İmgelem-İmge-İmgelem (Denemeler-1)

 

Vedat Günyol Jüri Özel Ödülü






Neden sayısal kitap? 

Kitap dosyamı herhangi bir basımevine göndermedim. Basım ve dağıtım konusunun çok sağlıklı işlemediğini ve emeğe karşı saygın davranılmadığını düşünüyorum. İlk iki kitabımdan deneyimliyim.

 Denemelerim, günlük yaşamı konu alan, moda ilişkileri ortaya döken ve iyi zaman geçirmek için okunacak çerez bilgiler içermez. Sanatın; sanatsal, kuramsal ve felsefi yanını konu alan metinlerdir. Okurun sanat anlayışı, dünya algısı, yaşam görüşü ve sanat bilgisine katkı sağlayacak konuları çözümlemeye çalışır.

Gençler, ödevden tez çalışmalarına, okumadan araştırmaya kadar tüm işlerini sayısal teknolojiyle yapmaktadırlar. Onları zaman, maliyet ve diğer ek yüklerden kurtarmak, daha kolay kitaba ulaşmalarını sağlamak için denemelerimi, e-kitap olarak sayısal ortamda yayımlıyorum.

Ayrıca kitabım, bu şekilde depolanarak yıllarca kaybolmayacak, sayısal teknoloji ortamında sürekli dolaşımda kalacaktır. Bu yöntemle daha fazla okura ulaşacağımı düşünüyorum. 

 İletişim adresimden (siirsarnici@gmail.com) istendiğinde de e-postayla gönderebilirim. İyi okumalar diliyorum.

 

 

İmgelem, bilgi birikimimiz, belleğimiz ve bilincimizin zihinsel ve duygusal olarak ortaya koyduğu tüm tasarılar, düşler, çözümlenmiş ilişkiler, sezişler, anlamsal görünüş ve görüntülerdir.

 

 

 

İMGELEM-İMGE-İMGELEM

 (DENEMELER-1)

Yaşar Özmen

 

 

 

 

 

Kapak Tasarımı, Kapak Fotoğrafları: Yaşar Özmen

E-Kitap, Yayım Tarihi: 1 Mayıs 2020

E-Kitap, 2. Sayısal Sürüm: Mart 2021

ISBN No:978-605-74589-3-3

 

 

Yaşam Öyküm

 


1964 yılında Eskişehir’in Mihalıççık ilçesi Kızılbörüklü köyünde doğdu. 1985’te Kuleli Askerî Lisesi’ni, 1989’da Kara Harp Okulu Makina Mühendislik bölümünü bitirdi. 2007 yılında Selçuk Üniversitesi’nde Yönetim Organizasyon konusunda yüksek lisans yaptı. 2014 yılına kadar yöneticilik ve bilgi yönetimi konusunda değişik görev yerlerinde çalıştı. TSK’dan 2014 yılında emekli oldu.  Bilgi yönetimi, iş sağlığı ve güvenliği, gayrimenkul değerleme gibi özel uzmanlık alanlarına sahiptir. 2011 yılından beri sanat bilimi, dil bilimi, resim, öykü, deneme ve özellikle şiir üzerine çalışmalar yapmaktadır.

Yayımlanan Kitapları:

Bir Damla Suda Halkalar, şiir kitabı, 2018, Temren Yayınları.

Saf Sanattan İnsana, Şiir Çözümleme Tekniği ve Şiir Eleştirisi, sanat çözümlemesine yönelik kuramsal kitap, 2018, Trend Yayınları.

Umut Bekler Bizi, Görsel-Sayısal Şiir Kitabı, Mayıs 2020, (e-kitap)

İmgelem-İmge-İmgelem, (Denemeler-1) (e-kitap) Vedat Günyol 2020 yılı 4. Deneme Yarışması Seçici Kurul Özel Ödülü, Mayıs 2020

Şiir/Sanat Çözümlemesi (Denemeler-2) (e-kitap) Mayıs 2020, Homeros Edebiyat Ödülleri 2020 Bir Şiiri İnceleme dalında “Turgut Uyar’ın ÜÇYÜZBİN Şirinin İncelenmesi” üçüncülük ödülü alan inceleme bu kitaba alınmıştır.

Sanatsal Denemeler (Denemeler-3) (e-kitap) Mart 2021

UMUT isimli şiiri, Güncel Sanat 11. Kaygusuz Abdal Seçici Kurul Özel ödülüne uygun görülmüştür.

ŞİİR SARNICI (E- DERGİ)’nın, kurucusu, editörü ve yöneticisidir.

Sardunya Zamanı Şiir Seçkisi, Türk Dünyası Şiir Seçkisi, Şiir Kalbimizde Şiir Seçkisi ve Nar Öykü/Şiir Seçkisinde yer almıştır. Deneme, makale, öykü ve şiirleri, yazın dergileri ile diğer yayın ortamında yayımlanmaktadır. 6 Mart 2021

 

 

 

 

İÇİNDEKİLER                                                                         :

Giriş……………………....…….……………………….………    6

İmgelem-İmge-İmgelem……….……………………….….......................8

Dilsel Şiddet..........................................................................................14

Sanat Kavram ve Terimleri……………………………………………19

Sanatta Özgünlük ve Biriciklik..............................................................24

Gerçeküstücülüğe Teğet Bakış………….……………….....................30

Saf Sanat…………………………………….………….…………….36

Evrimsel Sanat Yaklaşımı…………………………….........................…41

Her İki Kişiden Üçü Şairdir...………………..…………………….….47

Biz Bu İşin Neresindeyiz?...……………..............................................54

Şiir Neden Uzaktır İnsana?...…………………..………………………60

Şiirde Anlamsal Devinim...…...............................................................65

Şiirsel Anlatım………………………..................................................69

Şiirde Yaratıcılık…………………………………….………………74

Şair ve Şiir………………………………................................................78

Türk Şiirinin Temel Sorunu …………………….….............................82

Genç Şaire Mektup………………………………..................................87

İyi Huylu Eleştiri………………….....................................................93

Katman Edebiyat Eleştiri Kuramı…………………………………...99

Dil Çalışmaları………….………...…...............................................108

Sayısal Kitap……………………………….…………………………124

Milli Güç Ögeleri …...…………. .…..… ........................................128

İnsan Neden Sanat Yapar?.................................................. ...................133

Şiddet ve Yazın………………………………………………………....140

 

GİRİŞ

 Zorunluluk, sınır ve kaygı taşımayan metinleri, daha çok özgür insanlar mı yazar yoksa özgürlük özlemi duyanlar mı? Kanıtlama, konu, biçim, kapsam, neresinden başlasam veya nasıl anlatsam kaygısı olmayan yazın türü deneme yazmaktan söz ediyorum. İçerik ve yöntem bakımından sınır, kaygı ve zorunluluk taşımıyor olmasına karşın deneme yazanlar her konuda özgür müdür? Ülkemizin güncel durumu ile çocuklarımızın gelecekte yaşayacağı ortam, bizleri kaygılandırıyorsa ister istemez belirli konularda yazma zorunluğu duyarız. Aydınlar, çağdaş değerleri öteleyip metafiziği önceleyen ortamda bu kaygıyı daha fazla duyumsarlar. Süregelen gelecek kaygısını gidermek umuduyla, bir şeyler üretme çabası içindedirler; özgürlüğe uzanan yola güzellik katmak isterler; öykü, şiir, deneme gibi. Kandinsky, “Sanat, içsel bir zorunluluktur.” der. Bana göre yazmak, özgürlükten değil; özgürlük özleminden doğan içsel zorunluluktur.

Karanlık dönemlerden geçtik, ağrılı günlerimiz sürekliliğini koruyor. Toplum, her geçen gün biraz daha karanlığa gömülüyor; hatta bunu kendi elleriyle yapılandırıyor. Aydınlık, çağdaş ve özgür dünyanın kurulması ve insanın insanca yaşayabilmesi, bilgiler arası iletişim, eşgüdüm ve yaşama uyarlayabilme yeteneğine bağlıdır. Daha açık söylemek gerekirse insanın, tam insan olmasıyla ilgilidir. İnsanı, insan yapan değerler onun bilinç dünyasıdır. Bilgiyle donatmak, bilinci yapılandırmak kolaydır; ne var ki bilinci yöneten başat etken duygudur; sevme duygusudur. Sevmeyi güçlendirmenin yolu, duyguyu işleyen, besleyen ve güçlendiren sanat gibi değerlerden geçer. Bu nedenle, denemelerim sanatı temel alır. Sanatın; bilinçli, bilgiler arası iletişim ve eşgüdümle yapılmasına yönelik çaba harcar. Çalakalem yapılan sanat, günümüz insanının estetik kaygısını bilemekte yetersiz kalmaktadır.

Sanat dediğimiz görüngü; insan, evren ve yaşam arasındaki ilişkiyi yeniden anlamlandırmak; yeni bir değer yaratmak ve bununla estetik değer üretmektir. Yazmak, imgelem kaynaklarının ve imgelem gücünün araçsal sonucudur. Düşlem sınırlarını genişletmek için, sağlıklı, güçlü ve teknik donanıma sahip olmak zorunluluğu vardır. Yazar, sanat bilimi denen disiplinler ile diğer disiplinler arasındaki eşgüdümü sağlıklı kurmalı ve bunları çağdaş bir gözle okuyabilmelidir. Bilgi zenginliğine ve bilginin bilimsel-çağdaş-sanatsal yorumunu yapabilme yetkinliğine ulaşmadan; kalıcı, yeni ve güçlü eser ortaya konulamaz. Yazarın amacı, gelecek için yeni şeyler üretmek, kalıcı eserler vermek ve insanı sevgi ile yoğurarak aklı evrimleştirmek olmalıdır.

Denemelerim, çoğunlukla şiir sanatına yöneliktir. Daha doğrusu sanat felsefesinden yola çıkarak şiire yaslanır. Şiirin varlık katmanları ile aralarındaki ilişki, sanatsal süreci daha net görünür kılmaktadır. Sanat ayrıntılarda gizlidir düşüncesini baz alır ve kuramsal bilgiye dayanır. Yaşanabilir yeni dünyaya açılan yoldaki en zorlu engel; olumsuz duyguların güçlendirilmesidir. Sanatı öteleyen toplumların başvurduğu en geçerli yöntem, olumsuz duyguları kaşımaktır.

Sevilmek onurdur; sevense onura ait olandır. Sevgiyle büyüyüp, seviyle yaşamak dileğiyle.

                               Yaşar Özmen, 2 Kasım 2019


İMGELEM-İMGE-İMGELEM

 “İmgelem-İmge-İmgelem” dediğimizde, bu üç ardışık sözcükle ne anlatıyor olabiliriz? Sanat eserinin doğuşundan insanla eserin gelecekteki ilişkisine kadar bütün sanat sürecini açıklayabilir mi bu üç sözcük? Açıklayabileceğini düşünüyorum. Nasıl? İmgelem-imge-imgelem süreci; şiir, resim, müzik gibi tüm sanat eserlerinin doğuma hazırlık safhasından doğumuna, imge ve iletilerini kurmaktan okurda yeniden bir imgelem dünyası yaratmasına kadar izlenen zorlu bir yoldur. Daha anlaşılır biçimde söylersek, şairin imgelem gücü ve zenginliği, şiirdeki imge ve iletiler bütününü kurar; şiirdeki imge ve iletiler bütünü de okurla karşı karşıya geldiğinde okur imgelem dünyasını oluşturur. Eserin imgelem yaratma gücü etkin olduğu sürece de eser varoluşunu korur. Bir eserin yaratılışından okurda etki yaratmasına kadar geçen süreç, imgelem-imge-imgelem süreci değil midir? Önce burada kullandığımız ve bizim yazınımızda pek ele alınmayan imgelem terimini biraz olsun anlaşılır kılalım.

İmgelem; toplam bilgi birikimimiz, belleğimiz ve bilincimizin zihinsel ve duygusal olarak ortaya koyduğu tüm tasarılar, ilişkiler, düşler, sezişler, anlamsal görünüş ve görüntülerdir. Bilgilerin yoğurularak anlamın derinliklerinde gezinilmesidir; düşlemin daha geniş alanıdır. Düş ve düşünme gücünün zihinde ortaya çıkardığı örüntüler evreni olarak da tanımlayabiliriz. Buradan şunu anlamalıyız. Sanatçının imgelem zenginliği, çeşitliliği, yaratıcılığı ve gücü; evren, yaşam ve insan ile aralarındaki ilişkiyi görme, duyma, sezme ve anlamlandırma yetisine bağlıdır.

İmgelem, sanatçının/şairin donanımı ile ilgilidir. Başka bir söylemle imgelemin kaynağı, sanatçının duyusal ve düşünsel dünyasında kullanılabilir duruma dönüştürdüğü tüm kültür varlıkları ve bilgi varlıklarıdır. Kullanılabilir bilgiden kastım, içselleştirilmiş ve anlamsal bütünlüğü zihinde hiyerarşik olarak tasarımlanmış bilgidir. Bir anlamda okunabilir, anlamlandırılabilir, görüntülenebilir bilgi toplamıdır. Şairin sezme, görme, duyma ve yaratma yetisi; yaşamsal deneyimleri, bilgi birikimi, evreni ve ilişkileri okuma biçimi ile doğru orantılıdır. Sahip olduğu bilgi kaynağı ne kadar güçlü ve tasarımlanabilir ise imgelemin gücü de o oranda fazladır, sıra dışıdır, yaratıcıdır. Bu yeteneğin niteliği; şairin fen, sosyal, insan bilimleri ilkelerine hâkimiyeti ve yaşamsal deneyimleri ile koşuttur.

Kısaca söylemek gerekirse sanatı ve şiiri, sanatçının imgelem gücü ve zenginliği yaratır; onun imgelem gücü ve zenginliği, duyusal ve düşünsel sürecin bilgi bütünlüğü ile olasıdır. Yani imgelemi doğuran kaynak, duyusal, duygusal, sosyal ve bilimsel işlenebilir bilgidir. Bilgi olmadan, bilinç yerli yerine oturmadan, sezme ve güçlü görme olasılığı hemen hemen yoktur; düşlem sınırları zayıftır; bununla birlikte sanatta yaratıcılık ve sıra dışılık olası değildir.  

Buraya kadar olan bölümcelerde imgelemi açmaya çalıştım. Şimdi imgelemin doğurduğu imge kavramını biraz olsun açalım.

İmgelemi dil aracılığıyla anlama ve görüntüye taşımak, diğer bir söyleyişle imge kurmak daha belirgin bir süreçtir. Bu süreç; dil, hareket, ışık, renk, şekil gibi sanatın asıl diline aktarılma aşaması ve anlamsal yoğunluğun ortaya konmasıdır. Artık şair zihninde tasarladığı anlamsal görüntüleri, sanat dili ile nesnel duruma dönüştürmektedir. Şair, imgelemiyle bir anlam alanına, görüntüye ve bunlarla bütünlüklü bir imge sistemine ulaşacaktır. Kafasında tasarladığı anlam ve imgeyi dil ile nesnel duruma getirmek, şiir yazmanın dilsel, yazınsal ve teknik boyutudur. Bu boyut üzerinde durmayacağım; çünkü bizim yazınımızda üzerinde durulan, sürekli dile getirilen, yazılan, çizilen boyuttur. Buna karşın konuyu açıklayabilmek için imgenin ne olduğu konusunda ayrıntılı bilgi vermek gerekir diye düşünüyorum. Şöyle ki:

Şiirde imge; ses, anlatım, anlam ve çağrışımın toplam sonucudur. Okur birikimiyle görünürlük, anlaşılırlık kazanır. Özellikle şiir gibi örtük ve anlam bağlamı geniş dil kullanan sanatlarda çok anlamlılık, çağrışımda rastlantısallık dolayısıyla anlamda rastlantısallık mutlaktır. Rastlantısallık terimini kullanmak zorunda kaldım; Gerçeküstücülükte dile getirilen rastlantısallık terimi ile karıştırılmaması için konuyu hemen açıklamalıyım:     Okurun; algı, anlama, bellek, bilgi birikimi, düşünme biçimi ve yaşamsal değerlerine göre şiirden ulaşacağı anlam ile zamanla bilgi gelişimine bağımlı olarak şiirin uğrayacağı anlamsal genişlemeye rastlantısal anlam[1]diyorum.

İmge sadece iki uzak söz tamlamasıyla (bağdaştırma) değil; sözcük, söz kaynaşması, deyim, dize, mısra, kıta, bölümce veya şiir bütünlüğünden doğurulabilen sonuçlardır.

İmge; hareket, biçim, renk veya sözle görünüşe taşınan değerlerdir ve aynı zamanda yeni imgelem alanları yaratma gücüne sahiptir. Örneğin, //Usun tekbirle kelepçeye vurulduğu yerde[2]// dizesinde tekbirle kelepçe, İslam kültürünün yoğun olduğu ülkelerin geri kalmışlığını, vahşetini, pozitif bilimleri göz ardı etmesini düşünebiliriz. Bu dizede dikkatli bir imgelem çözümlemesine gidersek, tek başına “kelepçe” sözcüğü bile imge ve arkasından bir imgelem süreci doğurma gizilgücüne sahip olduğunu görürüz. (Örneğin, durun ve “kelepçe” sözcüğünün zihninizde nereleri kurcaladığını bir düşünün.)

Ayrıca şiirin temel ögesi olan şiirsel ezginin, imgesel bir değeri ve imgelemi yöneltme gücü vardır; ayrıntılı ve teknik bir konu olduğu için şiirsel ezgi konusuna burada girmiyorum.

İmgelem-imge sürecini ele aldıktan sonra, üçüncü sırada olan ‘imgelem’den söz edelim. Sanat eserinin izleyicisi ile ilişkisinin nasılını açıklayan bir basamaktır bu. Örneğin, okurun şiirden anladığı ve şiirden ulaştığı toplam sonuca okur imgelemi diyebiliriz. 

Şairin imgelem gücüyle bir anlam bütünlüğüne ulaşılmış, anlam imgeye dönüştürülmüş ve şiir yazılmıştır. Eser veya şiir okur ile karşı karşıya gelmiştir. Şiir anlam, anlatım, ses ve çağrışım gibi kendine özgü dil varlığıyla okurla bir başınadır artık. Şiirdeki anlam, anlatım ve ses gibi özellikler, çağrışım-coşum ve estetik değer etkisiyle okurda anlam, görüntü ve duygu durumunu oluşturmaya hazırdır.

Çağdaş sanat anlayışı eseri açık, organik ve hareketli bir bütün olarak ele alır. Bu kavrayış sonucu; sanatçı, eser ve bunların içinde en önemlisi sanat alıcısının (izleyici) etkin bir konuma yükseldiğini görürüz. Daha açık söylersek bir sanat eseri izleyicinin zihinsel gücü oranında kavranır. Şairin imgelem kaynaklarının genişliği ve şiirin imge uzamı, okurun bilgi birikimi ve anlamlandırma yetisiyle doğru orantılı olarak değer kazanır. İnsanda estetik beğeni dediğimiz duygu durumu bu aşamadan sonra oluşur.      

Sanat eserinin duyusal ve gerçek varlık alanları, izleyicinin evren algısı ve bilgi birikimine göre yeni anlam evrenine açılır. Bununla birlikte şiirin anlam ve çağrışımı ister istemez insan zihninde yeni imgelem ve görüntülere evrilir. Şiir, dil varlıklarını gerçek, soyut ve gerçeküstü bağlamda sıra dışı kullanan ve çokanlamlılığa yönelten bir sanat dalıdır. Okur da bu anlam çeşitliliğinden çok farklı anlam ve görüntü üretebilir. Yani okurun geçmişten gelen temel verilerine, bilgi düzeyine, görme, işitme ve duyma gelişmişliğine bağlı olarak çok çeşitli imge ve anlam gurubuna ulaşabilir. İşte ulaşılan bu imge, anlam ve görüntüler; okurun bellek ve bilgi birikimine bağlı olarak yeni bir imgelem süreci başlatır. Yani şiir, okuru yeni dünyaya alıp savurur ki bu savruluş çağrışımsallık taşır, rastlantısallık taşır. Okurun kurduğu imgelem, şiirin iletileriyle her zaman örtüşmek zorunda değildir. 

Şair, şiirdeki ileti, imge ve anlam açılımını doğal olarak kendi tekniği ile yönlendirir. Ancak; okur şiirle iletişime girdiğinde şiiri anlamlandırması sınır ve kural tanımaz. Anlamlandırma; okura, zamana ve yere bağlı olarak daha öteye yönelebilir, kapsamı daha geniş olabilir veya zamana bağımlı olarak tam tersi bir değişime uğrayabilir. Diğer dil sanatlarında sözcük veya tamlamalar çoğunlukla belirli bir şeyi göstermek ve anlatmak için kullanılır; şiirde ise sözcük ve tamlamalar, çoğunlukla gerçek anlamın dışında duygulandırma, sezdirme, farklı görüntüleri çağrıştırma veya daha derin anlamlandırmaya yöneltir. Şair, okuru istediği anlam tabakasına taşırken aynı zamanda okurun imgelem dünyasını uyandırmak ister. Yani şiirdeki sözler gerçekte söyledikleri şeyin ötesine uzanır, okurun belleği ve bilinci anlamın daha öteye uzanmasına ya da dönüşüme uğramasına katkı sağlar.

Özet olarak, imgelemden imgeye, imgeden imgeleme dönüşümlü bir zihinsel akış süreci vardır ve bu süreç okurda rastlantısal anlam ve çağrışımsal imgelem[3] alanlarını doğurmaya açıktır.

İmge, şair tarafından şiirindeki söz ve duygu değerleri ile oluşturulur; ancak okurun bilgi birikimi, yaşamsal değerleri, belleği ve zamansal dönüşümler nedeniyle imgelerin uzamları ve yönelimi ile okur imgelem sınırı kontrolsüzdür. Okurun sezgi yetisi, bilgi birikimi, yaşamsal deneyimi, dünyayı okuma biçimi ve anlamlandırması ile koşuttur. Bu da çağdaş sanat anlayışının en temel yaklaşımıdır.

İmgelem-imge-imgelem; sırasıyla bir eserin doğuşundan varoluşuna, gelecekte alacağı anlamsal ve estetik değere kadar toplam süreci ifade eden bir tanımlamadır. İşte bizler sanatçıya, esere ve eserin ilgili olduğu okura döndüğümüzde ulaşacağımız görüntü budur. Eğer sanat çözümleme ya da eleştiri gibi işlere soyunacaksak bu süreci temel almalıyız. Süreç; sanatçının imgelem kaynaklarından okurun/alıcının imgelem yetisine, bilginin zamanda gelişiminden yaşam koşullarının dönüşümüne kadar çok geniş bir alanı kapsamaktadır. Şiirde ve sanatta hedef, okurun imgelem dünyasıdır; onun estetik yargısı için açık ve kapalı deliller sunmaktır. Öne süreceğimiz delillerin altı dolu olmak zorundadır. Anlatımı sıra dışı olmalıdır, felsefi bağlamı güçlü olmalıdır, özellikle sevgi ve türevlerini barındırmalıdır.  21 Ocak 2019, Narlıdere


DİLSEL ŞİDDET

 Dilsel şiddet. Bu da nedir demeyin! Estetik bilimi penceresinden bakarsak şairin kullandığı dilde dikkat etmesi gereken en önemli konu, şiirlerinin “dilsel şiddet” içerip içermediğidir. Bu kavramdan ne anlamalıyız? Bunu sekiz kategoriye ayırır Franz Kiener. (İleten İmran Karabağ, Dil ve Şiddet, İkaros Yayınları) Maytap geçmeden başlayıp küçük düşürme ve sözlü saldırıya, hakaretten küfre kadar varan konuşma dilidir. Bir başkasını incitmeye, onun duygularını ve saygınlığını ezmeye yönelik sözlü eylemler bütünüdür.

Salt düşüncede kalan eleştiri yöntemi, kızgınlık göstergesi veya anlatım özgürlüğü içerisinde bir konuşma dili olarak düşünülmemelidir. Fiziksel şiddetin gerisinde tamamlayıcı rol oynayan bir olgudur dilsel şiddet. Tersinden söylersek, düşüncede yerleşmiş şiddet anlayışının birebir çıktısıdır. Şiddet eğiliminin gerisindeki gösterendir, dışavurumdur. Fiziksel şiddeti olağan karşılayan, hakareti, baskıyı, saldırıyı, korkuyu, terörü ve ölümü onaylayan bir anlayışın dil kullanım biçimidir. 

Baskı, korku, şiddet ve güvensizliğin egemen olduğu bir ortamda yetişen bizlerin; bugün hâlâ aynı mantıkla eğitilmekte olan bir kısım çocukların; dilsel şiddetin altında yatan gerçeği tam anlamıyla kavrayabileceğini beklememek gerekir. Dilsel şiddet içeren her metin, bu şiir olsa bile, sırasıyla baskı, korku ve egemenlik kaygısı üzerinde konumlanır. O metni okuyan kişi ise doğduğu ortamın onda yarattığı kaygılara dayanarak, metni olumlu karşılar ve anlamlandırma yoluna gider. Şiddet havasını olumlar ve yeni bir yandaş olarak istenmeyen ortamda sürekliliğini korur. Hangi sanat alanı olursa olsun, esere giydirilen şiddet havası, “ben” kavgasının en etkili ve uzun menzilli silahıdır. Bu anlayış ve ortamdan beslenen okur ise bu silahı edinme çabası içine girer.

Konuya daha sağlıklı baktığımız zaman şunu görürüz: Şiddet içeren söylem ve davranışlar, sağlıksız ve bozuk duygu durumunun dışavurumudur. Sanat ruhunun karşıtı bir durumdur. Şiddeti normal davranış biçimi olarak gören bir anlayışın çıktısından başka bir şey değildir bunlar. Bütün dinlerde olduğu gibi tanrı korkusuyla ya da ideolojilerin egemenlik baskılarıyla şekillenmiş günümüz insanları, elbette dilsel şiddet kavramını anlamakta güçlük çekecektir. Hatta bu tip söylemlerin sanatı geliştireceğini, insanı dönüştüreceğini, terbiye edeceğini savunacak kadar ahmaktırlar. Bu söylemlerle kendini gerçekleştirme yolunu benimsemiş zavallılar, elbette şiddetin gerisinde yatan ereği ve yıkıcı etkilerini anlayamazlar. (Son üç tümce için okurlarımdan özür dilerim; bold yazılan üç tümce, dilsel şiddete yerinde örnek olması için kurulmuştur. Okurlara yönelik değildir; bu tümceler konuyu görünür kılabilmek içindir.)

Şiir; duyarlılığı, duygulanımı ve estetik kaygıyı uyarıcı bir anlatımı öngörür. Daha doğrusu bütün sanatların asıl ereği, estetik değer yaratmaktır. Bununla birlikte şiirin maksadı, sevgi duygusunu var ederek insanda yaşam sevincini doğurmaktır. Bu nedenle; baskı, korku ve şiddet içeren söylem biçimi, şiirin duygusal ve sanatsal değerini, dolayısıyla estetik değerini yok eder. Dilsel şiddetin şiirde yaratacağı iticilik, sanata ve şiire gönül vermiş şairlerce iyi okunmalı, şiddet ile şiire giydirilen söyleyiş biçiminin sınırı doğru yerden çizilmelidir.

Şiirin kullandığı gereçler, ideoloji ve inançlarla birlikte tüm bilgi kaynaklarıdır; bunu göz ardı edemeyiz. Şair, ideoloji ve inançları sanat ve şiirin gereci değil de onların emrine girmiş bir yaklaşım tarzı sergilediğinde durum sanat ve şiir dışında başka bir düzleme evrilir. Bunun en bilinen tanımı; propaganda, irşat (dinsel tebliğ) ya da misyonerliktir. Daha hafifleterek ve açıklayıcı biçimde söylersek, egemenlik ve üstünlük kaygısı taşıyan her tür sanat dili, ister istemez dilsel şiddetin türevlerine başvurmak zorunda kalır.

Okurlar, sanatçılar veya sanat eleştirmenleri; egolarına yenilerek, ideoloji, inanç, öğrenilmişlik ve önyargı zinciri altındaysa, diğer bir deyişle zihinleri bazı edinilmiş kalıplardan dolayı baskı altındaysa, estetik kaygı diye tanımladığımız durum farklılık gösterir. Bu durum, estetik kaygıdan dayatmacılık ve yararcılık kaygısına evrilir; sanat dünyasında yaşanagelen ve bugün yaşadığımız en geçerli davranış gibi görünen temel sorunla karşı karşıya olduğumuzu gösterir. 

Ayrıca sanat, özgürlük kavramından anladığımız kadar özgür; sanatçı ise, önyargı ve bilinçaltı güdülerini ehlileştirebildiği kadar tarafsızdır. İnsan zekâsı; önyargı, inanmışlık, şartlı öğrenilmişlik gibi durumlarda, sanatsal anlamda yeni görme ve duyma biçimlerine yönelemez. Ona giydirilen kalıpları kıramayacağı için, yaratıcı ve farkındalıklı düşünme sürecine giremez. Artalan bilgisi dediğimiz, bilinç ve bilinçaltına saplanmış mutlak kabulleri kırmak pek kolay değildir. Sanatın en büyük düşmanı bu tür ön kabullerdir, keskin köşeli çizgilerdir. Bir anlamda yaratıcılığın önündeki en güçlü engellerdir. Aslında bu, estetik algı dediğimiz olgunun önünde duran en çetin hastalık durumudur.

İnsanlığa yaraşır barışçı ve yaşanabilir bir dünyanın halen kurulamamasının altında yatan gerçek, insan olarak insanı, evreni ve aralarındaki ilişkiyi okuma ve görme yetilerimizin çoğunlukla şiddetten besleniyor olmasıdır. Sanat, özellikle dil sanatları ve şiir, dilsel şiddete pirim vermemelidir. Şiirin ereği, baskı kurmak, korku üretmek, öğretmek, egemenlik taslamak ve insanı dönüştürmek değildir; sevme duygusunu duyumsanabilir hale dönüştürmektir, sevgiyi var etmektir, yaşam sevincini doğurmaktır. Sevgi duygusunu güçlü yaşayan insan, estetik değer üretebilir, güzellik yaratabilir, yeni ve yaşanabilir dünyaya doğru yönelebilir. Yaşanabilir dünyayı bu niteliklere sahip insan kurabilir.

Bir ülkenin okuru, sanatçısı ve ön çıkanları; şiddet ve dilsel şiddet nereden gelirse gelsin, hedefi ne olursa olsun, çağdaş insan ile uyuşmayan bu tür konulara karşı duyarlı olmalılardır. Şiir; şairin duygu gücü öncelikli etken olmak üzere, algı-düşünme-anlama-yargı sisteminin dış gerçeklik ve gerçeküstülüğü yorumu ile şekillenir. İşte bu yüzden şairin dünyayı okuma, anlamlandırma ve görme biçimi çok önemlidir. Şiirden önce kendisi şiir kadar şiir olmalıdır. Her ne kadar konusu şiir de olsa, önemli olan insandır. Şiir sanatında asıl amaç, estetik kaygıyı güçlendirecek estetik değer yaratabilmektir.

Estetiğin doğuma hazırlandığı rahim, kişisel algı ve yargının özgünlüğü ile ortamın özgürlüğüdür. Şiddetin bulunduğu yerde özgünlük ve özgürlük olamaz.

Estetik ya da güzelduyu dediğimiz kavram, insanın tam insan olabilmesine katkı sağlayacak verilerin yaşam alanıdır ve güzelliğin yaşanma biçimidir. Her ne kadar güzelliği gereksinimlerimiz arasında ele almıyor olsak da güzelliğin her insanın temel gereksinimleri arasında olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Özellikle aydın insanın iş görme, sanat üretme yetisi, güdülenmesi, iç huzuru, doyumu, mutluluğu ve yaşam sevincinin sürekliliği, güzellik olgusunun içinde gizlidir.

Bu bağlamda üzerinde tartışılması gereken önemli bir dönemden geçiyoruz. Yirminci yüz yıl sanat bildirilerine baktığımızda, çoğunluğunun yıkmak, kırmak, dökmek, devirmek üzerine kurgulandığını görürüz. Örneğin, sürrealizm, Dadaizm vs. gibi akımların yaklaşım ve uygulama tarzlarına bakalım. Modern sanat diye tanımladığımız zaman diliminde; Birinci ve İkinci Dünya Savaşı travması; on dokuzuncu yüz yıldaki diğer kargaşalar; totaliter rejimlerin baskısı gibi sıra dışı koşullar; sanatsal eğilimleri çatışma mantığına yöneltmiştir. Zamanın koşullarını anlayabiliyoruz; normal karşılayabiliriz. Ancak, sanatta veya şiirde çatışma kültürünün günümüzde hâlâ sürüyor olması anlaşılır bir durum ötesi gibi geliyor.

Sanatın beslendiği kaynaklar çatışma, karşıtlık, uyumsuzluk, yenilik, aşırılık gibi durumlardır. İnsanı insana, kuramları kuramlara, sistemleri sistemlere, devleti devletlere egemen kılma adına çatışmalardan söz etmiyorum burada. Bugün çatışma kültürü, toplumlarda saplantılı, önyargılı ve ayrıştırılmış akışkan kitleler yaratmıştır. Hem düşünsel hem ekonomik anlamda. Bu doğrudur. Ancak günümüzde, sanata ilişkin istenen özgün ve özgürlük ortamının kurulamıyor olması, aydın insana yakışmıyor. Şiir, bilgi ve kültür birikiminin yarattığı imgelem çıktısıdır; kendi gelişimine ve yenileşmesine engel olan yaklaşımlardan kurtulmalıdır.

Toplumumuz açısından bu konuya değinmek gerekirse, bireyin kul olma sürecine doğru bir dönüşüme tanık olduğumuzu yadsıyamayız. İşte biz böyle bir ortamda sanat eseri ve izleyici üzerindeki dilsel şiddet, estetik değer ve algısından bahsediyoruz. Toplumsal katmanlar hangi hamurdan yoğrulmuş olursa olsun, sanatın işlevi ve yolu, aydınlık ve yeni bir dünya algısının başat olduğu evrendir. Sanatçı da bu bağlamda, zihin ve duygu gücü ile geleceği öngörüp, yaşadığı dünyanın döngüsünden daha hızlı davranmak zorundadır. Bakınız dünya tarihine, tiranlar, baskılar, korkular, şiddetler, savaşlar tarihidir. Hangisi ayakta kalabilmiştir? Savaş, terör, şiddet ne zaman insan için iyi bir sonuç üretmiştir? Kaldı ki dilsel şiddet şiire estetik değer kazandırmaz; tam tersi itici, ayrıştırıcı bir oluşuma yöneltir ve şiddet algısını güçlendirir. Dolayısıyla bu tür şiirler, şiir tavrıyla çelişirler.

Sonuç olarak, çağdaş şair ve çağdaş şiir; şiddeti olumlayan ya da olağan karşılayan algı ve duyuları naif koşullara yaslayarak harekete geçirmeli, olumlu duygu durumuna dönüştürmelidir. Şiddeti kaşıyan bir dil değil; sevinci güçlendiren bir dildir sanatta asıl olan. Şiir deyince bizlerde oluşan imge ve imgelem, güzellik dediğimiz değerler üzerinde anlam bulmuyor mu?  Ağustos 2018

 


SANAT KAVRAM VE TERİMLERİ

 

Yanlışı yanlışla düzeltmeye çalışmak bir doğru ortaya koymadığı gibi içinden çıkılamaz daha büyük yanlışları doğurur; özellikle dil konusunda. Kavram, terim ve sözcüklerin kendi aralarında anlamsal konumları, hiyerarşisi ve duruşları vardır. Kavramların kapsamını, anlamsal konumu ve hiyerarşisini doğru tanımlamadığımız zaman yanlış üstüne yanlış yapmayı göze almalıyız. Örneğin akıl dediğimizde; bilgi, algı, zekâ, duygu, bilinç ve bilinçaltı gibi kavramların bileşiminden söz ediyoruz demektir; çünkü aklın varlığı ve kullanımı bunların birbirleriyle olan ilişkisidir.      

Dil, incelik ve ayrıntı gerektiren bir evrendir; düşüncenin nesnelleşmiş durumudur. Kavram, terim ve sözcüklerin kullanımında basit bir anlam yanlışı veya eksik tamlama, anlatmak istediğimiz durumu tam tersine dönüştürebilir. Bu yüzden, günümüzde her alan kendi kavram ve terim dizgesini oluşturmuş, anlam ve anlaşılma kargaşasını engellemeye çalışmıştır. Bunlardan biri de sanat alanıdır. Sanatta ise farklı bir durum vardır. Sanat; insan, evren ve yaşam ilişkisi üzerinde hareket ettiği için bütün bilimlerin alanına giren kocaman bir evrendir. Ayrıca metafizik, sanal ve gerçeküstü gibi zihnimizin işlediği soyut anlamlandırmalar, bu alanı daha da karmaşık bir duruma getirir. Bunun yanında sanat kavramları ve terimlerinin anlamsal kapsamı ile bağlamı kaygandır. Bu kavramların anlam, kapsam ve konumunu zihnimizde yerli yerine koyamadığımız zaman doğru gibi düşündüğümüz birçok yanlışı üst üste yaparız.

Dergi yöneticileri, yazının önde gelenleri ve sanat düşünürleri, şiir ve sanata ilişkin yazıyorlarsa öncelikle estetik biliminin kavram ve terimleriyle doğru ilişki kurmalılardır. Örneğin “estetik soyutlama[4], estetik farklılaşma[5], estetik örgütlenme[6], estetik eleştiri[7], estetik tablo” gibi tamlamalar ile “Sanatsal birikimi olmadan “beğeni” sahibi olunamaz.” gibi yargılara deneme türü metinlerde sık sık karşılaşırız. Hem de bunu yazının önde gelenlerinin yazılarında görürüz. Güvendiğimiz için de doğru şeylermiş gibi bunların üzerinde hiç durmadan atlarız; ne şık kullanmış diye bir de hayranlığımızı belirtiriz ve bunları belleğimize yazarız. Baştan sona yanlış kullanımların üzerine basa basa bir şeyler öğrenmiş olmanın haklı gururuyla olgun tavrımızı sürdürürüz. Oysa sanat, estetik biliminin ürettiği kavramların anlamsal kapsamı içerisinde değer kazanır. İşte bu kavramları eksik veya yanlış anlamlandırırsak, bunların yön ve etkilerini doğru kullanmazsak estetik biliminin çözmeye çalıştığı pek çok konuyu da yanlış tanımlarız.

Öncelikle estetik kavramı; bir biçim, görünüş ya da güzellik demek değildir. Bir niteleme, belirtme veya durum sıfatı da değildir. Estetiğin güzellik olduğunu yalnızca plastik cerrahlar söyler; kusurlu ya da istenmeyen bir organ biçiminin düzeltilmesi sonucu ortaya çıkan durum anlamında kullanırlar; ‘estetik bir burun oldu’ gibi… Estetik kavramı; eser ile insan arasındaki beğeni ya da ilişkinin duygulanım süreci, estetik bilimi ise bu sürecin bilgi disiplinidir. Daha geniş anlamıyla ele alırsak insan ile sanat eseri arasındaki ilişkinin kapsamını inceleyen bilim dalıdır. Soyuttur ve duygu durumunun yaşanma biçimidir. Halk arasında güzel sözcüğünün eş anlamlısı gibi kullanılabilir; ancak sanat alanında bu şekilde kullanılması yadırganacak bir durumdur. Bu bilgi disiplinini, buna koşut sanatın en temel kavramını içselleştirmemiş olmak demektir. Dolayısıyla sanatın en temel bileşeni ve aynı zamanda en güçlü çarpanını terazinin kefesine koymadan eseri tartıya çekmektir.

İnsan ile sanat eseri arasındaki iletişiminden doğduğu düşünülen estetik ve beğeni kavramlarının bugüne kadar okuduğum çoğu yazıda eksik ele alındığını gördüm. Bununla birlikte estetik terimleri ve tamlamalarının dilimizdeki kullanımı, estetik bilimini katleder durumdadır. En azından sanatla uğraşan insanların bu kavramları yanlış kullanmamaları gerektiğini düşünenlerdenim. Örneğin herhangi bir objeye, estetik olmuş diyerek bir plastik cerrah mantığı ile bir sanatçı konuya bakmamalıdır.

Beğeni; insanda doğuştan var olan durum ile sonradan inşa edilen olgular sonucunda oluşan bir duygu durumudur. Bilgi, kültür, eğitim, deneyim, çevre, koşullar gibi etkenlerle birlikte yaşam, olay ve nesneler arasında kurduğumuz ilişkiye bağımlıdır. Daha açık söylersek, beğeninin öncesi, genelliği, genel geçerliği, zorunluluğu vardır. Beğeni duygusu insanda her zaman, her yer ve her durumda oluşan bir duygu durumudur. Bilinci az çok oluşmuş her insanda genetik olarak kodlu olan ve adına estetik kaygı dediğimiz durumun tetiklenmesiyle açığa çıkan bir durumdur. Sanatla ilişkili beğeniden söz edeceksek buna, "estetik beğeni" demeliyiz.

Estetik beğeniyi açıklamaya çalışanlar ve araştıranlar bunu iki aşamada incelerler: Eserin estetik değeri (işte burası bilgi, kültür ve eğitim seviyesine göre anlam kazanır) ve insandaki doğuştan var olan-sonradan güçlendirilen estetik kaygı. Dolayısıyla estetik değer ile estetik kaygı arasındaki ilişkiyi doğru tanımlamamız gerekir.  Estetik değer ile estetik kaygı arasındaki ilişkiyi, Kant ve daha sonraki estetikçiler yarardan arındırılmış bir haz-hoşlanma durumu olarak açıklarlar ki ben buna katılmıyorum. Yarardan arındırılmış "estetik beğeni" ya da haz-hoşlanmanın olası olmadığını ve estetik beğeninin “durumsallık” gösteren bir sürecinin olduğunu düşünüyorum. Estetik beğeniyi doğuran etkenlerin ilk aşaması kalıtım yoluyla aktarılan genlerde kodludur ve bunlar temel yasa gibi davranırlar. Bunlar daha sonra toplumsal olgu ve olaylarla yapılandırılırlar. Yarardan arındırılmış estetik beğeni tıpkı yaşamdan arındırılmış sanat gibi olası değildir. Bu şiiri neden sevdim, bu resmi neden beğendim gibi soruları kendimize sorduğumuzda, bu soruların sizde bir yanıtı mutlaka vardır. Ayrıca bunu, deneysel olarak kendi yaşamımızda karşılaştığımız olay ve olgular sonucunda da görebiliriz.     

  Durumsallık ne demektir? Doğuştan var olan estetik kaygıya; yaşam, coğrafya, iklim, bilgi, eğitim, kültür, sanat ve toplumsal değerler gibi etkenlerin eklenmesiyle insan duygularının inşasında değişiklik ve dönüşüm yaratılmasıdır. Bu, uzağa gitmeksizin günlük yaşamdan da görülebilecek bir sonuçtur. Öyleyse her estetik beğeninin altında yatan bir gerçek değerler dizgesi vardır. Değerler dizgesi ne kadar insanın varoluş değerleri ve kabul görmüş değerler dizgesiyle örtüşür durumdaysa estetik beğeni de o oranda yüksek olacak demektir.

Tam da bu noktada şu soru aklımıza gelecektir: Estetik beğeni durağan değilse bu süreç, istenen biçimde oluşturulabilir veya geliştirilebilir mi? Bu durumda hayır demek olası değildir. Öyleyse estetik değer ile estetik kaygı arasındaki ilişkiyi tanımlarken estetik kavramlarını da uygun yerde ve devimsel bir biçimde konumlandırmamız gerekir. İnsanın düşünsel sürecine göre ele aldığımızda; güzellik ile estetik, haz ile beğeni, hoş ile güzel, iyi ile yüce, oran ile simetri gibi estetiğin temel kavramlarını kendi kapsamları içinde anlamlandırmamız ve kullanmamız gerekmez mi?

Sonuç olarak, estetik gibi sanata ilişkin kavramların anlamsal kapsamıyla bilinmesi ve doğru kullanılması bize şunu sağlar: Türü ne olursa olsun herhangi bir sanat eserinin ilgi ve etki alanını sorgulayabilme yeteneğini kazandırır. İkinci olarak ise sanata bakışın doğru yönde gelişmesine, sanatın her türünün yeniliğe kucak açmasına, var olanlara uyum yerine yenilikçi ve daha çağdaş sanat eseri ortaya çıkmasına alt yapı oluşturur. Diğer bir deyişle, sanat kavramlarını anlam, kapsam ve hiyerarşik yapısıyla içselleştirmiş olmak demek, var olan eserlere yaslanmak yerine kendi biçim ve biçemini kurabilecek yetkinliğe yaklaşmak demektir.   5 Şubat 2019, Narlıdere


SANATTA ÖZGÜNLÜK VE BİRİCİKLİK 

 Şiir sanatı, yetenek temelli bir alan gibi görünüyor olsa da her sanat dalında olduğu gibi felsefi ve kuramsal yönü daha ağır basar. ‘Ben şiirimde kültürümü, duygularımı, sezgilerimi anlatırım, içimden geldiği gibi yazarım’ demek sanat olgusuna biraz sığ bakmak demektir. Her sanatta olduğu gibi kişisel yetenek önemli bir etkendir; ancak yetenek konusunu bir kenara koyup şiiri kuramsal açıdan ele almak, geleceğin şiirinin kurulması için bize önemli veriler sağlar. Sorulagelmiş ya da bugüne kadar sorulmamış farkındalık yaratan sorular sormaya iter bizi. Nasıl ki bugünün bilimlerinin çıkış noktası felsefeden hareket almışsa şiir sanatı da kuramsal bilgi, düşünce ve dilin teknik kullanımından hareket alarak geleceğini kurar. Bu durumda şu soruları kendimize hemen sormalıyız: Şair; şiirini nasıl yazar veya bir şiir nasıl doğar, hangi süreçten geçmelidir; dil, duygu, düşünce ve bilimle ilişkisi nedir?

Tarihe baktığımızda divan şiiri dışındaki şiir anlayışı çoğunlukla halk ağzı ile kendine zemin bulmuştur. Yunus Emre’den Aşık Veysel’e kadar büyük şairler, bugün bile hayranlıkla okuduğumuz insan odaklı şiirler yazmışlar ve bizim şiir yolumuza aydınlık olmuşlardır. Divan şiiri de bu aydınlığın önemli bir parçasıdır. Ancak bütün sanat dalları, modern sanat dönemiyle birlikte kuramsal bilgi, teknik olanak, dilsel ayrıntı ve bilimsel verileri baz alma yoluna girmiştir. Şiir bir sanat alanıdır; bunun yanında bilimsel disiplini olan bir bilgi kütlesidir; yani bir bilim alanı olma yeteneğine sahip bir bütündür. Bu yüzden şiir sanatı, sanat bilimi[8] açısından ele alınmalı ve çağdaş sanat anlayışının öngördüğü bir yön çizmeye çalışılmalıdır. Ayrıca doğa, sosyal ve insan bilimleri ile olan ilişkisi doğru çözümlenmelidir. Kullanılabilir bilgi ve kirli bilgiyi birbirinden ayırt etmek ve şiir sanatının geleceğini insanı kavrayan bir yapıya taşımak, günümüzün görünen bir gereksinimidir.  

Sanatı bir bütün olarak ele aldığımızda, sanat bilimi ve ontolojik inceleme sonuçlarına dayanarak şöyle diyebiliriz: Şiir veya herhangi bir sanat eserinin ortaya çıkmasında iki aşama vardır: Birincisi; sanatçının duyusal ve düşünsel dünyasını oluşturan ve imgelemi doğuran bilinç dünyası, diğer deyişle “imgelem” sürecidir. İkincisi ise bilinç dünyasının yani sanatçının imgeleminin, sanat dili, teknik ve teknoloji yardımıyla kendine özgü ve özel biçimlerde nesnelliğe dönüştürülmesidir.

Sanat yaratım sürecinde, yani bilinçten imgeleme kadar (imgelem dâhil) olan süreçte, sanatçı ne kadar bilimsel ve teknik verilere sahipse, artalan bilgisi ne kadar zenginse, donanımı ne kadar güçlüyse, imgelemi o kadar zengin olur ve insanı kavrayan değerlere o denli egemen olur. Onun; görme, işitme, duyma, sezme yetisi daha güçlüdür. Soyut, sanal, bilinç üstü ve fizikötesi görüngüleri daha sağlam temele oturur. Bir anlamda, sanatçının bilinçten imgeleme kadar olan sürecinin asıl kaynağı; duyusal, teknik, bilimsel, insani ve sosyal disiplinlerden beslenir.

Bu yazının temel konusu olması ve sık sık kullanacağım için imgelem kavramını bir kez daha burada açıklamaya çalışayım: “İmgelem; toplam bilgi birikimimiz, belleğimiz ve bilincimizin zihinsel ve duygusal olarak ortaya koyduğu tüm tasarılar, fanteziler, sezişler, anlamsal görünüş ve görüntülerdir. Bilgilerin yoğurularak anlamın derinliklerinde gezinilmesidir; düşlemin daha geniş alanıdır. Düş ve düşünme gücünün zihinde ortaya çıkardığı örüntüler evreni olarak da tanımlayabiliriz.[9]

Bu düşünceden hareketle, lisans ve lisans üstü sanat eğitim içeriğinin etki ve ilgi alanı, “imgelem yetisi”nin güçlendirilmesi olmalıdır. Diğer bir söylemle eğitim izlencesinin içeriği, öğrencinin imgelem yetisini güçlendirmeye yönelik olmalıdır. İmgelem yetisi güçlü olmadan insanı kavrayan ve insanın derinliklerine sızan imge yaratılması olası değildir. Bu nedenledir ki imgelem olanakları belli bir düzeye çıkarılmadan ortaya çıkacak sanat, geçmişte var olan klişeleşmiş anlayışı kırabilme yeteneği taşımaz. Her şairin belirli bir dünya algısı ve onu anlamlandırma yetisi vardır. Ancak şair, bilimsel veri ve sanat biliminin ayrıntılarına egemen olmadan kuracağı şiir var olanlara yaslanmak zorunda kalır. Bana göre bu biçimde yazılan her şiir, özgün ve biricik olabilme yeteneğinden ödün veriyor anlamına gelir. 

Çağı aşan şiiri yazabilmek ve şiire yeni bir gelecek kurmak, şairin imgelem gücüne ve zenginliğine bağlıdır. Bizler, uyutmak için büyük sahte tasarıların içine itilen ve bu anlayışla sanat üretmeye çalışan şanssız bir kuşağız. Salt sosyal alanda değil bütün alanlarda, bölünmüşlük, bilgiye saygısızlık, okumadan yazmak, kendini gösterme bencilliği, ideoloji ve inanç kaygısı gibi etkenler, ne yazık ki Türk şiirinin de derinden etkilendiği onulmaz bir hastalıktır. Konuyu dağıtmamak için öncelikle şunu söylemeliyiz: Şiir sanatına bir gelecek kurmak istiyorsak kuramsal bilgiye ve bilgiler arası eşgüdüm ile onun bilimsel çözümüne gereken önemi vermek durumundayız. Onu, gerektirdiği disiplinlerle ele almalıyız. Örnek olması için, 24. İzmir Kitap Fuarı’ndaki izlenimlerimden edindiğim sonucu burada dile getirmeliyim. Günümüzün şair ve yazarları, çevrede ne olup bitiyor, öneme değer eser var mı, kim ne kadar nitelikli yazıp çiziyor, bakmıyor bile. Tanınmışlığı, tanıdıklığı veya popülarite devşirme beklentisi yoksa, diğerinin eseri onlar için yok hükmündedir. Bunun kısaca tanımı, okumadan yazmak demektir; hedef, sanat ya da yazın değil demektir. Oysa iyi eser nitelikli etkileşim sonucunda üretilebilir. Birbirimizden öğreneceğimiz o kadar çok şey var ki; ben yetkinim diyen şairler buna dahildir. Bilgi bilgiyle, bilgi katılımla, bilgi çoğul düşünce yaklaşımlarıyla çoğalır. Sanat eseri bireysel çıktıdır; gerisindeki imgelem, toplumsal, yaşamsal, deneyimsel, bilimsel, olgusaldır. Sanat kültürü ve sanatta yaratıcılık bilginin çözümü, yorumu ve deneyim sonucu gerçeklik kazanır; estetik değer üretme yeteneğine sahip olur. Deneyim aktarılmazsa ve deneyimden yeterince yararlanma yoluna gidilmezse, şiirin varacağı nokta bugünün gerisinde kalması demektir; durağanlık, geriye gitmek demektir sanatta.

‘Türk şiiri magazinsel söylemler üzerinde yönlendirilmektedir.’ diye bir tümce kurarsam pek çok şair karşı çıkacaktır; ancak işin ayrıntısına girdiğimizde bunun gerçek olduğuna tanık oluruz. Sanatçının imgelem gücü, çok boyutlu veri akışıyla artırılabilir. Biz insanların en onulmaz hastalığı neyi bilmediğimizi bilmiyor olmamızdır. Şiirin birkaç teknik ayrıntısını bildiğimizde dünya şirini anlamışız gibi duyumsarız. Aslında şiirin teknik ayrıntısı herkesin kısa bir eğitimle edinebileceği bir konudur. Asıl olan şiiri yazdıran ve imgeyi kurduran imgelemdir. İmgelem gücü öyle kolay elde edilecek bir sonuç değildir; yaşam, evren, insan ve bilimlerin karşılıklı ilişkilerinin çözümünden doğan bir yetenektir. Geleceği kucaklayan şiiri ancak ve ancak bu güce sahip şairlerin yazabileceğini söylemek yanlış olmaz.

Sanatın doğumundaki ikinci aşama ise teknik kısımdır. Biraz da ustalık ve yetenek alanıdır. Renge, ışığa, sese, harekete ve güzel söze dökme işidir. Zaten bu konu her yerde, her yazıda, her kurs ve sohbette insanlara aktarılmaya çalışılıyor. Aslında sanatı ticari sektörlerle iç içe çalışmak zorunda bırakan aşama ve süreç burasıdır. Herkes Nazım’ın iyi şiir yazdığını bilir; ancak kimse ona o şiirleri yazdıran imgelem gücünün kaynağını sorgulamaz. Sanat, estetik ve şiir gibi kavramlar; insan zihninin sahip olduğu bilgi ve deneyim yüküne, yaşam koşullarının şekillendirdiği duygu gücüne göre şekil alır.    

İmgelemin nesnelleştirilmesi ve somutlaştırılması sanattaki ikinci aşamadır, demiştim. Bilim ve teknolojiyi çok daha yoğun ve görünür biçimde kullanan süreçtir. Ayrıca sanat dili kullanımı bu aşamadan sonra öne çıkar. Salt duygunun ivmesi ile sanatsal edim açıklanamaz. Söz ettiğim iki nedenden dolayı, sanatı ve eleştiriyi bilimselliğin dışında düşünmek, sanatçı, sanat, bilim, bilinç, imgelem ve bilgi kavramlarının arasındaki bağıntıya bütüncül verilerle bakmamış olmayı gerektirir. Aslında burada anlatmaya çalıştığım şey, sanatın yaratım sürecidir. Özgün ve biricik olma özelliğine giden yoldur. Aslında B. Croce’nin dediği gibi “estetik yaratma süreci” ile benzerlik gösterdiğini söyleyebiliriz. Hatta, B. Croce’nin estetik yaratma sürecindeki ilk üç aşama, “izlenim, tinsel sentez ve hedonist eşlik” bilinçten imgelem sürecine karşılık gelen aşamayı oluşturur. Son aşama ise imgelemin nesnelleştirilmesi aşamasıdır ve Croce bunu “fiziki fenomenlere aktarılması” diye ifade eder.

Şiirimizde en çok ilgi duyduğumuz alan, sanat yaratım sürecinin ikinci aşamasıdır; yani dilsel ve imgesel alanıdır. Genel duruma baktığımızda, şiir nasıl yazılır, imge, bağdaştırma ve sapma nasıl yapılır, türündeki soruları yanıtlamaya çalışırız. Bunların yanıtlarını bulunca iyi şiir yazılır düşüncesindeyiz çoğunlukla. Oysa bu soruların yanıtları, sanat eseri ortaya koymanın teknik gerekliliğidir. Şiirde dilin yetkin kullanım ayrıntılarıdır. Bunları her şair bilmek zorundadır zaten; bilmeden şiir yazılamaz. Yazıldığını varsaysak bile yazılanlar, öykünen ve sıradan bir metin olmaktan öte geçemez. Şiir, gördüğünü, duyduğunu, içinden geleni anlatmak değildir; gördüğünü, duyduğunu yeni baştan anlamlandırmak ve estetik değer yaratacak biçimde insanı kavrayan imgeyi ve imge bütününü kurmaktır.

Şiire sanat eseri olma özelliğini kazandıran, salt dil kullanım yeteneği değildir. Anlamsal derinliğin; insan, yaşam ve evren ile olan ilişkisindedir. İmgelem gücü ve zenginliği; her sanat eserinin doğumunda ön koşuldur. Başka bir deyişle güçlü imgelem, gelecekle anlam ilişkisini kalıcı ve yaratıcı kurmak demektir. Bu nedenle, şiir eğitimi/kursu veren ve okullarda şiire yönelik çalışanlar, hedef kitlesinin imgelem yetisi, gücü ve zenginliği üzerine yoğunlaşmalılardır.

Sonsöz olarak şunu söyleyebilirim: İmgelem yetisi yüksek şair, aynı zamanda dili çok iyi kullanan kişidir. Bilgiyi çözümlemiş, yorumlamış ve daha yetkin dil kurgulama yeteneğine sahiptir. Dile, çağa, deneyime, iletişime, okumaya ve araştırmaya önem veren; bunları yapan kişidir. Okurun algısını, estetik kaygısını, yaşam ve evrenin gelecekle olan ilişkisini, zihninde çözümlemiştir. Var olana değil; estetik ve sanatsal değer taşıyan ögelere kendiliğinden yönelecek demektir. Sanattaki “özgünlük” ve “biriciklik” kuralı bu noktadan sonra geçerlilik kazanır. Usta çırak yöntemi yetişmiş olmak elbette önemli bir deneyimdir; ancak özgün ve biricik kuralına uyan eser üretmek için yeterli bir süreç değildir. Bu nedenle; okumadan, sanatın felsefesine girmeden, kavram ve terimler arasındaki anlamsal konumu ve hiyerarşisini zihinde çözümlemeden şiir yazmak, trenin raylar üzerinde seyretmesine benzer; yönü ve hareketi raylar belirler. Sanat kumandanın dış etkenlerde olmasını kabul etmez. Özgür olmalı ve sınır gözetmemelidir. Sanatın sanat olabilmesi için; biçimden anlama, anlamdan anlatıma, sesten çağrışıma, coşumdan estetiğe[10] kadar tüm varlık katmanlarında sanatçının özgün yaratısı gereklidir.  Temmuz 2019, Narlıdere

 

GERÇEKÜSTÜCÜLÜĞE TEĞET BAKIŞ

 Sürrealizm (Gerçeküstücülük), sanatın tüm boyutlarına sızan, devasa yenilik ve asimetrik düşün dizgesinin önünü açan önemli bir sanat yaklaşımıdır. Bugünkü gerçeküstü eserlere baktığımızda, bu akımın önemli bir sanat anlayışı olduğu ve bugün de etkinliğini güçlenerek sürdürdüğünü söyleyebiliriz. Anlık ve istenç dışı düşün yönteminden çıkış ile asimetrik düşünme ya da düşün açısını değiştirmek tanımıyla kısmen karşılanabilecek yeni bir sanatsal teknik yaratmıştır. Bana göre sanata ve sanatsal kavramlara bakış açısına yeni bir boyut getirmiştir. Ne var ki pek çok sanat düşünürü gerçeküstücülüğü; yatay bir düşün dizgesi, bilinçaltının zengin deposu ve dürtüsüne göre şekil aldığını söylerler. Bu akımın; uygulama, anlatım ve çizim tekniği içselleştikçe; insan haz duygusunu doyurdukça; akla geldiği gibi yapılan, yazılan, çizilen ve salt bilinçaltının doğurduğu bir sonuç olmadığını kabul etmeliyiz. Daha doğrusu bugün ortaya konmuş gerçeküstü eserlerin, ayaküstü bir mantığın ve imgelem gücünün üretebileceği eserler olmadığını söyleyebiliriz. 

Gerçeküstücülük; birikim, yoğun bilgi bütünlüğü ve bu bilgi bütünlüğünü simetrik/asimetrik kullanabilen zihinlerin sanat yapıtı üretebileceği bir yolculuktur. Akımın bildirilerinde (manifesto) söylendiği gibi bilinçaltından çağırdığını çağrışım mantığına göre anlık yazmak, aklına geldiği gibi çizmek ya da rastlantısal bir sonuca ulaşmak olmadığını, ortaya çıkan eserlerin derin yapılarından anlıyoruz. Bunu, bilinçaltına ve bilince oturmuş zihinsel bütünlüğün doğurduğu karmaşık çözümlerin görüntüye dönüştürülmesi, kişisel izlerin farklı bir bakış açısından yansıtılması, ruhsal dünyanın ve yaşamın mühendislik olarak objeye dönüştürülmesi olarak düşünüyorum. Yaratıcılık, incelik, bilgelik ve yüksek zekâ gerektiren bir teknik olduğunu delile gerek duymadan söyleyebiliriz. Sanatçının; güçlü bilgi bütünlüğü, tasarımsal yeteneği, yaratıcı zekâsı ve bilimsel altyapısı olmasını gerektirir. Ayrıca gerçeküstücülüğün bildirilerinde mantığın ve aklın geri planda tutulduğu söylenir. Söylenenin tam tersine gerçeküstü sanat; temelde sağlam bilgi, duyusal yeti, sezi, akıl ve güçlü mantığın varlığından doğacak bir alan olabileceğini düşünüyorum. Kaldı ki mantık dizgesini kırmak, zekâ gerektiren, yaratıcı yaklaşım ve ayrıksı düşünme/yorum gerektiren bir şeydir. Gerçeküstücülüğün dayandığı uzayı, hem resim sanatında hem de şiirde deneyimlemiş birisi olarak bunları rahatlıkla söyleyebiliyorum. 

Bilinçaltı bir vahadır; bilginin çok büyük bir oranını içerir. Çoğu kaynakta bilginin yüzde doksan beşinin saklandığı söylenir. Buna sözümüz yoktur, ancak beynin çalışma sistemini biraz olsun biliyorsak, anlık çıkarım ve mantığı geri plana itmekle böylesi güzel eserlerin ortaya konabileceği inandırıcı gelmiyor. Bilinçaltındaki bilgilerin bilince taşınması, bilincin sağlam temellere oturmasını gerektirir. Duygu, bilinç, bilinçaltı, donanımlı bellek, zihin, zekâ, mantık ve bunların toplamı; örgütlü akıl demektir. Sanat eseri yaratmak, imgelemin nesneye dönüştürülmesine yani bilginin teknolojiye dönüştürülmesine benzer; bununla eşdeğer bir işlemdir. Örgütlü akıl gerektirir. Bu işlem için bilgi; ister bilinçaltında olsun ister bilinçte hazır olsun, onu imgeye dönüştürmek için bilincin ve üst bilincin mutlaka devreye girmesini gerektirir.

Albert Camus, her ne kadar gerçeküstücülük için, “Sürrealist eserlere lojik ve reel kategorilerle yaklaşmak onları anlayamamak gibi bir sonuç yaratır.” dese de bugün, Camus’un söyleminin çok yerinde olmadığını anlayabiliyoruz. Bu akımın ileri sürdüğü akıldışı alan; duyular üstü alan; bugünün insanı tarafından zihinde tasarımlanabilir duruma dönüşmüştür. Sanal gerçekliğin getirdiği olanaklar, algı dünyasında somut, görülebilir, işitilebilir ve duyumsanabilir (en azından sayısal teknolojiyle) bir yenidünya yaratmıştır. Olamaz, varılamaz, edilemez, akıl ötesi ve gerçeküstü dediğimiz pek çok olayın, yeni gelişmelerle gerçeklik kazandığını veya gerçekleşme gizilgücü taşıdığını söyleyebiliriz.   

Gerçeküstücülük akımını şiir açısından ele aldığımızda, bütün sanatlarda olduğu gibi şiir diline de çok geniş bir anlam ve anlatım olanağı sunmuştur. Şiir dünyasına farklı bir boyut ve sınırsız bir uzay derinliği yaratmıştır. Kısaca söylemek gerekirse şiire sınırsız ve koşulsuz yeni bir devinim ve anlam alanı kazandırmıştır. Nasıl, diye soracaksınız. Şuna benzetebiliriz gerçeküstücülüğü: Nasıl matematik yaşamın tüm alanlarında varsa, gerçeküstü söylemler de sanatın tüm alanlarında var olabilme genelliğine sahiptir. Sanat düşünürleri, eserin varlık katmanlarını nesnel ve duyu üstü alan diye ikiye ayırırlar. Bu tanıma dayanarak sanat eserini oluşturan toplam iki yapıdan söz ederler. Bir anlamda gerçek ve gerçeküstü yapının toplamı bir sanat eserini oluşturur. Örneğin şiir dili, nesnel dünyayla bütünleşmiş gerçeküstü söylemler dizgesiyle günlük dilden ayrılır. Bilindiği gibi sanatın en önemli özelliği; algıyı uyarmak, anlamayı güçlendirmek, düşünmeyi derinleştirmek, duyuları ve duyguyu ayartmaktır. Kısacası zihni sarsmak ve duyguyu istenen kıvama taşıyarak, alımlama ve düşünmeyi daha etkin kılıp estetik beğeniyi sağlamaktır.

Şiir bir düşün sanatıdır; düşüncenin, dili ivmesi ve dil kullanım ayrıntılarına girmesiyle gerçeklik kazanır. Gerçeküstücülüğün şiire kazandırdığı anlam ve anlatım olanakları, bugünün şairi tarafından genişletilmelidir, derinleştirilmelidir. Çünkü bu alan, aklı ve mantık dizgesini sarsıcı bir anlam alanıdır. Daha önce değindiğim gibi, gerçeküstücülük, yeni bir düşün uzayının önünü açmış ve sınırsız bir alanın kapılarını aralamaya yöneltmiştir. Eserden çok şairin düşüncesinin sınırını genişletme yolunu göstermiştir.

Şiir, yaratıcılığın ekseninde yer alan bir sanat dalıdır.” Düşünmenin sınırlarını zorlayıcı ve imgelemi daha çekici somutlaştırma tekniğidir. Yaratıcılığa, bunun yanında düşüncenin sınırlarını zorlanmaya yönelten dilsel esnekliktir. Gerçeküstücülük, şiirdeki anlam, anlatım ve çağrışım katmanlarına yüksek düzeyde katkı sağlayan sınırsız bir uzaydır.

Üretilen bilgi, teknoloji, kültür varlıkları, doğa, sosyal ve insan bilimleri, gerçeküstü diye adlandırılan alanı derinleştirme ve bu alana yeni bir boyut kazandırma yetkinliğindedir. Başka bir söylemle bugünün şairi, düşüncenin sınırlarını kırıp; evren, insan ve yaşam ile aralarındaki ilişkiye daha farkındalıklı bir anlam kazandırma; bunları nesnel dünya ile bütünleştirme yeteneğine sahiptir.

Gerçeküstü dünya insan tasarımıdır; yani düşüncenin ürettiği bir evrendir. Sınırlarını göremediği ve doğa bilimlerince açıklanamadığı için, insanoğlu bu alanın içine girmekten çekinmektedir. Aslında gerçeküstü dünya, matematik ve sanal dünya dediğimiz alandan farklı bir şey değildir. Matematik, insan tasarımı sanal bir kurgudur. İnsan, kendisinin bunu algılayabilmesi ve anlayabilmesi için doğada karşılığı olan sayı, çizgi ve uzamla bütünleştirmiştir.  Dil, düşüncenin nesnel karşılığıdır; öyleyse biz gerçeküstü dünyayı şiir, resim, sinema gibi sanat diliyle daha farkındalıklı olarak nesnel hale dönüştürebiliriz. Bu, günümüz bilgisiyle zor değildir. Gelişigüzel ve saçma olduğunu düşüneceğimiz sonuçlara yönelse bile nesnel dünya ile daha yakın ilişki içinde olabilecek bir durumdur.

Bir anlamda gerçeküstü dünyayı nesnel dünya ile bütünleştirerek sarsıcı biçimde ortaya koymak; dilde esneklik, kıvraklık ve anlam derinliği sağlar. Sanal dünya, nesnel dünya ve yaşam ilişkilerini bir şiire giydirmek, derinlik, farkındalık, dil kullanım becerisi ve yaratıcılık gerektirir. Daha doğrusu imgelemin anlaşılabilir/tanımlanabilir imgeye dönüştürülmesi, nesnellikle mantıki bir düzlemde buluşmak demektir. Şiirde gerçeküstü anlatım, okurda nesnellik kazanacak biçimde olmalı ve onun bilincini altüst edecek bir anlatıma sahip olmalıdır. Nesnel ve gerçek yaşam ile ilişkilendirilmesi şiir gibi anlatım sanatlarında daha kolaydır. Çünkü şiir dili; uzam, zaman ve kuralları kırabilme esnekliği olan, aynı zamanda bunları kırarken hem çekici hem de anlam derinliği oluşturan bir anlatım tekniğidir.

Örneğin;

(…)

Sınırsızlığı çek üzerime

İşte çuvaldız del gökyüzünü

Getir anakaraları karinamın altına

Ellerimize rastlayan her şehri sevelim

Gerisi senin güzelliğin.[11]                                                                          

(…)

Daha anlaşılır olması açısından bir de resim sanatından örnek verelim: Salvador Dali'nin "Kelebekler ile Tekne" tablosunu biliyoruz. Gerçeküstü bir tablodur. Kelebekler, yelkenlerin yerine teknenin hareketini sağalıyorlar. Hem suda hem de karada kelebeklerin kanat gücüyle teknenin yüzebileceğini anlatıyor tablo. Doğa üstü bir eylem görüntüsünde ve farkındalık yaratacak biçimdedir. Aslında doğa bilimlerine uyumlu bir görseldir. Dali bu eseri, 20. yüzyılın ilk yarısında yapmıştır. Bu resim, bugün savunma sanayiinde kullanılan Hover Kraft[12] teknolojisinin temel çalışma ve hareket ilkesini bire bir tanımlayan bir tablodur. “Kelebekler ile Tekne” tablosu ile Hover Kraft teknolojisi karşılaştırıldığında, imgelem, renk, düşünce ve dünya algısından dökülmüş geleceği de kucaklayan büyük bir eser olduğunu anlarız. Böyle bir eser; basit bilgilerle, mantık dışı çıkarımlarla, aklı geri plana itmekle, anlık fırça sallamakla yaratılacak bir eser değildir. Doğa bilimlerine dayanan yüksek bir imgelem gücü, böyle bir tabloyu çizebilir. Şuna dikkatinizi çekmek istiyorum: Tablo Dali tarafından yapıldığında, Hover Kraft teknolojisi henüz icat edilmemişti. Bu örnekten yola çıkarak gerçeküstü şiir; gerçek anlamda yaratıcılık, birikim, donanım, örgütlü akıl ile düş gücü gerektirir. Gerçeküstü sanat, bu bağlamda ele alınırsa sanatın gelişimine ve geleceğine önemli katkı yapabiliriz. Ayrıca gerçeküstücülük, sarsıcı ve sezdirici bir çağrışım tekniğini bünyesinde barındırır.

Sonuç olarak gerçeküstü dünya, insan düşüncesinde var olan ve tasarımlanabilen bir duruma evrilmiştir. Sanatın her alanıyla iç içedir. Estetik tavır yaratma konusunda son derece etkindir. Bilinçsiz, bilgisiz ve gerçeküstü şiirin ne olduğu konusunda yetkin olmayan şairlerin yazdığı gerçeküstü şiirler örnek oluşturmamalı ve konuya dar bir açıdan bakmamalıyız. Yunus Emre, Cemal Süreya, Ece Ayhan gibi pek çok şairimizin gerçeküstücülüğe yaslanmış başarılı eserleri vardır. Gerçeküstü şiir, örgütlü ve gelişkin akıl tarafından yazılabilecek bir tekniktir. Algıyı uyarmak, anlaşılabilir olmak ve mantık dizgesini kırabilmek için nesnel dünya ile bütünlük kazandırılması gereken bir durumdur. Bana göre, gelecekte gerçekleşmesi beklenen olay ve olguların bugünden dillendirilmesidir. Söylendiği gibi toplumdan kopmuş veya toplum gerçekleriyle örtüşmeyen bir durum değildir. Tam tersi; gelecekle bugünü, olanla olması gerekeni, insanla yaşam ilişkilerini, doğanın kendisiyle hesaplaşmasını, nesneyle ilişkilerini ve onun uzamını daha farkındalıklı anlatma yöntemidir. Kısacası donanımlı insan, zengin ve güçlü imgelem işidir. Özeti ise örgütlü akıl işidir; doğa, sosyal ve insan bilimlerinden beslenmek zorundadır.   Ağustos 2019

 


SAF SANAT

 

İnsandan sanata ve sanattan insana uzanan yolların temizli ve saflığı, yeni ve yaşanabilir bir dünyanın eşiğidir. İnsan algıları, duyuları, duyguları, düşleri ve bilinci ile temiz bir sanatı ürettiği kadar, saf sanat da geleceğin insanının düşünsel evrimini hızlandırmaya adaydır. 

“Saf şiir” ya da “saf sanat” tamlaması uzun zaman kullanılmış ve tartışılmıştır bazı düşünür, şair ve eleştirmenler tarafından. Değişik anlam ve açılımlar yüklenmiştir bu tamlamaya. “Saf Sanat” bağdaştırmasını, bu metinde öylesine kullanılmış bir sıfat isim tamlaması olarak düşünmeyiniz. Ben bu tamlamanın anlamsal değerini daha farklı bir açıdan ele almak istiyorum. Sizler de bu kavram karşısında, bilinenlerden ayrıksı bir yaklaşım sergilerseniz daha somutlaştırabiliriz, diye düşünüyorum. Çünkü burada saf sanat, saf şiir ya da öz şiir gibi tamlamaları kullanarak geçmişte tartışıldığı gibi bir tartışmaya girmek istemiyorum. Benim önerdiğim sanat ve şiir anlayışını, en anlaşılır biçimde “saf sanat” tamlaması karşılamaktadır. Bir kez daha belirtmekte yarar görüyorum; saf sanat ya da saf şiir kavramlarını geçmiş bilgilerinizden farklı bir düzlemde ele alacağım.  

 “Saf sanat” tamlaması, öncelikle tarihte sanatsal gelişim ve dönüşümün hiç saf, temiz, çıkarsız ve arı olamadığını anlatmaya yönelir. Yani sanatsal geçmişin hiç temiz olmadığını anlatır. Bu tamlama, sanat ve şiire temel imgelem dünyasının, oluşturulagelen bir zorunluluğun şemsiyesi altında olmaması gerektiğini belirtir. Sanat, hiçbir zaman gücün ya da onu temsil eden diğer gereçlerin esaretinden kurtulamamıştır; bugün de. Sanatın özgür istenç ve özgür bilincin ürünü olmak gibi bir saflığı hiç olmamıştır.

İkinci olarak, sanatın oluşumuna neden olan imgelem gücünün, yani düş gücünün özgür ve özgün olmasından söz ediyorum saf sanat derken. Sanatçının imgelem gücü, yani diğer söylemle düş gücü ve düşünme edimi ne kadar özgürdür ve ne kadar özgündür? Toplumsal, parasal, ideolojik ve dinsel önyargılar, insan algılarında artalan bilgisi oluşturarak etkin olur ve insanı varoluş değerleri ve istemi dışında düşünmeye zorlar. İşte bu, bilimsel gelişme ve saf sanatın en önemli düşmanlarından birisidir. Ben doğruyu ve doğru bildiğimi söylerim diyenler, ya da benim düş gücüm özgündür diyenler ne kadar söyledikleriyle özdeştir? Kabulleri, ideolojileri, inançları, algıları ve yargıları karşısında ne kadar özgürdür ve neye göre özgündür? Ne kadar saltık kabul edilebilir? Dün gücün, ideolojilerin ve inançların gölgesindeki sanatsal edimler, bugün paraya dayalı yıkıcı bir anlayışın elinde değilmiş gibi özgür bir sanatsal edimden bahsedebilir miyiz?

İmgelem, şiir ve sanat yazınımızda ayrıntılı ve sık tartışılan bir konu değildir. Aslında sanatın temeli imgelem yetisidir ve şiirin doğumu imgelem gücüne ve zenginliğine bağımlıdır. İmgelem, şiir ve sanat için bedendeki kan ve kan dolaşım sistemi kadar yaşamsaldır. Anlamın doğuşuna kaynaklık eden temel verilerin düşünsel biçimidir. Onun dolaşımı anlam dünyasını beslemediği sürece sanat ve şiirden söz edemeyiz. Saf sanattan kastım; imgelem dünyasının altında yatan kan ve dolaşım sisteminin temizliği, özgünlüğü, özgürlüğü ve yaratıcılığıdır. Yani sanatçının imgelem dünyasının, özgür, özgün, istem dışı girdilerden uzak, yaşamsal, kültürel, evrensel değerlerle kendi yorumunda varlık bulmasıdır. Saf imgelemden, dolayısıyla saf sanattan kastım da budur.

İşte ben saf sanat derken, sanatçının ülküsel yaşam algısından doğmuş “saf imgelem[13]e dayalı özgün ve özgür sanatsal edimlerden söz ediyorum. Bir anlamda sanat, sanatçının duyumsadıklarının altında yatan ve ona şekil veren bilinç ve bilinçaltı dünyasının bir aynası değil midir? Çağımız insanının bilinci bu kadar ele geçirilmişken, şekil verilebilir kıvama dönüştürülmüşken, her kıvılcımda bomba gibi patlamaya hazırken; özgün sanattan dem vurma şansımız var mıdır? Bu başka bir tartışma konusudur; ancak şiirin sanat eserine evrilişi, kasıtlı yapılandırılmış bilinç, bilinçaltı ve duygunun ürünüdür. İşte bu yüzden imgelem, insanın varoluş ve yaşamsal değerlerine yaklaşabildiği oranda şiir de saf şiire doğru evirilecektir. Nasıl yani? Yaşamsal, evrensel, sanatsal, insani ve doğal değerler ve bunların birbiriyle ilişkilerinin doğru dürüst okunabilmesiyle belki. İnsanı insana, toplumu toplumlara, ülkeyi dünyaya egemen kılma yarışı içerisinde geçen ortamlarda hiçbir zaman özgün ve özgür sanatsal edimlerden söz edemeyeceğiz. Kaldı ki bugün yaşadığımız ve değer olarak kabul ettiğimiz pek çok şey, insanı yenik düşürmeye, birbiri omzuna basmaya, diğerlerinden bir adım önde olmaya odaklıdır; hem de hiçbir insani değeri, hatta insanın doğal davranış mutlaklığını dikkate almadan. İşte ben saf sanat derken, ideoloji, inanç, ekilmiş, öğretilmiş ve yönlendirilmiş diktelerin etkisinden bağımsız, insanın varoluş değerlerinin, yaşam hakkının ve yaşam sevincinin doğal sürecine göre biçim alan bilinç ve bu bilincin ürettiği sanattan bahsediyorum. Başka bir söylemle, başka bir yapının dikte ettirdiği olgu ve yargılardan uzak, insani ve yaşamsal değerlerin duygu, bilinç, imgelem gücü ve zihinsel etkinliğinin çıktılarını baz alan bir görüngüyü anlatmaya çalışıyorum.

Çağımızda böyle bir sanatsal yaklaşım, yani saf sanat yaklaşımı insan algılarında etken ve başat konuma getirilebilir mi?  Üstün olmaya yönelik, kargaşa içinde ve bencil insanın olduğu bir dünyada bu çok olası görünmüyor. Ayrıca günümüz sorunlarından olan “benlik görünüş bozulması” diye tanımlanan ayrı bir karmaşık durumla da karşı karşıyayız. O zaman şöyle bir soru geliyor akla; duygudaşlık kurabilen, düşünebilen, acıma ve sevme duygusuna sahip olan insanoğlu, daha ne kadar kendi cinsini yemeye, ölümleri görmezden gelmeye ve kargaşayı büyüterek yaşamayı sürdürebilir?

Sanatı sanat olarak yapabilmenin önündeki en açık ve pürüzsüz yol, insanı insan olarak görmek, duyguyu ve özgür aklı egemen kılmaktır. Saf sanat kavramına daha sorgulayıcı biçimde yaklaşmak adına şu soruyu sorabiliriz. Düşlediğimiz dünya gerçekliğinde, savaşları, şiddeti, dehşeti, bölünmüşlüğü, ölümleri, acıyı, sonlandıracak bir örnek var mıdır? Varsa nerededir? Bakın bu soruya Adorno şöyle yanıt veriyor. “Bu örnek vardır ve bu örnek sanatta bulunur. Bundan ötürü sanat, yanlışlar ve bölünmüşlükler ortasında bir sığınma yeridir, bütünselliğin ve doğruluğun ülkesidir. Sanat, mümkün, gerçek barışın (bütünleşmenin) örnek ve aracıdır.” (İleten İ.Tunalı, Estetik)

Saf sanat derken amaçladığım öz ve içerik, sanatın içinde var olan, daha doğrusu var olması gereken tarafsız, önyargısız, özgün ve özgür düş ülkesinin, yani saf imgelemin araçsal sonuçları olmalıdır. Sanatın yaratım sürecinde, insanın saplantı, takıntı, ideolojik, dinsel önyargıları ile bilgiye dayalı olmayan kabullerinden arındırılmış bir sanat anlayışının varlığına ulaşmaktır. Bu uzak bir olasılık da değildir. İmgelem, bilginin sağladığı duyu, düşünme, sezi, görü ve öngörü yetisi ile varlık bulan bir görüngüdür. Bugün sahip olduğumuz bilgisel ve kültürel değerler ile gençlerin dünya algısı bunun bir düş olmadığını göstermektedir. Oldukça iyimser beklenti içinde olsak bile, insanoğlunun sahip olduğu evrimsel akıl mutlaka kendi geleceğine ilişkin değerleri kendine uygun er geç kuracaktır. O yüzden, baskıdan şikâyet edip kendi özgün baskı sistemini kuran, kuralcılıktan sızlanıp söz varlıklarını bile kurallar zincirine terk eden, şiirin özgürlüğünden söz edip şiiri hapseden anlayış, şiir ve sanatın evrimsel kodları ile insanın sınırsız beyin gücü hakkında yetkin yoruma varamayan anlayıştır.

Sonuç olarak barış ve sevgi içinde yaşanabilir yenidünyanın kurulumu, insan bilincinin kendi yaşamsal ve varoluş değerleriyle yapılandırılmasına bağlıdır. Şiirde ve sanatta değerler dizgesinde değişim gerekliliği vardır. İnsan bilincinin insana yaraşır biçimde yapılandırılması, saf imgeleme ulaşılması ve bu bilincin çıktılarının sevgiye yönelmesi sağlanmalıdır. Her ne kadar bugün, pasta paylaşımına yönelik şiddet ve ölümler her coğrafyanın yollarında kol geziyorsa, sanat nikel çizmelerini giyinip fularlı emmilerin yalılarında dolaşıyorsa, şiir sakallı amcalarının pipolarında buram buram keyif verici duman olmaya çalışıyorsa da gelecek mutlaka güzel gelecektir. Çünkü geleceğin beyni insana yaraşır dünyanın taşlarını mutlaka döşeyecek, “saf imgelemden saf sanata ve tam insana” ulaşacaktır. Konuyu biraz daha özelleştirirsek, Saf imgelemden evrimsel şiire, yani geleceğin şiirine ulaşmanın, çok uzak bir beklenti ve ulaşılamaz bir düş olmadığını söyleyebiliriz.  Mart 2018, Narlıdere

 

EVRİMSEL SANAT YAKLAŞIMI

 Belli başlı sanat akımları, insanın kültürel gelişim düzeyine koşut gelişim gösterdiğini, bilgi birikimine, insanın dünya ve yaşam algısına göre şekillendiğini söyleyebiliriz. Bir bakıma sanatın gelişim süreci, sanatın tarihselliği içerisinde insanlık tarihinin fotoğrafik görüntüsüdür diyebiliriz. Sanat yaratı dünyasını ve insanlık tarihi ile bağıntısını anlamak için, bu dönemlere fazla ayrıntıya girmeden kısaca göz atmakta yarar olduğunu düşünüyorum. Şunu da gözden kaçırmamak gerekir; sanatsal dönemlerin, hatta akımların her biri büyük hacimli, ayrıntılı inceleme ve çalışma konularıdır. Burada konumuz bu olmadığı için kısaca kendi yorumlarım bağlamında bu dönemleri özetlemek istiyorum.

Klasik sanat anlayışını henüz insanın kendini tanıma ve gerçekliği taklit aşaması, romantizm dönemini ise sanatın insanla ve insanın asıl amacıyla bağ kurduğu bir dönem olarak değerlendirebiliriz. Bu nedenle, klasisizm ve romantizm dönemine ilişkin çok ayrıntıya girmeyeceğim. Çünkü asıl insanın kendini gerçekleştirmesine yönelik sanat, 17. yüz yıldan itibaren başlar. Yani modern sanat anlayışı, sanatsal nüvenin insanı, bilimi, bilgiyi ve aklı ele alması ile başlar diye kabul edebiliriz.  

Modern sanat dönemini iki farklı bakış açısından ele alarak değerlendirmek gerekir. Birincisi teknik uygulama, yani sanat edimi açısından ele alınmalı, ikincisi ise sosyal ve psikolojik açıdan, yani imgelem açısından değerlendirilmelidir. Modern sanata sanat uygulamaları kapsamında teknik yönden baktığımızda farklı görünüm ortaya çıkar, sosyal ve psikolojik temelli imgelem çerçevesinden baktığımızda ise daha ilginç bir sonuç karşımızda buluruz.

Sanat uygulamalarına teknik yönden baktığımızda, modern sanat anlayışı sanatın yenidünyaya uyarlanması, yani teknik yenidünya ile insan ilişkileri ve zihinsel yetilerin bir düzleme oturtulması dönemidir. Her olanak, teknik araç, bilimsel çalışma verileri, insani değerler ve yaşamsal değerler; sanatsal etkinlik ve eylemlerin içinde var olmasına çaba gösterilmiştir. Bu dönem, insanı bulunduğu yerden çekip çıkarmaya yönelik ayakları yere basar oluşumların keşif dönemidir. Başka bir deyişle modern sanat dönemi, sanatın olgunluk dönemidir. Yani sanatın insan algısında var oluş şekli ile biçimlendiği dönemdir. Sanatçı ve sanat yaratılarının hareket aldığı temel nokta, evrimsel gelişime ve devimsel bir sürece sahip olmasıdır. Yani sanat “evrimsel”dir, “devimsel”dir. İşte bu yüzden soyut ve gerçekliğin değişik açılardan nesnelleştirildiği, mimesis kavramının akılda tekrar işleme tabi tutularak daha özellikli bir yansıtma dönemine girildiğini söyleyebiliriz.  

Modern sanat dönemini imgelem ve onun artalan bilgisi açısından ele aldığımızda, farkındalığa yönelik aklın kullanımına ağırlık verilmesi, toplumlardaki dinsel ve ideolojik amacın yerine getirilmesi ve insan ilişkilerinin arzu edilen kıvama dönüştürülmesi görevi sanatın omuzlarına yüklendiği en verimli dönem olduğunu görürüz. Bunu, insanın kendini bulması ve toplumların düzenlenmesi maksadıyla, sanatın etkin gücünden faydalanmak üzere bir otama yöntemi olarak başvurduğu bir durum olarak da düşünülebiliriz. Sanatsal özden ziyade sanatın toplum üzerindeki etki ve eylem yönünün önde tutulması sanatsal değişim açısından dramatik bir sonuç üretmemiştir. Günümüzde de sanatın ekonomik ve tek merkezli yönlendirme kıskacı altında olması, modern sanat dönemine göre daha sıkıntılı durumda olduğunu söyleyebiliriz. O gün sanat, ideoloji ve inançların sırtına yaslanmış ise bugün de ekonomik kaygının ve bir diğer insanın sırtına yaslanmak zorunda bırakılmıştır. Modern dönemde hiç olmazsa bir ufka ulaşmak amacı vardı. Bilinmeyeni bulmak, doğruya, güzele ulaşmak, coğrafyasından hiç çıkmamışa yolunu göstermek gibi bir amacı vardı. Şimdi ise bir yere ulaşmak bir yana dünyada varoluşunun yanıtını bulamayan, sadece kazanç ve ben içerikli yönelimler dönemi yaşıyoruz. Modern sanat dönemi, çağdaş sanatın temeli ve doğumu için yapılan düzenlemelerin tümüdür diyebiliriz. Sanatın, kavram ve kuramlarının temelinin sarsılması, yeni önerilerin, soyut düşüncenin ve gerçeküstü dünyanın tasarımlanması, yeni bir evrene kanatlanıp uçma hazırlığı bu dönemin eseridir. Modern sanatın ileri aşaması olarak sözünü ettiğim hazırlık ve tüylenme evresi, özellikle son elli yılı, bana kalırsa post modern kavramı ile tanımladığımız döneme denk gelir. Yani çağdaş sanata geçiş dönemi. Post modern sanat anlayışının modern sanat anlayışına göre pek çok ülküyü sıradanlaştırdığı, çoğu kavram ve yönelimi parçaladığı bugün söylenegelen ölçütler arasındadır. Ancak bu dönemi, bir geçiş dönemi olarak düşünmek, tam tanımını bulamamış bir zaman dilimi olarak görmek daha akılcı bir yaklaşımdır.

Çağdaş sanatı diğerleriyle kıyasladığımızda, sanatın asıl yaratıcısına dönüşü olarak düşünebiliriz. En önemli özelliği ise, sanat yapıtının gerçek ve duyusal dünyasının hareketli olduğunun anlaşılmasıdır. Eserin insanla iletişime girmesinden sonra, iletilerini yaydığı sürece insan algısına göre biçimlenebiliyor olduğunun kavranabilmesidir. Çağdaş sanat, uçarı aklın bütün olanaklarını kullandığı sıra dışı yaratıların dünyasıdır. Uçarı akıl deyiminden kastım, aklın sınırlarını zorlama ve sınırları dışına taşma çabasıdır. Sanat eserinin de bu sınırsızlığa uyum sağlayabilmesidir. Oscar Wilde şöyle bir tümce kurar; “…yaşam, sanatın en iyi ve yegâne öğrencisidir.” Öyle sanıyorum ki çağdaş sanatın kavramsal anlamı, bu tümcede gizlidir. Sanat akıl işidir; duygu ile fişeklenen aklın sonucudur. Aklın evrim sürecine göre şekillenir. Sanatın evrimi de aklın evrimiyle koşuttur. Bugün sahip olduğumuz deneyimsel bilgi sonucunda, tarafsız bir gözle baktığımızda görebildiğimiz erimde evrimsel bir sanat olgusunun varlığıdır ve hiç durmaksızın devinim halinde olan bir süreç yaşandığını gözle görebiliriz.

Genel olarak sanatın tarihsel sürecine ve bugüne kadar zamanına öncülük etmiş sanatsal akımları göz önüne aldığımızda, çok boyutlu bir sanat algısının, görüsünün ve duyusunun oluştuğunu söyleyebiliriz. Aklın ve duyuların evrimini, bilginin gelişimini ve kullanılabilirlik uzayını göz ardı ederek çağdaş bir zeminde sanatsal edimlerimize yer bulamayız. İnsanı, evreni, duyuyu, zihni, gerçek ve gerçek üstü algı ve değerleri, bugüne kadar üretilmiş tüm verilerle çözümleyip çağdaş sanat anlayışını içselleştirmeliyiz. Çünkü çağdaş sanat anlayışı, aklın sınırsızlığını, yaratıcılığın sonsuzluğunu, bilgi ve teknolojinin sınırsız kullanımını, duygunun gizil gücünü, algının verilerden bağımsızlığını anlatıyor. Eserin estetik dünyasının da bu özelliklere göre şekillendiğini açıklayabilmemiz için veriler sunuyor. Kısacası sanatın sınırsızlığını ve sonsuzluğunu gösteriyor. Sanatta sonsuzluk ve sınırsızlığa yanıt verebilmenin ön koşulu, sanatsal yaratı sürecini sağlam temeller üzerinde konumlandırmaktır. Çağdaş sanat, dünyayı algı biçiminin sınırsız form ve tasarımda yansımasıdır. Bunun da sonu ve sınırı yoktur.

Sanat tarihine konu olan, özellikle modern sanatın içinde var olan akımlar, diğer bir deyişle ...izm’li sanat yaklaşımları, numaralandırılmışlar ve ışıklı vitrinlere konmuşlardır. İnsan bilincine ve sanat anlayışlarına gerekli verileri kazandırmış akımlar olarak sanatta tarihsel bilgiyi oluşturmuşlar, etkilerini kendi içlerinde sağladığı sanatsal değerler ile kanıtlamışlar ve çağdaş sanatın içinde kendilerini değerleriyle yaşar kılıp köşelerine çekilmişlerdir. Sanatın ve bilginin tarihselliğini, metinler arası ilişkinin anlamsal boyutunu, sanatsal yaratıların sürekliliğini ve engin bir sanat deneyimini önümüze hazır bilgi olarak sermişlerdir. Burada şunu açıklıkla söylemek gerekir. Kübizmden sürrealizme, Fovizmden Dadaizm’e kadar pek çok sanatsal yaklaşım bu günkü sanat anlayışının bilgi birikimi ve deneyimini oluşturmuş öncü akımlardır.

Kabul edilmelidir ki ..izm’li sanat akımları, deneyimsel bilgi zenginliği, görme ve sezi yetisi ile sanatsal gelişmelere evrimsel bir devinim kazandırmışlardır. Sanatçı bu akımların ürettiği bilgiye dayanarak görme ve sezi yetisini güçlendirmiş, beklenenden daha hızlı gelişen bir sanat evrenine girmiştir. Artık çağımızda parça bölük bilgilerle tanımlanması olası olmayan, çok boyutlu ve açık uçlu, aklın sınırlarını reddeden bir sanat yaklaşımını kucağımıza bırakmıştır. Bugünün sanatı ve sanat anlayışını, ancak ve ancak “evrimsel sanat” gibi küresel ve evrensel değerler dizisini de içerisine alan yaklaşımlarla anlaşılır duruma dönüştürebiliriz.

Artık “aklın yolu bir” değildir; aklın yolu birden çoktur. Doğrunun doğruluk değeri açık uçludur. Bunun böyle olduğunun en somut göstergesi de şiir, mizah, resim, sinema gibi sanatlardır. Yıllardan beri doğru kabul edilen ama bugünün bilgisiyle yanlışlanabilen kuramlar ve fizik yasaları bunun en açık delilidir. Biz biliyoruz ki henüz bizim gerisinde olduğumuz, düşünce gücümüzün dışında kalan bir mantık ve düşün dünyası (nesnel ve gerçeküstü) vardır; biz bunları günümüzde ne işleyebilecek ne de anlayabilecek bilgiye sahibiz. Bilinç ve zekânın bunları tanımlayabilecek seviyeye ulaşmasını, yani evrim sürecini beklemek durumundayız. İşte “evrimsel sanat” dediğim yaklaşım bu soru ve sorunlara şimdilik yanıt oluşturabilecek bir değerler dizisi olarak durmaktadır.  

Günümüz insanının sınırsız yaratıcılığı, bilimsel verilere dayalı beyninin çalışma gizilgücü, çalışma ve iş görme yeteneğinin sınırsızlığı, sanatı çok daha farklı boyuta, gelecekte ön göremeyeceğimiz bir biçim ve düzeye çekeceğinin habercisidir. Dijital ve bilgisayar teknolojisinin olanakları, yapay zekâ, sanal dünya tasarımı, ses ve görüntü teknikleri gibi çağın kazanımları, sanatı artık benzer biçim ve biçemlerden uzaklaştırmaktadır. Bu nedenle, bugün el birliği ile benimsenen “çağdaş sanat” tanımının, sanattaki bu hızlı dönüşümü ve gelişimi, daha doğrusu evirilişi karşılamakta yetersiz kalacağı kesindir.

Sanattaki baş döndürücü gelişmeler, aklın gelişimi ile eşgüdümlüdür. Sanatın üç boyutta genişlemesi; bilgi ve yayımın yüksek devinime sahip olması; sanatsal bilgi, teknoloji ve bilimsel olgularla açık uçlu bir evrenin tasarlanması; sanatsal süreci yeni bir tanıma zorlamaktadır. Sanatta gözlenen bu sonuçlara göre, tüm sanatın edimlerini, dönüşümünü, gelişimini anlatan sanatsal kuram ya da yeni bir tanım getirmekte yarar olduğunu değerlendiriyorum. Böyle bir devinim, değişim, dönüşüm ve gelişimi karşılayabilecek, onu açıklayabilecek, açık uçlu olmakla birlikte her şeye yanıt verebilme olanağına sahip olacak tanım, ancak ve ancak “Evrimsel Sanat Yaklaşımı” olabilir.

Klasik, modern ya da çağdaş gibi kavramlar geçmişe göre bulunduğumuz zamanın devinimini anlatırlar; oysa evrimsel kavramı, bugünden öncesini, bugünü ve bugünden sonrasının sonsuzluğunu, olay ve olguların var olan doğal ve yapay devinimle koşutluğunu anlatır. Evrim sözcüğü, sadece canlılardaki fizyolojik değişim ve koşullara uyumunu anlatmaz; aynı zamanda bilincin; değişim, gelişim, dönüşüm gibi eylemlerini anlatır. Bu düşünceden yola çıkarak, evrimsel sanat yaklaşımı, her sanatsal edim çoğulluğuna, bilim, teknoloji, yer ve zaman boyutu ile bunları başka bir açıdan görme gibi her tür sanatsal gelişime ve yaklaşıma yanıt verebilme olanağına sahiptir. Bir anlamda evrimsel sanat yaklaşımının; sanatta limitin olmadığını, düşün ve zihinsel etkinlik ile bilincin sonsuzluğunu ve sınırsızlığını anlatan bir bütünlük olduğunu düşünüyorum.

 

“HER ÜÇ KİŞİDEN İKİSİ ŞAİRDİR[14]

 Sanat felsefesine dokunmadan, tekniğini öğrenmeden ve eğitimini almadan, özellikle ayrıntılı okuma yapmadan eser vermeye yeltenen bir toplumun son kuşağıyız. Atalarımızdan devraldığımız gibi çalakalem sanat yapma alışkanlığını sürdürme kararlılığımıza da doğrusu diyecek söz bulamıyorum. Resim, şiir veya seramik gibi kendi tekniği olan bir sanat alanının içsel ve dışsal ayrıntılarını çözmeden o alanda sanat üretmeye kalkışmak, bizlerin en yaygın tutumudur. Böyle bir genelleme yaptığım için bağışlayın. Bu tümceleri gönül rahatlığı ile kurabiliyorum; çünkü şiir yazan ve resim yapan kişilerin çok azının, sanatla ilgili kuram ve ilkeleri öğrenmeye çalıştıklarına tanık oldum. Geri kalanı usta çırak usulü ve sağdan soldan duyduğu bilgiler ile sürdürmektedir sanat ve şiir ile olan ilişkisini. Tabii ki örgün sanat eğitimi veren kurumsal yapıları sözlerimin dışında tutuyorum.

Sanatın iki aşaması vardır. Bunlardan ilki imgelem aşamasıdır. Bu aşama bilinç dünyamızın soyut ve somut kavramları okuma, sezme, görme biçimi ve sahip olduğu tüm bilgiyi yorumlama gücüdür. İkinci aşama ise imgelemin dil, ışık, biçim, hareket ve ses gibi ilgili sanatın dili ile nesnelleştirilmesidir. Bu aşama, ilgili sanat alanının kendine özgü tekniğini ve kullandığı dilin ayrıntılarını gerektirir. Bu çoğu yerde zorunluluk nedeniyle üzerinde durulan ve bilinen bir konudur.

 Sanatta asıl üzerinde durulması gereken aşama, imgelem sürecidir; sanatın sanat olmasını sağlayan ögeler, imgelemin zenginliği ve gücünde gizlidir. İmgelem dediğimiz olgu; sahip olduğumuz yaşamsal koşullarla başlar, dünyada üretilmiş bilgi ve kültür varlıklarının bizde yarattığı görme, işitme, duyma ve sezgiye kadar toplam bilinç dünyamızın ışığıdır. İmgelem gücümüz dünyayı okuma ve onu anlamlandırmada bir farklılık doğuramıyorsa var olanlara öykünmekle yetiniriz.

Çağdaş sanat, var olana öykünmekle sanat üretme anlayışını yıkmıştır artık. Bu anlayış, var olanı yeniden anlamlandırma, ilişkilerden yeni varlıklar keşfetme, yaratıcılığın sınırlarını zorlama, zekâ ve farkındalık yaratan yeni biçim/duyuş/seziş olanaklarını temel almaktadır. Durum böyle olduğu zaman okumadan, bilgiler arası eşgüdüm ve ilişkiyi çözmeden sanat üretmek, bir anlamda öykünmek dışında sanatsal bir değer niteliği taşımayacaktır. İşte bu yüzden bilgi ve bilgiler arası eşgüdüm ve çözümü içselleştirmek durumunda olduğumuzu artık kabul etmeliyiz. Bu da ancak ve ancak sanat bağlamında; insan, yaşam ve evren arasındaki ilişkiye bilimsel yaklaşım ve yerleşik kuralların sınırlarını yıkmakla olasıdır. Özetlersek: Sanata ilgili disiplinlerin gözlerinden bakmak, sanatsal bilgiyi sıra dışı ve tekniğine yaraşır biçimde kullanmak durumunda olduğumuzu söyleyebiliriz. Bunlarla birlikte, zekâmızın el verdiği oranda yeni düşünme alanları açarak, farkındalık yaratarak çağını aşan ya da çağı yakalayan eser ortaya koymaya çalışmalıyız. 

Bunları dile getirdikten sonra günümüze dönüp neler olup bitiyor ve biz bu işin neresindeyiz biraz olsun irdelemeye çalışalım. Konuya ilişkin birkaç sorunu dile getirelim ve bunlara dayanarak bir sonuca ulaşalım dilerseniz.           

Düşünür, sanatçı ve felsefeciler tarafından söylenmiş sözleri, Türk sanatı ve şiirine yönelik yapılan yorum ve getirilen önerileri, şair ve yazarlar olarak sosyal ortamlarda bugünün bilgisini kullanarak ortak akıl ile tartışamıyoruz. Eli kalem tutanlar, basmakalıp bir tarafın savunucusuna dönüşmüş, ben bilirim, benim düşüncemin ötesinde düşünce yoktur mantığı içinde hareket etmektedir. Ben bilirim egemenliği ve benim düşüncem daha üstün saplantısı ayyuka yürümüş durumdadır. Örneğin sosyal platformlarda açtığımız tartışma konularına yapılan yorum ve tutuma baktığımızda şunu görüyoruz: Paylaşılan bilgiye veya yoruma olumsuz bir yanıt verildiğinde hemen hemen herkes katı bir savunma durumuna geçiyor. Bilimsel veriler gereği yanlış olduğu çok net olan düşünce ve yaklaşım biçimlerini, tarafının ya da yandaşının ileri sürdüğü sav olması nedeniyle, hiç çekinmeden savunmayı sürdürebiliyorlar. Hatta kişinin seviyesine bağlı olarak ya karşı saldırıyla uçkur altına yöneliyor ya da ufak tefek eksikliklere yönelterek savunmasına gereç boca ediyor. Ne yaparsak yapalım kafasındaki sabitliği ve önyargıyı yıkmak olası olmuyor.

Bunun dışında çok yaygın bir sıkıntımız daha vardır. Sosyal medyada, etkinliklerde ve çalışmalarda ileri sürülen konulara ilişkin dinleyenlerin/okurların yorumlarını incelediğimizde, ileri sürülen konu ile ilgisi olmayan, dağdan bayırdan yorumlar ve çıkarımlar ile karşı karşıya kalıyoruz. Buna kavram kargaşası dediğimiz durumun yaşanması diyebiliriz; çünkü sanatta kavramların anlamsal kapsamı esnektir. Kişiden kişiye kavramların anlamları farklı ve değişik algılanabilir; ancak, asıl sorun ve anlatmaya çalıştığım konu, bu algı yanlışları değildir. Asıl sorun, önümüze gelen metinleri sağlıklı ve anlaşılır biçimde okumuyor olmamızdır. Okuduklarımızı anlamıyoruz ve okuduğumuz metnin özünü anlama çabası göstermiyoruz. Sanatın felsefesine ve kavramlarına tam egemen olmadığımız için anlamakta güçlük çekiyoruz. Kavram ve sözcükleri, yerli yerinde kullanmakta ve onları anlamlandırmakta önemli sıkıntılarımız vardır. Yazar ve şair olsak bile iyi bir okur olmadığımız için, çoğu metnin karşısında ilgisiz sonuçlara yöneliyoruz. Genelleme yapmak doğru olmasa bile çoğunluğumuzun bu durumda olduğunu söyleyebiliriz.

Ünlülerin ve özellikle yabancı sanatçıların söylediği sözleri yasa gibi görüp onu sorgulama kültüründen yoksun bir geleneğimiz var ne yazık ki. Kafasında yer edinen doğrunun tersini aklına bile getirmek istemeyen pek çok şair ve yazarın varlığı, üzerinde durulması gereken başka bir konudur. Sosyal platformlarda paylaşılan bir düşünceye, meslektaşları veya okurları tarafından getirilen küçücük bir olumsuz yorum, şairine/yazarına en büyük hakaret gibi algılanmaktadır. Dostlar sizin yorumunuz veya beğendiğiniz bir sanatçının yorumu mantıken doğru bile olsa sanatta doğrunun doğruluk değeri yoktur. Kaldı ki artık fizik yasalarının bile doğruluk değeri sorgulanıyor. Asıl olan sorgulamaktır. Sorgulamak ve her açıdan konuya bakmaktır. Çağdaş insan olmanın en temel göstereni, sorgulama kültürü ve düşünceye saygıdır; onun bilimsel veriler ile doğrulanıp doğrulanamayacağıdır tek ölçüt.

Bu metinde söz edilmesi gereken ikinci sorun ise özgünlüğe değil, öykünmeye yöneldiğimiz bir sanat/şiir anlayışıdır. Şair ve yazar dostlarımız; magazinsel söylem ve günü kurtarmak için yazılmış yazıları, bir anlamda öykünme dolu sanat ve şiire ilişkin yazıları çok açıklayıcı ve önemli yazılarmış gibi düşünüp bunları öğrenmekle şiiri öğrendiğini, hatta bunlarla sanatsal yetkinliğe ulaştığını varsayarlar. Peşi sıra şiire ve sanat bilimine ilişkin kuramsal ve teknik yazıları o kadar gereksiz görürler ki “Şiir öğrenilmez.” diyecek kadar ileri giderler. Bu tümceyi, kitabı olan pek çok şairin ağzından duyduğum için kaynak göstermeden yazabiliyorum. Dostlar ya neyi bilmediğimizi bilmiyoruz ya da sanatın ve şiirin ne olduğunu bilmiyoruz, demektir bu tür söylemler.

Sanat dediğimiz görüngü, insan, evren ve yaşam arasındaki ilişkiyi yeniden anlamlandırmak, yeni bir değer yaratmak ve bununla estetik değer üretmektir. Bilgi dağarcığı dolmadan, dağarcıktaki bilgi sağlıklı yoruma ve çözüme ulaşmadan, imgelem dediğimiz görüngüyü kuran zihinsel yeti tam oluşmaz. İkincisi; nitelikli imgelem kurabildiğinizi varsaysak bile bunu dile taşımak için dilsel ve yazınsal teknik gerekir. Örneğin dilsel ve yazınsal teknik dediğim konu, bugün bilimler arası eşgüdüm gerektirecek kadar çok dala ayrılmış kocaman bir bütündür. Bu da onun bunun söylediğiyle öğrenilecek şeyler değildir. Örgün bir eğitimin sonucunda kazanılacak bilgi ve yetenektir bunların önemli bir kısmı. Sanat ve şiirin kendine özgü ilke ve kuramları vardır. Bugünün sanatı, çağı kucaklayan ve var olanı yinelemeyen çizim, devinim, söyleyiş ile anlatım gerektirir.       

       Bu metnin konusu gereği olagelen üçüncü bir duruma daha değinmeliyiz. Bu durum, şiirin ve sanatın kuramsal yanını anlamaya, çözmeye çalışan sanatçı ve şairlerin sanata bakış açılarıdır. Şiir öyle bir bilgi kütlesidir ki bütün bilimlerin penceresinden bakmayı gerekli kılar. Yani fizik, kimya ve biyoloji temel bilim alanları ile sosyal ve insan bilimlerinin gözünden şiire bakmayı zorunlu kılar. Biz biliyoruz ki her sanat alanı, bilgiler arası eşgüdümlü bir yaklaşım ve bakış gerektirir. Bilgi ve kavramlar, artık kendi alanlarıyla açıklanamayacak kadar geniş anlam alanlarına açılabilir duruma gelmişlerdir. Bu anormal bir durum değildir; olması gereken bir süreçtir. Bilgi üretildikçe kavramlara yeni anlam alanları açar, yeni anlam ilişkileri doğurur ve o açılan anlam alanları bir şekilde daha yaratıcı biçimde doldurulmaya çalışılır. Bugün çağdaş sanat dediğimiz anlayış, şiir de dahil bütün sanat alanlarının kavramlarını bir bütün olarak ele almayı öngörür. Ayrıca bu kavramların anlamsal kapsamı, konumu ve hiyerarşisini anlama-çözümleme gereğini vurgular. Bugün bizlerin algılarında oluşmuş olan bütün kavramlar ve onların anlamsal kapsamı büsbütün birbiri ile bağıntılıdır ve aralarında önemli bir ilişki vardır. Sanat, insan, yaşam ve evren arasındaki ilişkinin çözümlenmesi, sadece sanat biliminin ele aldığı disiplinler ile olacak bir iş değildir. Bilimler arası bir bakış gerektirir. Özetlersek; şiir, sadece yazın veya güzel sanat fakültelerinin verdiği eğitimle çözümlenemez. Diğer disiplinlerin toplamının altında eşgüdümlü bir yaklaşım ve bakış gerektirir.

Bütün bunları ortaya koyduktan sonra, “Saf Sanattan İnsana” isimli kitabımda ısrarla üzerinde durduğum bir konuyu burada dile getirmeliyim. Sanat dünyasında daha doğrusu şiir ve yazın dünyasında, paradigma (değerler dizgesi) değişiminin gerekliliğini öne sürüyorum. Paradigma değişiminden kastım nedir? Sanatın her aşamasında, alışılmış kalıpların yıkılarak daha bilgi donanımlı, farkındalıklı ve çözümlemeli bir sanat anlayışına giden değerler dizgesinin kurulmasından söz ediyorum.

Sanatta düşlem sınırlarını genişletecek uzagörüşü (perspektif) yakalayabilmek için, sağlıklı, güçlü ve teknik donanıma sahip olmak zorundayız. Şair/yazar, sanat bilimi denen disiplinler ile diğer disiplinler arasındaki eşgüdümü iyi kurmalı ve bunları çağdaş bir biçimde okuyabilmelidir. Yazmak, imgelem kaynaklarının ve imgelem gücünün araçsal sonucudur. Bilgi zenginliğine ulaşmadan ve bilginin bilimsel-çağdaş-sanatsal yorumunu yapabiliyor olmadan, kalıcı ve sağlıklı eser ortaya konulamaz. Şair veya yazarın amacı, yeni dünyaya giden yolda yeni şeyler üretmek ve zihni sevgi ile yoğurarak evrimleştirmektir.

Paradigma değişimi, yaptım oldu biçiminde olan bir şey değildir; bu, kültür birikimi, sağlıklı bir dünya okuma biçimi ve bilginin sanatsal yorumuyla olasıdır. İşin en kötü yanı ise bunları yapma yetkinliğine ulaşmamış sanatçılar, yazarlar, ressamlar ve şairler, birbirlerinin paçalarını çekiştirmek dışında çağdaş sanat anlayışına uygun ürün veremezler. Ortaya konmuş yapıtların üzerinden üstünlük taslayan, eserin değil de yazarın ön planda olduğu düzeysiz tartışmaları eleştiri ve karşılaştırmalı edebiyat çalışması sayan bir kalabalık türer. Kalıcı ve çağına ayna tutan eserler üretemedikleri gibi başka coğrafyalarda üretilmiş eserlere öykünürler ve bunlar üzerinden kavgada bulurlar kendilerini. Yazara-şaire sözde makamlar üretirler ve onların ritüellerinden, alışkanlıklarından ve seviyelerinden başka konuşacak şeyleri olmaz. Bugün bizim şiir ve edebiyat dünyamızda sanat ve şiir adına süregiden dedikodular, magazinsel söylemler, çekiştirmeler ve ben şucuyum-bucuyumlar buna verilebilecek en güzel örneklerdir.

Şiir; gördüğünü, işittiğini, bildiğini, inandığını ve hissettiğini anlatmak değildir. Şiir gördüğünü, işittiğini, bildiğini, inandığını ve hissettiğini öğütüp yenilebilir ve hazmı kolay ekmek yapma işidir. Öğütüp, karıp, hamur yapıp, mayalayıp, uygun ateşte pişirip ekmek olarak sofraya servis ustalığıdır. İşte bu süreç; imgelemin gücüne dayanan anlam, anlatım ve sesin en derin, en sarsıcı, en uyumlu ve dilin en ekonomik kullanımıyla bir ayrıcalık kazanır. Daha açık söylemek gerekirse yaşamı, insanı, dünyayı ve aralarındaki ilişkiyi yeniden anlamlandırma, uyumu kurma ve algı çekici olarak görünüşe taşıma işidir. İşte bunun için her sanat dalında, özellikle şiir gibi ayrıntısı fazla bir alanda; bilgisiz ve donanımsız çağı kavrayan şiir yazmak olası olmaz.

Ne bilmediğimizi bilmemek önemli ve güzel bir özelliktir. Önemlidir, çünkü neyi bilmediğimizi bilemeyiz. Güzeldir, öyle olmasaydı yerimizde duramazdık; huzursuz olurduk. Çevremize baktığımızda herkes her şeyi biliyor ve herkes durumundan son derece hoşnut ve bilgisiyle övünç içindedir. Montaigne, “Tanrı’nın insanlara en adil dağıttığı şey akıldır; hiç şikâyet edenini görmedim.” demiştir. Albert Einstein ise, “Şu cahillik ne güzel bir şey; insan her şeyi biliyor.” der. Günümüzün şiiri ve şairinden söz ediyorsak, Aziz Nesin’in “Her iki kişiden üçü şairdir.” sözünü oturup düşünmemiz gerekir. 02 Ocak 2019 Narlıdere

 

BİZ BU İŞİN NERESİNDEYİZ?

  “İnsan neden sanat yapar?” sorusuna verilecek çeşitli yanıtlarımız vardır. Örneğin, kişisel yararlılık gösterme, kendini kendinde görme, kanıtlama, gerçekleştirme, siyasal kaygı veya inanç baskısının yarattığı yaratanın en iyi kulu olma, ölümsüz olma, dünyayı iyileştirme ve anlatmaya çalışma isteği gibi pek çok gerekçe sayabiliriz. Ayrıntıya girdiğimizde, yukarıda verdiğimiz yanıtlar, insanın asıl amacının yüzeysel olarak yaşamımıza yansımasından başka bir şey olmadığını söyleyebiliriz. İnsanın kendini gerçekleştirme çabası ve bu çabanın dışavurumu, temel güdülerin de devreye girdiği içsel bir zorunluluktur. Yani hormon ve genlerimizin ortaya koyduğu kendini gerçekleştirme arzusundan doğan bir zorunluluk, bu durumun temelinde yatar. İnsanın güzele yönelmesi ise doğuştan var olan estetik kaygı, sonradan yapılandırılan ve ona yüklenen anlam ile bir zorunluluk olarak karşımıza çıkar. Sonuç olarak insanın yaşamsal sürekliliğini sağlama ve var oluşuna anlam kazandırma çabası, estetik kaygıyı tetikleyen “güzel” kavramının içinde gizlidir. Bilindiği gibi güzel kavramı, iyi, hoş, uyum, güç, oran, simetri, denge gibi insanoğlunun gözünde estetik değer taşıyan bir üst kavramdır. Her insan bu kavramın üstünde kendini gerçekleştirme yolunu seçmek durumunda kalır.

Felsefi bir girişten sonra sanata ve sanatçıya ilişkin güncel uygulamalara biraz değinelim ve çözümlemeye gidelim isterim. Daha doğrusu kendimizi sorgulayalım ve zihnimizi silkeleyelim ki sağduyulu bir bakış açısı yakalayabilelim. Sanat kadar çabuk eskiyen hiçbir olgu yoktur; keşfedildiği anda artık eskimiştir o. Hep yeni, hep yeni bir şeyler üretmek zorundasınızdır. Bu yüzdendir ki sanat alanına çok daha geniş açıdan bakmak gerekir. Gelişmelerin gözünden ele almanın yanında gelişmelerin önünde olmayı gerekli kılar.

Henüz küresel olarak tasarlanan büyük resmi ve insan düşün sisteminin çalışma düzenini tam olarak çözümleyememiş çoğu sanatçı; dışalım doğruları, bir bakıma kendine dikte ettirilmiş, bilincine ekilmiş doğruları, mutlak doğru ve estetik değer taşıdığı yanılgısı ile sanat üretme çabası taşımışlardır. Ülkemizde gelmiş geçmiş pek az sanatçı, sanat adına kuram kabul edilebilecek, yeni bir çığır ve yeni bir bakışın önünü açabilecek, insan düşünde devrim sayılabilecek nitelikte düşün üretmiştir. Bunun yanında, ne yazık ki Türkçe düşünen sanatçı ve sanat düşünürleri tarafından uygulamalı ve kuramsal anlamda ortaya konmuş sanat veya şiire ilişkin özgün inceleme-araştırma yok denecek kadar azdır. Sanatsal inceleme, araştırma ve ekol sayılabilecek yeni yaklaşımlar, özellikle modern sanat döneminde, çoğunlukla bir yerlerden aktarma yöntemiyle Türk diline ve sanatına uyarlana gelmiştir.

Türk dilini konuşan insanlar olarak kendimizi acımasızca eleştirmek zorundayız. Sanatın gelişimi, felsefi açılımının genişlemesi, etki ve algının daha sarsıcı olması, estetik değerin oluşturulması gibi konularda kendi yorumlarımızdan hareket almalıyız. Bu kapsamda düşünmediğimiz sürece, yabancıların dili ve estetik algısı bağlamında çıkarımlarını tercüme (çeviri) etmekle bilgi aktarımından başka bir şey yapmış olmayız. Sanatsal bilgi, bir yerlerden aktarılsa bile bilginin sanata dönüşümü, diğer söylemle bilginin şiir, resim veya heykel olarak görünüşe taşınması, özgün bakış açısını, kişisel anlamlandırmayı, yetkinliği ve özgürlüğü gerektirir. Bunları söylerken haksızlık etmek istemiyorum, elbette bu konu post kolonyal bir sorgulama gerektirir. Gelmiş, geçmiş ve yetişmiş çok iyi sanatçılarımız vardır.  Ne var ki sanatsal katkı ve kuramsal yorumlarının istediğimiz düzeyde olmadığını söylemek durumundayız. Biliyorum, bu tümce acı verecek kadar sunturludur; ancak zihnimizi artık silkelemek zorundayız. Yeterince zihnimizi silkelersek belki sanata ilişkin genel bir olgunun geniş açılı fotoğrafını yüksek doğrulukla çekebilme olanağı kazanırız. Genel resmi görmek için çektiğimiz fotoğraf bizlere yardımcı olabilir, diye düşünüyorum.

Sanat aktarılabilir (transfer) bir şey değildir, aktarım var olanlara öykünmek anlamına gelir. Eserde biricik ve özgün olma zorunluluğu vardır. Çağın ve insan düşünün dört köşesinden tutulabilir bilgi üretmek sanatsal bağlamda en temel uğraşı alanımız olmalıdır. Diğer taraftan sanatı kaba gürültüden, kayırmacı anlayışlardan, tebliğ kültüründen ve propagandadan kurtarmanın en etkin yollarından biri, onun öz, içerik ve biçimindeki varlık katmanlarının anlaşılabilmesidir. Başka bir deyişle sanatı neden yaptığımızdan başlayıp yarattığımız eserin temel bileşenlerine kadar her şeyi kendi disiplinleri gözünden görebilmeliyiz. Sanat ve sanat bilgisi evrenseldir, buna itiraz edecek durumumuz yoktur ve bu genel doğrudur. Özgün sanat üretmek için bazı koşullar oluşmuş olmalıdır. Sanatçının zihinsel örgütlenmesi, toplumsal ve evrensel değerler ile bütünleşmiş olmalıdır.

Dil sanatları, doğduğu yerin dili, coğrafyası ve kültürünü yansıtıyorsa evrensellik katmanına yükselebilme olanağını kazanır. Buna en iyi örnek Nâzım Hikmet’in şiirleri ve Yaşar Kemal’in romanlarıdır. Başka dil, anlayış ve kültürün yansımasını yeniden bir eserde yansıtma başarısına ulaşmak insan beyni ve yeteneği açısından zor olduğunu düşünüyorum. Diğer bir deyişle, içinde yaşayıp duygu değerlerini tatmayan, kültür değerlerini yaşamayan, ana dili dışındaki dil ile dil sanatlarından herhangi birinde (şiir öykü, roman, oyun vb.) başarılı eser vermenin çok zor olduğunu düşünüyorum. Dış aktarım kültürlerin duygu değerinden ve sezgisinden dört başı mamur sanatsal bir bütünlük doğurulabilmek çok zaman isteyen bir durumdur. Sanat; duygu, bilgi ve sezgi işidir; kısaca akıl ve imgelem işidir. İmgelemse dünyayı ve onunla ilişkili insanı bir bütün olarak okuma, duyma, işitme ve görme etkinliğidir. Dünyaya ve insana yeni, farklı bir gözle bakma ve anlamlandırmadır.

Sanat, yıllardan beri kralların, padişahların, güçlü olanların, başat yönetimlerin ve öğretilerin ön bahçesi şeklinde ve niyetinde kullanılmıştır. On yedinci yüzyıldan beri birey, birey olma yolunda kazanımlar elde ettikçe, özgürlük kavramının anlamsal değeri arttıkça sanat da özerkliğini kazanma yoluna gitmiştir. Ne var ki özerkliğini duyurmaya çalışırken, endüstrileşen toplum ve gelişen sosyal bilimlerin çıkarımlarıyla, kültür endüstrisi diye isimlendirilen bir çember ile sanat kuşatıla gelmiştir. Bugün birey, birey olma savaşını kazanmış görünmektedir; hâlâ kul mantığını körü körüne kabul edenleri konu dışı tutarsak. Birey, özgürlük kavramını tam anlamıyla içselleştirmiş olmasa da bu uğurda oldukça uzun yol kat etmiş görünmektedir; baskın toplumların ve diğer coğrafyaların yıllar önce ürettiği düşün bütünlüklerini savunmayı hâlâ namus borcu sayan sanat yolcularını konu dışında tutarsak. Sanatın tarihsel bilgisine baktığımızda zorlu bir süreç yaşandığını görüyoruz. Güncel olmak yetmiyor, geleceği okuyabilen sanatçı olmak daha önemlidir, anlayabiliyoruz.

Sanata estetik açıdan yaklaşmanın temel kuralı, düşün sistemimize dikte edilmiş zorunluluklardan kurtulmuş olmaktır. İnsan düşün sisteminin özgürlüğü, ruhbilimsel ve toplumbilimsel olarak tam anlamıyla sağlanabilir mi, bilemiyorum. Her nasıl olursa olsun, sanatla estetik yaşantıya girilmesi, güzelin algılanması, duyumsanması ve yaşanır kılınması bu zorunluluklardan kurtulmuş olmayı gerektirir. Bunlar da yetmez; farkındalık yaratan, algıyı sarsıntıya uğratan, insanı ve geleceği kavrayan bir sonuç üretmek gerekir. Saydığımız özellikleri barındıran bir eser de sığ bilgilerin yorumundan doğmaz.

Şimdi konunun kapsamını biraz daha daraltarak şiire dönelim. Estetik açıdan Türk şiiri ve şiir bilgisinin iyi bir noktada olduğunu söyleyebilecek eleştirmen, şair veya sanatçı var mıdır?  Öyle sanıyorum ki yoktur. Şiirin önde gelenleri, son zamanlarda doğduğu ortamın kültürel varlıkları yerine hayranlık ürettiği ortamın, kuramların ve coğrafyaların kültürel çıkarımlarını yeğ tutmuştur, tutmaktadır. Başka bir deyişle henüz “kendi olmak” gibi zihni yeterliliği tam olgunlaşmamıştır. Şiirlerde mit ve kahramanların ele alınış sıklığı ve biçimi bile bu yargımı doğrular. Sanatta ve şiirde evrenselliğe giden yol, insanın kendi kültüründen, özünden, özgün olarak doğan değerler bütününden geçer. Evrensel kültür varlıkları tabii ki insanlık değerleridir; bizim bakışımıza ışık verir, yön verir. Ancak şiire yerel ve evrensel normlarla eşit aralıktan bakmadığımız sürece, taraftar tutumu takındıkça iyi bir şiir kültürünün kurumsallaşması önüne aşılamaz engeller koyarız.

Biliyoruz ki Türk şiiri usta çırak yöntemiyle kendine yön bulmaya çalışan bir sanat alanıdır. Bu yöntem var olan bilgiye öykünmek dışında bir sonuç üretemez. Kuramsal bilgiyi dışlayarak, sadece duyguların yönlendirmesi ve hayranlık duyulan alan bilgisiyle iyi şiir yazmanın olası olmayacağını görmeliyiz. Dil düşüncenin nesnel biçimdir. Diğer bir deyişle düşüncenin ufku ne ise dilin erimi de o kadardır. Dolayısıyla düşüncenin ufkunu ve dilin erimini aşan şiir yazmak olanaklı değildir. Büyük şiir yazmak için kuramsal bilgi ile düşüncenin ufku geliştirilmelidir. Sanatsal kuramlar, düşüncenin kıvraklığını, farkındalıklı görmeyi, sezgiyi, değişik yön ve açıdan bakışı sağlarlar. 

Şiirde yenilik arıyorsak, insanı kavrayan, estetik ve sanatsal değer taşıyan şiir yazmak istiyorsak, imgelem kaynaklarımız ile imgelem gücümüze dönmeliyiz. İmgelem kaynaklarımız ile imgelem gücümüze dönmek ne demektir?  Donanımlı olmak ve bu donanımı farkındalıklı görünüşe taşımaktır; sahip olduğumuz bilgiyi estetik değer üretecek biçimde yorumlamak ve çözümlemektir. Yorumlarımız ve çözümlerimizi dilsel teknik ve şiir diliyle görünüşe taşımaktır. Bu durumda sanatsal bilgi bir anlam taşıyacaktır anlaklarımızda… 

Bundan sonra hepimizin kafasını kurcalayan bir soru takılacaktır. Biz bu işin neresindeyiz? Mart 2019 Narlıdere/İzmir

 

ŞİİR NEDEN UZAKTIR İNSANA?

 Şiire daha derin anlam yükleyebilmek maksadıyla ilgisiz benzetmeler, kimliksiz kişileştirmeler ve çokça torba kavramlar üretilmiştir. Sorun bunların iyi veya kötü olması, doğru ya da yanlış olması değildir; sorun, şiirin kavramsal temelini ne kadar açığa çıkardığı ve ne kadar şiirsel gerçeklikle bağdaşıyor olduğudur. Ne yazık ki günümüz şiirlerine baktığımızda, toplumun beklentisi ve onu anlamak bir yana, tam tersi gereksiz ayrıntı üretmeye yeltenen aydın şapkalıların hışmını buluruz. Şu gün oldu daha eskiyi eskitememişler ayrı bir konu ve tartışmaya değmez. Şiirin temelde doğuş ve varoluş felsefesini içselleştirmeden, bilinçlerde net olarak ortaya koymadan, şiir için ne tür torba kavram üretirseniz üretin, nasıl bir yorum getirirseniz getirin, sonuç olarak şiiri anlamak olası değildir. Şiir dil cambazlığı olarak görülmeye devam edilir. Şiir dünyası, inandığını savunma görevi edindiğin, insanı insana egemen kılma ya da insanı kul yapmaya yönelik çabaya yer vermemelidir. Çünkü şiir; toplumsal bilince ve bu yolda evrensel bilinç dokusuna eşlik ediyorsa, onunla ağlayıp üzülüyorsa, estetik kaygısını teskin ediyorsa ve onunla özdeşliğini en saf şekilde gerçekleştiriyorsa şiirdir. Şiir, insanı yitikliği içinden çekip oyun dünyasına götürüyorsa, duygularının beşiğine yatırıyorsa, içine kazınmış yaralara değiyorsa, kendinden geçercesine çocukluğuna ve yaşamının varoluş izlerine götürüyorsa şiirdir. Sadece şiir dünyası değil; ülkemizdeki sanat dünyası da ne yazık ki içler acısı bir mantığa gömülmüştür. Ortaya konan sanatsal ve şiirsel etkinliklere baktığımızda, maddi kazanç ve adı belli olma adına -sanat denirse ki- kiç (Kitsch) mantığına bile nal toplatan; bilgiye, akla, duyguya, bilince, sanata ve insani değerlere önem vermeyen etik dışı bir endüstriye dönüştüğünü görürüz.

Günümüz şiir anlayışının temelinde bilgiye, bilime ve aydınlanmaya küçümsemeyle yaklaşılmasının altında yatan nedenlerden biri, özgürlük ve güdüm altında olmanın arasındaki ayrımın belirsizliğidir. Bilgiye ve bilime karşı küçümseme, sadece post modernist söylemin ortaya koyduğu bir sonuç değildir. Dünya ve ülkemizde gelişen olaylara baktığımızda, aydın, siyasetçi ile sanatçıların tutum ve uygulamalarında yaşanan kavram kargaşası, özgürlük ve güdüm altında olma arasındaki ayrımın doğru tanımlanabilir olmayışıdır. Dinsel, politik ve ideolojik yönelimler, özgür düşünce altında gerçekleşiyor gibi görülmesine karşın, tam tersi kurulmuş sistemlerin güdümünden başka bir şey olmadığı gerçeği ile karşı karşıyayız. Bilgiye ve bilime dayalı çözümler ve sonuçları, bugün sözde yönetici, sanatçı ve aydın olduğunu savunanları korkutmaktadır. Bu korkunun temeli, makamlarının ellerinden alınması değil; köklü öğrenilmişliklerin yıkılacak olmasıdır.

Bir öğreti ya da sistemin yaşama geçirilmesi gereğine inanmış, kendine o uğurda savunma görevi edinmiş sanatçıların davranış türü olmaz ise olmaz gibi düşünülür. Bu tür inanmışlık ve duruş biçimi sanatçılar arasında övgüyle karşılanır. Bu anlayışın kırılamaması, eleştirel düşünmenin yozlaştırılması, biçimselleştirilmesi, sanatı politik öğretilerin gereci veya inançların tebliğ aracı yapma kolaycılığı, sanat ve kavramlarını içinden çıkılamayacak açmazlara götürmüştür. Şiirin gereci yapılagelen bu kolaycı yaklaşımlar, bugün şiiri insan algısında değersizleştirmiştir. Biliriz ki toplumun ve insanın ortak duygularını, yönelimlerini şiir gibi duyguyu yoğuran sanat dalları ilmek ilmek işler, insan ve değerleriyle kenetlenip canlı bir hücre durumuna dönüşür. Kıpır kıpır bir yaşamın şiirle dönüşerek insanı kavradığını görürüz.

İnsanı korumayı, özgürleştirmeyi ve ona mutlu bir toplumsal yaşam sunmayı amaçlayan politik öğretilerin hedefi, insana ve toplumsal düzene egemen olma arzusu üzerine kurgulanmıştır. Bu amaca yönelik tüm etkinlikler, özellikle aydınlanma tasarılarının en büyük destekçileri yine bu ideolojik yaklaşımlar olmuştur. Aydınlanma tasarılarını kendi kol ve kanadı olarak gören öğretiler; bilgi, akıl, sanat ve bilim yoluyla doğaya egemen olma yürüyüşüne çıkmış, insana yapay cennet ve özgürlük vaat etmesine karşın ne yazık ki daha derin bir çıkmazı beraberinde getirmişlerdir. Bugün karşı karşıya olduğumuz şiddet, savaş, terör ve ölümler, bu durumun böyle bir sonuca ulaştığının göstergesidir. Gelişmemiş, az gelişmiş ve gelişmiş toplumlar arasındaki kültürel, insani ve sistemsel eşitsizlik, binlerce insanın açlığa ve ölüme itildiği bir dönemi doğurmuştur. İşin sanat ve şiir boyutunu ele aldığımızda, bundan farklı bir biçimde yürümediğini söyleyebiliriz. Çağdaş sanatın öncülüğüne soyunmuş gelişmiş toplumlara bakarak ayak uydurmaya çalışan az gelişmiş toplumlar, daha modern sanat anlayışını içselleştirmeden post modern ve çağdaş sanat anlayışına özgü şiir kurma girişimine yönelirlerse ister istemez öykünmeciliğe düşmekten kendini kurtaramazlar. Çok yaygın ve basit bir örnek vermek gerekirse, henüz kendi olma evresini tamamlayamamış özenti kişiler, Türkçeyi öyle bir kırarlar/kullanırlar ki sanırsınız Google çeviri uygulamasıyla çevirilmiş bir metin okuyorsunuz gibi duyumsarsınız.

Toplumsal bilinç ve toplumsal algı ile sanatçının anlatımı arasında önemli bir uçurum doğmuş ise burada düşünülmesi gereken önemli bir sorun var demektir. Kimse şiiri anlamak için insanların şiir eğitimi alması gerekir diye bir zorunluluğu öne süremez. Şiir ve sanat kavramları içerisinde dayatma ve zorunluluk diye bir şey yoktur. “Ben yazarım, yaparım anlayan anlar anlamayan anlamaz” söylemi bir sanatçının söylemi olamaz. Okurun, Bir şiirle uzlaşımcı, alımlayıcı ve anlamlandırıcı çaba ile iletişime geçmesi elbette artalan bilgisi gerektirir. Şiir sanatına ilişkin önbilgiyi gerekli kılar. Bu demek değildir ki şair yalnızca şiir eğitimi alan okurları hedef kitlesi olarak görecektir. Bilinir ki her sanat yapıtı alıcısıyla vardır. Alıcısında estetik kaygı uyandırıyorsa ve estetik tavır yaratıyorsa sanat olarak anlam kazanır. 

Her şiir, şiirse eğer toprağa kökleri salınmış bir kültür hazinesidir. Şiirin açığa çıkardığı her düşünce, dilsel kıvraklık, düşünsel ve duygusal evren, insanı bir yanından kavrayarak onu sımsıkı tutar. Algıyı sarsıntıya uğratarak duygu durumunu ve görme biçimini değiştirir, yeni bir gerçeklik olgusunu kavramaya yöneltir. “Ben”i yaşam sevincine götürür.

Biliyoruz ki her şiir, okuyucusu veya alıcısı ile yaşamsal bütünlük kazanır. Şiire okur gözünden bakmak bugünün eleştirel yaklaşımlarında çok üzerinde durulan bir konu olmasa da ben bu yanını özellikle önemsiyorum. Çünkü her sanat eserinde olduğu gibi şiir de insan için vardır ve yapıtın varlık katmanları insanla bütünleşmesi için bir araya getirilmiştir. Bu açıdan baktığımızda Türk toplumunun toplumbilimsel ve ruhbilimsel incelemesi önem kazanır. Sanat eserleri evrenseldir, ancak şiirin kapsadığı evren şiirin yazıldığı dili konuşan insanlarla daha yakın bir ilişki içinde olması bakımından böyle bir araştırma yöntemini gerekli kılar.  

Türk toplumu genelde duygusal bir toplumdur; bakmayın son zamanlarda siyasi kaygı, ekonomik kaygı ve algı yönetim teknikleriyle insanın duyusal kimyasında bozulmalar gözlendiğine. Aslında Türk toplumu, sanatın ve şiirin değerini bilecek yoğunlukta estetik kaygı taşır ve estetik duyarlılığa sahiptir. Bunu öylesine bir yorum olarak ele almayınız. Her insanla birey olarak oturup konuştuğunuzda, onu anlamaya çalıştığınızda çok büyük bir oranının, güzele duyarlı, estetik kaygısı yüksek, insancıl, duygusal ve insani değerlere tutkun olduğunu görürsünüz. Umursamaz gibi görünen, kendi işinde gücünde olan kırsal kesimden, ekonomik güç, mevki ve makam sahibi insanlara kadar hepsi, özünde yaşam ve insani değerleri içinde duyan kişilerdir.

Toplumbilimsel ve ruhbilimsel açıdan incelenmesi gerekli bir bilgi olsa da bana göre, insanın sanata ve şiire karşı ilgisizliği bireyin özünde estetik kaygının olmayışı değildir; bu ilgisizliği, şiir ile okurun yaşamsal, insani, duyusal algı ve yargılarının harekete geçirilememesi olarak görmek gerekir. Bundan ötesi, duyusal algının tepkisel bir konuma sokulmasıdır. Diğer taraftan şiire karşı ilgisizliğin nedenini, insanın algısını harekete geçirecek şiirsel yaklaşımın öğretici, yönlendirici, dışlayıcı, küçümseyici, ideolojik ve inançsal kaygı taşıyıcılığı tavrında aramak gerekir diye düşünüyorum. Çoğu şair, bu çıkarımımı benimsemeyecektir, biliyorum. Türk şiirinin değerler dizisi; uyarıcı, öğretici, direnişçi ve dönüştürücüdür; genel kanı bu yöndedir. Bu yoruma önyargı ile yaklaşmak yerine, önce insanın tutum, davranış ve algı biçimlerinin ruhbilimsel çözümlemesine gidilmelidir. Bugünün bireyi dayatmacı ve dönüştürücü tavırlara karşı alıngandır, kırılgandır. Gerek bilinçli gerek bilinçaltı eğilimleri ile bu tür yaklaşımlara tepki koyar. Şiir direnişçidir, dönüştürücüdür, eleştireldir yadsımıyorum. Kaldı ki bu doğrudur ve sanat eserlerinin temel özelliğidir. Ancak şiir, tavırları ile bireyin duygusal dünyasını rencide etme hakkına sahip değildir. İşte bıçak sırtındaki bu iki eşik, doğru tasarımlanmalıdır. Sonuç olarak şunu söylemeliyiz; şiirin işi öğretmek, anlatmak ya da dayatmak değildir; okurun imgelem gizilgücünü ve duyarlılığını söz kalabalığına boğmadan harekete geçirmektir. Böyle bir devinim de ancak şiirsel ve derin anlam dokunuşlarıyla sağlanabilir.  

Sonuç olarak, şiirin insandan uzak durmasının altında yatan nedenleri okurda değil; şairin dünyayı, insanı ve şiiri okuma biçiminde aramak gerekir. Çünkü dünyaya bir sanatçı gözüyle bakabilen şairin şiiri; anlam, ses ve anlatımı ile öyle bir sinerji yaratır ki okurun duygularını ezdiği gibi okuru daha sıra dışı zihni etkinliğe yöneltir ve dizeler belleğine bir kene gibi yapışır.  Narlıdere/İZMİR

 

ŞİİRDE ANLAMSAL DEVİNİM

 Gelecekteki bilgi, algı, olay ve olgular; bugün yayımlanmış bir şiirin anlamını, diğer bir söylemle imge gücünü ve imgenin zamana bağlı ürettiği imgelem olanaklarını zenginleştirir. Bu durum, çağdaş sanat anlayışındaki hareket (devinimle) olgusuyla açıklanabilir.

“Şiirde anlamsal devinim” konusuna girmeden önce, çağdaş sanat anlayışındaki “hareket olgusu” nedir onu biraz olsun açmalıyız. Bu anlaşılmadan, şiirdeki anlamsal devinimle anlatmak istediğimiz amacı kavramak güçleşir.

Çağdaş sanatı diğer sanat dönemlerinden ayıran en önemli özellik, sanat yapıtının gerçek ve duyusal dünyasının devingen olduğunun anlaşılmasıdır. Eser/şiir yayımlanıp okurla iletişime girmesinden sonra, şiirin anlam ve iletilerinin insan algı, anlama ve görme yetisine göre biçimlenebiliyor olduğunun kavranabilmesidir. Çağdaş sanat, duygu ve aklın bütün olanaklarını kullandığı sıra dışı yaratılar dünyasıdır. Sanatı insanın ve insan aklının yaptığını, sanat düzlemine çekilebilecek olguların da zekâ ve akıl ile yapıldığını düşünmeliyiz. Çünkü çağdaş sanat, verilerini sadece yaşamdan ve yaşamsal olgulardan almaz; düşünülebilen, düşlenebilen, kurgulanabilen gerçeklik ve dış gerçeklikten alır.  Somut, soyut, sanal, sayısal, gerçek, gerçek ötesi bilgi ile aklın ve zekânın sınırsız gücü ile şekil alır. Yani sanat yaratıcı akıl işidir; duygu ile tetiklenen aklın sonucudur. Bir anlamda zekânın evrimsel gelişimine göre şekillenir. Bu nedenle sanatın veya şiirin evrimi, akıl ve zekânın evrimiyle eş zamanlıdır. Kısaca söylemek gerekirse sanat eserinin, anlamsal, coşumsal ve estetik değeri geleceğin bilgi birikimi, kültür varlıkları ve insanın algı biçimine göre devinim halindedir. 

Değişimin değişmezliği mutlak bir gerçekliktir; çoğunlukla gözlenebilir ve zamanla ilgili bir süreçtir. Bizi ilgilendiren kısmı, yayımlanmış bir sanat eseri zamanla anlamsal değişime ve dönüşüme uğrar mı? Yazılmış bir şiir, anlam, çağrışım, estetik ve coşum olarak çağın algı ve anlama değerlerine göre kendini sürekli yeniden üretir dersek bunun altını doldurabilir miyiz? Değişim sözcüğüyle anlatmak istediğim durum, şiirin anlamsal etkinliğinin bilgi, algı, görme ve yorumlama sonucu anlamsal ufkunun genişlemesidir. Değişmeyen tek şey ise şiirin ilk ses ve söz varlığıdır. Aslında yazılmış bir şiirdeki değişim, önemli değil gibi gelse de şiir yazarken, değerlendirirken ve eleştiride oldukça önemli bir ölçüt olduğunu düşünüyorum. Neden? Yayımlanmış bir şiir, anlam, çağrışım, estetik ve coşum olarak çağın algı ve anlama değerlerine göre kendini sürekli yeniden üretir. Zamana bağlı olarak eserin anlamsal ufkunun genişlediğini söyleyebiliriz. Çağdaş şiirin en önemli özelliği, insanın algısal ve duyusal dünyasının devingen olduğu gibi, şiirin gerçek ve duyusal dünyasının da devingen oluşudur. Diğer bir söylemle şiirin, okurun ufkunun genişliğine ve bilincinin genişlemesine uyum sağlayacak devinime sahip olmasıdır.  Çünkü şiir, söz ve ses varlığı olarak durağan gibi olsa da sürekli anlam ve diğer katmanlarıyla yeni ileti ve değerler yaymayı sürdürür. Algı dünyamız evrimsel olarak geliştikçe, yeni değerler ürettikçe, geçmişte yazılmış bir şiirin anlam, anlatım ve diğer katmanlarında kayma ve üreme meydana gelir. Bir anlamda şiirin anlamı mayalanır, yıllanır; yeni bilgilerle zenginleşir. İşte asıl kavramamız gereken önemli nokta tam da burasıdır.

Aragon diyor ki, “Sanat eserlerinin, yaratıldıkları yer ve zamanlardaki yankılarıyla sınırlı kalmayacak, ilerleyen zamanla birlikte gerçeğin, yaşam gerçeğinin sanat eserine yeni ve güçlü bir yorum kazandıracak, sanat eserinin ufkunu genişletecektir.” (Mehmet H. Doğan’ın “Uzun Sürmüş bir Günün Akşamı” isimli denemesinden Mehmet Fuat’ın Eleştiri Yazıları kitabı)

Prof. Dr. İ Tunalı, “Dün belirli bir ufuk için verilmiş olan değer yargısı, bugün yeni bir ufuk içinde yeni bir değer yargısına dönüşecektir.” der. (İ.Tunalı, Estetik) Bu iki değerli düşünürün söylediklerini de elimizde var kabul ederek bunun ne demek olduğunu açmaya çalışalım.  

Şiirin kalıcılığı, büyüklüğü, gelecek ve duygu şekillendiriciliği ile kalıcı bir esere dönüşme ölçütleri burada kendini gösterir. Yani bir şiiri yazarken; evrensel değerler, insanın varoluş sürecine özdeş ve insanın asıl amacına ilişkin gelişime bağlı değişimler göz önüne alınmalı, buna göre sanat eserine veya şiire giydirilmelidir. İnsan bilinç ve mantığının ürettiği, duygunun olumlu gücü ile zihnin yönlendirdiği ve yansıttığı evrensel olguların işlenmesi, şiirin evrimsel gelişime ayak uydurma yeteneğini daha da artıracaktır. Şairin, anlamı şekillendirme ve gelecek olgularını sezme yeteneği burada kendini gösterir. Biliyorum, kalıcı ve geleceğe dönük eser üretmek çok zor, farklı bir algı yetisi, ileri seviyede sezgi ve imgelem gücü gerektiren bir durumdur. Ancak şair olmanın ve sanatçı olarak anılmanın bedeli, her bireyin yapamadığını, göremediğini, yaratamadığını, sezinleyemediğini yakalamaktır.

Şair, iletilerini geleceği de dikkate alarak kurguladığı zaman, şiirin imge dünyası geleceği sezdiricidir ve uyarıcıdır. Bu durumda şiirin zaman yolculuğundaki kalıcılığı, anlamının değer kazanması ve imgelem gücünün daha yetkin/etkin hale dönüşmesi demektir. Bu özellik, şair ve eleştirmen açısından üzerinde durulması gereken önemli bir konudur. Şiirin zaman yolculuğunda anlam, bilginin dönüşümüne bağımlıdır ve kendini zenginleştirme gizilgücü vardır. Okurun zamana göre değişen algısı, gelişen olayların gerçekliği görünür kılması, yeni gerçeklikler üretilerek anlamın değer kazanması, bilgi birikiminin zihni daha etkin düşündürme gücü gibi konular okurun ulaşabileceği anlamın durağan olmadığına ilişkin verilebilecek gerekçelerdir. Ayrıca bunlara ilave olarak, aynı gelişmişlik ve birikime sahip eleştirmenler, zamanla şiire sığınmış sır perdesini kaldırarak şiirin ileti gücü ve anlam derinliğine yeni boyutlar kazandırır ve anlam genişlemesini sağlarlar.

İşte şairler ve eleştirmenler, şiiri yazarken ve çözümlerken küçük gibi görünen bu önemli ayrıntıyı dikkate almak zorundalardır. Tarihte yaşayan, bugün adını bildiğimiz ve hâlâ şiirlerini hayranlıkla okuduğumuz ozanlar, bu özelliklerinden dolayı ölmezler. Çünkü şiirlerinin öz ve içeriğindeki anlamsal devingenlik, yarattığı imgelerin gelecekle ve gelecekteki insan algısıyla kurduğu ilişkide saklıdır. Ocak 2018, Narlıdere

  

 

ŞİİRSEL ANLATIM

 

Günlük dilin yazınsallaşması, doğal dili aşması, iletinin bağlamından koparak öteye yönelmesi gibi anlatım özellikleri, metinde estetik değeri ve şiirselliği doğurur. Şiirsel anlatım, okurun söz bilgisini ve söz kullanım olanaklarını güçlendirerek ilk yumuşak yumruğu vurur. Okur kendini aşan bir dilin içinde kaybolur ve şiirle ruhsal bir bütünleşemeye yönelir. Biz biliyoruz ki şiir, okuru sarsıntıya uğratacak bir anlatım, ses, aynı zamanda duyularını harekete geçirici bir anlam üzerine kurulabilir. Şiirsel dilde neyi söylediğiniz öncelikli değildir; neyi söylediğiniz göz ardı edilecek bir durum olmamakla birlikte nasıl söylediğiniz öndedir. Duygulanım için farkındalığı, etkiyi ve ivmeyi yaratacak olan, anlamın söyleniş biçimidir. Şiirsel dilde neyi söylediğimiz etkin değilse, nasıl söylediğimiz beklenen etkiyi ve estetik değeri doğuramaz. Bu nedenle neyi nasıl söylediğimiz her zaman birbiri içindedir, bunu eş yüklü ve eş zamanlı bir süreç olarak ele almalıyız.

Şiirsel anlatımın öncelikli amacı, okur duygusunu ele geçirmek olmalıdır. Okuru hayranlığa taşıyan bir nitelik taşımalıdır. Biz biliyoruz ki anlama, olumlu duyguya, bir anlamda sevme duygusuna bağlıdır. Kıvama getirilmiş duygunun yönlendirdiği bilinç, her şeyi almak için hazırdır ve şiir gibi bir etkinlik karşısında savunmasız kalır. Yalnızca şiir değil, bütün olaylar karşısında duygunun önemli bir yeri olduğunu biliyoruz. Şiirin naif ve etkileyici seslenişi ister istemez okuyanı veya dinleyeni kendine bağlayacak, şiirle iletişim istekli bir şekilde sürecektir.  Bununla kalmayıp sözlerin duygu değeri daha yoğun algılanacak ve daha olumlu bir duygu durumu oluşacaktır. İşte şairin öncelikle üzerinde duracağı konu, şiirdeki anlam, anlatım ve ses katmanları ile okurun duygu durumunu hazırlamaktır.

Gündelik yaşamın gelgitleri arasında insanların duygulanım süreçlerini hızlandıran etkenler vardır. Her birey için yapılandırılmaya veya işlenmeye hazır tertemiz duyguların egemen olduğu ayrı bir dünyadır orası. Bu saf ve tertemiz kişisel duygu durumunun, sömürülmeye yatkın ve karşının isteklerine göre şekillendirilmeye açık yumuşak yönleri de vardır. Sanat diye yapılan, duyguları karamsar ve içinden çıkılamaz bir hiçliğe sürükleyen edimlere tanık olduk ve tanık olmayı da sürdüreceğiz. Buna örnek vermeye gerek yoktur; müzikten sinemaya kadar uç örnekleri, hatta rencide edici olanları gözler önündedir. Ancak şiir gibi dil sanatının hedefi; duyguları sömürme, yapılandırma veya onu şekillendirme değildir; şiirin amacı estetik kaygıyı, estetik duyarlılığı, estetik yaşantıyı, estetik yargının gücünü artırmak ve yaşam sevincini var kılmaktır. Sanatsal dünyanın kapılarında insanın “kendine karşı” ellerini güçlendirmektir. Bir başka söylemle, insandaki “yüce değerini” eylem alanında duyulur kılmaya çalışmak ve estetik tavır yaratarak sevme duygusunu güçlendirmektir.

Bir anlamda şiir, insanın duygu ile bilincini aydınlık dünyaya taşımak ve güzelliğin ellerinden tutması için ona oyalı bir mendil uzatmaktır. İşte okurun o oyalı mendili alması ve güzel dünyanın ellerini tutması, anlam, ses ve anlatım gibi fiziksel katmanların olanakları ile reddedilemez ortamın yaratılabilmesine bağlıdır. Bana öyle geliyor ki yazınsal sanatlarda ve özellikle şiir sanatında, reddedilemez ortamın oluşturulmasında en önemli etken anlam üzerine giydirilmiş anlatım katmanıdır. Bunu söylerken yazınsal sanatlarda, konunun, “tem”in veya izleğin önemi yoktur demiyorum; ancak anlamdan sonra başat etkinin, anlatıma yöneldiğini belirtmek istiyorum. Anlatım, anlama yöneldiği gibi anlam da kendi içinde vurucu duruma dönüşüyor.

Kant veya Hartmann’ın tanımladığı “yüce” kavramı ve bu kavramın duygusal değeri, şiirde anlatımın anlamı güçlendirdiği noktada ortaya çıkar diye düşünüyorum. Yüce değeri bir estetik değer olmakla birlikte, anlatımın gücü bizi aşan, yani bizim duygularımızı ezen bir değer olarak görünür. “Duygularımızı ezen” derken, olabilirlik ölçülerinin ötesinde bir görünüşün bizi hayranlığa taşıması anlamında düşünülmelidir. İşte bu olağanüstülük veya olabilirlik ölçülerinin dışında bir anlatımın anlama yönelmesi hem yüce hem de estetik değeri ortaya koyması açısından önemlidir. Bir ozanın şiirde ortaya koyacağı en önemli özelliktir bu durum. Örneğin; (..) Laleli'den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız//Birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun (..)// Cemal Süreya’nın sadece şu iki dizesi, anlatımın anlamı nasıl güçlendirdiği, yüce ve estetik değerin açıkça duyulur kılındığı somut bir örnek olsa gerek.  

Dil, düşünce sisteminin ürünü olmakla birlikte aynı zamanda düşün evrenini de oluşturan, aynı koşullarda her iki yöne genişleyen ve büyüyen geri dönüşümlü bir sistemdir. Şiir dilinin kullanımı, çarpıcı, yaratıcı, şaşırtıcı ve yeni bakış üretimi, doğa bilimleri ile diğer sosyal bilimlerin kavramsal ve kuramsal tasarımları, bunun yanında insan davranış dizgesine egemen olunması ile doğru orantılıdır. Yani şiirsel anlatım, yaşamsal kurguyu ve olguları iyi okumak, fotoğrafı doğru kadraj ile uygun açıdan çekmekle olasıdır. Herkes şiir yazabilir; ancak bugün okunan ve tüketilen şiiri yazar. Gelecekte gündemden düşmeyecek, zihinlere yapışacak ve elden ele okunacak şiirleri yazmak, yaşam döngüsü ve kurulu elzem sistemleri, kuşaklar arası zihinsel evrim özelliklerini, gelecek kuşakların akıl etkinliği ile onların estetik algı biçimini yeterince tanımakla olasıdır.

Dil sanatlarında şiirin ayrı bir özelliği var ve bu özellik şiirin bel kemiğini oluşturur. Öykü, roman, masal gibi metinler, konu ve anlam üzerinden anlatıma yönelir. Şiir ise anlamdan anlatıma giderken diğer taraftan da anlatım üzerinden anlama yönelir. Yani anlatım anlama, anlam da anlatıma olumlu katkı sağlar. Başka bir şekilde söylersek, diğer metinlerde anlamın duygu değeri üzerinden yola çıkılır. Şiirde anlatımın duygu değeri daha belirginleşir ve şiire renkli elbise anlatım sayesinde giydirilir. Şiirin estetik değeri, öncelikle anlatım üzerinden çıkış alır; sonra bütün katmanlara belirli ağırlıkta yaslanır. Güzel söz söyleme sanatı söylemi, güzel anlatım demek değil midir? Sonuç olarak, “Anlatımdan anlama yönelmek, şiire özgü ayırıcı bir özelliktir.” önermesini ileri sürebiliriz. Dil sanatlarında, hangi türü olursa olsun, anlam üzerine oturmadan, bir şiir, bir öykü kısacası bir metin oluşturmak olası değildir. Anlatım, bir anlam üzerine yaslanmak zorundadır.

Şiirsel anlatım, dilin cezbedici, sarsıcı ve en güzel ifade biçimidir. Şairin dili güzelleştiriyor olması, zihin ve düş gücünün tasarımsal yeteneğini sınırsız ve sonsuz anlatım olanaklarıyla açıklıyor olması ne yapay bir dil kurmak ne de dili değiştirmek anlamına gelir. İşte bu nedenle çoğu yerde söylendiğinin tersine, şiir diline yapay dil demek yerine şiir dilinin anlatım gücünden, ortak dili değiştirmek yerine anlam ve anlatımı güzelleştirmekten söz edebiliriz. Çünkü anlatım, şiirde önemli bir bileşendir ve sanatsallığı doğuran temel ögelerden biridir. Kısaca söylemek gerekirse şiirsel anlatım, okurun kendine yönelmesini sağlamak ve estetik değer yaratmak için ortak iletişim dili ile iletişim zincirinin en güzel ve yüce kullanımıdır. Şairin işi zihnimizde ayırdına varamadığımız insan, nesne ve doğa ilişkilerindeki gizemi dil görünümünde görünür kılmaya çalışmak değil midir?

Her şairin hedefi, insanı kavrayan, yeni bir dünya algısına yönelten, sevgi ve özgürlük öneren yeni şiiri yazabilmek olmalıdır. Bir anlamda şair, alışılmamış tasarım, akıcı dil, vurucu anlam ve sarsıcı anlatımla çağdaşlarından daha güzel, etkili ve farklı şiiri yazmak için çaba harcamalıdır. Yeni şiirden kasıt, şiirin öz, içerik, biçim ve biçem olarak farklı ve daha önce denenmemiş özellikler taşımasıdır. Öyle sanıyorum ki, yeni şiir yazabilmek için bunlar yetmez; yeni bir gelecek görüşüne, yeni bir dünya tasarımına gereksinim olduğunu da eklemeliyiz. Biçimi, biçemi ne olursa olsun yeni şiir, şaşırtıcı içerik, geleceği kucaklayan, tasarlanması güç dil kullanımı içeren, okuyan dinleyenin en saplantılı yerine yumruk atan ve zincirleme etki oluşturarak güzellik algısını büyüleyen şiirdir. Şiir bir sanat eseri ise, o şiir gelecek yıllara yaygın bir özyapı taşımalı, duyguları ve aklı ele geçirmelidir. Bunları yapabilmek için anlama giydirilmiş iyi bir anlatım şiir için olmazsa olmazlardan biridir. Eylül 2018, Narlıdere/İZMİR

 

 

ŞİİRDE YARATICILIK

 Benim şiire bakışım biraz sıra dışıdır. Hegel’in en üstün sanat alanının yazın olduğuna ilişkin yorumunun ötesinde, bir yazın biçimi olan şiiri, sanat alanlarının temeli, sanatın yaratıcılık anlamında ilk çıkış noktası olarak görüyorum. Bakmayın şiirin ticari değişim değeri ve meta estetik değeri düşük olduğuna ve sanatsal değer olarak en arka sıralara itilmiş gibi göründüğüne. Dil, düşünce ve duygu üçgeninin oluşturduğu ve bilincin ortaya koyduğu imgelemin toplam sonucudur şiir. Sanatın ve sanatsal yaratıcılığın çıkış noktasıdır, eksenidir.  Bu bağlamda şiir, imgelem sürecini kendi gereci ile nesnelleştirmesi açısından diğer sanat alanlarına göre daha ayrıcalıklıdır. Çünkü şiir, bilinç süreci, onun yarattığı imgelem ve dil üzerinde konumlanır.

Sanatın tözünü kavramadan, anlamadan, sanatta estetik değer ve estetik yargı sürecini içselleştirmeden üretilen her eser, yazılan her şiir, var olanlara fazlaca yaslanır. Çünkü kavramlar arası ilişkilerin sağduyulu çözümleri zihne oturmadan, görme, duyma, sezme ve anlamlandırma, buna bağlı olarak sanatsal yaratıcılık istenen düzeye ulaşamaz.

Şiir ve sanata ilişkin eski bilgilere dayalı kuramsal yaklaşımları tarihten devşirip hayranlıkla bakmak yerine, yeni bilgiler ile dönüşümünü sağlamak daha akılcı bir tavır olur. Şiire yönelik tarihsel bilgiyi yadsımadan iyi bilgi ve bilgi birikiminin gücünü kullanmalıyız. En önemlisi de şiir ve sanatı, insan sevgisinin ve olumlu duygunun güçlendirilmesi için daha uygun bir açıdan bakarak daha çağdaş ve yenilikçi tasarlanması için çalışmalıyız diye düşünüyorum.

Şiir dünyası, buna koşut sanat dünyası, kültür endüstrisi dediğimiz öğütücü dişlerin tehdidi ile karşı karşıyadır. Bununla birlikte sanatçının bilinçsizliğini, kıskançlığını, hırsını ve bencilliğini de aynı kefeye koyarsak durum daha da kötüleşir. Aynı gemide seyir halindeki bizlerin en önemli çabası, içimizdeki güzelliğin insan yüreğine değmesi için, kavgadan çok, söz konusu tehdide karşı üretilecek önlemler silsilesini biraz olsun zihinlere işleyebilmek olmalıdır.

Şiir ve sanat dilinde kavram ve terimler, sanatsal görüş açısından (perspektif) bakıldığında çoğunlukla çok boyutlu anlam yükü taşırlar. Anlam alanları oldukça geniştir ve kaypaktır. Sanatsal yaratıcılık, farklı, sıra dışı, asimetrik düşünmeyi ve anlamlandırmayı gerektirir. Yani doğrusal düşünme biçiminin dışında kişinin yeteneğine bağlı olarak yeni bakış açısı, görme, duyuş ve yeni anlamlar üretme zorunluluğunu doğurur. Zaten sanatın, özellikle şiirin doğrusal düşünme biçimi ve doğrusal bir dil olma özelliğinden uzak olması, konuşma ve bilim diline göre daha alımlı karakter taşıması bir yerde sanatsal yaratıcılık için vazgeçilmez ilk adımdır. 

Şiir dil sanatları içinde gerçekten karmaşık, çok parametreli (ölçütlü), çok boyutlu bir sanat alanıdır. Bir sanat türünün bilgi ve olgunun her çeşidini kullanabilmesi demek, tersinden söylersek somut soyut her olgu ve nesne şiirin gereci ise, şairin sınırsız bir bilgi evrenine, duygu yoğunluğuna, imgelem gücüne ve onu çözümleyecek, açıklayacak zihin gücüne sahip olması gerekir. Başka bir deyişle şiir, dil, ezgi, duygu, akıl, bilinçaltı, bilinç, bilinç üstü, sınırsız düş ve düşün sistemi ile mevcut kültür ve öngörülebilen tüm yaşam kaynaklarını en iyi örgütleyerek kullanabilen sınırsız bir ses, dil ve düşün evrenidir. Şairin polimat (farklı disiplinlerin ilkelerine egemen olan) olmasını gerekli kılar. Her tür sanat edimi ve sanatsal yaratıcılık, sosyal, bilimsel, duyumsal ve teknolojik bilgi altyapısını gerekli kılar. Yani üç temel bilim ve uzantıları ile sosyal ve insan bilimlerinin kuram ve disiplinlerine egemen olmak yaratıcılığın temel çıkış noktasıdır.  Kavramlar arası anlamsal ve hiyerarşik örgütlenmeyi başarmış, yaşam ve insan ilişkilerini ruhsal ve nesnel olarak çözümlemiş her şair, şiirsel yaratıcılık yetisine sahip olmaya daha yakındır.           

Kısaca söylemek gerekirse, sanatı ve şiiri sanatçının imgelem gücü ve zenginliği yaratır; imgelem gücü ve zenginliği, duyusal ve düşünsel sürecin bilgi bütünlüğü ile olasıdır. Yani imgelemi doğuran kaynak, duyusal, duygusal, sosyal ve bilimsel işlenebilir bilgidir. Bilgi olmadan, bilgi işlenebilir hale dönüşmeden, anlamlandırma, sezme, görme ve yaratıcılık olasılığı hemen hemen yoktur. Düşlem sınırları zayıftır, bununla birlikte sanatta yaratıcılık ve sıra dışılık sadece renkli bir düş olarak kalır.

       Şiir, dil, düşünce ve sanatsal yaratıcılık ekseninde bir sanat alanıdır. Şiir bir sanattır; sanatsal tüm değerleri içinde barındırır, sanatsal yaratıcılığın anasıdır ve sanata ilişkin tüm olanakları kullanır. İnsandan sanatsal yaklaşım, düşsellik, düşünsellik ve içsellik bekler. Şiir bir bilimdir; diğer özellikleri yanında şiir dili, düşünceyle bağı ve derin yapısı bütünlüklü bir bilgi yumağıdır, bilgi disiplinidir, bilimsel ve duyusal bilgi bütünlüğünün akıl tasarımı altında kapsamlı örgütlenmiş durumudur. Ve şiir sanatının ilgi alanı, görünür dünya ile görünmez dünyanın insan algısında anlam bulduğu ve estetik yaşantının doğduğu yerdir.

Düşüncenin ve düş gücünün sınırı yoktur; bununla birlikte dilin sınırı ve iskeleti yoktur.  Şiirsel dil ise en omurgasız dildir. Bir anlamda şiir dilinin anlamsal genişliği, düşünce ve düş gücünün ulaşabildiği ufka bağımlıdır. Dolayısıyla şiir, duygu, dil ve düşüncenin özdeşliğinden beslenir ve sınırları tanımlanamayan dilsel/düşsel bir alanın içinde var olur. Şiir sanatını sanatsal yaratıcılığın ekseninde konumlandırmamın en görünür delili, dil ve düşüncenin özdeşliği, sınırsızlığı ile yaşam ve bilinç arasındaki çok parametreli ilişkidir. Keşif bekleyen o kadar büyük sanatsal ve şiirsel bir evren var ki, bugün bizler belki bunu okuyamıyoruz ve göremiyoruz. Henüz bilincine varamadığımız, kavrayamadığımız sayısız şiirsel ve sanatsal model ve eğilim, bizden keşif beklemektedir. İnsanlık olarak, bağnaz algı ve yargı modellerinden kurtulup, şiir ve sanata çoklu ve sınırsız modeller açıdan bakılabilmesi gerçeği üzerinde çaba harcamalıyız.

       Şiir, şairin imgelem dünyasının imgelere dönüştürülmesidir. Tersinden söylersek, dil ve düşüncenin özdeşliğinden imgelemin imgeye dönüştürülmesi dilsel bir tasarımdır. Düş ve düşüncede anlam kazanmış imgelemin dil ile nesnelleştirilmesi bir bakıma dil mühendisliğidir. İmgelemin imgeye dönüşme sürecinin dille gerçeklik kazanması demek, düşüncenin asıl anlatım biçimi olan özgün yöntemi kullanıyor olması demektir. Bütün sanat eserlerinin yaratım süreci işte bu eksende görünür ve daha sonra sanat türünün diline uyarlanır. Yani ışık, renk, çizgi, ses ve devinime dönüştürülür. Bu yüzden şiir sanatı diğer sanatlara göre daha ayrıcalıklıdır. Düşüncenin doğal anlatım biçimiyle gelişir.

       Şiir dili olanaklarından olan bağdaştırma, sapma, değinmece, değişmece ve aktarma gibi bütün dil ve söz sanatı teknikleri, aynı zamanda şairin imgelemine geri bildirim sağlar. Söz ve söz bağlamlarının anlamsal genişliği, iki veya daha fazla söz kaynaşmasının çağrışımı, şaire yeni ve farkındalıklı anlamlandırma yolunu açar. Dolayısıyla şiire özgü bu teknikler, şaire sıra dışı düşünme, görme ve düşlem yetisi kazandırma olanağına sahiptir.  İşte bu durum şairi, yaşam, nesne ve olguları farkındalıklı ve daha ayrıntılı anlamlandırmaya yöneltir. Aynı zamanda daha çarpıcı ve algıyı sendeletici anlatım biçimlerinin doğmasına neden olur. Bir diğer konu daha vardır; şiirde anlam, örtüktür, esnektir ve yönü kaypaktır; bu özellikler yeni düşlem alanlarına yolculuğun yatağıdır.  İnsan, yaşam ve nesne ile ilişkisinde mantıksal ve doğrusal düşünme biçimlerini kırabilir demektir.  Sanatsal ve şiirsel yaratıcılık olgusu, bu süreç ve bu eksen üzerinde varlığa bürünür. Şubat 2018, Narlıdere/İZMİR


ŞAİR VE ŞİİR

 Şair; kültür varlıklarını, değer yargılarını ve toplumsal beğeni kültürünü iyi çözümleyebilmesi durumunda, aynı dili konuşan insanlar arası bellekte şiirleriyle önemli bir yere tutunur. Şairin bu yaklaşımı ve şiirleri, okur anlağında değer kazandıkça şiirlerindeki iletiler diğer dillere yayılmaya başlar. Şiirin büyümesi, genişlemesi, evrensel değerlere yaklaşabilmesi sanatçının yaşamda farkındalık yaratan tutumuna, şiirindeki ses, anlam ve anlatım güzelliğine bağlıdır, diyebiliriz. Büyük şiirin yazılabilmesi, şairin yenidünyayı okuma biçimi, estetik algı ve estetik değer yargısı ile yakından ilgilidir. Büyük şiir ve büyük şair ideal olanıdır. Oysa bugün geldiğimiz dünyanın sanat algısı ve beklentisi, şiir ve şair duruşu biraz daha endişe verici olarak gelişmektedir. Özellikle post modern sanat anlayışının getirdiği yaklaşım, pek çok değeri yadsımakta ve hemen şimdi şu anda sanat üretmek gibi yüzeysel bir kabulü ortaya koymaktadır. Bu yöntem performans (izleyici önünde yapılan) ve kavramsal sanatlar için yeni bir yaklaşım biçimi olabilir. Oysa şiir ve roman gibi eserlerin biçiminden estetik katman[15]ına kadar her alanında, düşünsel ve duyusal yeni bir dünya yaratılmasını gerekli kılar.  Bu yüzden dil sanatları, kendine özgü bir ayrıcalığı sahiptir.     

Ülkemizde modern sanat dönemindeki şiirsel yönelim ve gelişim, yani divan şiirinden çağdaş şiire kadar olan süreç, aslında iyi irdelenmesi gereken bir zaman dilimidir. Post modern sanat anlayışının bilgi ve nesnel bilime köklü bakış getirmesi, zaman, yer, yansıtma ve seçkincilik gibi üst kavramları yadsıması gerçeği ile karşı karşıyayız. Postmodernizmin yadsıma aşamasına geldiği bu ve buna benzer pek çok konunun, bahsettiğimiz modern sanat zaman diliminde bile henüz ülkemiz şairlerince içselleştirilmiş, yani anlaklara oturmuş bir tasarım olmadığını söyleyebiliriz. Bu gerçekliği, duyabilen, okuyabilen ve anlamlandırabilen şair ve düşünürler olmuştur; ancak bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar azdır ve yazdıkları, söyledikleri kitaplarda kaldığını günümüz şiir ve şiir yazılarından anlayabiliyoruz. Kapitalist dönüşüm süreci ve onun çıktısı Marksizm ve Liberalizm karşıtlığının yarattığı arızalı durum, şiirin ve sanatın felsefi boyutuna değil; biçimlendirme ve taraftar toplamayı en kısa yoldan gerçekleştirebileceği pratik çözümlere yöneltmiştir. Bunun sonucunda Türk şairi, kendinin olmayan estetik değerleri, şiirsel kuramları, duygu ve duyarlılık havasını batı düşünürlerini izleyerek tanımlayabileceğini, açıklayabileceğini varsaymıştır. Şiir ve sanatın, yaşam, dünya, insan, gerçeklik, üst gerçeklik algısı ile insanın duyumsal niteliklerinin örtüşmesinin bir ürünü olduğu gerçeğini göz ardı etmiştir. Başka bir söylemle, Türk şairi düşünme, araştırma, inceleme ve kuram geliştirme işini bir başkasının ellerine bırakarak sanat/şiirde kültürel duyarlılık farkını önemsememiştir. Şiirin anatomisi ile uğraşmak yerine, şiirde bireyselliği ve eğilimleri kızıştıran magazinsel tutumla daha fazla zaman geçirmiştir.

Biliyoruz ki Türk şiiri, Cumhuriyetten hemen önce modern şiir anlayışına kucak açmaya başlamıştır ve üzerinden kabaca bir buçuk asır geçmiştir. Ne var ki bir buçuk asırlık süre az zaman değildir. İnsan beyninin evrimsel gelişimi geçmişe oranla çok daha hızlıdır. Estetik algı ve değerler dizisinin dayandığı temeller her yeni gün değişime ve dönüşüme uğruyor. Geçmişten bugüne kadarki şiir serüveninde elimizden gelen en verimli iş, tespit ve aktarım olmuştur. Sanırım bu yaklaşım, şiiri ün sahibi olma gereci, eğlence ve söz söyleme ustalığı gibi basit bir eylem görme anlayışından kaynaklanıyor. Oysa şiir, kültür birikimi ve yaşamsal bileşkelerin bel kemiğini oluşturan değerler dizgesidir. Harmonik bir bütünlüğün görünüşe taşınmasıdır.

Şiir sanatını anlamak, onu çözümlemek, gerçek anlamda eleştiri ve eleştirinin eleştirisini geliştirmek, sadece dil ve yazın bilgisi veya deneyimiyle olacak şey değildir. Çünkü şiir sanatı, karmaşık ve çok katmanlı bir yazın biçimidir. Nesne, yaşam, bilgi, duygu ve insan ilişkilerine ait sentezin toplam sonucudur. İşte bu senteze ulaşıp güçlü imgelem yetisine sahip olmak, bilgi, bilimsel donanım, farklı görme ve duyma gerektirir. Şiir sanatına gönül verenler olarak şu soruyu kendimize sormalıyız. Şiir yazınımızda bugüne kadar, “imgelem, anlam, söz, imge ve tekrar okurdaki algı ile imgelem süreci”ni inceleyen, açıklayan ve ortaya koyan kaç tane metin okuduk?

Şiir ve sanat üzerine sayısız düşün üretmiş ve yayın yapmış şairler, söylediğim konuya şiddetle karşı duracaklardır. Ancak yukarıda ileri sürdüğüm tespitin doğruluğunu kanıtlayacak pek çok delil gösterebilirim. Türk şiirinin sanat bilimi açısından incelendiğini, birkaç parça bölük metin dışında ben yazınımızda görmedim. Aynı şekilde dört başı mamur nesnel şiir eleştirisi ve eleştirinin eleştirisini de görmedim. Bu söylediğim konulara ilişkin uygulamalar, atışma, yerme, küçümseme veya dil bilgisinin kıyısından köşesinden eksik bilgilerle bir şeyler yazıp çizme biçiminde gelişmiştir ve öyle sürmektedir. Dostlar şiirin şiir ve şiirin sanat eseri olabilmesi, şairin imgelem yetisi ve onu dille teknik olarak nesnelleştirebilmesine bağlıdır. Diğer bir deyişle, biçimlendirilmemiş bilinç ve sağduyu ile bilginin yorumuna, insan ve evren arasındaki yaşamsal ilişkinin sözle görünüşe taşınabilmesine bağlıdır. Sözünü ettiğim imgelem yetisi ve zenginliği, fen, sosyal ve insan bilimlerinin ortak sentezinden doğar ve sevme duygusuyla örgütlenerek estetik değer üretme yeteneği kazanır. Birilerinin sizin üzerinizde kurguladığı yaşam, algı ve inanç biçimleriyle değil!

Bunlardan ayrı daha büyük bir okyanus vardır ki, o da sanat ve şiir bilgisidir. Sanat ve şiir, sadece yazın ve dil bilimi gibi disiplinlerle anlaşılacak, açığa kavuşturulabilecek bir konu değildir. Fen bilimlerinden insan bilimlerine kadar pek çok disiplinin ortak değeri gözünden konuyu ele almayı gerekli kılar. Aynı zamanda şiirsel süreç, şair ve okur imgeleminde yarattığı etki açısından ele almayı ve eleştiriyi bu düzlemde oluşturmayı gerektirir. 

Şairin imgelem sürecinden şiiri yaratışına, şiirin okurda yaratmak istediği erekten iletilerinin gelecekteki devinimine, şiirin ürettiği estetik değerden okurda yarattığı estetik kaygıya kadar toplam şiirsel süreci içeren, aynı zamanda bu sürecin eleştiri yöntemini ortaya koyan bilimsel veriler ile araştırma ve inceleme yapmak gerektiğine inananlardanım. Çağımız insanının algısı, estetik yargısı ve sanatsal bilgisi; evrimsel bir sürece uyum sağlar. Şiir gibi insan da sürekli bir dönüşüm yaşar; ancak insanın dönüşümü sanat ve şiir bilgisinden çok daha hızlıdır. Nesne, olgu ve olaylar ile yaşam arasındaki ilişkinin şiire dönüştürülebilmesi ve okur gözünde beğeni kazanabilmesi için şiire daha yenilikçi gözle bakmak durumundayız. Yeni sanatsal kuramlar ve okur estetik kaygısını harekete geçiren estetik değerler üretmek zorundayız. Aksi takdirde şiir okurdan uzak durur, daha kötüsü şairinden uzaklaşır. 

Şiir sıradan bir söz yumağı değildir. Şiirin bir dizesi bile sınırları belirsiz iki dünyanın (gerçek ötesi ve nesnel dünya) elekten geçirilmiş özetidir. İnsanın duyma, görme ve duyumsama eylemlerini en kolay söze dönüştürebilen bir sanat dalıdır şiir. O nedenle sokak arası söylemler bir kenara bırakılıp, şiir sanatı sanat bilimi ve ilgili disiplinler ile ele alınmalıdır. İşte o zaman dili aşan, algıyı sendeleten, duyguyu ezen yeni şiiri, çağın şiirini yazabiliriz.  Aralık 2018, Narlıdere/İZMİR


TÜRK ŞİİRİNİN TEMEL SORUNU

 Sorun, sorun olarak tespit edilmiş ve sorun çözülemiyorsa o işin sorumluları sorunlu demektir. Çünkü çözülemeyecek sorun yoktur; yeter ki sorunun sorumluları sorunsuz olsunlar. 

 Türk şiirinin sorunları deyince genellikle tartışıldığı gibi, şiir eleştirisinin olmadığı, şiirin okunmadığı, şiire yeterli saygın davranılmadığı, ödül sisteminin saygın olmadığı, basım evlerinin tutumu veya şiir bilgisi olmadan şiir yazıldığı gibi kalıplaşmış konulara değinmeyeceğim.

 Bunun yanında şairlerimizin dergilerde, etkinliklerde veya şurada burada şiir öldü bitti, şair anlamını yitirdi, dil elden gitti gibi yakınmalarına benzer bir konuya da yer vermeyeceğim. Madem şiirin sorunlarını konuşacağız, konunun biraz kökenine inmek gerektiğini düşünüyorum. Temel, uygun bir zemin üzerine oturtulmadan üzerine kuracağınız hiçbir yapı sağlıklı olmaz. Sorunların çıkış noktasını düzeltmeden, konuya getireceğiniz tüm çözüm önerileri küçük düzeltmeler olur.

Türk şiirinin önemli sorunları vardır. Hem de bunlar temel ve büyük sorunlar. Çözümü oldukça zor ve anlayış değişikliği gerektiren sorunlar. Bunların çözümü; araştırma, ayrıştırma, okuma, bilimlerin gözünden inceleme, ayrıksı bakış ve ayrıksı yorum isteyen zorlu bir yolculuktur.

Biliyorsunuz, günümüzde şiirin sorunları genelde dilsel konularda yoğunlaşır. Daha doğrusu bizler bunu böyle görürüz ve böyle biliriz. Bağdaştırma, sapma, eğretileme, imge, sözcük, dize, anlatım gibi dilsel teknikler üzerinde daha fazla tartışma yapılır veya konuşulur. Oysa şiir sadece bir dil konusu değildir; şiir bir sanat alanıdır. Hem de bütün sanat alanlarından daha fazla düşünceye, bilime, felsefeye, sosyolojiye, psikolojiye ve estetik bilimine gereksinim duyan bir sanat alanı. Müzik, resim, sinema ve tiyatro gibi alanların temelinde var olan bir sanat alanı. Düşünce ve dilin özdeşliğinden yaratıcılığın kapısını açan bir dünya. Dergilere, denemelere ve kitaplaştırılmış şiir yazılarına baktığımızda şunu görüyoruz: Şiirde her şey dili iyi kullanmakla çözülecekmiş gibi tüm şairlerde bir algı vardır. Yani şairlerin büyük bir kısmı, şiire sadece dil sorunu açısından bakar. Dil şiirin bir anlamda gerecidir.

Şiirin sorunlarına sadece dilsel bağlamda bakmak, buz dağının dışarıda kalan kısmıyla uğraşmaktır. Suyun altında kalan kısmını göz ardı etmek, yani büyük kısmı yok saymaktır. Örneğin resim sanatının malzemesi ışık ve çizgi olmasına karşın resim sanatına ilişkin yazılarda bunların üzerinde pek durulmaz. Öyleyse şiir konu olunca neden sadece dilsel konulara saplanıp kalıyoruz? Dil, şiir için önemli bir bileşendir; ancak şiir sadece dil değildir. Tabii ki dilin ayrıntılı ve ustaca kullanımı önemlidir. De da’yı ayırmayı, bağdaştırma, sapma yapmayı, imge oluşturmayı ve okurda imgelem oluşturacak ayrıntıları bilecektir; dilin tekniğini bilmek temel gerekliliktir.  

Şiirin temel sorunu sadece dil değildir; şiirin temel sorunu, şiire bir sanat alanı mantığıyla yaklaşmıyor olmamızdır. Bir anlamda şiirin sorunlarını şairin kendisinde aramak gerekmektedir. Şiire bir sanat eseri mantığıyla yaklaşırsak ne olur? İlk akla gelen soru, sanat felsefesi ve sanat bilimi olmak zorundadır. Kaçımız şiire sanat felsefesi ya da sanat bilimi açısından bakıyoruz ya da inceliyoruz. Biliyorsunuz sanat bilimi; sanat felsefesi, sanat toplumbilim, ruhbilim ve estetik biliminden oluşan ve diğer tüm bilimlerle beslenen kocaman bir bilgi dünyasıdır?

İşte sanat biliminden yola çıkmadığımız için, gelmiş geçmiş şairlerin yaptıkları, yazdıkları eserler üzerinden hareket ediyoruz. Büyük şairlerin şiirleri elbette önemlidir; deneyimdir, referanstır ve üzerinde çalışılması gereken değerli eserlerdir. Tevfik Fikret, Nazım Hikmet, Orhan Veli, Oktay Rıfat, Melih Cevdet Anday, Edip Cansever, Cemal Süraya, Behçet Necatigil gibi daha adını sayamadığım diğer şairler bizim için çok önemlidir. Bunlar şiir dünyasının kazanımıdır; var olandır. Şiirin ruhunu anlamak için önemli veriler de kazandırırlar.

Ancak sadece eserler üzerinden yola çıkmak, şairlerden yola çıkmak, bunların incelenmesiyle yetinmek, dil açısından irdelemek, şiirde yenilik ve gelişim için yeterli donanımı bize sağlamazlar. Ayrıca var olanlardan yola çıkmak sanatta bana göre şairi öykünmeye götürür. Benzeme güdüsünü yüceltir. Taklit etmeye yöneltir. Söylemek istediğim şudur: Deneyimlerden yola çıkmak elbette çok şey kazandırır ama gelişime, dönüşüme ve yeniliğe yeterince yardımcı olamazlar. Daha doğrusu biriciklik ve özgünlük kuralına uyum için yeterince donanım sunamazlar. 

Şiirde gelişim, dönüşüm ve yenilik istiyorsak- ki bu şiirde temel amaçtır- iğne ve çuvaldızı elimize almalıyız, iğneyi okura, çuvaldızı kendimize batırmalıyız. Yani kendimizi acımasızca eleştirmek ve sorgulamak zorundayız. Birkaç tane şiir kitabım var, ama estetik biliminin temel ilkelerinde bihaberim, bu iş, nasıl bir iş diye kendimize sormalıyız. Estetik bilimi şiirin/sanatın ruhudur, en temel bileşenidir. Bilim insanları tarihin başlangıcından beri üzerinde çalıştığı bütünlüklü bir konudur.

Hemen bir saplama yapalım; şiirde pek çok konu, gereksiz gibi görülür. Yani efendim bunu bilsem ne olur bilmesem ne olur gibi küçümsenir. Örneğin “Şiir doğal yetenektir, şiir akılla yazılmaz, şiir öğrenilmez, şiirin kursu/eğitimi olmaz, şiir yazmak için psikolojiye, felsefeye, matematiğe, tarihe gerek yok, ben içimden geldiği gibi duygularımla şiir yazarım.” benzeri söylemler dolaşır ortalarda.

İşin doğrusunu söylemek gerekirse, şiirde gereksiz görülen pek çok şey, en gerekli ayrıntılardır; çünkü sanatsal değer ayrıntılarda gizlidir. Şiir sanatı, çok fazla ayrıntı ve kapsamlı bilgi gerektiren bir alandır. Bizler, sadece neyi bilmediğini bilmiyor olan şiir yolcuları gibiyiz. Maksadım eleştirmek değil; bir şeyleri göz önüne getirebilmek ve bu sorunların üzerine yoğunlaşmanın önünü açabilmektir.

Şiire bir sanat alanı mantığıyla yaklaşırsak ne olur? Her şeyden önce karşımıza bütün sanat alanlarının temel bileşeni estetik bilimi dikilir. Sonra insan   bilimlerinden olan sosyoloji, psikoloji ve felsefe temel uğraşı alanımız olur. O zaman, şiir sözcükle yazılır, şiir duyguyla yazılır, şiirde anlam aranmaz, şiir yaşanır yazılır, şiir akıl dışıdır, şiirin ölçütü olmaz, şiirde duygular anlatılır gibi altı dolduramayacak tartışmaların yüzeysel söylem olduğu ortaya çıkar.

Şiirde propaganda dili, irşat dili[16] kullanmak yerine sanat diline yöneliriz. Popülist şiircikler yazmaktan kurtulmak için bir adım daha atmış oluruz. Çünkü; sanat bilimi şiirin insanla nasıl bir sanatsal ilişki kurulabileceğini açıkça göstermektedir. Propaganda ve irşat diliyle sanat dilini birbirinden ayıran somut verileri önümüze koymaktadır. Dilin-düşüncenin-aklın-sanatın-bilimin birbirleriyle nasıl bir ilişki içinde olduğunu net olarak söylemektedir.    

Bu şekilde yola çıktığımızda, şiire ve şaire ödül, övgü ve yergi biraz olsun anlam kazanır. “Körler sağırlar birbirini ağırlar.” mantığından kurtulmak için bir basamak olur. Bunun yanında, okur odaklı, eser odaklı, şair odaklı veya izlenimci eleştiri mantığını bir kenara atıp öz ve içeriği sanat değeri oluşturan ögelerde aramaya yöneltir. Kısacası, insan manzarasıyla uyuşmayan yakıştırmaları bir kenara buruşturup atarız. En azından hiçbir şey söylemeyen, sanat değeri olmayan, duygu değeri taşımayan, öykünen ve alışılagelmişi bağıran şiir yazmaya paydos diyebiliriz. Artık çağdaş sanat anlayışı, doğayı veya nesneyi birebir tuvale yansıtmayı, öykünerek rastgele sözlerle dize kurmayı sanat kabul etmemektedir.

Şiir yazılarının çoğunluğu, hem de büyük bir çoğunluğu dedikodu ve şikayetler kalabalığıdır. Dahası yüzeysel söylemlerdir. Şairler sanat biliminden yola çıkarlarsa, birbirini şikâyet edecek, dedikodu yapacak ve magazine yönelecek zaman bulamazlar; çünkü şiir evreni çok büyüktür.

 

Şikâyetim var şikâyetten

Şikâyetim var suçlanmaktan

Ve şikâyetim var dönüp kendime

Ne kadarsın diye soramamaktan. Y.Ö.

 

      Maksadım şikâyet değildir; biz buyuz diyebilmektir. Bilinenler zaten biliniyor. Var olanlar zaten var. Verili olanlar zaten sürekli yineleniyor. Bu sorun aşılıp geleceğe bakmadan, Türk şiiri, ilgili bilim alanlarıyla ve güncel bilgilerle ele alınmadan, şiire yeni bir bakış getirmenin, şiirde yenilik yaratmanın ve gelişim sağlamanın olası olmayacağını söylemektir.

Sonuç olarak, Türk şiirine bir sanat alanı mantığı ile yaklaşılmadan, şiir sanatının her ögesi ilgili bilimsel disiplinlerin iş birliği ile geliştirilmeden ne büyük şiir yazılabilir ne de şiire yenilik getirilebilir.

       Sorunlar belliyse ve giderilemiyorsa sorunlu olan bizleriz demektir. Özet; “Türk şiirinin temel sorunu Türk şairin kendisidir.” 07 Eylül 2019, Karşıyaka Belediyesi Şiir Atölyesi

 

 GENÇ ŞAİRE MEKTUP

 Evren, yaşam ve insan arasındaki ilişkinin ruhunu çözmüş kişiler, yaşam ile kültürel değerlerden damıtılmış bilgileri genç kuşaklara aktarma çabasındadırlar. Bu, genetik ve yaşamsal olguların bir sonucudur. Bizler de benzer çabayı sürdüren, insanlığı ileriye götürmeye çalışan, ne var ki yavaş yavaş işlevlerini yitiren sıkıntılı bir kuşağız. Bizi; savaş, cehalet ve baskıların linç ettiği sorunlu bir kuşak yetiştirmiştir; rol modelimiz onlar olmuşlardır. Savaşı, şiddeti ve baskıyı gereklilik gören tutucu çoğunluk, bugün de varlığını sürdürmektedir toplumuzda. Birey olma bilincine erişmemiş ve şiddeti normal gören insanların yarattığı sorunlar, içimizi acıtmıştır ve acıtmayı da sürdürecektir. Kafanızı kaldırıp baktığınızda, yanı başınızda bunların kopyalarını çok sık göreceksiniz ve içiniz közlenecek. Bu yüzden, bizler isteriz ki sizlerin aydınlık dünyayı kurmanız için; bakışınız insancıl, donanımınız güçlü, bilinciniz saydam ve yüreğiniz sevgi dolu olsun. Çağdaş kazanımları geliştiren, sorunlara insan odaklı yaklaşan, sanat sanat gibi insanı insan gibi okuyan yeni bir aydın kuşağı oluşturunuz. İnsanca yaşamanın araçlarını yüreğinizle tutup, insanın insanı yemesine ödül verilen şu küreyi ters yüz ediniz.

Genç şairim! Siyasi, harp ve sanat tarihini incelediğimizde şöyle bir uygulamaya tanık oluruz: Dönemin başat güçleri; egemenliklerini sürdürebilmeleri, yaşam alanlarını genişletebilmeleri ve toplumu istedikleri gibi yönetebilmeleri için halkların temelde dört ana duygusu üzerinde oynamışlardır. Bugün bile elinde güç bulunduranlar, yine bu dört temel duygunun üzerinde çalışarak başarılarını sürdürmektedirler. Bu duygular; “korku, düşmanlık, aidiyet ve din” duygusudur. Bunlar kaşındığında, insan ve toplumlar üzerinde yarattığı etki ve sonuçlarının ayrıntısına girmeyeceğim. Örneğin sadece aidiyet duygusunun insanoğlundaki olumsuz etkisini ele alalım: Aidiyet duygusu; sağlıklı yapılandırılmaz ve diğer olumsuz duygularla desteklenirse; adaletsizliği, işkenceyi, terörü, ölümü, şiddeti ve savaşı doğal hak görebilecek kadar cani bir insan ruhu ortaya çıkartır. Ne yazık ki acı örneklerini geçmişte olduğu gibi bugün de yaşamaktayız; İkinci Dünya Savaşı ve Güneydoğu’daki terör gerçeğinde olduğu gibi… İnsanoğlu; artık korku, aidiyet, düşmanlık ve din duygularını sömürmeyi bırakıp “sevme duygusu” üzerinde çalışmalıdır. İnsanlığın insan gibi yaşamını sürdürebilmesi ve geleceğini daha güzel, daha güvenilir yapılandırması; sevginin toplum katmanlarında başat kılınmasıyla olasıdır.

Şiir gibi duygulara seslenen sanatlar, sevgi ve diğer olumlu duyguları daha yoğun yaşanır kılar, güzele yöneltir ve ona yaşam sevinci aşılar. Diğer bir deyişle sanat dediğimiz olgu, olumlu duygu ve sevgi duygusunun işlendiği, beslendiği, tımar edildiği en konforlu yataktır. Toplum, birey, şair ve sanatçı olarak her durumda, sevme duygusu üzerinde çalışılmalıdır… İnsanlık, yaşam alanlarını yok etmek ve her geçen gün birbirini ezmek için elindeki tüm olanakları kullanmaya eğilimlidir. İşte bu nedenle, olumlu duygunun toplum üzerinde etkin kılınması için, her koşul ve durumda şiirin/sanatın gücünden yararlanmalısınız. Duygu yönetimi ve sevgi eğitimi üzerinde özenle durmalısınız ki kendi geleceğiniz için insanı kavrayan, dönüştüren ve değiştiren somut adımlar atabilesiniz. Geçmişin sorunları, geleceğin bulgularıyla daha iyiye ve güzele dönüştürülebilir.

Şiir, tüm sanat alanlarında olduğu gibi, insanlığı güzele, iyiye, yüceye yönelten sinsi bir silahtır. Daha doğrusu “Şiir, bir gerçeğin gözler önüne serilmesi değil, gerçek ile insan arasındaki zihinsel ilişkinin notalara dökülmüş ezgisi olmalıdır.[17] Bu yüzden, eğitim kurumları dahil her yerde düşük yoğunluklu sanatsal ortamı oluşturmak ve bu ortamda bulunan çocukların umut ve düşlerini daha bilimsel, daha gerçekçi dünya ile bütünleştirmek olmalıdır çabanız. İnsanı insana egemen kılmaya çalışan veya insanı kul mantığına sürükleyen sistemler, çağ dışı verilerle donatılmış aklen sorunlu kişilerin eserleridir. Bunlar, bilim, mantık ve aydınlığın karşısında direnemezler; zamanla aydınlığın içinde eriyerek özelliklerini yitirmek durumunda kalırlar. Çocuklarımızı ve gençliğimizi sözünü ettiğim sorunlu zihniyetin elinden kurtarmak amacıyla atacağınız her adım değerlidir. Bunun en kolay ve kalıcı yolu, duygularını sanat ve sanatın yapıcı gücüne teslim etmektir. Ne kadar bilgili ve bilimsel gençliğe sahip olursanız olun, onların bilimsel aklına ivmeyi kazandıracak olan sevgi duygusudur; olumlu duygudur ve bu duyguları yaşanır kılan öz; şiir, resim, müzik gibi sanatların ruhunda gizlidir.

Yıkıcı yaklaşımları yok edip sevgi dolu insana ulaşmak için önlem geliştirmek zorunda olduğunuzu günlük yaşamda görüyor olmalısınız. İnsanın toplumsal ve kişisel istekleri bağlamında, özgün ve özgür yaşayabilmesi, kazanılmış insani değerler sisteminin güçlendirilmesiyle, yani sevginin geliştirilmesiyle sağlanabilir. İşte bu noktada, olumlu ve sevme duygusu gelişmiş dünya insanlığına ulaşmanın sırrı, sanatın gizilgücünde durmaktadır.

Sanat evrenseldir; yazın ve onun alt dalı olan şiir de. Dil varlıkları ve buna özdeş kültür varlıkları ile insan estetik duyarlılığını bütünleyen, özgün kuramsal bilgiler üretmeden, şiir kendi rotasında ilerleme sağlayamaz. Evrensel değer kazanamaz. Yani şiir, bilinci yapılandıran ve duyguyu örgütleyen bütün bilimlerin penceresinden bakmayı gerekli kılar. Kültürel değerler, dil ve düşünce, bunlara bağlı algı öyle bir şeydir ki yazınsal sanatlardan sadece haz duymaz, aynı zamanda kendini geliştirir, görme ve algılama biçimini değiştirir. Yaşam sevincini perçinler. Bu değişim, dönüşümlü olarak sanatı, onun bütün dallarını kuramsal bilgiler üzerinde hareket eden değerler dizgesi olarak çağın ilerisine taşır. Bütün bu değerler dizgesindeki çaba, örgütlenebilir duygudur, yani sevme duygusudur. İnsandır, insanın temel değeridir.

Duyguların yaşanma şeklinin üst sınırı yoktur. Düş, düşünce ve yaratıcılık; sınırsızlığı ve sonsuzluğu gösteren sevgiye koşut eylem biçimleridir. Düşlemin karşısında sınırlayıcı, belirleyici ve kuralcı bir tutum sergilemek sanatta boş bir uğraştır. Sanatın devinim alanı, yeniye, yeniliğe, inanılmaza, olanaksıza, farklıya ve farkındalığa açılan bir evrendir. Şiir gibi pek çok sanat alanı, kurallara, durağan ve kalıplaşmış biçim ve yaklaşımlara karşıdır, onları yıkmayı hedefler. Sanatın bu özelliğinden yararlanarak, insan duygularını olumluya dönüştürebilir ve yaşam sevincini daha yaşanır kılabilirsiniz. Sevginin başat kılınmasını sağlayabilirsiniz.

Genç şair dostlarım. Bizi aşan bir dünya görüşüne, gülmece anlayışına, birey olma ve özgürlük bilincine sahip olduğunuzu biliyorum. Daha çağdaş, akılcı, çağı insana ve gelişen koşullara göre tasarımlayan bir sisteme doğru yol alacağınızı şimdiden görebiliyorum. Bunun yanında “nasıl” ve “niçin” gibi soruların yanıtlarıyla sizleri oyalamak ve sizlere yol göstermek değildir amacım. Ruhunuza ulaşmak için sizlere bir şeyler söylemeliyim diye bu mektubu kaleme alıyorum. Yaşamın yüzümüze vura vura kazandırdığı deneyimi, birikimi; bilim ve gerçeklikten doğmuş olan gizli özneyi; bir kez daha sizlere anımsatmakta yarar olduğunu düşünüyorum. Yaşam felsefemizin, varoluşumuzun ve sürekliliğimizin dayandığı gizli özne, sevgi kavramının kendisidir. Bu, sanatsal, siyasal ve bilimsel çalışmalarınızın temel değeri olmalıdır.

Sonuç olarak, barış ve sevgi içinde yaşanabilir yenidünyanın kurulması, insan bilincinin kendi yaşamsal ve varoluş değerleriyle yapılandırılmasına bağlıdır. Yaşamsal ve varoluş değerlerini en üst düzeyde açığa çıkaran şey, sevgi ve onun türevleridir. İnsanın asıl ereği, yaşam ve neslin sürekliliğini sağlamak için en yüksek seviyede kendisini gerçekleştirmektir. Buna bağlı olarak sanatın asıl ereği ise, “Sevme duygusunu var kılarak aklın evrim sürecini hızlandırmaktır.[18]Sevme duygusunun altında, haz duymaktan insanın yaşama bağlılığına, en iyi yaşamsal koşulları oluşturmaktan neslin sürekliliğinin sağlanmasına ve aklı evrimleştirerek en güç koşulların üstesinden gelme çabasına kadar sıkı bir kararlılık saklıdır. Varoluş güdülerimiz ve bilincimiz üzerinde konumlanan, beynimizin çalışma biçimi ile şekillenen karmaşık bir dünyanın arasında, sanatın gücü önemli yere sahiptir; bunlar, sizlerin beyinleri tarafından bugün olduğundan daha farklı çözümlenmeyi, keşfedilmeyi ve daha farkındalıklı bir yaklaşım sergilemeyi beklerler.

Dilerseniz yazımı Albert Einstein’ın kızına yazdığı mektubundan alıntı yaparak bitirelim: Kızına şöyle der; “Son derece güçlü bir kuvvet var ki şimdiye kadar bilim bunun için resmi bir açıklama bulamadı. Bu, tüm diğerlerini dâhil eden ve yöneten bir kuvvettir ve hatta evrende işleyen tüm fenomenlerin arkasındadır ve bizim tarafımızdan henüz tanımlanmamıştır. Bu evrensel kuvvet SEVGİ’dir. (…) Sevgiye görünürlük sağlamak için, en ünlü denklemimde basit bir düzeltme yaptım. Eğer E=mc2 yerine, dünyayı iyileştiren enerjinin ışık hızının karesi ile çarpılan sevgi vasıtasıyla elde edilebildiğini kabul edersek, sevginin var olan en güçlü kuvvet olduğu sonucuna ulaşırız, çünkü sevginin sınırları yoktur.[19](…)”

Sevilmek onurdur; sevense onura ait olandır. Dilerim sevgiyle büyür, seviyle yol alırsınız… 20 Temmuz 2019, Narlıdere/İzmir

  

İYİ HUYLU ELEŞTİRİ

Saf Sanattan İnsana isimli kitabımın Eleştirmen ve Şiir Eleştirisi bölümünde, “iyi huylu eleştiri” tamlamasını kullanmıştım. Birkaç yıldan beri eleştirel yazılara, özellikle sosyal medyada yazınsal eleştiri alanında tutum ve tavırlara baktığımda iyi huylu eleştiri tamlamasını bir kez daha gündeme getirme gereği duydum. Gözlemlediğim kadarıyla bizler, konu şiir olduğunda eleştiri yapmıyoruz. Şairi küçümsüyor, eziyor, yarım yamalak bilgiyle dövmeye çalışıyor, deyim yerindeyse toplum üzerinden şairle kavga ediyoruz. Öteki olarak ona bir rütbe ve makam verip kendimizi rafın en ön sıralarına koyuyoruz. Bana göre bunun eylem karşılığı şudur: Yazınsal eleştiri adı altında şaire doğrudan dilsel şiddet uygulamak ve en iyisini ben bilirim tadında böbürlenmenin örtük tavrını yaşamaktır. 

Durun ülkemin güzel insanları! Şair; doğaya, çevreye, bilime, sanata ve insana duyarlı; onlarla sevgi bağıyla duygudaşlık kuran birey demektir. Var olmak, o kadar kolay iş değildir; var olanı da yok saymak o kadar ucuz değildir. Eleştiri bilgiyle olur, eleştiri deneyimle olur. Eleştiri yılların insanda oluştura geldiği sezgiyle olur. Eleştiri eli ayağı tutulabilir bir sistemle olur. İyi huylu eleştiri tamlamasını biraz daha açabilmek için kitabımdan konuyla ilgili birkaç bölümceyi aşağıya çıkarıyorum. 

İyi huylu eleştiri, sevgi ve sevginin yoğurduğu bilimsel aklı gerektirir. Bilimsel akıl, kirli bilgi ile temiz bilgiyi birbirinden ayırabilir sağduyulu çözümlemelere sahip çağın önüne geçmiş akıldır. Şair ve şiir eleştirmeni de bu akla sahip şiir işçisidir, öyle de olmalıdır. Bilginin ve bilmenin sınırı yoktur; tıpkı sanat ve şiirin sınırsız bir evren oluşu gibi… Sanat ve şiir dünyasında keşif bekleyen o kadar çok şey var ki bu keşiflerin yapılabilmesi için eleştirmenin de teçhizatını kuşanıp yollara düşmesi gerekir. En önemlisi ise eleştirmenin, etik kavramını içselleştirmiş olup olmadığı, sanata ve çağa uygun donanıma sahip olup olmadığıdır.

(…)

Taraftarlık, görüş farklılığı ve önyargı bir yere kadardır üretilmiş bilgi karşısında. Kendini yetkin gören sanatçılar, gençler ve adı magazinsel olmayan kişilerce ortaya konan bilgi ve sanatsal olguları kabul etmemekte, üretilmiş yeni bilgiyi almamak için aşırı bir direnç göstermektedirler. Açıkçası ben bilirim tutuculuğu yüksek düzeydedir. Daha doğrusu küçümseme, hor görme, sorgulamadan yok sayma gibi ben büyüğüm tavırlarıdır bunlar. Tedavi edilmesi gereken çok yaygın bir hastalıktır bu. Her bilgi ilgili alanda tanınmış kişilerden doğmaz, iyi bilgi magazinsel değildir dostlar. Sanatsal ve şiirsel bilgi kamusaldır, metinler arasıdır, evrenseldir, dinamiktir, farkındalıklı algı, özgün anlamlandırma ve yargılamanın sonucudur. Gençlerin dünyayı okuma ve görme biçimleri bizlerden daha yetkin ve daha olumludur. Yetkin ve olgun zekâlar, magazinsel olmaktan uzak dururlar. Ortaya konan bir sanatsal bilgi veya kuramı önce okur olarak okumakta yarar vardır. Şair önce okur olmalıdır. Her tür bilgiye eşit mesafede durmalı ve onu süzgecinden geçirdikten sonra bir yorumda bulunmalıdır. 

Eleştiri sadece bir metin türü değildir; sanat eserinin tanımlama, çözümleme, değerlendirme ve raporlama sürecidir. (…) Pek çok sanatçı, şair ve eleştirmen, burada yazılanları gereksiz görüp kitabım[20]ı raflara mahkûm edecektir, bunu ortam ve profil incelemelerinden anlayabiliyorum. Çünkü öne sürülen teknik ve kuramları anlayıp uygulayabilmek, burada belirttiğim anlamda eleştiri yapabilmek, çağın kirinden arınmış düşünce, bilimsel-sanatsal donanım ve güdülenmemiş algıya sahip yolculara gereksinim duyar. Öne sürdüğüm teknik, yöntem ve kuramlar, rastgele fırça darbeleriyle yapılan resme, dil cambazlığına soyunan şiire, olay öykünmeciliği yapan romana eser muamelesi yapılmamasını gösterecektir. Ayrıca okurun bilinç seviyesi yükseldikçe okur ve piyasa gerekleri, yeterli bilimsel-sanatsal donanıma sahip olmayan sanatçı ve eleştirmenlere yapay flamalarının gönderde asılı kalamayacağını gösterecek; onları tekniğe, bilimselliğe, farkındalığa ve sanat bilimine yönelmeye zorlayacaktır. Bu kitapta ele aldığım konular bugün her nasıl anlaşılırsa anlaşılsın, sonuçta geleceğin sanat anlayışı ve entelektüel zekâsı, sanatsal süreçte bunları uygulamak zorunda olduğunu görecek ve gereken ilgiyi zaten gösterecektir.”

(…)

Eleştirinin hedefi okur değildir; okuru bilgilendirmek, ilgisini çekmek ve eserin örtük alanlarını onlara görünür kılmak anlamında etkin olabilir. Ne var ki eleştirinin hedefi, şiirin evrimi ve şairin gelişimidir. Eleştiri, şairin eğitimi demektir. Şiirin, iyi şiir yolculuğunda rehberidir. Anlatımdan anlama, sesten çağrışıma, coşumdan estetik değerine kadar, şiirin bütün varlık değerlerini açmak demektir. Sanatsal değeri ve etkinliğini görünür kılmaya çalışmaktır. Bir bakıma örneklerle okur ve şairin önüne çıkmak, şiirin iç organlarını göstererek tanıtmaktır. Şairin; görme, duyma, işitme ve sezgi yeteneğini keskinleştirmektir. Kısacası eleştiri bir okuldur. Oscar Wilde ve Mehmet Fuat’ın dediği gibi “Eleştiri bir sanattır.” Kişiyle hesaplaşma alanı değildir. Ayrıca eleştirmen de yalnızca “takdir yetkisini kullanan bir yargıç” değildir; öznel yaklaşım olmakla birlikte eleştiri nesnel bir sisteme dayanmak zorundadır.   

Öncelikle şu konuda ortak bir noktada buluşmalıyız. Sanat; insanı yıkmak, kırmak, dökmek, değiştirmek, beynini yıkamak ve ona doğru yolu göstermek işi değildir. İnsanda yaşam sevinci ve yaşama kararlılığı yaratmaktır; bir anlamda estetik duyarlılığını tetikleyerek sevme duygusunu etkin duruma dönüştürmektir. Yaşamdan zevk almasını ve yaşama bağlanmasına katkıda bulunmaktır. Bu noktadan yola çıktığımızda, eleştiri doğrusal olarak insan odaklı olmak zorundadır. Eserin insanda yarattığı etki değerinin ölçümüne yönelmek demektir. İyi huylu eleştiri tamlamasını kullanırken bir diğer maksadım, insanla sanat eseri arasındaki ilişkinin esas alınması ve insanın en son ereğine koşut bir yöntemle çözümleme yapılmasıdır. Birçok eleştiri kuramı var ve her kuram, bir veya birkaç açıdan eseri ele almaya çalışır. Hangi eleştiri yöntemini uygularsak uygulayalım, ilkin eleştirinin bir sanat olduğunu kabul etmeliyiz. Bundan sonra, eser ile okur arasındaki ilişkinin etkinliği üzerine yönelmek durumundayız. Buna bir şeyi daha eklemek gerekir: Eleştirinin olabildiğince nesnel olmasına dikkat etmek zorundayız. İyi huylu eleştiri olabilmesinin altında yatan en önemli etken, tutuculuk, bağnazlık, yobazlık ve önyargı gibi toplumsal hastalıklardan uzak bir yaklaşımın oluşturulmasıdır. Bu da ancak ve ancak nesnel bir sistem eşgüdümünde olacak iştir. Yani öznel eleştiri bir yere kadardır; başat olanı nesnel eleştiri olmalıdır. Kitabımda sözünü ettiğim ve değişik yerlerde yayınlanan “Katman Edebiyat Eleştiri Kuramı”nı bu maksatla ileri sürdüm. Amacım; inanç, ideoloji ve ben gibi etkenleri öteleyerek, olabildiğince sanat bilimi esaslarına göre nesnel bir yaklaşımla eleştiri yapılabilmesini sağlamaktır.

Siyasal, ekonomik ve toplumsal olaylar ile cehaletin etkisi, toplumumuzda yüksek gerilim yaratmaktadır. Farkında olmasak da en doğrusunu yaptığımıza inandığımız işimizde bile bu gerilimin etkileri çok açık görülmektedir. Biriken gerilimin akması için de sağa sola saldırmak doğal bir tavır durumuna dönüşmektedir. Yazın dünyasındaki dergi yazılarına, eleştiri ve denemelere baktığımızda küçümsenmeyecek kadar saldırı ve şiddet içeren yazılar görmek olasıdır. Sadece eleştiri ve sanat dünyasının kirliliği değildir bunlar; sosyal, siyasal ve ekonomik yaşamın yavaş yavaş kirlendiğinin, sanat dünyasının değer yitirdiğinin bir göstergesidir. İnsanın insana, meslektaşın meslektaşa saygısını, yalnızca etik anlayış değil; çevre ve yaşam koşulları da belirler. Bilimsel olmayan, yetkinliği konusunda kuşkulu olan ve olumlu tavır geliştiremeyen kişiler, ister istemez yıkarak, dökerek, kırarak ve yok sayarak kendini gerçekleştirmeye çalışırlar. Daha açık söylemek gerekirse bilimsel bir gerçeği bile kendi anlayışına sığmadığı için görmezden gelip alışkanlıktan devşirilen sözde egemenliğini sürdürmek isterler. Çok fazla söyleyecek şey yoktur; çünkü bu, insan doğasının zorladığı eğitimsiz veya yetkin olmayan kişi tavrıdır. 

Altının değeri durduğu rafın niteliği ile ölçülmez; kendi saflığı ile ölçülür. Önemli olan altının ayar değerini ölçebilmektir. Bunu ölçmek için de donanım ve özel teknik gerekir. Eleştiri de tıpkı altının ayar derecesini ölçmek gibi bir şeydir. Üç beş süslü ve çeviri bilgi, ideolojik ya da dinsel olguların güdümünde yaptığınız sanatsal yorumla eleştiri yapmış gibi görünebilirsiniz; ne var ki bunlar özgün ve yetkin bir eleştiri olamaz. Çünkü bir şiiri değerlendirmek için onun varlık katmanlarını açmak, örtük alanlarını açığa çıkarmak için bilimsel ilkeleri kavramış olmak gerekir. Şiir, şair, okur üçgenindeki doğrusal ve çapraz ilişkiyi, bu ilişkiden doğan sonuçları yakalamak gerekir. Estetik değeri ortaya koymaktır bunun uygun olanı. Bu şair benim düşüncemden değil şu şöyledir gibi sudan nedenlerle ortaya çıkarılmış estetik değer taşıyan bir yapıt yok sayılamaz. Benim savaşıma omuz vermiyor, benim inancıma ters gibi bahaneler ileri süren bağnaz ya da yobaz türler geçmişte olduğu gibi şimdi de vardır ve hep var olacaktır. Bana göre yobaz ve bağnaz diye tanımlanan her iki duruma uyan kişiler, çağdaş ölçütlere boyu yetişmeyen, kandırılmışlığın ve cehaletin öncü kurbanlarıdır.

İyi huylu eleştiri, yetkin ve bilimsel donanıma sahip kişilerin yapacağı bir iştir. Şiiri ve şiirin okurda yarattığı etkiyi; kayırma, kotarma ve yandaşlık gibi kavramlara saplanmadan ortaya koyma sanatıdır. Eleştirmen ise başkalarından devşirdiği bilgilerle şairi ezen değil; onu yok sayan değil, kendi yorumu ve sanat anlayışıyla sistemli bir şekilde eserin yetkinliğini, etkinliğini ve estetik değerini ortaya çıkaran kişidir. Sezgi, görme ve duyma yeteneği yüksek, şiirin örtük alanlarını ve anlamsal değerini okurun önüne koyan kişidir. Eleştirmenler, toplumsal gerilimin ve geleneğin yarattığı etkiyi öncelikle üzerinden sıyırmayı becermeliler ve bilimler nasıl bir yol öneriyorsa o yolu izlemeye çalışmalılardır. İyi huylu eleştirinin temelinde; sanatçı vardır, sanatın ereği vardır, bilgi vardır, tarafsızlık vardır ve deneyim vardır; insanın içinde güzellik vardır; şiirin yaşam sevinci yaratmak için var olduğunu kabul etmek ön koşuldur. Özgürlük vardır, bireyin birey olma temel değerleri vardır. Kısacası iyi huylu eleştiri, şairle değil; şiirle ve şiirin okurdaki etkisiyle uğraşmaktır. Yani şiirle, şiir gibi sevişmektir.

Eleştiride şunlar yoktur: Kavga, şiddet, nefret, aşağılama, hor görme, kendini öne çıkarma ve şikâyet… 21 Eylül 2019, Narlıdere

 

KATMAN EDEBİYAT ELEŞTİRİ KURAMI

 Yazın ve sanat tarihinin derinliklerine eleştirel gözle baktığımızda yıllanmış sorunlar içinde buluruz kendimizi. Modern sanat öncesini saymazsak 19. yüzyıl ortalarından beri evrensel ve evrimsel bir sanata doğru yol aldığımızı delil göstermeksizin söyleyebiliriz. Bugün ise bilgi ve teknolojik altyapıya sahip toplam aklın, düş olanakları ve imgelem zenginliği oranında sanat eseri ürettiğini görüyoruz. Bu arada pek çok sanat dalının da örgün eğitimi olduğunu ülkemiz ve dünyadaki eğitim kurumlarından biliyoruz. Eğitim kurumlarını, bireysel ve topluluk çalışmalarını, belediye, vakıf ve dernek gibi tüzel kuruluşlar bünyesinde yapılan sanatsal etkinlikleri de dikkate aldığımızda, aslında sanatsal ve kültürel olarak büyük bir sistemin içinde olduğumuzu söyleyebiliriz.

Sanatsal ve kültürel etkinlikler dünya genelinde pastada yüksek payı olan teknolojik sektörler yaratmıştır. Bunlar aynı zamanda ekonomi ve toplum davranışları ile karar süreçlerini yöneten sistemlerin ilk sıralarında gelmektedir. Yani sanat, yeniden yapılandırmaya hatırı sayılır oranda katkı sağlayan bir sistemler bütünüdür.

Böylesi etkin bir sistemin kendi özel alanları ve özel alanlarının da kendi içinde eğitim, gelişim, dönüşüm ve geri bildirim (eleştiri) gibi çabaları olmalıdır. Kültürel ve sanatsal etkinliklerin gelişmesi, dönüşmesi ve çağ ile insanı şekillendirici özellik kazanması, uygulama ve geri bildirimle kendi kendini yenileyebilme yeteneğine bağlıdır. Daha fazla konuyu dağıtmadan, dünya ve ülkemizdeki genel sanat etkinliklerini bir kenara koyup, bu sürecin bir parçası olan şiir ve şiir eleştirisine gelelim. Şiir eleştirisi, diğer dil sanatlarında olduğu gibi edebiyat eleştirisi bağlamında ele alınabilir; çünkü şiir dil ve yazının temel kuramlarına göre hareket eden bir etkinliktir. Ancak şiir, roman, öykü, oyun, masal gibi diğer dallara göre daha ayrıcalıklıdır; sanatsal yaratıcılık, dil kullanım kıvraklığı, daha kolay soyutlama özelliği, imgelem sınırsızlığı, az söz çabası ve kural kırıcılığı açısından daha esnektir. Bir anlamda düşüncenin ve imgelemin sınırsızlığına koşut olarak, şiir her biçimde yoğurulmaya ve biçimlendirmeye karşı olumlu yanıt verir. Çağdaş sanatın en temel özelliklerinden olan ve estetik biliminin de ön sıralara koyduğu, “sanatın algıyı sarsıntıya uğratma işlevi” diğer sanatlara göre şiirde daha kolaydır, daha vurucudur.  

Şiir sanatının kendi disiplini altında örgün bir eğitiminin ve ayağı yere basan bir eleştiri sisteminin olmadığını biliyoruz. Lise ve yazın fakülteleri gibi örgün eğitim kurumlarındaki şiir sanatına ilişkin eğitim kapsamı ve düzeyini açmaya hiç gerek yoktur. O yüzden şiir sanatı ve eleştirisi konusunda bugün uygulama ne aşamadadır ve biz bu işin neresindeyiz diye sormalıyız. Şöyle genel görünüme baktığımızda hiç iyi bir yerde durmadığımızı kötümser olmamakla birlikte söyleyebiliriz. Bu neden böyle?  Çünkü şiir sanatı, bununla birlikte eleştiri sistemi, çok parametreli ve çok boyutlu bir etkinliktir. Donanım gerektirir, yaratıcılık gerektirir, olgu ve olayları daha farkındalıklı okumak gerektirir; polimat olmayı zorunlu kılar. Sadece yazın kuramları, eleştiri kuramları ve dil kuramları veya usta çırak yöntemi uygulamalarla şiir eleştirisinde iyi sonuçlara ulaşmak zordur.

Tespit yapmak, sorunlar hakkında şikâyet etmek veya uygulamaların kötülüğünden, yanlışlığından dem vurmak bizi bir sonuca götürmemiştir ve hiçbir zaman götürmeyecektir. Eğer çözüm üretmek istiyorsak, gemileri yakıp sanat bilimine, bilgiye sarılmalıyız ve sanatsal bilgi üretmeliyiz. İnsan düşünü aşan şiir yazmalıyız; aklı evrimleştiren sanat üretmeliyiz. Çağı aşan yeni ve altı dolu sanatsal kuramlar ortaya koymalıyız. Her şeyden önce, sağı, solu, dini, ideolojiyi kendi doğal yaşam alanına bırakarak, şiiri özgür bırakmalıyız ve estetik değer taşıyan şiir yazmaya yönelmeliyiz. Neyse daha fazla uzatmadan, sanattaki bunca sorunlara karşın ben burada şiir eleştirisi konusunda bazı savlar ileri süreceğim ve bu savlara karşı çözüm üretmeye çalışacağım.  

Çoğu eleştirmenin söylediği gibi, “şiiri okuduğunda bir şeyler uyandırıyorsa ve biraz imge, biraz bağdaştırma, biraz da benzetme cinsleri içeriyorsa şiir güzeldir diyebiliriz” demek bir değer taşımaz. Şiir bir sanat eseridir; karmaşık bir yapıya sahiptir. Her şeyden önce şiir, insanın okuyabildiği, duyabildiği ve sezebildiği dünyanın, yani insan imgelem gücünün nesnel halidir. Şöyle söyleyelim; şiir bir sanat eseri ise önce şair, sonra şiirin kendisi, daha sonra sırasıyla okur imgelem uzamı, ortam, zaman, okur estetik algısı, dil ve düşünce gibi kendi disiplinlerini taşıyan olmaz ise olmazlar vardır. Ancak şunu söyleyebiliriz; ortam ne kadar şiir üzerinde etkiliyse zaman da benzer oranda etkilidir. Öyleyse bugün bildiğimiz okur, eser veya sanatçı odaklı eleştiri kuramları ile diğer parça bölük eleştiri kuramları veya deneyime dayanan pratik eleştiri yöntemleriyle, şiir gibi devasa bir sanat eserini eleştirmek verimli sonuç üretebilir mi, bunu kendimize sormalıyız. Mevcut yaklaşımlar ile, şiirin örtük alanlarının açığa çıkarılması, şairi ve okuru geliştirici değer yaratması, eserin etkisinin belirlenmesi, şiirin estetik değeri, coşum değeri, ses değeri ve anlam ve anlatım gücünün ortaya konması teknik olarak olası mıdır? Bu konunun ayrıntılarıyla tartışılması şiir açısından önemli bir başlangıç olmalıdır.

Eleştirinin eğitim anlamında bir işe yaramasını, sanatta düzeltici/geliştirici geri bildirimler sağlamasını, şairin sezemediği, göremediği dilsel ve sanatsal alanları ortaya koymasını istiyorsak deneyime dayalı öznel eleştiri veya kişinin algı ve yargısına bağımlı parça bölük değerlendirmeler ile olacak bir iş değildir bu dostlar. Ne yaparsak yapalım ama konuya biraz bilimsel bakalım ve eleştirinin daha nesnel yapılabilmesi için sistem geliştirelim. Çünkü modern üretim ve tüketim sistemlerinin tamamında geri bildirim ve düzeltici önlemler olmaz ise olmazlar arasındadır; önceliklidir, gelişime ve beğeniye yöneliktir. Kaldı ki söz ettiğimiz konu estetik değer taşıması ve estetik kaygı uyandırması gereken şiirdir; hedef insandır, maksat duyarlılık ve sevgi yaratmaktır. Niteliğe, beğeniye, kalıcılığa, sanata, şiirselliğe ve çağdaş şiire varmanın ölçütlerinden birisi de güçlü ve bilimsel eleştiri ile eleştirinin eleştirisidir. Eğer biz eleştiriye daha sanatsal ve bilimsel gözle bakmazsak bugün olduğu gibi ‘ahbap çavuş’ ilişkisini aratmayan kitap kutlama törenleri, şiir ödülü görünümünde taraftarlara gülücük dağıtma alır başını gider. Dilsel, sessel, şiirsel ve sanatsal nitelik taşımayan dizecikler, şiir diye eleştirmenlerimizin terkisinde serseri mayın gibi dolaşır.

Şiire güzel demenin bir ölçütü yoktur; güzel değil demenin de bir ölçütü yoktur; şiire güzel demek, deneyimden doğan sezgiye dayalı bir iştir derseniz, bağışlayın ben buna inanmam. Yeterli imge, bağdaştırma, sapma, benzetme vs. gibi şiir sanatının olanaklarını içinde barındıran bir şiire de güzel ya da şu şiirden daha iyi diyebilmek öznel bir sonuçtur. Sağlıklı bir eleştiriden söz edeceksek, şiirdeki etkinliği, yetkinliği ve estetik değeri sanatın öngördüğü ölçütlerle tartmak zorundayız. Ahbap çavuş ilişkisinin önüne geçeceksek, katı aidiyet çemberini kıracaksak, tekel olmaktan vaz geçeceksek ve bu işi şiir, sanat adına yapacaksak, şairin ve şiirin gelişimini sağlama çabası taşıyorsak içtenlikli olmalıyız. Bir sanat eserini veya bir şiiri “sadece anlam” açısından ele aldığımızda bile, işin içine anlam bilim, gösterge bilim, dil bilim, fen, sosyal ve insani bilimlerin tamamı bir çarpan olarak karşımıza çıkmaktadır. Şairin imgelem gücünün düşünce ile anlama, oradan dille imgeye dönüşmesi, daha sonra imgelerin okurda algılanıp tekrar imgelemle estetik kaygıyı uyandırması önemli bir süreçtir. Bu süreç kendi disiplinleri altında incelenebilir ve ondan sonra yararlı bilgi olarak geri bildirim sağlayabilir. Tabii ki şiir eleştirisine bu açıdan bakmak, şiirin sanat ve insan yaşamında ne anlama geldiğini duymak ve görmekle ilgilidir. Duyguların anlatıldığı bir söz yumağı olarak bakarsak şiire, eleştiriye gerek yoktur. Eleştiriyi, sanatların temeli olan şiir sanatı açısından ele alırsak, durum bugün yaptığımızdan daha fazla ciddiye alınmak zorundadır.

Yıllarını şiir ve eleştiriye adamış ustaların da şiire ve eleştiriye katkılarını görmezden gelme lüksüne sahip değiliz. İyi şairlerimiz, eleştirmen ve sanat biliminin çeşitli alt dalları üzerinde çalışan düşünürlerimiz vardır. Tarihte yerini alanlar da… Şiir, daha doğrusu sanat öyle bir şeydir ki kimse kimsenin yerini alamaz ve kimse kimsenin yerini dolduramaz. Akademisyeni, şairi, yazarı, eleştirmeni ve düşünürü aynı hamurdan müteşekkildir; bireysel yönü ağırdır, yaratıcılık seviyesi daha iyi olabilir ancak birbirinden çok farkı yoktur. O nedenle tekelciliği, düzeltme hastalığını ve şiiri ben bilirimciliği öteye itip, şiir ve şiir eleştirisini daha yetkin verilerle ele almalıyız. Eleştiriyi ciddi bir iş olarak görüyorsak, şiir sanatının olmaz ise olmazları arasında görüyorsak daha yetkin, altı dolu ve bilimsel çözümler ileri sürmeliyiz. Şiir eğlence için yazılan bir sanat etkinliği değildir. Şiir bütün sanatların temel değerlerini taşıyan kocaman bir sanat evrenidir; insan dünyasını ve estetik kaygısını müzikten sonra en kolay ele geçiren düşünce-dil sanatıdır.

Neyse konuyu çok uzatmayalım. Ben bu konu üzerinde uzun zamandan beri çalışıyorum. İleri sürdüğüm çözüm önerisini kısa ve anlaşılır biçimde sizlerin bilgisine sunmak istiyorum. Bu yazıda ileri süreceğim öneri zor ve uygulaması oldukça ayrıntı gerektiren bir bütündür.

“Katman Edebiyat Eleştirisi”den söz edeceğim. Katman Edebiyat Eleştiri Sistemi, aynı zamanda bir kuram olabilme özelliklerine sahiptir. Ancak bu kuramın açıklaması bir kitap büyüklüğündedir ve ben burada ön bilgi anlamında özet olarak açıklayacağım. Bu kuram, Şiir Çözümleme Tekniği[21] diye yine benim önerdiğim kapsamlı bir sistemin üzerinde uygulanabilir, izlenebilir ve genellenebilir sonuçlara yönelmektedir. Katman Edebiyat Eleştirisi Kuramının ayrıntılarını ortaya çıkarabilmek için, özellikle “şiir sanatı” ele alınmıştır; çünkü şiir duyusal ve nesnel yapısı bakımından, sanat eserlerinde olması gereken tüm katmanları görünür biçimde içinde taşır ve bunlar şiir sanatı ile daha kolay açıklanabilir. Sanat eserlerinin tamamında, nesnel ve duyusal olarak var olan içsel ve dışsal varlık katmanlarını şiir çözümleme tekniğine dayanarak sanat bilimi, sosyal ve insani bilim veriler ışığında görünür kılmaya çalışır. Şiir Çözümleme Tekniği, şiiri katman[22]lara ayırır, katmanları da tabaka[23] veya eksen[24]lere ayırarak ilgili tabakaları kendi disiplini içerisinde şair, okur, eser, zaman ve ortam çarpanlarını dikkate alarak çözümlemeye yönelir. İşte Katman Edebiyat Eleştirisi, Şiir Çözümleme Tekniği ile daha nesnel, daha tarafsız, bilimsel ve sanatsal eleştiri biçimidir. Aslında bu teknik şiir için tasarlanmıştır; ancak yazın evreninin her alanına uygulanabilir ve diğer tüm sanat türlerine de uygulanabilme yeteneğine sahiptir. 

Katman, herhangi bir sanat eseri veya şiirin varlık alanlarını kendi kapsamında ve ilgili disiplinlerle incelemek için sınıflandırmadır. Katman, şiiri oluşturan duyusal, nesnel, içsel ve dışşal tüm varlık alanları ile özelliklerinin belirlenebilmesi için kullanılan bir terimdir. Tabaka ve eksen ise, katman iç yapısını daha özelleştirebilir birliktelikler olarak düşünmek gerekir. Tabaka ve eksenler katmanı, katmanlar bir bütün sanat eserini var ederler. Tıpkı insan yaşamının belirli ruhsal ve fiziksel katmanlardan oluştuğu gibi. Katmanlar, aynı zamanda birbirinden ayrıştırılabilir, belli disiplinler altında ele alınabilir ve kendi içinde tanımlanabilir özellikler barındırmaktadır. Örneğin ses katmanının ses bilimi ile incelenebileceği gibi. Ancak katmanların birbirinden bağımsız tek başlarına işlevleri şiirsel ya da sanatsal bir sonucu doğurmazlar.

Şiiri varlıksal bir bütün kabul edersek, nesnel ve duyusal varlıklarını oluşturan katmanları tek tek özelikleriyle birlikte çözümlemek durumundayız. Öznel inceleme, eleştirmenin sanatsal deneyimi, dünya algısı, inanç ve değer yargılarına bağlıdır. Oysa nesnel şiir incelemesi, bilgi disiplini durumuna dönüşmüş kuramsal şiir bilgisini, dil özelliklerini, sanat felsefesinin öngördüğü sanatsal verileri, estetik biliminin öngördüğü bakış açısını gerektirir. Yani sanat bilimi açısından tarafsız bakış gerektirir. İster istemez şiiri bu değerlerle incelediğimizde, eleştirmenin öznel yargılarını bir anlamda daha kanıtlanabilir noktaya taşıyacağız demektir. Bir şiiri değerlendirirken deneyim ve dünya algısına bağlı öznel yargı olmak zorundadır; ancak nesnel yargı ile ayırt edilebilir konuma taşımak daha analitik bir yaklaşım olur. Aslında şiir çözümlemesinde yöntem ve uygulama alanı olarak en somut getirilerinden birisi, şiir eleştiri konusunda bir adım daha ilerlemek ve eleştiriyi daha bilgi bazlı duruma dönüştürebilmektir.

Katman kavramını, Nicolai Hartman, Roman Ingarden, Özdemir İnce, Baki Asiltürk ve Mehmet Yalçın kitaplarında katman ya da tabaka biçiminde kullanmışlardır. Burada benim belirttiğim katman ve tabaka kavramı farklı bir anlamda değildir; ancak sanatsal terim olarak daha genişletilmiş ve bütünüyle benim yorumlarımla şekillenmiş bir yapısallığı söz konusudur. Bir anlamda katman terimi, daha özelleştirilmiş, kavramlaştırılmış, somutlaştırılmış, anlaşılabilir ve görünür hale dönüştürülmüştür. Özet olarak, bir şiir ya da sanat eserini oluşturan ve olması gereken bütün özellikler katmanların bünyesinde saklıdır. Bu teknik, şiirin/eserin sanatsal, duyusal, nesnel tüm varlıklarını ortaya çıkarmaya, tanımlamaya, incelemeye ve kullanılabilir hale dönüştürmeye yöneliktir.

Bilindiği gibi şiir üç ana sütun (katman) üzerine kurulur; bunlar “anlam, anlatım ve ses”tir. Bu sütunlar, nesnel ve fiziksel katmanlardır. Bir şiirde aynı zamanda duyusal katmanlar vardır ve bunlar birbiri içinde ve birbirini ivmeleyerek toplam sinerjiden sanatsal anlatımı doğururlar. İşte şiirdeki hem duyusal hem nesnel hem de biçimsel katmanları bir bütün ve birbirine etkileri açısından incelemek ayrı bir sanat çözümleme tekniği gerektirir. Yani yukarıda söz ettiğim ‘şiir çözümleme tekniğini gerektirir. Şiir çözümleme tekniği ise bir şiiri her açıdan inceleme esasına dayanır. Bu esaslar çerçevesinde şiirin etkisini, yetkinliğini, anlam, anlatım, çağrışım, ses, coşum değerlerini insan bilimleri ve estetik bilimi açısından bir bütün olarak ele alır. Sonuç olarak bir şiirin estetik değerini, şiirsel değerini ve kalıcılık değerini ortaya koymaya çalışır. Dinamiktir (devimsel); her akım, her ekol ve her yaklaşım biçimine karşı sınırlamaksızın yanıt verebilme yeteneğine sahiptir.

Sonuç olarak, “Katman Edebiyat Eleştiri Kuramı” genellenebilir, izlenebilir, kanıtlanabilir ve her uygulamada daha nesnel sonuçlar ortaya koyabilir. Şiir çözümleme tekniğine dayanır ve katman yöntemi ile şiirin nesnel ve duyusal varlıklarını açmaya yönelir. Bu kuram, eleştiri için elimize çoğunlukla net ve sanat felsefesinin de öngördüğü sağlam veriler sunar. En azından öznel eleştiri ağırlığını azaltmaya çalışır.

Bu esaslar çerçevesinde eğer bir şiir veya bir şiir kitabını eleştirmek istiyorsak, öncelikle şiir çözümleme tekniğine başvurmak zorundayız. Biçim katmanından estetik katmanına kadar ayrı ayrı bilimsel verilerle ele almalıyız. Bu tekniğin şiir çözümlemesinde ele aldığı konular, yaklaşım ve inceleme biçimi, en az hata, en geniş uzagörüm ve “en az delilsiz yargı” esasına dayanır. Eleştirmenin hem sanatsal hem şiirsel hem de diğer sosyal ve insan bilimlerinin disiplinlerine başvurusunu gerektirir. Örneğin şiirin “estetik katmanı”nı incelemek istiyorsak, önce bunu tabakalara ayırırız. Şöyle ki, “şiirdeki estetik değer tabakası, okurdaki estetik algı tabakası ve durumsal (zaman, ortam, bilgi) estetik değer tabakası” olmak üzere üç aşamada estetik biliminin öngördüğü esaslar çerçevesinde ele almak durumundayız. Burada öne çıkan konu şudur; estetik bilimini bilmeyen eleştirmen bu tabakaları istenen ve inandırıcı bir biçimde çözümleyemez. Bu yolla yapılacak bir eleştiri ve sonuçları, şiire olası her açıdan bakmayı, incelemeyi, çözümlemeyi, değerlendirmeyi zorunlu kılar. Şiirdeki her bir katman ile bunların tabakaları, ilgili konunun disiplinlerine ve güncel verilerine başvurmaya zorlar. Sonuç olarak, bu eleştiri yaklaşımı, ahbap çavuş ilişkisini, ben bilirim yargısını, bizim köydendir ayrıcalığını, öznel eleştiri hatalarını çoğunlukla bertaraf edebilme yeteneğine sahiptir; güçlü deneyim gerektirir.

Oscar Wilde ve Mehmet Fuat “Eleştiri bir sanattır.” der. Doğrudur katılıyorum; ancak eleştirinin sanat niteliği kazanabilmesi için eleştirel süreçte sanatsal bilgi, bilim ve deneyime gereksinim vardır. Eleştiriyi taraftarlıktan, alaylı gelenekten, aidiyet kayırmacılığından ve dedikodu mantığından kurtarmak gerekir. Rüzgârın yönüne göre şekillenmeyen bilinçli ve deneyim sahibi eleştirmen yetiştirmek gerekir. Eleştirmenin görme, duyma, yaratıcılık ve sezgi yetileri ile sonuçlarını sanatçıya aktarması için geri bildirim kanallarını daha çekici kılmak gerekir. Eleştirmene karşı olumlu algı yaratmak, güvenirliğini (bilgi, deneyim, eleştiri sistemi, tarafsızlık, yeterlilik kapsamında) pekiştirmek üzerinde durulması gereken öncelikli konulardır. Daha açık söyleyişle, eleştiriyi bir okul veya sanat eğitim kültürü olarak düşünmek ve konuya bu açıdan yaklaşmak demek, sanata yeniden dönmek ve aydınlanmanın yoluna koyulmak demektir. Mayıs 2018

 

DİL ÇALIŞMALARI

 “Türkçeyi yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmak her aydının görevidir.” Yalnızca etkilendiği dillerin boyunduruğundan kurtarmak yetmez; aynı zamanda Türkçenin gelişimi için, düşünce-duygu-eylem boşluklarını bulup yeni kavram-terim-sözcüklerle dildeki anlatım olanaklarını artırmak gerekir. Dilimizdeki düşünce, duygu, eylem ve bunların yaşanma/oluş biçimindeki tanımsız alanlar saptanmalı ve tanımlanmalıdır. Saptanan boşlukların yerine; ses, anlam ve duygu değerine uygun yeni sözcükler üretilmelidir. 

Türk diline karşı son derece duyarlıyız. Onu istediğimiz gibi yönetip istediğimiz şekli verebileceğimizi düşünürüz genellikle. Yanlış kullanım ve yazımlarda dil elden gitti, dile sahip çıkmıyoruz gibi yakınmalar ve suçlamalar ile sık sık karşılaşıyoruz. Kimlik anlayışı, saplantı, önyargı, geleneksel bilgi ve öngörüye dayalı olası gerekçelerle, dil ve dilsel süreci değiştirebiliriz diye düşünüyoruz. Türkçeyi doğru kullanır ve kurallarına göre yazarsak önemli şeyler yaptığımız algısıyla haklı olarak kendimizi daha mutlu duyumsuyoruz. Haklı bile olsak, bunların yeterli ve sanıldığı gibi işe yarar şeyler olmadığını biliyoruz; en azından deneyim ve sonuçlarından. Ayrıca dilin bilimsel alanlarına egemen olmayan çoğu eğitimci ve önde gelenlerimiz, zorlamayla Türk dilinin özleştirilebileceğini, zenginleştirilebileceğini ve geliştirilebileceğini düşünmektedirler; dahası bilimsel temele dayanmayan çıkarımları çevresine sürekli dikte etmektedirler. Bunun yanında haklı olarak basın ve yazın dünyasındaki insanları yanlış kullanımından ötürü azarlamakta, yok saymakta, sınıflandırıp dışlamaktadırlar.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana (On dokuzuncu yy. sonlarından beri demek daha doğru olur.) Türkçenin geliştirilmesi için yoğun ve haklı bir savaşım verilmektedir. Bu uğurda emek verenler, bizlerin saygıyla önlerinde eğileceği aydınlarımızdır. Türkçeye katkıları büyük hizmettir. Ayrıca, Türkçenin “özleşmesi, zenginleşmesi ve gelişmesine” katkı sunan her bireyin önünde saygıyla eğiliyorum. Çünkü dil demek; düşünce evreninin genişliği; duyguları yaşamanın tanığı; yaşamı algılamanın ve duyumsamanın temel bileşeni; yaşamın estetik değeri; oluşturacağımız yaşam alanının niteliği; insan olmanın özü demektir. Bilim ve gelişimin temel bileşenidir. Aklın evriminde, geleceğin ve yeni dünyanın yapılandırılmasında, en güçlü etkendir.

Bu yazıda dil çalışmalarındaki süregelen eksiklikleri, başarıları veya yöntemleri bir yana koyup farklı bir bakış açısıyla düşünelim istiyorum. Geleneksel uygulamalardan bağımsız, çocuklar gibi safça sorular sorup yeni bir bakış açısı ortaya koymaya çalışalım. Metinde önerdiğim veya açıklamaya çalıştığım konular, daha önce üzerinde çalışılmış veya yeniden sorgulanmayı gerektiren konular olabilir; bunun yanında hiç ağzı açılmamış konular da… Geleneksel ve alışılmış bilgiden bağımsız, sizlerle birlikte sesli düşünelim. Çünkü ileri süreceğim değişkenler ve yaklaşım, dil çalışmalarında ele alınması gereken değerler dizgesinde değişim gerektireceğini umuyorum; mantıksal ama doğrusal bir yaklaşım olmayacağını söyleyebilirim. 

Dilin düşünce ile özdeş olduğunu dikkate alarak, dilin düşünceyi, düşüncenin de dili geliştirdiği gerçeğini ayrıntılı irdeleyip ne tür varsayımlar ileri sürebiliriz? Bu varsayımlar üzerinde dil çalışmalarına daha farklı nasıl yaklaşabiliriz ve nasıl yaratıcı çalışabiliriz? Hedef; dilin geliştirilmesi mi olmalıdır, yoksa düşüncenin geliştirilmesi mi olmalıdır, sorularını kendimize sormalıyız. Tersinden düşünüp düşüncenin geliştirilmesi varsayımını hedef olarak ele almış olursak altından neler çıkar, ayrıntılı incelemeliyiz.

Dilde "özleştirme (arıtma), zenginleştirme ve geliştirme” diye üç ayrı kavram kullandım. Sözünü ettiğim üç kavramın önemli olduğunu düşünüyorum ve bu sınıflandırmayı yapmamız gerektiğine inanıyorum; öz ile önemi birbirinden ayırabilmek için. Bu üç kavramı açıklamadan önce üzerinde çok durulmayan bir soruyu yeniden düşünmenizi istiyorum; her ikisi de birbiri içerisindedir deme kolaylığına kaçmadan. Soru şudur: Dil çalışmalarında ‘hedef, düşüncenin geliştirilmesi mi olmalıdır, dilin geliştirilmesi mi olmalıdır?’ Başka bir biçimde soralım; hedef, dilin geliştirilmesi yerine düşüncenin geliştirilmesi olursa; dile ilişkin sorgulanması gereken ögeler ne olur? Daha özel bir soruyla pekiştirelim sorunun bağlamını; hedef, düşüncenin geliştirilmesi olup bu açıdan dil gelişimine yönelirsek, sorgulanması gereken değerler dizgesi nasıl bir görünüme kavuşur? Kısacası, günümüzdeki çalışmalara nasıl yön verir? Türkçenin gelişimine ivme kazandırır mı? Somut ve verimli bir şeyler üretebilir miyiz?

Dildeki sözcüklerin üretilmesi, dilbilgisine uyumu, anlamsal çerçevenin belirlenmesi, halk arasında kullanımı ve yaygınlaşması ile uğraşırken bir anda bunları bir kenara koyuyorsunuz ve temel değişkeniniz “düşünce” oluyor. Bu durumda, “Ne yapalım ki düşüncenin evrenini genişletelim ve dilimizi evrim sürecine sokalım” diye karşınıza bir soru çıkıyor.  İşte bu sorunun şemsiyesi altında farklı bir düşünce ve yaklaşım belirlemeye çalışalım. Bütün bilinenleri bir kenara bırakmadan onların üzerine oturarak ve onlardan yararlanarak; önyargı ve ben bilirimciliğe düşmeden nasıl daha geniş bir açıyla düşünebiliriz? Birlikte beyin fırtınası yapalım…

Dil gelişimi için “düşüncenin geliştirilmesi varsayımı”nı baz aldığımızda karşımıza ne gibi sorular çıkacaktır? Dünyanın bir noktasına her yönden gidilebildiği gibi hedef belirlendikten sonra ona ulaşmanın yolu sayısızdır. Özellikle açık dokulu kavramlarda bunun sayısı yoktur ve doğrunun doğruluk değerine çeşitli yöntemlerle ulaşılabilir. Metinde önereceğim hususlar da bunun gibi bir şeydir. Doğru tek değildir; yaklaşım yolu sayısızdır. Durağanlık varsa bir yerde, yaratıcılığı ve çözüm önerilerini sürekli kullanılan yolların dışında aramak gerekir. Umarım böyle bir yaklaşım daha verimli bir sonuç ortaya koyabilir.

Şimdilik bu soruları bir kenara koyalım ve dil çalışmalarında kullandığımız özleşme, zenginleşme ve gelişim kavramlarını düşündüğüm şekliyle açalım isterim. Çünkü konu dil olunca bu kavramların arasındaki ilişki ve birbirinden bağımsızlıkları önem kazanmaktadır. Özleşme deyince aklımıza ilk gelecek diğer bir tanımlama Türkçenin arıtılmasıdır. Bir anlamda, yabancı sözcüklerin kullanımdan uzaklaştırılarak yerine dilbilgisi kurallarına uygun üretilen yeni bir sözcüğün kullanıma sokulması olarak düşünülür. Bu tür çalışmalar, Türkçenin gelişmesi ve zenginleşmesine katkı sağlar mı?  Elbette sağlar; ancak ileride açıklayacağım gibi yeterli bir sonuç üretir mi, işte bu tartışılmalıdır.

Var olan ve kullanılan bir sözcüğün yerine yeni bir sözcük türetiyorsunuz ve bunu kullanıma sokuyorsunuz. Yerleşmiş, deyimleşmiş, kavramsal alanı oluşmuş, kalıplaşmış, yaygın ve anlamsal çerçevesi anlaklara tam oturmuş bir sözcüğe sen benim değilsin-ki değil- sen git diyorsun ve yerine kapsamı tam oturmamış bir sözcüğü koyuyorsun. Zamanla bu sözcük anlam alanıyla birlikte halk ağzına yerleşiyor, kavramsal alanı oluşuyor, deyimlere giriyor, yaygın olarak kullanılıyor. Örneğin “edebiyat” yerine “yazın” sözcüğü gibi. Yani simgeyi başka bir simge ile değiştiriyoruz ve çok iyi iş yaptık diye övünüyoruz. Bu çalışma Türkçenin gelişimi için ne kadar etkilidir? Buradaki asıl soru budur. Ancak şöyle bir soru sormak istiyorum: Zaten var olan sözcüğün yerine yeni bir sözcük üreterek yerine koymanın Türkçeye kazandırdığı açı, yol ve düşün uzayı ne kadar verimlidir? Bu çalışma yeterli bir çalışma mıdır? Var olan bir şeyin yerine daha yenisini koymak, kişisel görüşleri tatmin dışında başka ne gibi yararlar sağlar? Hırslarımıza yenilmeden bu konuyu sorgulayalım. Bu tür çalışmaların Türkçeye çok şey kazandırdığını biliyoruz. Yeni yeni kavram ve düşünce alanı yarattığını biliyoruz, ancak yeterli bir çaba mıdır, düşünmeliyiz. Ülkemizin eğitimcilerinin üzerinde özenle durduğu, dildeki gelişimi salt buna bağladıkları için özleşme konusunu özellikle sorguluyorum. Özleşmenin başarılı olması ve yaygın olarak kullanılması durumunda Türkçede bütün sorunların çözüleceğini düşünen ve kendisine dil uzmanıyım diyen, büyük bir çoğunluğun varlığını biliyoruz. Kullanılan bütün sözcükler benim özümden doğan, kök ve ekleriyle benim olan; deyimler, sözcükler, terimler ve kavramlar olsun istiyoruz. Altı yüz bin Türkçe sözcük ve birçok deyim; özümüzden, kültürümüzden, sesimizden, gereklerimizde ve değerlerimizden doğsun istiyoruz. Haklıyız da. Ben de öyle istiyorum. Çünkü her bir sözcük, özümüzden doğan değerler ve ürettiğimiz kültür varlıklarımızın birer gösterenidir. Ürettiğimiz bir değerin karşılığıdır. Bu çabaya sonuna kadar katılıyorum; ancak ayrıksı düşünerek Türkçenin gelişimi için daha etkin bir yöntem bulabilir miyiz?

Açık söylemek gerekirse dilin özleşmesi, dilin gelişimi için devede kulak bir çalışmadır, diye düşünenlerdenim. Yineliyorum; bu yöntemle az şey yapılmadı; Türkçemiz çok fazla sözcük kazandı. Bu sözcüklerin bir kısmı birebir yerine kullanılan sözcükle aynı anlama gelirken pek çok sözcüğün anlam alanı genişleyerek düşüncedeki boş alanları dolduran kapsamlı sözcükler oldu. Düşün ve fikir sözcükleri gibi. Bir anlamda düşünme yeteneğinin sınırlarını genişletti. Bu durum ister istemez dilin zenginleşmesi ve gelişimine katkı sağladı.

Yazınsal bir metin üzerinde çalışırken, sözcükler düşüncenizden aktığı dizgeyle oluşur ve diğer dillerden geçmiş sözcükler çoğu zaman gelir takılır; örneğin Farsçadan geçmiş şu sözcük mü yoksa bu yeni üretilen sözcüğü mü kullanayım diye ikileme düştüğünüz anda tüm yoğunlaşmanız yok olup gider. Okurken de aynı durum söz konusudur. Bu, bir sayfalık metinde onlarca kez karşılaştığım bir durumdur. Şiir yazarken de aynı sorunu yaşamaktayım. Yani bu ikilem, yazınsal metinleri önemli derece etkilemektedir; kendi deneyimimdir. İnsanlarda tutuculuğun yok edilmesi için dil gelişiminde paradigma (değerler dizesi) değişiminin gerekliliği ilk olarak burada kendini göstermektedir. Sen şu sözcüğü kullandın ben bu sözcüğü kullanıyorum türündeki mahalle baskısını halkın sırtından indirmek gereğini düşünenlerdenim. Çünkü dil zorlamayla yönlendirilen bir konu olmaktan çıkmalı ve kendi rayına bırakılmalıdır; raylar uzaktan kumanda edilmeli, bilimsel olarak kontrol edilmeli ve tüm bilimlerin ilkelerine dayandırılmalıdır. Kullandığı sözcüklerle insanları sınıflandırmak, çağın koşullarına uymayan bir tutum olarak geliyor bana. Ayrıca sözcük kullanımı ve anlatım biçimi kişinin bilinç düzeyiyle ilgilidir; bu durumda kişinin anlatım ve sözcük kullanım kararını kısıtlayıcı tutum takınılmamalıdır; çağdaş olabilmenin ilk kuralı, insanın diline, düşüncesine ve tutumuna saygıdır.  

Üretilen ve türetilen her sözcük yeni bir sözcüktür; kullanıma sokulabilmişse. Bu çok iyi bir şey ve dile önemli bir katkıdır. Aynı zamanda dilin gelişiminde de etkilidir. Bu alan, çaba harcanması gereken bir alandır; diyeceğimiz bir şey yok. Ancak bu tür bir yaklaşım bana göre yetersizdir; dilin zenginliği ve gelişimi için yeterli kazanımı sağlamazlar. Şunu söylemek istiyorum; var olan sözcüğün yerine değişik ses ve hecede yeni bir sözcük koymak, dilin gelişimi için yeterli sonuç vermez. Asıl ele alınması gereken konu; düşünce, olay, olgu, duygu, durum ve harekette yaşanan/olan boşlukların yerine sözcük üretmektir.

İkinci önemli kavram ise dilin “zenginleşme”sidir. Bu, dilin özleşmesine göre daha kapsamlı bir konudur. Ayrıntısına girmemiz gereken bir alandır. Zenginleşme deyince dilde kavram ortaya koyma, sözcük çoğalması ve sözcüklerin anlam alanlarının genişlemesi, diye algılamak gerektiğini bir kez daha vurgulayalım; çünkü dilin zenginleşmesi dil gelişiminin altyapısıdır. Bununla ilgili ele alınması gereken üç ayrı konu vardır:

 Dünyanın herhangi bir yerinde üretilen bilgi varlığını; dilbilgisi kurallarımıza, anlam, ses, duygu değeri ve anlam köküne uygun dilimize Türkçe sözcük olarak kazandırılmasıdır. Örneğin bilgisayar gibi… Bu son zamanların göz ardı edilen konusu olduğunu biliyoruz ve toplum kendiliğinden bunların bir kısmını benzetme yoluyla Türkçeye kazandırmaktadır. Bu ayrı bir sorundur ve kurumsal girişim ve yönlendirme gerektiren bir durumdur. Yani kurumsal yapı gerektirmektedir; Türk Dil Kurumu gibi… Bilindiği gibi üretilen her teknik, sistem, yöntem, olay, olgu, nesne; kendi kavram, terim ve sözcüklerini üretmek zorundadır. Her kültür varlığı, simge aracılığıyla dünya dillerinde tanımlanır. Bu evrensel bir olaydır. Dış dünyada tanımlananlar, dilimize kazandırılırken sokaktaki insanın söylemiyle değil; kendi özümüze, dilbilgisi kurallarına ve konuşma ezgimize uygun tanımlanması Türkçenin bilim dili olması ve anlamsal alanın kolay kavranması için önemli olduğunu düşünüyorum. Arapça ve Farsça sözcüklerin boyunduruğundan dilimizi kurtarmaya çalışırken diğer yandan Türkçeyi batı dillerinin egemenliğine sokuyoruz. Bu, özellikle üzerinde durulması gereken bir konudur.  

Sözcüğü olmayan ancak yaşanan durum, eylem, olay, olgu yerine yeni sözcük üretmektir. Üretmek sözcüğünü açalım. Sözcük üretmek; yeni bir buluşun, tanımlanmamış bir duygunun, duygunun yaşanma biçiminin, olgunun/eylemin oluş biçim ve çeşidinin, düşüncede yaşanan/olan/var olan bir boşluğun, yeni bir tasarımın tanımlanması ve isimlendirilmesi sonucu, düşünce varlığının gösterenenini ortaya koymaktır.

 Bu konuyu duygular veya zihni durum eylemlerinde de açıklayabiliriz; daha somut olduğu için hareketler üzerinden açıklamaya çalışalım. Örneğin, insan elinin bilekten aşağı kısmının on dört serbestlik derecesi vardır, yani elin parmaklarla birlikte on dört farklı yöne hareket yeteneği vardır; parmakların birbirleriyle olan hareket ilişkisi vardır; bu hareket yeteneği ile çeşitli şekiller oluşturulabilmektedir. Bunlardan yalnızca birkaçı Türkçede isimlendirilmiştir; zafer işareti, tamam işareti (bu söyleyişler bile en az çaba yasası ve temiz dil gereği sıkıntılıdır), “yumruk” gibi… İşte buradan başlanıp yaygın kullanılan hareketleri; görünümüne, anlamına ve sesine uygun tanımlayıp yeni sözcükler üretilerek kullanıma sokulabilir veya önerilebilir. Daha açık söylersek, yaşanan, duyulan, yapılan bir eylemin/duygunun/durumun tanımlanmasında Türkçede oldukça fazla boşluklar vardır ve bunlar tanımlanarak yeni sözcüklerle anlatılabilmelidir. Eylem, durum ve duygu durumu ile yaşanma biçiminde var olup sözcük olarak kazandırılmamış boşlukların tespit edilip tanımlanması gerekir. İşte bu boşlukları tanımlama, düşünce sınırlarını genişletme eyleminin önemli bir parçasıdır. Başka bir şekilde söylersek, boşlukları tespit edip düşünme hızına, derinliğine, genişliğine ve özgürlüğüne daha fazla katkı yaparız.

İki veya daha fazla sözcükle açıklamaya çalıştığımız; durum, olay, olgu, eylem, nesne ve duygu durumunu tek sözcükle çözmenin yolları aranmalıdır. Örneğin anne sevgisi. Anne sevgisi dünyada önemli ve başat bir duygunun yaşanma biçimidir ve biz bunu tek sözcükle anlatamıyoruz. Bunu tek sözcükle anlatabilsek, doğrusal olarak bu sözcüğün türevleri oluşacak ve karşımıza yeni anlatım olanakları doğacaktır. Dil uzmanları, bilinenleri bir kenara koyup dil üzerinde ayrıksı bir bakış açısıyla düşünmelilerdir. Çünkü birkaç sözcükle tanımlanan bazı konular tek sözcükle anlatılabilir; böylece beynin çalışma süresini biraz daha azaltabiliriz. Temiz dili diğer bir deyişle temiz Türkçeyi yaratabiliriz. Bilindiği gibi beyin en kısa zaman, var olan en az bilgiyle anlamlandırma ve tanımlama yöntemiyle çalışan bir organdır. Bu yüzden dilde sadelik önemli bir konudur. Leonarda Da Vinci’nin söylediği gibi “Sadelik, en yüksek gelişmişlik düzeyidir”, çağdaşlıktır. Dilde en kısa yoldan anlatıma yönelmek, en az çaba yasası gereği dile yapılabilecek en büyük katkı olur demek yanlış olmaz düşüncesindeyim.

Duyguların yaşanma ve görünme biçimi o kadar çok çeşitlidir ki bunları nitelendirmeye/isimlendirmeye kalkarsak yüzlerce sözcük üretebiliriz. Gülmenin sayısız biçimini isimlendirebiliriz veya nitelendirebiliriz. Düşünme süresinin kısaltılması ve sadeleştirilmesi için fazla sözcük kullanmadan sorunu anlatabilecek altyapının kurulması, sözcüklerin anlam ve ses uyumuyla üretilmesi ve kullanımı önerilmelidir. Yürümeyle koşma arasında farklı eylem biçimleri vardır; bunları değişik nitelendirmeyle veya birkaç sözcük kullanarak tanımlamaya çalışıyoruz. Oysa hızlı yürüyüş eylemini tek bir sözcükle belirtirsek, bu sözcüğün ekleriyle birlikte birçok türevi ortaya çıkacaktır. Bunun anlamı, Türkçeye yeni yeni sözcükler kazandırmak ve düşün evrenini genişletmek, dolaysısıyla dil evrenini genişletmek demektir. Düşünme ve söyleyiş süresini kısaltmak ve yeni sözcüğün anlam alanıyla düşünce de anlatım derinliği kazandırmaktır. Beynin anlamlandırma süresini kısaltmaktır.

Dilin zenginleştirilmesi konusuna olağan bir bakış açısıyla değil; düşüncenin geliştirilmesi yönüyle bakılırsa karşımıza daha farklı sorgulanması gereken konular ve özel çalışma alanları çıkar. Örneğin, düşünme sürecini kısaltmak ve beynin anlamlandırma yetkinliğini artırmak için dile kazandırılması gereken özellikler neler olabilir sorusu gibi… Var olan sözcüğün yerine sözcük türetmek değil; nesne, durum, ilişki, eylem, duygu durumu ve bunların dilde yaşanma/kullanım biçimlerinin tanımlanmasını kapsayan sözcük üretmek gerektiğini düşünebiliriz. Sözcükler, yalnızca gereksinimden doğmazlar/üretilmezler. Bugün beynimizin tanımladığı ancak sözcükler ile anlatamadığımız o kadar çok şey vardır ki bunları somutlaştırma yönüne gidebiliriz. Var olanı görüp-anlamlandırıp dilde tasarımlama yolunu açan bir yaklaşım sergileyebiliriz. Bu durumda, bilimlerin bize sunduğu olanakları sonuna kadar kullanmak zorunda kalırız ki o zaman temele dayanmayan ve sıradan yaklaşımları öteleyebiliriz.

Dil çalışmalarında temel değişken “düşüncenin geliştirilmesi” varsayımı ile yola çıkar ve bu değerler dizgesi üzerinden sorgularsak dilin eylem/duygu/olay/olgu boşlukları ile uğraşırız; bu tanımlanmamış bir şeyin üstüne gitmek olur ki gelişmenin en etkin biçimidir. Soyut veya somut hareket-nesne-eylem-duygu-olay-olgu boşluklarının sorgulanması; düşüncenin genişletilmesi, düşünceye yeni yeni alanlar yaratılması demektir. Sorgulama hızını artırmak, düşüncenin genleşmesini sağlamaktır. Düşüncenin evrilmesi, dilin uzamının genişlemesi ve yeni anlam alanlarına açılması demektir.   

Üzerinde düşünülmesi gereken bir diğer konu şudur: Bilindiği gibi insanın, doğanın ve nesnenin; bazı eylemleri, davranışları, duyumları, sözcüklerle anlatılamamaktadır. Yaptığımız, duyduğumuz ve gördüğümüz, düşündüğümüz her şeyi ne oranda sözcüklerle anlatabiliyorsak dil o kadar gelişmiş demektir. Türkçe çok zengin bir dil olmasına karşın bütün dillerde olduğu gibi bu tür boşlukları vardır.

Dilin özleşmesi, zenginleşmesi ve gelişimi birbirleri ile iç içe olan bir konudur; küçük ayrıntılarla bunlar birbirlerinden ayrılırlar. Şu ana kadar özleşme, zenginleşme konularına kısaca göz attık. Şimdi dilin “geliştirilmesi” konusunu ele alalım. Çünkü dilin özleşmesi var olan sözcükler üzerinden hareket ederken dilin zenginleşmesi var olmayan sözcüklerin üretiminde varlık bulmalıdır; daha doğrusu bana göre bu şekilde tanımlanmalıdır. Türetmek sözcüğünü kullanmıyorum; çünkü türetmek demek, var olan bir kökten eklemleme yaparak yeni sözcüğe ulaşmak demektir. Bu Türkçenin önemli bir özelliğidir; ancak elbette her söz yeni anlam alanları açarak yeni sözcüklerin doğumuna yol verir. Sadece bu durumla sınırlamamak için üretmek sözcüğünü kullanıyorum. Aynı aileden bir köke dayanmak zorunda değildir yeni sözcük; işlevsel özelliği, ses özelliği ve anlam alanı açısından düşünülerek yeni bir sözcük üretilebilir. Mutlaka bir köke dayandırmak, yaratıcılığı sınırlamak olur ki böyle bir zorunluluğumuz olmamalıdır.

“Dilde Gelişim”; özleşme ve zenginleşmeyi de içine alan kocaman bir alandır. Yani anlamsal olarak çok geniş bir kavramdan söz ediyoruz demektir. Neden? Özleşme, dilin gelişmesine katkı veren önemli bir çalışmadır. Zenginleşme ise insanoğlunun ürettiği yeni kültür varlıklarının dildeki karşılığını tanımlamak ve yeni anlam alanı kazandırmaktır. Olmayan sözcüğün yerine sözcük üretmektir. Bunları; ses, duygu, anlam ve köken olarak kavramsal bir alana oturtmaktır. İnsanoğlunun algıladığı ve anlamlandırdığı tüm soyut-somut varlık veya var olduğu varsayılanlar; her tür görüngü-hareket-eylem-duygu-yer-nesne vs. ile eş zamanlı dile kazandırılması demektir. Bir anlamda var olanı veya duyumsananı, düşünüleni, dile kazandırmak olarak anlamalıyız. Diğer dillerden taşınan, yeni bilgi ve teknik sonucu açığa çıkan terim/sözcükler dahil yüksek dolaşımı da içine alan bir alandır. Şöyle dersek daha anlaşılır olacak: Nasıl bilgi bilgiyi üretiyor, kültür varlığı başka bir kültür varlığını üretiyorsa bilgiler arası ilişki[25], kavram ve terimi, terimler de sözcüklerin ortaya çıkmasını sağlıyorlar.

 Sonuç olarak bunların hepsi, dilin kendini geliştirmesi gibi görünse de düşünce gücünün artması, daha kapsamlı anlatım olanakları, yeni bakış ve anlayışın oluşmasıdır; düşüncede tasarımlanmış yeni sözcükler olarak karşımıza çıkanlardır. Anlatım olanaklarını artıran, dolayısıyla düşünme gücünü zenginleştiren kaynaklardır.

İlkesel olarak dilin amacı, bana göre kendi anlatım olanaklarını artırmak olmamalıdır. Dilin asıl amacı, düşüncenin uzam, uzay ve boyutunu güçlendirmek/genişletmek olmalıdır. Daha doğrusu dilin genişliği değil; düşüncenin genişliği temel öge olarak ele alınmalıdır. Öyleyse biz, dil çalışmalarında düşüncenin geliştirilmesi varsayımından yola çıkarak daha değişik bulgulara ulaşabilir miyiz? Düşünce dili araç olarak kullanır; dil düşünceyi değil. Bu mantıktan yola çıkarak dil çalışmalarında düşünceyi geliştirmeyi baz almak daha akılcı bir yaklaşım olabilir mi?

Dilde gelişim dediğimizde biraz daha ayrıksı düşünme gereği doğmaktadır. Benim düşünceme göre dil gelişimi, üretilen kültür varlıklarıyla ilgilidir. Daha açık söylersek, doğa, sosyal ve insan bilimleri ile soyut-metafizik kavramların mantıksal sonuçlarıyla ilgilidir. Ne kadar bilgi üretirseniz, -ki bilgi üretimi bilimler arası bir sonuçtur- düşüncenin evreni o kadar genişler ve ister istemez kendi gösterenini üretir. Örneğin telefondan başlayıp günümüz iletişim teknolojilerine kadar tanık olduğumuz iletişim dünyası, kendi kavram, terim ve sözcüklerini üretmişlerdir; yöresel dillerden daha fazla sayıda özgün sözcüklere sahip olmuşlardır. Buradan da anlaşılıyor ki dilde gelişimi sağlamanın tek yolu düşünce evrenini genişletmektir. Yeni bilgi üretmektir; bilgiyi teknolojiye dönüştürmektir. Üretilen bilginin gösterenini yerine koymaktır. Bilgi üretmiyorsanız dilde gelişim sağlayamazsınız. Son yıllarda ne dış dünyada üretilen bilginin gösterenini dilimize doğru uyarlıyoruz ne de kendimiz sağlıklı bilgi üretiyoruz. Bilgi üretmeden gösteren de üretemeyeceğimize göre Türkçenin kısır bir süreç yaşaması kaçınılmaz bir sonuç değil midir? Dikkat edilirse üniversitelerimizden yazın dünyasına kadar tüm sektör ve kurumlar, zengin ve güçlü bir taklit dünyasında var olmaya çalışmaktadırlar. Örneğin, sanat dünyasında, sanatın önünü açan kuramsal yaklaşımlar, öne çıkan yazar ve şairler tarafından küçümsemekte ve görmezden gelinmektedir. Bilgi üretiminden kaçış nedeniyle, farkındalıklı düşünen, özgün bir şeyler ortaya koyan, öne çıkmış bilimsel bir sonuç üreten, ülkemizde yok denecek kadar azdır.

Dili geliştirmenin temelinde yatan ana öge, düşüncenin gücü ve uzamı ile uzayını genişletmektir. Farkındalıklı yaklaşım ve bilgiler arası çözümlemelerle, düşünme açısı genişletilebilir, düşünce gücü derinleştirilebilir ve bu yolla yeni kavramlar üretilebilir. Yani kuramsal bilgiler ortaya konabilir. Diğer bir anlatımla, dildeki anlatım olanakları zenginleştirilebilir. Kuramsal bilgiler, bize genellenebilir, denenebilir ve izlenebilir kavramlara yöneltir ve bu kavramlar düşünce uzayına yeni yeni ufuk açar. Bildiğimiz gibi düşüncenin uzayı sınırsızdır ve buna bağlı olarak dildeki anlatım olanakları da sınırsızdır. İşte bu yaklaşım bize; insan, yaşam, nesne ve evren arasındaki ilişkilerin dilde yer almamış, anlatım olanağı kazanmamış boşluklarını tanımlar, yeni anlam alanları açar ve bizleri kavram üretmeye zorunlu kılar. Üretilen kavramlar kendi anlam alanlarını oluştururken aynı zamanda terim ve sözcüklerini üretmeye yöneltir. Örneğin sanata ilişkin bir kuram ortaya koyduğunuzda bu kuramı somut duruma dönüştürmek için anlamsal alanı belirli bir kavramla tanımlamak zorunda kalırız.  

Açıkçası Türkçeyi şöyle kullandın böyle kurallarını hiçe saydın, mutlaka böyle kullanmalıyız gibi söylemler, dile ne bir katkı sağlar ne de ne de dilin kötüye gitmesini engeller. Bu söylemler, kendimizi ışıklı bir vitrine koymak dışında hiçbir anlam içermez, diye düşünüyorum. Çünkü dil yaşayan bir olgudur ve bu olgunun içinde düşünme görüngüleri çözülememiş bir değişken vardır. Bilimsel verilere göre tutum takınmak, en mantıklı yaklaşımımız olur. Ayrıca dil geliştikçe düşünce de buna koşut olarak gelişir, genişler; bunu görmezden gelemeyiz. Dil ile düşünce iç içe bir olgudur. Ele aldığım konu bir yöntem konusudur ve baz alınması gereken noktalara açıklık getirmektir. Bir anlamda dile ilişkin gittikçe kısırlaşan çalışma biçimine devinim ve yeni bir bakış açısı getirebilmenin yollarını araştırmaktır. Bilimsel çalışmalarda yöntem ve sorgulanması gereken ölçütler değiştikçe, yeni yeni durumlar ortaya çıkar ve sorunların çözümü kolaylaşır.     

Dilde özleşme, zenginleşme ve gelişme kavramları; birbirini tetikleyen ve birbirini var eden kavramlardır. Şekil üzerinde açıklarsak; piramidin tabanını dilin geliştirilmesi, orta bölümü zenginleştirme ve özleşme ise üst kısmı temsil eder. Sonuçta düşünce evreni; özgürlüğünü, derinliğini, genişliğini, yetkinliğini ve yaratıcılığını kendi ekseninde var eder; bunlar sağlıklı ve tutarlı bir biçimde doğrudan dile yansıtılır. Bir anlamda dilin simgelerini düşünebildiği oranda ortaya koyabilir; bunun anlamı, dilin gelişmişliği düşüncenin evreni kadardır. Yani dili geliştirmek gibi bir işe soyunuyorsak, asıl değişken olarak düşünceyi baz almalıyız. Özet olarak en geçerli yaklaşım: ‘Dil, düşüncenin gösterenidir; dilin göstereni düşünce değildir’, olmalıdır. Açıkçası şunu söylemek istiyorum. Uygulamada gördüğümüz kadarıyla, dil çalışmaları istendiğimiz oranda başarılı değildir; elbette çok değerli çalışmalar yapılmıştır ancak bu konuda karakucak bir savaşım veriliyormuş izlenimi vardır. Dili geliştirmenin yolu düşünmenin sınırlarını genişletmektir; çünkü düşünmenin sınırı yoktur ve düşünce kendi uzayında genişledikçe kendi kavram ve terimleri ile sözcüklerini üretir.  

 Bu açıklamalardan sonra bir kez daha soruyorum: Dil çalışmalarında baz alınması gereken yaklaşım; düşüncenin geliştirilmesi mi, yoksa dilin geliştirilmesi mi olmalıdır? Düşüncenin geliştirilmesi yaklaşımı baz alınırsa “sorgulanması gereken değerler dizgesi” nelerdir? Yöntem ve yaklaşım değişikliği nasıl bir sonuç üretir? Uygulamada somut bir şeylere ulaşabilir miyiz? Bu sorular; bilimsel, deneysel ve ayrıntılı araştırmalar gerektirmektedir. Diğer yandan, dil baz alınırsa şu anda yaptıklarımızdan çok farklı bir şey yapmayacağımız için düşünmeden oturmaya ‘devam edebiliriz’. Örneğin tırnak içindeki, “devam edebiliriz” yerine neden “sürdürebiliriz” sözcüğünü kullanmadın diye birbirimizi suçlayarak Türkçeyi geliştirme algoritmasının üzerinde yerimizi alıp kısır döngüyü alkışlayabiliriz.

Sonuç olarak, özleşme çalışmaları bugün olduğu gibi daha kapsamlı olarak sürdürülmelidir. Dilin zenginleştirme çabalarına ise daha bilimsel bir açıdan yaklaşılmalıdır. Dilin gelişimi, özleştirme ve zenginleştirme ile gerçeklik kazanır ancak bu, yeterli değildir. Başımızı kaldırıp bilimlerin ileri sürdüğü kuramlara bakmalıyız, yeni kuramlar üretmeliyiz ve düşüncede var olup da dilde göstereni olmayan nedir, bunları çözmeye yönelmeliyiz. Kısacası dil çalışmalarına fen, sosyal ve insan bilimlerinin toplamının gözünden bakmalıyız. 

Türkçe, köklü bir kültüre ve uzak geçmişe (binlerce yıl) sahip olmasına karşın günümüzde palazlanıp uçmaya hazırlanan yaralı bir kuş yavrusu gibidir. Bilimlerle donatılıp, güçlendirilip ve farklı bir yaklaşımla hareketlendirilmeden bir kanadı hep kırık kalacaktır. Dil; yaşamın amacını, biçimini ve estetik değerini ortaya çıkaran bileşendir. Bilginin teknolojiye dönüştürülmesinde başat etkendir. Dil gelişimi; bilgi üretimi ve bilimlerin gelişimi ile koşut bir olgudur. Bilgi üretimi ve bilimlerin gelişimi ise dilin gücüyle doğru orantılıdır. Düşüncenin uzayı temel değişken olmalıdır ve dilin genişliği düşünebildiğimiz kadardır.  M.K.Atatürk, Türk Dil ve Tarih Kurumu gibi kurumsal bir yapı oluştururken nasıl bir dil geleceği öngörmüştür? Öngördüğü o geleceği, yüz yıl sonra biz görebiliyor muyuz?

Dil çalışmalarında daha somut, hızlı ve etkili bir sonuca varabilir miyiz? 27 Ekim 2019, Narlıdere

 

SAYISAL KİTAP (e-kitap)

 Zaman hızla akıyor ve büyük bir değişimi kucağımıza bırakıyor. Bilgi ve insanın kullandığı teknoloji sürekli güncelleniyor. Yaşadığımız ortam, değişime karşı önlem almak gerekliliğini söylüyor. Hatta değişime koşut değil, değişimin önünde olacak biçimde hızımızı düzenlememiz öncelik taşıyor. Bugün bilgisunar (internet) ile gençliğin kullandığı elektronik aygıtlar, artık basılı kitap konusunu biraz daha geri plana itmektedir. Bir terabaytlık diskte binlerce kitabın saklanabildiğini ve istendiği zaman az çabayla ulaşılabildiğini hepimiz biliyoruz. E-kitap okuma aygıtları da dünyada ciddi anlamda artık elden ele dolaşmaktadır; daha rahat ve konforlu okuma ortamı sağlayabilmektedir.

Kullanım oranı çok yüksek olan cep telefonları, e-kitap, e-dergi gibi sayısal verileri işlemeye uygun üretilmektedir. Sayısal verilere her yerde ve her an ulaşabilme olanağı doğmaktadır. 

E-kitap okumanın önündeki ilk sorun; bugün için bilgisunar ve bilgisayar kullanım oranının düşük olmasıdır. Kırklı yaşların üstündekilerin bilgisunar kullanım oranı çok daha düşüktür. Ne var ki gelecekte teknolojinin kullanımı öylesine büyüyecek ki oran yüzde yüzleri bulacak ve ders kitapları gibi özellikli kitaplar dışında kalanlar, e-kitap haline dönüşecektir. Sürece ve gelişim hızına baktığımızda, bu duruma evrileceğini kuşkuya yer kalmaksızın söyleyebiliriz.

İkinci sorun ise yasal düzenlemelerin yetersizliği ve teknolojik altyapının hazır olmamasıdır.

Belirtmek gerekir ki basılı kitabın yerini e-kitap alamaz; hiçbir zaman da basılı kitaptan vazgeçilemez. Bir iletiyle milyonlarca adrese dağıtımı yapılabilen bir e-kitabın belge niteliği taşıyan nesnel bir basımının da olmasını bizim neslimiz unutamaz. Ancak gelecek nesiller bizim gibi düşünür mü, bunu kestirmek zordur. Gazete ve dergi gibi süreli yayınların e-yayına dönüşmesi, çok küçük tutarla bu işin üstesinden gelinmesi çağın bir olanağı olarak önümüzdedir.

Değişim ve her gelişimin kaçınılmaz olumsuz yönleri vardır. Örneğin, insanın alışkanlığından vazgeçmemesi önemli bir olumsuzluktur. Yapılması gereken, olumsuz olan şeylerin sıfıra yakın bir değere çekilmesidir. Bana göre bunlarla baş etmenin en geçerli yolu, gerekli altyapıyı kurmak ve tüm yönleriyle hazır olmaktır. Soru şudur: Değişimin önünde olmak için kurmamız gereken altyapı nedir?

Öncelikle terim ve sözcüklerle işe başlamak gerekir. Örneğin e-kitap okuma aygıtı “kindle”, bir marka adıdır ve bu ad ile gençlerin diline yerleşmiştir; jilet gibi… Kindle yerine bunun adına “okuncak” diyerek veya başka bir sözcük önerisiyle işe başlayabiliriz. E-Kitap yerine “sayısal kitap” diyebiliriz. Bilgisunar satış sitelerine de bu adla girerse bir başlangıç yapılmış olur, diye düşünüyorum.

Sistemler veya toplumlar, değişimin önünde olabilmek için kurulacak teknolojik altyapının ön çalışmasını yapmak zorundadır. Örneğin, yasal düzenlemeler bir an önce yapılmalıdır.  Telif hakları ile bilgisunar ortamındaki eser dağıtımına ilişkin yasal düzenlemeler öncelik taşımalıdır. Ne var ki bizim gibi toplumlar bu gerçeklikten biraz uzak yaşamaktadırlar. Bugün sayısal kitaba yönelik ne yazar ne yayıncı ne de kanun koyucuların hazırlıkları vardır. Gelişmeleri ve değişimi görüp ondan sonra önlem alma alışkanlığımızın olduğunu yaşadığımız sayısız örnekten biliyoruz. İş işten geçmeden hazırlık yapılmalıdır.

Çağ hız çağıdır. Teknoloji, toplumların değişim hızından daha yüksek yeteneklidir. İşte sorun burada başlar ve bunun çözümü de bireyi eğitmektir. Yanlış eğitim anlayışı ile metafizik dünyaya itilen gençlik, değişimin önünde olamaz. Bu maddenin yasasına ters bir durumdur. Maksadım; politize olmuş insanların algı ve yargılarını sorgulamak değildir; önümüze atılmış bir gerçeklik var ve bu gerçekliğin üstesinden gelmenin gerekliliğini söylemektir. Teknoloji transferinden bilginin işlenmesine kadar pek çok alanda gerilerde kaldığımızı hem de göz göre göre tepki gösteremediğimizi bir kez daha anımsatmakta yarar olduğunu düşünüyorum.

Yirmi dördüncü İzmir Kitap fuarında, “Ben bu kitabı sayısal kitap olarak okudum, çok hoşuma gitti ve kütüphanemde bulunması gerektiğini düşündüğüm için alıyorum.” diyen gençlere tanık oldum. Günümüzün gençliği, alışkanlık gereği basılı kitap konusunda tutucudur. Ne var ki birkaç yıl sonra bu alışkanlıklar kırılacak ve basılı yayınların çok büyük bir kısmı sayısal yayın biçiminde istenecektir.

Bugün dergiyi posta yoluyla sürdürümcülere gönderiyoruz; yarın ise bir tuş ile bunları binlerce adrese gönderebileceğiz, aynı işi daha hızlı ve az tutarla yapabileceğiz.

Sayısal kitapla bir konu daha gündeme gelmiştir. Okumak yerine bunlar okuma programlarıyla sesli olarak dinlenebilecektir. Şimdilik çok yaygın olmasa da teknik bir olanaktır ve kullanımı yaygınlaştırılmalıdır.

Aydınlığa duyarlı insanlar ve kültürel dernekler, değişik yerlerde kitap bağışı ve kütüphane kurma kampanyaları düzenliyorlar. Bunlar şimdilik gerekli ve önemli çalışmalardır. Çok sayıda kütüphane vardır ve buralarda binlerce insan çalışıyor. Ne var ki sayısal kitaba doğru gidişin olduğunu da göz ardı edemeyiz. On terabaytlık bir aygıtta bir milyon üzerinde kitap saklanabiliyor. İstendiğinde, raf derdi ve arama derdi olmaksızın bir tık ile önümüze açabileceğimiz kitaplar bunlar. Kaç kütüphanede bir milyonun üzerinde kitap vardır? Kütüphanelerde ve okuma salonlarında sayısal kitap için hazırlık yapma zamanı geldi ve geçiyor. Sadece bunlar mı? Okullar, üniversiteler, araştırma merkezleri ve ticari kuruluşlar aynı düzenlemeleri yapmak zorundalardır. 

Derginin yerini sayısal dergi tutar mı, diye soran olacaktır doğal olarak. Gelecekte basılı derginin yadırganır olacağını ve sayfa çevirmenin sıkıcı bir iş görüleceğini ayrıca söylemeye gerek var mıdır? 

Ciltler dolusu ansiklopediler ve tuğla kalınlığındaki sözlükler, bugün raflarda tozunu almak dışında başka bir işlem görmüyorsa kitapların da aynı sonu yaşamayacağını söyleyebilir miyiz? Bir an önce, bilgisunar, bilgisayar, elektronik kitap okuma aygıtı ve cep bilgisayarı gibi sayısal teknolojiyi kullanan araçlar ile sayısal yayınlara uyum sağlamaya bakalım; eğer dönüşümün dışında kalırsak düşeriz.   23 Nisan 2019

 

MİLLİ GÜÇ ÖGELERİ

 Bir ülkenin durumu ve geleceği ile ilgili stratejik düzeyde inceleme yapmak istiyorsak milli güç ögelerini ayrıntılı incelemek ve birbirleriyle olan etki ile ilişkilerini sağlıklı okumalıyız. Bunları ayrıntılı irdelediğimizde ülkenin makro düzeyde fotoğrafını yüksek doğrulukla çekebiliriz. Bunun yanında ufukta bekleyen tehdit ve tehlikeleri görebilme yeteneği kazanırız. Olanak ve yeteneklerimiz nedir ve gelecek nasıl şekilleniyor gibi sorulara az çok yanıt bulabilme yeterliliğine ulaşırız. Aynı zamanda olumlu gelişmeleri açıkça okuyabilir, olumsuzluğun neden olumsuz olduğuna ilişkin sorgulama ve yorum yeteneğimiz gelişir. Büyük resmi yüksek doğrulukla okuma yeteneğine ve yetkinliğine erişiriz ki bu her aydının ulaşması gereken bilinç düzeyidir.

Çevremize baktığımızda, öylesine iç yakıcı karar, söylem ve uygulamalarla karşı karşıya kalıyoruz ki çağdaş dünyayla ve “aklımızla dalga geçildiğini” görüp umutsuzluğa kapılıyoruz. Tüm varlığımızla, emeğimizle ve gücümüzle kendimizi adadığımız ülkemizde aklımızla dalga geçildiğini, göz göre göre bazı hak ve özgürlüklerimizin gasp edildiğini görmek, sorgulama yeteneği gelişmiş ve büyük resmi okuyabilen aydın insanları rencide etmektedir; umutsuzluğa düşürmektedir. Bu konu delilsiz söylenecek kadar açık ve ülkedeki aydın kişilerin yaşadığı güncel gerçektir. Bu ülke bizim, bu gençlik bizim ve sorunlarda bizlerin de payı olduğu gerçeğini unutmamak zorundayız. Her ne olursa olsun doğruyu ve geleceğimizin güvencesi olan ilkeleri gençliğe aktarmaktan geri durmamalıyız. Önünü bile görmekten yoksun kişilerin ele geçirdiği kaleleri, her ne pahasına olursa olsun yıkılmaması için çaba harcamalıyız. Akıl, bilim ve adalet, geç de olsa kazanacaktır. Bugüne kadar taraflı ve diktelerle yönlendirilen hiçbir sistem, uzun süre ayakta kalamamış ve toplumlar için verimli bir sonuç üretememişlerdir.   

Bu yazıya başlamadan önce, Siyasi Güç, Ekonomik Güç, Askeri Güç, Demografik Güç, Coğrafi Güç, Bilimsel ve Teknolojik Güç, Psiko-Sosyal ve Kültürel Güç olmak üzere ülkenin genel durumunu yedi başlık altında incelemeyi düşünmüştüm. Bugünü; geçmiş verilerle kıyaslayarak; güncel olay, olgu, veri ve bilgilerle inceleyerek; ülkenin genel durumu hakkında bir sonuca varmayı hedeflemiştim. Nasıl söyleyeyim? İçim karardı ve yakın gelecekte yeniden ele almak üzere incelemeyi erteledim. Hangi güç ögesine kısa bir giriş yaptıysam, hangisini bazı verilerle ele aldıysam, hepsi elimde asılı kaldı ve içim daraldı, ağrılı bir korku saldı bedenime. Asıl benim içimi karartan ise şu iki konu oldu: Özellikle bunların altını çizmem gerektiğini düşündüm.

Birincisi, demografik (nüfusbilimsel) yapının insanların duygusal zayıflıkları kullanılarak bilinçli olarak bozuluyor olmasıydı. Demografik yapının bozulması çok tehlikeli bir durumdur; bugün ve tarihte kargaşaya sürüklenerek dağılan ülkelerin, yıkılma nedenleri bu tür yozlaşma ve bozulmalara dayanmaktadır. Karar verici makamlar bunların en kısa zamanda değerlendirmesini yapmalı ve çok ivedi önlem almalılardır. Ülke yol geçen hanına dönmüş ve bunun yarım yüz yıl sonra ciddi sonuçları olacaktır. Bunun neden sonuç ilişkisini ayrıca açmaya gerek yoktur; bunlar günlük yaşamımızda gözlenmektedir.

İkincisi ise; Psiko-Sosyal ve Kültürel Gücün bilinçli olarak yozlaştırılmasıdır. Toplumda yozlaşma ve bozulma; çağdaş olmayan kabul edilmiş sözde ilkeler ışığında; sağlıklı nesil yetiştiriyoruz yanılgısıyla hareket ediyor olmalarından kaynaklanmaktadır. Güç ve güçler birliğinin temel ögesi, insandır. Onun çamuru eğitimle kıvama getirilir. Yapısı eğitimle güçlendirilir. Çağdaş ve bilimsel olmayan tutumla hem demografik yapı hem de Psiko-Sosyo-Kültürel yapı, hep birlikte bir arada eş zamanlı yozlaştırılırsa, yeni yeni baharlar yaşamak zorunda kalabiliriz; On beş Temmuz gibi, Mısır gibi, Suriye veya Libya gibi… Her iki güç ögesinin yozlaştırılması ve bozulması; huzursuzluğun başlaması, terör, anarşi ve iç karışıklığın temel dayanak noktası demektir. Sırasıyla ekonomi ve diğer fiziki güç ögelerine yayılır ki- yayıldığı çok belirli- günlük yaşamda duyumsamaya ve fiziksel olarak yaşamaya başlarız. 

Ülkemiz, uyuşturucu yolları, göç yolları, kaçakçılık yolları ve kaynakların geçiş yolları üzerinde konumludur. Coğrafi güç açısından hassas bir durumdur; bu hem yararlı hem de zararlı sonuçlar verir. Bu özellik, doğru kullanılmalı ve coğrafyada yaşayan insanların günlük yaşamlarını etkilemeyecek biçimde düzenlenmelidir. Gel gelelim çevremize baktığımızda, bırakın günlük yaşamımızı etkilemekten söz etmeyi, artık akut sorun durumuna dönüşmüş konular olduğu gerçeğini birebir yaşıyoruz. Nereye, ne zamana kadar bu boşluk sürecek ve gelecekte oluşacak sosyal yapı nasıl bir sonuç üretecektir. Bunlar, sorgulanması ve ivedi önlem alınması gereken önemli konulardır.

Pozitif bilimlerin ve stratejik gerekliliklerin ışığında hareket edilmediği sürece, ideolojik veya dinsel saplantılara sahip kişilerin kararları ile bu konuları çözmek sadece birer düştür. Bugün tanık olduğumuz uygulamalar, dinsel ve ideolojik saplantıların egemen olduğu beyinlerin başı altından çıkmaktadır. Ülke ve çevremizdeki sorunlara çözüm üreteceksek; doğa, sosyal ve insan bilimlerini esas almak zorundayız. Ancak ve ancak bu yaklaşım biçimiyle sorunlara evrensel çözüm üretebiliriz. Bunların ilacı ne dinlerdir ne de ideolojilerdir. En doğru şey birileri için vatan hainliği, en zararlı şey birileri için vatanseverlik olan yozlaşmış algıya sahip insan kitlesi, çığ gibi büyüyor. Bu yozlaşmış algının olumluya dönüştürülmesi ve ayrışmanın engellenmesi sadece ve sadece pozitif bilimlere başvurmakla olasıdır.

Ülkemizde kırk yıldır yaşanan bir terör gerçeği vardır. Binlerce insanımız şehit edilmiş, binlerce genç kandırılıp dağlarda telef edilmiş, binlerce aile bunların acısıyla yaşamaktadır ve binlerce ananın gözyaşı yüreklerimize akmıştır. Kırk yıldır yaşanan terör ve şiddet gerçeğine karşın toplum olarak bunlara karşı aynı dili konuşamıyoruz. Demografik ve psiko-sosyo-kültürel yapı bozulduğunda daha büyük karışıklıkların önü açılmış olacaktır; özellikle terör konusunda. Bunları görmek ve yakın geleceğin gebe kaldığı sorunları okuyabilmek için stratejist olmak gerekmiyor. Çığ gibi büyüyerek üzerimize gelen kocaman kocaman sorunlar var. Sorunların çözümü, doğa, sosyal ve insan bilimlerinin veri ve kazanımlarında gizlidir; inançlarda, tarikatlarda, inançsal topluluklarda ve bunların çağdışı uygulamalarında değildir. Meclisi bombalayan caniler gözümüzün önündeyken hâlâ alnı secdeye değenden yarar bekliyorsak, bilimsel gerçekliği olmayan fakülte mezunlarını müdür, yönetici atıyorsak bunları tanımlayabilecek söz yoktur. Terör ve şiddet nereden gelirse gelsin, amacı ve kapsamı ne olursa olsun, toplum olarak insanlık adına buna kitlesel olarak karşı durmak zorundayız ve aynı dili konuşabilmeliyiz.   

Demografik ve psiko-sosyo-kültürel yapının bozulması demek; ayrıştırılmış, kamplaşmış ve akışkan kitleler yaratmak demektir. İnsanı insana kul yapmaya yöneltmek demektir. Siyaseti ülke kaynaklarında kolay kazanç kotaran aracı iş alanı durumuna getirmek demektir. Pastanın paylaşımını belirli kişilere bırakmak demektir. Hatta bunu doğal bir hak ve davranış türü durumuna dönüştürmektir; bugün olduğu gibi… Ne olur çocuklarımıza ve geleceğimize iyi bir kalıt (miras) bırakmak istiyorsak sorunları çağdaş ve evrensel değerlerle sorgulamalı ve çözümlemeliyiz. Ülkenin gereklerini gerektiği gibi yerine getirmeli, dinlerin ve ideolojilerin saplantı ve önyargılarıyla hareket edilmemelidir. Tarihinden öç alır gibi yaklaşım ve uygulamalar var ülkemizde gözlediğimiz ve tanık olduğumuz. Arkanıza yaslanın ve şöyle bir düşünün; bu topraklarda varoluşumuzun dayandığı temel esaslar nedir? 

Demografik yapının bozulmaması için taraflı ve ben bilirimci siyaseti öteleyip hukukun üstünlüğü sağlanmalı ve ülke güvenliğinin gerektirdiği önlemler bir an önce alınmalıdır. Bu ülkeyi yol geçen hanına döndürmenin getireceği hiçbir yarar yoktur. Herkes çalışıp hak ettiği kadar pay alabildiği bir dünyada, benim çocuklarımın hakkını sağa sola peşkeş çekmeye hiçbir seçilmişin hakkı yoktur. 

Psiko-sosyo-kültürel yapının yozlaşmasını engellemek için zaman kaybetmeden ana okulundan doktora programlarına kadar eğitim sisteminin tamamı; doğa, sosyal ve insan bilimlerinin esaslarına göre ele alınmalı ve düzenlenmelidir. Emek yoğun ve bilgi üreten eğitim sistemine bir an önce geçilmeli, bilgi üretmeyen üniversiteler ile pozitif bilimleri esas almayan liselere boş yere kaynak aktarılmamalıdır. Ağustos 2019, Narlıdere/İZMİR

 

İNSAN NEDEN SANAT YAPAR?     

 

Sanat, yaşamsal süreklilik ve neslin egemenliği üzerine yapılandırılan bir varoluş çabasıdır.

 İnsan neden şiir yazar, resim yapar veya dans eder? Daha genel soralım, neden sanat yapar? İnsanın sanat eseri üretme amacının temelinde ne yatar? Bunu bir kez de birey olarak kendimize soralım; neden şiir yazar veya resim yaparız? Bu ve buna benzer sorular sürekli sorulagelmiş ve bakış açısına göre yanıt, çoğunlukla değişiklik göstermiştir. Bunlar, basit sorular gibi görünse de işin ayrıntısına girildiğinde evren döngüsü ve insan davranışları ile ilişkileri işin içine girer. “Sanat için sanat, toplum için sanat” gibi birkaç açıdan ele alınmış bir önerme ile durumu açıklayamayız.

İnsanoğlunun sanata yönelik çabasının başında, kendini gerçekleştirmesi olduğu düşüncesinden hareket etmeliyiz. Sanatı insan üretir; bu eylemin nedenleri, fizyolojik dürtü, psikolojik güdü ve toplumsal olgular olmak üzere, bilinçaltı, bilinç ve bilinç üstü ile duygu-algı-anlamasından doğan bir amaç vardır.

Hangi tür canlıyı ele alırsak alalım hepsi, varoluşunu koruma ve sürekliliğini sağlama çabası içindedir. Bu temelde fizyolojik ve biyolojik bir güdüdür/dürtüdür. İnsanoğlu ise bu amacı gerçekleştirmek için, güdü, duygu, mantık ve zihin denen toplam akılla daha da sıkı örgütlenmiştir. Ülküsel varsaydığı etkinliklerle varoluş ve sürekliliğini daha çekici yapma çabası içindedir. Aklını kullanarak; güzele, yüceye, iyiye, uyuma ve geleceği şekillendirecek olan en mükemmele ulaşmaya çalışır. Kimilerinin “saf istek”, kimilerinin estetik tavır, kimilerinin güzele ulaşmak dediği görüngünün temelinde yatan gerçek; sırasıyla temel dürtüler, duygu, bilinçaltı, bilinç ve toplam aklın en mükemmele ulaşma çabası yatar. Tüm canlıların, varlığını ve yaşamsal sürekliliğini sağlama çabasının altında yatan gerçeği tanımlamak için; özellikle erkek ve kadının arasındaki bütünselliğe, birbirini tamamlar ilişkiye bakmak gerekir. Özel bir gayrete gerek kalmaksızın, kadın ve erkek arasındaki geometrik uyuma, hormonal zorunluluğa, biyolojik çekime, tensel ve gensel dengeye, güzeli ve güçlüyü arama tutumuna, yine bu amaca yönelik kendini gerçekleştirme çabasına bakalım. Bunlar, sanat yapmanın temelinde yatan ve değişik biçimlerde dillendirilen gerçek hakkında bilgi veriyor olmalıdır.

İster makinist dünyadan kaçınmak ve daha korunaklı bir yere sığınmak için diyelim; ister kendini kanıtlamak için diyelim; ister ekonomik kaygıdan diyelim; sanat üretme çabasının altında yatan şey; bilinçaltı ve bilincimizin en iyiye, en üstüne, en yaşamsal gerekliliklere yönelik çalışmasıdır. Dış dünya kaygılarından kaçınmak, iç huzuru kendinde yakalamak vb. gibi hangi gerekçeyi öne sürersek sürelim, insanın güzeli aramasının temelinde yatan neden, onun güdü diskinde doğal olarak yüklü olmasındandır. Diske yüklü bilgiler; güzeli yaratarak daha yaşanabilir dünyaya ulaşmak; kendinden sonra egemen olacak genlerin varoluşunu ve sürekliliğini sağlamak içindir. Gerek sosyal düzen gerek toplumsal olgular gerek kişisel eğilim etkisiyle, yaşamımızda yeniden şekillenirler. Bu, yaşamsal süreklilik ve neslin egemenliği üzerine kurulmuş bir varoluş gerçeğidir. Yaşamın sürekliliğine yönelmeyen, varoluşunu garanti altına alma çabası içinde olmayan, bitkiler dahil hiç canlı gördünüz mü?

Cinselliğe, canlıların üreme davranışlarına, bitkilerin çoğalma şekillerine baktığımızda, bazı şeylerin kesinlik taşıdığını görebiliriz. Ayrıca, sanatın cinselliğe bağlı gerçek güdüler ile yakın bir ilişki içinde olduğunu pek çok düşünür söylemektedir. Ancak bu ilişkinin dayandığı temeli doğru yorumlamak önemlidir diye düşünüyorum. “İnsanın fizyolojik güdüleri ile sonradan kazandığı olgular, kendisi için daha yaşanabilir dünya kurmak ve kendinden sonra egemen olacak genlerin sürekliliğini sağlamak üzere yapılanır.” Bu tümceyi biraz açalım isterseniz.

Fizyolojiyi ve özellikle beynimizin çalışma yöntemini uzmanların açıklamalarından az çok anlıyoruz. Buna dayanarak, dürtü, güdü, bilinçaltı, algı, anlama, bilinç, bilinç üstü ve insanın diğer duyumsal niteliklerini açıklayabiliyoruz. Bilincimiz dâhilinde yaptıklarımız ile bilinçaltı-zihnimizin yaptırdığı, sayısız etkinlik söz konusudur. Bunlar, biyolojik ve psikolojik emirlerdir. Doğuştan genlere kodludur ve bunlardan hareket almaktadır, diye düşünüyorum. Bana kalırsa bu açıklamayı somutlaştırmanın en kolay şekli, cinsellik ve aşk kavramlarına bakmaktır.

İnsanın bazı davranış ve eylemlerini, erkeklik ve kadınlık hormonlarının ürettiği enerji yönlendirmektedir. Enerjinin sönümlenme amacına yönelik insanı, ısrarla sürüklemektedir. İşte burada önemli bir nokta vardır. Enerjinin sönümlenme amacına uygun yönelim, öğrenilmiş kalıplar ile tehlike doğuracak durumlar söz konusu olduğunda baskı altına alınabilmektedir. Dürtü, güdü ve duyular aracıyla, bilinçaltı ve bilinci harekete geçirmektedir. Cinsellik gibi aşk da ruhbilimsel olduğu kadar biyolojik bir eylem türüdür. Bilinçaltı ve bilincin emirleri ile yönetilir. Bu eylem, canlının en önemli gördüğü bir gerekliliğin dışavurumudur; doğal ve karşı durulamaz bir emirdir. Canlı organizmaların mutlak davranışıdır. İnsanda açığa çıkan bu enerjinin sönümlenmeye yönelik çabası, güçlü ve güzel olanda kendini gerçekleştirme üzerine kuruludur. Dikkat edilirse “estetik kaygının doğuş gerekçesi” burasıdır. Cinsellik ve aşkın birinci aşama amacı; bilinçaltında kodlu olan bilgiden hareketle; güçlü, üstün, seçkin ve güzel olanda kendini gerçekleştirmektir. Bir diğer anlamda güç sahibi olmak veya güzel olmak bu amacın gerçekleştirilmesinin en risksiz yoludur. Sağlıklı geni geleceğe taşımak; güçlü, üstün, seçkin ve güzel olmaya bağlı olduğuna dair algı; canlı doğasında gizil bir zorunluluktur. Bu amacı gerçekleştirmek için, güç sahibi olmak veya çok güzel görünmek doğal bir istek olarak karşımıza çıkar. Bilinç ve bilinçaltı yazılımı, transfer ve hazzın gerçekleştirilmesini bu özellikler üzerinde görür.

 Buraya kadar olan kısmı, insan davranışlarının birinci aşama eylemleri olarak adlandırabiliriz. Cinsellik ve aşkın nihai amaca ulaşması, yani birinci aşama eylemleri, sadece insana özgü, duygu ve bilincin yönettiği duygusal, naif, estetik biçimde gelişir. Bu, eylemin nesnel, biyolojik ve kimyasal yanıdır, aynı zamanda bunun içinde daha karmaşık olan duygusal alan vardır; ancak burada daha fazla ayrıntıya girmeyelim.

Ayrıca şunu da belirtmekte yarar vardır; estetik değer, estetik tavır, estetik yargı, güzel, haz ve hoşlanma kavramları sadece insan için geçerlidir.  Bunlar, doğal olarak sadece insanda vardır. “İnsan neden sanat yapar?” sorusunun yanıtını tamda bu noktada, yani cinsellik ve aşkın birinci aşama eylemlerinde aramalıyız. Varoluş ve yaşamsal eylemlere yönelik tüm dengelerin, neslin sürekliliği üzerine kurulu olması ayrı bir tanıktır bu teze.

Kant ve Shiller gibi düşünürler, estetik tavrı ‘auto-talos’ kavramında görürler. Diğer bir söyleyişle, ‘kendinden başka ereği olmayan’ tavır olarak ele alırlar. Estetik tavır, bir eserden haz duyma veya estetik yaşantı, kendinden başka ereği olmayan estetik tavır olarak tanımlansa da bunun çok geçerli bir söylem olabileceği akla uygun gelmemektedir. Yüzeysel baktığımız zaman, bir çocuğun oyun oynaması kendinden başka ereği olmayan estetik tavra örnek verilebilir belki. Ne var ki bunun altında, aklın gelişmesi için bir çaba olduğunu söyleyebiliriz. Yaşamsal gerçekleri çözümlemiş bir insanın, kendinden başka ereği olmayan bir estetik tavrı yaşayabilmesi bana göre olası görünmüyor. Adı geçen estetik tavrı yönelten, doğuran mutlaka bir altyapı gerçeği, artalan bilgisi vardır ve her farklı insan için farklı biçim alır. Tıpkı çağdaş sanat anlayışına göre, sanat eserinin her insan algısında farklı bir kavrayışı sağladığı gibi.

İşte bu noktada, gerek güdü, duyu ve bilinçaltı gerek bilinç ve gerekse bedensel gereksinimler; bireyin bilinçsiz, bilinçli ve öğrenilmiş olan davranış kalıplarını yönetir. Üstün olma, güç sahibi olma, önde olma, güçlü olma, güzel olma, güvende olma, kendini kanıtlama, beğenilme gibi görüngüleri doğurur. Birey, kendinde bulduğu yetenek ve olanakların sınırlarını zorlayarak bunları; hareket, söz, ses, çizim ve yazı ile dışavurur. İçinde var olan, öğrenilmiş, gelenekten alınmış eylemleri; sevme ve hoşlanma duygusunun yoğunluğuna bağlı olarak gerçekleştirmeye yönelir. Bilinçaltı emirlerine uygun olarak; duygusal, psikolojik ve sosyal yönelimleri ile sonradan öğrenilmiş olgulara dayanarak; kendini gerçekleştirebildiğine, kanıtlayabileceğine ve beğenileceğine inanır. Bu yüzden herhangi bir sanat alanına sevgi ve tutku ile bağlanır. Beğenildiğini ve alkış aldığını gördüğünde, iktidar ereğine, kişisel tatmin ve hazza ulaşır ki kendini gerçekleştirmenin en somut dışavurumudur bu. 

Buraya kadar açıkladıklarımızdan şu yanılgıya düşmeyelim. Sanat edimi, sadece cinsellik ve aşk temelli bir eylem olarak düşünülemez. Cinsellik ve aşk, sanat üretme eyleminin temel çıkış noktasını oluşturması açısından önemlidir. İnsandaki estetik kaygıyı doğuran; dürtü, olgu ve olaylardır. İnsanın sanat üretmeye yönelişinin, doğal ve ilkel temelini bu düzlem oluşturur. Bundan sonrası, öğrenilmiş ve sonradan yapılandırılmış olgulara dayanır. Örneğin, kişisel yararlılık duygusu, kendini kendinde görme, anlama, gösterme, kanıtlama, gerçekleştirme, toplumsal bilincin oluşturduğu ideolojik misyon veya inanç baskısının yarattığı yaratanın en iyi kulu olma çabasıdır. Bunların yanında, ölümsüz olma isteği, dünyayı iyileştirme ve anlatmaya çalışma gibi olguları sanat yapmaya yönelten durumlar olarak gösterebiliriz. Ne var ki burada saydıklarımız, sanat yapmak için ikincil gerekçe olmaktan öte geçemezler.

Sanat yapmanın temelinde yatan birincil gerekçe, insanın nihai amacına ulaşma kaygısıdır. Bu kaygı kendini gerçekleştirme olgusunda ortaya çıkar. Zaten bu konuda çoğu düşünür benzer yaklaşımlarda bulunur. Bunlar yine bilinçaltı kodları üzerine oturmuş, bir kısmı sonradan kazanılmış ancak bilinçli (yeniden yapılandırılmış) bir yönelimdir. Neresinden ele alırsak alalım, sanat ediminin en önemli ve değişmez parametresi, insanın nihai amacına hizmet eden bir eylem olmasıdır. Buna göre sanat yapmaya yönelten ikincil gerekçeler; inanç, misyon, yararlılık, kendini gerçekleştirme, toplumsal gücü sağlama… gibi değişkenlerdir. Bunların bir kısmı, büyük oranda öğrenilmiş, öğretilmiş, duygulara ekilmiş, inandırılmış ve yönlendirilmiş insan davranış kalıplarıdır. Bir bakıma, yönelimlerin, sistemlerin, olayların, yönetim ve eğitim tekniklerinin yardımıyla; dürtü, güdü ve gereksinimlerin yaşam sürecinde güncellemesidir.

Kandinsky, “Sanat, içsel bir zorunluluktur.” der. Bu bana göre, insanın nihai amacından doğan bir kaygıdır. Kendini gerçekleştirme isteği, bu kaygıyla ortaya çıkan bir insan tutumudur. İçsel zorunluluk, kendini gerçekleştirme isteği doğurur. Konunun kökenine indiğimizde, varoluş ve neslin sürekliliği kaygısının doğurduğu bir zorunluluktur. Zorunluluk sonucunda sanata yönelik eğilim, sonradan yapılandırılmış olgu ve olaylarla ilgilidir. Sanata yaklaşımı; kişi, ortam, kültür, bilgi ve coğrafya gibi etkenler nedeniyle farklı farklı biçimler alır. Aslında amaç aynıdır ve aynı kaygının sonucudur. 

Özetlersek, sanat yapma veya sanata yönelme, birincil olarak varoluş ve süreklilik kaygısından doğar; içsel bir zorunluluktur. İnsana özgü bir kaygının sonucudur. Kaygısını; yüceye, iyiye güzele ulaşmakla; üstün olmak, en başarılı olmak, güç sahibi olmak gibi görüngüler üzerinde gidermeye çalışır. Bu tutuma, kendini gerçekleştirme çabası da diyebiliriz.  Sonra ikincil kaygı kendini gösterir. İnanç, kültür ve algı biçimi gereği yaşam sürecinde yeniden yapılandırılarak daha farklı boyuta, yaklaşıma, anlayışa evrilir. Kiminde estetik kaygı, kiminde ekonomik kaygı, kiminde politik kaygı, kiminde inanç kaygısı öne çıkar. Sanat anlayışını buna göre şekillendirir. Hiç kimse ama hiç kimse, ben sevdiğim için resim yapıyorum diyerek kendisini bize tanımlayamaz. Çünkü sevmenin gerisinde, art alan bilgisi ve bir döngüyü gerçekleştirme çabası vardır; süreklilik… Sanat ediminin gerisinde var olan zorunluluk gibi…    

  

ŞİDDET VE YAZIN

 

Altının ayarı, durduğu rafın ya da yanında bulunduğu diğer nesnenin/kişinin niteliğine göre belirlenmez; kendi saflık derecesiyle belirlenir. 

 

 “Edebiyatın, şiddeti önleyici etkisini nasıl artırabiliriz” diye sorduğumuzda, buna doyurucu yanıt verebilecek çalışma var mıdır? Çocuk edebiyatında şiddet konusu üzerinde özellikle durulduğunu biliyoruz ancak yetişkinler için aynı çalışmaların yapıldığını söyleyebiliyor muyuz? Sanırım buna yanıtımız olumlu değildir. Çoğunluğumuz, neyin dilsel şiddet, neyin eleştiri olduğunu veya neyin alaysama olduğunu ayırt edemeyecek durumdadır.  Şiddetin her türüne karşı çok duyarlı bir toplum olmadığımız gibi şiddet ve dilsel şiddet konusunda bilgi noksanlığımız olduğunu hemen söylemeliyiz. Bu yüzden, dilsel şiddet içeren metinler, iyi bir şiir olarak topluma sunulabiliyor ve bunlar alkış alabiliyor. Şiddet duygusunu kamçılayan şiir, öykü veya denemelere yapıt denebilir mi, bunlar ayrıca tartışılmalıdır.

Yazın dünyamızda, şair veya yazarlar hakkında yazmak pek yaygın ve geçerli bir tutumdur. Neredeyse bir yazın türüne dönüşmüştür; biyografi olmayanlardan söz ediyorum. Ritüeli şuymuş, alışkanlıkları buymuş, böyle yazar şöyle çizermiş, kahvaltısını böyle yapar, paltosunu şöyle giyer, votkasına şarap karıştırırmış gibi dedikodudan öte bir anlam içermeyen yazılar... Yapıtları hakkında söyleyeceğiniz bir şey varsa, eleştiri gibi eleştiri yapıp etkinliğini ve yetkinliğini yazacaksanız diyeceğim yoktur. Şair ve yazarları öteki tarafa koyup kendi tarafına geçerek, inceleyip eleştirmek yerine övgü ya da yergiyle metin yazmak sığ bir konu gibi geliyor bana. Çünkü yetkin bir eleştiri sistemi olmadan haklarında ortaya koyacağımız yargı, bir temele dayanmayacak, onları sadece övecek ya da yerecektir.

Konumuz şiddet ve edebiyatsa, saygınlık, makam, mevki algısından, yani kişisel dürtülerin en ilkel olanıyla hareket eden bir kitleden söz etmeliyiz öncelikle. Sadece sanatçılar arasında değil; hemen hemen her ortamda olan bu kaygı ve tutumdan. Ayrıştırılmış, akışkan, birbirine saldıran, birbirinin üstüne basan “bir ben” kaygısının görünürlüğü vardır buralarda. Ne var ki bu kaygıdan doğan tutum, dilsel şiddetin (edebî şiddet) altında yatan temel ögedir. Görünür olmak, bir başkasının omzuna çıkmakla veya yakınında olmakla özdeş tutulmaktadır. Sanata gönül vermiş insanları bu tür davranışlara zorlayan, ele geçirilmiş ve dayatılmış sistem ile alışılagelmiş algı biçimidir, düşüncesindeyim.

Toplum tarafından saygınlık görüyor olmak, kişiye rütbe ve makam verilmiş anlamına gelmez. Diğer taraftan iyi şiir yazmak ve çok güzel tablolar yapmak, ne rütbe verir ne de makam sahibi olmanızı sağlar. Sosyal medyada bir paylaşım, çok hoşuma gitmişti. Aklımda kaldığı kadarıyla şöyle yazıyordu: “Galaksinin içinde binlerce gezegenden birinde, taş çatlasa altmış-yetmiş yıl yaşayan küçük bir canlı formusun, senden önce milyarlarca insan yok oldu, sen de çevrendeki yirmi-otuz kişi dışında kimsenin umurunda değilsin. Ne diye kasıyorsun kendini?”

İnsan; sıkıntılarını, isteklerini ve eksikliklerini gidermeye çalışır. Bunlar, çoğu zaman yerleşik kurallara aykırı davranışlar olarak ortaya çıkar. Ancak başka bir konu vardır ve işin temeli burasıdır diye düşünüyorum. Üstün olma ve saygınlık sorunu… Bu sorunun ikincil ayağı; insanda sonradan oluşan bir durumdur. Üstün olma güdüsüyle ilgilidir; ancak bu metinde, toplumsal olgu ve olaylardan öğrenilen sözde saygınlık sorunundan söz ediyorum. Toplumsal olgu ve tutumlar, kişiler üzerinde etkilidir. Bu tutumlar, bir anlamda toplum içerisinde öğrenilip taklit edilen, sonra da davranış biçimine dönüşen şeylerdir. Ayırdına varamayanlar veya davranış değişikliğine gidemeyenler, başkalarının ona dikte ettiği makam, mevki, iyi şair, ortalama şair gibi yakıştırmaları gerçekliğe taşıyarak bunlara boyun eğmek durumunda kalırlar. Buna göre tutum geliştirirler ve herkesin saygı duymasını isterler. Deyim yerindeyse, “Dünyayı kurtardığını” düşünerek herkesin onu omuzlar üstünde taşımasını bir hak olarak görürler. Ne yazık ki okuduğumuz çoğu metinde bu tür yaklaşımlar sıklıkla görülür. Buna, insan oğlunun kendisini savunma mekanizmasıdır, deyip geçelim.

Sosyal medyaya, dergilere, kitaplara, sanat veya şiire ilişkin yazılara şöyle bir bakalım. Bu yazıların çoğunda, yazar veya şair, kendini ışıklı bir vitrinin en üst noktasına yerleştirmiş, diğerlerini; kötü, bilinçsiz, bilgisiz, şiirden, yazından habersiz bir kalabalık olarak görmektedir. Sanatsal ve bilimsel yazılar konu dışı olmak üzere, eleştiri adı altında yazılan metinlerin büyük bir kısmı böyledir. Yukarıdaki tümceler, birer saptama olduğu için satırlara girdi. Yazınımızda sık sık karşılaştığımız eleştiri amaçlı metinler, çoğunlukla dilsel şiddet içeren metinlerdir. Yazı ve şiirlerimizde kullandığımız dil, başkasının üzerinden pay çıkarmaya, yarar sağlamaya, görmezden gelmeye, öç almaya, tanınırlık devşirmeye, saygınlığına zarar vermeye, küçük düşürmeye ve gülünç duruma düşürmeye yönelikse bunlar, dilsel şiddet içeren metinler olarak görülmelidir.

Başkalarını aşağılamak, kendine makam mevki vererek bir yerleri işgal etmeye yeltenmek, bir diğerini değersiz görmek, güzel değeri olmasına karşın sırf saplantılarınızdan dolayı bilerek görmezden gelmek, sanatta ve edebiyatta bir şiddet türüdür. Şiddeti sekiz kategoriye ayırıyor Franz Kiener. (İleten İmran Karabağ, Dil ve Şiddet, İkaros Yayınları) Maytap geçmeden başlayıp küçük düşürme ve sözlü saldırıya, hakaretten küfre kadar varan konuşma dilidir. Bir başkasını incitmeye, onun duygularını ve saygınlığını ezmeye yönelik sözlü eylemler bütünüdür.

Bunu biraz açalım isterseniz. Ruhsal şiddetin en etkili aracı dildir. Diğer bir deyişle sözle yapılan saldırılardır. Şiddet açısından düşünecek olursak çoğu metinde var olan, ancak çok üzerinde durmadığımız ayrıntılardır bunlar. Elbette dilsel şiddet konusu, eğitim ve yaşam anlayışıyla doğrudan ilgilidir. Ayrıntılı düşünmeyi gerektirir. Bu tür söylemlere başvuran kişi, kendisine bir yarar sağlamak amacıyla yapar. Ne kadar özen gösterilip gösterilmeyeceğini, toplumdaki ortak davranışlar belirler.

Dilsel Şiddet (Sözlü saldırılar) Kategorilerini şu şekilde belirliyor Franz Kiener:

Şüpheye dayalı olanlar; yalan söylemek, bir başkası hakkında çarpıtıcı bilgi vermek… 

·           Yerleşik kurallara aykırı olanlar; azarlama, uyarma, ön yargıya dayalı eleştiri, yargılayıcı sözler, alay etmek, görmezden gelme,

·           Kötü niyetli olanlar; suçlama, iftira ve ihanet türü sözler, öç alma, dolaylı yoldan zarar verme, haysiyet ve onurunu kırma…

·           Teşhir ediciler; küçük düşürücü, suçlayıcı, tahrik edici, saygınlığını yok edici söylemler

·           Taciz ediciler; tartışmaya yönlendirenler, saygısız konuşmalar,

·           Tehdit edici-meydan okuyucular; okura bağırma, saygı sınırlarını aşan söz kullanımı

·           Sert tartışmaya neden olanlar; hakaret, küfür, hor görme, aşağılama…

·           Gülünç duruma düşürenler; alaycı, taklit edici, iğneleyici ve makaraya alıcı, maytap geçme.

Aslında “şiddet, övgü, eleştiri ve dilsel şiddet” ayrımı önemlidir. Sınırları çok dikkatli çizilmelidir. Eleştiri olmadan gelişim olmaz. Dilsel şiddet içeren ancak göz ardı edilebilir gibi düşünülenler vardır ki bunlar, ruhsal çöküntüyü için için körükleyen şeylerdir. Görmezden gelme, hor görme, küçümseme söylemleri gibi… Neden özellikle bunu belirtiyorum? Okuduğumuz pek çok metin, eleştiri gibi görünmesine karşın çoğunlukla dilsel şiddet içermektedir. Biz bunları eleştiri yazısı ya da deneme diye okuyor, üstelik “Ne güzel yazmış, ağzına sağlık diyoruz.” Çünkü bizden başka birini aşağılıyor veya toplum gözünde onun saygınlığını zedeliyor. Çoğunlukla bunlar, bizim de şiddet duygumuzu kaşıyan metinlerdir. Büyük çoğunluğumuz da bunların dilinden hoşnut oluyor.

Eleştiri düşüncesiyle yazılan çoğu metin; kişi, grup, sınıf gibi hedef aldığı kitlenin toplum gözünde saygınlığının zedelenmesine neden oluyor. Bunları çok kötü iş yapıyor olmakla suçlayarak veya yaptıklarını kötüleyerek, okurların uzak durmasına yardımcı oluyorlar. Birey olarak bizler, birbirine bakarak karar vermeye eğilimli kişileriz. Olumsuz bildirilerden etkilenerek, etkinlikte, dergi sayfalarında veya bir grubun yanında bulunmaktan kaçınıyoruz. Hem de çok açık bir şekilde yapıyoruz bunu. Sanat dünyasında bilerek ya da bilmeden yapılan bu tür girişimler, etkili birer şiddet türüdür, diye düşünüyorum. “Altının ayarı; durduğu rafın ya da yanında/ilişkide bulunduğu diğer nesnenin/kişinin niteliğine göre belirlenmez; kendi saflık derecesiyle belirlenir.” Sanatçı da altın gibidir. Bulunduğu, durduğu yere göre saygınlığı belirlenmez. Bu, dayatılmış ve sonradan öğretilmiş bir anlayış kalıbıdır. Diğer yazarın iyi ya da kötü olması kimsenin iyi yazar olmasıyla ilgili değildir. Düzeyleri hakkında karşılaştırma yapabilmek için somut bir kanıt da yoktur elimizde. Sınırsızlık, sonsuzluk ve özgürlük ortamında üretilmelidir her yapıt. Kimin ne yaptığını ve kimin nerede durduğunu küçümsemek bağnaz bir yaklaşımdır. Birinin yanında durduğu için şişinmek, kendi yetkinliğini kanıtlayamamış kişi tutumudur; başkalarına karşı dilsel şiddet kullanmak ise eğitimsizliktir.

Edebiyatı şiddetten uzak tutacaksak, daha doğrusu toplumda şiddeti önlemeye yönelik edebiyatın işlevini etkin kullanacaksak; önce yazar ve şair olarak, şiddetin kaynaklarından kendimizi arındırmalıyız. Dilimizden, kalemimizden uzaklaştırmalıyız. Dilsel şiddet, tek başına bir eylem/olgu değildir; içimizde yatan asıl şiddetin dışavurumudur. İster istemez kalemimize yansır. Okura aynı şekilde geçer. Okuru estetik yaşantıya yöneltmek yerine, şiddet eğilimli bir varlığa dönüştürür. Kadın, çocuk veya toplumun her kesimine karşı şiddet, içsel bir sıkıntının sonucunda ortaya çıkar. Bu sıkıntılar, sanat ve yazın gibi alanların gücüyle azaltılabilir. Yeter ki yazar ve şairler, son zamanlarda olduğu gibi içlerindeki şiddeti sağa sola cömertçe saçmasınlar. Ön almak için öncelikle yazar ve şairler dikkatli olmalılardır. Geçmişte kalmışlar gibi, şiire silah, eleştiriye mezarcı, öyküye gardiyan ve denemeye bildirge görevi verilmemelidir. Şiiri veya yazınsal metni, öteki üzerinde üstünlük kurma gereci olarak görmemeliyiz. Şiirin/sanatın hedefi, okuru ezmek ya da ötekini dövmek değildir; okuru estetik yaşantıya sokmaktır. 14 Aralık 2019 Narlıdere/İzmir



[1]Rastlantısal Anlam”, yapıt ve izleyici etkileşiminde düşünsel olarak yaşanan mutlak bir süreçtir ve kuram niteliği taşır. “Saf Sanattan İnsana, Şiir Çözümleme Tekniği ve Şiir Eleştirisi” isimli kitapta ayrıntılı açıklanmıştır. (Rastlantısal Anlam Tabakası, Sayfa-268)

[2]  Özmen Y., “Bir Damla Suda Halkalar” Temren Yayn., Şubat 2018, “Büyüdükçe Bir Daha Kırılıyor” isimli şiir.

[3] “Çağrışımsal İmgelem”, yapıttaki iletilerin çağrışımına dayanarak okurun yaşamsal izlerine, zaman ve kültürüne bağlı daha farklı olay, anlam görüntü ve örüntülerin zihninde oluşmasıdır.

[4] Soyutu tekrar soyutlayamayız…

[5] Anlamsız bir kullanım… (Plastik cerrah mantığıyla kullanırsak doğrudur)

[6] Estetik kavramı, niteleme, durum ya da belirtme sıfatı değildir. Bu tür bir kullanım anlamsal olarak doğru değildir.

[7] Sanatta eleştirinin hedefi estetik değeri ortaya çıkarmaktır; estetik eleştiri diye bir tamlama kullanılamaz.

[8] Sanat bilimi; “Sanat Felsefesi, Sanat Sosyolojisi, Sanat Psikolojisi ve Estetik Bilimi”nden oluşan bilgi disiplinidir.

[9] Sincan İstasyonu dergisi 101’inci Sayısında yayınlanan “İmgelem-İmge-İmgelem” başlıklı denememden alıntıdır. 

[10]Biçim, anlam, anlatım, ses, çağrışım, coşum ve estetik” bir sanat eserinde olması gereken en az varlık katmanlarıdır.

[11] Y.Özmen, Bir Damla Suda Halkalar, Temren Yayınları, 2018

[12] Hava yastığı ile su üstü ve karada hareket edebilen amfibi araç.

[13] [13] İmgelem, edinilmiş zihinsel varlıkları tasarımlama ve bu tasarılardan yeni zihinsel işlemler oluşturma yetisidir. “Saf imgelemi” zihnimizin, bağımsız, çıkarsız, özgün, sınırlayıcı olmayan, dinsel ve ideolojik sınırlayıcılıktan/bağlayıcılıktan uzak, insani, sosyal, kültürel ve doğa değerlerini bağımsızca yorumlayabilme ve tasarımlayabilme yetisi olarak ele alabiliriz.  

[14] [14] Aziz Nesin’in Bulgaristan’da bir etkinlikte söylediği sözdür. Gazeteci Yazar Şair Okan Yüksel, sözün söylenişine tanıktır ve tümcenin aslını bir toplantıda kendisi açıklamıştır.  

[15] Katman; şiirde birbirine benzer belirli özellikleri fiziksel veya duyusal nitelik veya niceliklerin bir arada bulunduğu bir yapı olarak kullanılan bir terimdir. Örneğin ses veya anlam katmanı gibi…

[16] İrşat Dili: misyoner ya da tebliğ mantığı taşıyan dinsel söylemler

[17] Y.Özmen, Saf Sanattan İnsana, Şiir Çözümleme Tekniği ve Şiir Eleştirisi, Trend Yayınları, Kasım 2018, Sayfa-117

[18] Y.Özmen, Saf Sanattan İnsana, Şiir Çözümleme Tekniği ve Şiir Eleştirisi, Trend Yayınları, Kasım 2018, Sayfa-126

[19]http://www.kosulsuz-sevgi.com/yeni-eklenen-mesajlar/albert-einstenin–kizina-mektubu/ Çeviren:Saffet Güler

[20] “Katman Edebiyat Eleştiri Kuramı”nı ileri süren kitap.

[21] Şiir Çözümleme Tekniği, şairin imgelem sürecinden şiiri yaratışına, şiirin okurda yarattığı erekten gelecekteki anlamsal devinime ve şiire artı değer katan tüm unsurlara kadar toplam şiirsel süreci kapsar. Şiirin bütün organlarının varlığı ya da yokluğu ile işlevsellik ve işlerlik durumunun ortaya konmasına yöneliktir.

[22] Katman, şiirin nesnel ve duyusal varlıklarını kendi özellikleri içerisinde bir grupta toplayan yapıdır.

[23] Tabaka, katmanları oluşturan nesnel veya duyusal daha alt varlık alanlarıdır.

[24] Eksen, sesin fiziksel özelliği gereği ses katmanının altındaki sınıflandırmadır. Tabaka teriminin işlevi ile aynıdır.

[25] Bilgiler arası ilişki: Metinler arası ilişki, tarihsel bilgi, bilginin bilgiyi açığa çıkarması ve bilginin teknolojiye dönüşümü gibi kavramları içine alan bilginin işlem süreci. 




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

SANATA ÇÖZÜMLEMELİ BAKIŞ (Sanatsal Denemeler-4)

Sanata Çözümlemeli Bakış, Sanatsal Denemeler-4, Yaşar Özmen       SANATA ÇÖZÜMLEMELİ BAKIŞ   (SANATSAL DENEMELER-4)   Yaşar Özmen ...