa yarattığı toplam nesnel, duyusal ve sanal görüntü; bir yapıtın ortak
değerlerini içinde toplar. Çağrıştırma tabakasının oluşturduğu bu düzlem, okur
anlağında estetik algının önünü açan bir olanaktır.
Çağrıştırma tabakası, belleğimizi ve duygularımızı harekete geçirerek
bilinç ve bilinçaltımızdaki uyuyan gizli odaların açılmasını sağlar. Başka bir
deyişle, duyguları tepkisel konuma sokar, algı uyarıcıları yönlendirir. Kısaca çağrıştırma
tabakası, okurun zihinsel ve duyusal dünyasına dikkat çekici işaretler koyar,
onu ulaştırmayı arzu ettiği imgeye doğru yönlendirir.
Çağrıştırma tabakasının oluşturulması ve çağrışım gücünün artırılması
maksadıyla, okurun sosyolojik ve psikolojik dünyasını
ele almamız gerekir. Okurun sosyolojik ve psikolojik dünyasından elde
ettiğimiz veriler, çağrıştırma tabakasını güçlendirmemiz için önemli bilgiler
içerir. Şöyle ki, insanın tutum ve davranışlarını belirleyen, onun hangi uyaran
karşısında ne gibi bir tepki vereceğini az çok bulgulayan, bu bilim
alanlarıdır. O yüzden bir şair ya da bir sanatçı, sosyoloji ve psikoloji kavram
ve terimlerine egemen olmalıdır, diye düşünüyorum. Yalnızca çağrışım
olanaklarının doğurulması için değil, özneyle nesne arasındaki ilişkiyi
tanımlama ve tepkilerin çözümü için de gereklidir.
Katmanları tanımlarken dedim ki hiçbir katmanı ve tabakayı, tek başına
bağımsız olarak düşünemeyiz. Bütün katman ve tabakalar, birbiri içinde var olur
ve birbirinin oluşumuna az ya da çok katkı yapar. Örneğin ses katmanıyla anlam
katmanını ayrı düşünebilmek olası değildir. Kaldı ki biri fiziksel, diğeri
düşünsel özelliğe sahiptir. Buna rağmen birbirinin doğumuna tanıklık ve işçilik
yapan birbiri içinde iki ayrı varlık alanlarıdır. Kısacası biçim, anlam,
anlatım, ses, coşum ve estetik katmanları; çağrıştırma tabakasıyla birlikte
çağrışım katmanı için çağrışım çekirdeklerini oluşturur, birbirini bütünleyen
ve tetikleyen eylemsellik sağlar.
Şair, bir şiirin çağrıştırma özelliklerini güçlendirebilmek için ne
yapmalıdır? Bir eleştirmen bu tabakaların açığa çıkarılması için ne yapmalıdır?
Bu tür sorulara yanıt aradığımızda biraz daha nesnel ölçütlerin karşımıza
çıkacağını düşünüyorum.
Çağrıştırma tabakası, şiir eleştiri ve çözümleme konusunda nasıl bir
yöntem ile ortaya konmalıdır? Tek tek
incelenmeli mi? Metnin genel çağrıştırmasına değinip geçilmeli mi?
Çağrıştırmanın, şiirin şiir olma niteliğine
katkısı oldukça fazladır. Okuru
yeni, şaşırtıcı tasarım ve anlatım ile büyülemek, alışılmadık bir yapıyı önüne
koymak ve onu başka bir duyusal dünyaya taşımak için çağrıştırma tabakasının
olanaklarını incelemeliyiz. Çağdaş sanat yaklaşımı, genel anlamda baktığımızda
çoklu ve farklı düşünebilme yeteneğine yaslanır. Bir yerde çağrıştırma
tabakası, asimetrik düşünebilmenin önünü açan bir olanak olması açısından
önemlidir.
Öyleyse çağrıştırma tabakası irdelenerek şairin dil kullanım becerisi ve
çağrışım tekniği nesnel bir ölçüt olarak ele alınabilir. Bir anlamda şiirdeki
çağrışım çekirdekleri ortaya çıkarılabilir. Bununla birlikte şiir
çözümlemelerinde şiirdeki örtük alanların didik didik edilmesiyle yeni şiirsel
değerlere ulaşılabilir. Şiir çözümlemesindeki bu tarz araştırmalar, şiir yazma
tekniği açısından genç şiir severlere de somut bazı veriler sunabilir. Şiirde
bilinçli yapılan her çağrışım çekirdeği, er ya da geç okur imgeleminde bir
yöneltme, olay ve olgu görüntüsünü açığa çıkarma görevini yüklenecektir. Hatta
şiirde kullanılan bir sözcük bile günün güncel ve iz bırakmış olayları ile
bütünleşerek beklenmedik bir çağrışımı, görüntüyü, okurun zihninde
canlandırabilir ve daha değişik alanda imgeleme yöneltebilir.
Şimdi aşağıdaki şiiri çağrışım konusunu düşünmeden yalnızca çağrıştırma
tabakası açısından değerlendirelim. Şairin kullandığı dil, teknik, söz
varlıkları, söz sanatları ve anlam örgüsü çağrıştırma açısından nasıl ele
alınabilir?
İNCE KADIN
Giymiş giyindirmiştir her kadın tersten
Bazen herhangi güzel şeylerini
Çizmesini, jilesini, gizemini çoğu kere de gözlerini
Savurmuştur ellerini ellisine
Bir sardunyayı sulamıştır tuz ruhuyla biraz
Sürüştürmüştür dalgınlığını bir vazo
yuvarlağına
Bazen doğumun zillerini takmış takıştırmış
Varılmamış çoğul yokluğuna
Ateş yakmıştır kırmızı bir ruj izine
Sonra takmış da gözlerine, olursa bu kadar olur.
Ve ellerini kavuşturmalar bir dargınlığın
soluğuna
Sevişmeleri çağırmalar estetik boğumlara
Gündemdedir sarı yıldız uman gizil kaybolmalar
Kaybolursa da işte bu kadar çok kaybolur.
Hani özlemiştir çoğu kez bir kadın
Islıkla dokunulmamış yerlerini
Bazen de silmek istemiştir dokunulmuşluk izlerini
İnce bir kadındır o, diğer kadınların ilk biri.
Sonra ezilmişlikleri koymuş da kendisi gibi
şiirlerine
Fırat'ın kıvrımlarını unutup bedeninde
Dicle’yi iliştirmiştir doğmamış yerlerine
Ay tutulmasını giymiş giyindirmiştir
Herhangi bir günün özlenmemiş bekleyişlerine.
Derinlik yüzeye yürür mü, yürür gibi
Fırına sürer yakılırcasına kadın hâllerini.
İnce bir kadındır o, diğer kadınların ilk yitimi bekleyeni. Nisan 2015
Narlıdere/İZMİR “Bir Damla Suda Halkalar” kitabından
Çağrışımsal imgelem tabakası, şairin şiirde kurduğu uyaranlar ile okurun
kendi yaşamsal varlıkları, kültürel değerleri ve belleğinde kayıtlı görüntüler
üzerine yaslanarak yeni görüntüler ve duyusal alanlar yaratma alanıdır.
Çağrışımsal İmgelem
Tabakası
İmgelem; bilgi birikimimiz ve bilincimizin zihinsel, düşsel ve duygusal
olarak ortaya koyduğu tüm tasarılar, görüntüler, işlemler, yaratılardır. Bir
anlamda düş ve düşünme gücünün ortaya çıkardığı eyleme dönüşmemiş düşünce
bazında örüntüler evreni de diyebiliriz. Zihnin işleyiş ve imge çekirdeğini[23]
ortaya koyuş sürecidir. Sanatın doğumuna kaynaklık eden ilk düşsel aşamadır. Sanatsal
yaratıların akarsuyudur. İnsanın toplam düşünsel çıktısının süregiden bir
akıntısıdır. Ancak bu katmanda, çağrıştırmanın yarattığı imgelem tabakasını
incelerken imgelemi biraz farklı ve kısıtlı bir açıdan ele almalıyız.
Çağrışımsal imgelem, okurda bilinçli oluşturduğumuz bir imgelem sürecidir.
Okurun kendisinin bilgi ve belleğine dayanarak ulaştığı imgelemi, ayrıca
rastlantısal imgelem tabakasında inceleyeceğiz. Daha önce sözünü ettiğim
çağrıştırma tabakasındaki çağrışım çekirdeği, okur üzerinde uyarı, sezdirme,
anımsatma, dokunma ve değinmeler yapar. Diğer taraftan da imgelem ve düşlerini
harekete geçirir.
Olgunluğa ulaşmış zihinde bir şey, o kadar çok şeylere bağıntılıdır ki
hangi şeyin hangi bağıntıyı uyaracağı, alıcının bilgi varlıkları ve
belleğindeki izler ile doğru orantılıdır. Neyin, neyi harekete geçireceği; neyin,
neyi nasıl bir imgeleme yönlendireceğini kestirmek zordur. Yani şair olarak
sizin söylediğiniz esas değildir; okurun nasıl anlamlandıracağı, nasıl bir
imgelem dünyasına yöneleceği esastır. Şair, kendi anlayışına göre bir veya
birkaç imgeyi hedeflemiş olabilir, ancak şairin açığa çıkmasını arzu ettiği
imgeler okur tarafından hiç görüntülenmeyebilir. Bu biçim bir yönelme,
rastlantısal imgelem tabakasında ayrıca incelenecektir. Okur, belleğine
dayanarak daha farklı imgeleme ulaşmış olabilir. Burada sözünü ettiğimiz şey,
şairin yönettiği imgelem tabakasıdır ve her şair sözlerinin okuru nasıl bir
imgeye ve imgeleme yönelteceğini az çok belirleyebilmelidir.
Şairin yönlendirmeleri dışında kalan çağrışım olanakları, bir olasılıklar
yumağıdır. Şair; anlam, anlatım ve ses olanaklarına dayanarak çağrışımın amacı,
yönü ve gücü konusunda sorumluluk taşır. Şöyle ki: Çağrıştırmak istediği
konuyu, olguyu, olayı, özü, bağdaştırma, aktarma veya benzetmeyi; çarpıcı bir
şekilde verir/yansıtır, duyumsatır ya da sezdirir; ancak okur konu hakkında
bilgisiz ise çağrışım, duyumsatma, sezdirme okur açısından bir değer taşımaz.
Bu, şair tarafından dikkat edilmesi gereken önemli bir ayrıntıdır. Fin
mitolojisinden bir simgenin kullanılması benim için bir anlam taşımayabilir.
Örneğin bir Finli için tarihsel bir olgunun duygu değerinin içeriyor olabilir.
Şair, şiirinde hem çağrıştırma sorumluluğunu taşımak durumunda hem de okurun
varabileceği imgelem sürecine katılmak durumundadır. Basit bir ayrıntı gibi
geliyor; ancak bu konu şiir yazarken, çözümlerken ve altı dolu eleştiri
yaparken, son derece önemlidir. Bir şiirin okurda yaratacağı etki ve şiirin
okuru kavrayışı, bu ayrıntıyla güçlendirilebilir veya tam tersi
zayıflatılabilir.
Şairin çağrışım yoluyla yönettiği okur imgelemi, şiirin gelecekte
takınacağı tavrı, yayacağı ileti niteliğini de belirleyebilme olanağına
sahiptir. Bu belirlenim, şairin niteliği, sezgisi, bilgi altyapısı, dünya ve
yaşam ilişkisini okuma yetisiyle, bunun yanında gelecek öngörüsü ile doğru
orantılıdır. Sanatçının bilimsel yetkinliği ve öncü tutumu etkendir. Sözünü
ettiğim konu, bütün sanat alanlarında özel olarak incelenmesi gereken çok
boyutlu bir durumdur.
Yinelemek gerekirse çağrışımsal imgelem, şairin yönlendirdiği uyaranlar
ile okurun kendi yaşamsal varlıkları, kültürel değerleri ve belleğinde
kaydedilmiş görüntüler üzerine yaslanarak yeni görüntüler ve yeni duyusal
alanlar yaratma sürecidir. “Şair, okurun dünyasına göre söz söylemek zorunda
değildir; içinden geleni olduğu gibi söyler” diye söylenir. Ancak şiirin okura
ulaşması ve onda estetik kaygı uyandırması için, onun dünyasına seslenmesi,
onunla ilk ilişkiyi başlatabilmesi ön koşuldur. Bu konu biraz da şairin
toplumsal ve bireysel olguları okuyabilme yetisiyle ilgilidir.
Okur, çağrışım neticesinde zihinsel varlıkları içinden birtakım
görüntüleri çeker. Çağrışımın yönlendirdiği anlamla özdeş görüntüye dönüştürür.
Bunlar, birbiriyle bağıntılı olgulardır, izlerdir, yaşamsal çıkarımlardır.
Çağrışımın doğurduğu ve çağrışımın zihne taşıdığı görüntü ile ilişkili, okurun
zihinsel doygunluğuna bağlı olarak daha içsel yeni anlam ve imgelem oluşur.
Şimdi, çağrışım olanaklarını ve imgelem gücünü aşağıdaki şiirde anlamaya
çalışalım.
(…)
Irgalamıyor beni masum gagalı güvercinleriniz
Barışı getirmekten uzaktılar ne zamandır
Tırtıl taşıdılar badem gagalarında
Tırtıklasın diye üstüme
yağan güneşi
Hiç güvenmiyorum güvercinlerinizin sevdasına
Kaç kez sponsor olurlar yeraltı şehirlerine
Kaç kez takla atarlar minare gölgelerinde
Kaç bıçak vururlar sırtından timsale insafsız
Kaç kez dikerler zeytin dalını haydut inine
Hesapsız bir hasat yapar gibi hırçın
Başıbozuk bir bostan bozumu mevsimindeyiz…
Temmuz 2014 Narlıdere “Bir Damla Suda Halkalar” kitabından
Örneğin ilk iki dizeyi,
çağrışımsal imgelem açısından inceleyelim. “Tırtıl taşıdılar badem gagalarında/Tırtıklasın diye üstüme yağan güneşi” derken bir güzelliğin tırtıklanması için düşünce yapısı belirli
insanların sanrılarından söz edilmektedir. Aslında güncel ve somut olaylara
dayanan bağdaştırma, söz konusudur burada. ‘Badem gagalarında’ alışılmamış bağdaştırması, aynı zamanda belirgin
ve kalıplaşmış düşünce yapısını anlatan bir çağrıştırma çekirdeğidir. İki
sözcük, zamanımızın bir olgusunu okurun önüne getirip koymuş ve okurda kocaman
bir imgelem dünyası kurmuştur.
İmge; hareket, biçim, renk veya sözle görünüşe taşınan değerlerdir ve
aynı zamanda yeni imgelem alanları yaratma gücüne sahiptir. Örneğin, //Usun tekbirle kelepçeye vurulduğu yerde[24]// dizesinde tekbirle kelepçe, İslam kültürünün yoğun olduğu ülkelerin
geri kalmışlığını, vahşetini, pozitif bilimleri göz ardı etmesini
düşünebiliriz. Bu dizede dikkatli bir imgelem çözümlemesine gidersek, tek
başına “kelepçe” sözcüğü bile imge ve arkasından bir imgelem süreci doğurma
gizilgücüne sahip olduğunu görürüz.
Çağrışımsal imgelem tabakası, böyle bir durumu ortaya koyan geniş bir alandır.
Gerek şiir dili tekniği ile gerek doğrudan göndermelerle gerek imge gibi
yöntemlerle yapılsın; bellekte, bilinçte ve bilinçaltında var olan bilgileri
uyararak okura yeni imgelem olanakları sağlar. Okurun yaşamsal izlerini ve
değerlerini kurcalayarak, okurda öne çıkan bilgilerle yeni anlam alanları
yaratır. Bu alanlar çağrışımsal imgelem alanlarıdır ve sanat açısından önemli
bir bileşendir. Çağdaş sanatta yapılmaya/yaratılmaya çalışılan önemli bir
ayrıntıdır.
Dil sanatlarında, özellikle şiirde çağrışıma bağlı imgelem tabakası,
kendine özgü bir biçimde ayrıca ele alınmalıdır. Çağrışımsal imgelem tabakası,
yukarıda söz edildiği durumuyla bir kuram özelliği taşır mı? Çağrışımsal
imgelemin oluş sürecinin; genelliği, deneyselliği, izlenebilirliği ve
sürekliliği sağladığını ve bu nedenle kuram olarak ele alınabilir. Örneğin
heykel ya da plastik sanatlarda çağrışıma bağlı imgelem sınırlı kalabilir;
ancak dilde her bir sözcük, bilgi ve dize, çoğul çağrıştırma gizilgücü taşır ve
okura göre farklı imgelem yollarını açar. Sonuç olarak bu alan, bana göre kuramsal
bir özellik taşır ve özellikle dil sanatlarında, daha etkin olarak şiirde,
okurdaki anlamlandırma çabasını, düşünme ve düşlem sınırını genişletir, diye
düşünüyorum.
Çağrışımsal İmgelem Kuramı; insan ve yapıt arasındaki
etkileşimin doğal ve mutlak bir sürecidir. Benzer etki-tepkiden benzer
sonuçlara yönelir. Her insan-yapıt ilişkisinde benzer ve genel bir süreci
vardır. Denenebilir; her denemeden sonra benzer sonuçlara yönelen bir süreci
vardır. Bu gerekçelere dayanarak sürecin, kuram olduğunu söyleyebiliriz.
Her ne kadar bu konunun kuram olabilme yeteneğine sahip olduğunu söylesek
de kuramın; deneyselliğine, izlenebilirliğine, genelliğine bakılması; eylemsel
sürecinin araştırılması ve daha işlenebilir bilgiye dönüştürülmesi gerektiğinin,
altını çizmeliyim. Bu tabaka; bir olgunun, olayın, yansımanın anlamlandırılmasında
önemli bir işleve sahiptir ve şiire sanatsal değer kazandırır. Ayrıca bir yapıtın
anlamından çağrışımına kadar okurda yaratılması istenen; algı, anlama, düşünme
ve görmenin eylemsel düzlemidir. Okurun çağrışımla imgelem dünyasına
gönderilmesi, kendine özgü teknik, yöntem ve ayrıntı gerektirir. Bu nedenle
çağrışımsal imgelem gerek kuram olarak gerek süreç olarak düşünülsün, dil ve
insan bilimleri uzmanları tarafından ayrıntılı bir biçimde bilimsel bir gözle
ele alınmalıdır.
Çağrışımsal imgelem tabakası, aslında eleştirmenin önemle üzerinde
düşüneceği bir anlamlandırma sürecidir. Oscar Wild’ın deyişiyle, “Eleştirinin
asıl amacı eserin etkisini ortaya koymaktır.” Dilde her bir sözcük, ses, bilgi
ve dize bir uyarandır, çağrışım çekirdeğidir ve çağrıştırma gizilgücü taşır,
okurda imgelem yolunu açar. Şair, çağrıştırma gizilgücü taşıyan uyaranları
nasıl kullanmıştır? Nesne, olay, olgu, simge, mit gibi uyarıcı etkenleri okurun
artalan bilgisi ile nasıl özdeşleştirmek istemiştir? Eleştirmen, bu sorulara
yanıt bulduğunda bir şiirin okurda yaratabileceği etkiyi de çözmeye başlamış
demektir.
Sonuç olarak, çağrışımsal imgelem kuramı; sanatın okurla ilişkisinden
doğan bir olayı görünür kılmak üzere ileri sürülmüş yeni bir sanat kuramıdır;
çağdaş sanat anlayışının “hareket” olgusuna dayanır. Okurla yapıt arasındaki
ilişkinin zihinsel sürecini açıklamaya çalışır. Yapıtın anlamının okurun bilgi
ve yaşam izleri ile belleğine göre şekil alması, anlamlandırılması üzerine
kurulu, uygulamalarla kanıtlanabilir bir görüngüdür. Bilimler arası eşgüdümle
denenebilirliği, izlenebilirliği ve genellenebilirliği vardır, kanıt için araştırılmalıdır.
Bir sanat yapıtının yaratılmasında, çözümlenmesinde ve eleştirisinde önemli
işlevinin olduğunu değerlendiriyorum. Özet olarak bu kuram, yüksek lisans ve
doktora tezlerine konu olabilecek kadar ayrıntı, uygulama, araştırma ve
inceleme gerektirir.
Bunlara ek olarak, yanıtlanması gereken sorular şunlardır: Bir sanat yapıtını
yaratırken, çözümlerken ve eleştirirken bu kuram, ne işimize yarar? Alımlayıcı
için ne anlam taşır? Sanat anlayışımıza nasıl bir değişim getirir? Sanatçıya
nasıl bir ufuk açar? Sanatsal değerin tanımlanmasında ne işimize yarar?
Rastlantısal imgelem, çoğunlukla şefin bagetine aldırmayan sazlar
topluluğu gibidir. Hangi sesi vereceği kendi tınısıyla ilgilidir.
Rastlantısal İmgelem
Tabakası
Şiirin söz varlıklarına bağlı çağrışım sonucu okurda oluşan imgelem,
okurun artalan bilgisi, duygu durumu ve bilgi işleme yeteneğine bağlıdır. Şair;
sözün, anlamın, anlam öbeğinin, benzetmenin ya da çağrışım çekirdeğinin nereye
değineceğini, nasıl zincirleme bir imgeye yöneleceğini kurgulayan kişidir.
Okurda çağrışımla oluşturulmaya çalışılan imgelem süreci, şairin bilgisi, onu
açıklama yeteneği ve yönlendirmesine bağlı bir sonuçtur. Şairin kurgusu ve
okurun anlamlandırmasına bağlı bu iki durumu yukarıdaki tabakalarda inceledik.
Şiir dili, örtük ve geniş anlam alanı yaratmaya açıktır. Dizede yer alan
sözcüklerin, çoğunlukla anlamsal olarak elle tutulur kemiği ve omurgası yoktur.
Kısaca söylersek şiir dilinin kemiği yoktur. Bununla birlikte şiir dili, doğal
dilin mantık, anlam ve söyleyiş kurallarını sevimlice kırar. Şiir, bu
yöntemlere başvururken okur ile iletişimi daha etkin ve duyusal olarak kurmayı
hedefler. Bu nedenle, kullanılan sözcük ve tamlamaların anlam alanları geniştir.
Bunlar, çokanlamlılığa, çağrışıma, sezdirmeye, anımsatmaya daha yatkındır.
“İnsan beyni ise anlamlandırma organıdır ve algıladığı verilerle
beklemeksizin anlamlandırmaya yönelir” der uzmanlar. Şiirde yeterli açıklayıcı
bilgi yoksa; sözcükler çokanlamlılığa yönelecek biçimde kullanılmışsa; beynin
şiiri nasıl anlamlandıracağı çoğu zaman rastlantısal olur. Anlamlandırma
süreci, nerede ne zaman nereye yöneleceği ya da ne sonuç doğuracağı açık uçlu
bir yolculuktur. Yani şiir dili, çok boyutludur ve sonuç akla gelmedik
derinliğe, çokanlamlılığa uzanarak okurda rastlantısal bir imgelem süreci
başlatır. Bu, şiirde şairin istediği imgeye ulaşmak yerine, hiç akla ve bir
temele dayanmayan imge ve imgelem sürecine girmek demektir. Bu sonuç,
yadırganacak bir durum değildir; hatta bilinçli yapılmak istenen sanatsal
gerekliliktir. Çünkü çoğul anlam doğurmak ve çok yönlü
çağrışım sağlayarak okurda güçlü bir imgeler dünyası yaratmak, oradan okuru
daha zengin imgeleme yöneltmek şiirin hedefidir. Ayrıca çağdaş sanat anlayışının
yapıtı açık, organik ve hareketli bir bütün olarak algılıyor olması, bu konuyu
destekler.
Okur, şiirden beklenmedik çağrışıma ulaşır ve buna bağlı imgeleme girer. Açıkçası
şairin bilinçli ya da farkında olmadan yaptığı söz ve anlam ilişkileri, şiir
dilinin çok yönlü anlama açık olması nedeniyle okurda hiç beklenmedik bir
çağrışım ve imgelem dünyasını oluşturur. Bunun yanında şair, şiirinde başka bir
şey anlatmak istemiş olabilir. Okur; duygusu, yaşamsal algısı ve donanımı
nedeniyle daha yenilikçi, daha ilginç bir imgelem sürecine girme olasılığına
sahiptir.
Şiirde kullanılan sözcükler; sapma, bağdaştırma gibi tekniklerle anlam
bağıntıları; kişisel, toplumsal, güncel veya tarihsel olay ve olguları uyararak;
okuru hiç beklenmedik bir imgeleme yöneltebilir. Sonuç olarak, şairin bilerek
yaptığı veya tesadüfen kurguladığı şiirdeki söz ve anlam bağıntıları, okurun
ruhsal ve bilgisel donanımına bağlı olarak beklenmeyen çeşitli imgelem sürecini
doğurmaktadır. İşte ben şiirdeki çağrıştırma tabakasına bağlı ya da bağımsız,
şiirdeki söz varlıklarından esinle okur tarafından ulaşılan, beklenmeyen
imgelem sürecine Rastlantısal İmgelem
Tabakası diyorum.
Şiirde geçen bir sözcük bile okurda beklenmedik bir imgenin kapısını
açabilir. Kaldı ki şiirdeki söz sanatlarının doğurduğu anlamsal ilişkiler, yeni
yeni imgeler doğurma zenginliği taşır. Şiirde geçen bütün anlamsal bağıntılar, okurun
duygu, algı ve bilgi varlıklarına değindiğinde oluşturacağı imgelem çoğunlukla
belirsizdir. İşte bu belirsizlik, rastlantısal bir imgelemin varlığını
kanıtlar. Yani hangi sözün ve dizenin, nasıl bir çağrışıma geçeceği, anlam ve
anlatımın ne tür çağrışıma gireceği ve bu çağrışımla okurun nasıl bir imgeleme
yöneleceği konusunda, kesin bir sonuç öngörülemez. Tamamıyla okurun zihinsel
etkinliğine, onun dünyasına ve düş gücüne bağlı rastlantısal bir sonuçtur.
Örneğin, /Anlar yüzüyorum gözlerinden/Arabistan düşüyor her an/
dizelerini çağrıştırma tabakası açısından ele alalım. Arabistan’ı tutucu bir
anlayış ile özdeş düşünürsek okurda kişisel yıkıcılığa yönelen bir imgelem söz
konusudur. Buna karşın Arabistan’a arzu edilen, turistik, haç farzı nedeniyle
kutsal bir değer yüklersek okurda imgelem çok daha farklı bir sonuca yönelir.
Diyebiliriz ki okur, bu iki dizede bile rastlantısal imgelem sürecine
girebilir.
Okur; kişisel, sosyal, güncel ve tarihsel olaylara ilişkin bilinçaltı ve
belleğindeki artalan bilgisine yaslanarak şiirin söz varlıklarından beklenmedik
uyarım alabilir. Bu durum, okurun dünyayı okuma biçimi ve bir şiiri
anlamlandırma yetisiyle ilgilidir. Şair, okurun ruh ve imgelem dünyasını
bilemez ve okuyucuya göre şiir yazmak zorunda değildir. Bu bilinen bir sanat
gerçeğidir; ancak şiirde kullanılan her teknik, duygu yükü, söz sanatı ve anlam
bağıntısının nasıl bir sonuca yöneleceğini de şair az çok kestirebilir. Ne var
ki şair ve sanatçının el aleti, kendi dünyasından sonra insanın psikolojik ve
kültürel dünyasıdır.
Gelişim ve değişim gösteren bilginin, algının ve onun yorumunun;
gelecekte daha farklı olabileceği, daha değişik anlamsal boyutlara
ulaşabileceği gerçeği; bugünkü deneyimlerimizle sabittir. Özellikle dil
sanatları gibi dünya ve yaşamsal bağıntılar üzerine kurulan sanatlar; dönüşüm,
değişim ve gelişime ayak uydurabilmesi için, çağrışımsal ve anlamsal olarak
dinamik bir yapıya sahip olmalıdır. Rastlantısal imgelem tabakası, işte bu
önemli özelliği de karşılayan bir süreci içerir. Rastlantısal anlam katmanında
yapıldığı gibi rastlantısal imgelem sürecinin tanımlanması, şiir ve onun
anlamlandırılması açısından önemli bir başvuru alanıdır.
Aşağıdaki şiirde rastlantısal imgelem tabakasının nasıl doğduğunu örnekle
anlatmaya çalışalım.
SOMA KARASI
Rast gelinmiş bir mesel,
kuşluk zamanı
Mızrak boyu tünel içimde
ağdalı
Yıkımlara ölümü örterdi üst
üste alt alta
Beklenen gün müydü neydi o?
Ya da içselliğe övgü başka
bir şey
Evrile çevrile varılmıştı
nirengi noktasına.
Tozansız kalan sarı gülün
rüzgâra yakarışı mıydı?
Örülü, örtülü ölçütler miydi
us dışı?
Ya da bir Osman'ın Soma
karasında ufalanışı!
Varılmazlığın adresi işte
bir çift bekleyen göz
Biri sensizliğe diğeri bensizliğe
yolcu şimdi
Tutulmazlık kulpu
tutuşturulur avuçlarına
Galeriler, görünür rezerv ya
da kritik cevher
Bakışımlı iki tünel arası
atelli kırılma noktası
Oksit üstüne kurşun, vargel
içinde bir çift el
Günsüz gündönümü kutsanır
kendi karasına
Süpürülür gibi sürülüşü var
tecim karalarına.
Mayıs 2015
Narlıdere/İZMİR “Bir Damla Suda
Halkalar” kitabından
Şiir, acı ve belirli bir olayın duygu durumunu ve olayın yansımasını ele
alıyor olsa bile, rastlantısal imgeleme yönelecek o kadar söz ve söz bağıntısı
var ki şiirin genel anlam yükünden bunu söyleyebiliyoruz. Örneğin “vargel
içinde bir çift el” kömür ocağının 200 metre altında hareket eden bir vargel de
olabilir, Karadeniz bölgesinin engebeli arazilerinde konutlara eşya taşınan
vargel de olabilir. Bu durum, kendi kendine ritmik iş yapmak zorunda olan bir
ustanın elleri de olabilir. Ne var ki şiirin adı ile çağrışımın sınırları biraz
daha konuyu daraltılmıştır.
“Osman'ın Soma karasında ufalanışı!” dizesine kadar şiirde Soma faciasını
duyumsatan bir belirti yoktur. Okur, buraya kadar olan dizelerde, dizelerin
yönlendirmesi dışında, bu dizelerden kendi belleğine dayalı imgelere
ulaşabilir. Örneğin “Tozansız kalan sarı gülün rüzgâra yakarışı mıydı?” dizesi
kendi çekirdeğini oluşturmak için tozlaşmayı bekleyen bir gülün rüzgâra
yalvarışı, insanın iç dünyasını nerelere götürür? Çocuğu olmayan bir anne
adayının bu dizeyi okuduğunu varsayın, nasıl bir duygu durumuna ulaşır ve neler
yaşar içinde? Bu dizeden daha ne kadar çok yaşamsal imge ve imgelem üretebilir?
İşte buradaki rastlantısal imgelem, okurun yaşamsal
olguları, belleği, bilinç düzeyi ve zihinsel gücü ile doğru orantılıdır.
Rastlantısaldır, okurun bilinci ve ruh durumu ile bağıntılıdır.
Rastlantısal imgelem; oluş biçimi ile ele aldığımızda rastlantısal
anlamda olduğu gibidir. Rastlantısal anlam, nasıl ki beynin mevcut veri ve
gösterenler üzerinden anlamlandırma yoluna gidiyorsa, rastlantısal imgelem de
mevcut veriler kanalıyla oluşan çağrışım bağlamında düş dünyasına gidildiği bir
durumdur. Zaman, coğrafya, kültür ve kişisel algı biçimine göre imgelem düzlemi
ve derinliği değişebilir. Beklenmeyen, bilinmeyen, zamana görece bir durum,
rastlantısal olarak okur zihninde oluşabilir.
Bilginin üremesi, dönüşümü; yeni algı biçimleri ve yeni bir dünya
görüşüne bağlı olarak; şiirin iletileri dinamizm kazanır ve rastlantısal anlam
kuramında olduğu gibi okurda rastlantısal imgelemi doğurur. Şiirin söz
varlıkları değişmese bile; iletileri, zamana, algıya ve görüşe göre
hareketlidir; ufku genişleyebilir. Bu hareketlilik ve anlam genişlemesi
rastlantısal imgelem tabakasının sürekli var olduğunu gösterir. Prof. Dr.
İ.Tunalı “Estetik” adlı kitabında “Dün belirli bir ufuk için verilmiş olan
değer yargısı, bugün yeni bir ufuk içinde yeni bir değer yargısına dönüşecektir.”
der.
Çağrışım katmanı, herhangi bir yapıta veya şiire sanatsal özellik
kazandıran önemli değerler dizgesine sahiptir. Bu katmanın ayrıntıları ile oluş
ve sanatla etkileşim süreci, deneysel yöntemlerle gün ışığına çıkarılmalıdır.
Ayrıntılı ve deneyselden kastım şudur: Çağrışım katmanı, felsefenin, estetiğin,
psikolojinin, sosyolojinin, bilgi yönetimi, dil bilimi gibi toplum ve sosyal
bilim alanlarının veri ve deneyimleri ile açıklanabilir. Çağrışım ve çağrışımın
doğurduğu imgelem dünyası, sınırları oldukça geniş bir zihinsel alandır.
Geliştirilmesi, deneysel olarak açığa çıkarılması, bilimler arası bir eşgüdümü
gerektirir. Değerlendirmeme göre, anlam ve çağrışım katmanındaki
rastlantısallık ve bu rastlantısallığın uzamı; çağdaş sanat ve evrimsel sanat
yaklaşımının üzerinde en çok düşüneceği ve yeni bilgilere ulaşacağı; araştırma
alanlarından biri olacaktır.
Coşum, duyguların ayartılmasıdır. Bir anlamda duyguların maceralı bir
seyahate çıkarılması ve eline pembe bir mendil verilmesidir.
Coşum Katmanı
Coşum, günlük yaşamda kullanılan bir sözcüktür. Sanatın ve şiirin katman düzeyinde
bir bileşeni olarak ilk kez bu kitapta tanımlanacaktır. Burada ele aldığımız
biçimiyle coşum; şiirin duyusal bir varlığını ve duygulanmanın, duyarlılık
yaratmanın eylemsel sürecini anlatan bir katmandır.
Coşum katmanı, olumlu ve olumsuz her tür duygu durumunun taşkınlığa
yönelme süreciyle ilgilidir. Şiirsel anlamda düşünecek olursak, olumlu duygunun
doğurulmasından duygunun taşkınlaşmasına kadar olan ruh durumunu ele alıyoruz
bu katmanda. Böyle bir tanımlama yapmaya niçin gereksinim duydum? Sanat yapıtlarının
amacı, duygunun harekete geçirilerek taşkın diye belirttiğimiz kıvama
dönüştürülmesidir. Görme, anlama, sezme ve kendini duyumsama gibi duyusal,
bilinçsel ve ruhsal eylemler; duygu durumunun taşkınlaştığı, yani duyarlılığa dönüştürüldüğü
zaman farkındalık kazanmaya başlar. İşte estetik beğeni, estetik yaşantı,
estetik kaygı veya estetik yargı dediğimiz olgular da bu aşamadan sonra
işlerlik kazanır. Şiirin insana ilişkin yönü; anlam, anlatım, ses ve çağrışımın
olanaklarını kullanarak coşumu üst düseyde gerçekleştirmek ve buna yaslanarak
beğeniyi oluşturmaktır. Daha açık söylemek gerekirse bir sanat yapıtının
üzerine yaslanacağı en önemli varlık, coşum ve
beğeni duygusudur.
Coşumdan estetik yaşantının oluşturulmasına kadar olan süreç, özellikle
psikoloji ve sosyoloji gibi bilim alanlarının bilgi ve kuramları ile
açıklanabilir. Ancak ben burada, bu bilimlere de dayanarak uygulama açısından
bazı inceliklerin altını çizmek istiyorum.
Çoşum duygulanım ve duygu taşkınlığının süreci olması nedeniyle, oynama ve
eğlenme eylemleriyle de ilgisi olan bir durumdur. Yapıtların eğlendirici ve
düşündürücü yanları olduğu gibi görüntü ve düşleri tetikleyici yanları da
vardır. İşte coşum katmanıyla coşumun yalnızca eğlendirici, düşündürücü, düşsel
ve güldürücü yanını değil; aynı zamanda coşumun şiir gibi sanatlardaki toplam
eylemsel sürecini açıklamaya çalışmaktır. Bir anlamda coşum katmanı yedi katman
arasında en fazla duyusal özellik taşıyan bir alandır. Başka bir söyleyişle
çağrışım ve estetik katmanlarından sonra en çok duyu, ruh dünyası ve duygulara
dayanan katmandır.
Şiir ile insan arasında duygusal bağ kurulurken, insanın duyusal
dünyasında devinim ve duygu durumunda olumlu değişim başlar. Şiirin etkisiyle
algı hareketlenir ve duyarlılık en yüksek düzeye ulaşır. Duygunun ulaşabileceği
en yüksek noktadan sonra estetik boyuta evrilen bir yanının olduğunu da
söyleyebiliriz. İşte bir sanat yapıtı karşısında izleyici veya okurun
yaşadığı duygulanım sürecini “coşum” diye adlandırıyorum.
Coşum katmanını daha nesnel olarak ortaya koyabilmek için coşumsal süreci
biraz açmamız gerekir. Coşumun, yalnızca eylemselliğini ele almamız yetmez;
aynı zamanda varlık ve oluş değeri
olarak da ele almamız gerekecektir. Şiirin rasyonel olmayan katmanlarını, ontik
bütünlük gereği görünmez ama duyusal varlık alanı olarak kabul ediyoruz.
Ontoloji ve estetik bilimi de bir sanat yapıtını bu görünüm üzerinden ele
almaktadır. Şiirle okur arasında kurulan ilişkiden sonra şiirdeki coşum varlık
değeri ile okurda gelişen olumlu duygu durumunu bu yazıda “coşum değeri” olarak
adlandıracağım.
Çoşumun doğmasından sonra varılacak bir üst katman ise estetik katmanıdır.
Bir anlamda coşum, duygu durumunun harekete geçirilmiş duyusal varlık durumudur.
Duygulanmadır. Anlam, anlatım, ses, çağrışım, coşum ve estetik katmanı zihinde
eş zamanlı gerçekleşen olgular/olaylardır; birbiri içinde birbirine hareket
vererek gelişen toplam düşünsel ve duygusal süreçtir.
Şiirde ve bir sanat yapıtında coşum katmanından söz ederken objektivist
estetikte olduğu gibi hem şiirde hem de kişideki coşumdan söz etmemiz gerekir.
Ne yalnızca şiir tek başına coşumu sağlayabilir ne de insan durduk yerde coşuma
ulaşabilir. Şiir ve okurun karşılıklı etkileşimi sonucunda var olan bir katman
olması nedeniyle her ikisini de bir arada ele alıp açıklanmasını önemli
buluyorum. Sanatla ilgili herkes bilir ki coşum her sanat yapıtının olmazsa
olmazlarındandır, ancak tanımlanması veya isimlendirilmesi farklı olabilir.
Coşum, genel yargı olarak insan anlağında duygulu, içli, lirik kavramları ile bilinir
ve o şekilde kabul edilmektedir. Örneğin bu şiir içli şiir, lirik kokuyor, çok
duygulu şiir gibi tanımlar yapılır. Coşum her ne kadar sanatın duygu yönüyle
ilgili olsa da coşumun var edilmesi teknik ve yönlendirme sonucunda doğan
olgudur diye görüyorum. Okurun yapıtla etkileşime girdiğinde, duygularda
değişiklik oluyor ve günlük etkinliklere oranla ayırıcı algı, görme, düşünme,
anlama ve yargı sürecine giriyorsa; coşum doğmuş demektir. Bir başka deyişle
duyarlılık oluşuyor demektir.
Coşumun estetik ile nasıl ilişkillendirileceği ayrıtılı araştırma
gerektiren bir konudur diye düşünüyorum. Şunu söyleyebilirim ki estetik; uyum,
oran, simetri, doğruluk, yetkinlik, güzellik, yüce vb. kavramlardan
besleniyorsa coşumun da bu kavramlarla sıkı ilişki içinde olması gerekir.
Çünkü, coşum yalnızca duygusal gerilim ya da gevşeme değildir; bilinç,
bilinçaltı ve bellekte var olan değerlerle etkileşim içinde olan ve onlara
doğrudan bağımlı olan bir duygu durumudur.
Coşum, şiir ve sanat yazılarında çok dillendirilmeyen, hak ettiği önemin
tersine parça bölük bilgilerle geçiştirilen bir durumdur. Frankfurt Okulu
dilbilimcileri tarafından bu konu, şiir dilinin coşumsal işlevi olarak ele
alınmış ve incelenmiştir ancak burada coşum katmanına yaklaşımım ve ele alma
biçimim biraz daha farklıdır. Coşum katmanı, yapıtta duyarlılığı artıracak
nitelikler ile okur duygusunu tetikleyerek; algı, düşünme ve anlama
farkındalığı yaratmalıdır. Duyusal bir süreçtir, duygusal bir sonuçtur;
dolayısıyla düşünsel süreci de içine alan bir birliktelik söz konusudur.
Bu şiir duygu dolu derken aslında coşum katmanının yoğunluğunu,
duygulanımı gerçekleştirecek donanıma sahip olduğunu söylemek isteriz. Şiiri
okurken bile hakkını veriyor derken, coşum değerini artıracak şiirsel ezgiyi
oluşturuyor ve duyarlılık yaratıyor demek isteriz. Coşum katmanının şiirde ve
insandaki değeri ile eylemsel özellikleri; söze dönüştürülmesi ve anlaşılır
duruma getirilmesi durumunda şiir çözümlerken, yazarken ve eleştirirken yararlı
olacağı kanısındayım. Her kavram, zihinde aldığı biçimi ile söze dönüştürülürse
anlamsal değeri açıklık kazanır; tanımlanır. Tanımlanan duygu ve düşünceler her
tür bilgi ile bir arada kullanılarak arzu edilen yoruma ve değerlendirmeye
götürülebilir.
Şiir okunurken coşum oluşuyorsa yüzümüzde ve bedenimizde değişim görülür;
bunu beden dili teknikleriyle kolaylıkla anlayabiliriz. Bu durumu sözel olarak
şekilden şekle girdim, mest oldum veya bayıldım diye tanımlamaya çalışırız.
Başka bir örnek verelim; çok sevdiğimiz bir müzik parçasını dinlerken ruhumuz,
ses titreşimlerinin arasında uzar, kısalır, gelir, gider ve kanatlanır.
Dinleyiciyi, kanatsız yolculuğa çıkaran duygu durumunun suçlusu coşum
katmanıdır. Başka bir şekilde söylersek coşum, estetik hazza yönelen anayoldur;
ancak estetik hazzın henüz doğmadığı
bir aşamadır. Bu metinde, estetik algı
ve estetik yargı gerçekleşmeden, coşum katmanı sınırlarını belirleyip kendi sınırları
içinde düşünmeliyiz.
Coşumun oluşturulması ve beğeninin gerçekleşmesi arasındaki yaratılan
duygu durumu coşum katmanının konusudur. Bu anlamda estetik katmanı ile coşum
katmanı karıştırılmamalıdır. Coşum, duygu yoğunluğunu artırıyorsa yoğun duygu
da beğeni güdüsüne olumlu iletiler gönderiyor demektir. Zincirleme
reaksiyondur. Örneğin bir tabloya baktığımızda, konu ve yardımcı konuların
konumlandırılması algıda simetri ve düzenlilik duygusu yaratıyorsa, renk
tasarımı insan duygularını çağrışıma ve coşuma taşıyorsa estetik yargı olumlu
yönde takdir yetkisini kullanmaya karar almış demektir. Başka bir deyişle
coşum, estetik kaygıya varan yolun hazırlığını yapmaya başlamıştır. Bu
eylemlere, duyguya anafor etkisi vermek için alınan tedbirler bütünü de
diyebiliriz.
Coşum; duyma, görme ve anlama
etkinliği ile eş zamanlı oluşan bir süreçtir. Sinema ve tiyatro gibi sanatlarda
değişik sanat alanları iç içe (müzik, şiir, görüntü gibi.) kullanılarak coşum
yaratılırken, şiirde coşum sade, kısa, öz olarak dil olanaklarıyla
yaratılmaktadır.
“Bilgi aktı”nın temel çalışma ilkesi,
olumlu duygunun gücüne dayandırılmaktadır. Duygu, bir bakıma bilgi aktının
temel hareket motorudur. Bu nedenle şiir veya bir yapıtla, okurun duygu durumu
olabilen en yüksek seviyede hareketli tutulmalıdır. Zaten bunu başaramayan ve
duyguyu kontrol altına alamayan şiir ya da başka bir yapıt, yalnızca var olan
bir yazı veya obje olma yolundadır.
Coşuma hem eleştirmen hem de şiir yazan/sanat üreten gözünden bakılmalıdır.
Yapıtın olmazsa olmazı ve izleyiciyi duygudan duyguya sürükleyen coşum, çoğu
incelemelerde es geçilmesine karşın üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir
varlık alanıdır. Bu katman, insan psikolojisi ve algısı gereği kişiye göre
değişkenlik gösterir. Bu nedenle tanımlanması, varlığının ve etkileşim alanlarının
belirlenebilmesi oldukça zordur. Coşum, duyguyu olması gereken yoğunluğun
üzerine taşır ve okuru bedensel ve ruhsal olarak hazırlar. Yarattığı ortam,
duyguyu hareketlendirir, insanı kabına sığmaz kılar ve bununla beraber sevme ve
beğenme duygusunu var eder. Bu aşamada, insan şiirden yana taraf olmuş, zihinde
canlandırma ve tasarım başlamıştır. Sevme duygusu anlamayı, anlayıp sevmeyi,
sevip yeniden anlamı canlandırmayı sağlar. Diğer bir söylemle okur, imgelem
dünyasında gezinmeye başlar. Estetik beğeni, bir sanat eserinin toplam
yansıması karşısında insanın haz duygusunun doğup içinde yaşamasıdır. Bu
nedenle şair ve sanatçılar, her tür sanat alanında coşum katmanını en
etkileyici şekilde oluşturma çabası içinde olmalıdır. Şair, sanatsal değer
üretmek istiyorsa duygu tetikleyici tüm girdileri eşgüdüm içinde kullanma
becerisini gösterebilmelidir.
Coşum; kişisel, toplumsal, kültürel hatta bölgesel olarak değişkenlik
gösterir. Okurun kültürel algısı, kişisel ve toplumsal değer yargılarıyla
mutlak ilişkilidir. Toplum tarafından kötü ilan edilmiş sözcükler, deyimler ve
davranış türleri vardır. Bunun tersi, insan duyduğunda çocukluğundan aşka kadar
farklı ortamı anımsatan, duygusal hava yaratan; renk, tat, koku, sözcük ve
deyimler vardır. Ayrıca her dilde sözcüklerin kendine özgü duygu değerleri
vardır. Örneğin, Anadolu ve Trakya sözcüklerinin duygu değerlerini düşünün. İki
sözcük de bir yer adıdır; ikisi de başka çağrışım ve farklı duygulanım sağlar. Anadolu’da
doğup büyüyen bir kişi için farklı, Trakya’da doğup büyüyen için ayrı duygu
değeri taşır. Dinsel algı nedeniyle bazı olgular, coşturmak söyle dursun
cinayet nedeni durumuna dönüşür. Buraya kadar olanları dikkate alırsak, coşum
katmanının tek yönlü bir olgu olmadığını, yalnızca yapıtta ya da yalnızca insan
algısında yaratılmadığını, şiirle insanın karşılıklı etkileşimi biçiminde
oluştuğunu söyleyebiliriz.
Nerede ve hangi kültüre sahip
olursa olsun, her insanın; yaşadığı, yaşamak zorunda olduğu insani durumlar
vardır ki bu durumların karşısında duygu
durumu benzerlik gösterir. Bunlar, insani duygulardır ve evrensel değer
taşırlar. Örneğin, aşk, ölüm, ayrılık, özlem gibi konular; her zaman her yerde
birbirine benzer duygu durumunu doğurur. Ancak, toplumsal bakış ve bireysel ruh
açısından doğru tanımlanırsa okur duygu durumu, daha da keskinleştirilebilir.
Duygu durumu olumlu bir insana bir sorunu anlatmakla, duygu durumu karışık bir
insana bir sorunu anlatmak, çok farklıdır. Şiiri, duygu durumu hazır birisi okuduğunda
tepki çok olumludur, yapıcıdır, estetik yaşantıya girişi daha kısa zaman alır.
Yapıt kötü bile olsa böyle bir ortamda beğeni düzeyi yüksektir. İzleyici,
gösterime sunulacak yapıta karşı kendini hazırlamıştır. Örneğin, Kemal Sunal’ı
filmin başında gördüğümüzde gülmek için hazırlığımız tamamdır. Buradan su
sonuca gelmeye çalışıyorum; coşumu oluşturmak için şaire düşen görev,
sınırlayıcı bir tutum takınmamak koşuluyla insanı ve dünyayı yeterince tanıyıp
yansıtmaktır. Şairin kullandığı sözcük ile hedef alınan okurun değer yargıları
olumlu yönde örtüşmelidir. Belirttiğim konular, şiir ya da sanatın özgür
doğasına sınırlama getirmek şeklinde algılanmamalıdır. Başka bir açıdan bakalım
konuya, şiir şiddete yönelten öz-içerik taşıyabilir mi? Taşımamalıdır. Şiir
insanı şiddete yönelten bir algı oluşturacaksa o şiir, şiir dışında herhangi
bir metindir. Yani şiir, şiir gibi değildir. Bu bir sınırlama mıdır, yoksa
şiire doğası gereği davranmak ve mizacı çerçevesinde uygun şekil vermek midir?
Duygulanma, kültürden kültüre ve
insandan insana değişiklik gösteren çok ölçütlü bir durumdur. Coşum için;
anlam, ses ve anlatım gibi fiziksel özelliklerin özgün kullanımı yanında okurun
duygulanım özellikleri de etkindir. Örneğin tarihsel veya güncel olayların
çağrışımı ile okurun manevi alanı tetiklenebilir. Okur, istenen duygu durumu
içine çekilerek coşum artırılabilir. Kısaca şöyle diyebiliriz: Coşum; insanın
kültürel, psikolojik ve sosyolojik yapısıyla doğrudan ilgili bir durumdur. Kültür
varlıkları, dil varlıkları ve toplumun ortak değerleri ile duyarlılığını, doğru
ve etkin kullanmak gerekir.
Coşum; anlam, anlatım, ses ve çağrışım üzerinde varlık bulur; insanın
duygu ve zihin etkinliği ile bütünleşerek eyleme geçer. Bir bakıma, anlam ve
anlamın duygu değeri ile zihin karşı karşıya kalarak diğer katmanları da
doğurur. Burada şunu belirtmeliyiz; anlam katmanı coşum için daha etkin bir
işleve sahiptir. Zihin; bilinçaltı, bilinç veya bilinç üstünde depolanan
bilgiyi ve görüntüyü somut tasarımların üzerine yaslayarak algılar, anlar. Anlam
üzerinden doğan görüntüleri, bellekten de besleyerek çoğaltır. Anlamın olay ve
duygu değeri, bellekte var olan izlerle bütünleşerek duygulanımı sağlar. Bu
sırada yeni çağrışımlar üretirken, aynı zamanda da duygu yoğunluğunu artırır.
Duygu yoğunluğu arttıkça, anlam ile bağ daha sıkı kurulur ve bilinç ile
bellekteki izler hareketlenir. Kişi, şiiri kavrarken diğer taraftan şiir
tarafından kuşatılır. Şiirde öncelikli
hedef, okurun duygularına pranga vurmaktır; duyarlılığı olumlu anlamda kontrol
altına almaktır. Sonra okur algısını olabildiğince sarsarak coşumu
tetiklemektir.
Sonuç olarak hoşlanma, hayranlık, haz alma dediğimiz etkinlik zihnimizde
bu noktadan sonra başlar. Daha somut olarak belirtirsek, insan dünyanın, kendisine
güldüğünü algılamaya ve görmeye başlar. Bu algı biçiminden sonra çok şey
güzeldir. Burada bilimsel bir yanlışa düşmemek için şunu belirtmeliyim: Bir
şiir okunurken dinleyicisi ile olan ilişkisini deney maksadıyla çok kez
gözlemledim. Yukarıda belirttiğim hususlar bu gözlemin sonuçlarıdır. Ancak
bahsettiğim gözlem, örneklemi fazla olan deneysel bir bilgi değildir; kısıtlı
örneklemlerdir. Yani kişiden kişiye ne kadar değişiklik göstereceğini ve gözlem
sonucunun bilimsel olarak doğru olup olmadığını bu işin uzmanlarına bırakmakta
yarar vardır.
Ne çok yoğun duygu durumu ne de duygudan yoksun öykü gibi şiir. Yoğun
duygu şiiri yıpratır, az duygu da şiiri öyküleştirir. Yalvaran, ağlayan,
sızlayan şiirlerin, sanatsal açıdan çok uygun olmadığı, olumsuz eleştiri aldığı
ve şiir kulvarından uzaklaştığı görüşü yaygındır. Anlatmak istediğim konu,
şiirin duygusal geriliminin ortam ve algı durumuna göre uyarlanmasıdır.
Sıradanlığa yönelen duygu gerilimi, entelektüel birikime bağlı olarak rencide
edici bir durumu da ortaya çıkarabilir.
Söylendiği gibi, “Şiiri okuduğunuzda
tat alıyorsanız güzeldir, almıyorsanız güzel değildir.” gibi bir
kolaycılığa gidemeyiz. Yapılan her işte emek varsa tat da vardır. Şiir;
diliyle, sesiyle, duygusuyla, anlatımıyla ve anlamıyla bir bütün olarak
gerektirdiği özellikleri içeriyorsa şiirdir. Rastgele söz dizimiyle çağımızda
şiir yazmak ve sanat değeri oluşturmak, olası değildir. Dil, düşünce, duygu,
yaşam varlıkları ile insan arasındaki sıkı ilişki, doğru okunmalı ve dizelerde
duyumsatılmalıdır.
Bu konuya en iyi örnek olabilecek şair bana göre Cemal Süreya’dır.
Şiirlerine ve şiir yazılarına baktığımızda kullandığı konular eskitilemeyen
konulardır; aşk, sevgi, özlem vb. gibi. Sözünü ettiğimiz konular üzerinden her
yaşın okuyup dinleyebildiği anlatım ve şiir kurgusuna sahiptir. İyi şair, iyi
bir gözlemcidir, sıra dışı anlatımı olan ve üstün yorum gücüne sahip kimsedir.
Sözcüklerin söz değerinden önce duygu değerini doğru tartıp uygun kefeye
koyması gerektiğini bilendir. Cemal Süreya, şiirin bütün katmanlarını güçlü
yorum ve ironik bir tarzda oldukça dengeli kullandığını söylememiz gerekir. Şiir
güzelse farkında olmadan o şiiri belleğinize yazıyorsunuz ve zihninizde
taşıyorsunuz. Şiirin kaygısı bu olmalıdır.
Şiirin işleyişini bilen bir kişinin aklına şu soru gelecektir. Şair ve
şiir sınır tanır mı? Tanır demek yanlıştır. Tanımamalıdır da. Ancak, şiirde
estetik değer ve estetik yargı olanaklarını istediğimiz düzleme çekmek
istiyorsak ve güzelin güzelini, yeninin yenisini yaratma kaygısı içindeysek,
olumsuz olabilecek sınırları gözetmek zorundayız. Bu durum, çoğu algı biçimine göre bir sınırlama değil,
güzele varan yolun üzerindeki taşları kaldırmakdır. Yani şiiri aşınma ve
yıpranma tehlikesinden korumaktır. Duygu durumunu olumsuz etkileyecek, duygu
değeri sıkıntılı söz ve anlam gruplarını, dizelerde kullanırken dikkatli olmak
gerekir.
Şiirin iç ahengi (bağdaşıklık ve tutarlılık); anlam, anlatım, anlamsal ritim
ve şiirsel ezgi; okuyucuyu olumlu duygu durumuna sokar. Özellikle şiirsel ezgi,
duyguyu kelepçelemek için en kolay yoldur. Bu uyum, anlam ve anlatım gibi
katmanlarla birleşerek okuyanı/dinleyeni şiirle bütünleşmeye götürür. Ses ve
anlamın duygu değeri ile anlatımın duygulandırma gücü, şiiri okuyanı yaşamın
bellekteki görüntüleri ile özdeşleştirir. O zaman insan, varlığının değer
yargıları ile şiirde verilen yaşamsal değerleri kıyas yolu ile anlamaya başlar.
İşte bu kıyaslama sonucunda, şiirde verilen yaşamsal değerlerde kendisine
ilişkin benzerlik ve üst bir söyleyiş biçimi buldukça belleğinde sakladığı
veriler bir bir önüne gelmeye başlar. Her görüntü veya olayın duygu değeri
yinelenerek büyür. Coşum; bu özdeş durumun okurda yarattığı imgelem dünyasındaki
anaforudur. Başka bir deyişle duyguya anafor etkisi vermek için tüm bilgilerin
saklandığı bilinçaltı ve bilinç duvarları tekmelenmiştir. Bilinçaltı ve bilinç
duvarları tekmelendiğinde, şiir ile okur imgelem dünyasında yapayalnızdır. Yani
okurun şiirden kaçışı önlenir. Çünkü bilinçteki ve bellekte saklı olan izler;
uyandırılmıştır, yaşam alanına çekilmiştir ve duyarlılığı tetiklenmiştir. Her
zihin, bu uyarımlar sonucunda arzu edilen duygu durumuna girer, bunun yanında
imgelem dünyasında güncelin ve geçmişin canlandırılması haz duygusunu tetikler.
Duyguyu çaresiz bir duruma sokar, duygu artık şiirin dokunuşlarına karşı duyarlıdır.
Okur duygusaldır ve sözün rendesine karşı çırıl çıplaktır. Her anlam öbeğinden,
her duygu yükselmesinden ve şiirsel ezgiden, arzu edilen yarayı almaya başlar.
Şiirde; aşk, oyun ve çocukluk duyguları gibi geçerliliğini ve duyarlılığını
hiç yitirmeyen, çağrışımı da güçlendiren konular öne çıkarılabilir. Aşk ve
çocukluk duyguları, her insanın kozasında uyuyan birer kelebektir; çıkarılmayı
beklerler. Azıcık elinden tutulduğunda, hiç beklenmedik yerlerde uçuşmaya
başlarlar. Her şair için, okurun aşk ve çocukluk duygularını açığa çıkarmak,
onların kompartımanında yolculuk etmek güzel bir birlikteliktir. Duyguları
açıkça ifade etmek yerine, insanın belleğine tutunmuş örtülü izleri küçük küçük
dokunuşlarla uyandırmak, anlamı ve çağrışımı beraberinde de coşumu
olabildiğinin ötesine çıkaracaktır. Her insanın yaşadığı ve belleğine kazınmış
anılara karşı verdiği duygusal tepki bunlarla sınırlı değildir. Coşumu
güçlendirecek daha pek çok olay ve izler vardır her insanın belleğinde. Şairin
duygusal içerikli olguları bulup çıkarması, anlatım ve anlam örgüsünü altın
tasta sunabilmesine bağlıdır; diğer bir söylemle şairin olmuşluğu ile
ilgilidir.
Aşkın bıraktığı izler ile çocukluktan kalma anılar, belleğin önemli bir
parçasını oluşturur. Aynı zamanda kişinin içinde var olmuş, kişiyle kucaklaşmış
değerlerin örgüsüdür. Şiir; ne kadar yaşamla, ne kadar insanla, ne kadar bilgiyle
iç içeyse o şiir, duygu yoğunluğunu, içsel ve dışsal gerçekliğini daha sağlam
yakalamaya adaydır. Unutulmuş geçmişi ve iz bırakmış duyguları yeniden duyumsatmak,
bütün yapıtlar için etkili bir coşum doğurma yöntemidir. Ne yaparsak yapalım
insanoğlu geçmişi ile bütündür. Gelecek de geçmişin deneyimleri üzerinden
kendisine yeni bir yol belirler, tıpkı yeni şiir gibi. Afşar Timuçin’in
“Estetik Bakış” isimli kitabında “Oyun ve Sanat” başlıklı bir denemesi vardır.
Konuyu açıklamak için bu denemeden alıntı yapmak haksızlık olurdu; çünkü hem
bilimsel hem ayrıntılı hem de sanatçıyı doyuma ulaştıracak içerik ve anlatıma
sahiptir. “Oyun ve Sanat” isimli deneme mutlaka okulmalıdır.
Konu coşum olduğunda ister istemez lirizmin kulaklarını çınlatmamız
gerekir. Lirik şiirde insanı ilgilendiren sevinç, acı, aşk, doğa, özlem gibi
bireysel veya ortak duygular coşkulu bir tarzda işlenir. İnsanın duyusal
dünyası ile uyumlu ve iç dünyasını kavrayacak biçimde kurgulanır lirik şiir.
Okurun duygularına aracısız olarak ulaşmaya çalışır. Burada şunu belirtmeliyim:
Coşum katmanı yalnızca lirik şiirde var olan duygusal alan değildir; her şiirde
hatta sanat dallarının tümünde var kılınması, güçlendirilmesi gereken bir
eylemdir, alandır, katmandır.
Coşum değerini yükselten bir başka konu ise şiirdeki uyak konusudur. Ne
ilgisi var dediğinizi duyar gibi oluyorum.
Şiirde uyak, yalnızca sessel olarak bir uyum değildir, aynı zamanda
anlam, anlatım, ezgi, duygu ve ritim birlikteliğidir. Duygu değeri yakın
sözcükler ile tınısı birbirine yakın sesler, dize ve dizelerarası anlam,
çağrışım ve coşum değerine olumlu yönde devinimin kazandırırlar. Anlamın istenen
açıklıkta ve istenilen duygu değeri ile ortaya çıkarılması, iç-yatay-düşey ses
uyumu ile ezginin doğru kullanımına bağlıdır. Dilimizde kemikleşmiş deyimlerin,
atasözlerinin ve veciz sözlerin ses, anlam ve duygu değerleri yakın sözcükler
ile kurulduğunu ilk bakışta görebiliyoruz. Örneğin atasözlerini oluşturan sözcüklerin
ses, anlam ve duygu birlikteliğini şiir dilinin dışında bir yerde düşünemeyiz.
Deyim, atasözü ve veciz sözler şiirsel bir doku taşır. “Şiir gibi” deyiminin
altında yatan bu geleneksel anlam, boş bir temele değil; anlamın şiirsel ezgi
ile uyumuna bağlıdır. Ayrıca sessel ve anlamsal uyum, duygulanım sürecini
kısaltan ve coşum değerini güçlendiren bir çarpandır.
Yineleme olacak ancak bir kez daha vurgulamalıyım: Şiirsel ezgi,
anlamın duygu değerinden daha fazla duyarlılık yaratma yeteneğine sahiptir; Ezgisel
imge; coşum için güçlü bir çarpandır insan üzerinde…
Burada “Anne” isimli şiirin bir bölümünü örnek olarak vermeliyim. Ses,
anlam, anlatım ve çağrışımın doğurduğu coşum, burada açık olarak görülebilir.
(….)
Ellerine yakışırdı bir bakıma
yıldızların teri
Değdiğinde içime gökyüzünü kanatsız
indirirdi
Paylaşırdı deniz ülkesini eksiksiz
sözlerin
İnceliğin sanki kırlangıç teleği
Gözlerin içime doğan güven yıldızı
Yine ellerindi kavilsiz içime
teğellenen
Tebessümün ellerini, yüreğime
değdirirdin.
Sen değildin, sen göğün kanatlarında
yalnız!
İncindiğimde kanayan tenimdin.
Kasım
2014 Narlıdere/İZMİR, “Bir Damla Suda Halkalar” kitabından
Toplumsal olarak yaşanan olayların insanlarda açtığı yara ya da anılar, coşumun önemli bir gereci
olabilir. Zihinlere yerleşmiş bu tür izleri kullanmak, duygulanımı
sağlayabilir; ancak bunlar, algı değiştirme biçiminde değil, gerçek duygu
değeri ile kullanılmalıdır.
Şiir veya sanat yapıtı şiddet içermez; terör, ırkçılık, öğreti ve dinsel
anlamda algı yaratma girişimlerini bir sanat olarak görmez. Bazıları bunun
sanat olduğu varsayımını öne sürebilir; hatta olmaz ise olmaz yargısında
bulunabilir. Bu tür görüşler, çatışma kültürünün yarattığı bir algı türü ve
yaşatılmaya çalışılan çürümüş bir kabuldür. Neden? Sanatın amacı, algı güdüleme
değildir; duyarlılık yaratarak ve sevme duygusunu güçlendirerek yaşam sevinci
doğurmaktır.
İnsanı, insana egemen kılma çabası, her zaman bir tarafın ya da bir
öğretinin güdüleni olmayı gerektirir. Aklı, egemen kılma çabası ise evrensel
bir tavırdır. Şiirin gerçekliği, insanı insana egemen kılma işi değil, duygunun
gücünü kullanarak sevgiyi egemen kılma çabasıdır. Yani, insanlığın nihai
amacına ulaşan yolun kolay gidilebilirliğini tasarımlamaktır. Bu yol; olumlu
duygu, zihin, mantık ve akıldır. Zihin,
mantık ve aklın, coşumu oluşturma özelliği var mıdır? Bu soruya yanıtımız evet
olmak durumundadır. Duygulanma, hayranlık ve hoşlanma duygusunu, bu üçlü gün
ışığına taşır, yani coşumu doğurur. Duygu anaforu, yine bu üçlüye yaslanarak
oluşturulur. Bunu belirlemek için mizahı örnek alalım. Mizah; zihin, mantık ve
akıl çatışmasıdır. Üçlünün çatışması, gülmek ve gülerken düşünmek eylemini
doğurur. Komedyenin işi doğrusal düşünme prosedürünü bozmak; zihin, mantık ve
aklın işi ise bozulmaya uyum sağlamayarak tepki vermektir. Bu tepki ile duygu
anaforunu yaratmak, sonuç olarak duygu değişimini sağlamaktır.
Şiirsel ezgi, coşumu en kolay açığa çıkaran şiire özgü bir
olanaktır. Eğer şiir gibi şiir yazmak istiyorsak şiirsel ezgiyi, bugün
algılandığı gibi düşünerek göz ardı edemeyiz. Anlam ve anlatımın ortaya
çıkardığı coşum değeri, şiirsel ezgi ile çok daha kısa yoldan ve etkin biçimde
oluşturulabilir. Kaldı ki şiirsel ezgi, aynı zamanda anlam ve anlatımı
güçlendiren başka bir fiziksel özelliktir. Ezgideki ritim ve tonlar arası iniş
çıkışlar hem okuyanın duygularını hem de şiirin duygusal verilerini açığa
çıkararak dinleyeni metafizik ve ruhsal dünyanın gizemli havasıyla
bütünleştirir. Sonuç olarak coşum ister istemez en güçlü biçimde bu ortamda
varlık bulmaya başlar.
Şair veya eleştirmen, şiiri çözümlerken coşum katmanında neleri
sorgulamalı ve aramalıdır? Varlığını, gücünü ve dayandığı temeli nasıl
tanımlamalıyız? Bu sorulara yanıt olabilecek şiire özgü bilimsel çalışma ve
yeterli başvuru kaynağı yoktur.
Öncelikle şiirin coşum katmanını çözümlemek için anlam ve çağrışım
katmanının sonuçlarını önümüze almalıyız. Şair, şiirinde coşumu sağlamak için
hangi konulara yaslanmış veya hangi anlamı çağrıştırma, sezdirme, duyumsatma
yoluna gitmiştir? İleri sürdüğü yenidünya ve yeni insan önerisi nedir? Bunun
hemen arkasından, anlam katmanı neyi ne kadar çağrıştırıyor, okuru hangi
düzleme götürmeyi hedefliyor, okurda nasıl bir imgelem dünyası yaratmak istiyor,
çözümlemeliyiz. Ses, anlam ve anlatımla nasıl bir imge dünyası örgütlemiş, buna
bakmalıyız.
Şiirin ne dediğini tam olarak anladığımızda, coşum değeri, tem dediğimiz
kavram ve üst anlam dediğimiz derin yapının kodları arasından sızmaya başlar.
Sırasıyla şiirin gerçek anlamı, çağrışım gücü, söz duygu değeri, ses uyumu,
ritim, anlatım özellikleri insanda var olan coşum değeri ile örtüşerek algıyı
sağlar ve zihnin etkinliği ile duygulanımı güçlendirir. Nasıl anlama ve
öğrenmede hiyerarşik bir yapı varsa duygulanım sürecinde de bir hiyerarşi
vardır. Bu hiyerarşinin ilk aşamalarından biri, duygu değerinin hangi katman
üzerine yoğunlaştığının çözümlenmesidir. Bazen ses, bazen anlam, bazen de
anlatım üzerine yoğunlaşabilir. Bu demek değildir ki katmanların birbirinden
üstün özellikleri vardır. Söylemek istediğim şey, şairin ağırlık verdiği
katmanın daha belirgin duygu yüküne sahip olduğunu görmektir.
İkinci olarak; ses uyumu ve kullandığı şiir dili teknikleri, yani ses ve
anlatım ile duygulanımı hangi seviyeye taşımıştır? Bir şiiri ele aldığımızda
bunlara benzer pek çok soru ortaya koyabiliriz. Duygulanımın, sınırı ve kuralı
yoktur; okurun ve kültür yapısının doğurduğu algı biçimlerini okuyabilmek daha
doğrusu sezebilmek bu işin çıkış noktasıdır. Ses ve anlatımın duygu durumunda
yapacağı değişiklik, anlam ve çağrışımın yarattığı havayla birleştiğinde, insan
ruhu incelmiştir; artık incelik, zarafet ve taşkın durum her bilgiyi sorgusuz
almaya başlamıştır. İnsan ruhunda yaratılan bu geçirgenlik, bir başka adıyla
coşumun eylemselliği, okurun imgelem/düş gücüne güç katar.
Ezgi, anlam ve anlatımın birlikte ortaya koyduğu duygu değeri ve okur
duygularını tetikleme özelliği; eleştirmen tarafından kolayca tespit
edilebilir. Ayrıksı dil kullanımı, anlam derinliği ve bunlarla örtüşen ses
bütünlüğü, nesnel olarak tespit edilebilecek konulardır. Anlam, anlatım ve ses
katmanları incelenirken bize gerekli olan konular önceden çözümlenmiştir. Şimdi
eleştirmenin işi bunların coşumla ilişkisini kendi yöntemiyle ortaya koymaktır.
En azından eleştirmen, bir okur gibi şiiri okuduğundan sözünü ettiğim coşum
değerini az çok belirleyebilecektir.
Sonuç olarak bir eleştirmen, şiirde söz varlıklarının okur duygularını
kaşıyıp kaşımadığına ve onların duygulanımına katkı yapacak olguların şiir
tekniğine uygun kullanılıp kullanılmadığına bakmalıdır. Bunun yanında şair
coşumu yükseltmek maksadıyla kullandığı söz ve söz öbeklerinin duygu
değerlerine bakmalıdır. Eleştirmen gözüyle bakarken aynı zamanda okur gözünden
de bakarak şiirin okuru sürüklediği duygu dünyasını açmaya çalışmalıdır.
Eleştirmen; bilgi, deneyim ve bilgi işleme gizilgücüne sahip kişi olmalıdır;
evrensel ve ortak değerler karşısında insanın duygulanım sürecini daha doğru çözümleyebilmeli
ve bu bilgiler ışığında yoruma yapabilmelidir.
Bir olay karşınıda bugünkü duygu değeri ile gelecekteki duygu ve
duygulanım değeri, aynı doğru üzerinde olmayacak ve duygulanım sürecinde
değişiklikler olacaktır. Yani şiirin, insanın ve bilginin dinamik yapısını
düşünmeliyiz ve duygulanım sürecine etki eden etmenlerin değişebileceğini
dikkate almak durumundayız.
Çoşumun en önemli işlevi, duyularda duyarlılığı artırarak bilinç ve
bilinçaltındaki tüm veriler ile şiirdeki söz ve söz bağlamlarına zihnin
yoğunlaşmasını sağlamaktır. Yoğunlaşma demek, şiirin anlamsal değeri ve okurun
kendi yaşam varlıkları ile bir kümede bütünleşmesi demektir. Bu bütünleşme
zihinde algı, anlama ve düşünmeyi
sağlayarak güzeli daha güzel görmeye yöneltir. İşte o zaman okur, şiirin
söz ve duygu değerleri ile kendi yaşamsal birikimlerine yaslanarak hayranlıkla daha yoğun imge ve imgeleme yönelir. Duygular ezilmiş,
algı, duyma, duyumsama ve görme güzelden yana tavır almıştır. Okurun estetik
yaşantıya girişi, bu aşamadan sonra başlar.
Estetik kaygı taşıyan, aydın ve geleceğe yönelik insan yetiştirmenin
temelinde; olumlu duygu ve sevme duygusunun güçlendirilmesi yatar. Bunu
başarmanın en etkili yollarından biri de sanat ve sanat eğitimidir.
Estetik Katmanı
Platon’dan kuşağımızın düşünürlerine kadar pek çok bilim insanı, estetik
bilimine geniş açılımlar getirmiş, olumlu değerler kazandırmış ve büyük bir
bilgi havuzu oluşturmuşlardır. Bu bilgi havuzundan da yararlanarak şiirdeki
estetik değeri, buna koşut olarak insandaki estetik tavır ve kaygıyı anlaşılır
bir biçimde açmalıyız. Şiirde ‘estetik katmanını’ açarken ele alacağımız örneklem;
insan, sanat ve ortam olmalıdır. Yani
estetik kavramını sınırlı bir alanda ele almalıyız. Burada, güzelin varlık ve
felsefi değerini bir kenara koyup okur ve şiir ilişkisinden doğan estetik
yaşantının, varlık ve eylemsel yönünü açmaya çalışalım. Kitabın başından beri kuramdan
uygulamaya değil, uygulamadan kurama açılım gerçekleştirmeye çalışıyorum.
Estetik konusunda da aynı yönteme başvuracağım. Bunun yanında, estetiğin
uygulama ve insanda görünme biçimine göre doğrusal olmayan bir açıdan
yaklaşmaya çalışacağım. Başka bir deyişle sosyolojik, psikolojik ve felsefi tüm
girdileri düşünerek insandaki günümüz estetik algı ve estetik yargısını, tüm
yönleriyle ele almaya çalışacağım.
Güzellik, fizyolojik ihtiyaçlar gibi mutlak ihtiyaçlar arasında
sayılmıyor olsa bile ben güzelliğin, insan için temel sayılabilecek ihtiyaçlar
arasında olduğunu düşünüyorum. Güzel, Platon’dan Kant’a kadar filozofların
söylediği gibi insanla sanat arasındaki ilişkinin; olumlu duygu, beğeni,
hoşlanma, haz gibi duygulara seslenen var olanıdır. Her kim güzeli nasıl
tanımlarsa tanımlasın, bana göre güzel, insan aklının kendine özgü yorumu,
düzgüsü, beklentisi ile hedefine uygun düşen ve beğeni duygusuna konu olan
görünme biçimidir. Estetik terimiyle karıştırılmamalıdır; çoğunluğun yaptığı
gibi.
Bizler, güçlü bir kuşağın
yaratılması ve en iyi koşullarda sürekliliğinin sağlanmasına yönelik insan
davranışlarındaki o devasa açık çaba ve içinde yaşadığı gizil çabayı
görmezlikten gelirsek ne sanatı ne sanatın amacını ne güzeli ne de estetik
kavramını tanımlamakta yeterli olabiliriz. Kaldı ki sanatı yalnızca
insan yapmaktadır. İnsanın gizli ve açık çabalarının tamamını estetiğin varlığını
açıklayan düzlemde dikkate almak zorundayız. Estetiğe ilişkin inceleme
alanlarının karşısına ister ontoloji ister sosyoloji ister psikoloji gibi
bilimleri koyalım, sonuçta hepsi, insanın açık ve gizil davranışlarında
birleşerek güzel kavramına ve beğeni duygusuna yönelecektir.
Örneğin, bir erkeğin güzel kadına, kadının yakışıklı ve güçlü erkeğe
yönelmesi, fizyolojiye bağlı olmakla birlikte aşk duygusunun doğması, insanın
bütün varlığını sevgili veya tutkularına adaması, bunun için risklere katlanması
gibi duygu durumu ve davranışlar, zamanın hiçbir evresinde vaz geçilebilir
değildir.
İnsanoğlu, belleğindeki bilginin büyük bir oranını bilinçaltında saklar.
Ancak bilinçaltını, net olarak okuma olanağına sahip değildir. Bilinçaltı
kişiyi belli sınırlar içinde yönlendirir; bilinç ise, iyi, kötü, güzel, çirkin,
doğru yanlış karşılaştırması yapar ve sonuç olarak çoğunlukla yine
bilinçaltının kodladığı yazılım doğrultusunda karar vermek durumunda kalır.
İnsan beyninin çözümüne ilişkin bilgilerden, bilgi aktını işleme tarzından ve
kendi deneysel gözlemlerimden böyle olabileceğini düşünüyorum. Konunun açıklığa
kavuşması için şu örneği vermekte yarar görüyorum. Acıkmak eylemi veya yenen
bir yiyeceğe karşı vücudun verdiği tepki ile buna karşılık yaptığı işlemler,
bilinçli bir davranış türü olmamasına karşın hiçbir aksama olmaksızın
sürekliliğini sağlamaktadır. Yaşamsal koşullara ilişkin pek çok eylem,
bilincimiz dışında gelişir ve sürekliliğini korur. Bu tür bilinçsiz
davranışların bilinçaltının yönlendirdiğini, biyolojik ve hormonal olarak
etki-tepki mekanizması ile sürdürülen bir yöntem olduğunu düşünüyorum.
Fizyolojinin kendiliğinden yaptığı işlemlerden hareketle, şu üç soru estetik açısından
çok önem arz etmektedir:
İnsanın güzele karşı duyduğu eğilim, saygı ve sevginin
altında yatan gerçek nedir; bilinç mi, bilinçaltı mı yoksa daha gerilerde yatan
güdü ve dürtüler mi?
Güzele yönelimin insanın nihai ereği ile bir ilgisi
var mıdır?
Güzellik, insanoğlu için bir gereksinim midir?
Bu sorulardan yola çıkalım: Bilinçaltı, fizyolojik eylemleri aksaksız ve
çoğunlukla bilinçten emir almadan yönetiyorsa güzelliğe karşı duyulan eğilimin
yönetimi kimin elindedir, diye sorabiliriz. Bu sorulara; sınırlı araştırmam,
bilgim, deneyimim, gözlemlerim ve uygulamadan, kuramlara dayanan kişisel
yorumlarımla yanıt verebilirim. Biyoloji ve bunun alt bilim dalları, evrensel
anlamda çok gelişmiş bilim alanlarıdır. Bu üç soru, tıp ve ruh bilim alanında
yüksek doğrulukla yanıtlanmış da olabilir; ancak bunlar, sanatsal platformda
nasıl karşılık buluyor sorusu üzerinde durmak gerektiğini düşünüyorum. Sanat
yaratım süreci ve beklentisinin altında yatan gerçek, bu soruların yanıtı ile
doğrudan ilintili midir?
Kant estetiği ve sonraki çalışmalar, estetik algının yarardan bağımsız
olduğunu söyler; bugün de öyle olduğu görüşünü savunan düşünürler
çoğunluktadır. Her şeyden önce insanın sanat üretme amacı; buna ilişkin
bilinçaltında yatan gerekçe ve duyusal hazzın nedeni; bilimsel olarak
sorgulanmalıdır. İnsanın en iyi yaşamsal koşulları oluşturma ve yaşamın
sürekliliğini sağlama isteği dışında sanat üretme ve estetik haz doğurma
kaygısının altında ne gibi başka bir erek olabilir? Bu soru, sanat felsefesi
bağlamında yanıtlanması gereken en önemli sorulardan biridir. Sanat yapma; yalnızca
rakipleri arasında üstün olma, kendini gerçekleştirme, ün sahibi olma veya para
kazanma çabası olarak düşünülemez.
Güzel kavramının bir başka yanı vardır; nesne, anlam ve iletinin güzel
olarak algılanabilmesini sağlayacak olan toplam insan beğeni olgusu ve
algısının değiştirilebilir olmasıdır. Bir yapıtın estetik değerini, alıcının
estetik kaygısı ile buluşturacak ortamın durağan olmadığını söylemek istiyorum.
Renkler ve zevkler tartışılmaz gibi bir çıkarımı kabul edersek eğer, daha
baştan bu tez çürümüştür. Çünkü beğeni, zevk ve haz duyma eylemi (güdü ve
dürtüsel olanlar hariç) öğrenilmiş, yararlılık kavramı üzerine yaslanarak
kazanılmış eylemlerdir. İnsanın güzele duyarlılığı, beğenisi ve zevkleri yaşam
sürecinde enjekte edilmiş bilgiler ve yargılar sonucunda belli bir temel kaygı
üzerinde oluşmuş kavramlardır. Bunun en açık örneği, günümüzde verili algı
biçimi ve kültür endüstrisinin dayatmaları sayesinde ak ile kara birbirine karışmış;
estetik değer taşımayan pek çok obje, estetik değer taşıyormuşçasına haz
duyulur bir duruma yükselmiştir. Meta estetiği dediğimiz olay en görünür
biçimde karşımızdadır. Kaldı ki meta estetiği, estetik biliminde yer alan
kuramlardandır. Yani yapıta sahip olma hırsı, kullanım değeri, ekonomik değeri
ve estetik değeri, yarardan arındırılmış estetik kavramını yok sayan olguları
ortaya koymaktadır. Şunu söylemekte yarar vardır: “Renkler ve zevkler
tartışılmaz.” çıkarımı kısa erimli bir yargıdır. Eğer öyle olsaydı, alıcının tercih
ve düşüncesini değiştirmeye yönelik reklâm, zihin kontrolü, algı güdüleme ve
beyin yıkama teknikleri, bugün toplumların en gözde konularına dönüşmezdi.
Bunların, bilim disiplinine dönüşmesi için herhangi bir nedeni olmazdı. İnsanın
zihinsel etkinliği olan hoşlanma ve karşılıksız haz konusu (kendinden başka
ereği olmayan saf haz) sanatın pek çok alanında kendini duyumsatırdı.
Her insanın güzellik ile olan ilişkisi aynı yoğunlukta ve duyarlılıkta
değildir. Bazı insanlar, verili olan güzellikle yetinirken bazıları daha etkin
güzelliği arar. Daha içkin güzelliği aramak, öğrenilmişlik ve eğitilmişlikle ilgili
olmakla birlikte kişisel yönelim ve ruhsal özelliklere de bağlıdır.
Sanatçıların görme ve duyma yetisi yüksektir ve güzelliği bir nesne üzerinden
yeni bir yansıma veya anlamlandırmayla yaratır.
Henüz küresel olarak tasarlanan büyük resmi ve insan düşün sisteminin
çalışma düzenini; tam olarak çözümleyememiş çoğu sanatçılar; sağdan soldan
aldıkları bilgileri, bir bakıma kendisine dikte edilmiş, bilincine ekilmiş
doğruları, mutlak doğru ve estetik değer taşıdığı yanılgısıyla sanat üretmeye yönelmişlerdir.
Ülkemizde gelmiş geçmiş pek az sanatçı, sanat adına kuram kabul edilebilecek,
yeni bir çığır ve yeni bir bakışın önünü açabilecek, insan düşünde devrim
sayılabilecek nitelikte düşünce üretmiştir. Bunun yanında, ne yazık ki Türkçe
düşünen sanatçı ve sanat düşünürleri tarafından uygulamalı ve kuramsal anlamda
ortaya konmuş sanat ve şiire ilişkin özgün inceleme ve araştırma yok denecek
kadar azdır. Sanatsal inceleme, araştırma ve ekol sayılabilecek yeni
yaklaşımlar; özellikle modern sanat döneminde, çoğunlukla bir yerlerden aktarma
yöntemiyle Türk diline ve sanatına uyarlana gelmiştir.
Türkçeyi konuşan insanlar olarak kendimizi, acımasızca eleştirmek
zorundayız. Çünkü şiirin gelişimi, felsefi açılımı, etki ve algının daha etkin
olması, estetik değerin oluşturulması gibi konularda; kendi yorumlarımızdan
hareket almalıyız. Böyle düşünmediğimiz sürece, yabancıların dili ve estetik
algısına dayanarak, bilginin aktarımına güvenerek; iyi bir şey yapmış olmayız.
Sanatsal bilgi, aktarılsa bile bilginin sanata dönüşümü, diğer söylemle
bilginin şiir, resim veya heykel olarak görünüşe çıkışı; özgün perspektifi,
kişisel anlamlandırmayı, yetkinliği ve düşünsel özgürlüğü gerektirir. Bunları
söylerken haksızlık etmek istemiyorum, elbette bu konu post kolonyal bir analiz
gerektirir. Gelmiş, geçmiş ve yetişmiş çok iyi sanatçılarımız, şairlerimiz
var. Ne var ki sanatsal katkı ve
kuramsal yorumlarının arzu ettiğimiz düzeyde olmadığını söylemeye çalışıyorum.
Biliyorum bu tümce sunturludur, ancak bu kitabın bir diğer maksadı, şiire
ilişkin genel bir olgunun panoramik fotoğrafını yüksek doğrulukla
çekebilmektir.
O, bunu demiş; şu, şöyle demiş, alıntılarını bırakalım ve estetikten ne
anlıyoruz tanımlayalım: Estetik, yapıtla insan
arasındaki ruhsal ve duygusal ilişkinin yaşanma biçimidir. Yapıt karşısında
insanın yaşadığı duygu durumudur. Bu sürecin temelini ve nedenlerini inceleyen
de estetik bilimidir. Şiir ve sanat
açısından düşünürsek; yapıttaki, estetik değer, insandaki estetik algı/yargı ve
ortamın oluşturduğu estetik değer, bizim üzerinde çalışacağımız konu olmalıdır.
Sanat, aktarılabilir bir nesne değildir; aktarma, taklit demektir. Sanatta
biriciklik ve özgün olma zorunluluğu vardır. Yılların birikimine dayanarak,
sanatsal bilgi üretmek, en temel çabamız olmalıdır.
Sanatı kaba gürültüden, popülist anlayışlardan, propagandadan kurtarmanın
yollarından biri; onun öz, içerik ve biçimindeki varlık katmanlarının
anlaşılabilmesidir. Sanat ve sanat bilgisi evrenseldir. İmgelem, diğer
söyleyişle insanın zihinsel örgütlenmesi; toplumsal ve evrensel değerler ile
bütünleşmiş, barışmış ve özgün olmalıdır.
Dil sanatları, doğduğu yerin dili, coğrafyası ve kültürünü yansıtıyorsa
evrensel değer kazanır. Buna en iyi örnek Nâzım Hikmet’in şiirleri ve Yaşar
Kemal’in romanlarıdır. Başka coğrafya, başka kültür ve başka dilin değerleriyle
kendini bulmaya ve yansıtmaya çalışmak, öykünmekten öte geçmez. Yabancı dil,
anlayış ve kültürün yansımasını yeniden bir eserde yansıtma mükemmeliyetine
ulaşmak, insan beyni ve yeteneği açısından olanaksız olduğunu düşünüyorum.
Diğer bir deyişle, içinde yaşayıp duygu değerlerini tatmayan, kültür
değerlerini yaşamayan, ana dili dışındaki dille; dil sanatlarının herhangi
birisinde (şiir öykü, roman, oyun vb.) başarılı yapıt vermenin zor olduğunu düşünüyorum.
Aktarma kültürlerin duygusunda ve sezgisinden, dört başı mamur sanatsal bir
bütünlük doğurulabileceğine inanmıyorum. Sanat; duygu, bilgi ve sezgi işidir;
kısaca imgelem işidir. İmgelemse dünyayı ve onunla ilişkili insanı bir bütün
olarak okuma, duyma, işitme ve görmedir. Dünyaya ve insana yeni, farklı bir
gözle bakma ve anlamlandırmadır.
Antik, klasik ve modern sanat döneminde sanat, kralların, padişahların,
güçlü olanların, başat yönetimlerin ve ideolojik çıkarımların ön bahçesi
şeklinde ve niyetinde kullanılmıştır. 17. yüzyıldan itibaren birey birey olma
yolunda kazanımlar elde ettikçe, özgürlüğün anlamsal değeri arttıkça, sanat da
özerkliğini kazanmaya başlamıştır. Ne var ki sanat, kısmi özerkliğini ilan ettiği
sıralarda, kültür endüstrisi ve sanayileşmenin olumsuz etkisiyle, içine
kapatılmıştır. Bugün birey, birey olma savaşını kazanmış görünmektedir; hâlâ
kul mantığını körü körüne kabul edenleri konu dışı tutarsak. Birey, özgürlük
kavramını tam anlamıyla içselleştirmiş olmasa da bu uğurda oldukça yol kat
etmiş görünmektedir; yıllar önce üretilmiş düşünce kalıplarını savunmayı, hâlâ
namus borcu sayan öngörü fukaralarını konu dışında tutarsak.
Türk dili-şiir ve yerellik-sanat ilişkisinden söz açmamın temel gerekçesi,
şu ana düşünceye dayanır: Estetiğin
doğuma hazırlandığı kalpgâh, algı ve yargının özgünlüğü ile ortamın özgürlüğüdür.
Öyle sanıyorum ki bu tümce, estetik kavramının üç tabakasını incelediğimiz
zaman net olarak anlaşılacaktır.
Şiire estetik açıdan yaklaşmanın temel kuralı, düşün sistemimize dikte
edilmiş zorunlulukları kırmaktır. Psikolojik ve sosyolojik olarak, düşün
sistemimiz zorunluluklardan kurtarılabilir mi, bilemiyorum. Ancak sanatta,
estetiğin algılanması, duyumsanması ve yaşanır kılınması bu zorunluluklardan
kurtulmuş olmayı gerektiriyor.
Estetik açıdan Türk şiiri ve şiir bilgisinin iyi bir noktada olduğunu
söyleyebilecek eleştirmen, şair veya sanatçı var mıdır? Öyle sanıyorum ki yoktur. Türk şiirinin
süregelen lokomotifleri, son zamanlarda doğduğu ortamın kültürel varlıkları
yerine hayranlık ürettiği ortamın, kuramların ve coğrafyaların kültürel çıkarımlarını
yeğ tutmuştur, tutmaktadır. Başka bir deyişle henüz “kendi olmak” gibi zihni
yeterliliği tam olgunlaşmamıştır. Türk şiirinde mit ve kahramanların ele alınış
sıklığı ve biçimi bile, bu yargımı doğrular. Şiirde evrenselliğe giden yol,
insanın kendi kültüründen, özünden, özgün değerler bütününden geçer. Yerel ve
evrensel kültür varlıkları tabii ki insanlık değerleridir, bizim bakışımıza
ışık verir, yön verir. Ancak şiire yerel ve evrensel normlarla eşit uzaklıktan
bakmadığımız sürece, iyi bir şiir kültürünün kurumsallaşması önüne aşılamaz
engeller koyarız.
Estetik değeri şair üretir. Ne var ki
şairlerimiz, estetik değer dışında başka şeyler peşindedir. Solcusu, sağcısı,
dindarı kendisine birer yol edenmişler; her biri algı filtrelerini diğerine
karşı tıkamış; temeli pas tutmuş savlar, öğretilmiş üstünlük kaygıları; almış
başını gidiyor. Bunlar, kendine dikte edilmiş bir yol tutturmuş; ortak noktası
ise en çok kazanç dağıtan yerler. Sanatçı olmanın, sanat üretmenin temel
koşulu, öğreti ve dinlerden bağımsız, aklın reis, duygunun işçi olduğu bir ortamdır.
Görülüyor ki, “özgün, özgür, evrensel algı, anlama, düşünme ve açıklama”
yeteneğimiz, ne yazık ki rüştünü ispatlamış değildir. Sanatın sağı, solu, dini, ideolojisi olmaz. Sanat; sistemleri,
ideolojileri yıkmaz ya da kurmaz. Karşı duruştur, devrimcidir; evet, ama aklın
devrimcisidir. Kin, nefret, düşmanlık gibi duyguların doktorudur. Sevginin
evidir. Somut devrimi akıl kurar ve akıl yapar. Sanatın/şiirin hedef kitlesi
sırasıyla duygu, zihin, mantık ve akıldır; bunları sevgiye götürür. Aklın
çocuğu olduğu kadar aynı zamanda babasıdır. Sonuç olarak sanatın nihai ereği
sevgi ve yaşam sevinci doğurmaktır.
Şiiri, estetik açıdan ele aldığımızda estetiği, üç temel tabakaya
ayırmamız gerektiğini düşünüyorum: “Şiirdeki
Estetik Değer Tabakası”, “Okurdaki Estetik Algı Tabakası” ve “Durumsal
Estetik Değer Tabakası” olarak.
İnsan temel gereksinimlerini karşıladıktan sonra güzellik, mutlak
gereksinim durumuna dönüşür bana göre. Güzellik; mutluluğun, hazzın, heyecanın,
neşenin ve gülmenin altında yatan gizli öznedir. Deneyimlerimiz ve yaşamsal
gereksinimlerimiz bunun doğru olduğunu çeşitli örneklerde göstermektedir. Bu gereksinim
türü, kişinin kişisel özelliklerine bağlı olarak değişiklik gösterir ve somut
bir tanımlama yapılması da zordur. Sonuç olarak güzelliğe ve güzelduyuya
duyulan gereksinim, kişiye bağlıdır; azdır ya da çoktur. İşte bu noktada, şunu
söylemek bizi haklı bir sonuca götürür. Güzel algısı, beğeni duygusu, güzelduyu
yargısı ve algısı; kişinin eğitim ve dünya görüşüyle ilgilidir. Güzel algısı,
düşünebilme yeteneğine sahip her bireyde az da olsa mutlaka vardır. Kitabımın
ilk bölümünde ifade etmeye çalıştım, duygu eğitimi veya duygu kontrol yöntemi
burada önemli bir işleve sahip olmalıdır. Aydın ve geleceğe yönelik insan
yetiştirmenin temelinde olumlu duygu ve sevme duygusunun kazandırılması yatar.
Bunun en etkili yollarından biri de sanat eğitimidir.
Ortaya konmuş bir yapıttan hoşlanma, haz duyma, hayran olmanın; yapıttaki
estetik değer varlığı, alıcıdaki estetik algı, yapıtın doğduğu ortamdaki algı
ve estetik değerlerinin bir arada buluşturulmasına bağlı olduğunu varsayıyorum.
Estetiğe ilişkin incelemeler de zaten bunu doğrular. Ne yaparsak yapalım sanat
beğenisi, sanat alıcısının kültürel ve sosyal değerleriyle örtüşmesine
bağlıdır. Bulunduğu ortam ve sosyo-kültürel yapıya da bağımlıdır. Bu konu,
felsefi, sosyolojik ve psikolojik yaklaşımlar açısından da ayrıca değerlendirilebilir.
Şimdi, Estetik Değer Tabakası, Okurdaki Estetik Algı Tabakası ve Durumsal
Estetik Değer Tabakası’nı ayrı ayrı anlaşılabilir şekilde ele alalım.
Böylece eleştirmenin, okurun veya şairin bir yapıta neresinden bakması, hangi
nesnel ölçütlerle yaklaşması gerektiği konusunda az çok ortak bir anlayış
oluşturabiliriz. Bunun yanında estetik değer kavramını kısmen anlaşılabilir bir
duruma getirmek de ikinci bir sonuç olabilir diye değerlendiriyorum. El
sanatlarından dil sanatlarına kadar tüm yapıtların, insan duyuları ile
algılanabilir ve beğenilebilir özelliği bulunduğu sürece, estetik beğeni ve
eserde güzellik kavramından söz edebiliriz. Yani güzelduyunun üç tabakasını
incelediğimizde, estetik beğeniye biraz olsun nesnel bakabiliriz, diye
düşünüyorum. Şunu tekrar belirtmeliyim ki estetik katmanı, kolay söze
dökülebilen, ölçülebilen ve değerlendirilebilen bir varlık alanı değildir.
Duyusal, algısal ve yargısal bir olgudur, soyuttur, değişkeni ve çarpanı çok
fazladır.
Şiirin hedefi, en yüksek seviyede estetik değer yaratılarak okurun ruh
durumunun yüceltilmesidir. Diğer bir anlamda aklın, akılla bezenmesi; duygunun
yoğunluğunun sağlanmasıdır. Nihai ereğe uzanan yolların iyi niyet ve
güzellikler ile yine insana dönmesidir. Temelde hedef, her biçimde ve her
koşulda insandır. Genel anlamda söylersek sanatta amaç, insanda sevgi duygusunu
duyumsanır ve yaşanır biçime dönüştürmektir. Bana göre insanın iş görme yetisi,
motivasyonu, iç huzuru, doyumu, mutluluğu ve yaşam sevincinin sürekliliği;
güzellik olgusunun içinde gizlidir.
Şiirdeki estetik değer, şairin estetik kaygı ve yargısının varlık alanına taşınmasıdır;
şairin anlamlandırma ve sözü görünüşe taşıma biçimiyle ilgilidir.
Şiirdeki Estetik Değer
Tabakası
Her yapıt bünyesinde, güzelduyudan ve duyusal bir varlık alanından söz edebiliriz.
Şiirdeki anlam, anlatım, coşum, çağrışım ve ses uyumu gibi özellikler; okurda
haz doğuruyorsa bunların hoşa giden bir yanı bulunuyorsa estetik değer var
demektir. Söz konusu görünmez ve duyumsanabilir alan, birikimlerden oluşmuş
öznel algı ve iletiler düzlemini oluşturur. Şiir ile okur karşılıklı ilişkiye
girdiğinde, şiirin üzerinde; iyi, yüce, oran, simetri, güzel, uyum gibi
kavramların toplam değerini duyumsarız ki buna yapıttaki “estetik değer”
diyebiliriz.
Estetik, Platon’dan bugüne kadar çok tartışılmış, araştırılmış, değişik
çıkarımlarda bulunulmuş bir alandır. Felsefe, sosyoloji, psikoloji yanında
diğer bilimler ışığında ayrıntılı olarak incelenmeye değer bir konudur. Yapıttaki
etkisiyle insanda var olan estetik kaygının buluşması, çok yönlü düşünülmesi
gereken konular arasındadır. Estetiği anlayabilmek ve okuyabilmek için insanı, yapıta
ilişkin olguları, sanatçı ve iç dünyasını, bunun yanında zamanı ve ortamı ele
almak zorundayız.
Bu tabaka; şiirin iç beğeni dünyasını aralamaya, şiirdeki içsel
güzellikleri tanımlamaya ve şiirin beğenilme gizilgücünü düşünmeye yöneliktir.
Her yapıt, önce kendi estetik gizilgücü ile ele alınmalıdır.
Şiirde tanımladığımız katmanların her birinin, estetik katmanına doğrudan
etkisi vardır. Anlam, anlatım, ses, çağrışım, coşum, gibi şiirin temelini
oluşturan katmanların her biri, şiirin bütünlüğü içinde estetik değerin
varlığını duyumsatır. Örneğin hiç karşılaşılmamış bir anlatımın göz önüne
serdiği sarsıcı anlamsal değer, şiirin görünür yüzüne serilmiş bir estetik
kılıf gibidir. Sözün duygu değerini yansıtmak, bağdaştırma veya benzetmeyle
duyumsatmak, güzel ve albenili bir örtünün şiirin bütünü üzerine örtülmesi
gibidir.
Şiirde estetiği duyulur kılan şey; anlam, ses ve anlatımdır. Anlam, şiir
metninin bağdaşıklık özelliğinden tutarlılık özelliğine kadar kendine özgü iç
ve dış döngüsüyle bir bütünlük oluşturur. Çağrışım, coşum, anlatım ve estetik
işlev gibi metne yüklenebilecek tüm anlamsal değerler; anlam temeli üzerinde
kurulmalıdır. Özellikle bağdaştırma, sapma, benzetme gibi şiir teknikleri,
anlama yaslanma zorunluluğu vardır. İmge derinliği ve çarpıcılığı anlam
üzerinden kurulabilir ancak. Şiirsel yaratıcılık da anlam temeline yaslanmak
zorundadır. Dilin kullanımı veya düşüncenin açıklanabilmesindeki ustalık; anlamın
derinliği, çarpıcılığı ve yeniliği ile ilgili bir konudur.
İkincisi ise şiirin anlatıma yaslanmasıdır. Anlatımın; çarpıcılık,
yerindelik, şaşırtıcı ve anlamı daha güçlü kılar bir nitelik taşıması gerekir.
Zihni sarsıcı, vurucu, bütüncül, sıra dışı ve akıcı bir anlatım şiirde estetik
değeri artırır. Günümüzde yapıldığı gibi, dilin
kuralsız kullanımı dâhil her anlatım biçimi bu maksada yönelir. Her şair,
kendine özgü dil ve söz dizilimi kullanır. Bir bakıma her metin, bir şeyler
anlatmak için yazılır; şiir metni ise anlatmak dışında, okurun duygularını
inceltmek, hayranlık katsayısını artırmak, derinliklerine nüfus etmek, saf haz
doğurmak ve yaşam sevincini yüceltmek için yazılır. Çünkü okur; söylemek
isteyip dillendiremediği, duyumsayıp çözümleyemediği, yaşayıp anlam veremediği
derin duyguların anlatımını güzel dizelerin arasında bulma ve ondan yaşam
sevincine ulaşma çabasındadır. Bu durum ise coşumu ve hayranlığı doğurur ki
bunun anlamı; hayranlığın, coşumun ve arkasından hazzın gelmesidir.
Üçüncüsü ise şiirin sese yaslanmasıdır.
Özellikle duygunun ezgiye karşı duyarlılığından hareketle sesin, şiir metninde
iyi işlenmesi gerekmektedir. Ezginin, duygu üzerindeki etkisi ve anlamı
yöneltme özelliği ses katmanında incelenmiştir. Burada ses ile ilgili yalnız
şunu söylememiz yeterlidir; insanoğlunun sahip olduğu on dört çeşit duyu
içerisinde işitme duyusunun önemli bir ayrıcalığı vardır. İşitme duyusu, ses,
anlam ve anlatım ile kurulan duyusal, metafizik ve manevi dünyayı daha etkin
algılatma yeteneğine sahiptir. Diğer duyulara göre insanı daha duyarlı kılar.
Şiirsel ezgi, şiirin anlam ve duygu değerini ortaya çıkaran önemli bir
olanaktır. Duyusal, metafizik veya ruhsal dünyayı bizler, ses ve sesin
insandaki etkin gücüyle daha kolay duyumsarız. Sanal ve doğal dünyanın havasına
daha kolay gireriz. Şiir incelemelerinde üzerinde çok düşünülmeyen ezgisel
imge, insan zihninin cilasıdır.
Anlam, estetik işlevin yerine getirilmesi için ne kadar etkinse ses de
estetik işlev için o kadar önemlidir. Bir sanat yapıtının estetik değeri, şu
özelliğinden ya da bu özelliğinden oluşmuştur deme şansımız yoktur. Şiirde,
şiir diline özgü tüm özelliklerin toplamı hep birlikte estetik değeri doğurur.
Her görücüye çıkan şiir bunu esas almalıdır. Şiiri yalnızca dile, diğer bir
söyleyişle anlam ve anlatıma bağlayamayız. Aynı oranda ses ve coşuma da
yaslamak durumundayız. Çünkü İlk Çağ’dan bu yana şiir anlam, anlatım ve ses
ayağı üzerine kurularak bugüne gelmiştir.
Şiir, yalnızca anlatım ve anlam yoğunluğu üzerine kurulsa ne olur? Şiir,
insan algılarındaki beklenen duruş ve formun dışına taşıyorsa o şiir güzeldir,
yenilikçidir, estetik yaşantıyı doğurur ve zihni daha sendeletici bir duruş
sergiler. Ne var ki şiirin duyguyu güçlendiren, hareketlendiren ses
zenginliğini bir kenara koyarsak, estetik değeri artıran en güçlü özelliği göz
ardı etmiş oluruz. Anlam ve anlatım bağlamında dönüp dururuz. Bunun adı ise dil
cambazlığı olur. Şiirin bileşenlerinden herhangi birini geri plana itmenin çok
anlamlı bir yaklaşım olduğunu düşünmüyorum.
Üç temel özellikle şiirde estetik değer yaratma konusu bitmiyor. Şiirin
önemli özelliklerinden birisi de çağrışım katmanıdır. Anlamsal ve sessel imgenin
insan algısında yarattığı etki, güçlü imgelere yönelerek daha çeşitli
çağrışımlara neden olacaktır. Her çağrışım çekirdeği, ayrı anlamsal derinliği
sağlayıcı ve güzelduyu yaratıcı gizilgüç taşır. Çağrışımın niteliği ile yönü
bir çığ gibi büyür ve yeni imgelem olanaklarını beraberinde getirir.
Şiirdeki estetik değerin duyulur kılmanın önemli bileşenlerinde bir
diğeri, duyguların harekete geçiren coşumdur. Anlatım, anlam derinliği ve
derinliğin yarattığı duygu değeri, şiirde hayranlık uyandırarak okuru duygusal
bir havaya taşır. Okurun şiire bakışından önce, şiirin okuru kavraması gerekir.
Bunu sağlamanın yolu, coşum değerini yükseltmektir. Şiirde coşumu artıran en önemli şey; anlam, anlatım ve sesin ortaya
koyduğu toplam duygu değeridir.
Şiirin iki yüzü vardır; birincisi görünen yüzü, ikincisi ise görünmeyen
ama duyumsanan arka yüzü. Şairin kasten şiirde bizi götürmeye çalıştığı nesnel
varlık tabakası ile rasyonel olmayan varlık tabakasıdır bunlar. Şiirde rasyonel
olmayan alan, okurun düş dünyasını canlandıran ve duygularını belirli bir
kıvama taşıyan alandır. Şiir, elindeki gereçleriyle duygulanımı sağlar ve
estetik değer tabakasını okurun duyusal dünyasında oluşturur.
Şiirin ileti değeri, gelecekle kurduğu bağ, anlam
derinliği, ses zenginliği, yaşamsal değerlerle örtüşürlüğü gibi özellikler ise
estetik değer varlığını açıklar. Şiirden ne beklendiği okura bağlıdır. Kimi
kendini arar, kimi salt duygularına yönelir, kimi kendini bulmak ister, kimi
geçmişindeki izleri yaşamak ister, kimi de ideolojik veya dinsel kaygılarını
şiirlerde yatıştırmaya çalışır. Nasıl bir yöntem ve yaklaşım sergilenirse
sergilensin, şiirde estetik değer yaratmak öncelikle anlam derinliğine, bunun
da anlatım ve ezgiyle güçlendirilmesi temeline dayanır. Bu ne demektir?
İnsanoğlunun yaşamı tutuşunu, varlığını, gerçekliğini, mistik-metafizik dünya
ile ilişkisini ve nihai ereğini gösteren/sezdiren değerlerin temeli anlam
derinliğidir. Dolayısıyla okur kendini ve varlığının temel değerlerini, şiirde
veya yapıtta görmek ister; onları duyumsar ve daha zengin imgelem dünyasına
kanatlarını açar. Şiirsel ezgi ile bunlar desteklendiğinde artık uçuş
kaçınılmazdır. Anlam, ses ve anlatımın gücü karşısında duyguları ezen estetik
değer, şiirde oluşmuş demektir.
Özgür, özgün, evrensel ve donanımlı birey; bilimsel temellere dayalı,
sosyal kuramları içselleştirmiş, yaklaşım ve düşüncelere hiçbir önyargı ve
saplantı taşımaksızın bakabilendir. İçinde bulunduğumuz sistemler ve
yaşadığımız sosyal kurallar bile birer kurgusal kabulden ibarettir. İnançlar ve
öğretiler de buna koşuttur. Kaldı ki çağımızda hangi bilginin doğru hangi
bilginin kirli bilgi olduğu, ayırt edilemez bir biçim almıştır. Bu yüzden
şiirdeki estetik değer tabakası, yaşadığımız dünya gerçekleri arasında
görecelidir.
Estetik değer tabakasını şiir çözümlemelerinde nasıl ele almalıyız?
Şiirin ses düzenini, anlatım ve anlam katmanını daha önce masaya yatırdık ve
elimizde hazır verilerimiz vardır. Ses, kendi içinde ne kadar uyumlu ve anlam
ile ne ölçüde örtüşüyor; anlatım anlama yöneliyor mu? Sonra anlam tabakası
çağrışım ve coşumu ne ağırlıkta sağlıyor, sorusuna yanıt aramalıyız. Anlam
katmanının şiiri üst anlam tabakasına taşıma gizilgücü nedir? Çağrışım, yeni
bir anlam üretme gücüne sahip mi? Ses, anlatım ve anlam duygu değerinin,
zihinde yankısı ne kadar güçlüdür gibi sorulara yanıt aramalıyız. Anlatım, ses,
anlam, çağrışım ve coşum, hoşlanma ve haz duygusunu harekete geçiriyorsa şiirde
estetik değer tabakası güçlüdür diyebiliriz. Diğer taraftan şiiri okuduğumuzda
duygularımızın ezildiğini, duyarlılığın yükseldiğini ve zihnimizde
kovalamacanın başladığını duyumsuyorsak estetik değer varlığını daha kolay
açıklayabiliriz.
Bunların tam tersi şiir, bizi hiçliğe, şiddete veya dayatıcı bir tutuma
zorluyorsa estetik değer üretmek yerine bildiriye dönüşmüş demektir. Şiddet ve
dilsel şiddet taşıyan, saldırgan, kayırmacı, kotarmacı tutumla sürdürülen her
metin; okuru rencide eder ve şiirin amacına uygun düşmeyen bir yönde gelişir.
Şiirdeki estetik değer varlığını duyumsamak, güçlü sanatsal bilgi
altyapısına sahip olmayı, insan ile yaşamsal olgulara egemenliği ve kavramlar
arası ilişkiyi çözmüş olmayı gerektirir. Şiir, toplum algısında yer ettiği gibi
sözcüklerin yan yana getirildiği ya da dizelerin arka arkaya sıralandığı bir
metin değildir. Her söz ve her dize, okur zihnini ve duygularını tırmalar,
onların önüne düşüp yeni bir dünyaya götürür. Zihnin bütün olanaklarının
kullanıldığı bir dünyanın çıktısıdır şiir sanatı. Şairin bilincinden süzülmüştür.
Şiir yalnızca duyguların ortaya
koyduğu nesnel olay ve görüntülerle yazılmaz. Nesnel, duyusal ve gerçek ötesi
olay ve olgular zihinde tasarımlanır, bu tasarımların yansımasından doğan olgu
ve duygular dizelerde dile dökülür. Yani nesne, olay, gerçek ve gerçek dışı
olguların görünümünün insandaki anlamsal karşılığıdır sanatın özü. Sonuç olarak
şiir; olay, olgu ve onun insandaki görünümünden doğan sonuçtur. Bilinç ve bilinçaltı, insanın iç ve dış dünya
ilişkilerinden beslenir ve zihinde anlamlandırılır. Bu anlamlandırma, duygu ve
dürtüden üst bilince kadar uzanan karmaşık bir süreçtir. İşte bu sürecin
sanatta bulduğu karşılığı imgelemdir. Diğer bir söylemle insanın düş ve düşün
dünyasıdır bu. Şiirde estetik değeri ele alıyorsak imgelem dünyasının
ayrıntılarına estetik bilimi açısından göz atmamız gerekir. Ancak ben burada
çok ayrıntıya girmeyeceğim. İmgelem dünyasının gerisindeki estetik olgu ayrı
bir inceleme konusu olmalıdır.
Sonuç olarak şiirdeki estetik değer tabakası, şiirin içsel sorunudur.
Şairin işidir ve şairin imgelem dünyası ile ilgilidir. Şair, şiir ve okur
ilişkisini anlam, anlatım ve ses katmanlarında ne kadar güçlü kurabiliyorsa
şiir o kadar sanatsal, o kadar şiirsel ve o kadar estetik değer açısından güçlü
demektir.
Çağımızda kurulu modern
sistemler, aydın olduğunu varsayan insanları kendine bağımlı kılmakta, istediği
kıvama getirmekte, gereklerini dikte etmekte, bireysel estetik algı ve estetik
yargıyı yavaş yavaş olumsuz yönde dönüştürmektedir. Bu durum, yaşadığımız çağın
en büyük ve alt edilemez sorunlarından biridir.
Okurdaki Estetik Algı
Tabakası
Okurun düş ve duygu durumunu hazırlayarak onu daha renkli ve daha yaşanabilir
bir evren algısına doğru yürüyüşe çıkarmak için, şiirdeki lirik ve içtenlikli
söylemler ilk çağdan beri kullanılagelmiştir. İnsan bilgi altyapısı, algısı ve
yargısı; sürekli gelişim gösteren bir gerçektir. Hatta yaşa, zamana,
yaşadığımız ortama bağlı olarak büyük oranda değişiklik göstermesi, günlük
yaşamda gözlediğimiz olaylardır. Beğeni sözcüğü ile tanımlamaya çalıştığımız
olgu; izleyicisinin şiir, resim gibi bir yapıt karşısında aldığı olumlu
tutumdur. Burada olumlu tutum olarak söylemekteki kastım, insanda zaten var
olan estetik kaygının bir şiir veya bir sanat eseri karşısında istemsiz
başlayan hoşlanma durumudur. Estetik tavır dediğimiz durumun oluşmasıdır.
Estetik algıyı incelemeye başlamadan önce, bu incelemeyi sübjektif
kabuller üzerinden yapmak zorunda olduğumuzu belirtmeliyim. Sanat yapıtında
bulunan estetik değer, kısmen objektif ölçütlere dayandırılabilir. Her yapıtın
kendi ölçütlerine göre estetik değeri hakkında yorum yapılabilir. Bunun tam
tersi, insandaki estetik değer yargısı; bilgi birikimi, yaşam stili, inanç,
yararlılık ve refah, psikoloji, sosyoloji gibi daha pek çok değişkenin sonucuna
bağlıdır. En önemlisi de insanın duygu durumu ile ilgili bir konudur. Yapıt,
izleyicisi varsa bir anlam taşır, aynı şekilde şiir de okuru varsa…
Sanatçının düşün ve yapıtlarıyla yarattığı estetik değer ve insandaki
estetik kaygı, farklı biçimlerde ve dolaylı yöntemlerle şiir ve sanat
incelemelerinde ele alınmaktadır. Sanatçının doğurduğu estetik değer derken
şunu demek istiyorum: Şairin dünya görüşü, yaşam algısı, yapıtları ve topluma
karşı duyarlılığı gibi tutum ve davranışlarının toplum veya izleyiciler
tarafından beğenilmesi, saygıya değer bulunmasıdır. O, okurlarında tanınırlık,
güvenirlik estetik altyapı ve şiire ilişkin altbilgi hazırlamış demektir.
Örneğin, şiir denince bir Nâzım gerçeği vardır. Nâzım ismi bile bir şiirin
estetik değer yargısı için önemli bir çıkış noktasıdır. Sanatın sıkı
takipçileri olsun az çok sanatla ilgili olanlar olsun herkes, adı belli
kişilerin yaptığı sanata dönüp bakma gereği duyar. Okur, ortamın gerekleri ve
çevreden aldığı izlenimlerden çıkarımda bulunarak iyi bir davranış sergilediği,
estetik bir haz duyacağı veya yapıtta kendini göreceği konusunda ikna olmuştur.
Bu durum, şiirle iletişimin başlaması için olumlu duygudur ve önemli bir
kolaylıktır.
Toplum beğeni kültürü, Darwin’in doğal ayıklama yöntemi mantığının
benzeri bir şekilde işler ve şaşmaz bir toplumsal yetenektir. Kötü şiiri, iyi
şiirden kolaylıkla ayıklama eğilimindedir ve kolay kolay seçilim doğruluğunda
yanılmaz. Durun! Bu yaklaşımın doğruluğunu kabul etmiş olursak, sonradan
oluşmuş ve dönüşüme uğramış ölçütleri atlamış oluruz. Keşke öyle olsaydı ve
işin içine yapay katkılar girmeseydi! Beğeni kültürünün değişime ve dönüşüme
uğrayabileceğini; güçlü, yönetme, yönlendirme ve ekonomik olanakları yerinde
olan kişi ya da anlayışın emrine uygun davranış gösterme zayıflığını
gösterebileceğini; düşünmek zorunda kalmasaydık.
İnsanın seçiminin değiştirilmesi, olayları görme, görüntüleme açısının
değiştirilmesi, dikkatin başka bir noktaya yoğunlaştırarak asıl olayın
perdelenmesi gibi girişimler, genel anlamda algı güdülemesi deyimine karşılık
gelir. Algı yönetimi, algı güdülemesi ve psikolojik güdümleme gibi
tanımlamaları, çok kez duyarız. Estetik algı veya estetik yargıyla ne gibi
ilişkisi olabilir bu terimlerin? Estetik katmanını incelerken “algı yönetimi,
algı güdülemesi ve psikolojik güdümleme” terimlerinden söz etmek gerekir diye
düşünüyorum. Bakıldığında önemli bir iş başarmamış, sanat yapıtı ortaya koyup
koymadığı tartışılır şair, yazar vb. pek çok kişi; sahip olduğu magazin
olanaklarını kullanarak bazı makamlara oturtulmuştur. Toplum karşısında magazin
gibi görünen bu ve buna benzer olaylar, bilinçli bir algı yönetimi, algı güdümü
ve psikolojik güdümleme işi ile doğrudan ilişkilidir. Başka bir deyimle,
toplumun beğeni kültüründe, seçim ve tercihlerinde istenilen yönde dönüşümü
sağlama girişimidir.
Sanatçılar veya sanat eleştirmenleri, egolarına bağlı
olarak öğreti, inanç, öğrenilmişlik ve önyargı zinciri altındaysa, diğer bir
deyişle zihinleri bazı edinilmiş kalıplardan dolayı baskı altındaysa estetik
kaygı, başka kaygıların etkisinde kalır. Bu duru, estetik kaygıdan dayatmacılık
ve yararcılık kaygısına evrilir ki sanat dünyasında yaşanagelen ve bugün
yaşadığımız en geçerli tutumdur. Önemli bir sorunla karşı karşıyayız
demektir.
Sanatçı dediğimiz bir kısım kişiler, sözde yapıtlarıyla bir şeyler
dayatmaya, öğretmeye, tercihini değiştirmeye yönelik hedef kitlesini ileti
bombardımanına tutmaktadır. Bu sanatta yaklaşım olarak yanlıştır. Estetik kaygı
yaratmanın temelinde, öncelikle sanatçının tutumu yatar. Tarafsız, yargısız ve
estetik olmak zorundadır. Ne kadar güzel nesne üretirse üretsin, nesnedeki
iletileri; inanç, öğreti, ırkçılık, şiddet gibi konuları bir diğerinin
bilincine aktarma amacı güdüyorsa ne estetik kaygıdan ne de sanatsal içerikten söz
edilebilir. Bu düpedüz algı yönetimi, propaganda tekniği, psikolojik güdümleme
ve kısaca bilinen ismiyle bir algı güdümü eylemidir. İnsanı ve duygularını
gereken duyarlılığa taşımak için tarafsız, dürüst, algı yönetimine başvurmadan
olgunlaştırmamız gereğine inanan bir kişiyim. Şiirde okuru yöneltmeye, okura
inanç ve öğreti kabullerinizi dayatmaya kalktığınızda, okur şiirden haz almaya
değil; sizi sorgulamaya yönelecektir. Bu durum, sanatla misyonerlik ya da
sanatla propaganda arasındaki karşılıklı ilişkiyi göz önüne getirecektir.
Ayrıca sanat, özgürlük kavramından anladığımız kadar özgür; sanatçıysa
önyargı ve bilinçaltı güdülerini ehlileştirebildiği kadar özgündür. Zekâ,
önyargı, inanmışlık gibi durumlarda sanatsal anlamda yeni görme ve duyma
biçimlerine yönelemez. Artalan bilgisi dediğimiz, bilinç ve bilinçaltına
saplanmış mutlak kabulleri kırmak kolay değildir. Sanatın en büyük düşmanı bu
tür ön kabullerdir. Bir anlamda yaratıcılığın önündeki en güçlü engellerdir.
Esasında bu durum, estetik dediğimiz olgunun önünde duran en çetin hastalıktır.
Okurdaki estetik algı ya da estetik değer yargısı, kişinin yaşam koşulları
ve bilgi birikimiyle çok yakından ilişkilidir. Her insan şiir sevmez, bazı
insanlar öykü okumuyor olabilir, iyi bir tablo bazı insanlar için bir anlam içermeyebilir.
Bu noktada önemli bir konuyu vurgulamak istiyorum. Küçük yaşlarda sanat eğitimi
alınsın ve okullarda sanat eğitimi artırılsın diyoruz. İşte burada anlatılmak
istenen şey şudur; sanat duygu olumlama, sevgi ve duygu güçlendirme
yöntemlerinin başında gelir. Sanat etkinlikleri sevme duygusunun
ilköğretimidir. Bunun yanında insan davranışlarını pozitif olarak yönlendirme
ve yönetme gücüne sahiptir. Estetik değer yargısı da eğitim ve dünyaya bakış
açısıyla doğru orantılıdır.
Psikolojik estetiğin kurucusu Theodor Lipps’i referans vererek bakın
İsmail Tunalı ne diyor: “Bir sanat
yapıtı, kendi kendimizden, kendi etkinliğimizden haz duymak için bir aracıdır.
Önemli olan estetik obje yani sanat yapıtı değildir, tersine, önemli olan,
bizim etkinliğimiz, duygularımız ve duyduğumuz hazdır. Buna göre, estetik
araştırmanın ağırlık merkezi estetik obje değil de estetik etkinlik ve duyguda
bulunur.”
Konumuz okurdaki estetik algıysa ele almamız gereken en önemli durum, sanat eğitimidir. Sanat eğitimi
derken, orta ve lisans düzeyindeki profesyonel sanat eğitim kurumlarının
verdiği eğitimden söz etmiyorum. Çocukların ve gençlerin erken yaşlardan başlayarak,
estetik kaygısını ve estetik duyarlılığını güçlendirecek yaygın sanat eğitim ortamından
söz ediyorum. Başka bir deyişle her yer ve zamanda, aile dâhil bütün eğitim ve
öğretim kurumlarında, sanatsal eğilime yönelten, estetik kaygıyı tetikleyen ve
estetik duyarlılığı artıran eğitim örgütlenmesini öneriyorum. Gerçek anlamda
sanat eğitimi alan, estetik kaygısı güçlendirilen kişinin; şiddet gibi
yöntemlere, suç ya da ahlâksal olmayan tutum ve davranışlara başvurmasının yok
denecek kadar az olduğunu istatistiklere gerek kalmadan söyleyebiliriz. Sürekli
tanık olduğumuz gibi eğitimli insan davranışları buna en yakın örnektir.
Çocukların erken yaşlarda sanatla ilişki kurabileceği; oyun, eğitim ve öğretim
ortamları oluşturulmalıdır. O zaman estetik kaygı ve estetik duyarlılık daha
etkin ve olumlu yönde gelişecektir. Böyle ortamda büyüyen çocuklar, gerçeklikle
ilişkilerini daha kolay kuracaklar, yaşamın gerekleriyle daha naif ve kolay baş
etme yeteneği kazanacaklardır.
Şairin, insan üzerinde estetik kaygı doğuracak yaratıcı ve asimetrik görüşleri
olmak zorundadır. Örneğin şair, öncelikle ortaya koyduğu yapıt açısından
tanınırlık kazanır. Bundan sonra, sürekliliği ve kalıcılığı, görüşünün
tutarlılığı ve kabul edilebilirliği, bunların ötesinde ise geleceğin olgularını
ortaya koyabilirliği, duygulara kılavuzluk edebilirliği ile anlam kazanır. Bu
tanıma uyan sanatçılar, sanat izleyicileri üzerinde olumlu bir hava oluşturmuş,
kendi alanında kanaat önderi konumuna yükselmiştir. İzleyicilerde estetik
kaygı, saygı ve güven duygusunu oluşturmuştur.
Beğenmek eylemine diğer bir açıdan bakalım: Beğeni kültürünün, insan algı
dünyasının renk ve kodları ile doğrudan ilgili olduğunu düşünüyorum. Baktığımız
bir nesnenin, güzel veya güzel olmama durumu duygu ile bağıntılıdır; aynı
zamanda algıyı sağlayan bilgi ve kodların da önemli payının olduğunu kendi
davranışlarımızdan söyleyebiliriz. Aslında, algı güdülemesi deyiminin altında
yatan gerçek, eğilimin ve beğeninin değiştirilebileceğinin çok açık kanıtıdır. Çünkü beğeni, çok ölçütlü bir insan eylemidir;
kişinin yaşamında eriştiği, yaşadığı, özlediği, öğrendiği ve gördüğü tüm
bilgilerin rol oynadığı zihinsel bir sonuçtur. Bu sanat eseri “güzel” veya “çok güzel” derken,
sözcüklerin satır gerisinde yılların birikmiş renk skalası ve yaşanmış olay
izlerinin birer özet görüntüsü yatmaktadır. Ne yaparsak yapalım beğeni
kavramını, insanın yaşamında öğrendikleri ve bizzat izlediklerinin dışında
tutamayız, düşünemeyiz. Beğeniyi doğuracak bilgi ve duyusal ortamın tahmin
edilmesi, diğer bir söylemle “beğeni yönetimi” bu bilgilerden sonra daha
kolaydır. Şair kendi beğenisini oluşturur diye bir yaklaşım vardır şiir
söylemlerinde. Doğrudur. İnsan ne kadar yönlendirilmeye hazırsa toplum beğenisi
de aynı oranda yönetilmeye hazırdır.
“Beğeni yönetimi” diye bir tamlama kullandım. Daha önce kullanılmış
mıdır? Karşılaşmadım. İyi bir tamlama olduğunu düşünüyorum. Beğeni yönetimi,
dünyanın her alanında faaliyet gösteren önemli bir sektörün varlığını ortaya
koyar. Bu sektör “reklam sektörü”dür. Reklam sektörü ne iş yapar, yalnızca ürün
mü tanıtır? Yoksa asıl işlevi, beğeni ortamının oluşturulması, beğeninin
sağlanması mıdır? Eğer reklâm işine başlangıçta daha profesyonel yaklaşılsaydı
öyle sanıyorum ki reklamın Türkçe isim karşılığı anlamsal olarak beğeni
yönetimi olurdu. Bana kalırsa reklâm, beğeni yönetimine hizmet eden bir
etkinliktir ve lisans seviyesinde örgün eğitim gerektiren bilimsel bir alandır.
Aynı zamanda reklâm, sanat dünyasında en geçerli, en ucuz ve en etkili bir
yöntemdir.
Karşı olduğum bir noktaya dönmek
istiyorum. Özellikle batı kaynaklı referansların sorgusuzca alınarak
işlendiğine, kendi kültür varlıklarımızın küçümsendiğine, bunları sorgulamanın
bile saygınlık kaybı olduğuna; ne yazık ki hâlâ tanık oluyoruz. Psikolojinin
alanına delilsiz girmek istemem ama çok açık olduğu için yineliyorum. Her yapıtın
temelinde sanatçının kendine güveni yatar; bu özgünlüğün temel gerekliliğidir.
Gerçek sanatçı, birilerinin kabulü, yorumu ve çıkarımı üzerinde yürümemeli; birilerinin ürettiği düşün bütünlüğünü
sırtına giyinerek ortaya çıkmamalı; kendi özgün düşüncesi ve vargıları
üstünde yürümelidir. Başka bir şekilde söylemek gerekirse gerçek sanatçı; insan
beynini hapseden inanç, öğreti, doktrin gibi önyargı, saplantı, teslimiyet,
tecrit ve alışılmış tutumlara bel bağlamamalıdır. Benim tanımlamaya çalıştığım
sanat yaklaşımı ve sanatçı ruhu, mükemmelin mükemmelini bulgulamaya çalışan
insan odaklı bir durumdur. Mazlum ya da egemeni, egemen kılma çabasıyla ne
sanatın ne de sanatçının işi olmaz, diye düşünüyorum. Çünkü sanatın da
sanatçının da işi, akıl ve duygu bilemektir; sevgiye ulaşmak ve bu sayede aklın
evrimini hızlandırmaktır. Beyinsel işlemlerin evrimini hızlandırmaktır. Sonuç
olarak insanın nihai ereğine ilişkin yaşamsal sevinci doğurmaktır.
Okurdaki estetik algı tabakasını incelerken daha çok neden sanatçı
tutumlarına yer verdim? Bu soruyu sormakta haklısınız. Çünkü sanatçı da bir
izleyicidir hem de bilinçli izleyicidir. Toplumun ayrıştırılamaz birer üyesidir
ve okurdaki tutum ve davranış kodlarını okumak için örnek modeldir.
Konumuza dönersek genel anlamda insan güzeli arar, güzele ihtiyaç duyar,
mutluluk ve huzuru güzellikte bulacağına inanır. Güzellik kaygısı aynı zamanda
dürtü ve güdülerin yönlendirdiği bir gerçektir. İnsan güzele karşı her zaman
meyillidir; güdülerinde güzele, daha güzele kavuşmak yatar. Bunun adına da
“estetik kaygı” denir. Yani insanda estetik algı ve değer yargısı hep vardır.
Beyninin çalışma şekli, bilgi altyapısı ve çeşitliliğine bağlı olarak haz alıp
almama durumu değişiklik gösterir.
Beğeni kültürü, aslında dünya algımızı ve yaşamı nasıl okuduğumuzu
tanımlar. Günümüzde hayran olmak, haz almak, sanatı anlamak gibi konular bir
yana, sanatçı bilinirliğinden kendine pay çıkarma girişimi daha baskındır.
Aslına bakarsanız, konumuz bu ve buna benzer yozlaşmış toplum ve birey
davranışları değildir. Okurdaki estetik algı ve estetik değer yargısı, akli
melekeleri gelişmiş her insanda doğal olarak vardır. Az veya yoğun olması, onun
eğitimi ve zihinsel dünyası ile ilgilidir. Ancak, bizi ilgilendiren kısmı,
estetik algı ve estetik değer yargısı, nasıl ve hangi durumlara koşut olarak
dönüştürülebilir, azaltılabilir ya da yoğunlaştırılabilir? İşte bu nokta,
tartışmalıdır ve çok boyutludur.
Küçük bir örnekle bu konuyu kapatalım.
(….)
Varalım mı doğduğum
günlere yalın yapıldak
Anamın yalan katılmamış
katmerlerini özledim.
Belleğimde toynak
izleri, değdikçe tenime
Çocuk olmaktır
küsülmüşlük, çocukluğumu sevdim
Kurulmamış merdivenler,
ikişer tırmanmayı özledim.
Haziran 2015 Kızılbörüklü/MİHALICÇIK, “Bir Damla Suda Halkalar” kitabından
Okurda var olan estetik kaygıyı artırmanın en
kolay yolu, belleğindeki izlere dokunmaktır. Duyuların en duyarlı olduğu,
duyguların en hassas olduğu alanlar, yaşanmışlıkların bellekte bıraktığı
tattır, özlemdir. Bunun gibi insanın duyarlılığını ve duygu durumunu
değiştirebilen daha pek çok durum vardır. İşte lirizm dediğimiz olgunun
doğurulması için, şairin bu alanları bulup görünüşe taşıması, okurda hayranlık
uyandıracak anlam derinliği ve anlatım ile ses dengesini kurması şiirin
temelinde, daha doğrusu sanatın temelinde yatan gerçekliktir.
Bitirirken, özet olarak şunu söylemeliyim: Estetik algı ve estetik değer yargısı, insanın yaşamsal algıları ile
bir bütündür ve her insan zihni bu algı ve yargı için hazırdır. Şairin, okurda hazır olan bu estetik algı ve
yargıyı, doğru harekete geçirmesi ve uygun yönetmesi gerekir. Şöyle bir
çıkarım vardır; şair kendi beğenisini kendisi oluşturur. Sözün özü, şair kendi
beğenisini kurar, yayar; bunu yaparken okur dünyasının renklerinden yararlanır.
Okurdaki estetik algı ve estetik değer yargısı, şairi bağlayan bir konu
olmamakla birlikte göz ardı edemeyeceği bir durumdur. Her yapıt, okuru ve
alıcısıyla vardır. Bütün sanat etkinlikleri, sanat için değildir; insanda sevgi
ve yaşam sevinç doğurmak içindir. İnsanı saygıyla kucaklamak zorundadır. İnsanı
sevecektir, düşündürecektir, sendeletecektir, gıdıklayacaktır, güldürecektir,
ağlatacaktır, üzecektir. Bunları yaparken dayatıcı bir tavır yerine kucaklayıcı
ve sarsıcı bir tavır takınmak zorundadır. Bu durum, sanatçının özgürlüğünü
elinden almak değildir; estetik tavrı doğurmak ve estetik yaşantıyı geleceğe
taşımak için gözetmek zorunda olduğu gerekliliktir.
Sözün özü, okurdaki estetik algı ve estetik değer yargısı, sanatsal
etkinliklerin varlığı için kilit bir durumdur. Öyle olmasaydı, salt yarar
sağlamak için sanatsal etkinliklere doğru gidiş olurdu ki günümüzdeki
fabrikasyon seri üretimler buna karşılık gelirdi. Sanat ve şiir insan içindir;
insan varsa vardır, insan beğenisi kadar anlam taşır.
Şiir, insandaki estetik algı ve estetik değer yargısını gıdıklayabildiği
kadar, duygularını ve zihnini estetik katmana taşıyabildiği kadar şiirdir.
Şair, dilini insan anlağını sendeletecek şekilde kullanabildiği oranda estetik
kaygıyı tetikler. Kısacası, şiir insan için olduğu kadar şiirdir. Bugünün
zihinsel gücü ve insanının tutum ve davranışları, dayatmalara, saplama
kurnazlıklara pay vermez. Şiir ne kadar şiirse, şair de şiir gibi olmalıdır.
“Şiir gibi kadın” deyimini çokça kullanırız; ben bu deyimden, en güzel,
entelektüel, mükemmel ana, yaşamın devamı için tüm özelliklere sahip dünya
harikası kadın anlıyorum. “Şair de şiir gibi olmalıdır.” sözünün yorumunu da
sizlere bırakıyorum.
Kısaca şöyle diyebiliriz: Şiirin iç sesi ile okurun iç sesi karşı karşıya
geldiğinde okurda derin duygulanma diye bilinen duygu durumunun başlamasıdır
estetik yargı. Ortada bir yargı varsa bu yargının kararını etkileyen bazı
deliller arka planda olmak zorundadır.
Şiir çözümlemelerinde okurdaki estetik algı ve estetik değer yargı
varlığını nasıl tanımlayacağız? Bu sorunun yanıtı ise biraz ayrıntı isteyen bir
konudur. Şöyle ki: Şiir okurunun genel sosyolojik ve psikolojik durumu, şiiri
algı derecesi; şirin ses, coşum ve çağrışımının üzerinde yarattığı etki;
beklentiler ve hedef kitle beğenisini oluşturan genel eğilimlere ilişkin
eleştirmenlerin değer yargılarını; esas alabiliriz. Bununla birlikte,
“Çözümleyeceğimiz şiir bir bireyde ne gibi estetik kaygı uyandırır, estetik
algı ve estetik değer yargısına ne derece seslenir?” sorusuna yanıt aramalıyız.
Okurdaki estetik algı ve estetik
değer yargısı, durağan değildir, dinamik ve çok değişkenli bir süreçtir.
Çağımızdaki kurulu modern sistemler, aydın olduğunu varsayan insanları bile
kendine bağımlı kılmakta, istediği kıvama getirmekte, gereklerini dikte
etmekte, bireysel estetik algı ve estetik yargıyı yavaş yavaş olumsuz yönde
dönüştürmektedir. Bu durum, yaşadığımız çağın en büyük ve alt edilemez
sorunlarından biridir. İşte bu nedenle okurdaki estetik değer algısı ve estetik
değer yargısı, üzerinde çalışılması gereken önemli bir bileşendir.
Estetik kaygıya başka açıdan bakmayı deneyelim. Estetik kaygıyı
deneyimsel ve mantıki olarak ele aldığımızda, toplumsal ve bireysel olguların
başat etken olduğu dünya algısı ile estetik kaygının doğrudan ilişkili olduğu
ortaya çıkıyor. Estetik biliminde “yarar” kavramı incelemelere dâhil edilmez.
Çünkü estetik, salt estetik olarak görünen varlık alanında değerlendirilir.
Oysa toplumsal eğilim ve yönelimlerden sonuca gidersek insandaki estetik kaygı,
yarar kavramı ile doğrudan ilişkilidir. Bunları söylerken estetiğin temel
kuramı ile çelişiyor olsak bile, estetik kaygının zihinlerde aldığı görünüm
bunu doğruluyor. Ne yaparsak yapalım estetik kaygının doğurulması, yine bir
nesnel duruma dayanmak ve bir yarar kaygısına yaslanmak zorunda olduğu sonucuna
ulaşılıyor. Bu nedenle insanda doğuştan var olan estetik kaygı bilenmeli,
tetiklenmeli ve güncel verilerle donatılmalıdır. İşte az ya da çok insanda
doğuştan var olan estetik kaygı, eğitim ve estetik değer taşıyan yapıtlarla
dönüştürülebilir, geliştirilebilir ve sanata karşı olumlu bir ortam
oluşturulabilir. Kısaca söylemek gerekirse beğeni kültürü dönüştürülebilir ve
geliştirilebilir bir çalışma alanıdır.
Şiir çözümlemede üzerinde önemle duracağımız konu, şiirin diğer
katmanlarla oluşturduğu estetik değerin, okurun estetik kaygısı ile ne derecede
örtüştüğüdür. İlk yapacağımız iş, okurda derin duygulanım dediğimiz durum ile
onda hayranlık doğuran duyusal eylemin ne oranda gerçekleştiğini okumaktır.
Eleştirmen ve sanatçı, aynı zamanda iyi bir okurdur, bu gibi durumların toplum
ve insan düşüncesinde ne kadar yoğunlukta oluşageldiğini sezebilme yetisine
ulaşmıştır. Daha nesnel ölçüt arıyorsak eğer, ses ve dil olarak farkındalık
yaratan, zihinde sarsıntıya neden olan, anlam bakımından okuru derinlere
götüren, duyarlılık ve yoğun duygu durumlarını betimleyen kullanımlar gibi
estetik kaygıyı uyarıcı konular karşısında okurun tavırlarını ele alabiliriz.
Bu kullanımların ve şiirdeki iç sesin, insanın estetik değer yargısında nasıl
rol alacağı ve nasıl bir devinim sağlayacağı yüksek doğrulukla tespit
edilebilir, diye düşünüyorum.
Sonuç olarak şunu söylemeliyiz: Estetik değer algısı, kişinin yaşamsal
değerleri ile kültürel birikimine bağımlıdır. Güzeli görme ve onu anlamlandırıp
estetik tavır geliştirme sürecidir. Estetik kaygı ise insanda doğuştan az ya da
çok var olan duygu durumudur; ancak bilgi, kültür ve deneyim gibi yaşamın
nitelik ve niceliği ile sonradan yapılandırılır. Öyleyse okurdaki estetik değer
algısı, kişi ve toplum bilincine göre göreceli bir kavramdır.
İçinde
bulunduğumuz doyumsuz sistem; doyumsuz ve bilgili insanlarını; kendine bağımlı
kıldığını, istediği kıvama getirdiğini, dikte ettirdiğini ve bireysel estetik
algı ve estetik yargısını yavaş yavaş olumsuz yönde dönüştürdüğünü; net olarak
görebiliyoruz. Bu çağımızın en büyük sorunlarından biridir.
Durumsal Estetik Değer Tabakası
Tahsin Yücel, Eleştiri
Kuramları kitabında olgucu eleştiriyi incelerken Mme De Stael’den bir alıntı
yapar. “Mme De Stael’e göre, bir halkın düşünce ve duygularını ortak yaşamı
belirler her zaman, bu ortak yaşam da söz konusu halkın yaşadığı yerin
iklimine, bağlı olduğu siyasal kurumlara, dine ve yasalara bağlıdır. Bu
belirleyici koşullar değişecek olursa halkın yazınının da değişmesi gerekir” demektedir.
Şiirin estetik değer tabakası ve okurun estetik algı tabakası ayrı ayrı
incelenmektedir. Mme De Stael ‘in dediklerini dikkate alırsak, bu iki tabakaya
mutlak etkisi olan ortam, coğrafya, teknik, zaman, kültür ve bilgi birikimi
gibi etkenleri ayrıca estetik incelemelere dahil etmemiz gerekir. Şair, şiir ve
okur; doğduğu ortamın karakterini, kültür değerlerini, duygu ve yargılarını
taşımak zorundadır. Beğeni kültürü, çağın ve ortamın kültür değerleri ve bilgi
birikimiyle doğru orantılı gelişir ve dönüşür. Beğeni kültürü, yapıt gibi uzam
ve zaman içinde bir evrime tabidir. Bu yüzden şair, şiir ve okurun doğduğu
ortam, kültür ve zaman, beğeniyi mutlaka etkileyecektir; olumlu veya olumsuz
dönüşüme sokacaktır. Çünkü estetik kaygı doğal olarak insanda var olan bir
duygudur; iklim, kültür, uzam, bilgi ve zaman gibi etkenlere bağlı olarak
yeniden yapılanır, öğrenilir ve biçimlenir. Kültür, dil, doğal koşullar, yapay
koşullar, inançsal ve ahlaki kabuller, ister istemez yaşam biçiminden yapıtın
biçemine, sanatsal yönelimden beğeni kültürüne kadar pek çok şeyi
etkileyecektir.
Zaman, uzam ve ortam ile
kültürel birikim; şiirin öz, içerik, biçim ve biçeminde, önemli etkendir. Aynı
şekilde insanın estetik algı ve estetik yargısındaki dönüşüm bu etkenlere
bağımlıdır. Dolayısıyla estetik değer dediğimiz duygusal görünme biçimi;
dinamik bir sürece, zaman, uzam, kültür ve insanın evrimsel sezgisine koşut
değer alır.
Şiirin duyusal görünme
biçimi, -ki buna estetik değer diyoruz- sosyolojik, psikolojik, fizyolojik
olgular ile yaşamsal ve toplumsal olguların yapılandırdığı bir alandır. Diğer
bir söyleyişle, sosyolojik, psikolojik, fizyolojik ve toplumsal olgular ile çevresel
etkenler; sanatçı ve sanat üzerinde değişim yaratma gizilgücüne sahiptir. Bu
nedenle, şiirin doğumunda temel olan etkenler ile şairi etkileyen; uzam, kültür
ve zamanın ayrıca estetik incelemelerinde ele alınması gerekir. Sanatsal
yaratıların temelinde yatan düşünsel ve duyusal olgular; zaman, ortam ve
kültürel değerlerden beslenirler. Estetik yaşantıyı, başka bir söylemle estetik
algı ve değer yargısını, bu açıdan ayrıca ele almalıyız diye düşünüyorum.
Bu kitapta, şiiri etkileyen,
okur ve şairin düşünsel ve duyusal dünyasının oluşumunda etken olan durumların
(ortam, uzam, coğrafya, teknik, zaman, eğitim, kültür ve bilgi birikimi gibi)
ortaya koyduğu toplam estetik değer ve estetik algıya; Durumsal Estetik Değer
Tabakası diyeceğim. Şiir, şair, ortam ve zaman gibi kavramların estetik duygusu
üzerine etkisini ele aldığımızda, üçüncü bir tabaka olarak böyle bir incelemenin
yapılmasına gereksinim vardır.
İnsandaki haz duygusu, biraz
da ortama bağlı bir ruh durumudur. Şiiri yazdıran imgelem, yine ortamdaki
değerlerin, algı biçiminin ve artalan bilgisinin bir ürünüdür. Durumsal Estetik
Değer Tabakası, hali hazırda içinde yaşadığımız zaman, coğrafya, sosyal ve
sanatsal ortamın insan ve şiir üzerindeki etkisinin isimlendirilmesidir.
Kültür varlıkları, dil, düşünce,
toplumsal ve çevresel etkenler ve teknolojik ögeler; şiirin üzerinde ayrı bir
estetik değer yaratma gizilgücüne sahiptir. Tahta baskı resim yerine,
bilgisayar görseli daha ayrı bir değer yaratabilir. Bu teknolojik bir ortamdır.
Bunun yanında karasal iklimde, tropikal iklimde veya deniz kıyısında yaşayan
insanın beğeni kültürü ve var edilen kültür varlıkları arasında farklılıklar
olacaktır. Ortam, zaman ve kültür gibi etkenler ister istemez hem yapıttaki
estetik değeri hem de insan beğenisini, yani estetik algısını etkiler.
Dolayısıyla insanın algı ve yargıları ile yazdığı şiir, ürettiği sanat bu
bağlamda şekillenmek zorundadır.
Okur ve şairin estetik değer
algı ve yargısı, değişik etmenlerle değiştirilebilir. Uzam ve zamanın şiirde
yarattığı estetik değer de gelişime ve dönüşüme bağlı olarak değişebilir.
Güzellik ve güzeli görme ilişkisi, algı ve kullanılabilir gereçle ilgili
olduğudur. Aynı zamanda güzeli yaratanın da uzam ve ortamla ilişkili olduğudur.
Fransız Düşünürü Hyppolite Taine (1828-1921)’in Ortam Kuramı (Milieu Kuramı), söz
ettiğim konuyu açıklamak için yardımcı olacağı kanısındayım. Durumsal Estetik
Değer Tabakasının anlaşılması için incelenmesi gereken önemli bir kuram
olduğunu değerlendiriyorum.
Toplumların ürettiği kültür
varlıkları, bazı durumlar dışında söz varlıklarıyla koşuttur. Kültür varlıkları
derken, soyut ve somut üretilmiş, tasarımlanmış ve insan anlağında tanımlanmış,
tüm varlıklardan söz ediyorum. Üretilmiş soyut ve somut her varlığın göstereni,
dünyanın neresinde üretilirse üretilsin, gelişmiş dillerde söz varlığı olarak vardır
ya da henüz dillerine girmemişse başka şekilde anlatılmaktadır. Soyut olsun,
somut olsun, fiziksel olsun, sanal olsun, her tür tasarım ve kültür varlığı;
insan anlağında bir gösterilen olarak öğrenildiğinde imgelemde beden bulur.
İnsanın yaşadığı çevresel koşullar, insan önüne değişik seçenekler sunar ve
bunlardan size en yakın geleni seçmek durumunda kalırsınız. Biz biliyoruz ki
önümüze konan seçenekler arasından iyi ve güzel olanı kendi özgür istencimizle seçip,
beğenip haz duyuyoruz. Keşke öyle olsaydı! Dünya ne kadar güzel ve özgür
olurdu!
İnsan sosyal varlıktır. Kendi
özgür istencini kullanabilir, doğru. Ancak her insan değil. Bilgi, algı,
düşünme, anlama ve açıklama edimiyle duygu salınımı oturmuş insan; özgür istencini
kullanabilir. Üzüm üzüme bakarak kararan insan değil. Midesinden bağımlı duruma
dönüştürülmüş, sekiz saat mesaiye bağımlı, reklâm, dizi, öğretiler gibi algı
dönüştürme ortamında sıkıştırılmış okumayan bir insan, gerçekten özgür istencini
kullanmakta mıdır? İstanbul’un hava kirliliği, gürültüsü ve trafiğinin içinde
bir insan gerçekten özgür müdür? Zorunlu mudur? Yoksa yaşamak için, sistemin
ürettiği tehlikelerden mi kurtulmaya çalışmaktadır?
Ortam, çevre ve insanlar
arası sosyal etkileşim gereği, estetik algı ve estetik değer yargısı farklılık
gösterir. Kısa zamanda olmasa bile uzun yıllar sonra bu değişebilir,
dönüşebilir. Eğitim seviyesi, kültürel birikimi gibi etkenler ile estetik algı
ve estetik değer yargısı az ya da çok yüksek olabilir. Buna Prof. Dr. İsmail
Tunalı Estetik Beğeni kitabında, “beğenide görecelilik” diyor. Şiirde
veya herhangi bir yapıtta, estetik katmanı somut ve mutlak sonuçlar doğurmaz.
Çünkü estetik katmanı içinde var olan verilerin büyük bir çoğunluğu sübjektif
ve insan algısına bağımlı bir durumdur. Nesnel ya da duyusal güzelliğin değeri,
biraz da kültürel birikimle doğru orantılıdır.
Her sanat yapıtında olduğu
gibi her şiirin doğduğu bir kültür ortamı vardır. Kendine özgü havası, dili,
iklimi, zaman ve yer gibi doğum ve gelişimine etki eden içsel ve dışsal
koşulları vardır. Şiirin anlatımından anlamına kadar uyum içinde olma
zorunluluğu olan, kültürel ve sosyal değerler dengesi vardır. Sanat tarihi
derken bir anlamda insanlık tarihi, insanlığın imgelem tarihi ve beğeni kültürü
belirtilmektedir.
Beğeni kültürü, endüstri ve toplum
mühendisliği ile istenilen doğrultuda dönüşüme sokulabilir. Bunun örneklerini
pek çok alanda göstermek olasıdır. Durumsal Estetik Değer Tabakası, bu bağlamda
düşünüldüğünde üzerinde dikkatle durulması gereken bir görüngüdür. Çünkü beğeni
kültürü dediğimiz olgu, bu düzlem üzerinde kendini var eden bir olaydır. Yapıttaki
estetik değeri, izleyicideki estetik algıyı anladık; ancak her iki tabakayı da
etkileyen ortak ölçütleri yok sayma lüksümüz var mıdır? İşte bu durumu, “Durumsal Estetik Değer
Tabakası” tanımlaması ile ele almamız gerektiğine inandığım için bu
sınıflandırmayı yaptım. Durumsallıktan kastım, zaman, mekân, kültürel coğrafya,
insan algı ve kültür birikimi ile beğeni süreci, aynı zamanda kültürel
değişimin değişmezliğidir; yani bunların toplamını karşılayan duyusal, dijital,
sanal, nesnel ve dinamik “ortamdır”.
Durumsallık sözü,
bildiklerimizle çelişen bir durum gibi gelebilir. Sanat yapıtı duruma uymaz,
bulunduğu duruma ve ortama şekil verme amacına yöneliktir. Şiir doğduğu ortama
karşıdır diye söylenir; ama açıklanmaz nedeni. Açıklansa bile politik öğreti ve
bölünmüşlük sendromlarına dayandırılır. Son iki tümce, sanat yaratımı ve
yaklaşımı açısından doğru kabul edilebilir. Burada, ortamın uyumluluğunu değil;
ortamdaki değerlerin sanatçı ve okur üzerindeki etkisini ele alıyoruz.
Durumsallık söyleminden kastım; şiirin doğduğu ortamdaki nesnel, sanatsal ve
kültürel değerler ile bilimsel, sanatsal ve kültürel yansının insandaki algısal
karşılığıdır. Aynı zamanda insan algısını besleyen; bilimsel, sanatsal ve
kültürel değerlerin şekillendirdiği insandır ve şiirdir. Zaman, mekân ve
kültürel birikimin yapıt üzerindeki etkisi ile insanın kültürel birikimi,
beğeni kültürü ve algı biçiminin toplam görünümü olarak düşünmeliyiz. Benim
değerlendirmeme göre, şiir veya herhangi bir sanatsal yaratıda bu tanımlama
önemli bir yere sahiptir. Nesneler, soyut tasarımlar ve insan ile bunların
duygusal etkileşimleri; zaman, yer ve insan algı biçimine göre değişiklik
göstermektedir. Bu değişiklik, estetik algı ve estetik değer yargısı için
önemli ölçütlerdir.
İnsanın algı işleyişi; tehlikeli ve kara bir
dönüşümün kurbanı olabilir. Çağdaş normlarda değerler de üretebilir. Sanata
tarihsel açıdan baktığımızda, sanat hem tehlikeli kara bir dönüşümün kurbanı
olmuş hem de çok önemli gelişmeleri sayfalarına not ettirmiştir. Bir öngörüdür;
gerçekleşmesini hiçbir akıl istemez ancak coğrafyamızdaki sanat, beğeni kültürü
ve estetik algı; tehlikeli kara bir dönüşümün kurbanı olacak görünmektedir. Bu
çıkarımı görmek için uzağa gitmeye gerek yoktur. İçinde bulunduğumuz toplumun
katmanlarını izlemek, bu öngörünün hakkını teslim etmek için yeterlidir; ancak
yine de iyimser bakmakta yarar olduğunu düşünenlerdenim. Geleceğin insanı,
çağdaş kazanımları ile gelecek tasarıları üzerine daha güzel şeyler koyabilir. Sözde
sorunları aşabileceğini gösteren belirtilerin olduğunu söyleyebiliriz.
Durumsal Estetik Değer
Tabakası, bulunduğumuz coğrafya açısından ele alındığında karşımızda ne
buluruz? Ne var ki anlamı cılızlaştırılmış yapıtlar, güdülenmiş insan,
biçimlendirilmiş estetik algı ve estetik değer yargısı; karşımıza çıkar ve sorgulanmaya
açıktır. Kültür endüstrisi, yozlaştırılmış değer yargısı, algı operasyonları,
ırk, öğreti ve inanç gibi etkenler; ayrıştırılmış akışkan kitleler yaratmıştır
toplumumuzda. Ayrıştırılmışlık sendromu içinde yüzen akışkan insan
topluluklarının, sanata ilişkin estetik algı ve estetik değer yargısını nasıl
olumlu görebiliriz? Sözünü ettiğim bu hastalığın tedavisi, yine sanat olduğunu
söylersem bir kısır döngüden söz ediyorum gibi anlaşılacaktır. Gerçek şudur ki
algı süreci bozulmuş, ayrıştırılmış akışkan kitleler; önyargı ve saplantılar
ile çıkar gruplarının güdümünden kurtarılabilirse bu söylediğim tez, hiç yabana
atılır gibi gelmiyor. Bu olumlu eylemi gerçekleştirebilecek dört şey vardır
bana göre; dürüstçe ve çıkar kaygısı gütmeden yapılacak “Sanat Eğitimi,
Beğeni Yönetimi, Duygu Yönetimi ve Sevgi Eğitimi”dir.
Durumsal Estetik Değeri,
deneysel bir sonuç veya kaynaklara dayanmadan, bu günkü deneyim ile mevcut
uygulama ve algı biçimlerinden somut olarak anlayabiliriz. Şiir açısından,
estetik değer taşıyan söylem, dil yetisi, simge, yaslanılan mit, kahraman gibi ögeler
önemli olanaklardır. Bu olanakların bizleri nasıl bir katmana taşıdığını somut
olarak duyabiliyoruz. Şiir veya sanat yapıtı ortadadır, alanda kazandığı sonuç
ve yitirdiği değer, kolaylıkla kendini göstermektedir. İnceleme ve okumasını
bilenler, değer yitimi ya da kazanımın nedenlerini açıkça anlayabilmektedir.
Şair, kullandığı söz varlıklarını, söz varlıklarının taşıdığı duygu ve anlam
değerlerini sanat normları gerisine düşmeden öyle işlemelidir ki okurda;
imgelem, çağrışım, üst anlam, heyecan, hayranlık ve coşumu yaratabilsin. Bu
durumda, estetik değer yargısı kendiliğinden kuşatılmış olur.
Aslında estetik kaygımızın
şekillendiği ortam, görmezden gelinemeyecek kadar önemli bir çalışma alanıdır.
Sanatın veya şiirin sağlıklı nefes alabileceği ortamdan söz ediyoruz bir yerde.
İnsan, ortam ve şiirin arasında; doğrusal, yatay ve dikey etkileşim alanları
vardır. Durumsal Estetik Değer Tabakası, tarihsel birikimden güncel
çıkarımlara, ortamdan zamansal değişime kadar olan görüngülerin zihinde
canlandığı alandır. Örnek vermek gerekirse, deprem, fırtına sel baskını ile iç
içe yaşayan bir toplum ile hiç afet görmemiş bir toplumun şiiri de sanatı da
beğenisi de farklı olmak zorundadır. Ortamın hissettirdiği ve dikte ettirdiği
pek çok koşula uymak dışında yapılacak çok şey yoktur çoğu zaman. Ortam,
koşulları ne kadar dikte edebiliyorsa, sanat yapıtının içeriğini de dikte
edebilme yeteneği vardır. Bu nedenle, Durumsal Estetik Değer Tabakası, şiirde
azımsanamayacak kadar etkin bir alan olduğunu varsayıyorum.
Estetik değer yargısı,
insanın salt psikolojik durumu ile doğrudan ilişkilidir diyemeyiz. Estetik
yargının bireyüstü bir zorunluğu ve genelliği olduğunu söylüyor Kant. Bu
doğrudur; gözlemlerimizden bunu çıkarabiliriz. Ancak zorunluluk ve genellik
taşıyan estetik yargı, sanatın evrensellik katmanında kendini gösterdiğini
düşünüyorum. Selimiye Camisi’nin estetik olmadığı çoğunlukla söylenemez; çünkü
yapıldığı zamanın koşulları, tarihsel, mimarı, azamet, oran, simetri, konuş ve
incelik gibi evrensel değerler taşıyan bir yapıdır. Her bireyin beğenisini
kazanan bir şiir de aynıdır. Bireyüstü zorunluğu ve genelliği taşıyacak bir
şiir, şiir gibidir. İncelememde yer yer değindiğim gibi şiir; duygu, zihin,
mantık ve aklı evrensel normlara taşıyacak değerleri taşımalıdır.
Okuyanı/dinleyeni, kendi içine çekip sımsıkı kavramalı, ruhunu bir üst katmana
taşıyarak varoluşunu duyumsatmalıdır. Şiir önce naif bir biçimde kendini
sevmeli, sonra okuyanı sevmelidir.
Ortam sanatçıyı etkiler, yapıtı
etkiler, insanın duyusal dünyasını değiştirir, düzenler veya kötüleştirir.
Örneğin bulutlu ve sisli bir günle güneşli bir bahar sabahı, farklı bir estetik
değer ve estetik kaygı yaratır. Kısaca söylemek gerekirse, bu tabakanın özü,
şairin ve şiirin bulunduğu ortamın havasından aldığı ışıktır, değerdir,
güzelliktir. İnsanın algı biçimi, söz varlıklarının insandaki duygu ve anlam
değeri, eserin doğduğu ortamda inşa edilegelmiş olgulardır.
Şiirin doğduğu ortamın
kültürü, karakteri ve mizacı doğrudan şiire yansır. Savaş ortamında yazılan
şiirler ile barış ve özgürlük ortamında yazılan şiirler; duygu, karakter ve
içerik olarak birbirinden ayrılırlar. Başka açıdan baktığımızda, ortamın sanat
eserine yansıyan karakteri, mizacı ve kabul görmüş ortak mimikleri; sanat eseri
üzerinde gerçek alanda göstermese bile duyusal alanda okunabilecek şekilde
kendini gösterir. Buna karşılık olarak, aynı ortamda yaşayan insanın algıları,
bulunduğu ortamın karakteriyle uyumlu olma eğilimindedir. Görme, işitme,
düşünme ve algı ölçütleri, ortamın değerleri ile eşzamanlı işler. Aşkın olma
durumları aşırı yoğunlaşma sonucudur. Örneğin, beş yüz yıl önce yazılmış bir
şiiri çözümleyelim; şiirin söz varlıklarını ve duygu yükünü günümüze ve salt
yaşadığımız ortama göre ele alabilir miyiz?
İşte bu nedenle, ortamın
şiire yansıyan karakteri ile insan estetik algısına seslenen şiirsel değerler,
durumsal estetik değeri oluşturur. Bu konu, ontolojik estetiğin ayrıştırılmış
bir alanı olmasa da böyle bir gerçeğin varlığını ele almak zorundayız. Çünkü
şiirin estetiği hakkında inceleme yaparken ya da sanat üretirken önemli bir
bileşen olarak dikkate alınmalıdır. Bilinçli üretilen hiçbir yapıt, yarın
tüketilmek üzere üretilmez; geleceğe ulaşması için üretilir. Kalıcı ve zamana
karşı dinamik bir yapıt üretmek istiyorsak, nesnel ve duyusal dünyasına etki
eden tüm bileşenleri ele almak zorundayız.
Sonuç olarak Durumsal
Estetik Değer Tabakası; şair ve okuru, bunun yanında yapıtı etkileyen başat bir
tabakadır. Sanat dünyası aynı zamanda yaşamın sürdürülmesi için kazanç kapısı
şekline dönüşmüştür. Resim, dans, müzik, tiyatro ve plastik sanat kurslarından
örgün sanat eğitimlerine kadar bir yığın insan iş olanakları elde etmektedir.
Kazanç kapısı haline dönüşmesi de yaşamın bir geçeğidir. Böyle olması demek,
ister istemez sanatta popülist bir yaklaşım gerçeğini ortaya çıkarmak demektir.
Bunun anlamı ise şiirin ve bütün sanat alanlarının genel ortamın tutumuna göre
yön belirlemesi demektir. Samimi davranıp bunu kendimize itiraf etmeliyiz.
Bunlara karşın, sanatçı sorumluluğu ve şiirin geleceği açısından, sanatsal
edimlere; bilimsel, teknik ve ayakları yere basan bilgiler ışığında bakmaya
çaba göstermeliyiz. Dürüst, tarafsız ve önyargısız…
Yapıtın amacı; haz doğurmak,
insanı ve geleceğini kavramak, var olduğunu, salt ve yetkin güzel olduğunu
haykırmaktır. Okurun beklentisi ve yönelimi güzellik karşısında estetik
yaşantıya girme amacı taşır. Her iki ayrı öznenin (şiir ve insan) bir katmanda
buluşması, yani insan ve şiirin estetik yaşantıyı doğurması şair ve şiirin,
sanatçı ve sanatın temel amacıdır. Nasıl ve hangi amaçla şiir yazarsanız yazın,
insanın gen haritası aynı kaldıkça, toplam akıl yeni gerçekliklere ulaştıkça,
estetik değer, estetik yargı, beğeni kültürü veya estetik yaşantı dediğimiz
olgu; şiirle gelişim ve dönüşüm içinde olmak zorundadır. Bu, bilginin evrimsel
yasasıdır; sanat ve şiirin de evrimsel sürecidir. Değişmeyecek bir şey varsa, o
da sanatın insanın nihai ereğidir.
Okur veya şairin, estetik değer algısı ve estetik
değer yargısı, değişik etmenlerle dönüştürülebilir, değiştirilebilir. Uzam ve
zamanın şiirde yarattığı estetik değer de gelişime ve dönüşüme uğramak
zorundadır. İnsanın güzeli güzel görmesi ya da onu anlamsız bulması, yaşadığı
ortam ile o ortamda oluşturulmuş değer yargılarına bağlıdır. Şiiri yazan
insandır, insanın imgelem gücünü yaratan da zaman, bilgi ve ortamdır.
20. yy. sanat manifestolarına baktığımızda çoğunluğunun yıkmak, kırmak,
dökmek, devirmek üzerine kurgulandığını görürüz. Örneğin Sürrealizm, Dadaizm
vb. akımların yaklaşım ve uygulama tarzlarına bakalım. Sanatın, modern sanat
diye tanımladığımız zaman diliminde, 19. yy. sonlarındaki büyük kaoslar,
birinci ve ikinci dünya savaşı travması ile totaliter rejimlerin baskısı gibi
zor koşullar yüzünden sanatsal eğilimler, çatışma mantığı üzerine kurulmuştur.
Normal karşılıyoruz. Sanatta ve şiirde çatışma kültürünün günümüzde hâlâ
sürüyor olması anlaşılır gibi değildir. Sanatın beslendiği kaynaklar çatışma,
karşıtlık, uyumsuzluk, yenilik, aşırılık gibi durumlardır. İnsanı insana,
kuramları kuramlara, sistemleri sistemlere, devleti devletlere egemen kılma
adına çatışmalardan söz ediyorum burada. Bugün çatışma kültürü, toplumlarda
saplantılı, önyargılı ve ayrıştırılmış akışkan kitleler yaratmıştır. Ancak
günümüzde, sanata ilişkin ideal özgün ve özgürlük ortamının kurulamıyor olması,
aydın insana yakışmıyor. Sanat bilgi ve kültür birikiminin yarattığı imgelem
çıktısıdır, kendi gelişimine ve yenileşmesine engel olan yaklaşımlardan
kurtulmalıdır. Sanatın; inanç, öğreti, çıkar grupları ve baskıcı yönetimlerin
emrinde olması kabul edilemez. Ne yazık ki bugün tam tersi bir süreç
izlenmektedir. Sanat, kulun özgür birey olma sürecine koşut olarak özerkliğe
doğru evrilegelmiştir. Sürmelidir.
Şair ve eleştirmen, kalıcı şiir yazmak ve değerlendirmek istiyorsa,
geleceğin sanatsal yönelimlerinde etkin olmak istiyorsa, özellikle söz
ettiğimiz “durumsal estetik değer etkenlerini” iyi okumalıdır ve bu etkenleri
şiire giydirmelidir.
Durumsal estetik değer tabakasını çözümlerken, önem verilmesi gereken bir
konu daha vardır: Bu tabakasının dikkate alınmasını anımsatan gerekliliktir bu.
On sekizinci yüzyılda yazılmış şiir ile bu şiiri yazan şairi bugünkü bilgi,
duygu ve algı ile eşdeğer görerek çözümlemeye ve eleştirmeye kalkarsak, bugünün
şiiri ve şairleriyle kıyaslarsak hiçbir sonuç alamayız. Başlangıçta belirttiğim
gibi durumsallık, mekân ve zaman yanında insanın zaman ve mekâna bağlı bilgi
birikimini, duyularını, algılarını ve davranışlarını da içerir. Buradan şu
sonuç çıkarılabilir: Şiirin yazıldığı tarihteki coğrafya ve toplumsal yapının
genel karakteri ile imgelem yetisi, yapıtın doğduğu ortama özgü estetik algı,
estetik yargı ve estetik değer üretir. Aslına bakarsak şiir değerlendirmelerinde
bu belirttiğim konu uygulamada bilinmekte ve uygulanmaktadır.
Şiir çözümlemesinde, durumsal estetik değer tabakasını nasıl
değerlendireceğiz? Dilin hareket alanını sınırsız kılan bilgidir, algı
biçimidir, görmedir, düşüncedir ve dilsel tekniklerdir. Diğer taraftan, şiirde
kullanılacak olan nesne ve soyut tasarımlar ve bunlara atfedilen anlam yükü,
duygu yükü; estetik değeri artıran özellikler olacaktır. Yunus Emre’nin, Tevfik
Fikret’in, Nâzım Hikmet’in, Orhan Veli’nin ve Turgut Uyar’ın şiirlerini yan
yana koyduğumuzda aralarında önemli benzeşim ve farklılıkların olduğunu
görürüz. İşte bu benzeşim ve farklılıklar; dönem, çağ, uzam, teknik, bilgi ve
kültür birikimi gibi etkenlerin ortaya koyduğu farklılıklardır. Bu
farklılıkları, eleştirmenin deneyimsel ve sezgisel gücüyle değerlendirmelidir.
Kitabın başından beri öznel eleştiriyi uzak tutmaya çalışıyorum ancak, burada
eleştirmenin ve şairin öznelliği ve deneyimi ön planda olmak zorundadır. Çünkü
bu durum uzun bir süreci değerlendirmeyi gerektiriyor.
Roma’da üretilmiş kültür varlığı ne kadar değerli ise Çin’de üretilmiş
olan da aynı değere sahip olmalıdır. Cumhuriyetin ilk yıllarında olduğu gibi
aydınlanma arayışlarını illaki Yunan mitolojisine dayandırmak zorunda değiliz.
Sanat evrenseldir diyorsak; mitler, değerler, kahramanlar insan algısına eşit değerlerde
sunulmalıdır. Şair, geçmişte olduğu gibi Resneli Niyazi yerine ilk hürriyet
kahramanı olarak Athanasios’a yaslanırsa bugünün anlayışı, oturup şairi de
şiiri de ister istemez sorgular. İşte şair, şiirinde kullandığı kültür
varlıkları ile bu estetik değer algısını yaratabilir ya da azaltabilir diye
düşünüyorum. İnsan, bilginin tarafsız olduğuna (kirli bilgi veya kasıt
taşımayan bilgi) inandığı zaman o bilgiyi kazanmaya karşı eğilimli olur. Yani
sevmek ve anlamak nasıl birbirine bağlı ise inanmak ve kazanmak da aynı
mutlaklığı taşır. İnsan eğilim göstermediği, sevmediği ve ikna olmadığı
nesneden haz duyamaz. Buradan, “Şiirde
sevme olmadan anlama, anlama olmadan duygusal birleşim olmaz; bunlar olmadan
estetik yargı olumlu karara varmaz yani haz duyamaz.” önermesini ileri
sürebiliriz.
Şair, kalıcı şiir yazmak istiyorsa; eleştirmen,
sağlıklı değerlendirme yapmak istiyorsa; geleceğin sanatsal yönelimlerinde
etkin olmak istiyorlarsa; durumsal estetik değer etkenlerini iyi okumalılar ve
bu etkenleri şiirine giydirme konusunda yetkin olmalılardır.
Her şey bir yana, bu tabaka
uygulamada nasıl çözümlenecek? Örnek çözümlemeye bakarsanız, ipucu ve size bir
görüş verecektir, kanısındayım.
Estetik katmanında ele
aldığımız üç ayrı tabaka, bir şiirin içsel ve dışsal yapısında olması
gerekenleri, duyusal dünyaya göndereceği iletilerin içeriğini ve hedefi olan
insanla ilişkisini, görünür kılmaya çalışır. Bir anlamda şair böyle yazmalı,
eleştirmen böyle yapmalı ya da okur böyle davranmalı gibi bir yaklaşım, söz
konusu değildir. Duyguları güzele yönelten her etkinlik, olumlu duygu doğurmaya
yönelen her tutum ve sevgi yaratmayı amaç edinen her çaba; sanat felsefesi ve
özellikle estetik bilimiyle kan kardeşidir. Çünkü bilgi ve özellikle görsel
bilgi, artık insanın kavrayamayacağı kadar çeşitli ve ulaşamayacağı kadar
çoktur. Aydın insan ve sanatçının yapması gereken şey, her çeşit bilgiye
ulaşmak değildir; sanatın temelindeki felsefeyi ve sanatla insan arasındaki
estetik ilişkiyi çözmeye yönelmektir. Şairler, daha doğrusu bütün sanatçılar,
polimat olmak zorundadır; sığ bilgiler ile yazılan şiirler sırıtır
sayfalarında.
Şiir Çözümleme tekniği, ele
aldığı konular bakımından yapıtla insan arasındaki ilişkinin açıklanmasına
yöneliktir ve estetik katmanı bunun son noktasıdır. Estetik katmanı incelemesi,
bir yapıtın sanatsal ve estetik değerini ortaya koymaya yöneliktir. Altın
noktadır, yapıtı çözümlerken ve eleştirirken. Öznel değerlendirmeye gebe olduğu
kadar nesnel değerlendirme için yeterince veri önümüze koyan bir yeteneği
vardır. Çünkü, ruhbilimi, toplumbilimi ve insan bilimleriyle konuya
baktığımızda önümüze gerçekten ciddi veri ve kanıtlar koymaktadır. Bu yapıt,
sanat ve estetik değere sahip ya da değildir, diyebiliyoruz.
Ne çok şey söylersem
söyleyeyim, anlaşıldığım kadar varım, dünya ve yaşam gerçekliği ile
örtüşebildiğim kadar haklıyımdır. Her güzellik, varoluş değerlerine ve sevgiye her
geçen gün daha yaklaşan bir var olandır. Sevgi de, var olan güzellikleri
görmenin ön koşuludur. Artık çok uzatmadan, bu bölümü güzelliğin insanla
ilişkisini görünüşe taşıyan bir şiirle bitirelim isterim.
UNUTULMAZ GÜZEL İNSANLAR
Unutulmaz güzel insanlar
unutulmaz
Yer yarılsa, gök kültürleri
bölse de
Arada yıllar, asırlar belki
çağlar
En ırakta en asri şehirler
eğilse de önüne
Unutulmaz çocukluklar
unutulmaz...
Dağılsa kıtadan kıtaya
ayrılıklar
Yalnızlıklar bir baştan öbür
uca düzülse de
Unutulmaz güzel güzel
insanlar
Sallarına binip omuzlarda
süzülse de.
Unutulmaz aşklar unutulmaz
Yörüngeden yörüngeye salınıp
dönse
Dalgadan dalgaya yüklenip
kıyıya vursa da
Tükenmez o erkler tükenmez
peşi sıra
Gözden göze bir akan yıldız
olsa
Aksa bütün damlalar, tek
noktaya dolsa
Unutulmaz ilkler ardı sıra
unutulmaz
Çarpsa en orta noktan var
gücüyle çarpsa da
Saf bir oyuna otursa, eğilse
dünya önüne
İçine süzülse tebessümle bir
küçük yerküre
Unutulmaz güzel kadınlar
unutulmaz
Ansızın içinde dursa dünya,
alev yalaz yansa da...
Eylül 2017 Narlıdere/İZMİR, “Bir Damla Suda Halkalar” kitabından
Çözümleme, “Homeros Edebiyat
Ödülleri 2020 Bir Şiiri İnceleme Yarışması”nda üçüncülüğe uygun
görülmüştür.
TURGUT UYAR’IN “ÜÇYÜZBİN” İSİMLİ ŞİİRİNİN ÇÖZÜMÜ
Giriş
Turgut Uyar’ın
“ÜÇYÜZBİN” şiiri, “Şiir Çözümleme Tekniği”yle örnek olarak aşağıda çözümlenmiştir.
Şiir Çözümleme
Tekniği, sanat yapıtının ontik[25]
bütünlüğü ve integral[26]
yapısı gereği bu kitabımda öne sürülen yeni bir şiir inceleme yöntemidir.
Şiirin duyusal ve nesnel varlık katmanlarını, ilgili bilimsel disiplinlerle
inceleme esasına dayanır. Bu teknik, şairin imgelem[27]
sürecinden şiiri yaratışına, şiirin okurda yarattığı etkiden gelecekteki
anlamsal devinime ve şiire artı değer katan tüm ögelere kadar, toplam şiirsel
süreci kapsar. Şiirin ön ve derin (duyusal ve nesnel alanı) yapısını,
kapalı-açık alanlarını ve iletilerini daha nesnel bir yaklaşımla açığa
çıkararak sanatsal (şiirsel) değeri ortaya koymaya çalışır. İnceleme; imgelem-imge-imgelem
(şair imgelemi-yapıttaki imge-okur imgelemi) süreci esas alınarak yapılır.
Amaç; şair-şiir-okur ve ortam dörtgeninden
doğan sanatsal değeri görünür kılmaktır.
Şiir Çözümleme Tekniğinin Adımları:
1. Biçim Katmanı
2. Anlam Katmanı
a. Gerçek Anlam
Tabakası
b. Rastlantısal Anlam
Tabakası
c. Üst Anlam Tabakası
3. Anlatım Katmanı
4. Ses Katmanı
a. Tonlama Ekseni
b. Ezgi Ekseni
c. Şiirsel Ezgi Ekseni
5. Çağrışım Katmanı
a. Çağrıştırma Tabakası
b. Çağrışımsal İmgelem Tabakası
c. Rastlantısal İmgelem Tabakası
6. Coşum Katmanı
7. Estetik Katmanı
a. Şiirdeki Estetik Değer Tabakası
b. Okurdaki Estetik Algı Tabakası
c. Durumsal Estetik Değer Tabakası
8.
Sonuç
İNCELEME/ÇÖZÜMLEME
METNİ
Not: Okuru dikkate değer sonuçlara götüreceği için,
incelemeye başlamadan “Rastlantısal Anlam Kuramı” ve
“Çağrışımsal İmgelem Kuramı”nın açıklanmasında yarar olduğunu düşünüyorum.
Rastlantısal Anlam: Okurun; yaşamsal değerlerine,
izlerine, bilgi ve bellek birikimine yaslanarak, şiirin gerek kastettiği gerek
kastetmediği anlatım ve anlam örgüsünden anlamlandırdığı, çıkardığı sonuçtur.
Rastlantısaldır ve çağrışımsaldır. Okur zihninde beklenen veya beklenilmeyen
imge, olay ve görüntülere yönelirler. Beynimizin çalışma sistemine göre yaşanan
mutlak bir süreçtir.
Çağrışımsal imgelem: Okurun, şairin yönlendirdiği uyaranlar ile
kendi yaşamsal varlıkları, kültürel değerleri ve belleğinde kaydedilmiş
görüntüler üzerine yaslanarak, zihninde yeni görüntüler ve yeni duyusal alanlar
yaratma sürecidir. Şiirin iletileriyle okurda tetiklenen/yaratılan imgelemdir.
İnceleme esnasında katman, tabaka ve
uygulanacak teknik ile kuramlara ilişkin açıklayıcı bilgi, gerektiği yerde
verilecektir. Çözümlemeyle ilgili açıklayıcı bilgiler, YATIK ve BOLD
yazılmıştır.
ÜÇYÜZBİN
Bu kıvırcık ateşten yalanlar 300.000
Kimi sularca inanıyorum kimi zulüm yakıcı
Çocuksu, deli deli zincirler boğuntusu gök
Elimde kolumda senin seslerin var gel de
aldırma
Kadınları çıplak görüyorum koşup seni
soyuyorum
Bir açıcı gerdanlık görsem boynun aklıma
geliyor bilemezsin
Seni kentlere seni bankalar seni seni
300.000
Seni zamansız ölümlere karşı koyuyorum hep
aklımdasın
Yükün ağır, bir irisin bir ufaksın
yetiştiremiyorum 300.000
Kapattığımız sağanak akşamları açtığımız
sabahları 300.000
Elimden tut beni acar balıklara alıştır
Tekin durmayı öğret acıkmış aç kayalarda
Gel amansız pencereme perde ol
kurtulayım
Kalk ellerini yıka bize gidelim
Soyunur dökünür odalarda konuşuruz
Bir o kaldı 300.000
Odalara kapanmak odalarda konuşmak odalarda ölememek
Canımız çekerse sevişiriz de kalk gidelim
Üç sokak ötede bir ev var yeşil gibi sana onu
gösteririm
Konuşuruz sevişiriz dövüşürüz 300.000
Benim yırtıcı kuşlara tutkum işte bundan ötürü
Yadırgamadan gökyüzüne aşka acıkmaya alışkın
Zamansız gelme elim kolum dağınıksa
sarılamam
Senin ağustos
çeşmeleri yüzüne özlemle eğiliyorum
Bir karşı durulmaz istek bir telaşla
kendiliğinden
Bir serin renk anlıyorum aydınlık
gözlerinden sorma
Sen zenginsin alırım tükenmezsin
Allah gelene kadar sen olursun şiirlerimde
bu bir
Boş ver kavgalara kuruntu sorunlarına
boğuntuya gelme
Ben adını demesem de anlıyorsun 300.000
Ü ç y ü z b i n
Cümbür cemaat aşka abanıyoruz
1. BİÇİM KATMANI
Biçim bir yapıtın
taşıyıcı kabıdır; yapıtın ön ve derin yapısını oluşturan tüm varlık
katmanlarını üzerinde taşıyan taşıyıcı bir düzlemdir.
“Üçyüzbin”
şiiri, dörtlük ya da bilinen diğer ölçülerle değil; birimler halinde
yazılmıştır. Birimler ve dizeler, anlam akışı ve bütünlüğüne göre kurulmuştur.
Uyaklı şiir olamamakla birlikte iç sese dikkat edilmiştir. Şiirde imge
kalabalığına düşülmüş gibi görünse de tutarlılık ve bağlaşıklık bu imgelerle
kurulmuş, imge dağılımı bütünlüğü oluşturmuş ve sözcük ekonomisi önemsenmiştir.
Dil kullanımı sıra dışıdır; temiz ve farkındalık yaratacak ustalıktadır, okuru
bağlayıcıdır. Şiir, nesnel yapısı
bakımından var olanlara göre önemli farklılığa sahiptir. Çağın şiir biçimlerine
göre sıra dışı bir özellik taşımaktadır. Özellikle dil kullanımı, her şairin
yapamayacağı kadar sıra dışıdır.
Şiirin
biçiminde, ender rastlanan üç önemli ayrıntı vardır. Birincisi; şiir, dört
birimden oluşmaktadır; bu birimler anlamla doğrusal bir ilişki sonucu
kurulmuştur. Birinci birim; toplumdaki olumsuz/kötü insanı, ikinci birim orta
direk insanı, üçüncü birim özleneni, dördüncü birim ise bunların açıklamasını
yapmaktadır.
İkincisi;
300000’in birimlerde kullanım sayısı ve şiirde toplam kullanım sayısıdır.
Ayrıca Üçyüzbin bir kez yazıyla şiirin en sonunda kullanılmıştır. Üç-yüz ve bin
rakamları da ayrı bir kodlamadır.
Üçüncüsü ise
“sen” sözcüğü birinci birimde yedi kez kullanılmış olmasıdır. Bunun özel bir
açıklaması olmalıdır.
Şiir, çağının
şiirlerine göre çok iyidir. Hem dil hem de kurgu bakımından önemli farklılıklar
taşır. İkinci Yeni ailesinden gibi düşünülse de bu şiir ayrıca ele alınıp
değerlendirilmelidir. Yıllara yaygın bilgi ve duyuşun üzerine yazılmış kendine
özgü, ayrıksı bir şiiridir.
Kurguda okura
ve eleştirmene önemli ipucu veren bir kodlama söz konusudur. (İleride
açıklanacaktır.)
2. ANLAM KATMANI
Gerçek anlam tabakasını incelerken, anlambilimin
tanımladığı değinmece, değişmece, aktarma, yan anlam gibi alanları “gerçek
anlam tabakası” içerisinde bir bütün olarak ele alıyorum. Yani ulaşılabilen
anlam, bu tabaka altında incelenmektedir. Burada amaç; şairin, şiirde ne
dediğini ve ne demek istediğini ortaya koymaktır.
Bu kıvırcık ateşten yalanlar 300.000
Kimi sularca inanıyorum kimi zulüm yakıcı
Çocuksu, deli deli zincirler boğuntusu gök
Elimde kolumda senin seslerin var gel de aldırma
Kadınları çıplak görüyorum koşup seni soyuyorum
Bir açıcı gerdanlık görsem boynun aklıma geliyor
bilemezsin
Seni kentlere seni bankalar seni seni 300.000
Seni zamansız ölümlere karşı koyuyorum hep aklımdasın
Yükün ağır, bir irisin bir ufaksın yetiştiremiyorum
300.000
Kapattığımız sağnak akşamları açtığımız sabahları
300.000
Elimden tut beni acar balıklara alıştır
Tekin durmayı öğret acıkmış aç kayalarda
Gel amansız pencereme perde ol kurtulayım
İlk birimde şair; bilinçsizce
oluşturulmuş olan ve içini acıtan olumsuzluklardan söz etmektedir. “Bu
kıvırcık ateşten yalanlar 300000” derken; yalan, iki yüzlü, yararcı ve para
hırsıyla donatılmış insan ile toplumsal yozlaşmaya uğramış insana dikkat çekmektedir.
Toplumdaki önemli bir grubun çıkarcı, bencil ve gücü kötüye kullanan tutum
takındıklarını, kendisinin bundan çok rahatsız olduğunu “Elimde kolumda
senin seslerin var gel de aldırma” dizesiyle belirtmektedir. Kadınları
ezilmiş, toplumda ikinci palana atılmış durumda gördüğünden gidip bu eziyeti
yapanların boynuna sarılmak ve boğmak istediğini söylemektedir. Kapitalist
düzenin yarattığı çıkarcı ve bencil insanları, “Seni kentlere seni bankalar
seni seni 300.000//Seni zamansız ölümlere karşı koyuyorum hep aklımdasın”
dizeleriyle tanımlıyor ve ecelinden önce ölmelerini istiyor. Kötülükleriniz,
yalanlarınız o kadar çok ki artık sana yetişemiyorum diyor; “Yükün ağır, bir
irisin bir ufaksın yetiştiremiyorum 300.000” dizesiyle. Ülkenin kötü
günlerinden bu günlere geldiğini, toplumu ezen kesimin kötülüklerine hâlâ
alışmadığını belirtiyor. Yaptığın bu kötülükleri, insanları kullanmayı, emeğe
saygısızlığını, duygu hırsızlığını ve kolay kazancı bana da öğret ki ben de bu
yükten kurtulayım diyerek çaresizliğini belirtiyor. (Kötü insan yüzü) Not:
Bu çıkarımı yapabilmek için, şairin şiirde oluşturduğu çağrışım çekirdeklerini
çözmek gerekir. Kodlar şiirin bütününde kurgulanmıştır. Şiirde önemli ipuçları
veren örtük kulanım vardır ve bunlar, yeri
geldiğinde dayanaklarıyla birlikte açıklanacaktır.
Kalk ellerini yıka bize gidelim
Soyunur dökünür odalarda konuşuruz
Bir o kaldı 300.000
Odalara kapanmak odalarda konuşmak odalarda ölememek
Canımız çekerse sevişiriz de kalk gidelim
Üç sokak ötede bir ev var yeşil gibi sana onu
gösteririm
Konuşuruz sevişiriz dövüşürüz 300.000
Benim yırtıcı kuşlara tutkum işte bundan ötürü
Yadırgamadan gökyüzüne aşka acıkmaya
alışkın
Zamansız gelme elim kolum dağınıksa
sarılamam
Şiirin ikinci biriminde durum
biraz daha farklıdır. Şairin yaşadığı koşullar ve etkilendiği olaylar
olumsuzdur. Ancak burada bir umut vardır. Söz ettiği insanlarla (İkinci yüz)
dava arkadaşlığı vardır. İyi niyetli, çalışkan ama toplumdaki kötülüklerin giderilmesi
için çok etkili olamayan orta direk insanlardır bunlar. Ülkede (şairin
dünyasında) yanlış giden çok şey vardır. Kirlenmiş ve paraya tapmış insanlar
arasında “ikinci yüz” var ve bunları kendisine daha yakın görmektedir; harekete
geçme, direnme gizilgücü var olan insanlar. Yaşanabilir bir dünya kurmak için
onlara çağrı yapmaktadır. “Kalk ellerini yıka bize gidelim”, benim
bulunduğum yere, kafamda kurduğum o güzel ülkeye gidelim, demektedir, “Bir o
kaldı 300.000” dizesiyle. O yeşil gibi olan dünya biraz ötede birlikte
oraya gidelim; gelirsen (benim düşlerimi okursan) gösteririm size bu
güzellikleri diye üstelemektedir. Bunca haksızlığın karşısında hakkını söke
söke alan insanları, dava adamlarını, benim gibileri severim, kalk ayağa yazık
etmeyelim şu güzel insanlara ve ülkeye demektedir. “Zamansız gelme elim kolum dağınıksa
sarılamam” dizesiyle, ayağa kalk ve ben tükenmeden tez ol, iş işten
geçmeden birlik olup bu soygun düzenini değiştirelim, yeni bir dünya kuralım
diye çağrı yapmaktadır.
Senin ağustos çeşmeleri yüzüne özlemle eğiliyorum
Bir karşı durulmaz istek bir telaşla kendiliğinden
Bir serin renk anlıyorum aydınlık gözlerinden sorma
Sen zenginsin alırım tükenmezsin
Allah gelene kadar sen olursun şiirlerimde bu bir
Boş ver kavgalara kuruntu sorunlarına boğuntuya
gelme
Üçüncü birimde, “Senin
ağustos çeşmeleri yüzüne özlemle eğiliyorum” diyerek burada aydın insandan,
üretken insandan, sevgiliden, kendisi gibi güzel insanlardan, daha doğrusu
toplumcu ve çağdaş insanlardan söz etmektedir. Bunlar şiirdeki insan tipinin
üçüncü yüzüdür; üç yüzlü-binlerden en iyi olan kişilerdir. Şairin aradığı,
özlediği sevgililerdir/sevilenlerdir. Senin insan yanın zengindir, sen
aydınlıksın, sen benim sevgilimsin demektedir. “Bir serin renk anlıyorum
aydınlık gözlerinden sorma” dizeleriyle: Ölümüme kadar benim imgelemimde
sen var olacaksın. Aldırma dünyanın/ülkenin bunca tasasına, sen güzel insan
olmayı sürdür. Çünkü kavga, gürültü sana göre değil, sana bunlar yaraşmaz,
demektedir.
Ben adını demesem de anlıyorsun 300.000
Ü ç y ü z b i n
Cümbür cemaat aşka abanıyoruz.
Son dizelerde hem kodların
çözümünü veriyor hem de seslendiği üç farklı toplum katmanına bir arada diyor
ki adınızı söylemesem de zaten siz kendinizi biliyorsunuz. Çünkü ne yaparsak
yapalım, biz insanız, iyi ya da kötü olalım, canlı olmanın gereği hep birlikte
aşka sarılıyoruz, diyerek insanî ve yaşamsal bir gereklilikle şiiri bitiriyor.
Şiirin bütününe baktığımızda,
300000 rakamının; nüfus ve parayla ilgili çağrışım yaratmak düşüncesiyle
kullanıldığı göze çarpar. Çünkü bu
rakam, (çoklu bir rakamdır) nüfus ve parasal ifadenin dışında başka bir şey
için yaygın kullanılamaz. Kısacası şiirin anlamsal alanı; kapitalist sistemin
insanlara dayattığı yozlaşmış dünyanın başka biçimde anlatımıdır. Şiirin öznesi,
mevcut sistemin oluşturduğu toplumdur. Bulunduğu ortamdan son derece
rahatsızdır ve içi yanmaktadır; insanları bu duruma düşüren süreç karşısında
oldukça duyarlıdır. Şiirin temi, para ve paranın yozlaştırdığı, başka bir
söylemle kapitalist sistemin insan davranışlarında yarattığı duruma tepkidir.
Bu rakamın daha önceki incelemelerde dile getirildiği gibi, Ankara nüfusuyla
veya o dönemin milli piyango büyük ikramiyesi ile ilgisi var mı, buna ilişkin
bir kanıt görünmüyor. Ne var ki üç yüzlü-binler diyerek üç yüzü olan toplum
katmanlarından söz ettiği ‘birimler arası anlamsal ilişki’den anlaşılmaktadır.
Bu, şiirin birimleri ve birimlerin anlam açılımlarına gizlenmiştir. Şair,
300000 ile kastettiği öznenin ipucunu şiirin son biriminde zaten vermektedir.
“Ü ç y ü z b i n
Cümbür cemaat aşka
abanıyoruz” diyerek…
Ayrıca,
“300000” rakamı, nüfus ve parasal kaygının insanda yarattığı algı biçimini
birlikte anlatmak için kullanılmıştır. 300000 yedi kez kullanılmıştır; insan
duyu organlarının başımızda yedi tane oluşu (2 kulak, 2 göz, 2 burun deliği ve
bir ağız) veya vücuda açılan yedi organ (2 kulak, 2 burun, 1 ağız, 2 genital
organ). (8’inci ise doğumdan önce asıl beslenme bağı olan göbek deliğidir) bu
savı desteklemektedir. Vücuda açılan yedi delik ve anne karnında beslenme
bağından (7+1) (7 kez 300000+Üçyüzbin) koduyla verdiğini gösteriyor. “Sen”
adılı, birinci birimde özellikle yinelemelerle yedi kez kullanılmıştır. İnsanın
ruh ve fizik dünyasını oluşturan yedi delik ve yedi duyusundan yola
çıkıldığını, (Mevlana’nın ortaya koyduğu felsefe) ayrıca “sen” sözcüğüyle
doğrudan TOPLUMU gösterdiğini söyleyebiliriz. Türk Şiirinde, bir çoğunluğu,
rakamsal çoklukla anlatmanın bir örneğidir şiir. Zaten Turgut Uyar gibi
donanımlı, Toplumcu Gerçekçi bir şairden, iki kişiyi hedef alan ve sözcüklerin
gerçek anlamlarıyla şiir kurmasını beklememeliyiz; Göğe Bakma Durağı şiirinde
olduğu gibi…
b. Rastlantısal Anlam Tabakası
Okurun algı, anlama, bellek, bilgi birikimi, düşünme
biçimi ve yaşamsal değerlerine göre şiirden ulaşacağı anlam ile zamanın
getirilerine bağımlı olarak şiirin uğrayacağı anlamsal genişlemeye
“rastlantısal anlam” diyorum. Bütün sanat dallarında okur ve yapıt arasında
oluşan böyle bir anlamsal süreç vardır. Genellenebilir, tanımlanabilir, benzer
sonuca ulaşır ve izlenebilir olması nedeniyle sanatsal bir kuram olarak
önerilmiştir.
Rastlantısal anlam; gerek çoğul anlam nedeniyle
gerekse okur algısına bağlı olarak oluşan ve okur imgelem olanaklarını gerçek
anlamın daha ötesine/uzağına taşındığını gösteren bir alandır. Sanatsal
ifadenin görünürlüğüne katkı sağlaması açısından önemlidir.
Rastlantısal
anlam, her okura göre değişiklik gösterebilir. Üçyüzbin şiiri sıra dışı bir
şiirdir ve mantıksal sırayı bilinçli bozan ve anlam dizgesini kıran bir biçimde
yazılmıştır. Ancak anlam alanı, yaşam ve insanın son zamanlardaki yozlaşmasıyla
ilgilidir. Yozlaşmayla ilgili olmasına karşın şairin kime seslendiği konusu
bilmece gibidir. Eğer “sen, 300000 ve üçyüzbin” ile neyi söylemeye çalıştığını
bulamaz ve onlara değişik anlam verirsek şiirin; sevgiliye veya belirli bir
kadın için yazıldığını da düşünebiliriz. Rastlantısal anlam, şairin neyi dediği
veya neyi kastettiği ile çoğu zaman örtüşmez. Aşağıya çıkarılan her bir
alışılmamış bağdaştırma kendine özgü anlam alanı doğurmaya yeterlidir. Ayrıca,
dil kullanımından uzanılacak çok geniş bir anlam alanı vardır. Bu da sanatta
arzu edilen çoğul anlama varmaktır ve okurda geniş imgelem alanı oluşturmaktır.
Bu denli geniş rastlantısal anlam alanı yaratabilmek her şairin yapabileceği
bir iş değildir; burada Türk şiiri, Turgut Uyar gibi büyük ustaları beklemiş
demek gerekiyor. Aşağıda örneklerine bakalım:
Odalarda ölmemek//yeşil gibi//Benim yırtıcı kuşlara
tutkum//aşka acıkmaya alışkın//elim kolum dağınıksa//
Ağustos çeşmeleri yüzüne//Bir serin renk
anlıyorum//zenginsin alırım tükenmezsin// kuruntu sorunlarına// boğuntuya
gelme// Yadırgamadan gökyüzüne
Öncelikle
yukarıya çıkardığım alışılmadık bağdaştırma, sapma ve
imgesel söyleyişler; güçlü çağrışım çekirdek[28]lerini
oluşturmaktadır. İkincisi ise çok geniş bir çağrışım yelpazesi[29]ne
sahip dil kullanım biçimidir. Ayrıca, çağrışım saçağı[30]
yaratma yetkinliği, son derece güçlüdür ve kolay ulaşılamaz bir söz
kullanımıdır.
Alışılmamış bağdaştırmaların her biri, tek
başına rastlantısal anlam doğurma gizilgücü taşımaktadır. Bunları tek tek ele
aldığımızda ulaşacağımız rastlantısal anlam alanı o kadar geniş ki şaşırmamak
elde değildir. Örneğin “Kapattığımız sağnak akşamları açtığımız sabahları
300.000” Cumhuriyet tarihini ne kadar güzel özetliyor, değil mi? Kurtuluş
savaşıyla bir akşamın kapatıldığını ve yeni bir sabahın açıldığını söylüyor.
Hatta kurulan yıkılan devletlere gönderide bulunuyor. Bu dize bir sevgiliyle
yaşanan bir olaymış gibi sığ olarak da yorumlanabilir. Dizelerin sırası,
olaylar tarihine götürmektedir bizi. Örneğin; “Kıvırcık ateşten yalanlar
300000” dizesi, şiirin nasıl bir havada sürdürüleceğini ve nereye yöneleceğini
söylüyor zaten. Bu dize, yalan dolan üzerine kurulmuş toplumsal bir sıkıntıyı
ortaya koyuyor ve bunlar arasında sayısız kötülüklerin okur imgeleminde yeniden
yaşanmasını sağlıyor. Örneğin ticari ilişkiler, çıkara bağlı politik ilişkiler,
insanlar arasındaki ikili ilişkiler, hukuk, eğitim vs. gibi. Rastlantısal anlam tabakası biraz da okur
bilgi, bellek ve yorum gücüyle ilgilidir. Tarih, olay ve sanat arasında ilişki
kurma yetisi zayıf olan ve duyarlı olmayan bir okur çok geniş anlam alanına
ulaşamayabilir. Rastlantısal anlam kuramı, okurun düzeyine göre ulaşacağı
imgelem dünyasını çözmek ve bunun gibi durumları açıklamak için sistemli bir
süreçtir.
Rastlantısal anlam, aynı
zamanda okurun bilinç ve belleğinin gücüyle ilgilidir. 300000 rakamının para ve
nüfus dışında kullanım alanı olmadığı, yedi rakamının insan duyularıyla ve
fiziksel yapısıyla ilgili olduğu bilinmiyorsa burada ulaştığımız “anlam
alanını” düşleyemeyiz bile. Ayrıca geçmişte yazılmış bir eserde, “Şiirde
Anlamsal Devinim” tamlamasıyla tanımladığım durum, bu şiirde çok açık bir
şekilde kendini göstermektedir. Çünkü, anlam alanı yalnızca rastlantısallığa
açık değil; aynı zamanda zamana ve bilgi genişlemesine göre anlam kayması ve
genişleme yeteneğine sahip bir şiirdir. Örneğin “Benim yırtıcı kuşlara tutkum
işte bundan ötürü” dizesi gelecekte şiirdeki
anlamın yönünü bile değiştirebilir. “Yırtıcı Kuş” tamlaması, gelecekte bir
siyasi örgütün, terör örgütünün simgesi veya bir ulusun politik söylemi haline
dönüştüğünü varsayalım. Bunun, çoğunluğun yoğun ilgi gösterdiği bir durum
olduğunu varsayalım. Bu ve buna benzer durumlarda, şiirdeki anlamsal genişleme
veya kayma olmak zorundadır. Şiirde bu gizilgüç yüksek düzeyde vardır. Şiirin
(yapıtın) anlam alanı sürekli devingendir; bu çağdaş sanat anlayışının başat
konusudur.
Bu aşamada bir konuya daha
değinmeliyim: “açıcı gerdanlık görsem boynun aklıma geliyor” dizesi
olumlu ve cinselliği çağrıştıran bir dize gibi geliyor değil mi? Oysa bu dize,
şairin yaşama ve çıkarcı bencil insanlara karşı duygu ve düşüncelerinin bel
kemiğini oluşturmaktadır. Yalanla emeği sömüren insanlara karşı kızgınlığını
anlatıyor.
“Üç sokak ötede bir ev var ‘yeşil gibi’
sana onu gösteririm” dizesini ele alarak rastlantısal anlam
tabakasına bir örnek daha verilim. Yeşil, İslam felsefesinde başka bir
anlamdadır. Bu yönde bir çağrıştırma da söz konusudur. Mistik düşünce sahibi
insanlar, yeşil ev benzetmesine dayanarak gerçek anlamın ötesinde başka bir
anlam yükleyebilirler. Şiirin genel anlam alanından baktığımızda, yeşil ev
benzetmesi, şairin kafasında kurguladığı güzel/yeni dünyadır. Özlediği dünyanın
yerine kullanılmıştır. Yani çağdaş, insanların birbirini ezmediği, emeklerini
çalmadığı bir dünyadan söz etmektedir. Çabayla, savaşımla ulaşılabilecek bir
yerdir; ‘üç sokak ötesi’ kadar yakındadır orası. Bolluğun, güzelliğin olduğu
yerdir.
Yukarıda çıkardığım,
“alışılmadık bağdaştırma, sapma ve imgesel söyleyişler”in her biri kendi başına
gerçek anlamın ötesinde yeni anlam alanına açılma olasılığı taşımaktadır. Bu
yüzden şiirde rastlantısal anlam alanı çok geniştir; her imgenin okuru farklı
imgelem dünyasına yöneltmesi olasıdır. Yapıtı yapıt yapan temel özelliklerden
bir tanesidir. Şunu demek istiyorum, bunun dışında başka bir anlama ulaşılmaz
ya da ben söylediğim gibi anlaşılmak isterim beklentisi taşımayan bir şiirdir.
Not: Örtük ve anlam alanı geniş dil kullanan
sanatlarda, çokanlamlılık, çağrışımda rastlantısallık dolayısıyla anlamda
rastlantısallık mutlaktır. Bir başkası, daha başka anlam alanlarına varabilir;
bunun sonu ve sınırı yoktur.
c. Üst Anlam
Tabakası
Gerçek Anlam
Tabakası ve Rastlantısal Anlam Tabakasından ulaştığımız sonuçları
değerlendirdiğimizde, Üst Anlam;
Kapitalist
sistemin, yaşam ve insan davranışlarında yarattığı duruma tepkidir şiirin
teması. Toplumsal ve yaşamsal sorunların çözümü, çağdaş insanların mücadelesiyle
olasıdır. Yaşanabilir yeni dünyayı kurmak için yozlaşmamış insanları mücadeleye
çağırmaktadır.
3. ANLATIM KATMANI
Şiirin şiir
olmasını sağlayan şey, anlamın üzerine giydirilmiş anlatımdır; doğal dili aşan,
okur duygularını ezen ve algıyı sarsan anlatımdır. Bu nedenle, anlatımın gücü
yazın sanatlarında ayrı bir yetenek ve ustalık konusudur.
Şiirde, çok
sayıda alışılmadık bağdaştırma vardır. İmgeler az rastlanan biçimde
kurulmuştur. Dizeler, çoğunlukla benzetme, sapma, alışılmadık bağdaştırma ve
imge kuruluşlarından oluşmaktadır. Alışılmadık bağdaştırmalar, o kadar zihin
sarsıcı ki şairin imgelem dünyasının (esin kaynakları dahil) ne kadar yoğun,
dolu ve donanımlı olduğunu gösteriyor. Bunlar, şairin yaratıcılığından değil;
aynı zamanda sahip olduğu bilgi ve bilginin yorumu üzerine kurulmuş imgeler
olarak karşımıza çıkıyor. Şiirde kurguladığı dünya ile arzuladığı yaşam şekli,
aydın, çağdaş ve donanımlı insanın öngörebileceği özlem duyulan bir dünyadır.
Şiirde topluma yeni bir dünya önermektedir.
Bu dizelerle;
algıyı sarsıntıya uğratmış, okurun duygularını aşan gerçekliği daha görünür
kılmıştır. Toplumsal gerçekliği olabilirlik ölçülerinin ötesinde bir görünüşe
taşıyarak okuru hayranlığa taşımıştır. Şiir akıcılık ve çekicilik açısından
oldukça iyidir; ancak anlaşılırlık durumu, okurun bilgi birikimine bağımlıdır.
Okurun birikimi zayıfsa bu şiirden ulaşacağı imgelem oldukça kısıtlı görünüyor.
Anlatım, çoğul anlam doğurmaya çok açıktır dahası yöneliktir.
Anlatımdan
anlama yönelmek, şiire özgü ayırıcı bir özelliktir.
Şair, şiirinde anlatımdan anlama yönelerek
algı uyarıcı olanakları sıra dışı bir biçimde kullanmıştır. Şiir; alışılmamış
bağdaştırma, benzetme, değişmece, değinmece gibi söz sanatları ile okurda bakış
ve düşün açısını değiştiren, mantığına yumruk atan ve şiir diline estetik değer
katan anlatıma sahiptir. Anlam ve anlatım bütünselliğini çok iyi tasarlamıştır;
yalın bir dil ile toplumsal yaşamı ele alarak okurda duyarlılık yaratacak
olay/olguları görünür kılmıştır. Yalın, içtenlikli, özgün, özlü ve ayrıksı
anlatımla lirizmi doğurmuştur. Şair, algı yönetici,
dayatıcı ve öğretici bir dil kullanmamış, şiirsel/sanatsal bir yaklaşım
sergilemiştir. Günlük dili olabildiğince kırmış, özgün ve sıra dışı bir
şiir dili kurmuştur.
Örneğin “Boş ver kavgalara
kuruntu sorunlarına boğuntuya gelme” dizesinde; genel durum, toplumsal
sorunlar ve buna karşı insanın tutumunu anlatmak için hem sapma hem alışılmamış
bağdaştırma kullanmış, ayrıca dil mantık dizgesini kırmıştır.
Örneğin;
“Yadırgamadan gökyüzüne aşka acıkmaya alışkın
Zamansız gelme
elim kolum dağınıksa sarılamam”
Birinci dize doğrusal bir söyleyiş
olmadığı gibi sapma, alışılmadık bağdaştırma ve değinmece gibi söz sanatlarını
içermektedir. İkinci dize, doğrusal bir söyleyiş biçimindedir ve birinci dize
kadar yoğun değildir; buna karşın imgesel gücü ile imgelem yaratma gücü
yüksektir.
Sonuç olarak anlatım,
sıra dışıdır ve algı sarsıcıdır; özgündür. Çok iyi düzeydedir. Dahası çağının
en iyileri arasındadır.
4. SES KATMANI
Not: Tonlama ekseni ve ezgi ekseni, şiirsel ezgi eksenini doğurmaktadır.
Bunlar aynı eksen üzerinde hareket ettiğinden dolayı yinelemeye düşmemek için
şiir, “şiirsel ezgi ekseni” açısından incelenecektir.
Bu kıvırcık ateşten yalanlar 300.000
Kimi sularca inanıyorum kimi zulüm yakıcı
Çocuksu, deli deli zincirler boğuntusu gök
Elimde kolumda senin seslerin var gel de aldırma
Kadınları çıplak görüyorum koşup seni soyuyorum
Bir açıcı gerdanlık görsem boynun aklıma geliyor
bilemezsin
Seni kentlere seni bankalar seni seni 300.000
Seni zamansız ölümlere karşı koyuyorum hep aklımdasın
Yükün ağır, bir irisin bir ufaksın yetiştiremiyorum
300.000
Kapattığımız sağnak akşamları açtığımız sabahları
300.000
Elimden tut beni acar balıklara alıştır
Tekin durmayı öğret acıkmış aç kayalarda
Gel amansız pencereme perde ol kurtulayım
Yukarıdaki dizelerde,
-en-, -in- sesi, patlayıcı tonsuz -ş-, -k-, -c- ve -ç- sesi ile titrek -r- sesi
baskındır; bu seslerin harmonisiyle şiirsel ezgi doğabilir. Ayrıca -u-, -ı- -i-
-a- ve -e- sesi dengeli kullanılarak ses uyumuna özen gösterilmiştir. -in-
sesleriyle hem iç ses uyumu hem de dış ses uyumu oluşturulmaya çalışılmıştır.
Bu birimde 300000 fazla kullanılmış ve in sesiyle dış ses uyumunu oluşturuken
-üç- ve -yüz- sözcükleri söyleyiş zorluğu ve tonsuz patlayıcı sesler ile akıcı
sesler bir arada kullanıldığından şiirsel ezgiyi sıkıntıya sokmaktadır.
Şiirdeki ses akıcılığına engel olmaktadır. -k-, -ç-, -c- patlayıcı sesler yoğun
kullanılmıştır. Sesin anlamla bağıntısı vardır; olumsuz anlama bağlı olarak
patlayıcı ve titrek sesler fazlaca kullanılmıştır. Bunlar da şiirsel ezgiyi
zorlamaktadır. Yatay ses uyumu iyi olmasına karşın düşey ses uyumuna dikkat
edilmemiştir. Örneğin dizelerin son hecelerinde -in- sesi baskın olmasına
karşın -r- ve -a gibi akıcılığı bozan sesler kullanılmıştır.
Kalk ellerini yıka bize gidelim
Soyunur dökünür odalarda konuşuruz
Bir o kaldı 300.000
Odalara kapanmak odalarda konuşmak odalarda ölememek
Canımız çekerse sevişiriz de kalk gidelim
Üç sokak ötede bir ev var yeşil gibi sana onu
gösteririm
Konuşuruz sevişiriz dövüşürüz 300.000
Benim yırtıcı kuşlara tutkum işte bundan ötürü
Yadırgamadan gökyüzüne aşka acıkmaya alışkın
Zamansız gelme elim kolum dağınıksa sarılamam
Birimde -z-,
-ş- ve -ç- sesi oldukça baskındır. İnce seslilerle kalın seslilerin dağılımı
çok iyidir. Bu sesleri, -l-, -m- ve -r- gibi akıcı seslerle beslemektedir.
Diğer bir deyişle, tonlu patlayıcı ve tonsuz sızıcı sesleri -l-m- ve -r- gibi
akıcı seslerle besleyerek şiirsel ezgiyi doğurmaktadır. Bu birimde, birinci
birimde olduğu gibi ses akıcılığını bozan belirgin bir durum yoktur. Yani
frekans aralığının dışına taşan ses yoktur.
İç ve dış ses uyumu sağlanmış ve şiirsel ezginin altyapısı kurulmuştur.
Düşey ses uyumuyla yatay ses uyumunda patlayıcı ya da zorlayıcı bir kullanım
yoktur.
Senin ağustos çeşmeleri yüzüne özlemle eğiliyorum
Bir karşı durulmaz istek bir telaşla kendiliğinden
Bir serin renk anlıyorum aydınlık gözlerinden sorma
Sen zenginsin alırım tükenmezsin
Allah gelene kadar sen olursun şiirlerimde bu bir
Boş ver kavgalara kuruntu sorunlarına boğuntuya
gelme
-s-, -ş-, -z-
gibi sızıcı sesleri; -ö-, -ü-, -i- ince ve -l-, -m-, -r- akıcı sesleriyle
besliyor. Şiirsel ezginin oluşumunda önemli rol oynayan bu sesler, aynı zamanda
anlamla da bütünleşiyor. İç ses ve yatay
ses uyumu oldukça iyi ancak düşey ses uyumu aynı inceliği taşımıyor.
Ben adını demesem de anlıyorsun 300.000
Ü ç y ü z b i n
Cümbür cemaat aşka abanıyoruz.
Üç dize yukarıdaki ses
düzenini daha yumuşatıcı bir özelliğe sahiptir; bu dizelerde şiirsel ezgi
açısından belirgin bir durum yoktur.
Sonuç: Söz ve ses dizilimi
açısından baktığımızda, şiirsel ezgiye esas yatay ses uyumu çok iyi, düşey ses
uyumuna yeterince dikkat edilmemiştir. Şiirin anlam bütünlüğü açısından bunun
fiziksel bir durum olduğunu değerlendiriyorum. Şöyle ki; ilk birim kötü insanı,
ikinci birim biraz daha iyi insanı, üçüncü birim ise sevdiği insanı
anlatmaktadır. Dolayısıyla her birimin ses düzeni yüksek ton ve ritim ile düşük
ton ve ritme doğru ilerlemek zorundadır; şair de zaten şiirsel ezgi altyapısını
öyle kurgulamıştır. Kısacası bu durum, anlamsal ritim gereğidir. Bunu şöyle
özetleyebiliriz: Anlamsal ve dize içi ritim ile dizeler arası ritme esas ses
kurgusu çok iyidir. Şiirsel ezgiye esas ses altyapısı çok iyi düzeyde
kurulmuştur.
Şiir, üç temel
taşı üzerine kurulur; anlam, anlatım ve ses. Bu şiirde, üç katmanın birbiriyle
olan ilişkisi, dengesi ve armonisi (ses uyumu) çok iyi kurulmuştur. Ses konusu,
diğer katmanlara göre biraz göz ardı edilse de çağının akranları arasında ses
açısından en iyisi olduğunu söyleyebiliriz.
Şiirin ses
düzeninden ulaştığım en önemli sonuç şudur: Şair, birinci birimde yozlaşmış ve
paraya tapan insan topluluğuna içini acıtır derecede kızmasına karşın şiirde
kurduğu ses düzeninde bağırma ve aşağılama duygusu doğuran tonlama ve ritme
rastlanmamaktadır. Çağdaş sanatta aranan en önemli özelliklerden bir tanesi de
kanımca budur. Yapıt, okurun duygularını ses, anlam ve anlatımla ezebilir ama
ona dayatıcı ve öfkeli tavır göstermemelidir. Burada ayrıntıya girmeyeceğim,
kısaca şöyle diyebiliriz: Ses, şiirin duyusal dünyasını gösteren fiziksel bir
katmandır; anlamla bir arada değerlendirilmelidir.
5. ÇAĞRIŞIM KATMANI
a. Çağrıştırma Tabakası
Çağrıştırma tabakası, okurda anlamsal, işitsel ve
görsel uyaranlar ile yönlendirmeleri sağlayan varlıklar düzlemidir. Bu tabaka,
şiirde veya bir sanat eserindeki çağrışımı sağlayan gereçlerin oluşturduğu bir
alandır. Bir anlamda çağrışımı doğuran somut ve soyut veriler dizinidir.
Çağrışım çekirdeği ise okurun kültür ve bilgi varlıklarını uyandıran, okuru
daha geniş imgeleme taşıyan şiirdeki belirlenebilir söz varlıklarıdır.
İncelemenin bu aşamasından itibaren okurun şiirin varlık
katmanlarını algı biçimi esas konumuz
olacaktır.
Çağrışım
çekirdekleri;
Kıvırcık ateşten yalanlar/3000000/kimi zulüm yakıcı/deli deli zincirler
boğuntusu gök/ senin seslerin/Kadınları çıplak görüyorum/açıcı gerdanlık/boynun aklıma geliyor/kentlere/ bankalara/ bir irisin
bir ufaksın/Kapattığımız sağnak akşamlar/açtığımız sabahlar/acar balıklar/
acıkmış aç kayalar//amansız pencerem/ perde ol/Kimi sularca/yükün ağır/tekin
durmak//
Odalarda
ölememek/yeşil gibi/üç sokak ötesi/yırtıcı kuşlar/aşka acıkmaya alışkın/elim
kolum dağınıksa//
Ağustos
çeşmeleri yüzüne//Bir serin renk/zenginsin/alırım tükenmezsin// boğuntuya
gelme/ kuruntu sorunlarına//
Yukarıya
çıkarılan çağrışım çekirdeklerinin her biri, hem istenen yönde çağrışım yapma
yeteneğine sahiptir hem de rastlantısal anlam alanı kurma yeteneğine sahiptir.
Buna bağlı olarak şiir, yüksek düzeyde Çağrışımsal İmgelem yeteneği
taşımaktadır. (İleride açıklanacak)
Örneğin,
ağustos çeşmeleri yüzüne alışılmadık bağdaştırmasından yola çıkan okur, ağustosta suyu kesilen
çeşme anlayabilir veya gürül gürül akıp sıcakta insanı susuzluktan kurtaran
çeşme şeklinde bir çağrışıma gidebilir.
Alında her
sözcüğün bir çağrışım gücü vardır; ancak burada imgesel değer taşıyan söz ve
söz tamlamalarını esas almak durumundayız. Yukarıda çıkarılan söz ve söz
tamlamaları, daha geniş çağrışım gücüne sahip olanlardır. Amacımız, Çağrışımsal İmgelem Tabakası ve Rastlantısal İmgelem Tabakasını belirleyerek şiirin çağrışım ve imgelem yaratma
gücünü ortaya çıkarmaktır. Yani şiirin insan üzerindeki ETKİSİNİ ortaya
koymaktır; şiirin etkinliğini.
b. Çağrışımsal
İmgelem Tabakası
Çağrışımsal imgelem tabakası, şairin yönlendirdiği
uyaranlar ile okurun kendi yaşamsal varlıkları, kültürel değerleri ve
belleğinde kaydedilmiş görüntüler üzerine yaslanarak zihninde yeni görüntüler
ve yeni duyusal durumlar yaratma alanıdır. Okur ve yapıt arasında oluşan
imgelem süreci vardır; algı-anlama-düşünme sonucunda mutlak oluşan/yaşanan bir
durumdur.
Çağrışımsal
imgelem her okura göre değişiklik göstereceğinden bunu birkaç örnekle
açıklamaya çalışalım.
Çağrışım
çekirdeklerini ele aldığımızda örneğin;
Kıvırcık ateşten yalanlar: Dönemin toplumsal, yaşamsal, siyasal ve ekonomik
koşullarına okur zihnini yönlendiren geniş bir çağrışım yelpazesi vardır. Okur,
belleği ve yaşamsal algıları oranında imgeleme ulaşacaktır bu alışılmadık
bağdaştırmadan. Bunun çağrışımıyla; ezilmişliğini, kelepçelendiğini veya
yalandan dolayı belleğinde yer etmiş kötü olayları zihninde yaşamaya
başlayacaktır. Şair, içinde sıkıntı çekilerek yaşanan tutum ve yoz bir ortamdan
söz etmektedir ve bu okuru kavrayacak bir konudur. Çok sayıda örnek
verilebilir. Her kişinin yaşamsal birikimine göre değişen bir imgelem yaratma
gizilgücü vardır.
Boynun aklıma geliyor: İlk bakışta cinselliğe yönelen bir çağrışım saçağı
vardır; ne var ki şiirin anlam bütününden bunun cinsellik olmadığı, idamdan söz
edildiği düşünülebilir veya okur algısına göre anlam değişebilir. Tarihteki
idamlara kadar giden bir imgelem yaratabilir. Örneğin ben “boynun aklıma
geliyor” sözünü ilk okuyuşumda düşünmeksizin Adnan Menderes’in idam
sehpasındaki fotoğrafı gözümün önüne geldi. Şiir nerede, bu olay nerede? Başka
biri, Deniz’lerin idamını düşünebilir veya daha farklı… (rastlantısallık ve çağrışımsallık)
Acıkmış aç kayalar; alışılmadık
bağdaştırması, okurun başından geçen olaylardan başlayıp belleğinde yer eden
önemli olaylara kadar çağrışım yaratabilir. Aç ama yalnız kendisini ve yemeyi
amaç edinen, diğerlerine karşı son derece sert olan, onları kullanan insan ve
parasal kaygıya dayandırılmış toplumsal düzeni düşünmeye yöneltmektedir.
Alışılmadık bağdaştırmalar, okurun yaşamını ve belleğinde yer alan yaşamsal
anılarını canlandırır; çağrışımsal imgelem yaratırlar ve okuru değişik
düş/düşünce katmanlarına yollarlar. Bu şiirde sınırlanması olası olmayan
çağrışım yeteneği vardır ve buna bağlı olarak okurda yaratacağı çağrışımsal
imgelem çok geniştir.
Şiirin söz
dizilimine ve imge kurgusuna baktığımızda, okurda yaratacağı çağrışımsal
imgelem tabakasının çok geniş bir düzlemde olduğu, böyle bir şiirin ancak
donanımlı bir şair imgeleminden doğduğunu söyleyebiliriz.
Sonuç olarak
şunu diyebiliriz: Şiir; örtüktür ve ilk okuyuşta çağrışımsal imgelem oluşturma
yeteneği az görülebilir. Şiirin, tarihten toplumsal olaylara, oradan ikili aşk
ilişkisine kadar açılan ve çağın sorunlarının çözümüne yönelen geniş/bütünlüklü
bir anlam alanı vardır. Şiir yalın, algı sarsıcıdır; alışılmadık bağdaştırma ve
imge açısından çok güçlüdür. Buna bağlı olarak, okurda yoğun olarak çağrışımsal
imgelem yaratma gizilgücü taşımaktadır.
c.
Rastlantısal İmgelem Tabakası
Rastlantısal İmgelem Tabakası, şiirdeki çağrıştırma
tabakasına bağlı ya da bağımsız söz varlıklarından esinle okur tarafından
ulaşılan, eserde beklenmeyen ve kastedilmeyen imgelem olanaklarıdır. Şiirdeki
bir sözcükten ulaşılabileceği gibi tamlama, dize veya şiirin bütününden
ulaşılabilen bir imgelem sürecidir.
Bu tabaka,
rastlantısal anlam tabakası gibi, okurun donanım, deneyim ve belleğinin durumuna
bağlıdır. Bu yüzden, birkaç örnek ile açıklayarak gerisini okurun alımlama ve
imgelem yetisine bırakalım. Bir anlamda şiirdeki çağrışım çekirdeklerinin
okurda yarattığı imgelem şiirin çağrışım yelpazesi içinde olmayabilir.
Örneğin, “Sen zenginsin alırım tükenmezsin”
dizesini ele alalım. Buradaki “sen” okurun alımlamasına göre zengin ve yetki
olarak güçlü bir kişiyle özdeştirilebilir veya hoşgörülü bir insanı
anımsatabilir. Oysa şair burada, toplumsal olaylara duyarlısın ve toplumu
ilgilendiren konularda yeterince donanıma sahipsin demektedir. Buna karşın
okur, maddi zenginlikle ilgili bir imgelem dünyasına yönelebilir; çünkü okurun
bilinçaltına kadar işlemiş olan para kazanma kaygısı imgelemin bu alanda
kurulmasına iter.
Şair
“Kapattığımız sağnak akşamlar açtığımız sabahlar” derken bir kadınla geceyi
kapatmış sabah onunla uyanmış olmaktan söz etmiyor. Okur böyle bir imgeleme
yönelebilir. Bana göre, kurtuluş savaşı gibi tarihteki ölüm kalım savaşlarından
ve yerine yıkılan kurulan devletlerden söz etmektedir. Bunu tam tersini
söyleyecek olursak; şair böyle demek istememiş ancak ben böyle bir sonuçla
tarihin derinliklerine ilişkin bir imgelem dünyasına girmişsem, çıkarımım ve
sonunda ulaştığım imgelem alanı rastlantısal imgelemdir. Veya okur olarak ben
böyle bir imgelem evrenine girmedim de kendi yaşamında iyi ve kötü günlerime
ilişkin bir imgelem kurdum. Bu da rastlantısal imgelem alanına giren bir
sonuçtur.
Çağdaş sanat
anlayışında yapıtın okurda yarattığı imgelem dünyası ne kadar geniş ve
rastlantısal ise yapıt, o kadar güçlüdür, demektir. Ayrıca anlamsal genişlemeye
açık demektir. Çoğul anlam ve ileti yeteneği var demektir. Estetik kaygıyı o
denli tetikleyeceği anlamına gelir.
Şiirdeki bütün
çağrışım çekirdeklerini ayrı ayrı incelemeden şunu söyleyebiliriz: Sözcük
seçimi, söz sanatları ve imgeler, özellikle alışılmadık bağdaştırmalar, dizeler
ve şiirin bütünü; sayısı belirlemeyecek kadar çok rastlantısal imgelem yaratma
gücüne sahiptir. Şiirde eksiltili anlatım ve örtük dil fazlaca kullanılmıştır.
İşte bu durum, okurda rastlantısal imgelem doğurma gizilgücüne artırmaktadır.
Hatta şiir, örtük kullanım sayesinde o kadar geniş anlam alanına sahip ki
rastlantısal imgelem yaratma gücü neredeyse sınırsızdır.
Rastlantısal
anlam, rastlantısal imgelem ve buna bağlı olarak oluşan çağrışmsal
imgelem, şiirle okur arasındaki alımlama ve etkileşimden doğan mutlak bir
süreçtir. Türk şiirinde ve sanat dünyasında başka şekillerde anlatılmaya
çalışılsa da buradaki oluş ve işleyiş süreci sanat evreninde tam olarak
tanımlanmamıştır. Yapıtın algılanması ve alımlanmasından estetik hazzın
doğumuna kadar olan süreç, bu üç tanımlamayla karşılanabilir düşüncesindeyim.
İşte bir şiirin sanat değeri, buralarda aranmalıdır.
6.
COŞUM KATMANI
Coşum, şiirde incelediğimiz beş katmanın okurda
yarattığı toplam duygulanım sürecidir; estetik haz/estetik beğeni doğmadan önce
okur duygularındaki duyarlılık ve taşkınlık durumudur. Başka bir deyişle, estetik
beğeniden önce izleyici/okur duygularının belli bir kıvama ulaşmasıdır.
Şiirdeki anlam
duygu değeri, anlatım sıra dışılığı, sarsıcılığı ile çağrışım zenginliği;
okurda duyarlılığı artıracak ve duygulanımı tetikleyecek niteliğe sahiptir.
Bu şiirde anlam ve anlam
çevresinde kurulan imgeler, duyarlı olduğumuz bir konu ile ilişkilidir.
Toplumsal yaşama karşı duyarlılığın resmidir. Ülke ve insan sevgisinin
dışavurumudur. Dolayısıyla duygu değeri oldukça yoğundur ve okurda duygulanım
ve duyarlılık yaratma gizilgücü yüksektir. “Gel amansız pencereme perde ol
kurtulayım//Konuşuruz sevişiriz dövüşürüz 300.000//Senin ağustos çeşmeleri
yüzüne özlemle eğiliyorum” dizeleri şairin duyarlılığını, bu duyarlılıktan
doğan sinerjiyi okurla buluşturmaktadır. Dolayısıyla okurda duyarlılık yaratma
yeteneği yüksektir. Okurda bu duyarlılık yaratılabiliyorsa estetik hazzın doğum
sancısı başlamış demektir. Estetik değer, duyulur duruma gelmiştir, demektir.
Gerçek anlam tabakasında,
alışılmamış bağdaştırma, sapma ve imgeleri çıkardık. Neredeyse bunların her
biri okurun derinliklerine saplanacak söyleniş biçimlerine sahiptir.
Bilindiği gibi şiirde salt
anlam değil; anlamın nasıl iletildiği (anlatıldığı) de önemlidir. Bu şiirde
anlamdan ziyade duygu yoğunluğunun anlatım katmanında yoğunlaştığını
söyleyebiliriz. Anlatımın sarsıcı ve etkileyici olması, diğer şiirlerden
ayırıcı bir yanının olduğunu gösterir. Şiir; anlam, anlatım ve ses ile okurun
duygularını ezebiliyorsa, duygu değerini yeterince okura geçirebiliyorsa her
sanatta olduğu gibi başarılı eserdir; coşumu yüksek demektir.
Anlatım; sıra
dışı, algı sarsıcı ve yalındır. Okuru kavrayan ve okurun duygularını ezen bir
dil kullanmıştır şair. Bu yüzden coşumu sağlama gücü oldukça yüksektir.
Okurda coşumu
sağlayan en etkin fiziksel varlık şiirsel ezgidir. Şiirsel ezgiye esas ses,
düşey ses dengesi dışında çok iyi seviyede kurulmuştur. Ses, anlam ve anlatım
üçlüsünün sinerjisi; şiiri okur üzerinde daha da etkili duruma getirmiştir.
Şiirin çağrışım
gücü, çağdaşlarına göre çok yüksektir; rastlantısal anlam ve çağrışımsal
imgelem yaratma gücü sınırsız denecek kadar geniştir. Çağdaş sanat eserinde
aranan en temel özellik budur. Okurda duygulanım ve duyarlılık sürecini
yaşatacak en duyarlı anlam alanı tem olarak ele alınmıştır; bu da coşum
katsayısını artıran bir durumdur.
Tutku, duygu
ve özlemlerini; yalın, içtenlikli, özgün, özlü bir biçimde anlatmıştır. İlk
bakışta şiirde lirizm yok gibi görünmektedir; oysa şiirin anlam alnına
girildiğinde lirizm varlığı ortadadır. Şairin toplumsal olay ve olgulara karşı
duyarlılığı, hatta yaşama evrensel bakışı dizeler aracılığıyla doğrudan okura
yansıtılmaktadır.
Sonuç olarak; şiirin
coşum değeri çok yüksektir.
7. ESTETİK KATMANI
a. Şiirdeki Estetik Değer Tabakası
Şiir ile okur
iletişime geçtiğinde, yapıtın üzerinde iyi, yüce, oran, simetri, güzel, uyum
gibi kavramların toplam değerini hissederiz ki buna sanat eserindeki “estetik
değer” diyebiliriz. Anlatım, ses, anlam, çağrışım ve coşum, hoşlanma ve haz
duygusunu harekete geçiriyorsa şiirde estetik değer güçlüdür sonucuna
ulaşabiliriz.
İnceleme
sonuçlarına dayanarak şiiri estetik değer açısından
ele aldığımızda; ‘tem’in duygu değeri ve duyarlılık yaratma gücü oldukça
yüksektir. Anlatım yalın, sarsıcı ve etkileyici dil ile kurulmuş, yüzeysel
bakıldığında duyumsanmasa da lirik bir söyleyiş yaratılmıştır. Şiirde insanın
en duyarlı olduğu konular ele alınmış, her okurda duyarlılık yaratacak gerece
sahip kılınmıştır. Ses uyumunda göz ardı edilebilecek birkaç zayıf nokta hariç
şiirsel ezgi iyi seviyede kurgulanmıştır. Şiirin coşum değeri, duyarlılık
yaratma yeteneği oldukça yüksektir. Anlam ve anlatım temanın uzağına taşmadan
örgütlenmiştir; buna karşın şiirin anlam, rastlantısal anlam ve çağrışımsal
imgelem alanı oldukça geniştir. Şair
açık açık söylemediği halde okurun anlam kapsamından ulaşacağı imgelem
olanakları güçlüdür. Şiir; ses, anlam ve anlatım bakımından okur üzerinde etki
kurabilecek zenginliktedir. Sonuç olarak;
Alışılmamış
bağdaştırmalar, imge örgüsü, sapmalar, dil kullanımındaki sıra dışılık, şiirsel
ezgi, rastlantısal anlam derinliği, çağrışımsal imgelem gücü, insanlığın
duyarlılığını tetikleyecek anlam alanı, özgünlük, öz-içerik ve biçim bakımından
sadelik, şiirde estetik değer varlığına gösterilecek ögelerdir. Bunlara
dayanarak; “Şiirde estetik kaygıyı tetikleyecek donanım vardır ve şiir
yüksek estetik değere sahiptir” diyebiliriz.
b. Okurdaki
Estetik Algı Tabakası
Estetik algı ve estetik değer yargısı, insanın yaşamsal algıları ile bir bütündür.
Her insan zihni bu algı ve yargı için hazırdır. Şairin okurda hazır olan bu
estetik algı ve yargıyı doğru harekete geçirmesi ve uygun yönetmesi gerekir.
İnsan güzeli arar, güzele ihtiyaç duyar, mutluluk ve geleceğini güzellikte
bulacağına inanır; güzellik kaygısı aynı zamanda dürtü ve güdülerin
yönlendirdiği bir gerçektir. Bunun adına da “estetik kaygı”
denir. Estetik kaygı; kültür, bilgi, birikim, toplumsal olgular, yaşamsal
değerler ile yaşamsal süreçte yeniden yapılandırılır. İşte bunlar estetik
algının duyarlılığını güçlendirir ve algıyı daha etkin işler hale dönüştürür.
İnceleme
sonuçlarına baktığımızda; şiir, okurdaki estetik algıyı uyaracak ve ortalama
bir okurun anlama-düşünme-duygulanım sürecini tetikleyecek nitelikte olduğunu
söyleyebiliriz. Bu kanıya varmamızı sağlayan gereçler: Şiir, yazıldığı dönemin
sorunlarını çok iyi yansıtmıştır. Okurun duyarlı olduğu bir konuyu gerçekçi ve
sıra dışı biçimde ele almıştır. Okuru sorunlarıyla bütünleştirmiştir. Ekonomik
koşullar ve sosyal yaşamın insanda yarattığı travmaya merhem gibidir. Ayrıca
okurun estetik kaygısını sarsacak, onu hayranlığa taşıyacak etkenler oldukça
fazladır.
Okur, emeğe
saygısızlığa duyarlıdır; çünkü emeği gasp edilendir. Ekonomik koşulların yarattığı yaşam biçimine
tepkilidir; içinde yaşayandır. Kaygılı ve yalnızdır; insana değil maddi kazanca
değer verilmektedir, bundan sürekli zarar görendir. İşte bu kaygılarının öz ve
özgün dile getirilişi, okurun ilgisini çekecek, algı-anlama-düşünme sürecini
tetikleyecek ve estetik yaşantıya girmesini sağlayacaktır. Başka bir
söyleyişle, okurun hazır olan estetik kaygısına daha duyarlı gereçlerle
dokunulmuştur. Ona çıkış yolu göstermiş ve umut vermiştir.
Bunlara
dayanarak şu sonucu çıkarabiliriz: Şiir; okurun estetik algısını harekete geçirebilecek
yeterli donanıma sahiptir. Okur, içinde yaşadığı toplumsal sorunlarla yüz yüze
getirilmiştir.
c. Durumsal
Estetik Değer Tabakası
Şiire yansıyan, okur ve şairin düşünsel ve duyusal
dünyasının oluşumunda etken olan durumların (ortam, uzam,
coğrafya, teknik, zaman, eğitim, kültür ve bilgi birikimi gibi) ortaya
koyduğu toplam estetik değer ve estetik algıyı “Durumsal Estetik Değer
Tabakası” diye tanımlıyorum. Başka bir deyişle, bu tabaka tarihsel
birikimlerden güncel çıkarımlara, ortamdan zamansal değişime kadar olan
görüngülerin yaşama yansıdığı ve ayrıca zihinde canlandığı bir sonuçtur.
Bu tanımlama
ve inceleme sonuçlarından yola çıkarak;
Okur,
duyularını uyaran etkileşimlere karşı her zaman açıktır; ancak duyuların
uyarılması sonucu etkileşim, inanç ve ideolojik ön kabuller gereği görecelidir.
Okurun estetik algısı; yaşam, nesne ve evren arasındaki ilişkileri görme/okuma
biçimine bağımlıdır. İdeoloji, inanç, kültür ve bilgi birikimi gibi etkenler,
estetik beğeniyi sağlayabilir ya da şiirin tamamen reddine yol açabilir. Her ne
kadar basmakalıp düşünce sahipleri bunu başka bir açıdan görse de sanat
eserinin asıl hedefi okurdur. Sanat veya şiir; sanatçı, yapıt ve okur
(alıcı/izleyici) üçgeninde bir değer taşır. Öyleyse, buna göre ele aldığımızda
durumsal estetik değer konusunda nasıl bir sonuç ortaya çıkar?
“Kapattığımız sağnak akşamları açtığımız
sabahları 300.000 / Elimde kolumda senin seslerin var gel de aldırma / Kalk
ellerini yıka bize gidelim” dizelerini şaire
söyleten, yaşadığı çağın sorunları değil midir?
Şairde yarattığı aşırı yoğunlaşma değil midir?
İnceleme
sonuçlarına göre, ortalama okur için estetik yargı olumludur ve şiirin estetik
değeri yüksektir. Ancak “Allah gelene kadar” sözü, bir kısım bağnaz okurda
itici bir durum oluşturabilir; ancak bu dize yerine tam oturmuştur. Estetik
beğeninin göreceliliği gereği, bağnaz yargıya sahip insanlar için estetik değer
ve olumlu estetik yargıdan söz edemeyiz.
Not: Şair elbette okurun dünya görüşünü dikkate
almamalıdır; kendi imgeleminin kurduğu eseri ortaya koymalıdır. Ancak eseri
incelerken, sağlıklı bir çözüm için okurda doğuracağı etkiyi her yönüyle
sorgulamalıyız.
İdeolojik veya dinsel
yaklaşımı tutucu olan bir şairin imgeleminden doğan şiir de çağdaş okur için
aynı sonucu ortaya koyacaktır. Ortam, uzam, coğrafya, teknik, zaman, eğitim,
kültür ve bilgi birikimi gibi etkenler; şair, şiir ve okura yansır. Bu durumda
estetik algı ve yargı, görecelidir. İşte bu düşünceden hareketle,
“durumsallık”tan söz ediyoruz.
Bunları
dikkate alarak sağduyulu bir yaklaşımla; şiir, çağıyla özdeştir, insanıyla
bütünleşmiş bir görünümdedir. Dolayısıyla “durumsal estetik değeri” yüksektir;
çağın sorunları, yaşam biçimi ve insanıyla bütünleşiktir. Toplumsal olgu ve
olaylar, şairin şiirini bu yönde kurmasına neden olmuştur.
Sonuç olarak:
Şiir, estetik değere sahiptir. Okur, şiirin temasına karşı duyarlıdır.
Koşullar, şair, şiir ve okur üzerinde etkilidir.
8. SONUÇ
Çözümlemeden
sonra şiirde göze çarpan en önemli özellik; anlam bakımından tutarlılık,
bağlaşıklık ve metinler arası ilişkiye üst seviyede önem verilmiş olmasıdır.
Diğer bir söylemle şiir, anlatım, anlam, çağrışım ve biçim bakımından
bütünlüklü ve çağdaş insanın toplumsal yaşamını üst düzeyde şiirsel bir dille
resmedebilir niteliktedir. Şiirdeki katmanların birbiriyle ilişkisini bu denli
dengeli kurabilmek; güçlü donanım, zengin imgelem ve farklı bir görme biçimi
gerektirir. Yani şiirin kurgusu, şairin yaşamsal ilişkileri çözmüş bir düşünce
adamı ve farkındalıklı bir sanat anlayışına sahip olduğunu gösterir.
Şairin; dünya,
nesne, yaşam, toplumsal yaşam, çağ ve insan ile aralarındaki ilişkiyi okuma
yeteneği çok yüksektir. Bire bir anlatım tekniğini kullanmamış, “yansımanın
gerçekliği[31]”ni
ve sözcük ve tamlamaların çağrışım gücünü esas alarak şiirini kurmuştur. Yalın,
sıra dışı, algı sarsıcı ve etkileyici bir dil kullanmıştır. Şiir etki ve
duyarlılık yaratma açısından oldukça başarılıdır. Anlam alanı oldukça örtük
olmasına karşın her okurun kendisine bir şeyler alabileceği çoğul ve
rastlantısal anlam/imgelem olanağına sahiptir şiir. Sözcük seçimi ve ekonomisi
çok iyidir. Anlatım, anlamı güçlendirirken anlam da anlatıma yönelmiştir.
Şiirde algı yönetici, dayatıcı ve öğretici bir dil kullanılmamış,
şiirsel/sanatsal bir anlatım sergilenmiştir. Şiirin çağrışım gücü, her okurda
farklı alanlarda imgelem doğurma yeteneğine ve sanat yetkinliğine sahiptir.
Şiirde; biçim,
anlam ve anlatım çok iyi seviyededir. İmge yoğunluğu ve anlam bütünlüğü
dengelidir. Anlamsal ritim uygun kurulmuş; ritme bağlı olarak ses yüksek tondan
düşük tona doğru oluşturulmuştur. Daha genel anlatırsak şiirsel ezgi, yüksek
frekans aralığından düşük frekans aralığına doğru kurulmuştur; bu ses kurulumu
da anlama bağlıdır. Etkin ve yetkin bir şiirdir. Daha doğrusu, kendi alanında
Üçyüzbin şiiri çok iyidir, diyebiliriz. Şiirsel ezginin sürekliliğini ve
akıcılığını belirli frekans aralığının dışına taşıran birkaç göz ardı
edilebilir ses kaybı vardır. Ancak bu durum, anlam ve anlatımın gücüyle
duyumsanamayacak düzeye çekilmiştir. Coşum değeri çok yüksektir; ne var ki şiir
anlamsal olarak örtük ve kodludur. Bu yüzden, her okurda aynı düzeyde coşum oluşturabilme
yeteneğinden ödün vermektedir. Böyle olmasına karşın her okur için şiirden
alımlanabilecek çok şey vardır. Şiir; toplumcu bir bakış açısıyla yazılmış,
çağına ve çağdaş sanat anlayışına uygundur. Yakın tarihin toplumsal olay ve
olguları, örtük bir biçimde şiire giydirilmiştir. Dönemin toplumbilimsel ve
ruhbilimsel özelliklerini çok iyi yansıtmıştır. Bir alamda şiir, doğum yerini
ve doğduğu çağı çok iyi betimlemiştir.
Anlam, dönemin
koşullarını ve insan davranışlarını bütünlüklü bir biçimde yansıtan bir tema
üzerine kurulmuştur. Çok iyi düzeydedir.
Yatay ses
kurgusu çok iyi düzeyde, düşey seste göz ardı edilebilir patlamalar vardır; ses
iyi düzeydedir.
Anlatım, sıra
dışı, sarsıcıdır; dil kullanımı özgün ve okuru bağlayıcıdır. Üst düzey bir
anlatım tekniği vardır.
Rastlantısal
anlam alanı çok geniştir. Çağrışımsal imgelem yaratma gizilgücü çok yüksektir. Rastlantısal
imgelem doğurma gücü çok yüksektir.
Şiirde coşumu
artıran ve estetik değer varlığını kanıtlayan çok fazla gereç vardır.
İnceleme sonuçlarına
dayanarak: Şiir, “yüksek estetik ve sanatsal değere sahiptir.”
Üçüncü Bölüm
Eleştirmen ve şiir eleştirisi, kitabımın son bölümüne yer almıştır. Eleştiri; zor, ayrıntılı ve geçekten deneyim
isteyen bir alandır, ayırdayım. Hangi sanat alanı olursa olsun, o alanda altı
dolu eleştiri yapabilmek veya görüş ileri sürebilmek için; literatüre egemen
olmak gerekir. Birikimli, deneyimli ve derin yazın kültürüne sahip olmayı
gerektirir.
Yazın ve sanat tarihinin derinliklerine eleştirel gözle baktığımızda,
yıllanmış sorunlar içinde buluruz kendimizi. Modern sanat öncesini saymazsak,
19. Yüzyıl ortalarından beri evrensel ve evrimsel bir sanata doğru yol
aldığımızı delil göstermeksizin söyleyebiliriz. Bugün ise insanın, düş
olanakları ve imgelem zenginliği oranında sanat ürettiğini görüyoruz. Bu arada
pek çok sanat dalının da örgün eğitimi olduğunu ülkemiz ve dünyadaki eğitim
kurumlarından biliyoruz. Eğitim kurumlarını, bireysel ve topluluk
çalışmalarını, belediye, vakıf ve dernek gibi tüzel kuruluşlar bünyesinde
yapılan sanatsal etkinlikleri de dikkate aldığımızda, aslında sanatsal ve kültürel
olarak büyük bir sistemin içinde olduğumuzu söyleyebiliriz.
Sanatsal ve kültürel etkinlikler, dünya genelinde pastada yüksek payı
olan teknolojik sektörler yaratmıştır. Bunlar, aynı zamanda ekonomi ve toplum
davranışları ile karar süreçlerini yöneten sistemlerin ilk sıralarında
gelmektedir. Yani sanat, yeniden yapılandırmaya hatırı sayılır oranda katkı
sağlayan bir sistemler bütünüdür.
Böylesi etkin bir sistemin kendi özel alanları ve özel alanlarının da
kendi içinde eğitim, gelişim, dönüşüm ve geri bildirim (eleştiri) gibi çabaları
olmalıdır. Kültürel ve sanatsal etkinliklerin gelişmesi, dönüşmesi ve yapıcılık
kazanması; eleştiri, uygulama ve geri bildirimle kendi kendini yenileyebilme
yeteneğine bağlıdır.
Şiir eleştirisi, diğer dil sanatlarında olduğu gibi edebiyat eleştirisi
bağlamında ele alınabilir; çünkü şiir dil ve yazının temel kuramlarına göre
hareket eden bir etkinliktir. Ancak şiir; roman, öykü, oyun, masal gibi diğer
dallara göre daha ayrıcalıklıdır; sanatsal yaratıcılık, dil kullanım kıvraklığı,
daha kolay soyutlama özelliği, imgelem sınırsızlığı, az söz çabası ve kural
kırıcılığı açısından daha esnektir. Bir anlamda düşüncenin ve imgelemin
sınırsızlığına koşut olarak, şiir her biçimde yoğurulmaya ve biçimlendirmeye
karşı olumlu yanıt verir. Çağdaş sanatın en temel özelliklerinden olan ve
estetik biliminin de ön sıralara koyduğu, “sanatın mantığı sarsıntıya uğratma
işlevi” diğer sanatlara göre şiirde daha kolaydır, daha vurucudur.
Şiir sanatının, kendi disiplini altında örgün bir eğitiminin ve ayağı
yere basan bir eleştiri sisteminin olmadığını biliyoruz. Lise ve Edebiyat
fakülteleri gibi örgün eğitim kurumlarındaki şiir sanatına ilişkin eğitim
kapsamı ve düzeyini açmaya hiç gerek yoktur. O yüzden şiir sanatı ve eleştirisi
konusunda bugün uygulama ne aşamadadır ve biz bu işin neresindeyiz, diye
sormalıyız. Şöyle genel görünüme baktığımızda hiç iyi bir yerde durmadığımızı
kötümser olmamakla birlikte söyleyebiliriz. Bu, neden böyle? Çünkü şiir sanatı
bununla birlikte eleştiri sistemi, çok ölçütlü ve çok boyutlu bir etkinliktir.
Donanım gerektirir, yaratıcılık gerektirir, olgu ve olayları daha farkındalıklı
okumak gerektirir; polimat olmayı zorunlu kılar. Yalnız yazın kuramları,
eleştiri kuramları ve dil kuramları veya usta çırak yöntemi uygulamalarla şiir
eleştirisinde iyi sonuçlara ulaşmak zordur.
Akademisyeni, şairi, yazarı, eleştirmeni ve düşünürü aynı hamurdan
oluşur; bireysel yönü ağırdır, yaratıcılık seviyesi daha iyi olabilir ancak
birbirinden çok farkı yoktur. O nedenle tekelciliği, düzeltme hastalığını ve
şiiri ben bilirimciliği öteye itip, şiir ve şiir eleştirisini daha yetkin
verilerle ele almalıyız. Eleştiriyi ciddi bir iş olarak görüyorsak, şiir
sanatının olmazsa olmazları arasında görüyorsak daha yetkin, altı dolu ve
bilimsel çözümler ileri sürmeliyiz. Şiir, eğlence için yazılan bir metin
değildir. Bütün sanatların temel değerlerini taşıyan kocaman bir sanat
evrenidir; insan dünyasını ve estetik kaygısını müzikten sonra en kolay ele
geçiren düşünce-dil sanatıdır.
Şiir eleştirisi ve şiire yönelik yorum yapma yetisini kendinde bulan iyi
yetişmiş eleştirmenlerimiz elbette yeterince vardır. Şiir dünyasında uzun
yıllara dayalı ağır aksak oluşmuş bir edebiyat eleştiri kültüründen de söz edebiliriz.
Sanatın, önyargısız olmak kaydıyla eleştirinin ve üretilmiş iyi bilginin her
türüne saygım sonsuzdur. Maksadım burada eleştirmek, adı belli olma yarışını
kazanmak veya sanat dünyasında pek çok kişinin yaptığı gibi bir diğerini
çekiştirerek kendime pay çıkarmak değildir. Bu kitabın ana konusu, eleştiri ile
mutlak bağıntılıdır ve benim için zor olan “Eleştirmen ve Şiir Eleştirisi”
konusunu uzun zaman araştırmak zorunda bırakmıştır. Şunu hemen söylemeliyim: Ne
Batı kaynaklarında ne de Türkçe kaynaklarda sanat eleştirisi ve eleştirmen konusunda,
özellikle şiire yönelik nesnel eleştiriyi eli ayağı düzgün açıklayan yayınla
karşılaşmadım dersem abartmış olmam. Eleştiri konusunda yazılmış çoğu
kaynaklar, özellikle denemeler; genelleme, temenni, yerme, örnek çözümleme veya
sataşma türündedir. Bu, Türk şiiri ve sanatı açısından üzücüdür. Sanat, şiir ve
eleştiri; güdümü, kuralcılığı, doğru-yanlış karşılaştırmasını, kısacası daha
disipliner bir mantığı bünyesine sığdıramaz. Bu doğasına aykırıdır. Ancak eleştiri; aynı zamanda anlamlandırma,
gizli kalan yerleri açma, eserin etkinliğini ve yetkinliğini görünür kılma,
görmeyi güçlendirme, değerlendirme ve sezgi yetisini yöneltme işidir. Diğer
taraftan şairi ve sanatçıyı yetiştirmenin en etkin yoludur. Özellikle
şairler/sanatçılar için yetkin ve vazgeçilemez bir eğitim türüdür; ne var ki bu
eğitim türünü olması gerektiği gibi gören sanat ve şiir yolcusu çok azdır.
Eleştirinin asıl eğitim yönü önemlidir. Bütün sistemlerin gelişim hızı,
değerlendirme, anlamlandırma, geri bildirim ve eğitimle sağlanır; deneyimle
güçlendirilir. Türk yazınını bir sistemler, hatta sezgi gerektiren bir
sistemler bütünü olarak ele alırsak aynı mantık geçerlidir.
Konuyu az çok inceleyen bir kişi olarak, eleştiri ve eleştirmen konusunda
yazdıklarım, benim felsefi ve çözümsel yaklaşımımdır. Her şeyden önce
eleştirmenlerin alanına girmek zorunda kaldığım için deneyimli ve yaşamını bu
uğurda harcamış ustaların affına sığınıyorum. Kitabımın temel konusu olan şiir
çözümleme tekniğinin temel maksatlarından biri de nesnel ve bilimsel bir şiir/yazın
eleştirisidir. Bu nedenle:
Gerek eleştiri dünyası gerek şiir dünyasında maksadım, kültür endüstrisi,
dinsel ve ideolojik taraftarlık dediğimiz zihin baskı yöntemlerini anlaşılır
kılmak ve eleştirinin hak ettiği değere ulaşmasına öngörebildiğim oranda katkı
sağlamaktır.
Şiir çözümleme tekniği, şiir eleştiri akış sürecinde temel bir
gerekliliktir. Bu teknik, nesnel eleştirinin daha ağırlıklı kullanılmasına ve
şiirde çok önemli ayrıntıların açığa çıkarılmasına olanak sağlamaktadır. Başka
bir söylemle, şiirin örtük alanları ile etkisinin ortaya çıkarılmasında ve geri
bildirimle şiirin mükemmelliğe doğru evrilmesinde, nesnel ve bilimsel
eleştirinin temelini oluşturmaktadır.
Eleştirmen şaire cesaret verendir. Şiire daha bilinçli bakmasını sağlayandır.
Buna bağlı olarak şiirin, şiir olmaya yönelmesinde, şiirde paradigma değişimine
giden kavrayışın altyapısının oluşturulmasında etkilidir. Çünkü sanatta,
kendini kabul ettirmiş ve sözü dinlenir duruma yükselmiş sanatçı ve
eleştirmenlerin sözü yasa gibi algılanır.
Bizde şiir ve sanat bilgisi, usta çırak usulü bir yöntemle öğrenilir,
deneyim kazanılır ve sanat bilimine çoğunlukla pay verilmez. İşte bu yüzden
kanaat önderlerinin yorumları, çiçeği burnunda şairler için oldukça etkilidir.
Ayakları yere basan şiir eleştirisi de…
Bu kadar araştırmada sonra bende oluşan kanı şudur: Gerek eleştiri olsun
gerek eleştirinin eleştirisi olsun bunlar, edebiyat sisteminin olmazsa
olmazlarıdır. Eleştirmenler ve onların eleştiriye bakış biçimleri ayrı bir
tartışma konusudur. Eleştiri ve eleştirinin eleştirisi, çağımızın sanatsal
gelişim ve dönüşümleri için artık bir okul niteliğine kavuşması gerektiğine
inananlardanım. Özellikle örgün eğitimi olmayan alanların evrensel sanat
anlamında yön bulması ve gelişimine katkı yapılabilmesi eleştirel yaklaşımlarla
sağlanabilir. Bir diğer konuysa henüz sanata yönelmiş ve eğitim alan gençlerin
önlerine bu yöntemle deneyimsel kaynak koyabilme olanağı sağlanır. Eleştirmen
demek, sanat dünyasında sanatsal kanaat önderi demektir; yol ve yordam
göstericidir. Sanat bilimini ve bununla ilişkili disiplinleri kullanabilen ve
bu yöntemle şiire daha sağlıklı yorum ve çözüm getirebilen kişidir. Şaire ufuk
gösterendir. Şiire aydınlık yollar çizendir. Şiir gibi resim gibi sanatların
hakkında yorum yapabilmek için mevcut disiplinlere ve sanat bilimi dediğimiz
bilgi dünyasına egemen olmak gerekir. Bugün algılandığı gibi eleştirmen,
dedikodu ya da taraftar kotarma odağı olmamalıdır.
Kendimde şiir eleştirisi ve eleştirmen tutum ve davranışları konusunda
çok şey söyleme hakkı bulmuyorum. Eleştiri ve eleştirmen konusunda deneyim
kazanmış ya da bu işin içinde uzun zaman harcamış değilim. Bunca yıllık
sanatsal ve eleştirel deneyim ve kazanımları da önemsiz görmek gibi bir
yaklaşım içinde değilim; böyle bir yaklaşım mantıki ve etik bir değerlendirme
olmaz zaten. Ancak ben, gözlemlediklerim, okuduklarım ve karşılaştıklarım ile
sanat felsefesi, sanatçı ve onun dünya algısından, buna paralel sanat ve
sanatçıya ilişkin yenilikçi/geleneksel psikolojik tutum ve davranışlardan
edindiğim panoramik görüntüyü dile getirmeyi düşünüyorum. Çünkü sanatsal
yaratılarda doğru-yanlış, eksik-fazla yoktur; güzel değil veya güzel vardır.
Aynı yorum sanatçı ve şair için de geçerlidir. Güzellik, estetik katmanında
incelendiği gibi çok boyutlu, anlatımı güç muğlak bir kavramdır. Eleştiri
etkinliği de buna benzer muğlak bir eylemdir. Sözünü ettiğim muğlaklığın daha
görünür biçime sokulması, yine insanın düşünme yetisiyle ilgilidir. Eleştiri
yaklaşımı ve eleştirmen, kuramsal bilgiler ışığında okuyabildiğim kadarı ile
şiir ve sanat dünyasında felsefi, estetik, sanatsal ve psikolojik anlamda
kendini yenilemelidir, diye düşünüyorum. Yani şiir dünyasında olduğu gibi
eleştiri de değerler dizgesinde bir toparlanma sürecine girmelidir. Ayrıca
eleştirinin eleştirisi de mutlak bir gerekliliktir.
Şiir, kendine özgü bir bilim alanıdır; sanat da. Şiir; şiire ilişkin
kavramlar arası bağıntı ve hiyerarşik konumlanışını çözmeden geliştirilemez;
yeni ve büyük şiir yazılamaz. Alışılmış ve kalıplaşmış yargılardan uzak bir
gözün bakması çoğu zaman yeniliğin, yaratıcılığın ve farklı bir bakış açısının
doğumu için önemlidir. Eleştiri, eleştirmen ve eleştirinin eleştirisi; bu
açıdan çok önemli bir işleve sahiptir. Eleştiri ise bu ayrıntıları temelinde
var olan gerekçeleriyle birlikte okunabilmesini, açığa çıkarılabilmesini
sağlamaktır. Eleştiri, sıradan bir iş
değildir; sanatsal değeri açığa çıkarma eylemidir.
Oscar Wilde ve Mehmet Fuat “Eleştiri
bir sanattır” derler. Bu doğrudur. Sanat olması yanında etik bir
sorumluluğu da beraberinde taşır. İnsanın eksi ya da artıları vardır ve sanatçı
da eleştirmen de birer insandır. Biliyoruz ki bağımsızlık ve özgürlük algısı, mutlaka
başka bir etkenin altında alınan; görme, duyma ve hissetme yetisidir. Bilme
yetisi de öyledir. Bilgi yalnız bir alanla sınırlı değildir; bilgiler arası ve
kavramlar arası bir etkileşim ile hiyerarşik bir konumlanma mutlak olmak
zorundadır. Tercihleriniz, özgür ve özgün düşüncelerinizin ve yorumlarınızın
çoğunlukla önündedir. İşte eleştirmen de böyle sıkıntılı bir yerdedir. Ben
özgür, özgün, özerk ve bağımsız karar yetisine sahibim diyen her eleştirmen,
biraz bir şeylere bağımlıdır. Kimisi midesinden, kimisi saplantılarından,
kimisi inançlarından, kimisi aldığı eğitimden, kimisi de algı arızalarından
dolayı açık ya da gizli bağımlı olduğu bir şeyleri vardır. Bunlar insanlık
halleridir ve tartabilme, ölçebilme olanağına sahip değiliz. Bu nedenle,
sanatta ve özellikte şiirde öznel eleştirinin başat olmasına karşı duruşumun
gerekçelerinden bir tanesi budur.
Şiir çözümlemesi, akademik ve özel çalışmalar dışında eleştirmenin işidir
ve aynı zamanda şiir eleştirisinin bir alt basamağıdır. Eleştirmenden, şiirin
bileşenleri, etkisi ve örtük alanlarının açığa çıkarılması beklenir. Bunun yanında
eleştirmenin işi, şiirin derin yapısını çözümleyerek şaire yeni kazanımların
yolunu açmak, şairin şiir bilgisini güçlendirmek ve şiiri daha iyiye daha
ileriye doğru yola çıkarmaktır. Bir bakıma şaire ve şiire yeni kazanımlar
sağlamak, başka bir açıdan bakarak şiirde ilk bakışta görünmeyen olguları
görünür kılmaktır. Bu nedenle şiir eleştirisi, sezgi gücü, küresel, duyusal,
sanatsal ve bilimsel bilgi bütünlüğü ile büyük resmi okuyabilme yeteneğini
gerekli kılar.
Eleştirmen, şairin birikimi ve duyarlılığının ötesinde olmak
durumundadır. Daha açık ifade edersek, şair duyarlılığının ötesinde şiirsel
duyarlılığa, estetik tavra, sanatsal yetkinliğe ve duyarlılığa ulaşmış
olmalıdır. Gözlem, algı ve farkındalık yaratan tutumu ile düşünmenin
sınırlarını zorlayabilmeli, yeni bakış açısı ya da farklı bir yaklaşım ortaya
koyabilmelidir. Diğer taraftan, şiirsel derinliği çözümleyecek, şiirin
üzerindeki şair tarafından kurulmuş sanatsal perdeyi kaldıracak olan yine
eleştirmendir. Şiiri açık açık söyledikleriyle değil, söylemeyip aslında
birikimim gereği ben bunları söylemek istiyorum dediği kapalı alanları da
değerlendirecek olan eleştirmendir.
Sanatçı kitlesinin elinden tutacak, çözümleriyle yön gösterecek, değişim
sağlayacak, yapıtlarının tanıtımına kolaylık sağlayacak, hak edenin hak ettiği
alkışı almasına gönül desteği verecek, kurumsal bir eleştiri kültürünün
varlığından söz edemeyiz. Sosyal medya organları, eleştiri yazıları, kitap ve
dergi gibi dokümanlardan, söz ettiğim konunun bu hava içinde gerçekleşmediğini
anlayabiliyoruz. Bu sorun, yalnızca bu coğrafyaya ilişkin bir sorun gibi
görünmüyor. Sanatçı bireyseldir. Bu yadsınamaz; ancak gerek aynı işi yapanlar
gerek eleştirmenler arasında, sanatın dikte ettirdiği eğiticilik ve gelişim
kültürü kurumsallaşmalıdır. Açık söylemek gerekirse kurumsallaşmanın ve
bütünleşmenin önündeki engel, sanatçı kimliğinin içinde gizlidir. Olmazsa olmaz
ortak kabullerde buluşabilmek, olgun ve yetkin insan işidir. Ego, artık
çağımızda daha naif biçime dönüştürülebilir. Yıllardan beri didişme içinde olan
sanatçı egosu, ehlileşmek zorundadır; çünkü gelişime ve değerler dizgesindeki
dönüşüme zarar verdikleri gibi kendi gelişimlerini de engelliyorlar. Sanat
dünyası, buna koşut şiir dünyası, o kadar geniş bir alandır ki hiç kimse
kimsenin alanına istese de giremez. Bir eleştirmen, şiirin içinde oluştuğu
toplum ve toplum bireyleri ve şair ile hesaplaşmak yerine şiirin şiirsel
değerini ve etkisini açığa çıkarmaya yönelmelidir.
Söz açılmışken, sanatçının sanatçıya karşı hoşgörüsüzlüğü, aşağılaması ve
eserlerine bilerek beğenmemezlik tavrı sergilemesi, günümüzde ciddi bir
psikolojik sorun olan ve yayılagelen rahatsızlık türüdür. Beğenisizlik, diğer
adıyla kıskançlık, sanatçıyı çok bilgili ve üst seviyeye ulaşmış insan
izlenimine taşımaz. Bu tür davranışlar; şairin algı, düşünme, anlama ve yargı
yetisinin yetkinliğe ulaşmadığını gösterir. Eğitilmemiş davranışlar, ister
istemez sanatçıyı bencilliğe götürür. Kültürümüz ve yetişme tarzımızın bizi
zorladığı takıntı ve saplantılarımız, toplum olarak oldukça fazladır;
kıskanırız, çekiniriz, kendimizi yüksek görürüz, beğenmeyiz, hor görürüz, açığa
çıkarılmış bilgiyi sorgulamak yerine hemen reddederiz vb. daha bunun gibi
birçok sıkıntı doğuran rahatsızlıklarımız vardır. Her insanın kendine özgü iyi
ve kötü tarafları vardır, ancak aynı gemideyiz ve sanatsal dünyada kimsenin
yerini bir diğeri alamaz. Aydın insan dediğimiz, sanatçı dediğimiz profesyonel
insanların arasındaki bu olumsuz durumlar nedendir? Kısacası bu kavga hangi
entelektüel ve çağdaş aklın kavgasıdır?
Sanatsal gelişimi kötü yönde etkileyen çok önemli bir konunun altını
kalın çizgilerle çizmeliyiz. Taraftarlık, görüş farklılığı ve önyargı; bir yere
kadardır üretilmiş bilgi karşısında. Kendisini yetkin gören sanatçılar, gençler
ve adı magazinsel olmayan kişilerce ortaya konan bilgi ve sanatsal olguları
kabul etmemek ve üretilmiş yeni bilgiyi almamak için aşırı bir direnç
göstermektedirler. Açıkçası ben bilirim tutuculuğu. Daha doğrusu küçümseme, hor
görme, sorgulamadan yok sayma gibi ben büyüğüm tavırlarıdır bunlar. Tedavi
edilmesi gereken çok yaygın bir hastalıktır. Her bilgi, allı güllü duvaklı
olarak büyük ve ünlü kişilerden doğmaz, iyi bilgi magazinsel değildir dostlar. Sanatsal
ve şiirsel bilgi kamusaldır, metinler arasıdır, evrenseldir, dinamiktir,
farkındalıklı algı, özgün anlamlandırma ve yargılamanın sonucudur. Gençlerin
dünyayı okuma ve görme biçimleri bizlerden daha yetkin ve daha olumludur.
Yetkin ve olgun zekâlar, magazinsel olmaktan uzak dururlar. Ortaya konan sanatsal
bilgi veya kuramı, önce okur olarak okumakta yarar vardır. Şair önce okur
olmalıdır.
Söz cimriliğine girmeyeceğim, açıkça söylemeliyim şiir eleştirisine
ilişkin düşüncemi. Artık dedikodu tarzının ilerisine taşmış ve saplantı haline
dönüşmüş düşün ayrılıklarının, bölünmüşlüğün, çekememezliğin, kayırmacılığın,
kotarmacılığın, dilsel şiddetin, saldırganlığın, bencilliğin, beğenmezliğin baz
alındığı bir yaklaşımdan söz ediyorum. Sanatta eleştiriyi, sözlük anlamı
üzerinde düşünmemek gerekir. Eleştirinin en önemli işlevlerinden biri, yapıtın
esrar perdesini açmak yanında sanatçıya cesaret zerk etmek, motivasyon
sağlamaktır bana göre. Çiçeği burnundaki şaire yenidünya kapılarından giriş
için sırasını beklemesini değil, ona kapıları zorlaması için mücadele gücünü
artırmasını önermektir. İnsan varoluşunun en önemli ereklerinden biri,
kendisinden sonraki kuşağa en güzelini ve en güçlüsünü aktarmaktır. Çevremize
baktığımızda şiir dünyasında bu tarzda bir yaklaşım görebiliyor muyuz? Ne yazık
ki okyanusta dümeni kırılmış bir gemi gibi…
Sanat tarihine şöyle bir göz gezdirdiğimizde kuramsal, felsefi ve estetik
anlamda; akım oluşturan, dönemlere damgasını vuran, sanatsal konularda yeni
yaklaşım biçimi ortaya koyan kişiler hem sanatçı hem de akademisyen olan
kişilerdir çoğunlukla. Ülkemizde de vardır bu duruma uyan kişilikler. Bu
tümceleri, tanık olduğum bir sorunu dile getirmek için kuruyorum: Eleştirmen, akademisyen ve sanatçıların birbirlerinin
yerlerini almak, yaratılarını çalmak gibi bir durumları yoktur. Söz konusu
kişilerin üretilen sanatı, kasıtlı kötülemesinin, ortaya konan akademik ve
sanatsal bilgiyi yok saymaya çalışmasının altında yatan gerekçe nedir? Aydın
insana yakışmayan bu tutumların nedeni nasıl açıklanır? Şairi, bu davranış
biçimine iten aidiyet duygusu mu, ideolojik saplantısı mı, dindarlığı mı,
kıskançlığı mı yoksa çağ dışı kalmışlığı mıdır? Dostlar, sanat bireysel
uğraşıların çıktısıdır. Sanat dünyasında ego yüksektir, sanatçının kendini
kanıtlama duygusunun getirdiği hırs da yüksektir. Sanatta meta değeri yüksek
alanlar vardır, bunun birtakım getirileri de vardır. Üretilmiş, keşfedilmiş
kuram, düşün, bilgi ve yeniliğe karşı ne kadar uzak, yok sayıcı ve küçümseyici
yaklaştığımızı dergilerdeki magazin içerikli sayfalardan, denemelerden ve
eleştiri yazılarından anlayabilirsiniz. Sanatın hammaddesi her şeyden önce
bilgidir. Eleştirmen, akademisyen ve sanatçıların birbirini dışlamasının,
bilgiye, bilimselliğe ve sanat felsefesine bu kadar uzak durmasının; gerisinde
algılanamayan bir şeylerin olması gerekir. Ya da gelişmemişliğin çıplak
görünümü.
Eleştirmen, sanatçı ve akademisyen dostlar; üretilen her bilgi ve ortaya
konan her yapıt saygındır, kendine özgü ayrı birer değerdir; bunların
karşısında alınacak tavır eksik ya da geliştirilebilir yanlarını tespit etmek
ve mürekkep yalamış bir insana yaraşır biçimde gerekçelerini ortaya koymaktır.
Hem şiir hem de diğer sanat alanlarında, gençlerin ve gerçek sanatçıların bu
tip araştırma, inceleme ve eleştiri yazılarına gerçekten çok ihtiyaçları
vardır. Çünkü kendim yaşadım aynı sorunu. Şiir sanatını tam anlamıyla
anlayabilmek ve bu kitabı tamamlayabilmek için birinci ağızdan yazılmış, yani
Türkçe düşünen kişilerin yazmış olduğu altı dolu yeterince kaynak bulamadım.
Var olanların çoğunluğu, birer dedikodu katarı.
Bu kitaba eleştirmen ve şiir eleştiri konusunu eklememin nedenlerinden
bir diğeri, eleştiri alanının güçlendirilmesi gereğine inanıyor olmamdır.
Eleştirmen ve eleştiri olduğu sürece, asimetrik yaklaşım, sanatsal tartışma, düşün
açılımları, çoğulcu katılım oluşur. Yeni kuramlar öne sürülebilir ve sanatsal
yeni alanların keşfi kolaylaşır. Sanatsal yetenek diyebileceğimiz, duyusal
yetisi yüksek sanatçılar ile sezgi ve görme yetisi yüksek sanatçıların ortaya
koyduğu yapıtlar, konunun akademik araştırmasını yapan araştırmacıların bilgileriyle
bir platformda bütünleştirilmelidir. Bu işi yapabilecek en uygun kişiler de
bana kalırsa eleştirmenlerdir. Çünkü eleştirmenler üstlendiği görev gereği,
sanatçı ve akademisyenin ortaya koyduğu kuramı okuyabilme, sentezleyebilme,
uygulama alanına sokabilme ve birbiri ile karşılaştırabilme yeteneğine sahip
olmalarıdır.
Buraya kadar çoğu kaynakta olduğu gibi eleştirmenin genel anlamda görev dağılımını
yaptık ve temennilerimizi ilettik. Bunları, sanat ve şiirle ilişkisi olan ve
yazmayı seven herkes yapmış zaten. Bu kadar ağır yükü eleştirmene yükledik,
peki bu yükün altından eleştirmen nasıl kalkacak?
Bugün en değerli şiirler olan ama
zamanında yüzüne bakılmayan şiirler mi olsun? Ya da sergi salonlarına
alınmayan, şimdi değeri tespit edilemeyen tablolar mı olsun gündemde? Asıl soru
ve sorunlar burada başlar. Bilimde bile hata payı bırakılır; eleştiride ve
değerlendirmede mutlaka eksiklikler olacaktır. Ne var ki nesnel ve olmazsa
olmaz ölçütlere ulaşmak gerekir. Eleştiride öznelliği biraz daha aşağıya
çekebilmek için bu önemlidir. Eleştiride ölçüt
terimini ben söylemiyorum, Attila İlhan ve Mehmet Fuat söylüyor.
Şiir çözümleme tekniği, şiir eleştirisiyle yakın ilişki içindedir.
Eleştiri karar mekanizmasının ilk adımı ve temel dayanağıdır. Benim öngördüğüm
ve önerdiğim eleştiri biçimi, bir anlamda olmaz ise olmazlardandır. Eleştirinin
bir temele oturtulabilmesi için şiirdeki yüzeysel yapı ve derin yapı; biçim,
anlatım, anlam, ses, çağrışım, coşum ve estetik değer; ortaya nesnel olarak
konmalıdır. Bunlar nesnel olarak ortaya konmadan yapılan eleştiri bana göre duyguyu
devreye sokmaktır ki duygu kişinin sabah uyanış tarzına göre değişiklik gösterebilir.
Her ne kadar deneyimli eleştirmenlerin görüşüne aşırı önem verilirse de bu önem,
duygularına değil, onun deneyiminden edinilmiş olan sezgi gücüne güvendir.
Böylesi bir güven, normal bir güven duygusudur; ancak asla bir yapıtın özgül
eleştirisi için yeterli koşulları sağlamaz.
Oscar Wilde, “Yetkin eleştiri,
sanat eserini anlatmaya çalıştığı şey açısından değil yarattığı etkiler
açısından inceler” der. Açık konuşalım sevgili okurlar. Eleştiri üstüne
yazılan pek çok deneme, makale, yorum ve kitap okudum. Ödül verilen kitapları,
değerlendirme üyelerinin tutumlarını ve ödüllere karşı hoşnutsuzlukları hepimiz
biliyoruz. Şiir eleştirisi ve ödül konusu, şiirin ve sanatın bedeniyle ve sanat
bilinciyle uyumlu değildir. Ülkemizde diğer alanlarda olduğu gibi eleştiri ve
ödüllendirme konusunda kör topal uygulamalar vardır. Biz, şimdi ne dersek
diyelim, bunlar değişmeyecektir. Çünkü bunlar; toplum bilinci, sanatçı bilinci,
çağdaşlık, adalet, dürüstlük ve tarafsızlık gibi kavramlarla doğrudan ilgili
konulardır. Bu sorunların, yazar ve şairler tarafından dile getirilmesi, en
azından zamanla şiir dünyasında algı değişimini hızlandırır, diye düşünüyorum.
Sanatın durumunu daha nesnel görebilmek için, yarışma, ödül ve eleştiri
dünyasına bakmakta yarar vardır. Çünkü bu alanlardaki uygulama ve edimler,
nesnel sonuçtur ve bakışın somut kanıtıdır. Pek çok eleştiri kitabını, yarışma
biçim ve içerikleri ile ödül alan yayınları olanaklarım el verdiğince
inceledim. Magazinsel, popülist, ideolojik tutumlardan köşe kapma yarışına
kadar, eleştiri ve beğeni dünyasında olmaması gereken olaylarla iç içe
olduğumuzu somut örneklerle anlatmaya gerek yoktur. Oysa bir yapıta sanatsal
gözle bakmak, onu varlığı içinde değerlendirmek, sanatsal etkisi ve yaratıcılık
yeteneği ile ele almak, pek çok tartışmayı önleyecektir. Ne var ki insan
dediğimiz varlığın; duygu, hırs ve düşünce dünyasını ben ve benim kabullerim
üstündür kaygısından kurtarmak kolay değildir. Bu tip tutum ve duygu durumları,
ancak ve ancak kültür, bilgi ve eğitimle ehlileştirilebilir.
Ülkemizde hemen hemen bütün sanat dallarında, yapıtın tüm varlık
katmanlarını daha nesnel ortaya çıkaracak sistemli ve kuramsal bir eleştiri
yaklaşımının olduğunu söyleyemeyiz. Akademik eğitimi olan, köklü sanat alanına
dönüşmüş ve kendi eleştirmenini hem akademik hem de pratik anlamda yetiştirmiş
olanları, bu söylemin dışında tutmak istiyorum. Örneğin sinema, tiyatro gibi.
Çünkü akademik eğitimi yanında ömrünün sonuna kadar pratik eğitimi olan sanatçı
ve eleştirmenler hakkında konuşmak bizlere düşmez.
Eleştiri kuramları veya yaklaşımları, tıpkı sanat akım ve kuramları gibi
açık dokulu tanımlamalardır. Bunlar, yapıtın sahip olduğu tüm duyusal ve nesnel
varlık dünyası ile yapıtın gerisinde yatan sanatçı imgelem dünyasını çözmeye
yetmez. İster okur merkezli ister sanatçı merkezli ister yapıt merkezli
eleştiri kuramları olsun; yapısal, izlenimci, kuralcı, olgucu, nesnel, öznel
hangi tür eleştiri kuramını kullanırsanız kullanın; eleştiri sonucunda mutlaka
bir yanı açıkta kalacaktır. Çünkü bir yapıtın doğumu ve varlığı, yalnızca
sanatçı, yapıt ve okur merkezli değildir. Toplumsal, evrensel, yerel ve
kültürel pek çok olgu sanatı yapan ile izleyenin artalanında yerleşmiş
birikimdir. Örneğin bu değer ve veriler, şiirin yazılmasına etkisi olduğu kadar
şiirin, okuru ele geçirmesi için de etkilidir.
Konuya başka bir açıdan bakarsak bir yapıtın, yoğun beğeni alması veya
ticari değerinin yüksek olması, estetik değer taşıyor olduğu anlamına gelmiyor
günümüzde. Çok yüksek rakamlarla el değiştiren tablolara bakınız. İsim ve zaman
dışında, soyut ya da somut sanatsal derinliği olan akranları ile aralarında
estetik anlamda çok farkın olmadığını göreceksiniz. Ne var ki yapıta
psikolojik, sosyolojik ve ekonomik yönelimlerin etkisini de kullanarak ün,
isim, çevre ve tarihsellik gibi olgular bağlamında yapay sanatsal değer
yüklenmektedir. Yapıt, ün ve tanınmışlıktan ziyade estetik değer taşıması ve
estetik kaygıyı uyandırması açısından ele alınmalıdır. Estetik katmanında
durumsal estetik değer tabakası adı altında bir bölümü inceledik. İşte bu
tabakayı incelemekteki maksadım, zamansal ve uzamsal olarak neyi nasıl
gördüğümüz; neye, niçin değer biçtiğimiz; neyi, niçin güzel gördüğümüz konusunu
kısmen tanımlayabilmekti. Bir yapıtın, yüksek ticari değere sahip olması,
çoğunlukla güzel ya da olağanüstü olmasıyla ilgili değildir. Çoğunlukla algı
yönetimi veya birkaç yıl sonra simsarların beklentisi olan değer kazancı ile de
ilgili olabilir. Reklâm denen olgunun, benim deyimimle algı çeldiricinin, diğer
ismiyle zihin kontrol tekniğinin; insan üzerindeki etkisini hemen hemen her
sektör ve ticari yapı yoğun olarak kullanmaktadır; bir yerde adına propaganda
denir, bir yerde ürün tanıtımı denir, bir yerde ışıklı galerilerde sergi denir,
başka bir yerde de reklâm denir. Başka türde ifade ediliyor olsa da reklâm,
sanat dünyasında oldukça etkin ve etkilidir. Sonuç olarak ticari ve sanatsal
reklâmlar, günümüz insanında bilinçli yapılandırılmış olan, hırs ve tutkuları
ile bilgisizliğini kullanır. Ne yazık ki bilinçli olarak yapılandırılan hırs ve
tutkuların gölgesinde estetik değer algısı ve estetik değer yargısından söz ediyor
olmamız da ayrı bir talihsizliktir.
Şimdi konuyu biraz daha özelleştirelim ve şiir çözümleme tekniğini esas
alarak genel anlamda eleştiri açısından neler yapılabilir ona bakalım. Kitabın
ikinci bölümünde şiir çözümüne esas her katmanın sonunda, eleştirmenin neler
yapabileceğine kısmen değindim; bazen de örnek verdim. Şiiri çözümlemek ve
eleştirmek için, adım adım izlediğim şiir çözümleme tekniği yeterli olmayabilir.
Ayrıca bu tekniğin akış süreci, kurallar bütünü olarak düşünülmemelidir. Zaten
bu konu kurallara hapsedilecek kadar dar bir alan değildir. Bunlar, benzer
sonuçlara varabilmek için birer yönerge olarak ele alınmalıdır. Şiirde
incelenmiş olan yedi katman olmazsa olmazlardır; ne var ki her eleştirmen kendi
yoğurt yiyişine göre farklı teknikler uygulayabilir veya geliştirebilir. Şunu
belirtmeliyim ki şiir çözümleme tekniği, dilbilim ile bütün alt bilim dalları, sesbilim,
sanat bilim, sanat ve eleştiri kuramları ve diğer temel ve sosyal bilimler
dâhil bir bilgi kütlesinin üzerine yapılandırılmıştır.
Şiirdeki bileşenlerin kendine özgü ağırlık noktalarını açığa çıkarmadan,
deneyim ve sezgi yetisine dayanarak şiirin, etki ve değeri hakkında öznel hüküm
verilmesinin bir anlamı yoktur. Nasıl şiirde bağlayıcı bir kural yoksa
eleştiride de bağlayıcı bir kural yoktur. Ancak eleştiri, ciddi bir iştir ve
şiirin gelişimi için çok önemlidir. Bir anlamda artık eleştirinin şiir
dünyasında güvenilir ve çözümsel olması gerekir. Kadın duyarlılığı, erkek
yandaşlığı, yoldaşlık, dindaşlık, dostluk, akrabalık eleştirinin baş düşmanıdır.
Sanatta bilim genelde yadsınır; ancak ben yine de bilimsel terimini
kullanacağım. Eleştiriye artık bilimsel açıdan yaklaşmak durumundayız. Sanatın
ve şiirin temel malzemesi olan her bir bileşen, ayrı birer bilim konusudur;
örneğin dil, ses, psikoloji vb. gibi. Çağımızın
değerler dizisine; kültür, bilgi ve bilimsel disiplinlerine yeterince egemen
değilseniz; eleştiri ve şiir yazılarında ileri süreceğiniz her kavramın
anlamsal görünüşünün sırıtabileceğini dikkate almak durumundasınız.
Bir yapıt ya da bir şiir hakkında; yorum yapmak, güzel ya da ortalama
demek olasıdır. Ne var ki bu çalışmada vurgulamaya çalıştığım şey, eleştirinin
öznel yargıdan ziyade nesnel ölçütlerin ağırlığı oranında ve yapıtın etkisi
bakımından ele alınması ve ona göre geri bildirimde bulunulmasıdır. Şiir
eleştirisinde, hatta bütün sanat eleştirilerinde öznel yargı devreye girmek
zorundadır. Bunu biliyoruz. Biraz şiir bilgisine sahip herkes, bunun yanında
okur bile kendine özgü ölçütlere dayanarak öznel yargıda bulunabilir. Böyle bir
eleştiri; şiirin gelişimi, etkinliği ve şiir sanatının şekillendirilmesi
açısından sağlıklı bir sonuç üretmez. Beğeni çokluğu, yalnız şairi
cesaretlendirir ama onu geliştirmez, göremediklerini görmesini sağlamaz;
nesnel, duyusal ve metafizik dünyanın kapılarını aralamak için yeterli olmaz. Eksiğinin,
etkisinin ve tırmalayıcı yönlerinin ayırdına varmasını sağlamaz.
Şiir, sözle okur zihninde görüntü yaratmaktır. Bunun adına
imgelem-imge-imgelem süreci de diyebilirsiniz. Şiirsel anlamda duyusal/gerçek
görüntü ortaya koymak ve sanatsal bir görünüşü elde etmek için dil ve düşünme
biçimlerini asimetrik kullanmak gerekir. Bu kullanım tarzını da okumak, onu
açmak ve görünür kılmak için eleştirmenden daha entelektüel bir yaklaşım
beklenir. Daha entelektüel bir yaklaşıma, asimetrik düşünme ve yetkin görme
biçimine sahip olmak, gerçek anlamda kültürel, bilimsel, yazınsal birikime ve
sezgisel güce gereksinim duyar.
Berna Moran’ın “Edebiyat Kuramları ve Eleştiri” isimli kitabı ile Tahsin
Yücel’in “Eleştiri Kuramları” isimli kitabında, dünyada ve ülkemizde uygulanmış
eleştiri kuramları ayrıntılı olarak incelenmiştir. Bu kuramların, bir şiiri hem
sanatçı açısından hem okur açısından hem de yapıt açısından, bunun yanında
şiirin duyusal ve nesnel katmanlarını değeri ile etkisi açısından bir bütün
olarak açmaya, değerlendirmeye yeterli olmayacağını söyleyebilirim. Çünkü çoğu
eleştiri kuramı, belirlediği bir açı ve düzlem üzerinden hareket alıyor ve ortaya
nesnel bir yöntem koymuyor. Genel anlamda kanaat ve yöntemler ileri sürüyor; ne
var ki hem sanat eserinin derin, ön ve arka yapısını hem de nasıl bir yaklaşım
gösterileceğini sistematik olarak belirlemiyor. Şiir çözümleme tekniği ile
yapamaya çalıştığım şey, bir şiirin iç ve dış organlarını, ortam, okur, şiir ve
şairin yaşamsal düzlemini görünür kılacak verileri ortaya koymaktır. Sıtkı M.
Erinç’in dediği gibi sanat eseri üçlü sacayağı üzerine oturur. “Eser, izleyici ve sanatçı.” Ancak ben
buna bir kavram daha eklemek istiyorum; o da “durumsallık”tır. Durumsallıktan
kastım; zaman, uzam ve kültür değerleridir. İşte bu dörtayak, bir yapıtta temel
belirleyicilerdir. İzleyici ve sanatçıyı, eleştiri veya bir yapıtın çözümü için
ele aldığımızda, toplumsallıktan, evrenselliğe, yerellikten kişiselliğe kadar
daha pek çok ölçüt bir ek çarpan olarak yer alacaktır.
Şiir çözümleme tekniğini, şiir eleştirisinde nasıl kullanmalıyız?
Çözümleme aşamalarına sınır getirmeden, eleştiriyi kuralcılığa zorlamadan ve
eleştirmene ne yapacağını söylemeden neler yapabiliriz? Öncelikle yapıtta var
olan katman, tabaka ve eksenler ayrı ayrı incelenmeli ve eleştirmenin
deneyimleri ışığında ele alınmalıdır. Ne var ki çoğu eleştirmen, şair ve okurun
şiir anlayışı, şiire bakışı ve beklentileri farklıdır. Şiir çözümleme
tekniğinin işlem sırası, kitapta izlendiği sıra ile uygulanmasının yararlı
olacağını düşünüyorum. Çünkü bu sıralama ve akış, üzerinde çok düşünülmüş bir
algoritmadır. Yine de eleştirmenin yoğurt yiyişine bağlı olmakla birlikte bu
sıra ve akışa kendi deneyimini de katarak incelemeye giderse yararlı olur kanısındayım.
İşlem ve sıra açısından bu yöntem, şiir anlayışı, şiirsel yönelim ve herhangi
bir eleştiri kuramını esas almamaktadır. Sanat bilimi ışığında şair, şiir okur
ve uzam dörtgeninde en geçerli ve verimli sıra ve yöntem ne ise onu bulmaya
çalışır. Çünkü bir şiirde olması gereken fiziksel dört katman ve duyusal üç
katmanın varlığı, yadsınamayacak ve yokluğundan söz edilemeyecek kadar net
ortaya konmuştur. Adı geçen katmanlar tek dizelik bir şiirde bile var olan
katmanlardır. Bu katmanların birbiri ile ilişkisinden doğan sinerji sayesinde
şiir sanatsal nitelik kazanır.
Bilindiği gibi şiir üç ana sütun (katman) üzerine kurulur; bunlar “anlam,
anlatım ve ses”tir. Bu sütunlar, nesnel ve fiziksel katmanlardır. Bir şiirde
aynı zamanda duyusal katmanlar vardır ve bunlar birbiri içinde ve birbirini
ivmeleyerek toplam sinerjiden sanatsal anlatımı doğururlar. İşte şiirdeki hem
duyusal hem nesnel hem de biçimsel katmanları bir bütün ve birbirine etkileri
açısından incelemek ayrı bir sanat çözümleme tekniği gerektirir. Yani yukarıda
söz ettiğim şiir çözümleme tekniğini gerektirir. Bu teknik, bir şiiri her
açıdan inceleme esasına dayanır. Bu esaslar çerçevesinde şiirin etkisini, yetkinliğini,
anlam, anlatım, çağrışım, ses, coşum değerlerini insan bilimleri ve estetik
bilimi açısından bir bütün olarak ele alır. Sonuç olarak bir şiirin estetik
değerini, şiirsel değerini ve kalıcılık değerini ortaya koymaya çalışır.
Dinamiktir (devimsel); her akım, her ekol ve her yaklaşım biçimine karşı
sınırlamaksızın yanıt verebilme yeteneğine sahiptir.
Takdir edersiniz ki sayısız biçimde şiir çözümleme tekniği ve yöntemi
üretilebilir, ancak bir şiirde olmaz ise olmazlar ele alındığı zaman çözümleme
konusunda birbirine yakın sonuçlara ulaşılacağından eminim. Daha önce dediğim
gibi benim bu kitapta ne söylediğim çok önemli değildir, nasıl anlaşılacağı ve
okurda nasıl etkileyeceği önemlidir. Şunu açık yüreklilikle söyleyebilirim: Üç
temel bilim, sosyal ve insani bilimler ile sanat biliminin deneyimsel sonuçları
ve bilgisinden yararlanarak bir yoruma ulaşmaya çalıştım. Çok basit bir konu
bile bilimlerin deneysel sonuçlarına yaslanmadan açıklanamaz. Çünkü dünyada
temel bilimlerin açıklayamadığı pek çok konu (henüz bilimin açıklayamadıkları
hariç) bence algılar ile ilgilidir, gerçekle değil. Özellikle edebiyat
dediğimiz dil sanatı, üç temel bilim, sosyal ve insan bilimleri ile sanat
bilimine yaslanmadan açıklanamaz; ben açıklarım diyebilmek neyi bilmediğini
bilmemektir.
Şiirde var olan katmanların ayrıntılarını, olabilirlik sınırları içinde belirli
bir sıraya göre ele aldım. Çözümlemede ele aldığım tüm konular bu teknik içinde
uygulanabilir veya göz ardı da edilebilir. Katman incelemelerinde şiirin bünyesinde
var kılınması gereken pek çok şeye kitabın hacmi gereği değinmedim. Bu arada
bir katmanın öz ve içeriğinin anlaşılabilmesini sağlayıcı verileri de verdiğimi
düşünüyorum. Her şeyden önce belirttiğim yedi katmanın varlığının ortaya
konması ve bunları ayrıştırılabilir tabaka ve eksene ayrılması bile önemlidir
ve bir ilktir. Şiir çözümleme tekniğindeki katmanlar ve bunların alt tabakaları
ile çözümleme aşamaları, bir şiirin ne olduğu konusunda doyurucu kanıtlar
ortaya koyabilme yeteneğine sahiptir. Şiir çözümleme akışı, nesnel eleştiriyle
birlikte bir şiirin, ne olup olmadığının anlaşılması için esaslar içerir.
Şiirin, ne olup olmadığını sorgulamak isteyen birisi, katmanları ve onun alt
tabakalarını ayrıntılı olarak incelediğinde bir şiirin duyusal ve gerçek
yapısını zihninde çırılçıplak görebilir.
İster şiir çözümleyici ister eleştirmen olsun, şiir çözümleme
tekniğindeki katman sıralamasına ve kapsamına uymak zorunda değildir. Bu
teknikte esas alınan katman ve tabakalar, bir şiirde olması gereken hatta çoğu
sanat eserlerinde olması gereken en az öğelerdir. Bu teknik, geleceğin estetik
değer yargısına, zamanla şiirde arzu edilecek beklentilere, şairlerce getirilen
yeniliklerle sanatta olabilecek anlayış değişikliklerine, yanıt verebilmek için
hazırdır. Bu nedenle, verilen hiçbir şey kesin ve değiştirilemez,
dönüştürülemez değildir. Bana göre çözümleme tekniği, gelişime ön ayak olmalı
ancak eleştirmeni bağlayıcı ve sınırlayıcı bir tutum takınmamalıdır. Eleştirmen,
daha deneyimlidir ve bu söylediklerimize pek çok şey ekleyebilir,
geliştirebilir ve sanat anlayışıyla bazı konuları genişletebilir.
Amacım burada kuralcı bir yaklaşım sergilemek değil; eleştiri ve şiir
hakkında verilecek güzel ya da güzel değil kararını daha nesnel boyuta
taşıyabilmektir. Özellikle şiir konusunda, eleştirmenin öznel yaklaşımlarını bu
teknikle somutlaştırabilmektir. Çünkü bu teknik, daha önce de belirttiğim gibi
şairin, okurun ve eleştirmenin öznel yargılarını da güçlendirecek işlenebilir
bilgi örüntüsüne sahiptir. Her katman sanat biliminin gözünden ele alınmıştır.
Şiirin son ereği olan estetik değer yaratma konusu, estetik araştırmaları ve
estetik bilimi açısından özellikle ayrıntılı incelenmiştir.
Eleştirinin asıl hedefi okur değildir; eleştiri okuru bilgilendirmek,
ilgisini çekmek ve eserin örtük alanlarını onlara görünür kılmak olabilir. Ne
var ki eleştirinin asıl hedefi, şiirin evrimi ve aynı işi yapan
meslektaşlarının gelişimidir. Eleştiri ve eleştirinin eleştirisi, aynı zamanda
bir eğitim ve öğretim biçimidir demek daha doğrudur.
Sonuç olarak bir şiiri eleştirebilmek için dünya şiir tarihine ve Türk
şiir bilgisine sahip olmak yetmez; bunların yanında sanat bilimi ile sosyal ve
insani bilimlere en azından temel prensipler bağlamında güçlü olmayı
gerektirir. Daha önce söylediğim gibi bir dize bile evren, yaşam ve insan
arasındaki ilişkinin elekten geçirilmiş zihinsel özüdür. Bu özü kavrayabilmek,
sezdirilen olguları tanımlayabilmek, bilgi birikiminin doğurduğu bilinç, algı
ve sezi yetisini gerektirir. Artık şiir ve sanat salt doğanın ve insanın
gerçekliğinden üretilmemektedir; aynı zamanda düşüncenin ve düş gücünün
soyut-gerçek ötesi tasarımlarından görüntüye taşınmaktadır. Duyusal dünyaya
nesne ve nesne olmayan tasarımlar üzerinde görünüş vermektir.
Saf imgelemden saf sanata, şiir çözümlemesinden eleştiriye kadar olan
serüvende birkaç öneri ve bilinen bilgileri yineleyen uzun soluklu bir metin
okudunuz. Tam da burada kitabımın maksadını gerçekleştiren bir konuyu daha
ileri sürmeliyim. Bu incelemenin ana konusu, şiir veya sanat yapıtlarının nasıl
çözümleneceği ve bu teknikle geri destek sisteminin, diğer bir deyişle eleştiri
sisteminin nasıl kurulacağı ile ilgilidir. Bu nedenle şimdi, eleştiri
sisteminin esasına yenilik getirecek bir konuyu burada vurgulamalıyım.
Katman Edebiyat Eleştiri
Kuramı:
Şiir çözümleme tekniği, katman yöntemine dayanır. Bu yöntem, yalnızca
şiir için düşünülmüş değildir. Sanatın varlık katmanlarını ve özeliklerini daha
belirgin taşıdığı için bu teknikte şiir seçilmiştir. Ayrıca şiir ve şiir
felsefesi, üzerinde uzun süre araştırma yaptığım bir alandır. Her tür sanat yapıtının
çözümlenmesi ve eleştirisinde katman yönteminin kullanılabileceğine dair somut
veriler ortaya koydum. Kitabın ikinci bölümünde ele aldığımız şiir çözümleme
tekniğini ve katman yöntemini, edebiyat bilimi açısından farklı bir alanda ele
almak istiyorum.
Çoğu eleştirmenin söylediği gibi, “Şiiri okuduğunda bir şeyler
uyandırıyorsa ve biraz imge, biraz bağdaştırma, biraz da benzetme içeriyorsa
şiir güzeldir diyebiliriz” demek bir değer taşımaz. Şiir, bir sanat yapıtıdır;
karmaşık bir yapıya sahiptir. Her şeyden önce şiir; insanın okuyabildiği,
duyabildiği ve sezebildiği dünyanın, yani imgelem gücünün nesnel halidir. Şöyle
söyleyelim; şiir, bir sanat yapıtı ise önce şair, sonra şiirin kendisi, daha
sonra sırasıyla okur imgelem uzamı ele alınmalıdır. Ortam, zaman, okur estetik
algısı, dil ve düşünce gibi kendi disiplinlerini taşıyan olmazsa olmazlar,
birlikte düşünülmelidir. Ortam ne kadar şiir üzerinde etkiliyse zaman da benzer
oranda etkilidir. Öyleyse bildiğimiz okur, yapıt ve sanatçı odaklı eleştiri
kuramları ile deneyime dayanan pratik eleştiri yöntemleriyle, şiir gibi devasa
bir sanat yapıtını eleştirmek sağlıklı olur mu, bunu kendimize sormalıyız.
Mevcut yaklaşımlarla şiirin örtük alanlarının açığa çıkarılması; şairi ve okuru
geliştirici değer yaratması; eserin etkisinin belirlenmesi, şiirin estetik
değeri, coşum değeri, ses değeri ve anlam ve anlatım gücünün ortaya konması; teknik
olarak olası mıdır? Bu konu ayrıntılı tartışılması, şiir açısından önemli bir
başlangıç olmalıdır.
Eleştirinin eğitim anlamında bir işe yaramasını, sanatta
düzeltici/geliştirici geri bildirimler sağlamasını, şairin sezemediği,
göremediği dilsel ve sanatsal alanları ortaya koymasını istiyorsak çözüm
bulmalıyız. Deneyime dayalı öznel eleştiri veya kişinin algı ve yargısına
bağımlı parça bölük değerlendirmeler ile olacak bir iş değildir eleştiri. Ne
yaparsak yapalım ama konuya biraz bilimsel bakalım ve eleştirinin daha nesnel
yapılabilmesi için sistem geliştirelim. Çünkü modern üretim ve tüketim
sistemlerinin tamamında geri bildirim ve düzeltici önlemler olmaz ise olmazlar
arasındadır; önceliklidir. Gelişime ve beğeniye yöneliktir. Kaldı ki söz
ettiğimiz konu estetik değer taşıması ve estetik kaygı uyandırması gereken
şiirdir. Hedef insandır, maksat insanda duyarlılık ve sevgi yaratmaktır.
Niteliğe, beğeniye, kalıcılığa, sanata, şiirselliğe ve çağdaş şiire varmanın
ölçütlerinden biri de güçlü ve bilimsel eleştiri ile eleştirinin eleştirisidir.
Eğer biz eleştiriye daha sanatsal ve bilimsel gözle bakmazsak bugün olduğu gibi
‘ahbap çavuş’ ilişkisini aratmayan kitap kutlama törenleri, tanıtım yazıları, şiir
ödülü görünümünde taraftarlara gülücük dağıtma alır başını gider. Dilsel,
sessel, şiirsel ve sanatsal nitelik taşımayan dizecikler, şiir diye
eleştirmenlerimizin terkisinde serseri mayın gibi dolaşır.
Şiire güzel demenin bir ölçütü yoktur; güzel değil demenin de bir ölçütü
yoktur. Şiire güzel demek, deneyimden doğan sezgiye dayalı bir iştir derseniz,
bağışlayın ben buna inanmam. Yeterli imge, bağdaştırma, sapma, benzetme vs.
gibi şiir sanatının olanaklarını içinde barındıran bir şiire de güzel ya da şu
şiirden daha iyi diyebilmek öznel bir sonuçtur. Sağlıklı bir eleştiriden söz
edeceksek, şiirdeki etkinliği, yetkinliği ve estetik değeri sanatın öngördüğü
ölçütlerle tartmak zorundayız. Taraftarlığın önüne geçeceksek, katı aidiyet
çemberini kıracaksak, tekel olmaktan vaz geçeceksek ve bu işi şiir, sanat adına
yapacaksak; şair ve şiirin gelişimi için içtenlikli olmalıyız. Bir yapıt veya
bir şiiri “salt anlam” açısından ele aldığımızda bile, işin içine anlam bilim,
gösterge bilim, dil bilim, fen, sosyal ve insan bilimlerinin tamamı bir çarpan
olarak karşımıza çıkmaktadır. Şairin imgelem gücünün düşünce ile anlama, oradan
dille imgeye dönüşmesi, daha sonra imgelerin okurda algılanıp tekrar imgelemle
estetik kaygıyı uyandırması önemli bir süreçtir. Bu süreç kendi disiplinleri
altında incelenebilir ve ondan sonra yararlı bilgi olarak geri bildirim
sağlayabilir. Tabii ki şiir eleştirisine bu açıdan bakmak, şiirin sanat ve insan
yaşamında ne anlama geldiğini duymak ve görmekle ilgilidir. Duyguların
anlatıldığı bir söz yumağı olarak bakarsak şiire, eleştiriye gerek yoktur.
Eleştiriyi, sanatların temeli olan şiir sanatı açısından ele alırsak, durum
bugün yaptığımızdan daha fazla ciddiye alınmak zorundadır.
Roman, öykü, deneme, şiir gibi edebiyat eserlerini, katman tekniği ile
çözümleyebiliriz. Bu metinlerin çözümünden elde ettiğimiz sonuçları, daha
nesnel bir eleştiri yapabilmek için kullanabiliriz. Şiir çözümleme tekniği; şair,
şiir, ortam ve okuru içsel ve dışsal olarak her yönüyle ele almaktadır. Şiirdeki
varlık katmanlarını ayrıntısıyla her açıdan incelemektedir.
Bir yapıttaki duyusal ve nesnel varlık alanları, şiir çözümleme
tekniğinde olduğu gibi katmanlara ayrılabilir, her bir katman kendi sınırları
içinde ve birbirleriyle olan ilişkisi açısından ayrıntılı incelenebilir.
Örneğin şiirde var olan yedi katmanın öyküde de var olduğunu söyleyebiliriz.
Roman için de aynı durum söz konusudur. Hatta roman ve öyküde çok ayrıntı gerektirmediği
için ses katmanını daha yüzeysel ele alabiliriz; bunun yerine karakter yaratma
konusunu ayrı bir katman olarak inceleyebiliriz. Bu tür yaklaşımlar, eleştirmen
ve sanat türünün yapısallığına bağlıdır. Sonuç olarak katman belirleme ve
çözümleme akış süreci hem sanat dalına hem de eleştirmen anlayışına bağlı
dinamik bir süreçtir. Katman yöntemi gerek akış süreci gerek değerler dizgesi
ve gerekse sonuçları bakımından iyi bir algoritmadır. Çözümleme yapacak kişiden
özellikle bazı bilim dallarında yetkin olmayı bekler; örneğin sanat psikolojisi
ve estetik bilimi gibi…
Eleştiri yapıyorsak, yapıtı ve onun varlık katmanlarını, taşıdığı
değerler bağlamında ilgili disiplinlerle ayrıntılı inceleyip bir sonuca çıkarmalıyız.
Şiir çözümleme tekniğinde belirlediğimiz esasları katman tekniği ile herhangi
bir yapıt/şiirin üzerinde uyguladığımız zaman onu, bilimsel olarak
çözümleyebiliyoruz ve eleştiri için sonuçlar elde edebiliyoruz. Örneğin bir
romanın bütün varlık katmanlarını bu yöntemle çözümleyip eleştiri için nesnel
ve az da olsa öznel sonuçlar üretebiliyoruz. Bir yapıt üzerinde düşündüğümüzde
bu yöntem bizi, genellenebilir, denenebilir, açıklanabilir, gözlenebilir,
değişime yanıt verebilir ve sınıflandırılabilir sonuçlara götürmektedir. Katman
çözümünden elde edilen sonuçlar, sanat bilimi ve ilgili disiplinlerin gözünden
elde edildiği için bunlar; nesnel, somut, güvenilir ve daha duyusal/soyut
verilerdir. İşte bu süreç ve gerekçelere dayanarak katman yöntemi, bizi bir
kuramın varlığına götürmektedir. Bu yöntem, aynı zamanda eleştirinin tüm
aşamalarında kullanılabilir bir katman eleştiri tekniği olduğunu gösterir. Öyleyse şiir çözümleme tekniğinin
altyapısını teşkil eden katman çözümlemesi, edebiyat eleştiri kuramı olarak ele
alınabilir. Başka bir deyişle katman çözümleme yöntemi, edebiyat
eleştirisi için belirli bir yaklaşıma, iç kurallar bütününe ve eleştiriye içkin
değerler dizgesine sahiptir. Bu özelliklere sahip eleştiri sistemine, Katman Edebiyat Eleştiri Kuramı diyelim.
Çözümleme ve eleştiri sürecini incelediğimiz zaman Katman
Edebiyat Eleştiri Kuramı, daha nesnel ve ayakları yere basan bir “dil sanatları
çözümleme ve eleştiri sistemini” oluşturmaktadır.
Bu kuram, şiir çözümleme
tekniğini esas alarak her tür dil sanatı üzerinde uygulanabilir, izlenebilir ve
genellenebilir sonuçlara yönelmektedir. Ayrıntılarını ortaya çıkarabilmek için,
özellikle “şiir sanatı” ele alınmıştır; çünkü şiir duyusal ve nesnel yapısı
bakımından, sanat eserlerinde olması gereken tüm katmanları görünür biçimde
içinde taşır ve bunlar, şiir sanatı ile daha kolay açıklanabilir. Yapıtların tamamında,
nesnel ve duyusal olarak var olan içsel ve dışsal varlık katmanlarını şiir
çözümleme tekniğine dayanarak sanat bilimi, sosyal ve insani bilim veriler
ışığında görünür kılmaya çalışır. Şiir Çözümleme Tekniği, şiiri katmanlara
ayırır, katmanları da tabaka veya eksenlere ayırarak ilgili tabakaları kendi
disiplini içerisinde şair, okur, eser, zaman ve ortam çarpanlarını dikkate
alarak çözümlemeye yönelir. İşte Katman Edebiyat Eleştirisi, Şiir Çözümleme
Tekniği ile daha nesnel, daha tarafsız, bilimsel ve sanatsal eleştiri
biçimidir.
Sonuç olarak, “Katman Edebiyat Eleştiri Kuramı” genellenebilir,
izlenebilir, denebilir, kanıtlanabilir ve her uygulamada daha nesnel sonuçlar
ortaya koyabilir. Şiir çözümleme tekniği esaslarına dayanır ve katman
metodolojisi ile şiirin nesnel ve duyusal varlıklarını açmaya yönelir. Bu
kuram, eleştiri için elimize çoğunlukla net ve sanat felsefesinin de öngördüğü
sağlam veriler sunar. En azından öznel eleştiri ağırlığını kısmen bertaraf
etmeye çalışır.
Bu esaslar çerçevesinde eğer bir şiir veya bir şiir kitabını eleştirmek
istiyorsak, öncelikle şiir çözümleme tekniğine başvurmak zorundayız. Şiiri, biçim
katmanından estetik katmanına kadar ayrı ayrı bilimsel verilerle ele almalıyız.
Bu tekniğin şiir çözümlemesinde ele aldığı konular, yaklaşım ve inceleme
biçimi, en az hata, en geniş uzagörüm ve ‘en az delilsiz yargı’ esasına
dayanır. Eleştirmenin hem sanatsal hem şiirsel hem de diğer sosyal ve insan
bilimlerinin disiplinlerine başvurusunu gerektirir. Örneğin şiirin “estetik
katmanı”nı incelemek istiyorsak, önce bunu tabakalara ayırırız. Şöyle ki,
“şiirdeki estetik değer tabakası, okurdaki estetik algı tabakası ve durumsal
(zaman, ortam, bilgi) estetik değer tabakası” olmak üzere üç aşamada estetik
biliminin öngördüğü esaslar çerçevesinde ele almak durumundayız. Burada öne
çıkan konu şudur; estetik bilimini bilmeyen eleştirmen bu tabakaları istenen ve
inandırıcı bir biçimde çözümleyemez. Bu yolla yapılacak bir eleştiri ve
sonuçları, şiire olası her açıdan bakmayı, incelemeyi, çözümlemeyi,
değerlendirmeyi zorunlu kılar. Şiirdeki her bir katman ile bunların tabakaları,
ilgili konunun disiplinlerine ve güncel verilerine başvurmaya zorlar. Sonuç
olarak, bu eleştiri yaklaşımı, ikili ilişkileri, ben bilirim yargısını, bizim
köydendir ayrıcalığını, öznel eleştiri hatalarını; çoğunlukla bertaraf edebilme
yeteneğine sahiptir; güçlü deneyim gerektirir.
Ancak kuram, isimlendirmekle ve bu kuramdır demekle kuram olmaz. Altının
dolu olması, eylem sürecinin doğru tanımlanması, bu işin bilimini yapanlar
tarafından araştırılması, denenmesi ve sonuçlarına bakılması gerekir. Yalnız “Katman
Edebiyat Eleştiri Kuramı” değil,
aynı zamanda ileri sürülen “Rastlantısal Anlam Kuramı” ve “Çağrışımsal İmgelem Kuramı” eylemsel süreç bakımından tanımlanmayı, denenmeyi, gözlenmeyi ve olgunlaşmayı
bekler. Bu üç kuramı, belirli değerler dizgesine, gözlenebilir bir algoritmik
sürece ve kurallar bütünlüğü taşıyor olmasına dayanarak ileri sürdüm. Çünkü
bunlar, her durumda zihnen yaşanan ancak tanımlanmamış anlam ve anlamlandırma
yelpazesi olarak karşımızda durmaktadır. Geliştirilmeye, diğer edebiyat
kuramlarıyla karşılaştırılmaya, sonuçlarının tanımlanmasına gereksinim vardır.
Katman edebiyat eleştiri kuramı hariç diğer iki kuram, gerçekte var olan
düşünsel bir süreçtir ve Türk sanatında tanımlanmamış bir boşluk olarak
karşımızdadır. Benim yaptığım bu boşluğu tanımlamaktır. Sözünü ettiğim
kuramları, akademik seviyede ya da bireysel olarak araştırma yapmak isteyen
olursa, talep etmesi halinde elimden gelen desteği vereceğimi şimdiden
belirtmek isterim. Bu maksatla iletişim adresimi veriyorum; her durumda bu
adresten ulaşabilirsiniz. yoz3319@gmail.com
*****
İyi huylu eleştiri, sevgi ve sevginin yoğurduğu bilimsel aklı gerektirir.
Bilimsel akıl, kirli bilgi ile temiz bilgiyi birbirinden ayırabilir sağduyulu
çözümlemelere sahip çağın önüne geçmiş akıldır. Şair ve şiir eleştirmeni de bu niteliğe
sahip şiir işçisidir, öyle de olmalıdır. Bilginin ve bilmenin sınırı yoktur;
tıpkı sanat ve şiirin sınırsız bir evren oluşu gibi… Sanat ve şiir dünyasında
keşif bekleyen o kadar çok şey var ki bu keşiflerin yapılabilmesi için
eleştirmenin de donanımıyla yollara düşmesi gerekir. En önemlisi ise
eleştirmenin çağa uygun donanıma sahip olup olmadığıdır.
Bitirirken şunları da eklemeliyim: Eleştiri, yalnızca bir metin türü
değildir; yapıtı tanımlama, çözümleme, değerlendirme ve raporlama sürecidir. Bu
kitapta öne sürdüğüm teknik ve kuramlar; ayrıntılı, birbirine bağlı ve sanatın
gereklerine göre yapılandırılmış bir akış sunar. Bunların öyle kolay anlaşılır
ve uygulanabilir şeyler olmadığını biliyorum. Pek çok sanatçı, şair ve
eleştirmen; burada yazılanları gereksiz görebilir. Bunu ortam ve şair profil
incelemelerinden anlayabiliyorum. Çünkü öne sürülen teknik ve kuramları anlayıp
uygulayabilmek, burada belirttiğim anlamda eleştiri yapabilmek, çağın kirinden
arınmış düşünce, bilimsel-sanatsal donanım ve güdülenmemiş algıya sahip
yolculara gereksinim duyar. Öne sürdüğüm teknik, yöntem ve kuramlar; rastgele
fırça darbeleriyle yapılan resme, dil cambazlığına soyunan şiire, olay
öykünmeciliği yapan romana yapıt denmemesini gösterecektir. Ayrıca okurun
bilinç seviyesi yükseldikçe okur ve piyasa gerekleri, yeterli bilimsel-sanatsal
donanıma sahip olmayan sanatçı ve eleştirmenlere yapay flamalarının gönderde
asılı kalamayacağını gösterecek; onları tekniğe, bilimselliğe, farkındalığa ve
sanat bilimine yönelmeye zorlayacaktır. Bu kitapta ele aldığım konular bugün
her nasıl anlaşılırsa anlaşılsın, sonuçta geleceğin sanat anlayışı ve
entelektüel zekâsı, sanatsal süreçte bunları uygulamak zorunda olduğunu görecek
ve gereken ilgiyi zaten gösterecektir.
Oscar Wilde ve Mehmet Fuat “Eleştiri bir sanattır” der. Eleştirinin
sanat olabilmesi için eleştirel süreçte; sanatsal bilgi, bilim ve deneyime
gereksinim vardır. Eleştiriyi taraftarlıktan, alaylı gelenekten, aidiyet
kayırmacılığından ve dedikodu mantığından kurtarmak gerekir. Rüzgârın yönüne
göre şekillenmeyen, bilinçli ve deneyim sahibi eleştirmen yetiştirmek gerekir.
Eleştirmenin görme, duyma, yaratıcılık ve sezgi yetileri ile sonuçlarını
sanatçıya aktarması için geri bildirim kanallarını daha çekici kılmak gerekir.
Eleştirmene karşı olumlu algı yaratmak, güvenirliğini (bilgi, deneyim, eleştiri
sistemi, tarafsızlık, yeterlilik kapsamında) pekiştirmek üzerinde durulması
gereken öncelikli konulardır. Daha açık söyleyişle, eleştiriyi bir okul veya
sanat eğitim kültürü olarak düşünmek ve konuya bu açıdan yaklaşmak demek,
sanata yeniden dönmek ve aydınlanmanın yoluna koyulmak demektir.
Okuyacağınız deneme, kitabın yayımından sonra yazılmıştır. Eleştiriyi
daha ayrıntılı özetlediği için okunmasında yarar olduğunu düşünerek kitaba
aldım.
Eleştiri ve Eleştirinin
Eleştirisi
Konumuz şiirse, bir de şiir eleştirisiyse oturup biraz düşünmemiz
gerekiyor. Şiir sanatı, açık dokuludur. Oldukça fazla parametreye sahiptir ve
kendine özgü değerler dizgesi vardır. İnsan, yaşam, nesne ve evren arasındaki
ilişkinin tüm boyutlarını kullanabildiği için, bütün disiplinlerin ilkelerini
bilmeyi/okuyabilmeyi, eşgüdümle kullanabilmeyi gerektirir. Şair-şiir-okur
arasındaki somut ve soyut ilişkinin tanımlanması, çoğu bilimlerin ilgi ve etki
alanına girer. Psikolojiden sosyolojiye, tarihten antropolojiye, fizikten
kimyaya, estetik biliminden felsefeye kadar. Böylesi geniş bir alanda, şu
şöyledir diyebilmek için elinizde sağlam veriler olmalıdır. Daha doğrusu; en
uygun, uygulanabilir ve estetik değer taşıdığını söyleyebilmek için, bilimsel
ve sanatsal veri ve yetkinlik gerektirir.
Düşünceden dile, bilinçaltından bilince, dilden dilbilime, gerçeklikten
gerçeküstü dünyaya ve sanattan insan ilişkisine kadar koca bir dünyadır
üzerinde sallana sallana gezindiğiniz yer. Boş atıp dolu tutmanın olası
olmadığı; bilgi, kültür, bilim ve sanat dünyasıdır eleştirinin alanı. Şiir
eleştirisinin; ben şucuyum bucuyumla, ben iyi edebiyat tarihi bilirimle, ben
iyi şiir bilgisine sahibimle yapılacak bir iş olmadığını önce kabul etmek
zorundayız. Bilgi, deneyim, sistem, uzmanlık ve bütün disiplinlerin eşgüdümü
şeklinde eleştiriyi formüle edebiliriz. Bundan gerisi lafügüzaftır…
Eleştiri konusunda önemli bir nokta daha var ki biz de hiç sözü edilmez:
Eleştirinin eleştirisi. Eleştirisi olmayan, tartışma kültürü ağır aksak yürüyen
bir alanda, eleştirinin eleştirisi söylemi bana fazladan bir konu gibi geliyor.
Ne var ki dünyadaki bütün sistemler, kendi içerisinde bir denge ve birbirine
bağımlı şekilde biçimlenmiştir. O denge ve zorunlu bağımlılığın işleyişine
çomak soktuğunuzda işler kötüye gitmeye başlar. Çevrenizdeki olay ve olgulardan
örneklerini görebilirsiniz… Eleştiri evreninde de birbirine bağımlı böyle bir
denge kurulmalıdır. Hiçbir sistem birilerinin düşünsel dünyasına, önyargı ve
saplantılarına bırakılamaz. Hele tekelleşmiş bir duruma hiçbir şekilde. Kaldı
ki ben kaygısı ve kazanç kaygısının en yoğun olduğu böyle bir ortamda,
rastlantıya bırakılamaz. Sanat gibi kocaman bir dünyada, eleştirmenin de önünü
açacak, ona yol gösterecek, eksiklerini gösterecek, yanlış yaptığında oturup
çağdaş bir şekilde tartışabilecek, bir üst sistem olmak zorundadır. Ne var ki
burada konumuz eleştiri olduğu için, bunun üzerinde fazla durmayacağım.
Eleştirinin kendisi sağlıklı olmadan eleştirinin eleştirisi olmaz, bunu da
belirtmeliyim.
Eleştiri dünyasını; tartışmadan, güçlü bir eleştiri kültürü oluşturmadan,
eleştiriye yönelik iyi bir eğitim sistemi kurmadan, bilgiyi/deneyimi daha
sağlıklı aktarmadan; gelişime, dönüşüme ve yeniliğe açık tutamayız. Ben
bilirim, en uzman kişiyim, ben şu tür bilinç sahibiyim, ben bu işe yıllarımı
verdim, ben doğuştan yetenekliyim gibi sözde tutumlarla, gelecek için değer
yaratacak eleştiri kültürü oluşturamayız. Görüyoruz ki ben deneyimliyim diyen
bir yazar bile “İdeolojik birikimi olmadan estetik birikim olmaz” gibi baştan
sona yanlış bir söz söyleyebiliyorsa insan bilincine güvenmemek gerekir.
Eleştiri; bir yapıtı yermek, sahibini gömmek, bir öğretinin/inancın gözünden
bakmak değildir; yazarı, toplum gözünde küçük düşürmek ya da övgüyle onu
göklere çıkarıp anlamsız değer yüklemek değildir. Bir metni okuyup, gelenekten
aldığı bilgilerle deneme yazmak ya da metin üzerinden edebiyat yapmak da
eleştiri değildir.
Eleştiri ve tartışma kültürünün olmadığı
yerlerde, ben bilirimden doğan sağlıksız bilgiler ve uygulamalar, anlamsız
karışıklıklar yaratır; ülkemizde olduğu gibi. Ben bilirimciliğin en önemli
çıktısı, egemenlik kaygısıdır; öğreti/taraf kayırmacılığıdır; yani basmakalıp
düşünce ve egonun ilkel biçimidir. Körü körüne inanmış insanların şiir tarihi
bilgisiyle inanç ve saplantılarını birleştirdiği varoşlar, şiir ve eleştirinin
başat değerleri olarak karşımıza çıkar. Sanat ve toplum yararı için ortaya
koydukları söylemler, çağdaş değerlerle örtüşür gibi görünse de baskıcı bir
ortamı doğururlar. Hem kendilerine hem de çevresindekilere sağlıksız bir sanat
ve şiir görüşü dayatırlar. Bu tür düşün dünyasında
olanlar, bildiri dışında sanat üretemezler. Pohpohlama ya da yerme dışında
eleştiri yapamazlar. Sanatın amaç ve hedefini; inanç sistemlerini, herhangi bir
düşünceyi veya öğretileri egemen kılmak için kurgulamak anlamsız bir çabadır.
Çağdaş sanatla, bilgiyle, bugünün çağdaş bilinciyle çelişen durumları artık
tırpanlamalıyız. Bunları aşmalıyız. Şiirin ve eleştirisinin amacı başka bir
şeydir.
Şiir varsa eleştirisi; eleştiri
varsa eleştirinin eleştirisi, olmak zorundadır. Bilgi çağındayız. Bilimlerin
ortasında duruyoruz. Düşünmek, sorgulamak, oturup ayrıştırmadan bölüştürmeden
adam gibi tartışmak zorundayız. Herkesin çok şey bildiği ama şiir eleştirisiyle
ilgili elle tutulur bir şeyin olmadığına bakılırsa kimsenin; çok şey bilmediği,
çok şey yapmadığı bir gerçektir.
Öyleyse şiir eleştirisinin kapsamında bulunması gerekenler nelerdir,
şöyle bir bakalım, ondan sonra değerlendirelim:
a. Eleştirinin önceliği; yazarın/şairin, sanat bilgisi ve yeteneğini
kendi gözüyle görmesini sağlamaktır. Bir anlamda, yazdığı şiir veya metindeki
eksiklikleri, fazlalıkları yerinde göstermek ve farkındalığını güçlendirmektir.
Eksiğinin farkına varmasını sağlayarak, kendisini eğitmesi için itici güç
oluşturmaktır. Geri besleme kültürünü kurumsallaştırmaktır. Şairin kendi
kendini sorgulamasının yollarını göstermektir. Ona çağdaş şiir anlayışına
ulaşacağı yoldaki aydınlığı göstermektir. Bu durum, paha biçilemez bir
şair/yazar eğitimidir. Onun vazgeçilemez okuludur. Yoksa bugün olduğu gibi, bu
bizden tut ucundan destek ol; bu bizim köyden değil görmezden gel; ödünçtür
birbirimizi kaşıyalım, diyerek yapılan/yapılacak bir iş değildir. Eleştirinin odak noktası yapıttır. Kişiler
değildir. Şair ve okurun durumu, eleştirinin bazı aşamalarında ele alınmak
zorundadır. Bu; şairin çıkış kaynaklarını ve okurun algı olanaklarını ortaya
koymak içindir.
b. Eleştirinin ikinci konusu; yapıttaki örtülü bölgeleri görebilmesi,
çağrışım yelpazesini yakalayabilmesi ve ayrıntıların farkına varabilmesi için
okura rehberlik etmektir. Şiirin kapalı yüzünü, duyusal dünyasının ayrıntılarını
okura göstermektir. Yani yapıtın karnını deşip içindekileri göstermek, zaman ve
ortamla ilişkisini çözmektir. Bu, eleştirel denemelerde kısmen yapılmaya
çalışılmaktadır. Ne var ki gelenekten alınan bilgilerle yapılmaktadır; en doğru
yol benim yolumdur, en sağlıklı düşünce benim düşüncemdir mantığıyla yapılan
öznel bir değerlendirmeden öteye geçmemektedir. Bunların hepsini yapabilmek
için elimizde sağlıklı bir sistem ya da yöntem yoktur. Deneyime bağımlı, inanç
ve öğretilerin gölgesinde gruplaşmış, salt bir dünya görüşüyle yapıtı ele
almış; edebiyat tarihçiliğiyle eleştiri yapılabileceğini sanan; sanat
biliminden uzak bir eleştiri dünyası karşımızda duruyor.
c. Üçüncüsü ise Oscar Wild’ın dediği gibi eleştirinin amacı, yapıtın
etkinliğini ve yetkinliğini ortaya koymaktır. Eleştirinin bu kısmı, asıl
üzerinde durulması gereken konulardan bir diğeridir. Yapıtın etkinlik ve
yetkinliğinin somut olarak saptanması, bir sistem ve sağlıklı bir sanat
çözümlemesi gerektirir. Elbette yapıtın çözümlenmesinde, kural, bağlayıcı ve
sınırlayıcılık kabul edilemez; buna karşın yetkin bir sistemin ışığında bu işe
girişmenin yararlı olacağını düşünüyorum. Toplumuzda hatta dünyada, öğreti ve
inanç gibi göreceli konular, eleştirmenleri kontrolü altına alıp onları
biçimlendirilmiş algı ve yargılarına göre hareket etme zorunda
bırakmaktadırlar. Böyle bir yaklaşım, en yetkin bir yapıta olumsuz diyebilme
riskini doğurur ki yakın tarihimizde yaşanan ve üzüntü duyulan örnekleriyle
doludur. Estetik değer varlığını ve yapıtın yetkinliğini-etkinliğini ortaya
çıkaracak tek yöntem, bana göre bilimsel verilerle yapıtı çözümlemek ve
çözümleme verilerine dayanarak eleştiri yapmaktır. Sanat bilimi ve diğer
disiplinlerin ışığında ele almayı gerektirir bu tür bir eleştiri sistemi. Bu da
ancak ve ancak; polimat ve deneyimli eleştirmen ile sağlıklı bir yöntem işidir.
d. Eleştiride asıl amaç, yapıttaki estetik değer ve sanatsal değer
varlığını olabildiğince somutlaştırmak; ortaya koymaktır. Şiirdeki estetik
değerin insan estetik algısıyla olan ilişkisini anlamlandırmaktır. Yazılarında
estetik terimini güzellikle eş tutan bir yığın eleştirmen gerçeğinden, bir
eserin estetik değerini ortaya koymasını bekleyemeyiz. Estetik bilimi,
ruhbilimi ve bunların insandaki yaşanma sürecine vakıf olmadan, eleştirel bir
tavır ortaya konamaz; konsa bile söyledikleriniz sıradan söylemden oluşur. Bu
ve buna benzer gerekçeleri, dikkate aldığımızda şu karşımıza çıkıyor. Sağlıklı
bir eleştiri için kapsamlı bir sistem gerekmektedir. Kapsamlı sistemi
işletecek, bilimsel ve sanatsal gereçlerle donatılmış sanat duyarlılığına sahip
çağdaş insan istemektedir.
e. Eleştirinin diğer bir görevi; uzun yıllar önce yazılmış bir şiirin
bugünkü bilgi düzeyi ile zamanının bilgi düzeyi arasındaki anlamsal devinimini
ortaya koymalıdır. Ya da bugün yazılmış bir şiirin gelecekte alacağı kalıcılık
ve estetik değeri hakkında yorum olanağına sahip olmalıdır. Geçmişte yazılmış
şiiri, zamanının bilgisiyle değerlendirip bu günkü bilgiyle ona yeni anlamlar
yükleyebilirsiniz. Bu kolay bir şeydir. Ancak bugün yazılan bir şiirin,
gelecekte taşıyacağı anlam, estetik ve kalıcılık değeri hakkında da bir şeyler
söyleyebilmelidir eleştirmen. Şiirin ve şairin kaygı duyduğu en önemli ölçüt,
gelecektir; gelecekte kalıcı olup olamayacağıdır. Şiirin veya herhangi bir
sanat dalının önünü ve ufkunu açıcı değerler; yorumlanmalı, açılmalı, ortaya
bir görüş olarak konmalıdır. Eleştiri yaparken dikkate alınmalı ve buna göre
şaire ufuk açılmalıdır.
f. Amacı gereği eleştiri
kurumu, sanat için bir okul niteliğine dönüşmelidir. Yukarıda söz ettiğim
konular dahil olmak üzere, sanatçının yetiştiği, piştiği, yeniliklere uyum
sağladığı bilgi-deneyim dünyasını daha kullanılabilir hale dönüştürmelidir.
Sanatın her alanı, özelliği gereği kendi malzemesini kullanır. Örneğin şiirin
dil, resmin ışığı kullandığı gibi. İlgili sanat malzemesinin, teknik gerekleri
konusunda aydınlatıcı ve yol açıcı olunmalıdır. Şiirin dilsel tekniği ve
ayrıntıları dile getirilmelidir. Dil konusunda öncülük edilmelidir. Teknolojik
uyum, dilsel teknikler ve deneyimin; bütünleştirilmesi, yorumlanması
gerekmektedir. Şiir, bütün bilimlerin kucağında büyüyen duyarlı ve yaramaz bir
teknolojidir. Bu şekilde geleceğin şiirine hazırlık yapmak ve rehberlik etmek
olmalıdır, eleştirinin diğer görevi. Ve
yapılanların, teknolojik gücün; tanınırlık ve eşgüdümünü üstlenmelidir eleştiri
kurumu.
Eleştiriden ve eleştirinin amacından anladığım bunlardır. Saptadığım
durumlara, yeni durumlar daha özgün gerekçeler ekleyebilirsiniz. Göremediğim,
gerekliliğinin ayırdına varamadığım yerler olabilir. Ne var ki gördüğüm
eleştiri dünyası iç açıcı durmuyor ve bu saptamanı altında bilimsellik,
tarafsızlık gibi önemli gerekçeler yatmaktadır. Bugüne kadar yapılanları
elbette yadsımıyorum, bu konuda emek harcamış sanatçı, akademisyen ve
eleştirmenler de bilgilerimizin temelini oluşturmaları açısından önemli katkı sağlamışlardır.
Eleştiri alanında kafa yormuş emekçilerimiz, yanlış anlamasın ve alınmasınlar.
Ben işin daha düşünsel, sanatsal, bilimsel ve teknik yönünü ortaya koymaya
çalışıyorum. Eleştiri kurumunun, bugüne kadar neden sistemli bir hale
dönüştürülemediğinden söz ediyorum. Şöyle düşünelim: En azından, yukarıda
ayrıntılarını açıkladığım altı konuya yanıt veren bir eleştirel deneme
okuduysanız, eleştiri sürecine tanık olduysanız, Türk sanatında eleştiri
kültürü oluşmuş demektir. Eleştiriye ilişkin ortaya atılan kuram ve yöntemler
bu işi kısmen çözmüş demektir. Eğer okumadıysanız, görmediyseniz; daha alınacak
çok yol, değiştirilecek çok at var demektir. Bunlara dayanarak: Eleştiri ve
eleştirinin eleştirisi, sistemli ve güvenilir bir kurumsal bütünlüğe kavuşturulmalıdır.
Dil sanatları alanında, okul niteliği kazandırılmalıdır. Bu, ütopik bir şey değildir; gerekliliktir.
Şair ve yazarlar, içsel duyarlılığı oluşmuş kişilerdir; gereklilikleri
algılayıp ego ve ilkel düşüncelerinden kolayca kurtulabilirler.
Katman Edebiyat Eleştiri Kuramı ve yine benim öne sürdüğüm Şiir/Sanat
Çözümleme Tekniği, eleştiri konusuna kısmen katkı sağlayabileceğini
düşünüyorum. Şöyle ki: Eleştirmenin önüne bir teknik koyuyor ve sistemli bir
süreç izlemesini sağlıyor. Ondan, sistemi kendi deneyimlerine göre
düzenlemesini istiyor. Öznel yargı alanlarını daraltıyor, ilgili bilim,
disiplin ve yaklaşımın ışığı altında şiiri/yapıtı çözümlemek zorunda bırakıyor.
Delilsiz yargıya neden olacak yorumlara açık kapı bırakmıyor; bazı öznel yargı
gerektiren durumlar hariç. Sanatsal ve estetik değerin ortaya çıkarılması için
gerekli verileri sağlıyor. Sonra ilgili sanata yönelik deneyim, bilgi, bilimler
arası eşgüdüm, sanatsal değer ve estetik değer gerekçelerine göre yapıtı
incelemesini istiyor.
Bu sistem; toplumcuydu, gerçekçiydi, yaşamın içindeydi, dışındaydı, onun
tarafındaydı, bunun yanındaydı, dindardı, faşistti, devrimciydi gibi
yakıştırmaları asıl çıktığı tarih olan 19. Yüzyıl karanlığına geri gönderiyor.
Çağdaş sanat anlayışı gereği olması gerekenleri önüne sürüyor. Eleştirmene şunu diyor: Sanat bilimi diye bir
bilim var; diğer bilimlerle eşgüdümlü kullanmak zorundasın; işte önünde
algoritmasını senin belirleyebileceğin bir sistem var. Önyargılı, saplantılı,
tutucu, taraflı davranırsan; ilgili alanları bilimsel verileriyle incelemez,
delilsiz atar, tutarsan; senin saygınlığını elinden almak için benim sistemimde
yeteri kadar delil ve gereç oluşacaktır.
Sonuç olarak; eleştiri sanatı ve eleştirinin eleştirisi, sanat dünyasında
kurumsallaşmalıdır; yani okul niteliği kazanmalıdır. Şair, kendisini
sorgularken okulun değerlendirme ve çözümlerinden yararlanabilmelidir. Eleştiri
ve eleştirinin eleştirisi, sanatın laboratuvarıdır. Sanatın yolunu aydınlatan
fener gibidir. Görücüye çıktığı sahnedir. Ağırlığı, güvenirliği, saygınlığı
olmalıdır. Sevgi ve saygı olmadan vicdanın sağlıklı görüsü olmaz. Bilim dışında
başka bir şey de vicdanı adil çalıştıramaz. Kısaca söylemek gerekirse,
“Eleştiri bir sanattır”, sanat olması bir yana sanatların üstünde bir değer taşımalıdır.
Ütopik ve biraz da ideal düşünüyor olabilirim; ne var ki insanoğlu bunları
yapabilecek zekâya sahiptir. Gerekliliğine inanacak bilgiye sahiptir. Eleştiri
ve eleştirinin eleştirisini, insan hırslarının önünde tutmak zorundayız. İnanç
ve saplantıların gölgesinden uzaklaştırmalıyız. Çünkü; bu işin altında kişisel
saygınlık kaygısı vardır, onur kaygısı vardır, parasal kaygı vardır, ben
kaygısı vardır, emek kaygısı vardır; en önemlisi insan olma ve üstünlük kaygısı
vardır. İnsan vardır. Bu nedenle, eleştiri ve eleştirinin eleştirisi, sanatsal
çabanın başvuru noktası olmak zorundadır…
Başat soru şudur? Bunu gerçekleştirmek için yıkmamız gereken kaç duvar
vardır?
Sonsöz
Sanat dünyasındaki kâğıttan saraylara, altın fikirlere ve
öğrenilmişlikten doğan saplantılı kabullere; yer yer dokunduğum olmuştur.
Okurlarımdan isteğim, kitaptaki yorum ve önerilerime; önyargı, saplantı veya
taraftarlık taşıyarak yaklaşılmamasıdır. Her fırsatta dile getirdiğim gibi bir
konuyu algılama ve onu anlama, önyargıdan kurtulmak ve olumlu duyguya girmekle
başlar. Bu, bilgi aktının temel yasasıdır.
Yaptığım tespit, yorum, çıkarım, değerlendirme, öne sürdüğüm önerme ve izlediğim
yaklaşıma; karşı çıkabilirsiniz. Akıl akıldan üstündür. Ne var ki böyle bir
yöntem için uzun zaman harcadıysam, sanatın gelişiminin insanlığı geliştirici
ve dönüştürücü etkisine inandığım içindir. İnsana yaraşır yenidünyayı, sevgi ve
olumlu duygulara sahip insanlar kurabilir ancak. Sevgi ve olumlu duygunun insanda
var edilebilmesinin en etkin ve kalıcı yöntemi, sanat ve onun türevleridir.
Bugün gittikçe kötüleşen insan ilişkileri, gözlerimizin önünde yaşamı çıkmaza
sürüklüyor. Düş görmenin anlamı yoktur; hemen güneyimize baktığımızda bu çıplak
gözle, birazcık zekâyla anlaşılabilir bir şeydir. Şairi, eleştirmeni,
sanatçısı, alıcısı, okuru; yaşanabilir dünya için sanatın yaygınlığını ve işlevini
güçlendirmek zorundadır.
Her ne olursa olsun, yaşanabilir dünya ve yaşam
sevinci dolu insana ulaşmanın somut adımlarından biri, sanattır. Satır
aralarında da değindiğim gibi tam insana ulaşmanın sırrı şu üç tamlamada
gizlidir; “Sevgi Eğitimi, Duygu Yönetim Eğitimi ve Sanat
Eğitimi”dir. Sevgi ve duygu yönetim eğitimi, bir yönüyle de sanat
ve sanat eğitimine dayandırılmalıdır.
Şiir sanatı bir bilim alanıdır. Şiir, şiire
ilişkin kavramlar arası bağıntı, anlamsal konum ve hiyerarşik yapısını çözmeden
geliştirilemez; yeni ve büyük şiir yazılamaz.
Sanat öyle gelişigüzel ve
gösteriş için yapılan bir eylem değildir. Salt eğlence aracı da değildir. Aynı
zamanda eğlence ve oyunla; duygularını onarmak, düş dünyasını genişletmek; iyiye,
güzele ve yüceye vardırmaktır. Yenidünyayı, çağdaş insanı ve aralarındaki
ilişkiyi farklı biçimde anlamlandırma, görme, duyma, işitme, sezme işidir; var
olandan ve kavranabilen soyut gerçeklikten yeni görünüşler, anlamlar ve
görüntüler üretmektir. Bundan sonraysa yazı, söz, çizgi, renk, hareket, ışık ve
biçim gibi kendi tekniği ve özelliğinde yapıt verme işidir.
Siyasi tarih, harp tarihi ve
sanat tarihine baktığımızda şunu görürüz: Dönemin başat güçleri,
egemenliklerini sürdürebilmeleri, yaşam alanlarını genişletebilmeleri ve halk
kitlelerini istedikleri gibi yönetebilmeleri için; temelde insanların dört ana
duygusu üzerinde oynamışlardır. Günümüz de olduğu gibi tarihin her safhasında,
elinde güç bulunduranlar, yine bu dört temel duygunun üzerinde oynadığını görürüz.
Bu duygular; korku, düşmanlık, aidiyet ve din duygusudur. Bunlar kaşındığı
zaman, insan ve toplumlar üzerinde yarattığı etkiyi ve açtığı yarayı,
ayrıntısıyla açmaya gerek yoktur. Örneğin aidiyet duygusunun insanoğlunda
yarattığı düşünme biçimine değinirsek bu duygu, doğru yapılandırılmaz ise
adaletsizliği, terörü, ölümü, şiddeti ve savaşları makul görebilecek kadar cani
bir insan ruhu ortaya çıkartır. Bunun acı örneklerini geçmişte olduğu gibi bugün
de yaşamaktayız; İkinci Dünya Savaşı veya Güneydoğu’daki terör gerçeğinde
olduğu gibi… Dostlar! İnsanoğlu artık “sevme duygusu” üzerinde çalışmalıdır.
Kitabımda duygu yönetimi ve sevgi eğitimi önerisini ileri sürmemin nedeni,
insanlığın geleceği için olumlu duyguların toplumlarda doğru yapılandırılması
gereğine dikkat çekmek içindir. İnsanlığın insan gibi yaşamını sürdürmesi ve
geleceğini kendisine yaraşır biçimde kurgulaması, sevgi ve diğer olumlu
duyguların başat kılınmasına bağlıdır.
Diğer yandan sevgi ve olumlu duygunun, bireyde var edilmesi ve geliştirilmesinde
sanatın önemli bir yerinin olduğunu insanlığa gösterebilmektir. “Sanat, sanat
için mi, yoksa sanat, insan için mi?” gibi Orta Çağ mantığının ortaya attığı
anlamsız soruları bırakalım artık. Sanat, olumlu duygu ve sevgi duygusunun
işlendiği, beslendiği, tımar edildiği ana yataktır, şiir de… Toplum olarak,
aile olarak, birey olarak, sanatla eğitim ve öğretim dahil olmak üzere her
durumda, sevme duygusu üzerinde çalışılmalıdır, çalışılmalıdır, çalışılmalıdır…
Aksi durumda insanlık, birbirini yemek ve yaşam alanlarını yok etmek için her
geçen gün hazırlığını artırmaktadır.
Bugünün gençliği, çağdaş
kazanımların üzerine daha güzel şeyler katacak ve önümüzdeki temel sorunları
gelecekte çözecektir, buna tüm kalbimle inanırım. Belki biz kayıp kuşaklar
olarak tarihte yerimizi alacağız, ancak gelecek kuşaklar, kendine yaraşır temiz
dünyayı kuracaktır mutlaka. Gençler; düşünce yapıları, insana bakışları ve
dünyayı okuma biçimleri açısından baktığımızda, gelecekte daha güzel şeyler
yapacağına dair somut deliller ortaya koyuyorlar. Evrenin kurguladığı veya
kurgulanan her olay ve olguyu, bilimsel verilerle açıklayamadığı sürece ona saygı
duymayan bilimsel, sosyal ve duygusal zekâya sahip -hepsi olmasa bile- dinç bir
kuşak geliyor.
Ancak kuru aidiyet duygusu,
din ve öğreti içerikli eğitim anlayışı çarkında işlenen gençler; iktidarların
da desteğiyle çoğunluğu ele geçirirlerse süreç biraz daha sıkıntılı olacaktır.
İnsan, toplum ve ülkelerin çağdaş, huzurlu ve adil bir biçimde yaşamasını
sağlayacak temel ilke; toplumsal olay, olgu ve sorunların; bilimsel verilere
dayanarak çözülmesidir.
Bu yüzden kitabımın başından
beri söylemeye çalıştığım düşüncem şudur: Eğitim
kurumları dahil her ortamda düşük yoğunluklu sanatsal ortamın oluşturulması ve
bu ortamda bulunan çocukların umut ve düşleri daha bilimsel, daha gerçekçi
dünya ile bütünleştirilmesidir. İnsanı insana egemen kılmaya çalışan veya
insanı kul mantığına sürükleyen sistemler, çağ dışı verilerle donatılmış aklen
sorunlu kişilerin uydurmalarıdır. Çocuklarımızı ve gençliğimizi bu sorunlu anlayışın
elinden kurtarmak, öncelikli görevdir. Bunun en kolay ve kalıcı yolu, gençliğin
duygularını sanat ve sanatın yapıcı gücüne teslim etmektir. Ne kadar bilgili ve
bilimsel gençliğe sahip olursak olalım, onların bilimsel aklına ivmeyi
kazandıracak olan olumlu duygudur. Duyguları
olumlama, besleme ve geliştirmenin bir ayağı; şiir, resim, müzik gibi sanatsal ortam
ve etkinliklerdir.
Yıkıcı, yok edici, tüketici anlayışı; yok edip üreten ve sevgi dolu
insana ulaşmak zorundayız. İnsanın; toplumsal ve kişisel isteklerine uygun,
özgün ve özgür yaşayabilmesi, yaşam değerleri, insani değerler ve sevginin
geliştirilmesiyle sağlanabilir. İşte bu
noktada “Olumlu ve sevme duygusu gelişmiş
dünya insanlığına ulaşmanın sırrı, sanatın gizilgücünde saklıdır.”
diyebiliriz.
Sanat evrenseldir; yazın ve onun alt dalı olan şiir de. Dil varlıkları ve
buna özdeş kültür varlıkları ile insan estetik duyarlılığını bütünleyen, özgün
kuramsal bilgiler üretmeden şiir gibi sanatları geliştiremeyiz. Evrensel değer
kazandıramayız. Yani şiir, bütün bilimlerin gözünden bakılmayı, incelenmeyi
gerekli kılar. Kültürel değerler, dil ve düşünce, bunlara bağlı algı; öyle bir
şeydir ki yazınsal sanatlardan yalnız haz duymaz; aynı zamanda kendini
geliştirir, düş gördürür, sevdirir, görme ve algı biçimini değiştirir. Bu
değişim; sanatı kuramsal bilgiler üzerinde hareket eden değerler dizgesine
dönüştürür ve çağın ilerisine taşır. Bütün bu değerler dizgesindeki çabanın
amacı; örgütlenebilir duygu, sevme ve olumlu duyguyu güçlendirmektir.
Sevgi dolu duygusal dünya; nasıl ki sınırsızlığa ve sonsuzluğa açılan
kapıysa; düş, düşünce ve yaratıcılığın yolu olan imgelem de; sınırsızlığa ve
sonsuzluğa gidilen yoldur. Bu nedenle gerek sanat eğitiminde gerek yaşamsal örgütlenmede,
imgelemin kaynaklarını beslemek zorundayız. Ne yaparsak yapalım, düş ve düşlem,
sınırsız ve sonsuz duyusal eylemdir; bunların karşısında sınırlayıcı,
belirleyici ve kuralcı bir tutum takınmak, boş ve bilinçsizce bir uğraştır. Sanatın
hareket alanı; yeniye, yeniliğe, inanılmaza, olanaksıza, farklıya ve
farkındalığa açılan bir dünyadır. Burada yaptığımız şey, sanatın veya onun
herhangi bir katmanının sınırlarını veya kurallarını belirlemek değildir; daha
zengin bir imgeleme nasıl varılabilir, bunun peşine düşmektir. Sanat yaparken
sanatın, insanla ilişkisini nasıl daha iyi kurarız, sorusuna yanıt aramaktır.
Bir kez daha vurgulamak istiyorum: Şiir; kurallara, statik ve klişeleşmiş
biçim ve yaklaşımlara karşıdır, onları yıkmayı hedefler. Dikkat edilmesi
gereken bir noktası vardır: Sanattaki yıkım geleneği, sevgiyle beslenmedikçe,
iyi ve güzel algısı olumlu duyguyla beslenmedikçe ve körü körüne yıkım
derinleştikçe yapıtlara yansıyan estetik değer hasar almaya başlar.
Şiir, yalnızca sanatsal söz varlığıdır, asıl olan şairin imgelem dünyası
ve şiirin imge dünyasıyla ilişkidedir. Şiirin dönüştürücü ve iyileştirici gücü,
şairin imgelem dünyası ile iletişim kurmakta saklıdır dostlar.
Kitabımı Albert Einstein’ın kızına yazdığı
mektubundan alıntıyla bitirmek istiyorum:
“Son derece güçlü bir kuvvet var ki
şimdiye kadar bilim bunun için resmi bir açıklama bulamadı. Bu, tüm diğerlerini
dâhil eden ve yöneten bir kuvvettir ve hatta evrende işleyen tüm fenomenlerin
arkasındadır ve bizim tarafımızdan henüz tanımlanmamıştır. Bu evrensel kuvvet
SEVGİ’dir.
Bilim insanları evrenin
birleşik teorisini aradıkları zaman, en güçlü görünmeyen kuvveti unuttular.
Sevgi, onu alanı ve vereni aydınlatan ışıktır. Sevgi yerçekimidir, çünkü bazı
insanların diğerlerine çekildiklerini hissetmelerini sağlar. Sevgi güçtür,
çünkü sahip olduğumuz en iyi şeyi çoğaltır ve insanlığın kendi kör
bencilliğinde yok olmamasını sağlar. Sevgi gözler önüne serilir ve her şeyi
ortaya çıkarır. Sevgi için yaşarız ve ölürüz. Sevgi Tanrıdır ve Tanrı Sevgidir.
Bu kuvvet her şeyi açıklar
ve hayata anlam verir. Bu belki sevgiden korktuğumuz için, çok uzun zamandır
görmezden geldiğimiz değişkendir, çünkü insanın isteğiyle harekete geçirmeyi
öğrenmediği evrendeki tek enerji sevgidir.
Sevgiye görünürlük sağlamak
için, en ünlü denklemimde basit bir düzeltme yaptım. Eğer E=mc2
yerine, dünyayı iyileştiren enerjinin ışık hızının karesi ile çarpılan sevgi
vasıtasıyla elde edilebildiğini kabul edersek, sevginin var olan en güçlü
kuvvet olduğu sonucuna ulaşırız, çünkü sevginin sınırları yoktur.
İnsanlığın bize karşı dönen,
evrenin diğer güçlerini kullanmaktaki ve kontrol etmekteki başarısızlığından
sonra, kendimizi başka türde enerjiyle beslememiz acil bir durumdur.
Türlerimizin hayatta
kalmasını istiyorsak hayatta anlam bulacaksak, dünyayı ve dünyada yaşayan her
duyarlı varlığı kurtarmak istiyorsak, sevgi sadece tek yanıttır.” Albert Einstein (Kaynak;http://www.kosulsuz-sevgi.com/yeni-eklenen-mesajlar/albert-einstenin–kizina-mektubu/ Çeviren: Saffet Güler)
İnsanın sahip olduğu en iyi, en güzel ve yüce duygusu, sevgidir. Sevgi de
güzellik karşısında büyüyen, gelişen duygusal eylemdir. Pek çok düşünürün
söylediği gibi sanat, güzeli görünüşe çıkarmak, insanı güzel ve yetkin ruha
taşımaktır. Sonuç olarak insanda sevgi yaratmaktır. Sanat sevmektir; sevmekse
şiirdir, şiirselliktir. Şiirin ruhunda da bu erek yatar. Güzellik ve sevgiyle
kalın.
SON
yoz3319@gmail.com
KAYNAKÇA
Alıntı yapılan kaynaklar, metindeki kullanıldığı yerde yazar ve
kitap ismiyle birlikte verilmiştir. Ayrıca sanat ve şiir bilincime katkısı
olan, özellikle bu kitabı yazmak için bilgi dünyamı güçlendiren kaynakları ve
yazarlarını emeğe saygı açısından aşağıya çıkarıyorum.
1 Adnan Turani, Çağdaş Sanat Felsefesi, Remzi
Kitabevi, 2009.
2 Afşar
Timuçin, Estetik Bakış, Bulut Yayınları, 2013.
3
Afşar Timuçin, Yeni Şiirimizin Kısa
Romanı, Bulut Yayınları, 2003.
4 Ahmet Ada, Şiir Yazıları, Şiirden 2014.
5
Ahmet Say, Müzik nedir, Nasıl bir
sanattır? Evrensel Basın Yayın, 2008.
6
Alain Badiou, Başka Bir Estetik,
Çev.Aziz Ufuk Kılıç, Metis Yay., 2010.
7 Ali
Artun, Sanat/Siyaset Kültür Çağında Sanat ve Kültürel Politika, İletişim
8
Ali Artun, Sanat Manifestoları,
İletişim Yayınları 2013.
9
Arif
Damar, Edebiyat Yazıları, Hayal Yayınları, 2007.
10 Asım Bezirci, Metin Eloğlu Edip Cansever,
Evrensel Basın Yayın 2007.
11 Aydın Şimşek, Sanat ve İktidar, Kanguru
Yayınları, 2007.
12 Ayla Ersoy, Sanat Eleştirisi, Artes Yayınları,
2010.
13 Ayşe Özel, Estetik ve Temel Kuramları, Ütopya
Yayınevi, 2014.
14 Baki Asiltürk, Türk Şiirinde 1980 Kuşağı, Yapı
Kredi Yayınları, 2013.
15 Bedrettin Cömert, Croce'nin Estetiği, De ki
Basım Yayın, 2007.
16 Berna Moran, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri,
İletişim Yayınları, 2016.
17 Cahit Armağan, Çizginin Dışı, Afrodisyas Sanat
Yayınları.
18 Cahit Kayra, Marjinal Şiir Teorileri, Tarihçi
Kitabevi Yayınları 2016.
19 Cemal Süreya, Günübirlik'ler, YKY, 2005.
20 Cemal Süreya, Şapkam Dolu Çiçekle, YKY, 2014.
21 Cevad Memduh Altar, Sanat felsefesi üzerine,
Pan Yayıncılık, 2009.
22 Cevat Akkanat, Gelenek ve İkinci Yeni Şiiri,
Kültür Bakanlığı 2012.
23 Christopher Caudwell, Yanılsama ve Geçeklik,
Çev. M.H. Doğan, Payel 1988.
24 Doğan Aksan, Nazım Hikmet Şiirinin Gücü,
Bilgi Yayınevi, 2009.
25 Doğan Aksan, Şiir Çözümlemeleri, Bilgi
Yayınevi, 2011.
26 Doğan Aksan, Şiir Dili ve Türk Şiir Dili,
Bilgi Yayınevi, 2013.
27 Doğan Almasulu, Postmodernizm Sanatın Sonu
mu? Sone Yay., 2008.
28 Donald Kuspit, Sanatın Sonu, Çev. Yasemin
Tezgiden, Metis Yay., 2010.
29 Ebubekir Eroğlu, Modern Türk Şiirinin Doğası,
YKY, 2011.
30 Emel Koşar, Şiirin Soğuk Sarayında, Mühür
Yayınları, 2014.
31 Emin Özdemir, Türk ve Dünya Edebiyatında
Dönemler-Yönelimler, Bilgi 2013
32 Emin Özdemir, Eleştirel Okuma, Bilgi
Yayınevi, 2007.
33 Emin Özdemir, Sözcüklerin Vicdanı, Bilgi
Yayınevi, 2013.
34 Eray Canberk, Şiir Yazıları, Toroslu
Kitaplığı, 2005.
35 Ernst Fisher, Sanatın Gerekliliği, Çev. Cevat
Çapan, Payel Yay., 1995.
36 Fatih Balcı, Sanat Eleştirisine Giriş, Kriter
Yayınevi, 2013.
37 Friedrich Nietzsche, Müziğin Ruhunda
Tragedyanın Doğuşu, Say Yay., 2011.
38 Friedrich Nietzsche, Tragedyanın Doğuşu, İş
Bankası Yayınları, 2011.
39 Gencay Şaylan, Postmodernizm, İmge Kitapevi
Yayınları, 2016.
40 Gıyasettin Aytaş, Şiir Tahlilleri, Akçağ
Yayınları, 2011.
41 Graham Whitham, Grand Pooke, Çev. Tufan
Göbekçin, Çağdaş Sanatı Anlamak, Optimist Yayınları, 2013.
42 H. Bülent Kahraman, Sanatsal Gerçeklikler,
Olgular ve Öteleri Kapı Yay. 2016
43 Hayati Baki, Şair ve Otorite Şiir ve
Yanılsama, İkaros Yayınları, 2008,
44 Hayriye Ünal, Tahlil Tahrip İnşa, Modern Şiir
Eleştirileri, Hece, 2014.
45 Hilmi Yavuz, Avrupa'nın Zihin Tarihi, Timaş
Yayınlar, 2012.
46 Hilmi Yavuz, Türkiye'nin Zihin Tarihi, Timaş
Yayınlar, 2013.
47 Hilmi Yavuz, Yazın, Dil ve Sanat Boyut Yayın
Grubu, 2005.
48 İmran Karabağ, Dil ve Şiddet, İkaros
Yayınları, 2010.
49 İnci San, Sanat Eğitimi Kuramları, Ütopya
Yayınları, 2010.
50 İnci San, Sanat ve Eğitim, Ütopya yayınevi,
2008.
51 İsmail Tunalı, Estetik Beğeni, Remzi
Kitabevi, 2010.
52 İsmail Tunalı, Estetik, Remzi Kitabevi, 2016.
53 Jacques Derrida, Edebiyat Edimleri, Otonom
Yayıncılık, 2010.
54 Johann Wolfgang von Goethe, Goethe Der ki.,
Çev. Gürsel Aytaç, KBY, 1992.
55 John Berger, Sanat ve Devrim, Çev. Bige
Berker, Agora Kitaplığı, 2007.
56 Kemal Özer, Günlerle Yolculuk l ve ll, Hayal
Yayınları, 2008.
57 Kemal Sayar, Mehmet Dinç, Psikolojiye giriş,
İstanbul Dem, 2013.
58 Larry Shiner, Sanatın İcadı, Bir Kültür
tarihi, Çev.: İ.Türkmen, Ayrıntı 2004.
59 L.William Flaccus, Sanatçılar ve Düşünürler,
Çev. Orhan Düz Kapı Yay. 2011.
60 Mahmut Tezcan, Sanat Sosyolojisine Giriş, Anı
Yayınları, 2011.
61 Malcolm Barnard, Sanat, Tasarım ve Görsel
Kültür, Çev. Güliz Korkmaz, Ütopya Yayınları, 2010.
62 Malkolm Waters, Modern Sosyoloji Kuramları,
Gündoğan Yay., 2010.
63 Martin Heidegger, Sanat Eserinin Kökeni, Çev.
Fatih Tepebaşılı, De Ki Basım Yayın, 2007.
64 Martin Slattery, Sosyolojide Temel Fikirler,
Sentez Yayıncılık, 2007.
65 Massimo Fusillo, Edebiyat ve Estetik, Dost
Kitabevi Yay., 2012.
66 M. Can Doğan, Türkiye'de Şiir Dergileri
Şairler Mezarlığı, Hayal Yay. 2008.
67 Mehmet Fuat, Eleştiri Üstüne, Yapı Kredi
Yayınları, 2014.
68 Mehmet Fuat, Eleştiri Yazıları, Adam
Yayınları, 1997.
69 M. H. Doğan, İkinci Yeni Şiir Antoloji-Dosya,
İkaros Yay., 2008.
70 M. H. Doğan, Türk Şiirinden Son Okumalar,
İkaros Yay., 2008.
71 Mehmet Yalçın, Şiirin Ortak Paydası (iki
cilt), İkaros Yay., 2010.
72 Mehmet Yılmaz Sanatçıları Okumak/ Postmodern
Söyleşiler Ütopya 2009.
73 Michel Ragon, Modern Sanat, Çev. Vivet
Kanetti, Hayalbaz Yay., 2009.
74 Muhittin Bilgin, Anlamdan Anlatıma Türkçemiz
Anı Yay., 2013.
75 Mukadder Çakır, Medya ve Sanat, Parşömen
Yayınları, 2013.
76 Mustafa C. Volkan, Türkçenin Ses Bilgisi,
Bilge Kültür Sanat, 2013.
77 Mutlu Erbay, Sanat Eğitimi Üzerine, Beta
Yayınları, 2013.
78 Müesser Yeniay, Öteki Bilinç, Şiirden
Yayınları, 2013.
79 Nazan- Mazhar İpşiroğlu, Sanatın Tarihi,
Hayalperest Yay., 2009.
80 Nephan Saran, Antropoloji, İnkılap Yayınevi,
1992.
81 Nizamettin Uğur, Anlambilim, Doruk Yayınları,
2007.
82 Noel Carroll, Sanat Felsefesi, Ütopya
Yayınevi, 2012.
83 Nurullah
Çetin, Şiir Çözümleme Yöntemi, Ankara Öncü Kitap, 2008.
84 Özdemir İnce, Şiir ve Gerçeklik, İmge
Kitabevi Yayınları, 2011.
85 Özdemir İnce, Yazınsal Söylem Üzerine, İmge Kitapevi
Yay., 2013.
86 Özkan Eroğlu, Modern Sanat, Tekhne Yayınları,
2014.
87 Özkan Eroğlu, Sanat Eleştirisi Nedir? Tekhne
Yayınları, 2016.
88 Özkan Eroğlu, Üç Postempresyonist Ruh
(Cezanne-Van Gogh-Gauguin), Tekhne Yay., 2014.
89 P.J. Proudhon, Sanatın Prensibi, Öteki
Yayınevi, 2016.
90 Paul Klee, Modern Sanat Üzerine, Altı Kırkbeş
Yayınları.
91 Pertev Naili Boratav, İzahlı Hal Şiiri
Antolojisi, Tarih Vakfı Yayınları.
92 Rafet Arslan, Çağdaş Sanat Manifestoları,
AltıKırkbeş, 2010.
93 R. G. Collingwood, Kısaca Sanat Felsefesi,
Çev.:Talip Kabadayı, Bilgesu, 2011.
94 Sıtkı M. Erinç, Resmin Eleştirisi Üzerine,
Ütopya Yayınevi, 2009.
95 Sıtkı M. Erinç, Sanat Psikolojisi ‘ne Giriş,
Ütopya Yayınevi, 2011.
96 Sıtkı M. Erinç, Sanatın Boyutları, Ütopya
Yayınevi, 2013.
97 Süreyya Su, Çağdaş Sanatın Felsefi Söylemi,
Profil Yay., 2014.
98 Şerif Aktaş, Şiir Tahlili, Kurgan Edebiyat
Yayınları 2015
99 Şeref Bilsel, Cenk Gündoğdu, Şiir Defteri,
Şiir ve Hayat 2013, İkaros Yay., 2013
100 Şerife Çağın, Bir Şiir Eleştirmeni Olarak
Daima N. Ataç, Dergâh Yay., 2012
101 Şerife Çağın, Şiir Daima Şiir Ataç'ın Şiir
Yazıları, Dergâh Yay., 2013
102 Tahsin Yücel, Eleştiri Kuramları, İş Bankası
Yayınları, 2012
103 Takiyettin Mengüşoğlu, Felsefeye Giriş, Remzi
Kitabevi, 2008
104 V. Kandinsky, Sanatta Manevilik Üzerine,
Çev.T. Turan, Haylaz Sanat, 2011.
105 Veysel Çolak, Bir Şiire Nereden Girilir? Etki
Yayınları, 2016.
106 Veysel Çolak, Dikkat Şiir…, Hayal Yayınları,
2009.
107 Veysel Çolak, Yansımanın Gerçeği, Mühür Yayınları,
2009.
108 Veysel
Çolak, Dize Dergisi Arşivi 1-156 Sayılar.
109 Veysel Çolak, Edip Cansever'de Şairin Kanı,
İkaros Yay., 2015.
110 Veysel Çolak, Şiir Nedir ve Nasıl Yazılır?
İkaros Yay. 2011.
111 Veysel Çolak, Şiirden Önce, Şiirden Sonra, Hayal
Yay., 2011.
112 Veysel Gönültaş, Bir İnsan Bir Şair Bir Şiir
Militanı, Bilge Yay., 2017.
113 Walter Benjamin, Sanatta ve Edebiyatta
Eleştiri, Çev. Elçin Gen, Mustafa Tüzel, İletişim yayınları, 2010.
114
Yaşar Nabi Nayır, Salih Bolat, Şiir Sanatı,
Varlık Yay., 2003.
115 Yusuf Alper, Şiir ve Psikiyatri Kavşağında,
Özgür Yayınları, 2010.
116 Zafer
Demir, İkinci Yeni Şiiri ve Postmodernizm, Mühür Yay., 2015.
117 Zahir Güvemli, Sanat Tarihi, Varlık Yayınları,
2009.
118 Fatma
Erkaman-Akerson, Edebiyat ve Kuramlar, İthaki, 2010.
119 Mustafa Zeki Çıraklı, Anlatıbilim, Hece
Yayınları, Nisan 2015.
120 Mehmet Can Doğan, Şiir Arkeolojisi, YKY,
Şubat 2011.
121
L.Wittgenstein, Çev. Oruç Aruoba,
Tractatus Logico-Philosophius YKY.
122 Terry Barett, Neden Bu Sanat, Çev. Esra
Ermert, Hayalperest Yay.,2015.
123 Suut Kemal Yetkin, Estetik ve Ana Sorunları,
Bilim ve Kültür Eserler Dizisi.
124 Octavia Paz, Yay ve Liir, Şiir Nedir? Çev.
Ömer Saruhalıoğlu, Era Yay.
125. Doğan Günay, Deneme Yazma Sanatı,
Papatyabilim 2019
126.
Cengiz Gündoğdu, Estetik Kalkışma, İnsancıl 2012
127. Cengiz Gündoğdu, Eleştiri, İnsancıl, 4.
Basım 2017
128. Jeanette Winterson, Sanat Başkaldırır, Sel
2.Baskı 2018, Çeviri: Z.Baransel
[1]Saf sanat, ilk
bölümün sonunda ayrıntılı olarak ele alınacaktır. Ancak çok önceleri
tartışıldığı gibi saf sanat anlamdan arındırılmış veya yaşamdan ayrıştırılmış
bir biçim olarak anlaşılmamalıdır. Bundan kasıt, imgelemi yaratan artalan
bilgisinin saflığı ve bu saflıktan doğan sanattır.
[2]Tam insan, insani ve toplumsal bütün değerlere, ideal bir yaşam ve
yaşanabilir dünya anlayışına sahip aydın insandır.
[3]Kültür
endüstrisi, doğal yaşam ve insani değerlere karşı yabancılaşmayı, sistemlerin
ve sanatın metalaşmasını, üretim ve tüketim süreçlerini biçimsel ve doğrusal
bir aklın hâkimiyetine bırakmayı ve toplam değerlerden yalıtılmışlığı
tanımlayan bir kavramdır. Sanatsal ortamın karakterini tanımlamak için T.W.
Adorno tarafından kullanılmıştır.
[4] Duygu yönetimi tanımlamasında, sevgi gibi olumlu duyguları
geliştirmek, yöneltmek ve bireyin yönetmesine katkıda bulunmak için özellikle
aile ve okul eğitiminde ele alınması gereken bütünlüklü bilgi disiplininden söz
ediyorum.
[5] Julia Kristeva’nın
“metinler arası ilişki” tanımına daha farklı bir yorum ile bakıyorum. Bilginin
üretilmesi ve onun kullanılabilir hâle dönüşmesi, önceki bilgi ve teknolojiye
bağımlıdır; bugünün bilgisi yarının bilgisini üretici güce sahiptir ve olmaz
ise olmaz bir koşuldur. Metinler arası ilişki kavramı, bilgi bağlamında
düşünmelidir; salt metin olarak ele alınırsa içerik göz ardı edilir; kaldı ki
her metin, içeriği için vardır. Her üretilen metnin içeriği daha önce üretilmiş
bilgiye bağımlıdır ve bundan sonra üretilecek metinleri de etkisi altına alacak
ve bu süreç devam edecektir. Çünkü bilgiyi bilgi çoğaltır ve üretir. “Metinler
arası ilişki” kavramını bu şekilde ele almak gerekir diye düşünüyorum, metinde
de bu anlamda kullandım. Ayrıca, her metnin anlamsal oluşumu, kendinden önceki
metinlerin anlamsal etkilerine dayanır. Çoğu yerde eksik algılanan bir konudur
metinler arası ilişki. Aslında bilginin dinamizmini, üretkenliğini evrimini ve
anlamsal sürekliliğini içeren bir kavramdır metinler arası ilişki.
[6] Bilginin tarihle bağlantısından ziyade, bilginin zaman doğrusunda
birbirini yaratarak ve güncelleyerek bilgi birikimi oluşturmasıdır.
[7] Öğretiden kastım: T.C. Devletinin kurucu felsefesi dışında ithal
edilmiş, bu coğrafya ve kültür dışında şekillendirilmiş tüm kuramsal politik
öğretilerden söz edilmektedir.
[8] Batıl ya da semavi din olup olmadığına bakılmaksızın mantığı ve
bilimi bir kenara koyup her şeyi kadere yükleyen, içeriğinden ziyade şekle
yönelen, yaşam tarzını onun bunun diktelerine göre yürütmeye çalışan, inancın
özünü kendinde değil de şeyhlerde dervişlerde arayan, düşünmeyen, sorgulamayan
bağnaz anlayıştan söz edilmektedir.
[9] İnsanın nihai ereği, yaşam ve neslin
sürekliliğini sağlamak için en yüksek seviyede kendini kanıtlamak ve mümkün
olan en iyi koşullarda varoluşunu gerçekleştirmektir.
[10] Katman; şiirde birbirine benzer belirli özelliklerin, fiziksel ve
duyusal nitelik veya niceliklerin bir arada bulunduğu bir yapıyı belirten
terimdir. Örneğin ses veya anlam katmanı gibi…
[11] İmgelem, kazanılmış zihinsel varlıkları
tasarımlama ve bu tasarılardan yeni zihinsel işlemler oluşturma etkinliğidir.
“Saf imgelem”, zihnimizin, bağımsız, çıkarsız, özgün, sınırlayıcı olmayan,
dinsel ve ideolojik sınırlayıcılıktan/bağlayıcılıktan uzak, insani, sosyal,
kültürel ve doğa değerlerini bağımsızca yorumlayabilme ve tasarımlayabilme
etkinliğidir.
[12]
Ortam’ın sanat/şiir üzerindeki etkisi ayrıca estetik katmanında incelenecektir.
[13]Sözcüğün
anlam açılımı” terimini Nizamettin Uğur “Anlambilim” kitabında kullanmıştır.
[14]
Y.Özmen, Bir Damla Suda Halkalar, Temren Yayınları, 2018
[15] Hava yastığı ile su üstü ve karada hareket edebilen amfibi araç.
[16]
Rastlantısal
Anlam Kuramı; insanla eser ilişkisinde oluşan özel bir durumu tanımlayan yeni
bir tespit ve öneridir.
[17]
Okur, ortam
ve zamana bağlı olarak bir sanat eserinin anlamsal devinimini anlatır.
[18]
Çağrışım
saçağı, şiirin/eserin okurda çağrışım sonucu yarattığı imge ve imgelem
demetidir. Çağrışım sonucu anlamın zihinde dal budak salması olarak
düşünülebilir. Çoklu imge ve imgeleme ulaşıldığını ifade eden bir benzetmedir.
[19] Süre, sınır, durak, ritim, vurgu, ton, şiddet ve ezgi gibi sesbilgisel
terimlere “parçalarüstü birimler” denilmektedir. (M.V.Coşkun, Türkçe’nin Ses
Bilgisi)
[20] Şiirsel ezgi, şiirin anlam ve ortamı ile duygu değerine uygun özel
olarak oluşturulan bir ezgi türüdür. Müziksel ezgi ve konuşma ezgisi arasında
bir ezgi türü olduğu varsayımı ile ele aldığım bir kavramdır.
[21]
Bürün:
Sesbirimsel özellikler bütünü.
[22]
Çağrışım çekirdeği; bir eserde var olan, okura etkin, çelişkili veya çekici
gelen, okuru kendi yaşamsal ve duyumsal izlerine taşıyan, okuru anımsatma
yoluyla arzuladığı düş dünyasına götüren veya okuru imgeleme yönlendiren söz,
söz öbeği veya anlamsal tasarımlardır.
[23]
Yorumlanmış ve görüntüye taşınmış bilgi.
[24]
Y. Özmen, “Bir Damla Suda Halkalar” Temren Yayn., Şubat 2018,
“Büyüdükçe Bir Daha Kırılıyor” isimli şiir.
[25] Ontik; Nesnel ve duyusal varlık alanlarından, katmanlarından
oluşan
[26] İntegral; çözümlenebilir, türevi alınabilir, parçalara ayrılıp
bütünleştirilebilir, toplamı hesaplanabilir.
[27] İmgelem; toplam bilgi birikimimiz, belleğimiz ve bilincimizin
zihinsel ve duygusal olarak ortaya koyduğu tüm tasarılar, ilişkiler, düşler,
sezişler, anlamsal görünüş ve görüntülerdir.
[28] Çağrışım çekirdeği, çağrışım doğurma gücüne sahip, ilginç, dikkat
çeken söz, tamlama veya bağdaştırmalar.
[29] Çağrışım yelpazesi, şairin okuru yönlendirdiği çağrışım
katmanlarıdır.
[30] Çağrışım saçağı, şiirin/yapıtın okurda çağrışım sonucu yarattığı
imge ve imgelem demetidir. Çağrışım sonucu anlamın zihinde dal budak salması
olarak düşünülebilir. Çoklu imge ve imgeleme ulaşıldığını ifade eden bir
benzetmedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder