![]() |
Vedat Günyol Jüri Özel Ödülü |

Kitap
dosyamı herhangi bir basımevine göndermedim. Basım ve dağıtım konusunun çok
sağlıklı işlemediğini ve emeğe karşı saygın davranılmadığını düşünüyorum. İlk
iki kitabımdan deneyimliyim.
Denemelerim, günlük yaşamı konu alan, moda
ilişkileri ortaya döken ve iyi zaman geçirmek için okunacak çerez bilgiler
içermez. Sanatın; sanatsal, kuramsal ve felsefi yanını konu alan metinlerdir.
Okurun sanat anlayışı, dünya algısı, yaşam görüşü ve sanat bilgisine katkı
sağlayacak konuları çözümlemeye çalışır.
Gençler,
ödevden tez çalışmalarına, okumadan araştırmaya kadar tüm işlerini sayısal
teknolojiyle yapmaktadırlar. Onları zaman, maliyet ve diğer ek yüklerden
kurtarmak, daha kolay kitaba ulaşmalarını sağlamak için denemelerimi, e-kitap
olarak sayısal ortamda yayımlıyorum.
Ayrıca
kitabım, bu şekilde depolanarak yıllarca kaybolmayacak, sayısal teknoloji
ortamında sürekli dolaşımda kalacaktır. Bu yöntemle daha fazla okura
ulaşacağımı düşünüyorum.
İletişim adresimden (siirsarnici@gmail.com)
istendiğinde de e-postayla gönderebilirim. İyi okumalar diliyorum.
İmgelem, bilgi birikimimiz, belleğimiz ve
bilincimizin zihinsel ve duygusal olarak ortaya koyduğu tüm tasarılar, düşler,
çözümlenmiş ilişkiler, sezişler, anlamsal görünüş ve görüntülerdir.
İMGELEM-İMGE-İMGELEM
(DENEMELER-1)
Yaşar Özmen
Kapak Tasarımı, Kapak Fotoğrafları: Yaşar Özmen
E-Kitap,
Yayım Tarihi: 1 Mayıs 2020
E-Kitap,
2. Sayısal Sürüm: Mart 2021
ISBN No:978-605-74589-3-3
1964 yılında Eskişehir’in Mihalıççık ilçesi Kızılbörüklü köyünde doğdu. 1985’te Kuleli Askerî Lisesi’ni, 1989’da Kara Harp Okulu Makina Mühendislik bölümünü bitirdi. 2007 yılında Selçuk Üniversitesi’nde Yönetim Organizasyon konusunda yüksek lisans yaptı. 2014 yılına kadar yöneticilik ve bilgi yönetimi konusunda değişik görev yerlerinde çalıştı. TSK’dan 2014 yılında emekli oldu. Bilgi yönetimi, iş sağlığı ve güvenliği, gayrimenkul değerleme gibi özel uzmanlık alanlarına sahiptir. 2011 yılından beri sanat bilimi, dil bilimi, resim, öykü, deneme ve özellikle şiir üzerine çalışmalar yapmaktadır.
Yayımlanan Kitapları:
Bir Damla Suda Halkalar, şiir kitabı, 2018, Temren Yayınları.
Saf Sanattan İnsana, Şiir Çözümleme
Tekniği ve Şiir Eleştirisi, sanat çözümlemesine yönelik kuramsal kitap,
2018, Trend Yayınları.
Umut Bekler Bizi, Görsel-Sayısal Şiir Kitabı, Mayıs 2020, (e-kitap)
İmgelem-İmge-İmgelem, (Denemeler-1) (e-kitap) Vedat
Günyol 2020 yılı 4. Deneme Yarışması Seçici Kurul Özel Ödülü, Mayıs 2020
Şiir/Sanat Çözümlemesi (Denemeler-2) (e-kitap) Mayıs
2020, Homeros Edebiyat Ödülleri 2020 Bir Şiiri İnceleme dalında “Turgut Uyar’ın
ÜÇYÜZBİN Şirinin İncelenmesi” üçüncülük ödülü alan inceleme bu kitaba
alınmıştır.
Sanatsal Denemeler (Denemeler-3) (e-kitap) Mart 2021
UMUT isimli şiiri, Güncel Sanat 11. Kaygusuz Abdal
Seçici Kurul Özel ödülüne uygun görülmüştür.
ŞİİR SARNICI (E-
DERGİ)’nın,
kurucusu, editörü ve yöneticisidir.
Sardunya Zamanı Şiir Seçkisi, Türk
Dünyası Şiir Seçkisi, Şiir Kalbimizde Şiir Seçkisi ve Nar Öykü/Şiir Seçkisinde
yer almıştır. Deneme, makale, öykü ve şiirleri, yazın dergileri ile diğer yayın
ortamında yayımlanmaktadır. 6
Mart 2021
İÇİNDEKİLER
:
Giriş…………………….…...…….……………………….………… 6
İmgelem-İmge-İmgelem……….……………………….….......................8
Dilsel Şiddet..........................................................................................14
Sanat Kavram ve
Terimleri……………………………………………19
Sanatta Özgünlük ve
Biriciklik..............................................................24
Gerçeküstücülüğe Teğet Bakış………….……………….....................30
Saf Sanat…………………………………….………….…………….36
Evrimsel Sanat Yaklaşımı…………………………….........................…41
Her İki Kişiden Üçü Şairdir...………………..…………………….….47
Biz Bu İşin Neresindeyiz?...……………..............................................54
Şiir Neden Uzaktır İnsana?...…………………..………………………60
Şiirde Anlamsal Devinim...…...............................................................65
Şiirsel Anlatım………………………..................................................69
Şiirde Yaratıcılık…………………………………….………………74
Şair ve Şiir………………………………................................................78
Türk Şiirinin Temel Sorunu …………………….….............................82
Genç Şaire Mektup………………………………..................................87
İyi Huylu Eleştiri………………….....................................................93
Katman Edebiyat Eleştiri Kuramı…………………………………...99
Dil Çalışmaları………….………...…...............................................108
Sayısal Kitap……………………………….…………………………124
Milli Güç Ögeleri …...…………. .…..… ........................................128
İnsan Neden Sanat Yapar?.................................................. ...................133
Şiddet ve Yazın………………………………………………………....140
GİRİŞ
Zorunluluk, sınır ve kaygı taşımayan metinleri, daha çok özgür insanlar mı yazar yoksa özgürlük özlemi duyanlar mı? Kanıtlama, konu, biçim, kapsam, neresinden başlasam veya nasıl anlatsam kaygısı olmayan yazın türü deneme yazmaktan söz ediyorum. İçerik ve yöntem bakımından sınır, kaygı ve zorunluluk taşımıyor olmasına karşın deneme yazanlar her konuda özgür müdür? Ülkemizin güncel durumu ile çocuklarımızın gelecekte yaşayacağı ortam, bizleri kaygılandırıyorsa ister istemez belirli konularda yazma zorunluğu duyarız. Aydınlar, çağdaş değerleri öteleyip metafiziği önceleyen ortamda bu kaygıyı daha fazla duyumsarlar. Süregelen gelecek kaygısını gidermek umuduyla, bir şeyler üretme çabası içindedirler; özgürlüğe uzanan yola güzellik katmak isterler; öykü, şiir, deneme gibi. Kandinsky, “Sanat, içsel bir zorunluluktur.” der. Bana göre yazmak, özgürlükten değil; özgürlük özleminden doğan içsel zorunluluktur.
Karanlık dönemlerden geçtik, ağrılı günlerimiz sürekliliğini
koruyor. Toplum, her geçen gün biraz daha karanlığa gömülüyor; hatta bunu kendi
elleriyle yapılandırıyor. Aydınlık, çağdaş ve özgür dünyanın kurulması ve
insanın insanca yaşayabilmesi, bilgiler arası iletişim, eşgüdüm ve yaşama
uyarlayabilme yeteneğine bağlıdır. Daha açık söylemek gerekirse insanın, tam
insan olmasıyla ilgilidir. İnsanı, insan yapan değerler onun bilinç dünyasıdır.
Bilgiyle donatmak, bilinci yapılandırmak kolaydır; ne var ki bilinci yöneten
başat etken duygudur; sevme duygusudur. Sevmeyi güçlendirmenin yolu, duyguyu
işleyen, besleyen ve güçlendiren sanat gibi değerlerden geçer. Bu nedenle,
denemelerim sanatı temel alır. Sanatın; bilinçli, bilgiler arası iletişim ve
eşgüdümle yapılmasına yönelik çaba harcar. Çalakalem yapılan sanat, günümüz
insanının estetik kaygısını bilemekte yetersiz kalmaktadır.
Sanat dediğimiz görüngü; insan, evren ve yaşam arasındaki ilişkiyi
yeniden anlamlandırmak; yeni bir değer yaratmak ve bununla estetik değer
üretmektir. Yazmak, imgelem kaynaklarının ve imgelem gücünün araçsal sonucudur.
Düşlem sınırlarını genişletmek için, sağlıklı, güçlü ve teknik donanıma sahip
olmak zorunluluğu vardır. Yazar, sanat bilimi denen disiplinler ile diğer
disiplinler arasındaki eşgüdümü sağlıklı kurmalı ve bunları çağdaş bir gözle
okuyabilmelidir. Bilgi zenginliğine ve bilginin bilimsel-çağdaş-sanatsal
yorumunu yapabilme yetkinliğine ulaşmadan; kalıcı, yeni ve güçlü eser ortaya
konulamaz. Yazarın amacı, gelecek için yeni şeyler üretmek, kalıcı eserler
vermek ve insanı sevgi ile yoğurarak aklı evrimleştirmek olmalıdır.
Denemelerim, çoğunlukla şiir sanatına yöneliktir. Daha doğrusu
sanat felsefesinden yola çıkarak şiire yaslanır. Şiirin varlık katmanları ile
aralarındaki ilişki, sanatsal süreci daha net görünür kılmaktadır. Sanat
ayrıntılarda gizlidir düşüncesini baz alır ve kuramsal bilgiye dayanır.
Yaşanabilir yeni dünyaya açılan yoldaki en zorlu engel; olumsuz duyguların
güçlendirilmesidir. Sanatı öteleyen toplumların başvurduğu en geçerli yöntem,
olumsuz duyguları kaşımaktır.
Sevilmek onurdur; sevense onura ait olandır. Sevgiyle büyüyüp,
seviyle yaşamak dileğiyle.
Yaşar Özmen, 2 Kasım 2019
İMGELEM-İMGE-İMGELEM
“İmgelem-İmge-İmgelem” dediğimizde, bu üç ardışık sözcükle ne anlatıyor olabiliriz? Sanat eserinin doğuşundan insanla eserin gelecekteki ilişkisine kadar bütün sanat sürecini açıklayabilir mi bu üç sözcük? Açıklayabileceğini düşünüyorum. Nasıl? İmgelem-imge-imgelem süreci; şiir, resim, müzik gibi tüm sanat eserlerinin doğuma hazırlık safhasından doğumuna, imge ve iletilerini kurmaktan okurda yeniden bir imgelem dünyası yaratmasına kadar izlenen zorlu bir yoldur. Daha anlaşılır biçimde söylersek, şairin imgelem gücü ve zenginliği, şiirdeki imge ve iletiler bütününü kurar; şiirdeki imge ve iletiler bütünü de okurla karşı karşıya geldiğinde okur imgelem dünyasını oluşturur. Eserin imgelem yaratma gücü etkin olduğu sürece de eser varoluşunu korur. Bir eserin yaratılışından okurda etki yaratmasına kadar geçen süreç, imgelem-imge-imgelem süreci değil midir? Önce burada kullandığımız ve bizim yazınımızda pek ele alınmayan imgelem terimini biraz olsun anlaşılır kılalım.
İmgelem; toplam bilgi birikimimiz, belleğimiz ve bilincimizin
zihinsel ve duygusal olarak ortaya koyduğu tüm tasarılar, ilişkiler, düşler, sezişler,
anlamsal görünüş ve görüntülerdir. Bilgilerin yoğurularak anlamın
derinliklerinde gezinilmesidir; düşlemin daha geniş alanıdır. Düş ve düşünme
gücünün zihinde ortaya çıkardığı örüntüler evreni olarak da tanımlayabiliriz.
Buradan şunu anlamalıyız. Sanatçının imgelem zenginliği, çeşitliliği,
yaratıcılığı ve gücü; evren, yaşam ve insan ile aralarındaki ilişkiyi görme,
duyma, sezme ve anlamlandırma yetisine bağlıdır.
İmgelem, sanatçının/şairin donanımı ile ilgilidir. Başka bir
söylemle imgelemin kaynağı, sanatçının duyusal ve düşünsel dünyasında
kullanılabilir duruma dönüştürdüğü tüm kültür varlıkları ve bilgi
varlıklarıdır. Kullanılabilir bilgiden kastım, içselleştirilmiş ve anlamsal
bütünlüğü zihinde hiyerarşik olarak tasarımlanmış bilgidir. Bir anlamda
okunabilir, anlamlandırılabilir, görüntülenebilir bilgi toplamıdır. Şairin
sezme, görme, duyma ve yaratma yetisi; yaşamsal deneyimleri, bilgi birikimi,
evreni ve ilişkileri okuma biçimi ile doğru orantılıdır. Sahip olduğu bilgi
kaynağı ne kadar güçlü ve tasarımlanabilir ise imgelemin gücü de o oranda
fazladır, sıra dışıdır, yaratıcıdır. Bu yeteneğin niteliği; şairin fen, sosyal,
insan bilimleri ilkelerine hâkimiyeti ve yaşamsal deneyimleri ile koşuttur.
Kısaca söylemek gerekirse sanatı ve şiiri, sanatçının imgelem gücü
ve zenginliği yaratır; onun imgelem gücü ve zenginliği, duyusal ve düşünsel
sürecin bilgi bütünlüğü ile olasıdır. Yani imgelemi doğuran kaynak, duyusal,
duygusal, sosyal ve bilimsel işlenebilir bilgidir. Bilgi olmadan, bilinç yerli
yerine oturmadan, sezme ve güçlü görme olasılığı hemen hemen yoktur; düşlem
sınırları zayıftır; bununla birlikte sanatta yaratıcılık ve sıra dışılık olası
değildir.
Buraya kadar olan
bölümcelerde imgelemi açmaya çalıştım. Şimdi imgelemin doğurduğu imge kavramını
biraz olsun açalım.
İmgelemi dil aracılığıyla
anlama ve görüntüye taşımak, diğer bir söyleyişle imge kurmak daha belirgin bir
süreçtir. Bu süreç; dil, hareket, ışık, renk, şekil gibi sanatın asıl diline
aktarılma aşaması ve anlamsal yoğunluğun ortaya konmasıdır. Artık şair zihninde
tasarladığı anlamsal görüntüleri, sanat dili ile nesnel duruma
dönüştürmektedir. Şair, imgelemiyle bir anlam alanına, görüntüye ve bunlarla
bütünlüklü bir imge sistemine ulaşacaktır. Kafasında tasarladığı anlam ve
imgeyi dil ile nesnel duruma getirmek, şiir yazmanın dilsel, yazınsal ve teknik
boyutudur. Bu boyut üzerinde durmayacağım; çünkü bizim yazınımızda üzerinde durulan,
sürekli dile getirilen, yazılan, çizilen boyuttur. Buna karşın konuyu
açıklayabilmek için imgenin ne olduğu konusunda ayrıntılı bilgi vermek gerekir
diye düşünüyorum. Şöyle ki:
Şiirde imge; ses,
anlatım, anlam ve çağrışımın toplam sonucudur. Okur birikimiyle görünürlük,
anlaşılırlık kazanır. Özellikle şiir gibi örtük ve anlam bağlamı geniş dil
kullanan sanatlarda çok anlamlılık, çağrışımda rastlantısallık dolayısıyla
anlamda rastlantısallık mutlaktır. Rastlantısallık
terimini kullanmak zorunda kaldım; Gerçeküstücülükte dile getirilen
rastlantısallık terimi ile karıştırılmaması için konuyu hemen açıklamalıyım: Okurun; algı,
anlama, bellek, bilgi birikimi, düşünme biçimi ve yaşamsal değerlerine göre
şiirden ulaşacağı anlam ile zamanla bilgi gelişimine bağımlı olarak şiirin
uğrayacağı anlamsal genişlemeye “rastlantısal anlam[1]” diyorum.
İmge sadece iki
uzak söz tamlamasıyla (bağdaştırma) değil; sözcük, söz kaynaşması, deyim, dize,
mısra, kıta, bölümce veya şiir bütünlüğünden doğurulabilen sonuçlardır.
İmge; hareket,
biçim, renk veya sözle görünüşe taşınan değerlerdir ve aynı zamanda yeni
imgelem alanları yaratma gücüne sahiptir. Örneğin, //Usun tekbirle kelepçeye vurulduğu yerde[2]// dizesinde tekbirle kelepçe, İslam
kültürünün yoğun olduğu ülkelerin geri kalmışlığını, vahşetini, pozitif
bilimleri göz ardı etmesini düşünebiliriz. Bu dizede dikkatli bir imgelem çözümlemesine
gidersek, tek başına “kelepçe” sözcüğü bile imge ve arkasından bir imgelem
süreci doğurma gizilgücüne sahip olduğunu görürüz. (Örneğin, durun ve “kelepçe”
sözcüğünün zihninizde nereleri kurcaladığını bir düşünün.)
Ayrıca şiirin
temel ögesi olan şiirsel ezginin, imgesel bir değeri ve imgelemi yöneltme gücü
vardır; ayrıntılı ve teknik bir konu olduğu için şiirsel ezgi konusuna burada
girmiyorum.
İmgelem-imge
sürecini ele aldıktan sonra, üçüncü sırada olan ‘imgelem’den söz edelim. Sanat
eserinin izleyicisi ile ilişkisinin nasılını açıklayan bir basamaktır bu.
Örneğin, okurun şiirden anladığı ve şiirden ulaştığı toplam sonuca okur
imgelemi diyebiliriz.
Şairin imgelem
gücüyle bir anlam bütünlüğüne ulaşılmış, anlam imgeye dönüştürülmüş ve şiir
yazılmıştır. Eser veya şiir okur ile karşı karşıya gelmiştir. Şiir anlam,
anlatım, ses ve çağrışım gibi kendine özgü dil varlığıyla okurla bir başınadır
artık. Şiirdeki anlam, anlatım ve ses gibi özellikler, çağrışım-coşum ve estetik
değer etkisiyle okurda anlam, görüntü ve duygu durumunu oluşturmaya hazırdır.
Çağdaş sanat anlayışı eseri açık,
organik ve hareketli bir bütün olarak ele alır. Bu
kavrayış sonucu; sanatçı, eser ve bunların içinde en önemlisi sanat alıcısının
(izleyici) etkin bir konuma yükseldiğini görürüz. Daha açık söylersek bir sanat
eseri izleyicinin zihinsel gücü oranında kavranır. Şairin imgelem kaynaklarının
genişliği ve şiirin imge uzamı, okurun bilgi birikimi ve anlamlandırma
yetisiyle doğru orantılı olarak değer kazanır. İnsanda estetik beğeni dediğimiz
duygu durumu bu aşamadan sonra oluşur.
Sanat eserinin
duyusal ve gerçek varlık alanları, izleyicinin evren algısı ve bilgi birikimine
göre yeni anlam evrenine açılır. Bununla birlikte şiirin anlam ve çağrışımı
ister istemez insan zihninde yeni imgelem ve görüntülere evrilir. Şiir, dil
varlıklarını gerçek, soyut ve gerçeküstü bağlamda sıra dışı kullanan ve
çokanlamlılığa yönelten bir sanat dalıdır. Okur da bu anlam çeşitliliğinden çok
farklı anlam ve görüntü üretebilir. Yani okurun geçmişten gelen temel
verilerine, bilgi düzeyine, görme, işitme ve duyma gelişmişliğine bağlı olarak
çok çeşitli imge ve anlam gurubuna ulaşabilir. İşte ulaşılan bu imge, anlam ve
görüntüler; okurun bellek ve bilgi birikimine bağlı olarak yeni bir imgelem
süreci başlatır. Yani şiir, okuru yeni dünyaya alıp savurur ki bu savruluş
çağrışımsallık taşır, rastlantısallık taşır. Okurun kurduğu imgelem, şiirin
iletileriyle her zaman örtüşmek zorunda değildir.
Şair, şiirdeki ileti, imge ve anlam açılımını
doğal olarak kendi tekniği ile yönlendirir. Ancak; okur şiirle iletişime
girdiğinde şiiri anlamlandırması sınır ve kural tanımaz. Anlamlandırma; okura,
zamana ve yere bağlı olarak daha öteye yönelebilir, kapsamı daha geniş olabilir
veya zamana bağımlı olarak tam tersi bir değişime uğrayabilir. Diğer dil
sanatlarında sözcük veya tamlamalar çoğunlukla belirli bir şeyi göstermek ve
anlatmak için kullanılır; şiirde ise sözcük ve tamlamalar, çoğunlukla gerçek
anlamın dışında duygulandırma, sezdirme, farklı görüntüleri çağrıştırma veya
daha derin anlamlandırmaya yöneltir. Şair, okuru istediği anlam tabakasına
taşırken aynı zamanda okurun imgelem dünyasını uyandırmak ister. Yani şiirdeki
sözler gerçekte söyledikleri şeyin ötesine uzanır, okurun belleği ve bilinci
anlamın daha öteye uzanmasına ya da dönüşüme uğramasına katkı sağlar.
Özet olarak,
imgelemden imgeye, imgeden imgeleme dönüşümlü bir zihinsel akış süreci vardır
ve bu süreç okurda rastlantısal anlam ve çağrışımsal
imgelem[3]
alanlarını doğurmaya açıktır.
İmge, şair
tarafından şiirindeki söz ve duygu değerleri ile oluşturulur; ancak okurun
bilgi birikimi, yaşamsal değerleri, belleği ve zamansal dönüşümler nedeniyle
imgelerin uzamları ve yönelimi ile okur imgelem sınırı kontrolsüzdür. Okurun
sezgi yetisi, bilgi birikimi, yaşamsal deneyimi, dünyayı okuma biçimi ve
anlamlandırması ile koşuttur. Bu da çağdaş sanat anlayışının en temel
yaklaşımıdır.
İmgelem-imge-imgelem;
sırasıyla bir eserin doğuşundan varoluşuna, gelecekte alacağı anlamsal ve estetik
değere kadar toplam süreci ifade eden bir tanımlamadır. İşte bizler sanatçıya,
esere ve eserin ilgili olduğu okura döndüğümüzde ulaşacağımız görüntü budur.
Eğer sanat çözümleme ya da eleştiri gibi işlere soyunacaksak bu süreci temel almalıyız.
Süreç; sanatçının imgelem kaynaklarından okurun/alıcının imgelem yetisine,
bilginin zamanda gelişiminden yaşam koşullarının dönüşümüne kadar çok geniş bir
alanı kapsamaktadır. Şiirde ve sanatta hedef, okurun imgelem dünyasıdır; onun
estetik yargısı için açık ve kapalı deliller sunmaktır. Öne süreceğimiz
delillerin altı dolu olmak zorundadır. Anlatımı sıra dışı olmalıdır, felsefi
bağlamı güçlü olmalıdır, özellikle sevgi ve türevlerini barındırmalıdır. 21 Ocak 2019,
Narlıdere
DİLSEL
ŞİDDET
Dilsel şiddet. Bu da nedir demeyin! Estetik bilimi penceresinden bakarsak şairin kullandığı dilde dikkat etmesi gereken en önemli konu, şiirlerinin “dilsel şiddet” içerip içermediğidir. Bu kavramdan ne anlamalıyız? Bunu sekiz kategoriye ayırır Franz Kiener. (İleten İmran Karabağ, Dil ve Şiddet, İkaros Yayınları) Maytap geçmeden başlayıp küçük düşürme ve sözlü saldırıya, hakaretten küfre kadar varan konuşma dilidir. Bir başkasını incitmeye, onun duygularını ve saygınlığını ezmeye yönelik sözlü eylemler bütünüdür.
Salt düşüncede kalan eleştiri yöntemi,
kızgınlık göstergesi veya anlatım özgürlüğü içerisinde bir konuşma dili olarak
düşünülmemelidir. Fiziksel şiddetin gerisinde tamamlayıcı rol oynayan bir
olgudur dilsel şiddet. Tersinden söylersek, düşüncede yerleşmiş şiddet
anlayışının birebir çıktısıdır. Şiddet eğiliminin gerisindeki gösterendir,
dışavurumdur. Fiziksel şiddeti olağan karşılayan, hakareti, baskıyı, saldırıyı,
korkuyu, terörü ve ölümü onaylayan bir anlayışın dil kullanım biçimidir.
Baskı, korku, şiddet ve güvensizliğin egemen
olduğu bir ortamda yetişen bizlerin; bugün hâlâ aynı mantıkla eğitilmekte olan
bir kısım çocukların; dilsel şiddetin altında yatan gerçeği tam anlamıyla
kavrayabileceğini beklememek gerekir. Dilsel şiddet içeren her metin, bu şiir
olsa bile, sırasıyla baskı, korku ve egemenlik kaygısı üzerinde konumlanır. O
metni okuyan kişi ise doğduğu ortamın onda yarattığı kaygılara dayanarak, metni
olumlu karşılar ve anlamlandırma yoluna gider. Şiddet havasını olumlar ve yeni
bir yandaş olarak istenmeyen ortamda sürekliliğini korur. Hangi
sanat alanı olursa olsun, esere giydirilen şiddet havası, “ben” kavgasının en
etkili ve uzun menzilli silahıdır. Bu anlayış ve ortamdan beslenen okur ise bu
silahı edinme çabası içine girer.
Konuya daha sağlıklı baktığımız zaman
şunu görürüz: Şiddet içeren söylem ve davranışlar, sağlıksız ve bozuk duygu
durumunun dışavurumudur. Sanat ruhunun karşıtı bir durumdur. Şiddeti normal
davranış biçimi olarak gören bir anlayışın çıktısından başka bir şey değildir
bunlar. Bütün dinlerde olduğu gibi tanrı
korkusuyla ya da ideolojilerin egemenlik baskılarıyla şekillenmiş günümüz
insanları, elbette dilsel şiddet kavramını anlamakta güçlük çekecektir. Hatta bu tip söylemlerin sanatı
geliştireceğini, insanı dönüştüreceğini, terbiye edeceğini savunacak kadar
ahmaktırlar. Bu söylemlerle kendini gerçekleştirme yolunu benimsemiş
zavallılar, elbette şiddetin gerisinde yatan ereği ve yıkıcı etkilerini
anlayamazlar. (Son üç tümce için
okurlarımdan özür dilerim; bold yazılan üç tümce, dilsel şiddete yerinde örnek
olması için kurulmuştur. Okurlara yönelik değildir; bu tümceler konuyu görünür
kılabilmek içindir.)
Şiir;
duyarlılığı, duygulanımı ve estetik kaygıyı uyarıcı bir anlatımı öngörür. Daha
doğrusu bütün sanatların asıl ereği, estetik değer yaratmaktır. Bununla
birlikte şiirin maksadı, sevgi duygusunu var ederek insanda yaşam sevincini
doğurmaktır. Bu nedenle; baskı, korku ve şiddet içeren söylem biçimi, şiirin
duygusal ve sanatsal değerini, dolayısıyla estetik değerini yok eder. Dilsel
şiddetin şiirde yaratacağı iticilik, sanata ve şiire gönül vermiş şairlerce iyi
okunmalı, şiddet ile şiire giydirilen söyleyiş biçiminin sınırı doğru yerden
çizilmelidir.
Şiirin kullandığı gereçler, ideoloji ve inançlarla
birlikte tüm bilgi kaynaklarıdır; bunu göz ardı edemeyiz. Şair, ideoloji ve
inançları sanat ve şiirin gereci değil de onların emrine girmiş bir yaklaşım
tarzı sergilediğinde durum sanat ve şiir dışında başka bir düzleme evrilir.
Bunun en bilinen tanımı; propaganda, irşat (dinsel tebliğ) ya da
misyonerliktir. Daha hafifleterek ve açıklayıcı biçimde söylersek, egemenlik ve
üstünlük kaygısı taşıyan her tür sanat dili, ister istemez dilsel şiddetin
türevlerine başvurmak zorunda kalır.
Okurlar, sanatçılar
veya sanat eleştirmenleri; egolarına yenilerek, ideoloji, inanç, öğrenilmişlik
ve önyargı zinciri altındaysa, diğer bir deyişle zihinleri bazı edinilmiş
kalıplardan dolayı baskı altındaysa, estetik kaygı diye tanımladığımız durum
farklılık gösterir. Bu durum, estetik kaygıdan dayatmacılık ve yararcılık
kaygısına evrilir; sanat dünyasında yaşanagelen ve bugün yaşadığımız en geçerli
davranış gibi görünen temel sorunla karşı karşıya olduğumuzu gösterir.
Ayrıca sanat, özgürlük kavramından anladığımız
kadar özgür; sanatçı ise, önyargı ve bilinçaltı güdülerini ehlileştirebildiği
kadar tarafsızdır. İnsan zekâsı; önyargı, inanmışlık, şartlı öğrenilmişlik gibi
durumlarda, sanatsal anlamda yeni görme ve duyma biçimlerine yönelemez. Ona
giydirilen kalıpları kıramayacağı için, yaratıcı ve farkındalıklı düşünme
sürecine giremez. Artalan bilgisi dediğimiz, bilinç ve bilinçaltına saplanmış
mutlak kabulleri kırmak pek kolay değildir. Sanatın en büyük düşmanı bu tür ön
kabullerdir, keskin köşeli çizgilerdir. Bir anlamda yaratıcılığın önündeki en
güçlü engellerdir. Aslında bu, estetik algı dediğimiz olgunun önünde duran en
çetin hastalık durumudur.
İnsanlığa yaraşır barışçı ve yaşanabilir bir
dünyanın halen kurulamamasının altında yatan gerçek, insan olarak insanı,
evreni ve aralarındaki ilişkiyi okuma ve görme yetilerimizin çoğunlukla
şiddetten besleniyor olmasıdır. Sanat, özellikle dil sanatları ve şiir, dilsel
şiddete pirim vermemelidir. Şiirin ereği, baskı kurmak, korku üretmek,
öğretmek, egemenlik taslamak ve insanı dönüştürmek değildir; sevme duygusunu
duyumsanabilir hale dönüştürmektir, sevgiyi var etmektir, yaşam sevincini
doğurmaktır. Sevgi duygusunu güçlü yaşayan insan, estetik değer üretebilir,
güzellik yaratabilir, yeni ve yaşanabilir dünyaya doğru yönelebilir.
Yaşanabilir dünyayı bu niteliklere sahip insan kurabilir.
Bir ülkenin okuru, sanatçısı ve ön çıkanları; şiddet ve dilsel şiddet
nereden gelirse gelsin, hedefi ne olursa olsun, çağdaş insan ile uyuşmayan bu
tür konulara karşı duyarlı olmalılardır. Şiir; şairin duygu gücü öncelikli
etken olmak üzere, algı-düşünme-anlama-yargı sisteminin dış gerçeklik ve
gerçeküstülüğü yorumu ile şekillenir. İşte bu yüzden şairin dünyayı okuma,
anlamlandırma ve görme biçimi çok önemlidir. Şiirden önce kendisi şiir kadar
şiir olmalıdır. Her ne kadar konusu şiir de olsa, önemli olan insandır. Şiir
sanatında asıl amaç, estetik kaygıyı güçlendirecek estetik değer
yaratabilmektir.
Estetiğin
doğuma hazırlandığı rahim, kişisel algı ve yargının özgünlüğü ile ortamın
özgürlüğüdür. Şiddetin bulunduğu yerde özgünlük ve özgürlük olamaz.
Estetik ya da güzelduyu dediğimiz kavram, insanın
tam insan olabilmesine katkı sağlayacak verilerin yaşam alanıdır ve güzelliğin
yaşanma biçimidir. Her ne kadar güzelliği gereksinimlerimiz arasında ele
almıyor olsak da güzelliğin her insanın temel gereksinimleri arasında olduğunu
rahatlıkla söyleyebiliriz. Özellikle aydın insanın iş görme, sanat üretme
yetisi, güdülenmesi, iç huzuru, doyumu, mutluluğu ve yaşam sevincinin
sürekliliği, güzellik olgusunun içinde gizlidir.
Bu bağlamda üzerinde
tartışılması gereken önemli bir dönemden geçiyoruz. Yirminci yüz yıl sanat
bildirilerine baktığımızda, çoğunluğunun yıkmak, kırmak, dökmek, devirmek
üzerine kurgulandığını görürüz. Örneğin, sürrealizm, Dadaizm vs. gibi akımların
yaklaşım ve uygulama tarzlarına bakalım. Modern sanat diye tanımladığımız zaman
diliminde; Birinci ve İkinci Dünya Savaşı travması; on dokuzuncu yüz yıldaki
diğer kargaşalar; totaliter rejimlerin baskısı gibi sıra dışı koşullar;
sanatsal eğilimleri çatışma mantığına yöneltmiştir. Zamanın koşullarını
anlayabiliyoruz; normal karşılayabiliriz. Ancak, sanatta veya şiirde çatışma
kültürünün günümüzde hâlâ sürüyor olması anlaşılır bir durum ötesi gibi
geliyor.
Sanatın beslendiği kaynaklar çatışma, karşıtlık, uyumsuzluk, yenilik,
aşırılık gibi durumlardır. İnsanı insana, kuramları kuramlara, sistemleri
sistemlere, devleti devletlere egemen kılma adına çatışmalardan söz etmiyorum
burada. Bugün çatışma kültürü, toplumlarda saplantılı, önyargılı ve
ayrıştırılmış akışkan kitleler yaratmıştır. Hem düşünsel hem ekonomik anlamda.
Bu doğrudur. Ancak günümüzde, sanata ilişkin istenen özgün ve özgürlük
ortamının kurulamıyor olması, aydın insana yakışmıyor. Şiir, bilgi ve kültür
birikiminin yarattığı imgelem çıktısıdır; kendi gelişimine ve yenileşmesine
engel olan yaklaşımlardan kurtulmalıdır.
Toplumumuz açısından bu konuya değinmek
gerekirse, bireyin kul olma sürecine doğru bir dönüşüme tanık olduğumuzu
yadsıyamayız. İşte biz böyle bir ortamda sanat eseri ve
izleyici üzerindeki dilsel şiddet, estetik değer ve algısından bahsediyoruz.
Toplumsal katmanlar hangi hamurdan yoğrulmuş olursa olsun, sanatın işlevi ve
yolu, aydınlık ve yeni bir dünya algısının başat olduğu evrendir. Sanatçı da bu
bağlamda, zihin ve duygu gücü ile geleceği öngörüp, yaşadığı dünyanın
döngüsünden daha hızlı davranmak zorundadır. Bakınız dünya tarihine, tiranlar,
baskılar, korkular, şiddetler, savaşlar tarihidir. Hangisi ayakta
kalabilmiştir? Savaş, terör, şiddet ne zaman insan için iyi bir sonuç
üretmiştir? Kaldı ki dilsel şiddet şiire estetik değer kazandırmaz; tam tersi
itici, ayrıştırıcı bir oluşuma yöneltir ve şiddet algısını güçlendirir.
Dolayısıyla bu tür şiirler, şiir tavrıyla çelişirler.
Sonuç olarak, çağdaş şair ve çağdaş şiir; şiddeti
olumlayan ya da olağan karşılayan algı ve duyuları naif koşullara yaslayarak
harekete geçirmeli, olumlu duygu durumuna dönüştürmelidir. Şiddeti kaşıyan bir
dil değil; sevinci güçlendiren bir dildir sanatta asıl olan. Şiir deyince
bizlerde oluşan imge ve imgelem, güzellik dediğimiz değerler üzerinde anlam bulmuyor
mu? Ağustos 2018
SANAT KAVRAM VE TERİMLERİ
Yanlışı yanlışla düzeltmeye çalışmak bir doğru
ortaya koymadığı gibi içinden çıkılamaz daha büyük yanlışları doğurur;
özellikle dil konusunda. Kavram, terim ve sözcüklerin kendi aralarında anlamsal
konumları, hiyerarşisi ve duruşları vardır. Kavramların kapsamını, anlamsal
konumu ve hiyerarşisini doğru tanımlamadığımız zaman yanlış üstüne yanlış
yapmayı göze almalıyız. Örneğin akıl dediğimizde; bilgi, algı, zekâ, duygu,
bilinç ve bilinçaltı gibi kavramların bileşiminden söz ediyoruz demektir; çünkü
aklın varlığı ve kullanımı bunların birbirleriyle olan ilişkisidir.
Dil, incelik ve ayrıntı gerektiren bir
evrendir; düşüncenin nesnelleşmiş durumudur. Kavram, terim ve sözcüklerin
kullanımında basit bir anlam yanlışı veya eksik tamlama, anlatmak istediğimiz
durumu tam tersine dönüştürebilir. Bu yüzden, günümüzde her alan kendi kavram
ve terim dizgesini oluşturmuş, anlam ve anlaşılma kargaşasını engellemeye
çalışmıştır. Bunlardan biri de sanat alanıdır. Sanatta ise farklı bir durum
vardır. Sanat; insan, evren ve yaşam ilişkisi üzerinde hareket ettiği için
bütün bilimlerin alanına giren kocaman bir evrendir. Ayrıca metafizik, sanal ve
gerçeküstü gibi zihnimizin işlediği soyut anlamlandırmalar, bu alanı daha da
karmaşık bir duruma getirir. Bunun yanında sanat kavramları ve terimlerinin
anlamsal kapsamı ile bağlamı kaygandır. Bu kavramların anlam, kapsam ve
konumunu zihnimizde yerli yerine koyamadığımız zaman doğru gibi düşündüğümüz
birçok yanlışı üst üste yaparız.
Dergi yöneticileri, yazının önde gelenleri ve
sanat düşünürleri, şiir ve sanata ilişkin yazıyorlarsa öncelikle estetik
biliminin kavram ve terimleriyle doğru ilişki kurmalılardır. Örneğin “estetik
soyutlama[4],
estetik farklılaşma[5], estetik
örgütlenme[6],
estetik eleştiri[7], estetik
tablo” gibi tamlamalar ile “Sanatsal birikimi olmadan “beğeni” sahibi
olunamaz.” gibi yargılara deneme türü metinlerde sık sık karşılaşırız. Hem de
bunu yazının önde gelenlerinin yazılarında görürüz. Güvendiğimiz için de doğru
şeylermiş gibi bunların üzerinde hiç durmadan atlarız; ne şık kullanmış diye
bir de hayranlığımızı belirtiriz ve bunları belleğimize yazarız. Baştan sona
yanlış kullanımların üzerine basa basa bir şeyler öğrenmiş olmanın haklı
gururuyla olgun tavrımızı sürdürürüz. Oysa sanat, estetik biliminin ürettiği
kavramların anlamsal kapsamı içerisinde değer kazanır. İşte bu kavramları eksik
veya yanlış anlamlandırırsak, bunların yön ve etkilerini doğru kullanmazsak
estetik biliminin çözmeye çalıştığı pek çok konuyu da yanlış tanımlarız.
Öncelikle estetik kavramı; bir biçim, görünüş
ya da güzellik demek değildir. Bir niteleme, belirtme veya durum sıfatı da
değildir. Estetiğin güzellik olduğunu yalnızca plastik cerrahlar söyler;
kusurlu ya da istenmeyen bir organ biçiminin düzeltilmesi sonucu ortaya çıkan
durum anlamında kullanırlar; ‘estetik bir burun oldu’ gibi… Estetik kavramı;
eser ile insan arasındaki beğeni ya da ilişkinin duygulanım süreci, estetik
bilimi ise bu sürecin bilgi disiplinidir. Daha geniş anlamıyla ele alırsak
insan ile sanat eseri arasındaki ilişkinin kapsamını inceleyen bilim dalıdır.
Soyuttur ve duygu durumunun yaşanma biçimidir. Halk arasında güzel sözcüğünün
eş anlamlısı gibi kullanılabilir; ancak sanat alanında bu şekilde kullanılması
yadırganacak bir durumdur. Bu bilgi disiplinini, buna koşut sanatın en temel
kavramını içselleştirmemiş olmak demektir. Dolayısıyla sanatın en temel
bileşeni ve aynı zamanda en güçlü çarpanını terazinin kefesine koymadan eseri
tartıya çekmektir.
İnsan ile sanat eseri arasındaki iletişiminden
doğduğu düşünülen estetik ve beğeni kavramlarının bugüne kadar okuduğum çoğu
yazıda eksik ele alındığını gördüm. Bununla birlikte estetik terimleri ve
tamlamalarının dilimizdeki kullanımı, estetik bilimini katleder durumdadır. En
azından sanatla uğraşan insanların bu kavramları yanlış kullanmamaları
gerektiğini düşünenlerdenim. Örneğin herhangi bir objeye, estetik olmuş diyerek
bir plastik cerrah mantığı ile bir sanatçı konuya bakmamalıdır.
Beğeni; insanda doğuştan var olan durum ile
sonradan inşa edilen olgular sonucunda oluşan bir duygu durumudur. Bilgi,
kültür, eğitim, deneyim, çevre, koşullar gibi etkenlerle birlikte yaşam, olay
ve nesneler arasında kurduğumuz ilişkiye bağımlıdır. Daha açık söylersek,
beğeninin öncesi, genelliği, genel geçerliği, zorunluluğu vardır. Beğeni
duygusu insanda her zaman, her yer ve her durumda oluşan bir duygu durumudur.
Bilinci az çok oluşmuş her insanda genetik olarak kodlu olan ve adına estetik
kaygı dediğimiz durumun tetiklenmesiyle açığa çıkan bir durumdur. Sanatla
ilişkili beğeniden söz edeceksek buna, "estetik beğeni" demeliyiz.
Estetik beğeniyi açıklamaya çalışanlar ve
araştıranlar bunu iki aşamada incelerler: Eserin estetik değeri (işte burası
bilgi, kültür ve eğitim seviyesine göre anlam kazanır) ve insandaki doğuştan var
olan-sonradan güçlendirilen estetik kaygı. Dolayısıyla estetik değer ile
estetik kaygı arasındaki ilişkiyi doğru tanımlamamız gerekir. Estetik değer ile estetik kaygı arasındaki
ilişkiyi, Kant ve daha sonraki estetikçiler yarardan arındırılmış bir haz-hoşlanma
durumu olarak açıklarlar ki ben buna katılmıyorum. Yarardan arındırılmış
"estetik beğeni" ya da haz-hoşlanmanın olası olmadığını ve estetik
beğeninin “durumsallık” gösteren bir
sürecinin olduğunu düşünüyorum. Estetik beğeniyi doğuran etkenlerin ilk aşaması
kalıtım yoluyla aktarılan genlerde kodludur ve bunlar temel yasa gibi
davranırlar. Bunlar daha sonra toplumsal olgu ve olaylarla yapılandırılırlar.
Yarardan arındırılmış estetik beğeni tıpkı yaşamdan arındırılmış sanat gibi
olası değildir. Bu şiiri neden sevdim, bu resmi neden beğendim gibi soruları
kendimize sorduğumuzda, bu soruların sizde bir yanıtı mutlaka vardır. Ayrıca
bunu, deneysel olarak kendi yaşamımızda karşılaştığımız olay ve olgular
sonucunda da görebiliriz.
Durumsallık
ne demektir? Doğuştan var olan estetik kaygıya; yaşam, coğrafya, iklim, bilgi,
eğitim, kültür, sanat ve toplumsal değerler gibi etkenlerin eklenmesiyle insan
duygularının inşasında değişiklik ve dönüşüm yaratılmasıdır. Bu, uzağa
gitmeksizin günlük yaşamdan da görülebilecek bir sonuçtur. Öyleyse her estetik
beğeninin altında yatan bir gerçek değerler dizgesi vardır. Değerler dizgesi ne
kadar insanın varoluş değerleri ve kabul görmüş değerler dizgesiyle örtüşür
durumdaysa estetik beğeni de o oranda yüksek olacak demektir.
Tam da bu noktada şu soru aklımıza gelecektir:
Estetik beğeni durağan değilse bu süreç, istenen biçimde oluşturulabilir veya
geliştirilebilir mi? Bu durumda hayır demek olası değildir. Öyleyse estetik
değer ile estetik kaygı arasındaki ilişkiyi tanımlarken estetik kavramlarını da
uygun yerde ve devimsel bir biçimde konumlandırmamız gerekir. İnsanın düşünsel
sürecine göre ele aldığımızda; güzellik ile estetik, haz ile beğeni, hoş ile
güzel, iyi ile yüce, oran ile simetri gibi estetiğin temel kavramlarını kendi
kapsamları içinde anlamlandırmamız ve kullanmamız gerekmez mi?
Sonuç olarak, estetik gibi sanata ilişkin
kavramların anlamsal kapsamıyla bilinmesi ve doğru kullanılması bize şunu
sağlar: Türü ne olursa olsun herhangi bir sanat eserinin ilgi ve etki alanını
sorgulayabilme yeteneğini kazandırır. İkinci olarak ise sanata bakışın doğru
yönde gelişmesine, sanatın her türünün yeniliğe kucak açmasına, var olanlara
uyum yerine yenilikçi ve daha çağdaş sanat eseri ortaya çıkmasına alt yapı
oluşturur. Diğer bir deyişle, sanat kavramlarını anlam, kapsam ve hiyerarşik
yapısıyla içselleştirmiş olmak demek, var olan eserlere yaslanmak yerine kendi
biçim ve biçemini kurabilecek yetkinliğe yaklaşmak demektir. 5
Şubat 2019, Narlıdere
SANATTA ÖZGÜNLÜK
VE BİRİCİKLİK
Şiir sanatı, yetenek temelli bir alan gibi görünüyor olsa da her sanat dalında olduğu gibi felsefi ve kuramsal yönü daha ağır basar. ‘Ben şiirimde kültürümü, duygularımı, sezgilerimi anlatırım, içimden geldiği gibi yazarım’ demek sanat olgusuna biraz sığ bakmak demektir. Her sanatta olduğu gibi kişisel yetenek önemli bir etkendir; ancak yetenek konusunu bir kenara koyup şiiri kuramsal açıdan ele almak, geleceğin şiirinin kurulması için bize önemli veriler sağlar. Sorulagelmiş ya da bugüne kadar sorulmamış farkındalık yaratan sorular sormaya iter bizi. Nasıl ki bugünün bilimlerinin çıkış noktası felsefeden hareket almışsa şiir sanatı da kuramsal bilgi, düşünce ve dilin teknik kullanımından hareket alarak geleceğini kurar. Bu durumda şu soruları kendimize hemen sormalıyız: Şair; şiirini nasıl yazar veya bir şiir nasıl doğar, hangi süreçten geçmelidir; dil, duygu, düşünce ve bilimle ilişkisi nedir?
Tarihe baktığımızda divan
şiiri dışındaki şiir anlayışı çoğunlukla halk ağzı ile kendine zemin bulmuştur.
Yunus Emre’den Aşık Veysel’e kadar büyük şairler, bugün bile hayranlıkla
okuduğumuz insan odaklı şiirler yazmışlar ve bizim şiir yolumuza aydınlık
olmuşlardır. Divan şiiri de bu aydınlığın önemli bir parçasıdır. Ancak bütün
sanat dalları, modern sanat dönemiyle birlikte kuramsal bilgi, teknik olanak,
dilsel ayrıntı ve bilimsel verileri baz alma yoluna girmiştir. Şiir bir sanat
alanıdır; bunun yanında bilimsel disiplini olan bir bilgi kütlesidir; yani bir
bilim alanı olma yeteneğine sahip bir bütündür. Bu yüzden şiir sanatı, sanat
bilimi[8]
açısından ele alınmalı ve çağdaş sanat anlayışının öngördüğü bir yön çizmeye
çalışılmalıdır. Ayrıca doğa, sosyal ve insan bilimleri ile olan ilişkisi doğru
çözümlenmelidir. Kullanılabilir bilgi ve kirli bilgiyi birbirinden ayırt etmek
ve şiir sanatının geleceğini insanı kavrayan bir yapıya taşımak, günümüzün
görünen bir gereksinimidir.
Sanatı bir bütün olarak ele
aldığımızda, sanat bilimi ve ontolojik inceleme sonuçlarına dayanarak şöyle
diyebiliriz: Şiir veya herhangi bir sanat eserinin ortaya çıkmasında iki aşama
vardır: Birincisi; sanatçının duyusal
ve düşünsel dünyasını oluşturan ve imgelemi doğuran bilinç dünyası, diğer
deyişle “imgelem” sürecidir. İkincisi ise bilinç dünyasının yani sanatçının
imgeleminin, sanat dili, teknik ve teknoloji yardımıyla kendine özgü ve özel
biçimlerde nesnelliğe dönüştürülmesidir.
Sanat yaratım sürecinde, yani bilinçten imgeleme
kadar (imgelem dâhil) olan süreçte, sanatçı ne kadar bilimsel ve teknik
verilere sahipse, artalan bilgisi ne kadar zenginse, donanımı ne kadar
güçlüyse, imgelemi o kadar zengin olur ve insanı kavrayan değerlere o denli egemen
olur. Onun; görme, işitme, duyma, sezme yetisi daha güçlüdür. Soyut, sanal,
bilinç üstü ve fizikötesi görüngüleri daha sağlam temele oturur. Bir anlamda,
sanatçının bilinçten imgeleme kadar olan sürecinin asıl kaynağı; duyusal,
teknik, bilimsel, insani ve sosyal disiplinlerden beslenir.
Bu yazının temel
konusu olması ve sık sık kullanacağım için imgelem kavramını bir kez daha
burada açıklamaya çalışayım: “İmgelem; toplam bilgi birikimimiz, belleğimiz ve
bilincimizin zihinsel ve duygusal olarak ortaya koyduğu tüm tasarılar,
fanteziler, sezişler, anlamsal görünüş ve görüntülerdir. Bilgilerin yoğurularak
anlamın derinliklerinde gezinilmesidir; düşlemin daha geniş alanıdır. Düş ve
düşünme gücünün zihinde ortaya çıkardığı örüntüler evreni olarak da
tanımlayabiliriz.[9]”
Bu düşünceden hareketle, lisans ve lisans üstü sanat eğitim içeriğinin etki ve ilgi alanı, “imgelem
yetisi”nin güçlendirilmesi olmalıdır. Diğer bir söylemle eğitim izlencesinin
içeriği, öğrencinin imgelem yetisini güçlendirmeye yönelik olmalıdır. İmgelem
yetisi güçlü olmadan insanı kavrayan ve insanın derinliklerine sızan imge
yaratılması olası değildir. Bu nedenledir ki imgelem olanakları belli bir
düzeye çıkarılmadan ortaya çıkacak sanat, geçmişte var olan klişeleşmiş
anlayışı kırabilme yeteneği taşımaz. Her şairin belirli bir dünya algısı ve onu
anlamlandırma yetisi vardır. Ancak şair, bilimsel veri ve sanat biliminin
ayrıntılarına egemen olmadan kuracağı şiir var olanlara yaslanmak zorunda
kalır. Bana göre bu biçimde yazılan her şiir, özgün ve biricik olabilme
yeteneğinden ödün veriyor anlamına gelir.
Çağı aşan şiiri yazabilmek
ve şiire yeni bir gelecek kurmak, şairin imgelem gücüne ve zenginliğine
bağlıdır. Bizler, uyutmak için büyük sahte tasarıların içine itilen ve bu
anlayışla sanat üretmeye çalışan şanssız bir kuşağız. Salt sosyal alanda değil
bütün alanlarda, bölünmüşlük, bilgiye saygısızlık, okumadan yazmak, kendini
gösterme bencilliği, ideoloji ve inanç kaygısı gibi etkenler, ne yazık ki Türk
şiirinin de derinden etkilendiği onulmaz bir hastalıktır. Konuyu dağıtmamak
için öncelikle şunu söylemeliyiz: Şiir sanatına bir gelecek kurmak istiyorsak
kuramsal bilgiye ve bilgiler arası eşgüdüm ile onun bilimsel çözümüne gereken
önemi vermek durumundayız. Onu, gerektirdiği disiplinlerle ele almalıyız. Örnek
olması için, 24. İzmir Kitap Fuarı’ndaki izlenimlerimden edindiğim sonucu
burada dile getirmeliyim. Günümüzün şair ve yazarları, çevrede ne olup bitiyor,
öneme değer eser var mı, kim ne kadar nitelikli yazıp çiziyor, bakmıyor bile.
Tanınmışlığı, tanıdıklığı veya popülarite devşirme beklentisi yoksa, diğerinin
eseri onlar için yok hükmündedir. Bunun kısaca tanımı, okumadan yazmak
demektir; hedef, sanat ya da yazın değil demektir. Oysa iyi eser nitelikli
etkileşim sonucunda üretilebilir. Birbirimizden öğreneceğimiz o kadar çok şey
var ki; ben yetkinim diyen şairler buna dahildir. Bilgi bilgiyle, bilgi
katılımla, bilgi çoğul düşünce yaklaşımlarıyla çoğalır. Sanat eseri bireysel
çıktıdır; gerisindeki imgelem, toplumsal, yaşamsal, deneyimsel, bilimsel,
olgusaldır. Sanat kültürü ve sanatta yaratıcılık bilginin çözümü, yorumu ve
deneyim sonucu gerçeklik kazanır; estetik değer üretme yeteneğine sahip olur.
Deneyim aktarılmazsa ve deneyimden yeterince yararlanma yoluna gidilmezse,
şiirin varacağı nokta bugünün gerisinde kalması demektir; durağanlık, geriye
gitmek demektir sanatta.
‘Türk şiiri magazinsel
söylemler üzerinde yönlendirilmektedir.’ diye bir tümce kurarsam pek çok şair
karşı çıkacaktır; ancak işin ayrıntısına girdiğimizde bunun gerçek olduğuna
tanık oluruz. Sanatçının imgelem gücü, çok boyutlu veri akışıyla artırılabilir.
Biz insanların en onulmaz hastalığı neyi bilmediğimizi bilmiyor olmamızdır.
Şiirin birkaç teknik ayrıntısını bildiğimizde dünya şirini anlamışız gibi
duyumsarız. Aslında şiirin teknik ayrıntısı herkesin kısa bir eğitimle
edinebileceği bir konudur. Asıl olan şiiri yazdıran ve imgeyi kurduran
imgelemdir. İmgelem gücü öyle kolay elde edilecek bir sonuç değildir; yaşam,
evren, insan ve bilimlerin karşılıklı ilişkilerinin çözümünden doğan bir
yetenektir. Geleceği kucaklayan şiiri ancak ve ancak bu güce sahip şairlerin
yazabileceğini söylemek yanlış olmaz.
Sanatın doğumundaki ikinci
aşama ise teknik kısımdır. Biraz da ustalık ve yetenek alanıdır. Renge, ışığa,
sese, harekete ve güzel söze dökme işidir. Zaten bu konu her yerde, her yazıda,
her kurs ve sohbette insanlara aktarılmaya çalışılıyor. Aslında sanatı ticari
sektörlerle iç içe çalışmak zorunda bırakan aşama ve süreç burasıdır. Herkes
Nazım’ın iyi şiir yazdığını bilir; ancak kimse ona o şiirleri yazdıran imgelem
gücünün kaynağını sorgulamaz. Sanat,
estetik ve şiir gibi kavramlar; insan zihninin sahip olduğu bilgi ve deneyim
yüküne, yaşam koşullarının şekillendirdiği duygu gücüne göre şekil alır.
İmgelemin nesnelleştirilmesi
ve somutlaştırılması sanattaki ikinci aşamadır, demiştim. Bilim ve teknolojiyi
çok daha yoğun ve görünür biçimde kullanan süreçtir. Ayrıca sanat dili
kullanımı bu aşamadan sonra öne çıkar. Salt duygunun ivmesi ile sanatsal edim
açıklanamaz. Söz ettiğim iki nedenden dolayı, sanatı ve eleştiriyi
bilimselliğin dışında düşünmek, sanatçı, sanat, bilim, bilinç, imgelem ve bilgi
kavramlarının arasındaki bağıntıya bütüncül verilerle bakmamış olmayı
gerektirir. Aslında burada anlatmaya çalıştığım şey, sanatın yaratım sürecidir.
Özgün ve biricik olma özelliğine giden yoldur. Aslında B. Croce’nin dediği gibi
“estetik yaratma süreci” ile benzerlik gösterdiğini söyleyebiliriz. Hatta, B.
Croce’nin estetik yaratma sürecindeki ilk üç aşama, “izlenim, tinsel sentez ve hedonist eşlik” bilinçten imgelem
sürecine karşılık gelen aşamayı oluşturur. Son aşama ise imgelemin
nesnelleştirilmesi aşamasıdır ve Croce bunu “fiziki
fenomenlere aktarılması” diye ifade eder.
Şiirimizde en çok ilgi
duyduğumuz alan, sanat yaratım sürecinin ikinci aşamasıdır; yani dilsel ve
imgesel alanıdır. Genel duruma baktığımızda, şiir nasıl yazılır, imge,
bağdaştırma ve sapma nasıl yapılır, türündeki soruları yanıtlamaya çalışırız.
Bunların yanıtlarını bulunca iyi şiir yazılır düşüncesindeyiz çoğunlukla. Oysa
bu soruların yanıtları, sanat eseri ortaya koymanın teknik gerekliliğidir.
Şiirde dilin yetkin kullanım ayrıntılarıdır. Bunları her şair bilmek zorundadır
zaten; bilmeden şiir yazılamaz. Yazıldığını varsaysak bile yazılanlar, öykünen ve
sıradan bir metin olmaktan öte geçemez. Şiir, gördüğünü, duyduğunu, içinden
geleni anlatmak değildir; gördüğünü, duyduğunu yeni baştan anlamlandırmak ve
estetik değer yaratacak biçimde insanı kavrayan imgeyi ve imge bütününü
kurmaktır.
Şiire sanat eseri olma
özelliğini kazandıran, salt dil kullanım yeteneği değildir. Anlamsal derinliğin;
insan, yaşam ve evren ile olan ilişkisindedir. İmgelem gücü ve zenginliği; her
sanat eserinin doğumunda ön koşuldur. Başka bir deyişle güçlü imgelem,
gelecekle anlam ilişkisini kalıcı ve yaratıcı kurmak demektir. Bu nedenle, şiir
eğitimi/kursu veren ve okullarda şiire yönelik çalışanlar, hedef kitlesinin
imgelem yetisi, gücü ve zenginliği üzerine yoğunlaşmalılardır.
Sonsöz olarak şunu
söyleyebilirim: İmgelem yetisi yüksek şair, aynı zamanda dili çok iyi kullanan
kişidir. Bilgiyi çözümlemiş, yorumlamış ve daha yetkin dil kurgulama yeteneğine
sahiptir. Dile, çağa, deneyime, iletişime, okumaya ve araştırmaya önem veren;
bunları yapan kişidir. Okurun algısını, estetik kaygısını, yaşam ve evrenin
gelecekle olan ilişkisini, zihninde çözümlemiştir. Var olana değil; estetik ve
sanatsal değer taşıyan ögelere kendiliğinden yönelecek demektir. Sanattaki
“özgünlük” ve “biriciklik” kuralı bu noktadan sonra geçerlilik kazanır. Usta
çırak yöntemi yetişmiş olmak elbette önemli bir deneyimdir; ancak özgün ve
biricik kuralına uyan eser üretmek için yeterli bir süreç değildir. Bu nedenle;
okumadan, sanatın felsefesine girmeden, kavram ve terimler arasındaki anlamsal
konumu ve hiyerarşisini zihinde çözümlemeden şiir yazmak, trenin raylar
üzerinde seyretmesine benzer; yönü ve hareketi raylar belirler. Sanat
kumandanın dış etkenlerde olmasını kabul etmez. Özgür olmalı ve sınır
gözetmemelidir. Sanatın sanat olabilmesi için; biçimden anlama, anlamdan anlatıma, sesten çağrışıma, coşumdan estetiğe[10] kadar tüm varlık katmanlarında
sanatçının özgün yaratısı gereklidir.
Temmuz 2019, Narlıdere
GERÇEKÜSTÜCÜLÜĞE TEĞET BAKIŞ
Sürrealizm (Gerçeküstücülük), sanatın tüm boyutlarına sızan, devasa yenilik ve asimetrik düşün dizgesinin önünü açan önemli bir sanat yaklaşımıdır. Bugünkü gerçeküstü eserlere baktığımızda, bu akımın önemli bir sanat anlayışı olduğu ve bugün de etkinliğini güçlenerek sürdürdüğünü söyleyebiliriz. Anlık ve istenç dışı düşün yönteminden çıkış ile asimetrik düşünme ya da düşün açısını değiştirmek tanımıyla kısmen karşılanabilecek yeni bir sanatsal teknik yaratmıştır. Bana göre sanata ve sanatsal kavramlara bakış açısına yeni bir boyut getirmiştir. Ne var ki pek çok sanat düşünürü gerçeküstücülüğü; yatay bir düşün dizgesi, bilinçaltının zengin deposu ve dürtüsüne göre şekil aldığını söylerler. Bu akımın; uygulama, anlatım ve çizim tekniği içselleştikçe; insan haz duygusunu doyurdukça; akla geldiği gibi yapılan, yazılan, çizilen ve salt bilinçaltının doğurduğu bir sonuç olmadığını kabul etmeliyiz. Daha doğrusu bugün ortaya konmuş gerçeküstü eserlerin, ayaküstü bir mantığın ve imgelem gücünün üretebileceği eserler olmadığını söyleyebiliriz.
Gerçeküstücülük; birikim, yoğun bilgi bütünlüğü
ve bu bilgi bütünlüğünü simetrik/asimetrik kullanabilen zihinlerin sanat yapıtı
üretebileceği bir yolculuktur. Akımın bildirilerinde (manifesto) söylendiği
gibi bilinçaltından çağırdığını çağrışım mantığına göre anlık yazmak, aklına
geldiği gibi çizmek ya da rastlantısal bir sonuca ulaşmak olmadığını, ortaya
çıkan eserlerin derin yapılarından anlıyoruz. Bunu, bilinçaltına ve bilince
oturmuş zihinsel bütünlüğün doğurduğu karmaşık çözümlerin görüntüye
dönüştürülmesi, kişisel izlerin farklı bir bakış açısından yansıtılması, ruhsal
dünyanın ve yaşamın mühendislik olarak objeye dönüştürülmesi olarak
düşünüyorum. Yaratıcılık, incelik,
bilgelik ve yüksek zekâ gerektiren bir teknik olduğunu delile gerek duymadan
söyleyebiliriz. Sanatçının;
güçlü bilgi bütünlüğü, tasarımsal yeteneği, yaratıcı zekâsı ve bilimsel altyapısı olmasını gerektirir. Ayrıca
gerçeküstücülüğün bildirilerinde mantığın ve aklın geri planda tutulduğu
söylenir. Söylenenin tam tersine gerçeküstü sanat; temelde sağlam bilgi,
duyusal yeti, sezi, akıl ve güçlü mantığın varlığından
doğacak bir alan olabileceğini düşünüyorum. Kaldı ki mantık dizgesini kırmak,
zekâ gerektiren, yaratıcı yaklaşım ve ayrıksı düşünme/yorum gerektiren bir
şeydir. Gerçeküstücülüğün dayandığı uzayı, hem resim sanatında hem de şiirde
deneyimlemiş birisi olarak bunları rahatlıkla söyleyebiliyorum.
Bilinçaltı bir vahadır; bilginin çok büyük bir
oranını içerir. Çoğu kaynakta bilginin yüzde doksan beşinin saklandığı
söylenir. Buna sözümüz yoktur, ancak beynin çalışma sistemini biraz olsun
biliyorsak, anlık çıkarım ve mantığı geri plana itmekle böylesi güzel eserlerin
ortaya konabileceği inandırıcı gelmiyor. Bilinçaltındaki bilgilerin bilince
taşınması, bilincin sağlam temellere oturmasını gerektirir. Duygu, bilinç,
bilinçaltı, donanımlı bellek, zihin, zekâ, mantık ve bunların toplamı; örgütlü
akıl demektir. Sanat eseri yaratmak, imgelemin nesneye dönüştürülmesine yani
bilginin teknolojiye dönüştürülmesine benzer; bununla eşdeğer bir işlemdir.
Örgütlü akıl gerektirir. Bu işlem için bilgi; ister bilinçaltında olsun ister
bilinçte hazır olsun, onu imgeye dönüştürmek için bilincin ve üst bilincin
mutlaka devreye girmesini gerektirir.
Albert Camus, her ne kadar gerçeküstücülük için, “Sürrealist eserlere lojik ve reel
kategorilerle yaklaşmak onları anlayamamak gibi bir sonuç yaratır.” dese de
bugün, Camus’un söyleminin çok yerinde olmadığını anlayabiliyoruz. Bu akımın
ileri sürdüğü akıldışı alan; duyular üstü alan; bugünün insanı tarafından
zihinde tasarımlanabilir duruma dönüşmüştür. Sanal gerçekliğin getirdiği
olanaklar, algı dünyasında somut, görülebilir, işitilebilir ve duyumsanabilir
(en azından sayısal teknolojiyle) bir yenidünya yaratmıştır. Olamaz, varılamaz,
edilemez, akıl ötesi ve gerçeküstü dediğimiz pek çok olayın, yeni gelişmelerle
gerçeklik kazandığını veya gerçekleşme gizilgücü taşıdığını
söyleyebiliriz.
Gerçeküstücülük akımını şiir açısından ele
aldığımızda, bütün sanatlarda olduğu gibi şiir diline de çok geniş bir anlam ve
anlatım olanağı sunmuştur. Şiir dünyasına farklı bir boyut ve sınırsız bir uzay
derinliği yaratmıştır. Kısaca söylemek gerekirse şiire sınırsız ve koşulsuz
yeni bir devinim ve anlam alanı kazandırmıştır. Nasıl, diye soracaksınız. Şuna
benzetebiliriz gerçeküstücülüğü: Nasıl matematik yaşamın tüm alanlarında varsa,
gerçeküstü söylemler de sanatın tüm alanlarında var olabilme genelliğine
sahiptir. Sanat düşünürleri, eserin varlık katmanlarını nesnel ve duyu üstü
alan diye ikiye ayırırlar. Bu tanıma dayanarak sanat eserini oluşturan toplam
iki yapıdan söz ederler. Bir anlamda gerçek ve gerçeküstü yapının toplamı bir
sanat eserini oluşturur. Örneğin şiir dili, nesnel dünyayla bütünleşmiş
gerçeküstü söylemler dizgesiyle günlük dilden ayrılır. Bilindiği gibi sanatın
en önemli özelliği; algıyı uyarmak, anlamayı güçlendirmek, düşünmeyi
derinleştirmek, duyuları ve duyguyu ayartmaktır. Kısacası zihni sarsmak ve
duyguyu istenen kıvama taşıyarak, alımlama ve düşünmeyi daha etkin kılıp
estetik beğeniyi sağlamaktır.
Şiir bir düşün sanatıdır; düşüncenin, dili ivmesi
ve dil kullanım ayrıntılarına girmesiyle gerçeklik kazanır. Gerçeküstücülüğün
şiire kazandırdığı anlam ve anlatım olanakları, bugünün şairi tarafından
genişletilmelidir, derinleştirilmelidir. Çünkü bu alan, aklı ve mantık
dizgesini sarsıcı bir anlam alanıdır. Daha önce değindiğim gibi,
gerçeküstücülük, yeni bir düşün uzayının önünü açmış ve sınırsız bir alanın
kapılarını aralamaya yöneltmiştir. Eserden çok şairin düşüncesinin sınırını
genişletme yolunu göstermiştir.
“Şiir, yaratıcılığın
ekseninde yer alan bir sanat dalıdır.” Düşünmenin sınırlarını zorlayıcı ve
imgelemi daha çekici somutlaştırma tekniğidir.
Yaratıcılığa, bunun yanında düşüncenin sınırlarını zorlanmaya yönelten dilsel
esnekliktir. Gerçeküstücülük, şiirdeki anlam, anlatım ve çağrışım katmanlarına
yüksek düzeyde katkı sağlayan sınırsız bir uzaydır.
Üretilen bilgi, teknoloji, kültür varlıkları,
doğa, sosyal ve insan bilimleri, gerçeküstü diye adlandırılan alanı
derinleştirme ve bu alana yeni bir boyut kazandırma yetkinliğindedir. Başka bir
söylemle bugünün şairi, düşüncenin sınırlarını kırıp; evren, insan ve yaşam ile
aralarındaki ilişkiye daha farkındalıklı bir anlam kazandırma; bunları nesnel
dünya ile bütünleştirme yeteneğine sahiptir.
Gerçeküstü dünya insan tasarımıdır; yani
düşüncenin ürettiği bir evrendir. Sınırlarını göremediği ve doğa bilimlerince
açıklanamadığı için, insanoğlu bu alanın içine girmekten çekinmektedir. Aslında
gerçeküstü dünya, matematik ve sanal dünya dediğimiz alandan farklı bir şey
değildir. Matematik, insan tasarımı sanal bir kurgudur. İnsan, kendisinin bunu
algılayabilmesi ve anlayabilmesi için doğada karşılığı olan sayı, çizgi ve
uzamla bütünleştirmiştir. Dil,
düşüncenin nesnel karşılığıdır; öyleyse biz gerçeküstü dünyayı şiir, resim,
sinema gibi sanat diliyle daha farkındalıklı olarak nesnel hale dönüştürebiliriz.
Bu, günümüz bilgisiyle zor değildir. Gelişigüzel ve saçma olduğunu
düşüneceğimiz sonuçlara yönelse bile nesnel dünya ile daha yakın ilişki içinde
olabilecek bir durumdur.
Bir anlamda gerçeküstü dünyayı nesnel dünya ile
bütünleştirerek sarsıcı biçimde ortaya koymak; dilde esneklik, kıvraklık ve
anlam derinliği sağlar. Sanal dünya, nesnel dünya ve yaşam ilişkilerini bir
şiire giydirmek, derinlik, farkındalık, dil kullanım becerisi ve yaratıcılık
gerektirir. Daha doğrusu imgelemin anlaşılabilir/tanımlanabilir imgeye
dönüştürülmesi, nesnellikle mantıki bir düzlemde buluşmak demektir. Şiirde
gerçeküstü anlatım, okurda nesnellik kazanacak biçimde olmalı ve onun bilincini
altüst edecek bir anlatıma sahip olmalıdır. Nesnel ve gerçek yaşam ile ilişkilendirilmesi
şiir gibi anlatım sanatlarında daha kolaydır. Çünkü şiir dili; uzam, zaman ve
kuralları kırabilme esnekliği olan, aynı zamanda bunları kırarken hem çekici
hem de anlam derinliği oluşturan bir anlatım tekniğidir.
Örneğin;
(…)
Sınırsızlığı çek üzerime
İşte çuvaldız del gökyüzünü
Getir anakaraları karinamın altına
Ellerimize rastlayan her şehri sevelim
Gerisi senin güzelliğin.[11]
(…)
Daha anlaşılır olması açısından bir de resim
sanatından örnek verelim: Salvador Dali'nin "Kelebekler ile Tekne"
tablosunu biliyoruz. Gerçeküstü bir tablodur. Kelebekler, yelkenlerin yerine
teknenin hareketini sağalıyorlar. Hem suda hem de karada kelebeklerin kanat
gücüyle teknenin yüzebileceğini anlatıyor tablo. Doğa üstü bir eylem
görüntüsünde ve farkındalık yaratacak biçimdedir. Aslında doğa bilimlerine
uyumlu bir görseldir. Dali bu eseri, 20. yüzyılın ilk yarısında yapmıştır. Bu
resim, bugün savunma sanayiinde kullanılan Hover Kraft[12]
teknolojisinin temel çalışma ve hareket ilkesini bire bir tanımlayan bir
tablodur. “Kelebekler ile Tekne” tablosu ile Hover Kraft teknolojisi
karşılaştırıldığında, imgelem, renk, düşünce ve dünya algısından dökülmüş
geleceği de kucaklayan büyük bir eser olduğunu anlarız. Böyle bir eser; basit
bilgilerle, mantık dışı çıkarımlarla, aklı geri plana itmekle, anlık fırça
sallamakla yaratılacak bir eser değildir. Doğa bilimlerine dayanan yüksek bir
imgelem gücü, böyle bir tabloyu çizebilir. Şuna dikkatinizi çekmek istiyorum:
Tablo Dali tarafından yapıldığında, Hover Kraft teknolojisi henüz icat
edilmemişti. Bu örnekten yola çıkarak gerçeküstü şiir; gerçek anlamda
yaratıcılık, birikim, donanım, örgütlü akıl ile düş gücü gerektirir. Gerçeküstü
sanat, bu bağlamda ele alınırsa sanatın gelişimine ve geleceğine önemli katkı
yapabiliriz. Ayrıca gerçeküstücülük, sarsıcı ve sezdirici bir çağrışım
tekniğini bünyesinde barındırır.
Sonuç olarak gerçeküstü dünya, insan düşüncesinde
var olan ve tasarımlanabilen bir duruma evrilmiştir. Sanatın her alanıyla iç
içedir. Estetik tavır yaratma konusunda son derece etkindir. Bilinçsiz,
bilgisiz ve gerçeküstü şiirin ne olduğu konusunda yetkin olmayan şairlerin
yazdığı gerçeküstü şiirler örnek oluşturmamalı ve konuya dar bir açıdan
bakmamalıyız. Yunus Emre, Cemal Süreya, Ece Ayhan gibi pek çok şairimizin
gerçeküstücülüğe yaslanmış başarılı eserleri vardır. Gerçeküstü şiir, örgütlü
ve gelişkin akıl tarafından yazılabilecek bir tekniktir. Algıyı uyarmak,
anlaşılabilir olmak ve mantık dizgesini kırabilmek için nesnel dünya ile
bütünlük kazandırılması gereken bir durumdur. Bana göre, gelecekte
gerçekleşmesi beklenen olay ve olguların bugünden dillendirilmesidir.
Söylendiği gibi toplumdan kopmuş veya toplum gerçekleriyle örtüşmeyen bir durum
değildir. Tam tersi; gelecekle bugünü, olanla olması gerekeni, insanla yaşam
ilişkilerini, doğanın kendisiyle hesaplaşmasını, nesneyle ilişkilerini ve onun
uzamını daha farkındalıklı anlatma yöntemidir. Kısacası donanımlı insan, zengin
ve güçlü imgelem işidir. Özeti ise örgütlü akıl işidir; doğa, sosyal ve insan
bilimlerinden beslenmek zorundadır.
Ağustos 2019
SAF SANAT
İnsandan sanata ve sanattan insana uzanan yolların temizli ve saflığı,
yeni ve yaşanabilir bir dünyanın eşiğidir. İnsan algıları, duyuları, duyguları,
düşleri ve bilinci ile temiz bir sanatı ürettiği kadar, saf sanat da geleceğin
insanının düşünsel evrimini hızlandırmaya adaydır.
“Saf şiir” ya da “saf sanat” tamlaması uzun zaman
kullanılmış ve tartışılmıştır bazı düşünür, şair ve eleştirmenler tarafından.
Değişik anlam ve açılımlar yüklenmiştir bu tamlamaya. “Saf Sanat”
bağdaştırmasını, bu metinde öylesine kullanılmış bir sıfat isim tamlaması
olarak düşünmeyiniz. Ben bu tamlamanın anlamsal değerini daha farklı bir açıdan
ele almak istiyorum. Sizler de bu kavram karşısında, bilinenlerden ayrıksı bir
yaklaşım sergilerseniz daha somutlaştırabiliriz, diye düşünüyorum. Çünkü burada
saf sanat, saf şiir ya da öz şiir gibi tamlamaları kullanarak geçmişte
tartışıldığı gibi bir tartışmaya girmek istemiyorum. Benim önerdiğim sanat ve
şiir anlayışını, en anlaşılır biçimde “saf sanat” tamlaması karşılamaktadır. Bir
kez daha belirtmekte yarar görüyorum; saf sanat ya da saf şiir kavramlarını
geçmiş bilgilerinizden farklı bir düzlemde ele alacağım.
“Saf
sanat” tamlaması, öncelikle tarihte sanatsal gelişim ve dönüşümün hiç saf,
temiz, çıkarsız ve arı olamadığını anlatmaya yönelir. Yani sanatsal geçmişin
hiç temiz olmadığını anlatır. Bu tamlama, sanat ve şiire temel imgelem
dünyasının, oluşturulagelen bir zorunluluğun şemsiyesi altında olmaması
gerektiğini belirtir. Sanat, hiçbir zaman gücün ya da onu temsil eden diğer gereçlerin
esaretinden kurtulamamıştır; bugün de. Sanatın özgür istenç ve özgür bilincin
ürünü olmak gibi bir saflığı hiç olmamıştır.
İkinci olarak, sanatın oluşumuna neden olan
imgelem gücünün, yani düş gücünün özgür ve özgün olmasından söz ediyorum saf
sanat derken. Sanatçının imgelem gücü, yani diğer söylemle düş gücü ve düşünme
edimi ne kadar özgürdür ve ne kadar özgündür? Toplumsal, parasal, ideolojik ve
dinsel önyargılar, insan algılarında artalan bilgisi oluşturarak etkin olur ve
insanı varoluş değerleri ve istemi dışında düşünmeye zorlar. İşte bu, bilimsel
gelişme ve saf sanatın en önemli düşmanlarından birisidir. Ben doğruyu ve doğru
bildiğimi söylerim diyenler, ya da benim düş gücüm özgündür diyenler ne kadar
söyledikleriyle özdeştir? Kabulleri, ideolojileri, inançları, algıları ve
yargıları karşısında ne kadar özgürdür ve neye göre özgündür? Ne kadar saltık
kabul edilebilir? Dün gücün, ideolojilerin ve inançların gölgesindeki sanatsal
edimler, bugün paraya dayalı yıkıcı bir anlayışın elinde değilmiş gibi özgür
bir sanatsal edimden bahsedebilir miyiz?
İmgelem, şiir ve sanat yazınımızda ayrıntılı ve
sık tartışılan bir konu değildir. Aslında sanatın temeli imgelem yetisidir ve
şiirin doğumu imgelem gücüne ve zenginliğine bağımlıdır. İmgelem, şiir ve sanat
için bedendeki kan ve kan dolaşım sistemi kadar yaşamsaldır. Anlamın doğuşuna
kaynaklık eden temel verilerin düşünsel biçimidir. Onun dolaşımı anlam
dünyasını beslemediği sürece sanat ve şiirden söz edemeyiz. Saf sanattan kastım; imgelem dünyasının
altında yatan kan ve dolaşım sisteminin temizliği, özgünlüğü, özgürlüğü ve
yaratıcılığıdır. Yani sanatçının imgelem dünyasının, özgür, özgün,
istem dışı girdilerden uzak, yaşamsal, kültürel, evrensel değerlerle kendi
yorumunda varlık bulmasıdır. Saf imgelemden, dolayısıyla saf sanattan kastım da
budur.
İşte ben saf sanat derken, sanatçının ülküsel
yaşam algısından doğmuş “saf imgelem[13]e” dayalı özgün ve özgür sanatsal edimlerden söz ediyorum. Bir
anlamda sanat, sanatçının duyumsadıklarının altında yatan ve ona şekil veren
bilinç ve bilinçaltı dünyasının bir aynası değil midir? Çağımız insanının
bilinci bu kadar ele geçirilmişken, şekil verilebilir kıvama dönüştürülmüşken,
her kıvılcımda bomba gibi patlamaya hazırken; özgün sanattan dem vurma şansımız
var mıdır? Bu başka bir tartışma konusudur; ancak şiirin sanat eserine
evrilişi, kasıtlı yapılandırılmış bilinç, bilinçaltı ve duygunun ürünüdür. İşte
bu yüzden imgelem, insanın varoluş ve yaşamsal değerlerine yaklaşabildiği
oranda şiir de saf şiire doğru evirilecektir. Nasıl yani? Yaşamsal, evrensel,
sanatsal, insani ve doğal değerler ve bunların birbiriyle ilişkilerinin doğru
dürüst okunabilmesiyle belki. İnsanı insana, toplumu toplumlara, ülkeyi dünyaya
egemen kılma yarışı içerisinde geçen ortamlarda hiçbir zaman özgün ve özgür
sanatsal edimlerden söz edemeyeceğiz. Kaldı ki bugün yaşadığımız ve değer
olarak kabul ettiğimiz pek çok şey, insanı yenik düşürmeye, birbiri omzuna
basmaya, diğerlerinden bir adım önde olmaya odaklıdır; hem de hiçbir insani
değeri, hatta insanın doğal davranış mutlaklığını dikkate almadan. İşte ben saf sanat derken, ideoloji, inanç,
ekilmiş, öğretilmiş ve yönlendirilmiş diktelerin etkisinden bağımsız, insanın
varoluş değerlerinin, yaşam hakkının ve yaşam sevincinin doğal sürecine göre
biçim alan bilinç ve bu bilincin ürettiği sanattan bahsediyorum. Başka
bir söylemle, başka bir yapının dikte ettirdiği olgu ve yargılardan uzak,
insani ve yaşamsal değerlerin duygu, bilinç, imgelem gücü ve zihinsel
etkinliğinin çıktılarını baz alan bir görüngüyü anlatmaya çalışıyorum.
Çağımızda böyle bir sanatsal yaklaşım, yani saf
sanat yaklaşımı insan algılarında etken ve başat konuma getirilebilir mi? Üstün olmaya yönelik, kargaşa içinde ve bencil
insanın olduğu bir dünyada bu çok olası görünmüyor. Ayrıca günümüz
sorunlarından olan “benlik görünüş bozulması” diye tanımlanan ayrı bir karmaşık
durumla da karşı karşıyayız. O zaman şöyle bir soru geliyor akla; duygudaşlık
kurabilen, düşünebilen, acıma ve sevme duygusuna sahip olan insanoğlu, daha ne
kadar kendi cinsini yemeye, ölümleri görmezden gelmeye ve kargaşayı büyüterek
yaşamayı sürdürebilir?
Sanatı sanat olarak yapabilmenin önündeki en açık
ve pürüzsüz yol, insanı insan olarak görmek, duyguyu ve özgür aklı egemen
kılmaktır. Saf sanat kavramına daha sorgulayıcı biçimde yaklaşmak adına şu
soruyu sorabiliriz. Düşlediğimiz dünya gerçekliğinde, savaşları, şiddeti,
dehşeti, bölünmüşlüğü, ölümleri, acıyı, sonlandıracak bir örnek var mıdır?
Varsa nerededir? Bakın bu soruya Adorno şöyle yanıt veriyor. “Bu örnek vardır ve bu örnek sanatta
bulunur. Bundan ötürü sanat, yanlışlar ve bölünmüşlükler ortasında bir sığınma
yeridir, bütünselliğin ve doğruluğun ülkesidir. Sanat, mümkün, gerçek barışın
(bütünleşmenin) örnek ve aracıdır.” (İleten
İ.Tunalı, Estetik)
Saf sanat derken amaçladığım öz ve içerik,
sanatın içinde var olan, daha doğrusu var olması gereken tarafsız, önyargısız,
özgün ve özgür düş ülkesinin, yani saf imgelemin araçsal sonuçları olmalıdır.
Sanatın yaratım sürecinde, insanın saplantı, takıntı, ideolojik, dinsel
önyargıları ile bilgiye dayalı olmayan kabullerinden arındırılmış bir sanat
anlayışının varlığına ulaşmaktır. Bu uzak bir olasılık da değildir. İmgelem,
bilginin sağladığı duyu, düşünme, sezi, görü ve öngörü yetisi ile varlık bulan bir
görüngüdür. Bugün sahip olduğumuz bilgisel ve kültürel değerler ile gençlerin
dünya algısı bunun bir düş olmadığını göstermektedir. Oldukça iyimser beklenti
içinde olsak bile, insanoğlunun sahip olduğu evrimsel akıl mutlaka kendi
geleceğine ilişkin değerleri kendine uygun er geç kuracaktır. O yüzden,
baskıdan şikâyet edip kendi özgün baskı sistemini kuran, kuralcılıktan sızlanıp
söz varlıklarını bile kurallar zincirine terk eden, şiirin özgürlüğünden söz
edip şiiri hapseden anlayış, şiir ve sanatın evrimsel kodları ile insanın sınırsız
beyin gücü hakkında yetkin yoruma varamayan anlayıştır.
Sonuç olarak barış ve sevgi içinde yaşanabilir
yenidünyanın kurulumu, insan bilincinin kendi yaşamsal ve varoluş değerleriyle
yapılandırılmasına bağlıdır. Şiirde ve sanatta değerler dizgesinde değişim
gerekliliği vardır. İnsan bilincinin insana yaraşır biçimde yapılandırılması,
saf imgeleme ulaşılması ve bu bilincin çıktılarının sevgiye yönelmesi
sağlanmalıdır. Her ne kadar bugün, pasta paylaşımına yönelik şiddet ve ölümler
her coğrafyanın yollarında kol geziyorsa, sanat nikel çizmelerini giyinip
fularlı emmilerin yalılarında dolaşıyorsa, şiir sakallı amcalarının pipolarında
buram buram keyif verici duman olmaya çalışıyorsa da gelecek mutlaka güzel
gelecektir. Çünkü geleceğin beyni insana yaraşır dünyanın taşlarını mutlaka döşeyecek,
“saf imgelemden saf sanata ve tam insana” ulaşacaktır. Konuyu biraz daha
özelleştirirsek, Saf imgelemden evrimsel şiire, yani geleceğin şiirine
ulaşmanın, çok uzak bir beklenti ve ulaşılamaz bir düş olmadığını
söyleyebiliriz. Mart 2018, Narlıdere
EVRİMSEL SANAT YAKLAŞIMI
Belli başlı sanat akımları, insanın kültürel gelişim düzeyine koşut gelişim gösterdiğini, bilgi birikimine, insanın dünya ve yaşam algısına göre şekillendiğini söyleyebiliriz. Bir bakıma sanatın gelişim süreci, sanatın tarihselliği içerisinde insanlık tarihinin fotoğrafik görüntüsüdür diyebiliriz. Sanat yaratı dünyasını ve insanlık tarihi ile bağıntısını anlamak için, bu dönemlere fazla ayrıntıya girmeden kısaca göz atmakta yarar olduğunu düşünüyorum. Şunu da gözden kaçırmamak gerekir; sanatsal dönemlerin, hatta akımların her biri büyük hacimli, ayrıntılı inceleme ve çalışma konularıdır. Burada konumuz bu olmadığı için kısaca kendi yorumlarım bağlamında bu dönemleri özetlemek istiyorum.
Klasik sanat anlayışını
henüz insanın kendini tanıma ve gerçekliği taklit aşaması, romantizm dönemini
ise sanatın insanla ve insanın asıl amacıyla bağ kurduğu bir dönem olarak
değerlendirebiliriz. Bu nedenle, klasisizm ve romantizm dönemine ilişkin çok
ayrıntıya girmeyeceğim. Çünkü asıl insanın kendini gerçekleştirmesine yönelik
sanat, 17. yüz yıldan itibaren başlar. Yani modern sanat anlayışı, sanatsal
nüvenin insanı, bilimi, bilgiyi ve aklı ele alması ile başlar diye kabul
edebiliriz.
Modern sanat dönemini iki
farklı bakış açısından ele alarak değerlendirmek gerekir. Birincisi teknik
uygulama, yani sanat edimi açısından ele alınmalı, ikincisi ise sosyal ve
psikolojik açıdan, yani imgelem açısından değerlendirilmelidir. Modern sanata sanat
uygulamaları kapsamında teknik yönden baktığımızda farklı görünüm ortaya çıkar,
sosyal ve psikolojik temelli imgelem çerçevesinden baktığımızda ise daha ilginç
bir sonuç karşımızda buluruz.
Sanat uygulamalarına teknik
yönden baktığımızda, modern sanat anlayışı sanatın yenidünyaya uyarlanması,
yani teknik yenidünya ile insan ilişkileri ve zihinsel yetilerin bir düzleme
oturtulması dönemidir. Her olanak, teknik araç, bilimsel çalışma verileri,
insani değerler ve yaşamsal değerler; sanatsal etkinlik ve eylemlerin içinde
var olmasına çaba gösterilmiştir. Bu dönem, insanı bulunduğu yerden çekip
çıkarmaya yönelik ayakları yere basar oluşumların keşif dönemidir. Başka bir
deyişle modern sanat dönemi, sanatın olgunluk dönemidir. Yani sanatın insan
algısında var oluş şekli ile biçimlendiği dönemdir. Sanatçı ve sanat
yaratılarının hareket aldığı temel nokta, evrimsel gelişime ve devimsel bir
sürece sahip olmasıdır. Yani sanat “evrimsel”dir, “devimsel”dir. İşte bu yüzden
soyut ve gerçekliğin değişik açılardan nesnelleştirildiği, mimesis kavramının
akılda tekrar işleme tabi tutularak daha özellikli bir yansıtma dönemine girildiğini
söyleyebiliriz.
Modern sanat dönemini
imgelem ve onun artalan bilgisi açısından ele aldığımızda, farkındalığa yönelik
aklın kullanımına ağırlık verilmesi, toplumlardaki dinsel ve ideolojik amacın
yerine getirilmesi ve insan ilişkilerinin arzu edilen kıvama dönüştürülmesi
görevi sanatın omuzlarına yüklendiği en verimli dönem olduğunu görürüz. Bunu,
insanın kendini bulması ve toplumların düzenlenmesi maksadıyla, sanatın etkin
gücünden faydalanmak üzere bir otama yöntemi olarak başvurduğu bir durum olarak
da düşünülebiliriz. Sanatsal özden ziyade sanatın toplum üzerindeki etki ve
eylem yönünün önde tutulması sanatsal değişim açısından dramatik bir sonuç
üretmemiştir. Günümüzde de sanatın ekonomik ve tek merkezli yönlendirme kıskacı
altında olması, modern sanat dönemine göre daha sıkıntılı durumda olduğunu
söyleyebiliriz. O gün sanat, ideoloji ve inançların sırtına yaslanmış ise bugün
de ekonomik kaygının ve bir diğer insanın sırtına yaslanmak zorunda
bırakılmıştır. Modern dönemde hiç olmazsa bir ufka ulaşmak amacı vardı.
Bilinmeyeni bulmak, doğruya, güzele ulaşmak, coğrafyasından hiç çıkmamışa
yolunu göstermek gibi bir amacı vardı. Şimdi ise bir yere ulaşmak bir yana
dünyada varoluşunun yanıtını bulamayan, sadece kazanç ve ben içerikli
yönelimler dönemi yaşıyoruz. Modern sanat dönemi, çağdaş sanatın temeli ve
doğumu için yapılan düzenlemelerin tümüdür diyebiliriz. Sanatın, kavram ve
kuramlarının temelinin sarsılması, yeni önerilerin, soyut düşüncenin ve
gerçeküstü dünyanın tasarımlanması, yeni bir evrene kanatlanıp uçma hazırlığı
bu dönemin eseridir. Modern sanatın ileri aşaması olarak sözünü ettiğim
hazırlık ve tüylenme evresi, özellikle son elli yılı, bana kalırsa post modern
kavramı ile tanımladığımız döneme denk gelir. Yani çağdaş sanata geçiş dönemi.
Post modern sanat anlayışının modern sanat anlayışına göre pek çok ülküyü
sıradanlaştırdığı, çoğu kavram ve yönelimi parçaladığı bugün söylenegelen
ölçütler arasındadır. Ancak bu dönemi, bir geçiş dönemi olarak düşünmek, tam
tanımını bulamamış bir zaman dilimi olarak görmek daha akılcı bir yaklaşımdır.
Çağdaş sanatı diğerleriyle
kıyasladığımızda, sanatın asıl yaratıcısına dönüşü olarak düşünebiliriz. En önemli özelliği ise, sanat yapıtının
gerçek ve duyusal dünyasının hareketli olduğunun anlaşılmasıdır. Eserin
insanla iletişime girmesinden sonra, iletilerini yaydığı sürece insan algısına
göre biçimlenebiliyor olduğunun kavranabilmesidir. Çağdaş sanat, uçarı aklın
bütün olanaklarını kullandığı sıra dışı yaratıların dünyasıdır. Uçarı akıl
deyiminden kastım, aklın sınırlarını zorlama ve sınırları dışına taşma
çabasıdır. Sanat eserinin de bu sınırsızlığa uyum sağlayabilmesidir. Oscar
Wilde şöyle bir tümce kurar; “…yaşam, sanatın en iyi ve yegâne
öğrencisidir.” Öyle sanıyorum ki çağdaş sanatın kavramsal anlamı, bu
tümcede gizlidir. Sanat akıl işidir; duygu ile fişeklenen aklın sonucudur.
Aklın evrim sürecine göre şekillenir. Sanatın evrimi de aklın evrimiyle
koşuttur. Bugün sahip olduğumuz deneyimsel bilgi sonucunda, tarafsız bir gözle
baktığımızda görebildiğimiz erimde evrimsel bir sanat olgusunun varlığıdır ve
hiç durmaksızın devinim halinde olan bir süreç yaşandığını gözle görebiliriz.
Genel olarak sanatın
tarihsel sürecine ve bugüne kadar zamanına öncülük etmiş sanatsal akımları göz
önüne aldığımızda, çok boyutlu bir sanat algısının, görüsünün ve duyusunun
oluştuğunu söyleyebiliriz. Aklın ve duyuların evrimini, bilginin gelişimini ve
kullanılabilirlik uzayını göz ardı ederek çağdaş bir zeminde sanatsal
edimlerimize yer bulamayız. İnsanı, evreni, duyuyu, zihni, gerçek ve gerçek
üstü algı ve değerleri, bugüne kadar üretilmiş tüm verilerle çözümleyip çağdaş
sanat anlayışını içselleştirmeliyiz. Çünkü çağdaş sanat anlayışı, aklın
sınırsızlığını, yaratıcılığın sonsuzluğunu, bilgi ve teknolojinin sınırsız
kullanımını, duygunun gizil gücünü, algının verilerden bağımsızlığını
anlatıyor. Eserin estetik dünyasının da bu özelliklere göre şekillendiğini açıklayabilmemiz
için veriler sunuyor. Kısacası sanatın sınırsızlığını ve sonsuzluğunu
gösteriyor. Sanatta sonsuzluk ve sınırsızlığa yanıt verebilmenin ön koşulu,
sanatsal yaratı sürecini sağlam temeller üzerinde konumlandırmaktır. Çağdaş
sanat, dünyayı algı biçiminin sınırsız form ve tasarımda yansımasıdır. Bunun da
sonu ve sınırı yoktur.
Sanat tarihine konu olan,
özellikle modern sanatın içinde var olan akımlar, diğer bir deyişle ...izm’li
sanat yaklaşımları, numaralandırılmışlar ve ışıklı vitrinlere konmuşlardır.
İnsan bilincine ve sanat anlayışlarına gerekli verileri kazandırmış akımlar
olarak sanatta tarihsel bilgiyi oluşturmuşlar, etkilerini kendi içlerinde
sağladığı sanatsal değerler ile kanıtlamışlar ve çağdaş sanatın içinde
kendilerini değerleriyle yaşar kılıp köşelerine çekilmişlerdir. Sanatın ve
bilginin tarihselliğini, metinler arası ilişkinin anlamsal boyutunu, sanatsal
yaratıların sürekliliğini ve engin bir sanat deneyimini önümüze hazır bilgi
olarak sermişlerdir. Burada şunu açıklıkla söylemek gerekir. Kübizmden
sürrealizme, Fovizmden Dadaizm’e kadar pek çok sanatsal yaklaşım bu günkü sanat
anlayışının bilgi birikimi ve deneyimini oluşturmuş öncü akımlardır.
Kabul edilmelidir ki
..izm’li sanat akımları, deneyimsel bilgi zenginliği, görme ve sezi yetisi ile
sanatsal gelişmelere evrimsel bir devinim kazandırmışlardır. Sanatçı bu
akımların ürettiği bilgiye dayanarak görme ve sezi yetisini güçlendirmiş,
beklenenden daha hızlı gelişen bir sanat evrenine girmiştir. Artık çağımızda
parça bölük bilgilerle tanımlanması olası olmayan, çok boyutlu ve açık uçlu,
aklın sınırlarını reddeden bir sanat yaklaşımını kucağımıza bırakmıştır.
Bugünün sanatı ve sanat anlayışını, ancak ve ancak “evrimsel sanat” gibi
küresel ve evrensel değerler dizisini de içerisine alan yaklaşımlarla anlaşılır
duruma dönüştürebiliriz.
Artık “aklın yolu bir”
değildir; aklın yolu birden çoktur. Doğrunun doğruluk değeri açık uçludur.
Bunun böyle olduğunun en somut göstergesi de şiir, mizah, resim, sinema gibi
sanatlardır. Yıllardan beri doğru kabul edilen ama bugünün bilgisiyle
yanlışlanabilen kuramlar ve fizik yasaları bunun en açık delilidir. Biz
biliyoruz ki henüz bizim gerisinde olduğumuz, düşünce gücümüzün dışında kalan
bir mantık ve düşün dünyası (nesnel ve gerçeküstü) vardır; biz bunları günümüzde
ne işleyebilecek ne de anlayabilecek bilgiye sahibiz. Bilinç ve zekânın bunları
tanımlayabilecek seviyeye ulaşmasını, yani evrim sürecini beklemek
durumundayız. İşte “evrimsel sanat” dediğim yaklaşım bu soru ve
sorunlara şimdilik yanıt oluşturabilecek bir değerler dizisi olarak
durmaktadır.
Günümüz insanının sınırsız
yaratıcılığı, bilimsel verilere dayalı beyninin çalışma gizilgücü, çalışma ve
iş görme yeteneğinin sınırsızlığı, sanatı çok daha farklı boyuta, gelecekte ön
göremeyeceğimiz bir biçim ve düzeye çekeceğinin habercisidir. Dijital ve
bilgisayar teknolojisinin olanakları, yapay zekâ, sanal dünya tasarımı, ses ve
görüntü teknikleri gibi çağın kazanımları, sanatı artık benzer biçim ve
biçemlerden uzaklaştırmaktadır. Bu nedenle, bugün el birliği ile benimsenen
“çağdaş sanat” tanımının, sanattaki bu hızlı dönüşümü ve gelişimi, daha doğrusu
evirilişi karşılamakta yetersiz kalacağı kesindir.
Sanattaki baş döndürücü
gelişmeler, aklın gelişimi ile eşgüdümlüdür. Sanatın üç boyutta genişlemesi; bilgi
ve yayımın yüksek devinime sahip olması; sanatsal bilgi, teknoloji ve bilimsel
olgularla açık uçlu bir evrenin tasarlanması; sanatsal süreci yeni bir tanıma
zorlamaktadır. Sanatta gözlenen bu sonuçlara göre, tüm sanatın edimlerini,
dönüşümünü, gelişimini anlatan sanatsal kuram ya da yeni bir tanım getirmekte yarar
olduğunu değerlendiriyorum. Böyle bir devinim, değişim, dönüşüm ve gelişimi
karşılayabilecek, onu açıklayabilecek, açık uçlu olmakla birlikte her şeye
yanıt verebilme olanağına sahip olacak tanım, ancak ve ancak “Evrimsel Sanat
Yaklaşımı” olabilir.
Klasik, modern ya da çağdaş
gibi kavramlar geçmişe göre bulunduğumuz zamanın devinimini anlatırlar; oysa
evrimsel kavramı, bugünden öncesini, bugünü ve bugünden sonrasının
sonsuzluğunu, olay ve olguların var olan doğal ve yapay devinimle koşutluğunu
anlatır. Evrim sözcüğü, sadece canlılardaki fizyolojik değişim ve koşullara
uyumunu anlatmaz; aynı zamanda bilincin; değişim, gelişim, dönüşüm gibi
eylemlerini anlatır. Bu düşünceden yola çıkarak, evrimsel sanat yaklaşımı, her
sanatsal edim çoğulluğuna, bilim, teknoloji, yer ve zaman boyutu ile bunları
başka bir açıdan görme gibi her tür sanatsal gelişime ve yaklaşıma yanıt
verebilme olanağına sahiptir. Bir
anlamda evrimsel sanat yaklaşımının; sanatta limitin olmadığını, düşün ve
zihinsel etkinlik ile bilincin sonsuzluğunu ve sınırsızlığını anlatan bir
bütünlük olduğunu düşünüyorum.
“HER ÜÇ KİŞİDEN İKİSİ ŞAİRDİR[14]”
Sanatın iki
aşaması vardır. Bunlardan ilki imgelem aşamasıdır. Bu aşama bilinç dünyamızın
soyut ve somut kavramları okuma, sezme, görme biçimi ve sahip olduğu tüm
bilgiyi yorumlama gücüdür. İkinci aşama ise imgelemin dil, ışık, biçim, hareket
ve ses gibi ilgili sanatın dili ile nesnelleştirilmesidir. Bu aşama, ilgili
sanat alanının kendine özgü tekniğini ve kullandığı dilin ayrıntılarını
gerektirir. Bu çoğu yerde zorunluluk nedeniyle üzerinde durulan ve bilinen bir
konudur.
Sanatta asıl üzerinde durulması gereken aşama,
imgelem sürecidir; sanatın sanat olmasını sağlayan ögeler, imgelemin zenginliği
ve gücünde gizlidir. İmgelem dediğimiz olgu; sahip olduğumuz yaşamsal
koşullarla başlar, dünyada üretilmiş bilgi ve kültür varlıklarının bizde
yarattığı görme, işitme, duyma ve sezgiye kadar toplam bilinç dünyamızın
ışığıdır. İmgelem gücümüz dünyayı okuma ve onu anlamlandırmada bir farklılık
doğuramıyorsa var olanlara öykünmekle yetiniriz.
Çağdaş sanat, var olana öykünmekle sanat üretme anlayışını
yıkmıştır artık. Bu anlayış, var olanı yeniden anlamlandırma, ilişkilerden
yeni varlıklar keşfetme, yaratıcılığın sınırlarını zorlama, zekâ ve farkındalık
yaratan yeni biçim/duyuş/seziş olanaklarını temel almaktadır. Durum böyle
olduğu zaman okumadan, bilgiler arası eşgüdüm ve ilişkiyi çözmeden sanat
üretmek, bir anlamda öykünmek dışında sanatsal bir değer niteliği taşımayacaktır.
İşte bu yüzden bilgi ve bilgiler arası eşgüdüm ve çözümü içselleştirmek
durumunda olduğumuzu artık kabul etmeliyiz. Bu da ancak ve ancak sanat
bağlamında; insan, yaşam ve evren arasındaki ilişkiye bilimsel yaklaşım ve
yerleşik kuralların sınırlarını yıkmakla olasıdır. Özetlersek: Sanata ilgili
disiplinlerin gözlerinden bakmak, sanatsal bilgiyi sıra dışı ve tekniğine
yaraşır biçimde kullanmak durumunda olduğumuzu söyleyebiliriz. Bunlarla
birlikte, zekâmızın el verdiği oranda yeni düşünme alanları açarak, farkındalık
yaratarak çağını aşan ya da çağı yakalayan eser ortaya koymaya çalışmalıyız.
Bunları dile
getirdikten sonra günümüze dönüp neler olup bitiyor ve biz bu işin neresindeyiz
biraz olsun irdelemeye çalışalım. Konuya ilişkin birkaç sorunu dile getirelim
ve bunlara dayanarak bir sonuca ulaşalım dilerseniz.
Düşünür,
sanatçı ve felsefeciler tarafından söylenmiş sözleri, Türk sanatı ve şiirine
yönelik yapılan yorum ve getirilen önerileri, şair ve yazarlar olarak sosyal
ortamlarda bugünün bilgisini kullanarak ortak akıl ile tartışamıyoruz. Eli
kalem tutanlar, basmakalıp bir tarafın savunucusuna dönüşmüş, ben bilirim,
benim düşüncemin ötesinde düşünce yoktur mantığı içinde hareket etmektedir. Ben
bilirim egemenliği ve benim düşüncem daha üstün saplantısı ayyuka yürümüş
durumdadır. Örneğin sosyal platformlarda açtığımız tartışma konularına yapılan
yorum ve tutuma baktığımızda şunu görüyoruz: Paylaşılan bilgiye veya yoruma
olumsuz bir yanıt verildiğinde hemen hemen herkes katı bir savunma durumuna
geçiyor. Bilimsel veriler gereği yanlış olduğu çok net olan düşünce ve yaklaşım
biçimlerini, tarafının ya da yandaşının ileri sürdüğü sav olması nedeniyle, hiç
çekinmeden savunmayı sürdürebiliyorlar. Hatta kişinin seviyesine bağlı olarak
ya karşı saldırıyla uçkur altına yöneliyor ya da ufak tefek eksikliklere yönelterek
savunmasına gereç boca ediyor. Ne yaparsak yapalım kafasındaki sabitliği ve
önyargıyı yıkmak olası olmuyor.
Bunun
dışında çok yaygın bir sıkıntımız daha vardır. Sosyal medyada, etkinliklerde ve
çalışmalarda ileri sürülen konulara ilişkin dinleyenlerin/okurların yorumlarını
incelediğimizde, ileri sürülen konu ile ilgisi olmayan, dağdan bayırdan
yorumlar ve çıkarımlar ile karşı karşıya kalıyoruz. Buna kavram kargaşası
dediğimiz durumun yaşanması diyebiliriz; çünkü sanatta kavramların anlamsal
kapsamı esnektir. Kişiden kişiye kavramların anlamları farklı ve değişik
algılanabilir; ancak, asıl sorun ve anlatmaya çalıştığım konu, bu algı yanlışları
değildir. Asıl sorun, önümüze gelen metinleri sağlıklı ve anlaşılır biçimde
okumuyor olmamızdır. Okuduklarımızı anlamıyoruz ve okuduğumuz metnin özünü
anlama çabası göstermiyoruz. Sanatın felsefesine ve kavramlarına tam egemen
olmadığımız için anlamakta güçlük çekiyoruz. Kavram ve sözcükleri, yerli
yerinde kullanmakta ve onları anlamlandırmakta önemli sıkıntılarımız vardır. Yazar
ve şair olsak bile iyi bir okur olmadığımız için, çoğu metnin karşısında
ilgisiz sonuçlara yöneliyoruz. Genelleme yapmak doğru olmasa bile
çoğunluğumuzun bu durumda olduğunu söyleyebiliriz.
Ünlülerin ve
özellikle yabancı sanatçıların söylediği sözleri yasa gibi görüp onu sorgulama
kültüründen yoksun bir geleneğimiz var ne yazık ki. Kafasında yer edinen
doğrunun tersini aklına bile getirmek istemeyen pek çok şair ve yazarın
varlığı, üzerinde durulması gereken başka bir konudur. Sosyal platformlarda paylaşılan
bir düşünceye, meslektaşları veya okurları tarafından getirilen küçücük bir
olumsuz yorum, şairine/yazarına en büyük hakaret gibi algılanmaktadır. Dostlar
sizin yorumunuz veya beğendiğiniz bir sanatçının yorumu mantıken doğru bile
olsa sanatta doğrunun doğruluk değeri yoktur. Kaldı ki artık fizik yasalarının
bile doğruluk değeri sorgulanıyor. Asıl olan sorgulamaktır. Sorgulamak ve her
açıdan konuya bakmaktır. Çağdaş insan olmanın en temel göstereni, sorgulama
kültürü ve düşünceye saygıdır; onun bilimsel veriler ile doğrulanıp
doğrulanamayacağıdır tek ölçüt.
Bu metinde
söz edilmesi gereken ikinci sorun ise özgünlüğe değil, öykünmeye yöneldiğimiz
bir sanat/şiir anlayışıdır. Şair ve yazar dostlarımız; magazinsel söylem ve
günü kurtarmak için yazılmış yazıları, bir anlamda öykünme dolu sanat ve şiire
ilişkin yazıları çok açıklayıcı ve önemli yazılarmış gibi düşünüp bunları
öğrenmekle şiiri öğrendiğini, hatta bunlarla sanatsal yetkinliğe ulaştığını
varsayarlar. Peşi sıra şiire ve sanat bilimine ilişkin kuramsal ve teknik
yazıları o kadar gereksiz görürler ki “Şiir öğrenilmez.” diyecek kadar ileri
giderler. Bu tümceyi, kitabı olan pek çok şairin ağzından duyduğum için kaynak
göstermeden yazabiliyorum. Dostlar ya neyi bilmediğimizi bilmiyoruz ya da
sanatın ve şiirin ne olduğunu bilmiyoruz, demektir bu tür söylemler.
Sanat dediğimiz görüngü, insan, evren ve yaşam arasındaki
ilişkiyi yeniden anlamlandırmak, yeni bir değer yaratmak ve bununla estetik
değer üretmektir. Bilgi dağarcığı dolmadan, dağarcıktaki bilgi sağlıklı yoruma
ve çözüme ulaşmadan, imgelem dediğimiz görüngüyü kuran zihinsel yeti tam
oluşmaz. İkincisi; nitelikli imgelem kurabildiğinizi varsaysak bile bunu dile
taşımak için dilsel ve yazınsal teknik gerekir. Örneğin dilsel ve yazınsal
teknik dediğim konu, bugün bilimler arası eşgüdüm gerektirecek kadar çok dala
ayrılmış kocaman bir bütündür. Bu da onun bunun söylediğiyle öğrenilecek şeyler
değildir. Örgün bir eğitimin sonucunda kazanılacak bilgi ve yetenektir bunların
önemli bir kısmı. Sanat ve şiirin kendine özgü ilke ve kuramları vardır.
Bugünün sanatı, çağı kucaklayan ve var olanı yinelemeyen çizim, devinim,
söyleyiş ile anlatım gerektirir.
Bu metnin konusu gereği olagelen üçüncü
bir duruma daha değinmeliyiz. Bu durum, şiirin ve sanatın kuramsal yanını
anlamaya, çözmeye çalışan sanatçı ve şairlerin sanata bakış açılarıdır. Şiir
öyle bir bilgi kütlesidir ki bütün bilimlerin penceresinden bakmayı gerekli
kılar. Yani fizik, kimya ve biyoloji temel bilim alanları ile sosyal ve insan
bilimlerinin gözünden şiire bakmayı zorunlu kılar. Biz biliyoruz ki her sanat
alanı, bilgiler arası eşgüdümlü bir yaklaşım ve bakış gerektirir. Bilgi ve
kavramlar, artık kendi alanlarıyla açıklanamayacak kadar geniş anlam alanlarına
açılabilir duruma gelmişlerdir. Bu anormal bir durum değildir; olması gereken
bir süreçtir. Bilgi üretildikçe kavramlara yeni anlam alanları açar, yeni anlam
ilişkileri doğurur ve o açılan anlam alanları bir şekilde daha yaratıcı biçimde
doldurulmaya çalışılır. Bugün çağdaş sanat dediğimiz anlayış, şiir de dahil
bütün sanat alanlarının kavramlarını bir bütün olarak ele almayı öngörür.
Ayrıca bu kavramların anlamsal kapsamı, konumu ve hiyerarşisini
anlama-çözümleme gereğini vurgular. Bugün bizlerin algılarında oluşmuş olan
bütün kavramlar ve onların anlamsal kapsamı büsbütün birbiri ile bağıntılıdır
ve aralarında önemli bir ilişki vardır. Sanat, insan, yaşam ve evren arasındaki
ilişkinin çözümlenmesi, sadece sanat biliminin ele aldığı disiplinler ile
olacak bir iş değildir. Bilimler arası bir bakış gerektirir. Özetlersek; şiir,
sadece yazın veya güzel sanat fakültelerinin verdiği eğitimle çözümlenemez.
Diğer disiplinlerin toplamının altında eşgüdümlü bir yaklaşım ve bakış
gerektirir.
Bütün bunları ortaya koyduktan sonra, “Saf Sanattan İnsana”
isimli kitabımda ısrarla üzerinde durduğum bir konuyu burada dile getirmeliyim.
Sanat dünyasında daha doğrusu şiir ve yazın dünyasında, paradigma (değerler
dizgesi) değişiminin gerekliliğini öne sürüyorum. Paradigma değişiminden kastım
nedir? Sanatın her aşamasında, alışılmış kalıpların yıkılarak daha bilgi
donanımlı, farkındalıklı ve çözümlemeli bir sanat anlayışına giden değerler
dizgesinin kurulmasından söz ediyorum.
Sanatta
düşlem sınırlarını genişletecek uzagörüşü (perspektif) yakalayabilmek için,
sağlıklı, güçlü ve teknik donanıma sahip olmak zorundayız. Şair/yazar, sanat
bilimi denen disiplinler ile diğer disiplinler arasındaki eşgüdümü iyi kurmalı
ve bunları çağdaş bir biçimde okuyabilmelidir. Yazmak, imgelem kaynaklarının ve
imgelem gücünün araçsal sonucudur. Bilgi zenginliğine ulaşmadan ve bilginin
bilimsel-çağdaş-sanatsal yorumunu yapabiliyor olmadan, kalıcı ve sağlıklı eser
ortaya konulamaz. Şair veya yazarın amacı, yeni dünyaya giden yolda yeni şeyler
üretmek ve zihni sevgi ile yoğurarak evrimleştirmektir.
Paradigma
değişimi, yaptım oldu biçiminde olan bir şey değildir; bu, kültür birikimi,
sağlıklı bir dünya okuma biçimi ve bilginin sanatsal yorumuyla olasıdır. İşin
en kötü yanı ise bunları yapma yetkinliğine ulaşmamış sanatçılar, yazarlar,
ressamlar ve şairler, birbirlerinin paçalarını çekiştirmek dışında çağdaş sanat
anlayışına uygun ürün veremezler. Ortaya konmuş yapıtların üzerinden üstünlük
taslayan, eserin değil de yazarın ön planda olduğu düzeysiz tartışmaları
eleştiri ve karşılaştırmalı edebiyat çalışması sayan bir kalabalık türer.
Kalıcı ve çağına ayna tutan eserler üretemedikleri gibi başka coğrafyalarda
üretilmiş eserlere öykünürler ve bunlar üzerinden kavgada bulurlar kendilerini.
Yazara-şaire sözde makamlar üretirler ve onların ritüellerinden,
alışkanlıklarından ve seviyelerinden başka konuşacak şeyleri olmaz. Bugün bizim
şiir ve edebiyat dünyamızda sanat ve şiir adına süregiden dedikodular,
magazinsel söylemler, çekiştirmeler ve ben şucuyum-bucuyumlar buna
verilebilecek en güzel örneklerdir.
Şiir;
gördüğünü, işittiğini, bildiğini, inandığını ve hissettiğini anlatmak değildir.
Şiir gördüğünü, işittiğini, bildiğini, inandığını ve hissettiğini öğütüp
yenilebilir ve hazmı kolay ekmek yapma işidir. Öğütüp, karıp, hamur yapıp,
mayalayıp, uygun ateşte pişirip ekmek olarak sofraya servis ustalığıdır. İşte
bu süreç; imgelemin gücüne dayanan anlam, anlatım ve sesin en derin, en
sarsıcı, en uyumlu ve dilin en ekonomik kullanımıyla bir ayrıcalık kazanır.
Daha açık söylemek gerekirse yaşamı, insanı, dünyayı ve aralarındaki ilişkiyi
yeniden anlamlandırma, uyumu kurma ve algı çekici olarak görünüşe taşıma
işidir. İşte bunun için her sanat dalında, özellikle şiir gibi ayrıntısı fazla
bir alanda; bilgisiz ve donanımsız çağı kavrayan şiir yazmak olası olmaz.
Ne
bilmediğimizi bilmemek önemli ve güzel bir özelliktir. Önemlidir, çünkü neyi
bilmediğimizi bilemeyiz. Güzeldir, öyle olmasaydı yerimizde duramazdık;
huzursuz olurduk. Çevremize baktığımızda herkes her şeyi biliyor ve herkes
durumundan son derece hoşnut ve bilgisiyle övünç içindedir. Montaigne,
“Tanrı’nın insanlara en adil dağıttığı şey akıldır; hiç şikâyet edenini
görmedim.” demiştir. Albert Einstein ise, “Şu cahillik ne güzel bir şey; insan
her şeyi biliyor.” der. Günümüzün şiiri ve şairinden söz ediyorsak, Aziz
Nesin’in “Her iki kişiden üçü şairdir.” sözünü oturup düşünmemiz gerekir. 02 Ocak 2019 Narlıdere
BİZ BU İŞİN NERESİNDEYİZ?
“İnsan neden sanat yapar?” sorusuna verilecek çeşitli yanıtlarımız vardır. Örneğin, kişisel yararlılık gösterme, kendini kendinde görme, kanıtlama, gerçekleştirme, siyasal kaygı veya inanç baskısının yarattığı yaratanın en iyi kulu olma, ölümsüz olma, dünyayı iyileştirme ve anlatmaya çalışma isteği gibi pek çok gerekçe sayabiliriz. Ayrıntıya girdiğimizde, yukarıda verdiğimiz yanıtlar, insanın asıl amacının yüzeysel olarak yaşamımıza yansımasından başka bir şey olmadığını söyleyebiliriz. İnsanın kendini gerçekleştirme çabası ve bu çabanın dışavurumu, temel güdülerin de devreye girdiği içsel bir zorunluluktur. Yani hormon ve genlerimizin ortaya koyduğu kendini gerçekleştirme arzusundan doğan bir zorunluluk, bu durumun temelinde yatar. İnsanın güzele yönelmesi ise doğuştan var olan estetik kaygı, sonradan yapılandırılan ve ona yüklenen anlam ile bir zorunluluk olarak karşımıza çıkar. Sonuç olarak insanın yaşamsal sürekliliğini sağlama ve var oluşuna anlam kazandırma çabası, estetik kaygıyı tetikleyen “güzel” kavramının içinde gizlidir. Bilindiği gibi güzel kavramı, iyi, hoş, uyum, güç, oran, simetri, denge gibi insanoğlunun gözünde estetik değer taşıyan bir üst kavramdır. Her insan bu kavramın üstünde kendini gerçekleştirme yolunu seçmek durumunda kalır.
Felsefi bir girişten sonra sanata ve sanatçıya
ilişkin güncel uygulamalara biraz değinelim ve çözümlemeye gidelim isterim.
Daha doğrusu kendimizi sorgulayalım ve zihnimizi silkeleyelim ki sağduyulu bir
bakış açısı yakalayabilelim. Sanat kadar çabuk eskiyen hiçbir olgu yoktur;
keşfedildiği anda artık eskimiştir o. Hep yeni, hep yeni bir şeyler üretmek
zorundasınızdır. Bu yüzdendir ki sanat alanına çok daha geniş açıdan bakmak
gerekir. Gelişmelerin gözünden ele almanın yanında gelişmelerin önünde olmayı
gerekli kılar.
Henüz küresel olarak tasarlanan büyük resmi ve
insan düşün sisteminin çalışma düzenini tam olarak çözümleyememiş çoğu sanatçı;
dışalım doğruları, bir bakıma kendine dikte ettirilmiş, bilincine ekilmiş
doğruları, mutlak doğru ve estetik değer taşıdığı yanılgısı ile sanat üretme
çabası taşımışlardır. Ülkemizde gelmiş geçmiş pek az sanatçı, sanat adına kuram
kabul edilebilecek, yeni bir çığır ve yeni bir bakışın önünü açabilecek, insan
düşünde devrim sayılabilecek nitelikte düşün üretmiştir. Bunun yanında, ne
yazık ki Türkçe düşünen sanatçı ve sanat düşünürleri tarafından uygulamalı ve
kuramsal anlamda ortaya konmuş sanat veya şiire ilişkin özgün
inceleme-araştırma yok denecek kadar azdır. Sanatsal inceleme, araştırma ve
ekol sayılabilecek yeni yaklaşımlar, özellikle modern sanat döneminde,
çoğunlukla bir yerlerden aktarma yöntemiyle Türk diline ve sanatına uyarlana
gelmiştir.
Türk dilini konuşan insanlar olarak kendimizi
acımasızca eleştirmek zorundayız. Sanatın gelişimi, felsefi açılımının genişlemesi,
etki ve algının daha sarsıcı olması, estetik değerin oluşturulması gibi
konularda kendi yorumlarımızdan hareket almalıyız. Bu kapsamda düşünmediğimiz
sürece, yabancıların dili ve estetik algısı bağlamında çıkarımlarını tercüme
(çeviri) etmekle bilgi aktarımından başka bir şey yapmış olmayız. Sanatsal
bilgi, bir yerlerden aktarılsa bile bilginin sanata dönüşümü, diğer söylemle
bilginin şiir, resim veya heykel olarak görünüşe taşınması, özgün bakış açısını,
kişisel anlamlandırmayı, yetkinliği ve özgürlüğü gerektirir. Bunları söylerken
haksızlık etmek istemiyorum, elbette bu konu post kolonyal bir sorgulama
gerektirir. Gelmiş, geçmiş ve yetişmiş çok iyi sanatçılarımız vardır. Ne var ki sanatsal katkı ve kuramsal
yorumlarının istediğimiz düzeyde olmadığını söylemek durumundayız. Biliyorum,
bu tümce acı verecek kadar sunturludur; ancak zihnimizi artık silkelemek
zorundayız. Yeterince zihnimizi silkelersek belki sanata ilişkin genel bir
olgunun geniş açılı fotoğrafını yüksek doğrulukla çekebilme olanağı kazanırız.
Genel resmi görmek için çektiğimiz fotoğraf bizlere yardımcı olabilir, diye
düşünüyorum.
Sanat aktarılabilir (transfer) bir şey değildir, aktarım
var olanlara öykünmek anlamına gelir. Eserde biricik ve özgün olma zorunluluğu
vardır. Çağın ve insan düşünün dört köşesinden tutulabilir bilgi üretmek
sanatsal bağlamda en temel uğraşı alanımız olmalıdır. Diğer taraftan sanatı
kaba gürültüden, kayırmacı anlayışlardan, tebliğ kültüründen ve propagandadan
kurtarmanın en etkin yollarından biri, onun öz, içerik ve biçimindeki varlık
katmanlarının anlaşılabilmesidir. Başka bir deyişle sanatı neden yaptığımızdan
başlayıp yarattığımız eserin temel bileşenlerine kadar her şeyi kendi disiplinleri
gözünden görebilmeliyiz. Sanat ve sanat bilgisi evrenseldir, buna itiraz edecek
durumumuz yoktur ve bu genel doğrudur. Özgün sanat üretmek için bazı koşullar
oluşmuş olmalıdır. Sanatçının zihinsel örgütlenmesi, toplumsal ve evrensel
değerler ile bütünleşmiş olmalıdır.
Dil sanatları, doğduğu yerin dili, coğrafyası ve
kültürünü yansıtıyorsa evrensellik katmanına yükselebilme olanağını kazanır.
Buna en iyi örnek Nâzım Hikmet’in şiirleri ve Yaşar Kemal’in romanlarıdır.
Başka dil, anlayış ve kültürün yansımasını yeniden bir eserde yansıtma başarısına
ulaşmak insan beyni ve yeteneği açısından zor olduğunu düşünüyorum. Diğer bir
deyişle, içinde yaşayıp duygu değerlerini tatmayan, kültür değerlerini
yaşamayan, ana dili dışındaki dil ile dil sanatlarından herhangi birinde (şiir
öykü, roman, oyun vb.) başarılı eser vermenin çok zor olduğunu düşünüyorum. Dış
aktarım kültürlerin duygu değerinden ve sezgisinden dört başı mamur sanatsal
bir bütünlük doğurulabilmek çok zaman isteyen bir durumdur. Sanat; duygu, bilgi
ve sezgi işidir; kısaca akıl ve imgelem işidir. İmgelemse dünyayı ve onunla
ilişkili insanı bir bütün olarak okuma, duyma, işitme ve görme etkinliğidir.
Dünyaya ve insana yeni, farklı bir gözle bakma ve anlamlandırmadır.
Sanat, yıllardan beri kralların, padişahların,
güçlü olanların, başat yönetimlerin ve öğretilerin ön bahçesi şeklinde ve
niyetinde kullanılmıştır. On yedinci yüzyıldan beri birey, birey olma yolunda
kazanımlar elde ettikçe, özgürlük kavramının anlamsal değeri arttıkça sanat da
özerkliğini kazanma yoluna gitmiştir. Ne var ki özerkliğini duyurmaya
çalışırken, endüstrileşen toplum ve gelişen sosyal bilimlerin çıkarımlarıyla,
kültür endüstrisi diye isimlendirilen bir çember ile sanat kuşatıla gelmiştir.
Bugün birey, birey olma savaşını kazanmış görünmektedir; hâlâ kul mantığını
körü körüne kabul edenleri konu dışı tutarsak. Birey, özgürlük kavramını tam
anlamıyla içselleştirmiş olmasa da bu uğurda oldukça uzun yol kat etmiş
görünmektedir; baskın toplumların ve diğer coğrafyaların yıllar önce ürettiği düşün
bütünlüklerini savunmayı hâlâ namus borcu sayan sanat yolcularını konu dışında
tutarsak. Sanatın tarihsel bilgisine baktığımızda zorlu bir süreç yaşandığını
görüyoruz. Güncel olmak yetmiyor, geleceği okuyabilen sanatçı olmak daha
önemlidir, anlayabiliyoruz.
Sanata estetik açıdan yaklaşmanın temel kuralı,
düşün sistemimize dikte edilmiş zorunluluklardan kurtulmuş olmaktır. İnsan
düşün sisteminin özgürlüğü, ruhbilimsel ve toplumbilimsel olarak tam anlamıyla
sağlanabilir mi, bilemiyorum. Her nasıl olursa olsun, sanatla estetik yaşantıya
girilmesi, güzelin algılanması, duyumsanması ve yaşanır kılınması bu
zorunluluklardan kurtulmuş olmayı gerektirir. Bunlar da yetmez; farkındalık
yaratan, algıyı sarsıntıya uğratan, insanı ve geleceği kavrayan bir sonuç
üretmek gerekir. Saydığımız özellikleri barındıran bir eser de sığ bilgilerin
yorumundan doğmaz.
Şimdi konunun kapsamını biraz daha daraltarak
şiire dönelim. Estetik açıdan Türk şiiri ve şiir bilgisinin iyi bir noktada
olduğunu söyleyebilecek eleştirmen, şair veya sanatçı var mıdır? Öyle sanıyorum ki yoktur. Şiirin önde
gelenleri, son zamanlarda doğduğu ortamın kültürel varlıkları yerine hayranlık
ürettiği ortamın, kuramların ve coğrafyaların kültürel çıkarımlarını yeğ
tutmuştur, tutmaktadır. Başka bir deyişle henüz “kendi olmak” gibi zihni
yeterliliği tam olgunlaşmamıştır. Şiirlerde mit ve kahramanların ele alınış
sıklığı ve biçimi bile bu yargımı doğrular. Sanatta ve şiirde evrenselliğe
giden yol, insanın kendi kültüründen, özünden, özgün olarak doğan değerler
bütününden geçer. Evrensel kültür varlıkları tabii ki insanlık değerleridir;
bizim bakışımıza ışık verir, yön verir. Ancak şiire yerel ve evrensel normlarla
eşit aralıktan bakmadığımız sürece, taraftar tutumu takındıkça iyi bir şiir
kültürünün kurumsallaşması önüne aşılamaz engeller koyarız.
Biliyoruz ki Türk şiiri usta çırak yöntemiyle
kendine yön bulmaya çalışan bir sanat alanıdır. Bu yöntem var olan bilgiye
öykünmek dışında bir sonuç üretemez. Kuramsal bilgiyi dışlayarak, sadece
duyguların yönlendirmesi ve hayranlık duyulan alan bilgisiyle iyi şiir yazmanın
olası olmayacağını görmeliyiz. Dil düşüncenin nesnel biçimdir. Diğer bir
deyişle düşüncenin ufku ne ise dilin erimi de o kadardır. Dolayısıyla
düşüncenin ufkunu ve dilin erimini aşan şiir yazmak olanaklı değildir. Büyük
şiir yazmak için kuramsal bilgi ile düşüncenin ufku geliştirilmelidir. Sanatsal
kuramlar, düşüncenin kıvraklığını, farkındalıklı görmeyi, sezgiyi, değişik yön
ve açıdan bakışı sağlarlar.
Şiirde yenilik arıyorsak, insanı kavrayan,
estetik ve sanatsal değer taşıyan şiir yazmak istiyorsak, imgelem kaynaklarımız
ile imgelem gücümüze dönmeliyiz. İmgelem kaynaklarımız ile imgelem gücümüze
dönmek ne demektir? Donanımlı olmak ve
bu donanımı farkındalıklı görünüşe taşımaktır; sahip olduğumuz bilgiyi estetik
değer üretecek biçimde yorumlamak ve çözümlemektir. Yorumlarımız ve
çözümlerimizi dilsel teknik ve şiir diliyle görünüşe taşımaktır. Bu durumda
sanatsal bilgi bir anlam taşıyacaktır anlaklarımızda…
Bundan sonra hepimizin kafasını kurcalayan bir soru takılacaktır. Biz bu işin neresindeyiz? Mart 2019 Narlıdere/İzmir
ŞİİR NEDEN
UZAKTIR İNSANA?
Şiire daha derin anlam yükleyebilmek maksadıyla ilgisiz benzetmeler, kimliksiz kişileştirmeler ve çokça torba kavramlar üretilmiştir. Sorun bunların iyi veya kötü olması, doğru ya da yanlış olması değildir; sorun, şiirin kavramsal temelini ne kadar açığa çıkardığı ve ne kadar şiirsel gerçeklikle bağdaşıyor olduğudur. Ne yazık ki günümüz şiirlerine baktığımızda, toplumun beklentisi ve onu anlamak bir yana, tam tersi gereksiz ayrıntı üretmeye yeltenen aydın şapkalıların hışmını buluruz. Şu gün oldu daha eskiyi eskitememişler ayrı bir konu ve tartışmaya değmez. Şiirin temelde doğuş ve varoluş felsefesini içselleştirmeden, bilinçlerde net olarak ortaya koymadan, şiir için ne tür torba kavram üretirseniz üretin, nasıl bir yorum getirirseniz getirin, sonuç olarak şiiri anlamak olası değildir. Şiir dil cambazlığı olarak görülmeye devam edilir. Şiir dünyası, inandığını savunma görevi edindiğin, insanı insana egemen kılma ya da insanı kul yapmaya yönelik çabaya yer vermemelidir. Çünkü şiir; toplumsal bilince ve bu yolda evrensel bilinç dokusuna eşlik ediyorsa, onunla ağlayıp üzülüyorsa, estetik kaygısını teskin ediyorsa ve onunla özdeşliğini en saf şekilde gerçekleştiriyorsa şiirdir. Şiir, insanı yitikliği içinden çekip oyun dünyasına götürüyorsa, duygularının beşiğine yatırıyorsa, içine kazınmış yaralara değiyorsa, kendinden geçercesine çocukluğuna ve yaşamının varoluş izlerine götürüyorsa şiirdir. Sadece şiir dünyası değil; ülkemizdeki sanat dünyası da ne yazık ki içler acısı bir mantığa gömülmüştür. Ortaya konan sanatsal ve şiirsel etkinliklere baktığımızda, maddi kazanç ve adı belli olma adına -sanat denirse ki- kiç (Kitsch) mantığına bile nal toplatan; bilgiye, akla, duyguya, bilince, sanata ve insani değerlere önem vermeyen etik dışı bir endüstriye dönüştüğünü görürüz.
Günümüz şiir anlayışının temelinde bilgiye, bilime ve aydınlanmaya küçümsemeyle
yaklaşılmasının altında yatan nedenlerden biri, özgürlük ve güdüm altında
olmanın arasındaki ayrımın belirsizliğidir. Bilgiye ve bilime karşı küçümseme,
sadece post modernist söylemin ortaya koyduğu bir sonuç değildir. Dünya ve
ülkemizde gelişen olaylara baktığımızda, aydın, siyasetçi ile sanatçıların
tutum ve uygulamalarında yaşanan kavram kargaşası, özgürlük ve güdüm altında
olma arasındaki ayrımın doğru tanımlanabilir olmayışıdır. Dinsel, politik ve
ideolojik yönelimler, özgür düşünce altında gerçekleşiyor gibi görülmesine karşın,
tam tersi kurulmuş sistemlerin güdümünden başka bir şey olmadığı gerçeği ile
karşı karşıyayız. Bilgiye ve bilime dayalı çözümler ve sonuçları, bugün sözde
yönetici, sanatçı ve aydın olduğunu savunanları korkutmaktadır. Bu korkunun
temeli, makamlarının ellerinden alınması değil; köklü öğrenilmişliklerin
yıkılacak olmasıdır.
Bir öğreti ya da sistemin yaşama geçirilmesi gereğine inanmış, kendine o
uğurda savunma görevi edinmiş sanatçıların davranış türü olmaz ise olmaz gibi
düşünülür. Bu tür inanmışlık ve duruş biçimi sanatçılar arasında övgüyle karşılanır.
Bu anlayışın kırılamaması, eleştirel düşünmenin yozlaştırılması,
biçimselleştirilmesi, sanatı politik öğretilerin gereci veya inançların tebliğ
aracı yapma kolaycılığı, sanat ve kavramlarını içinden çıkılamayacak açmazlara
götürmüştür. Şiirin gereci yapılagelen bu kolaycı yaklaşımlar, bugün şiiri
insan algısında değersizleştirmiştir. Biliriz ki toplumun ve insanın ortak
duygularını, yönelimlerini şiir gibi duyguyu yoğuran sanat dalları ilmek ilmek
işler, insan ve değerleriyle kenetlenip canlı bir hücre durumuna dönüşür. Kıpır
kıpır bir yaşamın şiirle dönüşerek insanı kavradığını görürüz.
İnsanı korumayı, özgürleştirmeyi ve ona mutlu bir
toplumsal yaşam sunmayı amaçlayan politik öğretilerin hedefi, insana ve
toplumsal düzene egemen olma arzusu üzerine kurgulanmıştır. Bu amaca yönelik
tüm etkinlikler, özellikle aydınlanma tasarılarının en büyük destekçileri yine
bu ideolojik yaklaşımlar olmuştur. Aydınlanma tasarılarını kendi kol ve kanadı
olarak gören öğretiler; bilgi, akıl, sanat ve bilim yoluyla doğaya egemen olma
yürüyüşüne çıkmış, insana yapay cennet ve özgürlük vaat etmesine karşın ne
yazık ki daha derin bir çıkmazı beraberinde getirmişlerdir. Bugün karşı karşıya
olduğumuz şiddet, savaş, terör ve ölümler, bu durumun böyle bir sonuca ulaştığının
göstergesidir. Gelişmemiş, az gelişmiş ve gelişmiş toplumlar arasındaki
kültürel, insani ve sistemsel eşitsizlik, binlerce insanın açlığa ve ölüme
itildiği bir dönemi doğurmuştur. İşin sanat ve şiir boyutunu ele aldığımızda,
bundan farklı bir biçimde yürümediğini söyleyebiliriz. Çağdaş sanatın
öncülüğüne soyunmuş gelişmiş toplumlara bakarak ayak uydurmaya çalışan az
gelişmiş toplumlar, daha modern sanat anlayışını içselleştirmeden post modern
ve çağdaş sanat anlayışına özgü şiir kurma girişimine yönelirlerse ister
istemez öykünmeciliğe düşmekten kendini kurtaramazlar. Çok yaygın ve basit bir
örnek vermek gerekirse, henüz kendi olma evresini tamamlayamamış özenti
kişiler, Türkçeyi öyle bir kırarlar/kullanırlar ki sanırsınız Google çeviri
uygulamasıyla çevirilmiş bir metin okuyorsunuz gibi duyumsarsınız.
Toplumsal bilinç ve toplumsal algı ile sanatçının
anlatımı arasında önemli bir uçurum doğmuş ise burada düşünülmesi gereken
önemli bir sorun var demektir. Kimse şiiri anlamak için insanların şiir eğitimi
alması gerekir diye bir zorunluluğu öne süremez. Şiir ve sanat kavramları
içerisinde dayatma ve zorunluluk diye bir şey yoktur. “Ben yazarım, yaparım
anlayan anlar anlamayan anlamaz” söylemi bir sanatçının söylemi olamaz. Okurun,
Bir şiirle uzlaşımcı, alımlayıcı ve anlamlandırıcı çaba ile iletişime geçmesi
elbette artalan bilgisi gerektirir. Şiir sanatına ilişkin önbilgiyi gerekli
kılar. Bu demek değildir ki şair yalnızca şiir eğitimi alan okurları hedef
kitlesi olarak görecektir. Bilinir ki her sanat yapıtı alıcısıyla vardır. Alıcısında
estetik kaygı uyandırıyorsa ve estetik tavır yaratıyorsa sanat olarak anlam
kazanır.
Her şiir, şiirse eğer toprağa kökleri salınmış
bir kültür hazinesidir. Şiirin açığa çıkardığı her düşünce, dilsel kıvraklık,
düşünsel ve duygusal evren, insanı bir yanından kavrayarak onu sımsıkı tutar.
Algıyı sarsıntıya uğratarak duygu durumunu ve görme biçimini değiştirir, yeni
bir gerçeklik olgusunu kavramaya yöneltir. “Ben”i yaşam sevincine götürür.
Biliyoruz ki her şiir, okuyucusu veya alıcısı ile
yaşamsal bütünlük kazanır. Şiire okur gözünden bakmak bugünün eleştirel
yaklaşımlarında çok üzerinde durulan bir konu olmasa da ben bu yanını özellikle
önemsiyorum. Çünkü her sanat eserinde olduğu gibi şiir de insan için vardır ve
yapıtın varlık katmanları insanla bütünleşmesi için bir araya getirilmiştir. Bu
açıdan baktığımızda Türk toplumunun toplumbilimsel ve ruhbilimsel incelemesi
önem kazanır. Sanat eserleri evrenseldir, ancak şiirin kapsadığı evren şiirin
yazıldığı dili konuşan insanlarla daha yakın bir ilişki içinde olması
bakımından böyle bir araştırma yöntemini gerekli kılar.
Türk toplumu genelde duygusal bir toplumdur;
bakmayın son zamanlarda siyasi kaygı, ekonomik kaygı ve algı yönetim
teknikleriyle insanın duyusal kimyasında bozulmalar gözlendiğine. Aslında Türk
toplumu, sanatın ve şiirin değerini bilecek yoğunlukta estetik kaygı taşır ve
estetik duyarlılığa sahiptir. Bunu öylesine bir yorum olarak ele almayınız. Her
insanla birey olarak oturup konuştuğunuzda, onu anlamaya çalıştığınızda çok
büyük bir oranının, güzele duyarlı, estetik kaygısı yüksek, insancıl, duygusal
ve insani değerlere tutkun olduğunu görürsünüz. Umursamaz gibi görünen, kendi
işinde gücünde olan kırsal kesimden, ekonomik güç, mevki ve makam sahibi
insanlara kadar hepsi, özünde yaşam ve insani değerleri içinde duyan kişilerdir.
Toplumbilimsel ve ruhbilimsel açıdan incelenmesi
gerekli bir bilgi olsa da bana göre, insanın sanata ve şiire karşı ilgisizliği
bireyin özünde estetik kaygının olmayışı değildir; bu ilgisizliği, şiir ile
okurun yaşamsal, insani, duyusal algı ve yargılarının harekete geçirilememesi
olarak görmek gerekir. Bundan ötesi, duyusal algının tepkisel bir konuma
sokulmasıdır. Diğer taraftan şiire karşı ilgisizliğin nedenini, insanın
algısını harekete geçirecek şiirsel yaklaşımın öğretici, yönlendirici,
dışlayıcı, küçümseyici, ideolojik ve inançsal kaygı taşıyıcılığı tavrında
aramak gerekir diye düşünüyorum. Çoğu şair, bu çıkarımımı benimsemeyecektir, biliyorum.
Türk şiirinin değerler dizisi; uyarıcı, öğretici, direnişçi ve dönüştürücüdür;
genel kanı bu yöndedir. Bu yoruma önyargı ile yaklaşmak yerine, önce insanın
tutum, davranış ve algı biçimlerinin ruhbilimsel çözümlemesine gidilmelidir.
Bugünün bireyi dayatmacı ve dönüştürücü tavırlara karşı alıngandır,
kırılgandır. Gerek bilinçli gerek bilinçaltı eğilimleri ile bu tür yaklaşımlara
tepki koyar. Şiir direnişçidir, dönüştürücüdür, eleştireldir yadsımıyorum. Kaldı
ki bu doğrudur ve sanat eserlerinin temel özelliğidir. Ancak şiir, tavırları
ile bireyin duygusal dünyasını rencide etme hakkına sahip değildir. İşte bıçak
sırtındaki bu iki eşik, doğru tasarımlanmalıdır. Sonuç olarak şunu
söylemeliyiz; şiirin işi öğretmek, anlatmak ya da dayatmak değildir; okurun
imgelem gizilgücünü ve duyarlılığını söz kalabalığına boğmadan harekete
geçirmektir. Böyle bir devinim de ancak şiirsel ve derin anlam dokunuşlarıyla
sağlanabilir.
Sonuç olarak, şiirin insandan uzak durmasının
altında yatan nedenleri okurda değil; şairin dünyayı, insanı ve şiiri okuma
biçiminde aramak gerekir. Çünkü dünyaya bir sanatçı gözüyle bakabilen şairin
şiiri; anlam, ses ve anlatımı ile öyle bir sinerji yaratır ki okurun
duygularını ezdiği gibi okuru daha sıra dışı zihni etkinliğe yöneltir ve
dizeler belleğine bir kene gibi yapışır.
Narlıdere/İZMİR
ŞİİRDE
ANLAMSAL DEVİNİM
Gelecekteki bilgi, algı, olay ve olgular; bugün yayımlanmış bir şiirin anlamını, diğer bir söylemle imge gücünü ve imgenin zamana bağlı ürettiği imgelem olanaklarını zenginleştirir. Bu durum, çağdaş sanat anlayışındaki hareket (devinimle) olgusuyla açıklanabilir.
“Şiirde anlamsal devinim” konusuna girmeden
önce, çağdaş sanat anlayışındaki “hareket olgusu” nedir onu biraz olsun
açmalıyız. Bu anlaşılmadan, şiirdeki anlamsal devinimle anlatmak istediğimiz
amacı kavramak güçleşir.
Çağdaş sanatı diğer sanat
dönemlerinden ayıran en önemli
özellik, sanat yapıtının gerçek ve duyusal dünyasının devingen olduğunun
anlaşılmasıdır. Eser/şiir yayımlanıp okurla iletişime girmesinden sonra,
şiirin anlam ve iletilerinin insan algı, anlama ve görme yetisine göre
biçimlenebiliyor olduğunun kavranabilmesidir. Çağdaş sanat, duygu ve aklın
bütün olanaklarını kullandığı sıra dışı yaratılar dünyasıdır. Sanatı insanın ve
insan aklının yaptığını, sanat düzlemine çekilebilecek olguların da zekâ ve
akıl ile yapıldığını düşünmeliyiz. Çünkü çağdaş sanat, verilerini sadece
yaşamdan ve yaşamsal olgulardan almaz; düşünülebilen, düşlenebilen,
kurgulanabilen gerçeklik ve dış gerçeklikten alır. Somut, soyut, sanal, sayısal, gerçek, gerçek
ötesi bilgi ile aklın ve zekânın sınırsız gücü ile şekil alır. Yani sanat
yaratıcı akıl işidir; duygu ile tetiklenen aklın sonucudur. Bir anlamda zekânın
evrimsel gelişimine göre şekillenir. Bu nedenle sanatın veya şiirin evrimi,
akıl ve zekânın evrimiyle eş zamanlıdır. Kısaca söylemek gerekirse sanat
eserinin, anlamsal, coşumsal ve estetik değeri geleceğin bilgi birikimi, kültür
varlıkları ve insanın algı biçimine göre devinim halindedir.
Değişimin değişmezliği
mutlak bir gerçekliktir; çoğunlukla gözlenebilir ve zamanla ilgili bir
süreçtir. Bizi ilgilendiren kısmı, yayımlanmış bir sanat eseri zamanla anlamsal
değişime ve dönüşüme uğrar mı? Yazılmış bir şiir, anlam, çağrışım, estetik ve
coşum olarak çağın algı ve anlama değerlerine göre kendini sürekli yeniden
üretir dersek bunun altını doldurabilir miyiz? Değişim sözcüğüyle anlatmak
istediğim durum, şiirin anlamsal etkinliğinin bilgi, algı, görme ve yorumlama
sonucu anlamsal ufkunun genişlemesidir. Değişmeyen tek şey ise şiirin ilk ses
ve söz varlığıdır. Aslında yazılmış bir şiirdeki değişim, önemli değil gibi
gelse de şiir yazarken, değerlendirirken ve eleştiride oldukça önemli bir ölçüt
olduğunu düşünüyorum. Neden? Yayımlanmış bir şiir, anlam, çağrışım, estetik ve
coşum olarak çağın algı ve anlama değerlerine göre kendini sürekli yeniden
üretir. Zamana bağlı olarak eserin anlamsal ufkunun genişlediğini
söyleyebiliriz. Çağdaş şiirin en önemli özelliği, insanın algısal ve duyusal
dünyasının devingen olduğu gibi, şiirin gerçek ve duyusal dünyasının da devingen
oluşudur. Diğer bir söylemle şiirin, okurun ufkunun genişliğine ve bilincinin
genişlemesine uyum sağlayacak devinime sahip olmasıdır. Çünkü şiir, söz ve ses varlığı olarak durağan
gibi olsa da sürekli anlam ve diğer katmanlarıyla yeni ileti ve değerler yaymayı
sürdürür. Algı dünyamız evrimsel olarak geliştikçe, yeni değerler ürettikçe,
geçmişte yazılmış bir şiirin anlam, anlatım ve diğer katmanlarında kayma ve
üreme meydana gelir. Bir anlamda şiirin anlamı mayalanır, yıllanır; yeni
bilgilerle zenginleşir. İşte asıl kavramamız gereken önemli nokta tam da
burasıdır.
Aragon diyor ki, “Sanat eserlerinin, yaratıldıkları yer ve
zamanlardaki yankılarıyla sınırlı kalmayacak, ilerleyen zamanla birlikte
gerçeğin, yaşam gerçeğinin sanat eserine yeni ve güçlü bir yorum kazandıracak,
sanat eserinin ufkunu genişletecektir.” (Mehmet H. Doğan’ın “Uzun Sürmüş bir
Günün Akşamı” isimli denemesinden Mehmet Fuat’ın Eleştiri Yazıları kitabı)
Prof. Dr. İ Tunalı, “Dün belirli bir ufuk için verilmiş olan değer yargısı, bugün yeni bir
ufuk içinde yeni bir değer yargısına dönüşecektir.” der. (İ.Tunalı, Estetik) Bu iki değerli
düşünürün söylediklerini de elimizde var kabul ederek bunun ne demek olduğunu
açmaya çalışalım.
Şiirin kalıcılığı, büyüklüğü, gelecek ve duygu
şekillendiriciliği ile kalıcı bir esere dönüşme ölçütleri burada kendini
gösterir. Yani bir şiiri yazarken; evrensel değerler, insanın varoluş sürecine
özdeş ve insanın asıl amacına ilişkin gelişime bağlı değişimler göz önüne
alınmalı, buna göre sanat eserine veya şiire giydirilmelidir. İnsan bilinç ve
mantığının ürettiği, duygunun olumlu gücü ile zihnin yönlendirdiği ve
yansıttığı evrensel olguların işlenmesi, şiirin evrimsel gelişime ayak uydurma
yeteneğini daha da artıracaktır. Şairin, anlamı şekillendirme ve gelecek
olgularını sezme yeteneği burada kendini gösterir. Biliyorum, kalıcı ve
geleceğe dönük eser üretmek çok zor, farklı bir algı yetisi, ileri seviyede
sezgi ve imgelem gücü gerektiren bir durumdur. Ancak şair olmanın ve sanatçı
olarak anılmanın bedeli, her bireyin yapamadığını, göremediğini,
yaratamadığını, sezinleyemediğini yakalamaktır.
Şair, iletilerini geleceği
de dikkate alarak kurguladığı zaman, şiirin imge dünyası geleceği sezdiricidir ve
uyarıcıdır. Bu durumda şiirin zaman yolculuğundaki kalıcılığı, anlamının değer
kazanması ve imgelem gücünün daha yetkin/etkin hale dönüşmesi demektir. Bu
özellik, şair ve eleştirmen açısından üzerinde durulması gereken önemli bir
konudur. Şiirin zaman yolculuğunda anlam, bilginin dönüşümüne bağımlıdır ve
kendini zenginleştirme gizilgücü vardır. Okurun zamana göre değişen algısı,
gelişen olayların gerçekliği görünür kılması, yeni gerçeklikler üretilerek
anlamın değer kazanması, bilgi birikiminin zihni daha etkin düşündürme gücü
gibi konular okurun ulaşabileceği anlamın durağan olmadığına ilişkin
verilebilecek gerekçelerdir. Ayrıca bunlara ilave olarak, aynı gelişmişlik ve
birikime sahip eleştirmenler, zamanla şiire sığınmış sır perdesini kaldırarak
şiirin ileti gücü ve anlam derinliğine yeni boyutlar kazandırır ve anlam
genişlemesini sağlarlar.
İşte şairler ve
eleştirmenler, şiiri yazarken ve çözümlerken küçük gibi görünen bu önemli
ayrıntıyı dikkate almak zorundalardır. Tarihte yaşayan, bugün adını bildiğimiz
ve hâlâ şiirlerini hayranlıkla okuduğumuz ozanlar, bu özelliklerinden dolayı
ölmezler. Çünkü şiirlerinin öz ve içeriğindeki anlamsal devingenlik, yarattığı
imgelerin gelecekle ve gelecekteki insan algısıyla kurduğu ilişkide saklıdır. Ocak 2018, Narlıdere
ŞİİRSEL ANLATIM
Günlük dilin
yazınsallaşması, doğal dili aşması, iletinin bağlamından koparak öteye
yönelmesi gibi anlatım özellikleri, metinde estetik değeri ve şiirselliği
doğurur. Şiirsel anlatım, okurun söz bilgisini ve söz kullanım olanaklarını
güçlendirerek ilk yumuşak yumruğu vurur. Okur kendini aşan bir dilin içinde
kaybolur ve şiirle ruhsal bir bütünleşemeye yönelir. Biz biliyoruz ki şiir,
okuru sarsıntıya uğratacak bir anlatım, ses, aynı zamanda duyularını harekete
geçirici bir anlam üzerine kurulabilir. Şiirsel dilde neyi söylediğiniz
öncelikli değildir; neyi söylediğiniz göz ardı edilecek bir durum olmamakla
birlikte nasıl söylediğiniz öndedir. Duygulanım için farkındalığı, etkiyi ve
ivmeyi yaratacak olan, anlamın söyleniş biçimidir. Şiirsel dilde neyi
söylediğimiz etkin değilse, nasıl söylediğimiz beklenen etkiyi ve estetik
değeri doğuramaz. Bu nedenle neyi nasıl söylediğimiz her zaman birbiri
içindedir, bunu eş yüklü ve eş zamanlı bir süreç olarak ele almalıyız.
Şiirsel anlatımın öncelikli
amacı, okur duygusunu ele geçirmek olmalıdır. Okuru hayranlığa taşıyan bir nitelik
taşımalıdır. Biz biliyoruz ki anlama, olumlu duyguya, bir anlamda sevme
duygusuna bağlıdır. Kıvama getirilmiş duygunun yönlendirdiği bilinç, her şeyi
almak için hazırdır ve şiir gibi bir etkinlik karşısında savunmasız kalır. Yalnızca
şiir değil, bütün olaylar karşısında duygunun önemli bir yeri olduğunu
biliyoruz. Şiirin naif ve etkileyici seslenişi ister istemez okuyanı veya
dinleyeni kendine bağlayacak, şiirle iletişim istekli bir şekilde
sürecektir. Bununla kalmayıp sözlerin
duygu değeri daha yoğun algılanacak ve daha olumlu bir duygu durumu
oluşacaktır. İşte şairin öncelikle üzerinde duracağı konu, şiirdeki anlam,
anlatım ve ses katmanları ile okurun duygu durumunu hazırlamaktır.
Gündelik yaşamın gelgitleri arasında
insanların duygulanım süreçlerini hızlandıran etkenler vardır. Her birey için
yapılandırılmaya veya işlenmeye hazır tertemiz duyguların egemen olduğu ayrı
bir dünyadır orası. Bu saf ve tertemiz kişisel duygu durumunun, sömürülmeye
yatkın ve karşının isteklerine göre şekillendirilmeye açık yumuşak yönleri de
vardır. Sanat diye yapılan, duyguları karamsar ve içinden çıkılamaz bir hiçliğe
sürükleyen edimlere tanık olduk ve tanık olmayı da sürdüreceğiz. Buna örnek
vermeye gerek yoktur; müzikten sinemaya kadar uç örnekleri, hatta rencide edici
olanları gözler önündedir. Ancak şiir gibi dil sanatının hedefi; duyguları
sömürme, yapılandırma veya onu şekillendirme değildir; şiirin amacı estetik
kaygıyı, estetik duyarlılığı, estetik yaşantıyı, estetik yargının gücünü
artırmak ve yaşam sevincini var kılmaktır. Sanatsal dünyanın kapılarında
insanın “kendine karşı” ellerini güçlendirmektir. Bir başka söylemle, insandaki
“yüce değerini” eylem alanında duyulur kılmaya çalışmak ve estetik tavır
yaratarak sevme duygusunu güçlendirmektir.
Bir anlamda şiir, insanın duygu ile bilincini aydınlık dünyaya taşımak ve
güzelliğin ellerinden tutması için ona oyalı bir mendil uzatmaktır. İşte okurun
o oyalı mendili alması ve güzel dünyanın ellerini tutması, anlam, ses ve
anlatım gibi fiziksel katmanların olanakları ile reddedilemez ortamın
yaratılabilmesine bağlıdır. Bana öyle geliyor ki yazınsal sanatlarda ve
özellikle şiir sanatında, reddedilemez ortamın oluşturulmasında en önemli etken
anlam üzerine giydirilmiş anlatım katmanıdır. Bunu söylerken yazınsal
sanatlarda, konunun, “tem”in veya izleğin önemi yoktur demiyorum; ancak
anlamdan sonra başat etkinin, anlatıma yöneldiğini belirtmek istiyorum. Anlatım,
anlama yöneldiği gibi anlam da kendi içinde vurucu duruma dönüşüyor.
Kant veya Hartmann’ın tanımladığı “yüce” kavramı ve bu kavramın duygusal
değeri, şiirde anlatımın anlamı güçlendirdiği noktada ortaya çıkar diye
düşünüyorum. Yüce değeri bir estetik değer olmakla birlikte, anlatımın gücü
bizi aşan, yani bizim duygularımızı ezen bir değer olarak görünür.
“Duygularımızı ezen” derken, olabilirlik ölçülerinin ötesinde bir görünüşün
bizi hayranlığa taşıması anlamında düşünülmelidir. İşte bu olağanüstülük veya
olabilirlik ölçülerinin dışında bir anlatımın anlama yönelmesi hem yüce hem de
estetik değeri ortaya koyması açısından önemlidir. Bir ozanın şiirde ortaya
koyacağı en önemli özelliktir bu durum. Örneğin; (..) Laleli'den dünyaya
doğru giden bir tramvaydayız//Birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun
(..)// Cemal Süreya’nın sadece şu iki dizesi, anlatımın anlamı nasıl
güçlendirdiği, yüce ve estetik değerin açıkça duyulur kılındığı somut bir örnek
olsa gerek.
Dil, düşünce sisteminin
ürünü olmakla birlikte aynı zamanda düşün evrenini de oluşturan, aynı
koşullarda her iki yöne genişleyen ve büyüyen geri dönüşümlü bir sistemdir.
Şiir dilinin kullanımı, çarpıcı, yaratıcı, şaşırtıcı ve yeni bakış üretimi,
doğa bilimleri ile diğer sosyal bilimlerin kavramsal ve kuramsal tasarımları,
bunun yanında insan davranış dizgesine egemen olunması ile doğru orantılıdır.
Yani şiirsel anlatım, yaşamsal kurguyu ve olguları iyi okumak, fotoğrafı doğru
kadraj ile uygun açıdan çekmekle olasıdır. Herkes şiir yazabilir; ancak bugün
okunan ve tüketilen şiiri yazar. Gelecekte gündemden düşmeyecek, zihinlere
yapışacak ve elden ele okunacak şiirleri yazmak, yaşam döngüsü ve kurulu elzem
sistemleri, kuşaklar arası zihinsel evrim özelliklerini, gelecek kuşakların
akıl etkinliği ile onların estetik algı biçimini yeterince tanımakla olasıdır.
Dil sanatlarında şiirin ayrı bir özelliği var ve bu özellik şiirin bel
kemiğini oluşturur. Öykü, roman, masal gibi metinler, konu ve anlam üzerinden
anlatıma yönelir. Şiir ise anlamdan anlatıma giderken diğer taraftan da anlatım
üzerinden anlama yönelir. Yani anlatım anlama, anlam da anlatıma olumlu katkı
sağlar. Başka bir şekilde söylersek, diğer metinlerde anlamın duygu değeri
üzerinden yola çıkılır. Şiirde anlatımın duygu değeri daha belirginleşir ve
şiire renkli elbise anlatım sayesinde giydirilir. Şiirin estetik değeri,
öncelikle anlatım üzerinden çıkış alır; sonra bütün katmanlara belirli
ağırlıkta yaslanır. Güzel söz söyleme sanatı söylemi, güzel anlatım demek değil
midir? Sonuç olarak, “Anlatımdan anlama yönelmek, şiire özgü ayırıcı bir
özelliktir.” önermesini ileri sürebiliriz. Dil sanatlarında, hangi türü olursa
olsun, anlam üzerine oturmadan, bir şiir, bir öykü kısacası bir metin
oluşturmak olası değildir. Anlatım, bir anlam üzerine yaslanmak zorundadır.
Şiirsel anlatım, dilin cezbedici, sarsıcı ve en güzel ifade biçimidir.
Şairin dili güzelleştiriyor olması, zihin ve düş gücünün tasarımsal yeteneğini
sınırsız ve sonsuz anlatım olanaklarıyla açıklıyor olması ne yapay bir dil
kurmak ne de dili değiştirmek anlamına gelir. İşte bu nedenle çoğu yerde
söylendiğinin tersine, şiir diline yapay dil demek yerine şiir dilinin anlatım
gücünden, ortak dili değiştirmek yerine anlam ve anlatımı güzelleştirmekten söz
edebiliriz. Çünkü anlatım, şiirde önemli bir bileşendir ve sanatsallığı doğuran
temel ögelerden biridir. Kısaca söylemek gerekirse şiirsel anlatım, okurun
kendine yönelmesini sağlamak ve estetik değer yaratmak için ortak iletişim dili
ile iletişim zincirinin en güzel ve yüce kullanımıdır. Şairin işi zihnimizde
ayırdına varamadığımız insan, nesne ve doğa ilişkilerindeki gizemi dil görünümünde
görünür kılmaya çalışmak değil midir?
Her şairin hedefi, insanı kavrayan, yeni bir dünya algısına yönelten,
sevgi ve özgürlük öneren yeni şiiri yazabilmek olmalıdır. Bir anlamda şair,
alışılmamış tasarım, akıcı dil, vurucu anlam ve sarsıcı anlatımla çağdaşlarından
daha güzel, etkili ve farklı şiiri yazmak için çaba harcamalıdır. Yeni şiirden
kasıt, şiirin öz, içerik, biçim ve biçem olarak farklı ve daha önce denenmemiş
özellikler taşımasıdır. Öyle sanıyorum ki, yeni şiir yazabilmek için bunlar
yetmez; yeni bir gelecek görüşüne, yeni bir dünya tasarımına gereksinim
olduğunu da eklemeliyiz. Biçimi, biçemi ne olursa olsun yeni şiir, şaşırtıcı
içerik, geleceği kucaklayan, tasarlanması güç dil kullanımı içeren, okuyan
dinleyenin en saplantılı yerine yumruk atan ve zincirleme etki oluşturarak
güzellik algısını büyüleyen şiirdir. Şiir bir sanat eseri ise, o şiir gelecek
yıllara yaygın bir özyapı taşımalı, duyguları ve aklı ele geçirmelidir. Bunları
yapabilmek için anlama giydirilmiş iyi bir anlatım şiir için olmazsa
olmazlardan biridir. Eylül 2018, Narlıdere/İZMİR
ŞİİRDE
YARATICILIK
Benim şiire bakışım biraz sıra dışıdır. Hegel’in en üstün sanat alanının yazın olduğuna ilişkin yorumunun ötesinde, bir yazın biçimi olan şiiri, sanat alanlarının temeli, sanatın yaratıcılık anlamında ilk çıkış noktası olarak görüyorum. Bakmayın şiirin ticari değişim değeri ve meta estetik değeri düşük olduğuna ve sanatsal değer olarak en arka sıralara itilmiş gibi göründüğüne. Dil, düşünce ve duygu üçgeninin oluşturduğu ve bilincin ortaya koyduğu imgelemin toplam sonucudur şiir. Sanatın ve sanatsal yaratıcılığın çıkış noktasıdır, eksenidir. Bu bağlamda şiir, imgelem sürecini kendi gereci ile nesnelleştirmesi açısından diğer sanat alanlarına göre daha ayrıcalıklıdır. Çünkü şiir, bilinç süreci, onun yarattığı imgelem ve dil üzerinde konumlanır.
Sanatın tözünü kavramadan, anlamadan, sanatta estetik değer ve
estetik yargı sürecini içselleştirmeden üretilen her eser, yazılan her şiir,
var olanlara fazlaca yaslanır. Çünkü kavramlar arası ilişkilerin sağduyulu
çözümleri zihne oturmadan, görme, duyma, sezme ve anlamlandırma, buna bağlı
olarak sanatsal yaratıcılık istenen düzeye ulaşamaz.
Şiir ve sanata ilişkin eski
bilgilere dayalı kuramsal yaklaşımları tarihten devşirip hayranlıkla bakmak
yerine, yeni bilgiler ile dönüşümünü sağlamak daha akılcı bir tavır olur. Şiire
yönelik tarihsel bilgiyi yadsımadan iyi bilgi ve bilgi birikiminin gücünü
kullanmalıyız. En önemlisi de şiir ve sanatı, insan sevgisinin ve olumlu
duygunun güçlendirilmesi için daha uygun bir açıdan bakarak daha çağdaş ve
yenilikçi tasarlanması için çalışmalıyız diye düşünüyorum.
Şiir dünyası, buna koşut
sanat dünyası, kültür endüstrisi dediğimiz öğütücü dişlerin tehdidi ile karşı
karşıyadır. Bununla birlikte sanatçının bilinçsizliğini, kıskançlığını, hırsını
ve bencilliğini de aynı kefeye koyarsak durum daha da kötüleşir. Aynı gemide
seyir halindeki bizlerin en önemli çabası, içimizdeki güzelliğin insan yüreğine
değmesi için, kavgadan çok, söz konusu tehdide karşı üretilecek önlemler
silsilesini biraz olsun zihinlere işleyebilmek olmalıdır.
Şiir ve sanat dilinde kavram ve terimler,
sanatsal görüş açısından (perspektif) bakıldığında çoğunlukla çok boyutlu anlam
yükü taşırlar. Anlam alanları oldukça geniştir ve kaypaktır. Sanatsal
yaratıcılık, farklı, sıra dışı, asimetrik düşünmeyi ve anlamlandırmayı
gerektirir. Yani doğrusal düşünme biçiminin dışında kişinin yeteneğine bağlı
olarak yeni bakış açısı, görme, duyuş ve yeni anlamlar üretme zorunluluğunu
doğurur. Zaten sanatın, özellikle şiirin doğrusal düşünme biçimi ve doğrusal
bir dil olma özelliğinden uzak olması, konuşma ve bilim diline göre daha alımlı
karakter taşıması bir yerde sanatsal yaratıcılık için vazgeçilmez ilk
adımdır.
Şiir dil sanatları içinde gerçekten karmaşık, çok
parametreli (ölçütlü), çok boyutlu bir sanat alanıdır. Bir sanat türünün bilgi
ve olgunun her çeşidini kullanabilmesi demek, tersinden söylersek somut soyut
her olgu ve nesne şiirin gereci ise, şairin sınırsız bir bilgi evrenine, duygu
yoğunluğuna, imgelem gücüne ve onu çözümleyecek, açıklayacak zihin gücüne sahip
olması gerekir. Başka bir deyişle şiir, dil, ezgi, duygu, akıl, bilinçaltı,
bilinç, bilinç üstü, sınırsız düş ve düşün sistemi ile mevcut kültür ve
öngörülebilen tüm yaşam kaynaklarını en iyi örgütleyerek kullanabilen sınırsız
bir ses, dil ve düşün evrenidir. Şairin
polimat (farklı disiplinlerin
ilkelerine egemen olan) olmasını gerekli kılar. Her tür sanat edimi
ve sanatsal yaratıcılık, sosyal, bilimsel, duyumsal ve teknolojik bilgi
altyapısını gerekli kılar. Yani üç temel bilim ve uzantıları ile sosyal ve
insan bilimlerinin kuram ve disiplinlerine egemen olmak yaratıcılığın temel
çıkış noktasıdır. Kavramlar arası
anlamsal ve hiyerarşik örgütlenmeyi başarmış, yaşam ve insan ilişkilerini
ruhsal ve nesnel olarak çözümlemiş her şair, şiirsel yaratıcılık yetisine sahip
olmaya daha yakındır.
Kısaca söylemek gerekirse, sanatı ve şiiri sanatçının imgelem gücü ve zenginliği yaratır; imgelem
gücü ve zenginliği, duyusal ve düşünsel sürecin bilgi bütünlüğü ile olasıdır.
Yani imgelemi doğuran kaynak, duyusal, duygusal, sosyal ve bilimsel işlenebilir
bilgidir. Bilgi olmadan, bilgi işlenebilir hale dönüşmeden, anlamlandırma,
sezme, görme ve yaratıcılık olasılığı hemen hemen yoktur. Düşlem sınırları
zayıftır, bununla birlikte sanatta yaratıcılık ve sıra dışılık sadece renkli
bir düş olarak kalır.
Şiir, dil, düşünce ve
sanatsal yaratıcılık ekseninde bir sanat alanıdır. Şiir
bir sanattır; sanatsal tüm değerleri içinde barındırır, sanatsal yaratıcılığın
anasıdır ve sanata ilişkin tüm olanakları kullanır. İnsandan sanatsal yaklaşım,
düşsellik, düşünsellik ve içsellik bekler. Şiir bir bilimdir; diğer özellikleri
yanında şiir dili, düşünceyle bağı ve derin yapısı bütünlüklü bir bilgi
yumağıdır, bilgi disiplinidir, bilimsel ve duyusal bilgi bütünlüğünün akıl
tasarımı altında kapsamlı örgütlenmiş durumudur. Ve şiir sanatının ilgi alanı,
görünür dünya ile görünmez dünyanın insan algısında anlam bulduğu ve estetik
yaşantının doğduğu yerdir.
Düşüncenin ve düş gücünün
sınırı yoktur; bununla birlikte dilin sınırı ve iskeleti yoktur. Şiirsel dil ise en omurgasız dildir. Bir
anlamda şiir dilinin anlamsal genişliği, düşünce ve düş gücünün ulaşabildiği
ufka bağımlıdır. Dolayısıyla şiir, duygu, dil ve düşüncenin özdeşliğinden
beslenir ve sınırları tanımlanamayan dilsel/düşsel bir alanın içinde var olur.
Şiir sanatını sanatsal yaratıcılığın ekseninde konumlandırmamın en görünür
delili, dil ve düşüncenin özdeşliği, sınırsızlığı ile yaşam ve bilinç
arasındaki çok parametreli ilişkidir. Keşif bekleyen o kadar büyük sanatsal ve
şiirsel bir evren var ki, bugün bizler belki bunu okuyamıyoruz ve göremiyoruz.
Henüz bilincine varamadığımız, kavrayamadığımız sayısız şiirsel ve sanatsal
model ve eğilim, bizden keşif beklemektedir. İnsanlık olarak, bağnaz algı ve
yargı modellerinden kurtulup, şiir ve sanata çoklu ve sınırsız modeller açıdan bakılabilmesi
gerçeği üzerinde çaba harcamalıyız.
Şiir, şairin imgelem dünyasının imgelere dönüştürülmesidir.
Tersinden söylersek, dil ve düşüncenin özdeşliğinden imgelemin imgeye
dönüştürülmesi dilsel bir tasarımdır. Düş ve düşüncede anlam kazanmış imgelemin
dil ile nesnelleştirilmesi bir bakıma dil mühendisliğidir. İmgelemin imgeye
dönüşme sürecinin dille gerçeklik kazanması demek, düşüncenin asıl anlatım
biçimi olan özgün yöntemi kullanıyor olması demektir. Bütün sanat eserlerinin
yaratım süreci işte bu eksende görünür ve daha sonra sanat türünün diline uyarlanır.
Yani ışık, renk, çizgi, ses ve devinime dönüştürülür. Bu yüzden şiir sanatı
diğer sanatlara göre daha ayrıcalıklıdır. Düşüncenin doğal anlatım biçimiyle
gelişir.
Şiir dili olanaklarından olan bağdaştırma, sapma, değinmece,
değişmece ve aktarma gibi bütün dil ve söz sanatı teknikleri, aynı zamanda
şairin imgelemine geri bildirim sağlar. Söz ve söz bağlamlarının anlamsal
genişliği, iki veya daha fazla söz kaynaşmasının çağrışımı, şaire yeni ve
farkındalıklı anlamlandırma yolunu açar. Dolayısıyla şiire özgü bu teknikler,
şaire sıra dışı düşünme, görme ve düşlem yetisi kazandırma olanağına
sahiptir. İşte bu durum şairi, yaşam,
nesne ve olguları farkındalıklı ve daha ayrıntılı anlamlandırmaya yöneltir.
Aynı zamanda daha çarpıcı ve algıyı sendeletici anlatım biçimlerinin doğmasına
neden olur. Bir diğer konu daha vardır;
şiirde anlam, örtüktür, esnektir ve yönü kaypaktır; bu özellikler yeni düşlem
alanlarına yolculuğun yatağıdır. İnsan,
yaşam ve nesne ile ilişkisinde mantıksal ve doğrusal düşünme biçimlerini
kırabilir demektir. Sanatsal ve şiirsel
yaratıcılık olgusu, bu süreç ve bu eksen üzerinde varlığa bürünür. Şubat
2018, Narlıdere/İZMİR
ŞAİR VE ŞİİR
Şair; kültür varlıklarını, değer yargılarını ve toplumsal beğeni kültürünü iyi çözümleyebilmesi durumunda, aynı dili konuşan insanlar arası bellekte şiirleriyle önemli bir yere tutunur. Şairin bu yaklaşımı ve şiirleri, okur anlağında değer kazandıkça şiirlerindeki iletiler diğer dillere yayılmaya başlar. Şiirin büyümesi, genişlemesi, evrensel değerlere yaklaşabilmesi sanatçının yaşamda farkındalık yaratan tutumuna, şiirindeki ses, anlam ve anlatım güzelliğine bağlıdır, diyebiliriz. Büyük şiirin yazılabilmesi, şairin yenidünyayı okuma biçimi, estetik algı ve estetik değer yargısı ile yakından ilgilidir. Büyük şiir ve büyük şair ideal olanıdır. Oysa bugün geldiğimiz dünyanın sanat algısı ve beklentisi, şiir ve şair duruşu biraz daha endişe verici olarak gelişmektedir. Özellikle post modern sanat anlayışının getirdiği yaklaşım, pek çok değeri yadsımakta ve hemen şimdi şu anda sanat üretmek gibi yüzeysel bir kabulü ortaya koymaktadır. Bu yöntem performans (izleyici önünde yapılan) ve kavramsal sanatlar için yeni bir yaklaşım biçimi olabilir. Oysa şiir ve roman gibi eserlerin biçiminden estetik katman[15]ına kadar her alanında, düşünsel ve duyusal yeni bir dünya yaratılmasını gerekli kılar. Bu yüzden dil sanatları, kendine özgü bir ayrıcalığı sahiptir.
Ülkemizde modern sanat dönemindeki şiirsel
yönelim ve gelişim, yani divan şiirinden çağdaş şiire kadar olan süreç, aslında
iyi irdelenmesi gereken bir zaman dilimidir. Post modern sanat anlayışının
bilgi ve nesnel bilime köklü bakış getirmesi, zaman, yer, yansıtma ve
seçkincilik gibi üst kavramları yadsıması gerçeği ile karşı karşıyayız.
Postmodernizmin yadsıma aşamasına geldiği bu ve buna benzer pek çok konunun,
bahsettiğimiz modern sanat zaman diliminde bile henüz ülkemiz şairlerince
içselleştirilmiş, yani anlaklara oturmuş bir tasarım olmadığını söyleyebiliriz.
Bu gerçekliği, duyabilen, okuyabilen ve anlamlandırabilen şair ve düşünürler
olmuştur; ancak bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar azdır ve yazdıkları,
söyledikleri kitaplarda kaldığını günümüz şiir ve şiir yazılarından
anlayabiliyoruz. Kapitalist dönüşüm süreci ve onun çıktısı Marksizm ve
Liberalizm karşıtlığının yarattığı arızalı durum, şiirin ve sanatın felsefi
boyutuna değil; biçimlendirme ve taraftar toplamayı en kısa yoldan
gerçekleştirebileceği pratik çözümlere yöneltmiştir. Bunun sonucunda Türk
şairi, kendinin olmayan estetik değerleri, şiirsel kuramları, duygu ve
duyarlılık havasını batı düşünürlerini izleyerek tanımlayabileceğini,
açıklayabileceğini varsaymıştır. Şiir ve sanatın, yaşam, dünya, insan,
gerçeklik, üst gerçeklik algısı ile insanın duyumsal niteliklerinin
örtüşmesinin bir ürünü olduğu gerçeğini göz ardı etmiştir. Başka bir söylemle,
Türk şairi düşünme, araştırma, inceleme ve kuram geliştirme işini bir
başkasının ellerine bırakarak sanat/şiirde kültürel duyarlılık farkını
önemsememiştir. Şiirin anatomisi ile uğraşmak yerine, şiirde bireyselliği ve
eğilimleri kızıştıran magazinsel tutumla daha fazla zaman geçirmiştir.
Biliyoruz ki Türk şiiri, Cumhuriyetten hemen önce modern şiir anlayışına kucak
açmaya başlamıştır ve üzerinden kabaca bir buçuk asır geçmiştir. Ne var ki bir
buçuk asırlık süre az zaman değildir. İnsan beyninin evrimsel gelişimi geçmişe
oranla çok daha hızlıdır. Estetik algı ve değerler dizisinin dayandığı
temeller her yeni gün değişime ve dönüşüme uğruyor. Geçmişten bugüne kadarki
şiir serüveninde elimizden gelen en verimli iş, tespit ve aktarım olmuştur.
Sanırım bu yaklaşım, şiiri ün sahibi olma gereci, eğlence ve söz söyleme
ustalığı gibi basit bir eylem görme anlayışından kaynaklanıyor. Oysa şiir, kültür birikimi ve yaşamsal
bileşkelerin bel kemiğini oluşturan değerler dizgesidir. Harmonik bir
bütünlüğün görünüşe taşınmasıdır.
Şiir sanatını anlamak, onu
çözümlemek, gerçek anlamda eleştiri ve eleştirinin eleştirisini geliştirmek,
sadece dil ve yazın bilgisi veya deneyimiyle olacak şey değildir. Çünkü şiir
sanatı, karmaşık ve çok katmanlı bir yazın biçimidir. Nesne, yaşam, bilgi, duygu
ve insan ilişkilerine ait sentezin toplam sonucudur. İşte bu senteze ulaşıp
güçlü imgelem yetisine sahip olmak, bilgi, bilimsel donanım, farklı görme ve
duyma gerektirir. Şiir sanatına gönül verenler olarak şu soruyu kendimize
sormalıyız. Şiir yazınımızda bugüne kadar, “imgelem, anlam, söz, imge ve
tekrar okurdaki algı ile imgelem süreci”ni inceleyen, açıklayan ve ortaya
koyan kaç tane metin okuduk?
Şiir ve sanat üzerine sayısız düşün üretmiş ve
yayın yapmış şairler, söylediğim konuya şiddetle karşı duracaklardır. Ancak
yukarıda ileri sürdüğüm tespitin doğruluğunu kanıtlayacak pek çok delil
gösterebilirim. Türk şiirinin sanat bilimi açısından incelendiğini, birkaç
parça bölük metin dışında ben yazınımızda görmedim. Aynı şekilde dört başı
mamur nesnel şiir eleştirisi ve eleştirinin eleştirisini de görmedim. Bu
söylediğim konulara ilişkin uygulamalar, atışma, yerme, küçümseme veya dil
bilgisinin kıyısından köşesinden eksik bilgilerle bir şeyler yazıp çizme
biçiminde gelişmiştir ve öyle sürmektedir. Dostlar şiirin şiir ve şiirin sanat
eseri olabilmesi, şairin imgelem yetisi ve onu dille teknik olarak
nesnelleştirebilmesine bağlıdır. Diğer bir deyişle, biçimlendirilmemiş bilinç
ve sağduyu ile bilginin yorumuna, insan ve evren arasındaki yaşamsal ilişkinin
sözle görünüşe taşınabilmesine bağlıdır. Sözünü ettiğim imgelem yetisi ve
zenginliği, fen, sosyal ve insan bilimlerinin ortak sentezinden doğar ve sevme
duygusuyla örgütlenerek estetik değer üretme yeteneği kazanır. Birilerinin
sizin üzerinizde kurguladığı yaşam, algı ve inanç biçimleriyle değil!
Bunlardan ayrı daha büyük bir okyanus vardır ki,
o da sanat ve şiir bilgisidir. Sanat ve şiir, sadece yazın ve dil bilimi gibi
disiplinlerle anlaşılacak, açığa kavuşturulabilecek bir konu değildir. Fen
bilimlerinden insan bilimlerine kadar pek çok disiplinin ortak değeri gözünden
konuyu ele almayı gerekli kılar. Aynı zamanda şiirsel süreç, şair ve okur
imgeleminde yarattığı etki açısından ele almayı ve eleştiriyi bu düzlemde
oluşturmayı gerektirir.
Şairin imgelem sürecinden
şiiri yaratışına, şiirin okurda yaratmak istediği erekten iletilerinin
gelecekteki devinimine, şiirin ürettiği estetik değerden okurda yarattığı
estetik kaygıya kadar toplam şiirsel süreci içeren, aynı zamanda bu sürecin
eleştiri yöntemini ortaya koyan bilimsel veriler ile araştırma ve inceleme
yapmak gerektiğine inananlardanım. Çağımız insanının algısı, estetik yargısı ve
sanatsal bilgisi; evrimsel bir sürece uyum sağlar. Şiir gibi insan da sürekli
bir dönüşüm yaşar; ancak insanın dönüşümü sanat ve şiir bilgisinden çok daha
hızlıdır. Nesne, olgu ve olaylar ile yaşam arasındaki ilişkinin şiire
dönüştürülebilmesi ve okur gözünde beğeni kazanabilmesi için şiire daha
yenilikçi gözle bakmak durumundayız. Yeni sanatsal kuramlar ve okur estetik
kaygısını harekete geçiren estetik değerler üretmek zorundayız. Aksi takdirde
şiir okurdan uzak durur, daha kötüsü şairinden uzaklaşır.
Şiir sıradan bir söz yumağı
değildir. Şiirin bir dizesi bile sınırları belirsiz iki dünyanın (gerçek ötesi
ve nesnel dünya) elekten geçirilmiş özetidir. İnsanın duyma, görme ve duyumsama
eylemlerini en kolay söze dönüştürebilen bir sanat dalıdır şiir. O nedenle
sokak arası söylemler bir kenara bırakılıp, şiir sanatı sanat bilimi ve ilgili
disiplinler ile ele alınmalıdır. İşte o zaman dili aşan, algıyı sendeleten,
duyguyu ezen yeni şiiri, çağın şiirini yazabiliriz. Aralık 2018, Narlıdere/İZMİR
TÜRK ŞİİRİNİN TEMEL SORUNU
Sorun, sorun olarak tespit edilmiş ve sorun çözülemiyorsa o işin sorumluları sorunlu demektir. Çünkü çözülemeyecek sorun yoktur; yeter ki sorunun sorumluları sorunsuz olsunlar.
Türk
şiirinin sorunları deyince genellikle tartışıldığı gibi, şiir eleştirisinin
olmadığı, şiirin okunmadığı, şiire yeterli saygın davranılmadığı, ödül
sisteminin saygın olmadığı, basım evlerinin tutumu veya şiir bilgisi olmadan
şiir yazıldığı gibi kalıplaşmış konulara değinmeyeceğim.
Bunun yanında şairlerimizin
dergilerde, etkinliklerde veya şurada burada şiir öldü bitti, şair anlamını
yitirdi, dil elden gitti gibi yakınmalarına benzer bir konuya da yer
vermeyeceğim. Madem şiirin sorunlarını konuşacağız, konunun biraz kökenine
inmek gerektiğini düşünüyorum. Temel, uygun bir zemin üzerine oturtulmadan
üzerine kuracağınız hiçbir yapı sağlıklı olmaz. Sorunların çıkış noktasını
düzeltmeden, konuya getireceğiniz tüm çözüm önerileri küçük düzeltmeler olur.
Türk şiirinin önemli sorunları vardır. Hem de bunlar temel ve büyük
sorunlar. Çözümü oldukça zor ve anlayış değişikliği gerektiren sorunlar. Bunların
çözümü; araştırma, ayrıştırma, okuma, bilimlerin gözünden inceleme, ayrıksı
bakış ve ayrıksı yorum isteyen zorlu bir yolculuktur.
Biliyorsunuz, günümüzde şiirin sorunları genelde dilsel konularda
yoğunlaşır. Daha doğrusu bizler bunu böyle görürüz ve böyle biliriz.
Bağdaştırma, sapma, eğretileme, imge, sözcük, dize, anlatım gibi dilsel
teknikler üzerinde daha fazla tartışma yapılır veya konuşulur. Oysa şiir sadece
bir dil konusu değildir; şiir bir sanat alanıdır. Hem de bütün sanat
alanlarından daha fazla düşünceye, bilime, felsefeye, sosyolojiye, psikolojiye
ve estetik bilimine gereksinim duyan bir sanat alanı. Müzik, resim, sinema ve
tiyatro gibi alanların temelinde var olan bir sanat alanı. Düşünce ve dilin
özdeşliğinden yaratıcılığın kapısını açan bir dünya. Dergilere, denemelere ve
kitaplaştırılmış şiir yazılarına baktığımızda şunu görüyoruz: Şiirde her şey dili
iyi kullanmakla çözülecekmiş gibi tüm şairlerde bir algı vardır. Yani şairlerin
büyük bir kısmı, şiire sadece dil sorunu açısından bakar. Dil şiirin bir
anlamda gerecidir.
Şiirin sorunlarına sadece dilsel bağlamda bakmak, buz dağının
dışarıda kalan kısmıyla uğraşmaktır. Suyun altında kalan kısmını göz ardı
etmek, yani büyük kısmı yok saymaktır. Örneğin resim sanatının malzemesi ışık
ve çizgi olmasına karşın resim sanatına ilişkin yazılarda bunların üzerinde pek
durulmaz. Öyleyse şiir konu olunca neden sadece dilsel konulara saplanıp
kalıyoruz? Dil, şiir için önemli bir bileşendir; ancak şiir sadece dil
değildir. Tabii ki dilin ayrıntılı ve ustaca kullanımı önemlidir. De da’yı
ayırmayı, bağdaştırma, sapma yapmayı, imge oluşturmayı ve okurda imgelem oluşturacak
ayrıntıları bilecektir; dilin tekniğini bilmek temel gerekliliktir.
Şiirin temel sorunu sadece dil değildir; şiirin temel sorunu,
şiire bir sanat alanı mantığıyla yaklaşmıyor olmamızdır. Bir anlamda şiirin
sorunlarını şairin kendisinde aramak gerekmektedir. Şiire bir sanat eseri
mantığıyla yaklaşırsak ne olur? İlk akla gelen soru, sanat felsefesi ve sanat
bilimi olmak zorundadır. Kaçımız şiire sanat felsefesi ya da sanat bilimi
açısından bakıyoruz ya da inceliyoruz. Biliyorsunuz sanat bilimi; sanat felsefesi,
sanat toplumbilim, ruhbilim ve estetik biliminden oluşan ve diğer tüm
bilimlerle beslenen kocaman bir bilgi dünyasıdır?
İşte sanat biliminden yola çıkmadığımız için, gelmiş geçmiş
şairlerin yaptıkları, yazdıkları eserler üzerinden hareket ediyoruz. Büyük
şairlerin şiirleri elbette önemlidir; deneyimdir, referanstır ve üzerinde
çalışılması gereken değerli eserlerdir. Tevfik Fikret, Nazım Hikmet, Orhan
Veli, Oktay Rıfat, Melih Cevdet Anday, Edip Cansever, Cemal Süraya, Behçet
Necatigil gibi daha adını sayamadığım diğer şairler bizim için çok önemlidir.
Bunlar şiir dünyasının kazanımıdır; var olandır. Şiirin ruhunu anlamak için
önemli veriler de kazandırırlar.
Ancak sadece eserler üzerinden yola çıkmak, şairlerden yola
çıkmak, bunların incelenmesiyle yetinmek, dil açısından irdelemek, şiirde
yenilik ve gelişim için yeterli donanımı bize sağlamazlar. Ayrıca var
olanlardan yola çıkmak sanatta bana göre şairi öykünmeye götürür. Benzeme
güdüsünü yüceltir. Taklit etmeye yöneltir. Söylemek istediğim şudur:
Deneyimlerden yola çıkmak elbette çok şey kazandırır ama gelişime, dönüşüme ve
yeniliğe yeterince yardımcı olamazlar. Daha doğrusu biriciklik ve özgünlük
kuralına uyum için yeterince donanım sunamazlar.
Şiirde gelişim, dönüşüm ve yenilik istiyorsak- ki bu şiirde temel
amaçtır- iğne ve çuvaldızı elimize almalıyız, iğneyi okura, çuvaldızı kendimize
batırmalıyız. Yani kendimizi acımasızca eleştirmek ve sorgulamak zorundayız.
Birkaç tane şiir kitabım var, ama estetik biliminin temel ilkelerinde
bihaberim, bu iş, nasıl bir iş diye kendimize sormalıyız. Estetik bilimi
şiirin/sanatın ruhudur, en temel bileşenidir. Bilim insanları tarihin
başlangıcından beri üzerinde çalıştığı bütünlüklü bir konudur.
Hemen bir saplama yapalım; şiirde pek çok konu, gereksiz gibi
görülür. Yani efendim bunu bilsem ne olur bilmesem ne olur gibi küçümsenir.
Örneğin “Şiir doğal yetenektir, şiir akılla yazılmaz, şiir öğrenilmez, şiirin
kursu/eğitimi olmaz, şiir yazmak için psikolojiye, felsefeye, matematiğe,
tarihe gerek yok, ben içimden geldiği gibi duygularımla şiir yazarım.” benzeri
söylemler dolaşır ortalarda.
İşin doğrusunu söylemek gerekirse, şiirde gereksiz görülen pek çok
şey, en gerekli ayrıntılardır; çünkü sanatsal değer ayrıntılarda gizlidir. Şiir
sanatı, çok fazla ayrıntı ve kapsamlı bilgi gerektiren bir alandır. Bizler,
sadece neyi bilmediğini bilmiyor olan şiir yolcuları gibiyiz. Maksadım
eleştirmek değil; bir şeyleri göz önüne getirebilmek ve bu sorunların üzerine
yoğunlaşmanın önünü açabilmektir.
Şiire bir sanat alanı mantığıyla yaklaşırsak ne olur? Her şeyden
önce karşımıza bütün sanat alanlarının temel bileşeni estetik bilimi dikilir.
Sonra insan bilimlerinden olan
sosyoloji, psikoloji ve felsefe temel uğraşı alanımız olur. O zaman, şiir
sözcükle yazılır, şiir duyguyla yazılır, şiirde anlam aranmaz, şiir yaşanır
yazılır, şiir akıl dışıdır, şiirin ölçütü olmaz, şiirde duygular anlatılır gibi
altı dolduramayacak tartışmaların yüzeysel söylem olduğu ortaya çıkar.
Şiirde propaganda dili, irşat dili[16]
kullanmak yerine sanat diline yöneliriz. Popülist şiircikler yazmaktan
kurtulmak için bir adım daha atmış oluruz. Çünkü; sanat bilimi şiirin insanla
nasıl bir sanatsal ilişki kurulabileceğini açıkça göstermektedir. Propaganda ve
irşat diliyle sanat dilini birbirinden ayıran somut verileri önümüze
koymaktadır. Dilin-düşüncenin-aklın-sanatın-bilimin birbirleriyle nasıl bir
ilişki içinde olduğunu net olarak söylemektedir.
Bu şekilde yola çıktığımızda, şiire ve şaire ödül, övgü ve yergi
biraz olsun anlam kazanır. “Körler sağırlar birbirini ağırlar.” mantığından
kurtulmak için bir basamak olur. Bunun yanında, okur odaklı, eser odaklı, şair
odaklı veya izlenimci eleştiri mantığını bir kenara atıp öz ve içeriği sanat
değeri oluşturan ögelerde aramaya yöneltir. Kısacası, insan manzarasıyla
uyuşmayan yakıştırmaları bir kenara buruşturup atarız. En azından hiçbir şey
söylemeyen, sanat değeri olmayan, duygu değeri taşımayan, öykünen ve
alışılagelmişi bağıran şiir yazmaya paydos diyebiliriz. Artık çağdaş sanat
anlayışı, doğayı veya nesneyi birebir tuvale yansıtmayı, öykünerek rastgele
sözlerle dize kurmayı sanat kabul etmemektedir.
Şiir yazılarının çoğunluğu, hem de büyük bir çoğunluğu dedikodu ve
şikayetler kalabalığıdır. Dahası yüzeysel söylemlerdir. Şairler sanat
biliminden yola çıkarlarsa, birbirini şikâyet edecek, dedikodu yapacak ve
magazine yönelecek zaman bulamazlar; çünkü şiir evreni çok büyüktür.
Şikâyetim var
şikâyetten
Şikâyetim var
suçlanmaktan
Ve şikâyetim var
dönüp kendime
Ne kadarsın diye
soramamaktan. Y.Ö.
Maksadım şikâyet değildir; biz buyuz diyebilmektir. Bilinenler zaten
biliniyor. Var olanlar zaten var. Verili olanlar zaten sürekli yineleniyor. Bu
sorun aşılıp geleceğe bakmadan, Türk şiiri, ilgili bilim alanlarıyla ve güncel
bilgilerle ele alınmadan, şiire yeni bir bakış getirmenin, şiirde yenilik
yaratmanın ve gelişim sağlamanın olası olmayacağını söylemektir.
Sonuç olarak, Türk şiirine bir sanat
alanı mantığı ile yaklaşılmadan, şiir sanatının her ögesi ilgili bilimsel
disiplinlerin iş birliği ile geliştirilmeden ne büyük şiir yazılabilir ne de
şiire yenilik getirilebilir.
Sorunlar belliyse ve giderilemiyorsa sorunlu olan bizleriz demektir. Özet; “Türk şiirinin temel sorunu
Türk şairin kendisidir.” 07 Eylül 2019, Karşıyaka Belediyesi
Şiir Atölyesi
GENÇ ŞAİRE MEKTUP
Evren, yaşam ve insan arasındaki ilişkinin ruhunu çözmüş kişiler, yaşam ile kültürel değerlerden damıtılmış bilgileri genç kuşaklara aktarma çabasındadırlar. Bu, genetik ve yaşamsal olguların bir sonucudur. Bizler de benzer çabayı sürdüren, insanlığı ileriye götürmeye çalışan, ne var ki yavaş yavaş işlevlerini yitiren sıkıntılı bir kuşağız. Bizi; savaş, cehalet ve baskıların linç ettiği sorunlu bir kuşak yetiştirmiştir; rol modelimiz onlar olmuşlardır. Savaşı, şiddeti ve baskıyı gereklilik gören tutucu çoğunluk, bugün de varlığını sürdürmektedir toplumuzda. Birey olma bilincine erişmemiş ve şiddeti normal gören insanların yarattığı sorunlar, içimizi acıtmıştır ve acıtmayı da sürdürecektir. Kafanızı kaldırıp baktığınızda, yanı başınızda bunların kopyalarını çok sık göreceksiniz ve içiniz közlenecek. Bu yüzden, bizler isteriz ki sizlerin aydınlık dünyayı kurmanız için; bakışınız insancıl, donanımınız güçlü, bilinciniz saydam ve yüreğiniz sevgi dolu olsun. Çağdaş kazanımları geliştiren, sorunlara insan odaklı yaklaşan, sanat sanat gibi insanı insan gibi okuyan yeni bir aydın kuşağı oluşturunuz. İnsanca yaşamanın araçlarını yüreğinizle tutup, insanın insanı yemesine ödül verilen şu küreyi ters yüz ediniz.
Genç şairim! Siyasi, harp ve sanat tarihini
incelediğimizde şöyle bir uygulamaya tanık oluruz: Dönemin başat güçleri;
egemenliklerini sürdürebilmeleri, yaşam alanlarını genişletebilmeleri ve
toplumu istedikleri gibi yönetebilmeleri için halkların temelde dört ana
duygusu üzerinde oynamışlardır. Bugün bile elinde güç bulunduranlar, yine bu
dört temel duygunun üzerinde çalışarak başarılarını sürdürmektedirler. Bu
duygular; “korku, düşmanlık, aidiyet ve din” duygusudur. Bunlar kaşındığında,
insan ve toplumlar üzerinde yarattığı etki ve sonuçlarının ayrıntısına
girmeyeceğim. Örneğin sadece aidiyet duygusunun insanoğlundaki olumsuz etkisini
ele alalım: Aidiyet duygusu; sağlıklı yapılandırılmaz ve diğer olumsuz
duygularla desteklenirse; adaletsizliği, işkenceyi, terörü, ölümü, şiddeti ve
savaşı doğal hak görebilecek kadar cani bir insan ruhu ortaya çıkartır. Ne
yazık ki acı örneklerini geçmişte olduğu gibi bugün de yaşamaktayız; İkinci
Dünya Savaşı ve Güneydoğu’daki terör gerçeğinde olduğu gibi… İnsanoğlu; artık
korku, aidiyet, düşmanlık ve din duygularını sömürmeyi bırakıp “sevme duygusu”
üzerinde çalışmalıdır. İnsanlığın insan gibi yaşamını sürdürebilmesi ve
geleceğini daha güzel, daha güvenilir yapılandırması; sevginin toplum
katmanlarında başat kılınmasıyla olasıdır.
Şiir gibi duygulara seslenen sanatlar, sevgi ve
diğer olumlu duyguları daha yoğun yaşanır kılar, güzele yöneltir ve ona yaşam
sevinci aşılar. Diğer bir deyişle sanat dediğimiz olgu, olumlu duygu ve sevgi
duygusunun işlendiği, beslendiği, tımar edildiği en konforlu yataktır. Toplum,
birey, şair ve sanatçı olarak her durumda, sevme duygusu üzerinde
çalışılmalıdır… İnsanlık, yaşam alanlarını yok etmek ve her geçen gün birbirini
ezmek için elindeki tüm olanakları kullanmaya eğilimlidir. İşte bu nedenle,
olumlu duygunun toplum üzerinde etkin kılınması için, her koşul ve durumda
şiirin/sanatın gücünden yararlanmalısınız. Duygu yönetimi ve sevgi eğitimi
üzerinde özenle durmalısınız ki kendi geleceğiniz için insanı kavrayan,
dönüştüren ve değiştiren somut adımlar atabilesiniz. Geçmişin sorunları, geleceğin bulgularıyla daha iyiye ve güzele
dönüştürülebilir.
Şiir, tüm sanat alanlarında olduğu gibi, insanlığı
güzele, iyiye, yüceye yönelten sinsi bir silahtır. Daha doğrusu “Şiir, bir gerçeğin gözler önüne serilmesi
değil, gerçek ile insan arasındaki zihinsel ilişkinin notalara dökülmüş ezgisi
olmalıdır.[17]”
Bu yüzden, eğitim kurumları dahil her yerde düşük yoğunluklu sanatsal ortamı
oluşturmak ve bu ortamda bulunan çocukların umut ve düşlerini daha bilimsel,
daha gerçekçi dünya ile bütünleştirmek olmalıdır çabanız. İnsanı insana egemen
kılmaya çalışan veya insanı kul mantığına sürükleyen sistemler, çağ dışı
verilerle donatılmış aklen sorunlu kişilerin eserleridir. Bunlar, bilim, mantık
ve aydınlığın karşısında direnemezler; zamanla aydınlığın içinde eriyerek
özelliklerini yitirmek durumunda kalırlar. Çocuklarımızı ve gençliğimizi sözünü
ettiğim sorunlu zihniyetin elinden kurtarmak amacıyla atacağınız her adım
değerlidir. Bunun en kolay ve kalıcı yolu, duygularını sanat ve sanatın yapıcı
gücüne teslim etmektir. Ne kadar bilgili ve bilimsel gençliğe sahip olursanız
olun, onların bilimsel aklına ivmeyi kazandıracak olan sevgi duygusudur; olumlu
duygudur ve bu duyguları yaşanır kılan öz; şiir, resim, müzik gibi sanatların
ruhunda gizlidir.
Yıkıcı yaklaşımları yok edip sevgi dolu insana
ulaşmak için önlem geliştirmek zorunda olduğunuzu günlük yaşamda görüyor olmalısınız.
İnsanın toplumsal ve kişisel istekleri bağlamında, özgün ve özgür
yaşayabilmesi, kazanılmış insani değerler sisteminin güçlendirilmesiyle, yani
sevginin geliştirilmesiyle sağlanabilir. İşte bu noktada, olumlu ve sevme
duygusu gelişmiş dünya insanlığına ulaşmanın sırrı, sanatın gizilgücünde
durmaktadır.
Sanat evrenseldir; yazın ve onun alt dalı olan
şiir de. Dil varlıkları ve buna özdeş kültür varlıkları ile insan estetik
duyarlılığını bütünleyen, özgün kuramsal bilgiler üretmeden, şiir kendi rotasında
ilerleme sağlayamaz. Evrensel değer kazanamaz. Yani şiir, bilinci yapılandıran
ve duyguyu örgütleyen bütün bilimlerin penceresinden bakmayı gerekli kılar.
Kültürel değerler, dil ve düşünce, bunlara bağlı algı öyle bir şeydir ki
yazınsal sanatlardan sadece haz duymaz, aynı zamanda kendini geliştirir, görme
ve algılama biçimini değiştirir. Yaşam sevincini perçinler. Bu değişim,
dönüşümlü olarak sanatı, onun bütün dallarını kuramsal bilgiler üzerinde
hareket eden değerler dizgesi olarak çağın ilerisine taşır. Bütün bu değerler
dizgesindeki çaba, örgütlenebilir duygudur, yani sevme duygusudur. İnsandır,
insanın temel değeridir.
Duyguların yaşanma şeklinin üst sınırı yoktur.
Düş, düşünce ve yaratıcılık; sınırsızlığı ve sonsuzluğu gösteren sevgiye koşut
eylem biçimleridir. Düşlemin karşısında sınırlayıcı, belirleyici ve kuralcı bir
tutum sergilemek sanatta boş bir uğraştır. Sanatın devinim alanı, yeniye,
yeniliğe, inanılmaza, olanaksıza, farklıya ve farkındalığa açılan bir evrendir.
Şiir gibi pek çok sanat alanı, kurallara, durağan ve kalıplaşmış biçim ve
yaklaşımlara karşıdır, onları yıkmayı hedefler. Sanatın bu özelliğinden
yararlanarak, insan duygularını olumluya dönüştürebilir ve yaşam sevincini daha
yaşanır kılabilirsiniz. Sevginin başat kılınmasını sağlayabilirsiniz.
Genç şair dostlarım. Bizi aşan bir dünya
görüşüne, gülmece anlayışına, birey olma ve özgürlük bilincine sahip olduğunuzu
biliyorum. Daha çağdaş, akılcı, çağı insana ve gelişen koşullara göre
tasarımlayan bir sisteme doğru yol alacağınızı şimdiden görebiliyorum. Bunun
yanında “nasıl” ve “niçin” gibi soruların yanıtlarıyla sizleri oyalamak ve
sizlere yol göstermek değildir amacım. Ruhunuza ulaşmak için sizlere bir şeyler
söylemeliyim diye bu mektubu kaleme alıyorum. Yaşamın yüzümüze vura vura
kazandırdığı deneyimi, birikimi; bilim ve gerçeklikten doğmuş olan gizli
özneyi; bir kez daha sizlere anımsatmakta yarar olduğunu düşünüyorum. Yaşam
felsefemizin, varoluşumuzun ve sürekliliğimizin dayandığı gizli özne, sevgi
kavramının kendisidir. Bu, sanatsal, siyasal ve bilimsel çalışmalarınızın temel
değeri olmalıdır.
Sonuç olarak, barış ve sevgi içinde yaşanabilir
yenidünyanın kurulması, insan bilincinin kendi yaşamsal
ve varoluş değerleriyle yapılandırılmasına bağlıdır. Yaşamsal ve varoluş
değerlerini en üst düzeyde açığa çıkaran şey, sevgi ve onun türevleridir.
İnsanın asıl ereği, yaşam ve neslin sürekliliğini
sağlamak için en yüksek seviyede kendisini gerçekleştirmektir. Buna bağlı
olarak sanatın asıl ereği ise, “Sevme
duygusunu var kılarak aklın evrim sürecini hızlandırmaktır.[18]”
Sevme duygusunun altında, haz duymaktan insanın yaşama bağlılığına,
en iyi yaşamsal koşulları oluşturmaktan neslin sürekliliğinin sağlanmasına ve
aklı evrimleştirerek en güç koşulların üstesinden gelme çabasına kadar sıkı bir kararlılık saklıdır. Varoluş güdülerimiz ve
bilincimiz üzerinde konumlanan, beynimizin çalışma biçimi ile şekillenen
karmaşık bir dünyanın arasında, sanatın gücü önemli yere sahiptir; bunlar,
sizlerin beyinleri tarafından bugün olduğundan daha farklı çözümlenmeyi,
keşfedilmeyi ve daha farkındalıklı bir yaklaşım sergilemeyi beklerler.
Dilerseniz yazımı Albert
Einstein’ın kızına yazdığı
mektubundan alıntı yaparak bitirelim: Kızına şöyle der; “Son derece güçlü bir kuvvet var ki şimdiye kadar bilim bunun için resmi
bir açıklama bulamadı. Bu, tüm diğerlerini dâhil eden ve yöneten bir kuvvettir
ve hatta evrende işleyen tüm fenomenlerin arkasındadır ve bizim tarafımızdan
henüz tanımlanmamıştır. Bu evrensel kuvvet SEVGİ’dir. (…) Sevgiye görünürlük
sağlamak için, en ünlü denklemimde basit bir düzeltme yaptım. Eğer E=mc2
yerine, dünyayı iyileştiren enerjinin ışık hızının karesi ile çarpılan sevgi
vasıtasıyla elde edilebildiğini kabul edersek, sevginin var olan en güçlü
kuvvet olduğu sonucuna ulaşırız, çünkü sevginin sınırları yoktur.[19](…)”
Sevilmek onurdur; sevense
onura ait olandır. Dilerim sevgiyle büyür, seviyle yol alırsınız… 20 Temmuz 2019, Narlıdere/İzmir
İYİ HUYLU
ELEŞTİRİ
Saf Sanattan İnsana isimli kitabımın Eleştirmen ve Şiir Eleştirisi bölümünde, “iyi huylu eleştiri” tamlamasını kullanmıştım. Birkaç yıldan beri eleştirel yazılara, özellikle sosyal medyada yazınsal eleştiri alanında tutum ve tavırlara baktığımda iyi huylu eleştiri tamlamasını bir kez daha gündeme getirme gereği duydum. Gözlemlediğim kadarıyla bizler, konu şiir olduğunda eleştiri yapmıyoruz. Şairi küçümsüyor, eziyor, yarım yamalak bilgiyle dövmeye çalışıyor, deyim yerindeyse toplum üzerinden şairle kavga ediyoruz. Öteki olarak ona bir rütbe ve makam verip kendimizi rafın en ön sıralarına koyuyoruz. Bana göre bunun eylem karşılığı şudur: Yazınsal eleştiri adı altında şaire doğrudan dilsel şiddet uygulamak ve en iyisini ben bilirim tadında böbürlenmenin örtük tavrını yaşamaktır.
Durun ülkemin güzel insanları! Şair; doğaya, çevreye,
bilime, sanata ve insana duyarlı; onlarla sevgi bağıyla duygudaşlık kuran birey
demektir. Var olmak, o kadar kolay iş değildir; var olanı da yok saymak o kadar
ucuz değildir. Eleştiri bilgiyle olur, eleştiri deneyimle olur. Eleştiri
yılların insanda oluştura geldiği sezgiyle olur. Eleştiri eli ayağı tutulabilir
bir sistemle olur. İyi huylu eleştiri tamlamasını biraz daha açabilmek için
kitabımdan konuyla ilgili birkaç bölümceyi aşağıya çıkarıyorum.
İyi huylu eleştiri, sevgi ve
sevginin yoğurduğu bilimsel aklı gerektirir. Bilimsel akıl, kirli bilgi ile
temiz bilgiyi birbirinden ayırabilir sağduyulu çözümlemelere sahip çağın önüne
geçmiş akıldır. Şair ve şiir eleştirmeni de bu akla sahip şiir işçisidir, öyle
de olmalıdır. Bilginin ve bilmenin sınırı yoktur; tıpkı sanat ve şiirin
sınırsız bir evren oluşu gibi… Sanat ve şiir dünyasında keşif bekleyen o kadar
çok şey var ki bu keşiflerin yapılabilmesi için eleştirmenin de teçhizatını
kuşanıp yollara düşmesi gerekir. En önemlisi ise eleştirmenin, etik kavramını
içselleştirmiş olup olmadığı, sanata ve çağa uygun donanıma sahip olup
olmadığıdır.
(…)
Taraftarlık, görüş
farklılığı ve önyargı bir yere kadardır üretilmiş bilgi karşısında. Kendini
yetkin gören sanatçılar, gençler ve adı magazinsel olmayan kişilerce ortaya
konan bilgi ve sanatsal olguları kabul etmemekte, üretilmiş yeni bilgiyi
almamak için aşırı bir direnç göstermektedirler. Açıkçası ben bilirim
tutuculuğu yüksek düzeydedir. Daha doğrusu küçümseme, hor görme, sorgulamadan
yok sayma gibi ben büyüğüm tavırlarıdır bunlar. Tedavi edilmesi gereken çok
yaygın bir hastalıktır bu. Her bilgi ilgili alanda tanınmış kişilerden doğmaz,
iyi bilgi magazinsel değildir dostlar. Sanatsal ve şiirsel bilgi kamusaldır,
metinler arasıdır, evrenseldir, dinamiktir, farkındalıklı algı, özgün
anlamlandırma ve yargılamanın sonucudur. Gençlerin dünyayı okuma ve görme biçimleri
bizlerden daha yetkin ve daha olumludur. Yetkin ve olgun zekâlar, magazinsel
olmaktan uzak dururlar. Ortaya konan bir sanatsal bilgi veya kuramı önce okur
olarak okumakta yarar vardır. Şair önce okur olmalıdır. Her tür bilgiye eşit
mesafede durmalı ve onu süzgecinden geçirdikten sonra bir yorumda
bulunmalıdır.
Eleştiri sadece bir metin türü değildir; sanat eserinin tanımlama,
çözümleme, değerlendirme ve raporlama sürecidir. (…) Pek çok sanatçı, şair ve
eleştirmen, burada yazılanları gereksiz görüp kitabım[20]ı raflara mahkûm edecektir,
bunu ortam ve profil incelemelerinden anlayabiliyorum. Çünkü öne sürülen teknik
ve kuramları anlayıp uygulayabilmek, burada belirttiğim anlamda eleştiri
yapabilmek, çağın kirinden arınmış düşünce, bilimsel-sanatsal donanım ve
güdülenmemiş algıya sahip yolculara gereksinim duyar. Öne sürdüğüm teknik,
yöntem ve kuramlar, rastgele fırça darbeleriyle yapılan resme, dil cambazlığına
soyunan şiire, olay öykünmeciliği yapan romana eser muamelesi yapılmamasını
gösterecektir. Ayrıca okurun bilinç seviyesi yükseldikçe okur ve piyasa
gerekleri, yeterli bilimsel-sanatsal donanıma sahip olmayan sanatçı ve
eleştirmenlere yapay flamalarının gönderde asılı kalamayacağını gösterecek;
onları tekniğe, bilimselliğe, farkındalığa ve sanat bilimine yönelmeye
zorlayacaktır. Bu kitapta ele aldığım konular bugün her nasıl anlaşılırsa
anlaşılsın, sonuçta geleceğin sanat anlayışı ve entelektüel zekâsı, sanatsal
süreçte bunları uygulamak zorunda olduğunu görecek ve gereken ilgiyi zaten
gösterecektir.”
(…)
Eleştirinin hedefi okur değildir; okuru
bilgilendirmek, ilgisini çekmek ve eserin örtük alanlarını onlara görünür
kılmak anlamında etkin olabilir. Ne var ki eleştirinin hedefi, şiirin evrimi ve
şairin gelişimidir. Eleştiri, şairin eğitimi demektir. Şiirin, iyi şiir
yolculuğunda rehberidir. Anlatımdan anlama, sesten çağrışıma, coşumdan estetik
değerine kadar, şiirin bütün varlık değerlerini açmak demektir. Sanatsal değeri
ve etkinliğini görünür kılmaya çalışmaktır. Bir bakıma örneklerle okur ve
şairin önüne çıkmak, şiirin iç organlarını göstererek tanıtmaktır. Şairin;
görme, duyma, işitme ve sezgi yeteneğini keskinleştirmektir. Kısacası eleştiri
bir okuldur. Oscar Wilde ve Mehmet Fuat’ın dediği gibi “Eleştiri bir sanattır.” Kişiyle hesaplaşma alanı değildir. Ayrıca
eleştirmen de yalnızca “takdir yetkisini kullanan bir yargıç” değildir; öznel
yaklaşım olmakla birlikte eleştiri nesnel bir sisteme dayanmak zorundadır.
Öncelikle şu konuda ortak bir noktada
buluşmalıyız. Sanat; insanı yıkmak, kırmak, dökmek, değiştirmek, beynini
yıkamak ve ona doğru yolu göstermek işi değildir. İnsanda yaşam sevinci ve
yaşama kararlılığı yaratmaktır; bir anlamda estetik duyarlılığını tetikleyerek
sevme duygusunu etkin duruma dönüştürmektir. Yaşamdan zevk almasını ve yaşama
bağlanmasına katkıda bulunmaktır. Bu noktadan yola çıktığımızda, eleştiri
doğrusal olarak insan odaklı olmak zorundadır. Eserin insanda yarattığı etki
değerinin ölçümüne yönelmek demektir. İyi huylu eleştiri tamlamasını
kullanırken bir diğer maksadım, insanla sanat eseri arasındaki ilişkinin esas
alınması ve insanın en son ereğine koşut bir yöntemle çözümleme yapılmasıdır.
Birçok eleştiri kuramı var ve her kuram, bir veya birkaç açıdan eseri ele
almaya çalışır. Hangi eleştiri yöntemini uygularsak uygulayalım, ilkin
eleştirinin bir sanat olduğunu kabul etmeliyiz. Bundan sonra, eser ile okur
arasındaki ilişkinin etkinliği üzerine yönelmek durumundayız. Buna bir şeyi
daha eklemek gerekir: Eleştirinin olabildiğince nesnel olmasına dikkat etmek
zorundayız. İyi huylu eleştiri olabilmesinin altında yatan en önemli etken,
tutuculuk, bağnazlık, yobazlık ve önyargı gibi toplumsal hastalıklardan uzak
bir yaklaşımın oluşturulmasıdır. Bu da ancak ve ancak nesnel bir sistem eşgüdümünde
olacak iştir. Yani öznel eleştiri bir yere kadardır; başat olanı nesnel eleştiri
olmalıdır. Kitabımda sözünü ettiğim ve değişik yerlerde yayınlanan “Katman
Edebiyat Eleştiri Kuramı”nı bu maksatla ileri sürdüm. Amacım; inanç, ideoloji
ve ben gibi etkenleri öteleyerek, olabildiğince sanat bilimi esaslarına göre
nesnel bir yaklaşımla eleştiri yapılabilmesini sağlamaktır.
Siyasal, ekonomik ve toplumsal olaylar ile
cehaletin etkisi, toplumumuzda yüksek gerilim yaratmaktadır. Farkında olmasak
da en doğrusunu yaptığımıza inandığımız işimizde bile bu gerilimin etkileri çok
açık görülmektedir. Biriken gerilimin akması için de sağa sola saldırmak doğal
bir tavır durumuna dönüşmektedir. Yazın dünyasındaki dergi yazılarına, eleştiri
ve denemelere baktığımızda küçümsenmeyecek kadar saldırı ve şiddet içeren yazılar
görmek olasıdır. Sadece eleştiri ve sanat dünyasının kirliliği değildir bunlar;
sosyal, siyasal ve ekonomik yaşamın yavaş yavaş kirlendiğinin, sanat dünyasının
değer yitirdiğinin bir göstergesidir. İnsanın insana, meslektaşın meslektaşa
saygısını, yalnızca etik anlayış değil; çevre ve yaşam koşulları da belirler.
Bilimsel olmayan, yetkinliği konusunda kuşkulu olan ve olumlu tavır
geliştiremeyen kişiler, ister istemez yıkarak, dökerek, kırarak ve yok sayarak
kendini gerçekleştirmeye çalışırlar. Daha açık söylemek gerekirse bilimsel bir
gerçeği bile kendi anlayışına sığmadığı için görmezden gelip alışkanlıktan
devşirilen sözde egemenliğini sürdürmek isterler. Çok fazla söyleyecek şey
yoktur; çünkü bu, insan doğasının zorladığı eğitimsiz veya yetkin olmayan kişi
tavrıdır.
Altının değeri durduğu rafın
niteliği ile ölçülmez; kendi saflığı ile ölçülür. Önemli olan altının ayar
değerini ölçebilmektir. Bunu ölçmek için de donanım ve özel teknik gerekir.
Eleştiri de tıpkı altının ayar derecesini ölçmek gibi bir şeydir. Üç beş süslü
ve çeviri bilgi, ideolojik ya da dinsel olguların güdümünde yaptığınız sanatsal
yorumla eleştiri yapmış gibi görünebilirsiniz; ne var ki bunlar özgün ve yetkin
bir eleştiri olamaz. Çünkü bir şiiri değerlendirmek için onun varlık
katmanlarını açmak, örtük alanlarını açığa çıkarmak için bilimsel ilkeleri kavramış
olmak gerekir. Şiir, şair, okur üçgenindeki doğrusal ve çapraz ilişkiyi, bu
ilişkiden doğan sonuçları yakalamak gerekir. Estetik değeri ortaya koymaktır bunun uygun olanı. Bu şair benim
düşüncemden değil şu şöyledir gibi sudan nedenlerle ortaya çıkarılmış estetik
değer taşıyan bir yapıt yok sayılamaz. Benim savaşıma omuz vermiyor, benim
inancıma ters gibi bahaneler ileri süren bağnaz ya da yobaz türler geçmişte
olduğu gibi şimdi de vardır ve hep var olacaktır. Bana göre yobaz ve bağnaz
diye tanımlanan her iki duruma uyan kişiler, çağdaş ölçütlere boyu yetişmeyen,
kandırılmışlığın ve cehaletin öncü kurbanlarıdır.
İyi huylu eleştiri, yetkin ve bilimsel donanıma
sahip kişilerin yapacağı bir iştir. Şiiri ve şiirin okurda yarattığı etkiyi;
kayırma, kotarma ve yandaşlık gibi kavramlara saplanmadan ortaya koyma
sanatıdır. Eleştirmen ise başkalarından devşirdiği bilgilerle şairi ezen değil;
onu yok sayan değil, kendi yorumu ve sanat anlayışıyla sistemli bir şekilde
eserin yetkinliğini, etkinliğini ve estetik değerini ortaya çıkaran kişidir.
Sezgi, görme ve duyma yeteneği yüksek, şiirin örtük alanlarını ve anlamsal
değerini okurun önüne koyan kişidir. Eleştirmenler, toplumsal gerilimin ve
geleneğin yarattığı etkiyi öncelikle üzerinden sıyırmayı becermeliler ve bilimler
nasıl bir yol öneriyorsa o yolu izlemeye çalışmalılardır. İyi huylu eleştirinin
temelinde; sanatçı vardır, sanatın ereği vardır, bilgi vardır, tarafsızlık
vardır ve deneyim vardır; insanın içinde güzellik vardır; şiirin yaşam sevinci
yaratmak için var olduğunu kabul etmek ön koşuldur. Özgürlük vardır, bireyin
birey olma temel değerleri vardır. Kısacası iyi huylu eleştiri, şairle değil;
şiirle ve şiirin okurdaki etkisiyle uğraşmaktır. Yani şiirle, şiir gibi
sevişmektir.
Eleştiride şunlar yoktur: Kavga, şiddet, nefret,
aşağılama, hor görme, kendini öne çıkarma ve şikâyet… 21 Eylül 2019, Narlıdere
KATMAN
EDEBİYAT ELEŞTİRİ KURAMI
Yazın ve sanat tarihinin derinliklerine eleştirel gözle baktığımızda yıllanmış sorunlar içinde buluruz kendimizi. Modern sanat öncesini saymazsak 19. yüzyıl ortalarından beri evrensel ve evrimsel bir sanata doğru yol aldığımızı delil göstermeksizin söyleyebiliriz. Bugün ise bilgi ve teknolojik altyapıya sahip toplam aklın, düş olanakları ve imgelem zenginliği oranında sanat eseri ürettiğini görüyoruz. Bu arada pek çok sanat dalının da örgün eğitimi olduğunu ülkemiz ve dünyadaki eğitim kurumlarından biliyoruz. Eğitim kurumlarını, bireysel ve topluluk çalışmalarını, belediye, vakıf ve dernek gibi tüzel kuruluşlar bünyesinde yapılan sanatsal etkinlikleri de dikkate aldığımızda, aslında sanatsal ve kültürel olarak büyük bir sistemin içinde olduğumuzu söyleyebiliriz.
Sanatsal ve kültürel etkinlikler dünya genelinde pastada yüksek payı
olan teknolojik sektörler yaratmıştır. Bunlar aynı zamanda ekonomi ve toplum
davranışları ile karar süreçlerini yöneten sistemlerin ilk sıralarında
gelmektedir. Yani sanat, yeniden yapılandırmaya hatırı sayılır oranda katkı
sağlayan bir sistemler bütünüdür.
Böylesi etkin bir sistemin kendi özel alanları ve özel alanlarının da
kendi içinde eğitim, gelişim, dönüşüm ve geri bildirim (eleştiri) gibi çabaları
olmalıdır. Kültürel ve sanatsal etkinliklerin gelişmesi, dönüşmesi ve çağ ile
insanı şekillendirici özellik kazanması, uygulama ve geri bildirimle kendi
kendini yenileyebilme yeteneğine bağlıdır. Daha fazla konuyu dağıtmadan, dünya
ve ülkemizdeki genel sanat etkinliklerini bir kenara koyup, bu sürecin bir
parçası olan şiir ve şiir eleştirisine gelelim. Şiir eleştirisi, diğer dil
sanatlarında olduğu gibi edebiyat eleştirisi bağlamında ele alınabilir; çünkü
şiir dil ve yazının temel kuramlarına göre hareket eden bir etkinliktir. Ancak
şiir, roman, öykü, oyun, masal gibi diğer dallara göre daha ayrıcalıklıdır;
sanatsal yaratıcılık, dil kullanım kıvraklığı, daha kolay soyutlama özelliği,
imgelem sınırsızlığı, az söz çabası ve kural kırıcılığı açısından daha esnektir.
Bir anlamda düşüncenin ve imgelemin sınırsızlığına koşut olarak, şiir her
biçimde yoğurulmaya ve biçimlendirmeye karşı olumlu yanıt verir. Çağdaş sanatın
en temel özelliklerinden olan ve estetik biliminin de ön sıralara koyduğu,
“sanatın algıyı sarsıntıya uğratma işlevi” diğer sanatlara göre şiirde daha
kolaydır, daha vurucudur.
Şiir sanatının kendi disiplini altında örgün bir eğitiminin ve ayağı
yere basan bir eleştiri sisteminin olmadığını biliyoruz. Lise ve yazın
fakülteleri gibi örgün eğitim kurumlarındaki şiir sanatına ilişkin eğitim
kapsamı ve düzeyini açmaya hiç gerek yoktur. O yüzden şiir sanatı ve eleştirisi
konusunda bugün uygulama ne aşamadadır ve biz bu işin neresindeyiz diye
sormalıyız. Şöyle genel görünüme baktığımızda hiç iyi bir yerde durmadığımızı
kötümser olmamakla birlikte söyleyebiliriz. Bu neden böyle? Çünkü şiir sanatı, bununla birlikte eleştiri
sistemi, çok parametreli ve çok boyutlu bir etkinliktir. Donanım gerektirir,
yaratıcılık gerektirir, olgu ve olayları daha farkındalıklı okumak gerektirir;
polimat olmayı zorunlu kılar. Sadece yazın kuramları, eleştiri kuramları ve dil
kuramları veya usta çırak yöntemi uygulamalarla şiir eleştirisinde iyi
sonuçlara ulaşmak zordur.
Tespit yapmak, sorunlar hakkında şikâyet etmek veya uygulamaların
kötülüğünden, yanlışlığından dem vurmak bizi bir sonuca götürmemiştir ve hiçbir
zaman götürmeyecektir. Eğer çözüm üretmek istiyorsak, gemileri yakıp sanat
bilimine, bilgiye sarılmalıyız ve sanatsal bilgi üretmeliyiz. İnsan düşünü aşan
şiir yazmalıyız; aklı evrimleştiren sanat üretmeliyiz. Çağı aşan yeni ve altı
dolu sanatsal kuramlar ortaya koymalıyız. Her şeyden önce, sağı, solu, dini,
ideolojiyi kendi doğal yaşam alanına bırakarak, şiiri özgür bırakmalıyız ve
estetik değer taşıyan şiir yazmaya yönelmeliyiz. Neyse daha fazla uzatmadan,
sanattaki bunca sorunlara karşın ben burada şiir eleştirisi konusunda bazı
savlar ileri süreceğim ve bu savlara karşı çözüm üretmeye çalışacağım.
Çoğu eleştirmenin söylediği gibi, “şiiri okuduğunda bir şeyler
uyandırıyorsa ve biraz imge, biraz bağdaştırma, biraz da benzetme cinsleri
içeriyorsa şiir güzeldir diyebiliriz” demek bir değer taşımaz. Şiir bir sanat
eseridir; karmaşık bir yapıya sahiptir. Her şeyden önce şiir, insanın
okuyabildiği, duyabildiği ve sezebildiği dünyanın, yani insan imgelem gücünün
nesnel halidir. Şöyle söyleyelim; şiir bir sanat eseri ise önce şair, sonra
şiirin kendisi, daha sonra sırasıyla okur imgelem uzamı, ortam, zaman, okur
estetik algısı, dil ve düşünce gibi kendi disiplinlerini taşıyan olmaz ise
olmazlar vardır. Ancak şunu söyleyebiliriz; ortam ne kadar şiir üzerinde
etkiliyse zaman da benzer oranda etkilidir. Öyleyse bugün bildiğimiz okur, eser
veya sanatçı odaklı eleştiri kuramları ile diğer parça bölük eleştiri kuramları
veya deneyime dayanan pratik eleştiri yöntemleriyle, şiir gibi devasa bir sanat
eserini eleştirmek verimli sonuç üretebilir mi, bunu kendimize sormalıyız.
Mevcut yaklaşımlar ile, şiirin örtük alanlarının açığa çıkarılması, şairi ve
okuru geliştirici değer yaratması, eserin etkisinin belirlenmesi, şiirin
estetik değeri, coşum değeri, ses değeri ve anlam ve anlatım gücünün ortaya
konması teknik olarak olası mıdır? Bu konunun ayrıntılarıyla tartışılması şiir
açısından önemli bir başlangıç olmalıdır.
Eleştirinin eğitim anlamında bir işe yaramasını, sanatta
düzeltici/geliştirici geri bildirimler sağlamasını, şairin sezemediği,
göremediği dilsel ve sanatsal alanları ortaya koymasını istiyorsak deneyime
dayalı öznel eleştiri veya kişinin algı ve yargısına bağımlı parça bölük
değerlendirmeler ile olacak bir iş değildir bu dostlar. Ne yaparsak yapalım ama
konuya biraz bilimsel bakalım ve eleştirinin daha nesnel yapılabilmesi için
sistem geliştirelim. Çünkü modern üretim ve tüketim sistemlerinin tamamında
geri bildirim ve düzeltici önlemler olmaz ise olmazlar arasındadır;
önceliklidir, gelişime ve beğeniye yöneliktir. Kaldı ki söz ettiğimiz konu
estetik değer taşıması ve estetik kaygı uyandırması gereken şiirdir; hedef
insandır, maksat duyarlılık ve sevgi yaratmaktır. Niteliğe, beğeniye,
kalıcılığa, sanata, şiirselliğe ve çağdaş şiire varmanın ölçütlerinden birisi
de güçlü ve bilimsel eleştiri ile eleştirinin eleştirisidir. Eğer biz
eleştiriye daha sanatsal ve bilimsel gözle bakmazsak bugün olduğu gibi ‘ahbap
çavuş’ ilişkisini aratmayan kitap kutlama törenleri, şiir ödülü görünümünde
taraftarlara gülücük dağıtma alır başını gider. Dilsel, sessel, şiirsel ve
sanatsal nitelik taşımayan dizecikler, şiir diye eleştirmenlerimizin terkisinde
serseri mayın gibi dolaşır.
Şiire güzel demenin bir ölçütü yoktur; güzel değil demenin de bir ölçütü
yoktur; şiire güzel demek, deneyimden doğan sezgiye dayalı bir iştir derseniz, bağışlayın
ben buna inanmam. Yeterli imge, bağdaştırma, sapma, benzetme vs. gibi şiir
sanatının olanaklarını içinde barındıran bir şiire de güzel ya da şu şiirden
daha iyi diyebilmek öznel bir sonuçtur. Sağlıklı bir eleştiriden söz edeceksek,
şiirdeki etkinliği, yetkinliği ve estetik değeri sanatın öngördüğü ölçütlerle
tartmak zorundayız. Ahbap çavuş ilişkisinin önüne geçeceksek, katı aidiyet
çemberini kıracaksak, tekel olmaktan vaz geçeceksek ve bu işi şiir, sanat adına
yapacaksak, şairin ve şiirin gelişimini sağlama çabası taşıyorsak içtenlikli
olmalıyız. Bir sanat eserini veya bir şiiri “sadece anlam” açısından ele
aldığımızda bile, işin içine anlam bilim, gösterge bilim, dil bilim, fen,
sosyal ve insani bilimlerin tamamı bir çarpan olarak karşımıza çıkmaktadır. Şairin imgelem gücünün düşünce ile anlama,
oradan dille imgeye dönüşmesi, daha sonra imgelerin okurda algılanıp tekrar
imgelemle estetik kaygıyı uyandırması önemli bir süreçtir. Bu süreç kendi
disiplinleri altında incelenebilir ve ondan sonra yararlı bilgi olarak geri
bildirim sağlayabilir. Tabii ki şiir eleştirisine bu açıdan bakmak, şiirin
sanat ve insan yaşamında ne anlama geldiğini duymak ve görmekle ilgilidir.
Duyguların anlatıldığı bir söz yumağı olarak bakarsak şiire, eleştiriye gerek
yoktur. Eleştiriyi, sanatların temeli olan şiir sanatı açısından ele alırsak,
durum bugün yaptığımızdan daha fazla ciddiye alınmak zorundadır.
Yıllarını şiir ve eleştiriye adamış ustaların da şiire ve
eleştiriye katkılarını görmezden gelme lüksüne sahip değiliz. İyi şairlerimiz,
eleştirmen ve sanat biliminin çeşitli alt dalları üzerinde çalışan
düşünürlerimiz vardır. Tarihte yerini alanlar da… Şiir, daha doğrusu sanat öyle
bir şeydir ki kimse kimsenin yerini alamaz ve kimse kimsenin yerini dolduramaz.
Akademisyeni, şairi, yazarı, eleştirmeni ve düşünürü aynı hamurdan
müteşekkildir; bireysel yönü ağırdır, yaratıcılık seviyesi daha iyi olabilir
ancak birbirinden çok farkı yoktur. O nedenle tekelciliği, düzeltme hastalığını
ve şiiri ben bilirimciliği öteye itip, şiir ve şiir eleştirisini daha yetkin
verilerle ele almalıyız. Eleştiriyi ciddi bir iş olarak görüyorsak, şiir
sanatının olmaz ise olmazları arasında görüyorsak daha yetkin, altı dolu ve
bilimsel çözümler ileri sürmeliyiz. Şiir eğlence için yazılan bir sanat
etkinliği değildir. Şiir bütün
sanatların temel değerlerini taşıyan kocaman bir sanat evrenidir; insan
dünyasını ve estetik kaygısını müzikten sonra en kolay ele geçiren düşünce-dil
sanatıdır.
Neyse konuyu çok uzatmayalım. Ben bu konu üzerinde uzun zamandan
beri çalışıyorum. İleri sürdüğüm çözüm önerisini kısa ve anlaşılır biçimde
sizlerin bilgisine sunmak istiyorum. Bu
yazıda ileri süreceğim öneri zor ve uygulaması oldukça ayrıntı gerektiren bir
bütündür.
“Katman Edebiyat
Eleştirisi”den söz edeceğim. Katman
Edebiyat Eleştiri Sistemi, aynı zamanda bir kuram olabilme özelliklerine
sahiptir. Ancak bu kuramın açıklaması bir kitap büyüklüğündedir ve ben
burada ön bilgi anlamında özet olarak açıklayacağım. Bu kuram, Şiir Çözümleme
Tekniği[21]
diye yine benim önerdiğim kapsamlı bir sistemin üzerinde uygulanabilir,
izlenebilir ve genellenebilir sonuçlara yönelmektedir. Katman Edebiyat
Eleştirisi Kuramının ayrıntılarını ortaya çıkarabilmek için, özellikle “şiir
sanatı” ele alınmıştır; çünkü şiir duyusal ve nesnel yapısı bakımından, sanat
eserlerinde olması gereken tüm katmanları görünür biçimde içinde taşır ve
bunlar şiir sanatı ile daha kolay açıklanabilir. Sanat eserlerinin tamamında,
nesnel ve duyusal olarak var olan içsel ve dışsal varlık katmanlarını şiir
çözümleme tekniğine dayanarak sanat bilimi, sosyal ve insani bilim veriler
ışığında görünür kılmaya çalışır. Şiir Çözümleme Tekniği, şiiri katman[22]lara
ayırır, katmanları da tabaka[23]
veya eksen[24]lere
ayırarak ilgili tabakaları kendi disiplini içerisinde şair, okur, eser, zaman
ve ortam çarpanlarını dikkate alarak çözümlemeye yönelir. İşte Katman Edebiyat
Eleştirisi, Şiir Çözümleme Tekniği ile daha nesnel, daha tarafsız, bilimsel ve
sanatsal eleştiri biçimidir. Aslında bu teknik şiir için tasarlanmıştır; ancak
yazın evreninin her alanına uygulanabilir ve diğer tüm sanat türlerine de
uygulanabilme yeteneğine sahiptir.
Katman, herhangi bir sanat eseri veya şiirin varlık alanlarını kendi
kapsamında ve ilgili disiplinlerle incelemek için sınıflandırmadır. Katman,
şiiri oluşturan duyusal, nesnel, içsel ve dışşal tüm varlık alanları ile
özelliklerinin belirlenebilmesi için kullanılan bir terimdir. Tabaka ve eksen
ise, katman iç yapısını daha özelleştirebilir birliktelikler olarak düşünmek
gerekir. Tabaka ve eksenler katmanı, katmanlar bir bütün sanat eserini var
ederler. Tıpkı insan yaşamının belirli ruhsal ve fiziksel katmanlardan oluştuğu
gibi. Katmanlar, aynı zamanda birbirinden ayrıştırılabilir, belli disiplinler
altında ele alınabilir ve kendi içinde tanımlanabilir özellikler
barındırmaktadır. Örneğin ses katmanının ses bilimi ile incelenebileceği gibi.
Ancak katmanların birbirinden bağımsız tek başlarına işlevleri şiirsel ya da
sanatsal bir sonucu doğurmazlar.
Şiiri varlıksal bir bütün kabul edersek, nesnel ve duyusal varlıklarını
oluşturan katmanları tek tek özelikleriyle birlikte çözümlemek durumundayız.
Öznel inceleme, eleştirmenin sanatsal deneyimi, dünya algısı, inanç ve değer
yargılarına bağlıdır. Oysa nesnel şiir incelemesi, bilgi disiplini durumuna
dönüşmüş kuramsal şiir bilgisini, dil özelliklerini, sanat felsefesinin
öngördüğü sanatsal verileri, estetik biliminin öngördüğü bakış açısını
gerektirir. Yani sanat bilimi açısından tarafsız bakış gerektirir. İster
istemez şiiri bu değerlerle incelediğimizde, eleştirmenin öznel yargılarını bir
anlamda daha kanıtlanabilir noktaya taşıyacağız demektir. Bir şiiri değerlendirirken
deneyim ve dünya algısına bağlı öznel yargı olmak zorundadır; ancak nesnel
yargı ile ayırt edilebilir konuma taşımak daha analitik bir yaklaşım olur.
Aslında şiir çözümlemesinde yöntem ve uygulama alanı olarak en somut
getirilerinden birisi, şiir eleştiri konusunda bir adım daha ilerlemek ve
eleştiriyi daha bilgi bazlı duruma dönüştürebilmektir.
Katman kavramını, Nicolai Hartman, Roman Ingarden, Özdemir İnce, Baki
Asiltürk ve Mehmet Yalçın kitaplarında katman ya da tabaka biçiminde
kullanmışlardır. Burada benim belirttiğim katman ve tabaka kavramı farklı bir
anlamda değildir; ancak sanatsal terim olarak daha genişletilmiş ve bütünüyle
benim yorumlarımla şekillenmiş bir yapısallığı söz konusudur. Bir anlamda
katman terimi, daha özelleştirilmiş, kavramlaştırılmış, somutlaştırılmış,
anlaşılabilir ve görünür hale dönüştürülmüştür. Özet olarak, bir şiir ya da
sanat eserini oluşturan ve olması gereken bütün özellikler katmanların
bünyesinde saklıdır. Bu teknik, şiirin/eserin sanatsal, duyusal, nesnel tüm varlıklarını
ortaya çıkarmaya, tanımlamaya, incelemeye ve kullanılabilir hale dönüştürmeye
yöneliktir.
Bilindiği gibi şiir üç ana sütun (katman) üzerine kurulur; bunlar
“anlam, anlatım ve ses”tir. Bu sütunlar, nesnel ve fiziksel katmanlardır. Bir
şiirde aynı zamanda duyusal katmanlar vardır ve bunlar birbiri içinde ve
birbirini ivmeleyerek toplam sinerjiden sanatsal anlatımı doğururlar. İşte
şiirdeki hem duyusal hem nesnel hem de biçimsel katmanları bir bütün ve
birbirine etkileri açısından incelemek ayrı bir sanat çözümleme tekniği
gerektirir. Yani yukarıda söz ettiğim ‘şiir çözümleme tekniğini gerektirir.
Şiir çözümleme tekniği ise bir şiiri her açıdan inceleme esasına dayanır. Bu
esaslar çerçevesinde şiirin etkisini, yetkinliğini, anlam, anlatım, çağrışım, ses,
coşum değerlerini insan bilimleri ve estetik bilimi açısından bir bütün olarak
ele alır. Sonuç olarak bir şiirin estetik değerini, şiirsel değerini ve
kalıcılık değerini ortaya koymaya çalışır. Dinamiktir (devimsel); her akım, her
ekol ve her yaklaşım biçimine karşı sınırlamaksızın yanıt verebilme yeteneğine
sahiptir.
Sonuç olarak, “Katman Edebiyat
Eleştiri Kuramı” genellenebilir, izlenebilir, kanıtlanabilir ve her
uygulamada daha nesnel sonuçlar ortaya koyabilir. Şiir çözümleme tekniğine dayanır
ve katman yöntemi ile şiirin nesnel ve duyusal varlıklarını açmaya yönelir. Bu
kuram, eleştiri için elimize çoğunlukla net ve sanat felsefesinin de öngördüğü
sağlam veriler sunar. En azından öznel eleştiri ağırlığını azaltmaya çalışır.
Bu esaslar çerçevesinde eğer bir şiir veya bir şiir kitabını eleştirmek
istiyorsak, öncelikle şiir çözümleme tekniğine başvurmak zorundayız. Biçim
katmanından estetik katmanına kadar ayrı ayrı bilimsel verilerle ele almalıyız.
Bu tekniğin şiir çözümlemesinde ele aldığı konular, yaklaşım ve inceleme
biçimi, en az hata, en geniş uzagörüm ve “en az delilsiz yargı” esasına
dayanır. Eleştirmenin hem sanatsal hem şiirsel hem de diğer sosyal ve insan
bilimlerinin disiplinlerine başvurusunu gerektirir. Örneğin şiirin “estetik katmanı”nı
incelemek istiyorsak, önce bunu tabakalara ayırırız. Şöyle ki, “şiirdeki estetik değer tabakası, okurdaki
estetik algı tabakası ve durumsal (zaman, ortam, bilgi) estetik değer tabakası”
olmak üzere üç aşamada estetik biliminin öngördüğü esaslar çerçevesinde ele
almak durumundayız. Burada öne çıkan konu şudur; estetik bilimini bilmeyen
eleştirmen bu tabakaları istenen ve inandırıcı bir biçimde çözümleyemez. Bu
yolla yapılacak bir eleştiri ve sonuçları, şiire olası her açıdan bakmayı,
incelemeyi, çözümlemeyi, değerlendirmeyi zorunlu kılar. Şiirdeki her bir katman
ile bunların tabakaları, ilgili konunun disiplinlerine ve güncel verilerine
başvurmaya zorlar. Sonuç olarak, bu eleştiri yaklaşımı, ahbap çavuş ilişkisini,
ben bilirim yargısını, bizim köydendir ayrıcalığını, öznel eleştiri hatalarını
çoğunlukla bertaraf edebilme yeteneğine sahiptir; güçlü deneyim gerektirir.
Oscar Wilde ve Mehmet Fuat “Eleştiri bir sanattır.” der. Doğrudur
katılıyorum; ancak eleştirinin sanat niteliği kazanabilmesi için eleştirel
süreçte sanatsal bilgi, bilim ve deneyime gereksinim vardır. Eleştiriyi taraftarlıktan,
alaylı gelenekten, aidiyet kayırmacılığından ve dedikodu mantığından kurtarmak
gerekir. Rüzgârın yönüne göre şekillenmeyen bilinçli ve deneyim sahibi
eleştirmen yetiştirmek gerekir. Eleştirmenin görme, duyma, yaratıcılık ve sezgi
yetileri ile sonuçlarını sanatçıya aktarması için geri bildirim kanallarını
daha çekici kılmak gerekir. Eleştirmene karşı olumlu algı yaratmak,
güvenirliğini (bilgi, deneyim, eleştiri sistemi, tarafsızlık, yeterlilik
kapsamında) pekiştirmek üzerinde durulması gereken öncelikli konulardır. Daha
açık söyleyişle, eleştiriyi bir okul veya sanat eğitim kültürü olarak düşünmek
ve konuya bu açıdan yaklaşmak demek, sanata yeniden dönmek ve aydınlanmanın
yoluna koyulmak demektir. Mayıs 2018
“Türkçeyi yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmak her aydının görevidir.” Yalnızca etkilendiği dillerin boyunduruğundan kurtarmak yetmez; aynı zamanda Türkçenin gelişimi için, düşünce-duygu-eylem boşluklarını bulup yeni kavram-terim-sözcüklerle dildeki anlatım olanaklarını artırmak gerekir. Dilimizdeki düşünce, duygu, eylem ve bunların yaşanma/oluş biçimindeki tanımsız alanlar saptanmalı ve tanımlanmalıdır. Saptanan boşlukların yerine; ses, anlam ve duygu değerine uygun yeni sözcükler üretilmelidir.
Türk diline
karşı son derece duyarlıyız. Onu istediğimiz gibi yönetip istediğimiz şekli
verebileceğimizi düşünürüz genellikle. Yanlış kullanım ve yazımlarda dil elden
gitti, dile sahip çıkmıyoruz gibi yakınmalar ve suçlamalar ile sık sık
karşılaşıyoruz. Kimlik anlayışı, saplantı, önyargı, geleneksel bilgi ve öngörüye
dayalı olası gerekçelerle, dil ve dilsel süreci değiştirebiliriz diye
düşünüyoruz. Türkçeyi doğru kullanır ve kurallarına göre yazarsak önemli şeyler
yaptığımız algısıyla haklı olarak kendimizi daha mutlu duyumsuyoruz. Haklı bile
olsak, bunların yeterli ve sanıldığı gibi işe yarar şeyler olmadığını
biliyoruz; en azından deneyim ve sonuçlarından. Ayrıca dilin bilimsel
alanlarına egemen olmayan çoğu eğitimci ve önde gelenlerimiz, zorlamayla Türk
dilinin özleştirilebileceğini, zenginleştirilebileceğini ve
geliştirilebileceğini düşünmektedirler; dahası bilimsel temele dayanmayan
çıkarımları çevresine sürekli dikte etmektedirler. Bunun yanında haklı olarak
basın ve yazın dünyasındaki insanları yanlış kullanımından ötürü azarlamakta,
yok saymakta, sınıflandırıp dışlamaktadırlar.
Türkiye
Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana (On dokuzuncu yy. sonlarından beri demek
daha doğru olur.) Türkçenin geliştirilmesi için yoğun ve haklı bir savaşım
verilmektedir. Bu uğurda emek verenler, bizlerin saygıyla önlerinde eğileceği
aydınlarımızdır. Türkçeye katkıları büyük hizmettir. Ayrıca, Türkçenin “özleşmesi, zenginleşmesi ve gelişmesine” katkı sunan
her bireyin önünde saygıyla eğiliyorum. Çünkü dil demek; düşünce evreninin
genişliği; duyguları yaşamanın tanığı; yaşamı algılamanın ve duyumsamanın temel
bileşeni; yaşamın estetik değeri; oluşturacağımız yaşam alanının niteliği;
insan olmanın özü demektir. Bilim ve gelişimin temel bileşenidir. Aklın
evriminde, geleceğin ve yeni dünyanın yapılandırılmasında, en güçlü etkendir.
Bu yazıda
dil çalışmalarındaki süregelen eksiklikleri, başarıları veya yöntemleri bir
yana koyup farklı bir bakış açısıyla düşünelim istiyorum. Geleneksel
uygulamalardan bağımsız, çocuklar gibi safça sorular sorup yeni bir bakış açısı
ortaya koymaya çalışalım. Metinde önerdiğim veya açıklamaya çalıştığım konular,
daha önce üzerinde çalışılmış veya yeniden sorgulanmayı gerektiren konular
olabilir; bunun yanında hiç ağzı açılmamış konular da… Geleneksel ve alışılmış
bilgiden bağımsız, sizlerle birlikte sesli düşünelim. Çünkü ileri süreceğim
değişkenler ve yaklaşım, dil çalışmalarında ele alınması gereken değerler
dizgesinde değişim gerektireceğini umuyorum; mantıksal ama doğrusal bir
yaklaşım olmayacağını söyleyebilirim.
Dilin
düşünce ile özdeş olduğunu dikkate alarak, dilin düşünceyi, düşüncenin de dili
geliştirdiği gerçeğini ayrıntılı irdeleyip ne tür varsayımlar ileri
sürebiliriz? Bu varsayımlar üzerinde dil çalışmalarına daha farklı nasıl
yaklaşabiliriz ve nasıl yaratıcı çalışabiliriz? Hedef; dilin geliştirilmesi mi
olmalıdır, yoksa düşüncenin geliştirilmesi mi olmalıdır, sorularını kendimize
sormalıyız. Tersinden düşünüp düşüncenin geliştirilmesi varsayımını hedef
olarak ele almış olursak altından neler çıkar, ayrıntılı incelemeliyiz.
Dilde "özleştirme
(arıtma), zenginleştirme ve geliştirme” diye üç ayrı kavram kullandım. Sözünü
ettiğim üç kavramın önemli olduğunu düşünüyorum ve bu sınıflandırmayı yapmamız
gerektiğine inanıyorum; öz ile önemi birbirinden ayırabilmek için. Bu üç
kavramı açıklamadan önce üzerinde çok durulmayan bir soruyu yeniden düşünmenizi
istiyorum; her ikisi de birbiri içerisindedir deme kolaylığına kaçmadan. Soru
şudur: Dil çalışmalarında ‘hedef, düşüncenin geliştirilmesi mi olmalıdır,
dilin geliştirilmesi mi olmalıdır?’ Başka bir biçimde soralım; hedef, dilin
geliştirilmesi yerine düşüncenin geliştirilmesi olursa; dile ilişkin
sorgulanması gereken ögeler ne olur? Daha özel bir soruyla pekiştirelim sorunun
bağlamını; hedef, düşüncenin geliştirilmesi olup bu açıdan dil gelişimine
yönelirsek, sorgulanması gereken değerler dizgesi nasıl bir görünüme kavuşur?
Kısacası, günümüzdeki çalışmalara nasıl yön verir? Türkçenin gelişimine ivme
kazandırır mı? Somut ve verimli bir şeyler üretebilir miyiz?
Dildeki
sözcüklerin üretilmesi, dilbilgisine uyumu, anlamsal çerçevenin belirlenmesi,
halk arasında kullanımı ve yaygınlaşması ile uğraşırken bir anda bunları bir
kenara koyuyorsunuz ve temel değişkeniniz “düşünce” oluyor. Bu durumda, “Ne
yapalım ki düşüncenin evrenini genişletelim ve dilimizi evrim sürecine sokalım”
diye karşınıza bir soru çıkıyor. İşte bu
sorunun şemsiyesi altında farklı bir düşünce ve yaklaşım belirlemeye çalışalım.
Bütün bilinenleri bir kenara bırakmadan onların üzerine oturarak ve onlardan
yararlanarak; önyargı ve ben bilirimciliğe düşmeden nasıl daha geniş bir açıyla
düşünebiliriz? Birlikte beyin fırtınası yapalım…
Dil gelişimi
için “düşüncenin geliştirilmesi varsayımı”nı baz aldığımızda karşımıza
ne gibi sorular çıkacaktır? Dünyanın bir noktasına her yönden gidilebildiği
gibi hedef belirlendikten sonra ona ulaşmanın yolu sayısızdır. Özellikle açık
dokulu kavramlarda bunun sayısı yoktur ve doğrunun doğruluk değerine çeşitli
yöntemlerle ulaşılabilir. Metinde önereceğim hususlar da bunun gibi bir şeydir.
Doğru tek değildir; yaklaşım yolu sayısızdır. Durağanlık varsa bir yerde,
yaratıcılığı ve çözüm önerilerini sürekli kullanılan yolların dışında aramak
gerekir. Umarım böyle bir yaklaşım daha verimli bir sonuç ortaya koyabilir.
Şimdilik bu
soruları bir kenara koyalım ve dil çalışmalarında kullandığımız özleşme,
zenginleşme ve gelişim kavramlarını düşündüğüm şekliyle açalım isterim. Çünkü
konu dil olunca bu kavramların arasındaki ilişki ve birbirinden bağımsızlıkları
önem kazanmaktadır. Özleşme deyince aklımıza ilk gelecek diğer bir tanımlama
Türkçenin arıtılmasıdır. Bir anlamda, yabancı sözcüklerin kullanımdan
uzaklaştırılarak yerine dilbilgisi kurallarına uygun üretilen yeni bir sözcüğün
kullanıma sokulması olarak düşünülür. Bu tür çalışmalar, Türkçenin gelişmesi ve
zenginleşmesine katkı sağlar mı? Elbette
sağlar; ancak ileride açıklayacağım gibi yeterli bir sonuç üretir mi, işte bu
tartışılmalıdır.
Var olan ve
kullanılan bir sözcüğün yerine yeni bir sözcük türetiyorsunuz ve bunu kullanıma
sokuyorsunuz. Yerleşmiş, deyimleşmiş, kavramsal alanı oluşmuş, kalıplaşmış,
yaygın ve anlamsal çerçevesi anlaklara tam oturmuş bir sözcüğe sen benim
değilsin-ki değil- sen git diyorsun ve yerine kapsamı tam oturmamış bir sözcüğü
koyuyorsun. Zamanla bu sözcük anlam alanıyla birlikte halk ağzına yerleşiyor,
kavramsal alanı oluşuyor, deyimlere giriyor, yaygın olarak kullanılıyor.
Örneğin “edebiyat” yerine “yazın” sözcüğü gibi. Yani simgeyi başka bir simge
ile değiştiriyoruz ve çok iyi iş yaptık diye övünüyoruz. Bu çalışma Türkçenin
gelişimi için ne kadar etkilidir? Buradaki asıl soru budur. Ancak şöyle bir
soru sormak istiyorum: Zaten var olan sözcüğün yerine yeni bir sözcük üreterek
yerine koymanın Türkçeye kazandırdığı açı, yol ve düşün uzayı ne kadar
verimlidir? Bu çalışma yeterli bir çalışma mıdır? Var olan bir şeyin yerine
daha yenisini koymak, kişisel görüşleri tatmin dışında başka ne gibi yararlar
sağlar? Hırslarımıza yenilmeden bu konuyu sorgulayalım. Bu tür çalışmaların
Türkçeye çok şey kazandırdığını biliyoruz. Yeni yeni kavram ve düşünce alanı
yarattığını biliyoruz, ancak yeterli bir çaba mıdır, düşünmeliyiz. Ülkemizin
eğitimcilerinin üzerinde özenle durduğu, dildeki gelişimi salt buna
bağladıkları için özleşme konusunu özellikle sorguluyorum. Özleşmenin başarılı
olması ve yaygın olarak kullanılması durumunda Türkçede bütün sorunların
çözüleceğini düşünen ve kendisine dil uzmanıyım diyen, büyük bir çoğunluğun
varlığını biliyoruz. Kullanılan bütün sözcükler benim özümden doğan, kök ve
ekleriyle benim olan; deyimler, sözcükler, terimler ve kavramlar olsun
istiyoruz. Altı yüz bin Türkçe sözcük ve birçok deyim; özümüzden,
kültürümüzden, sesimizden, gereklerimizde ve değerlerimizden doğsun istiyoruz.
Haklıyız da. Ben de öyle istiyorum. Çünkü her bir sözcük, özümüzden doğan
değerler ve ürettiğimiz kültür varlıklarımızın birer gösterenidir. Ürettiğimiz
bir değerin karşılığıdır. Bu çabaya sonuna kadar katılıyorum; ancak ayrıksı
düşünerek Türkçenin gelişimi için daha etkin bir yöntem bulabilir miyiz?
Açık
söylemek gerekirse dilin özleşmesi, dilin gelişimi için devede kulak bir
çalışmadır, diye düşünenlerdenim. Yineliyorum; bu yöntemle az şey yapılmadı;
Türkçemiz çok fazla sözcük kazandı. Bu sözcüklerin bir kısmı birebir yerine
kullanılan sözcükle aynı anlama gelirken pek çok sözcüğün anlam alanı
genişleyerek düşüncedeki boş alanları dolduran kapsamlı sözcükler oldu. Düşün
ve fikir sözcükleri gibi. Bir anlamda düşünme yeteneğinin sınırlarını
genişletti. Bu durum ister istemez dilin zenginleşmesi ve gelişimine katkı
sağladı.
Yazınsal bir
metin üzerinde çalışırken, sözcükler düşüncenizden aktığı dizgeyle oluşur ve
diğer dillerden geçmiş sözcükler çoğu zaman gelir takılır; örneğin Farsçadan
geçmiş şu sözcük mü yoksa bu yeni üretilen sözcüğü mü kullanayım diye ikileme
düştüğünüz anda tüm yoğunlaşmanız yok olup gider. Okurken de aynı durum söz
konusudur. Bu, bir sayfalık metinde onlarca kez karşılaştığım bir durumdur.
Şiir yazarken de aynı sorunu yaşamaktayım. Yani bu ikilem, yazınsal metinleri
önemli derece etkilemektedir; kendi deneyimimdir. İnsanlarda tutuculuğun yok
edilmesi için dil gelişiminde paradigma (değerler dizesi) değişiminin
gerekliliği ilk olarak burada kendini göstermektedir. Sen şu sözcüğü kullandın
ben bu sözcüğü kullanıyorum türündeki mahalle baskısını halkın sırtından
indirmek gereğini düşünenlerdenim. Çünkü dil zorlamayla yönlendirilen bir konu
olmaktan çıkmalı ve kendi rayına bırakılmalıdır; raylar uzaktan kumanda
edilmeli, bilimsel olarak kontrol edilmeli ve tüm bilimlerin ilkelerine dayandırılmalıdır.
Kullandığı sözcüklerle insanları sınıflandırmak, çağın koşullarına uymayan bir
tutum olarak geliyor bana. Ayrıca sözcük kullanımı ve anlatım biçimi kişinin
bilinç düzeyiyle ilgilidir; bu durumda kişinin anlatım ve sözcük kullanım
kararını kısıtlayıcı tutum takınılmamalıdır; çağdaş olabilmenin ilk kuralı,
insanın diline, düşüncesine ve tutumuna saygıdır.
Üretilen ve
türetilen her sözcük yeni bir sözcüktür; kullanıma sokulabilmişse. Bu çok iyi
bir şey ve dile önemli bir katkıdır. Aynı zamanda dilin gelişiminde de
etkilidir. Bu alan, çaba harcanması gereken bir alandır; diyeceğimiz bir şey
yok. Ancak bu tür bir yaklaşım bana göre yetersizdir; dilin zenginliği ve
gelişimi için yeterli kazanımı sağlamazlar. Şunu söylemek istiyorum; var olan
sözcüğün yerine değişik ses ve hecede yeni bir sözcük koymak, dilin gelişimi
için yeterli sonuç vermez. Asıl ele alınması gereken konu; düşünce, olay,
olgu, duygu, durum ve harekette yaşanan/olan boşlukların yerine sözcük
üretmektir.
İkinci
önemli kavram ise dilin “zenginleşme”sidir. Bu, dilin özleşmesine göre daha
kapsamlı bir konudur. Ayrıntısına girmemiz gereken bir alandır. Zenginleşme
deyince dilde kavram ortaya koyma, sözcük çoğalması ve sözcüklerin anlam
alanlarının genişlemesi, diye algılamak gerektiğini bir kez daha vurgulayalım;
çünkü dilin zenginleşmesi dil gelişiminin altyapısıdır. Bununla ilgili ele
alınması gereken üç ayrı konu vardır:
Dünyanın herhangi bir yerinde üretilen bilgi
varlığını; dilbilgisi kurallarımıza, anlam, ses, duygu değeri ve anlam köküne
uygun dilimize Türkçe sözcük olarak kazandırılmasıdır. Örneğin bilgisayar gibi…
Bu son zamanların göz ardı edilen konusu olduğunu biliyoruz ve toplum
kendiliğinden bunların bir kısmını benzetme yoluyla Türkçeye kazandırmaktadır.
Bu ayrı bir sorundur ve kurumsal girişim ve yönlendirme gerektiren bir
durumdur. Yani kurumsal yapı gerektirmektedir; Türk Dil Kurumu gibi… Bilindiği
gibi üretilen her teknik, sistem, yöntem, olay, olgu, nesne; kendi kavram,
terim ve sözcüklerini üretmek zorundadır. Her kültür varlığı, simge
aracılığıyla dünya dillerinde tanımlanır. Bu evrensel bir olaydır. Dış dünyada
tanımlananlar, dilimize kazandırılırken sokaktaki insanın söylemiyle değil;
kendi özümüze, dilbilgisi kurallarına ve konuşma ezgimize uygun tanımlanması Türkçenin
bilim dili olması ve anlamsal alanın kolay kavranması için önemli olduğunu
düşünüyorum. Arapça ve Farsça sözcüklerin boyunduruğundan dilimizi kurtarmaya
çalışırken diğer yandan Türkçeyi batı dillerinin egemenliğine sokuyoruz. Bu,
özellikle üzerinde durulması gereken bir konudur.
Sözcüğü
olmayan ancak yaşanan durum, eylem, olay, olgu yerine yeni sözcük üretmektir.
Üretmek sözcüğünü açalım. Sözcük üretmek; yeni bir buluşun, tanımlanmamış bir
duygunun, duygunun yaşanma biçiminin, olgunun/eylemin oluş biçim ve çeşidinin,
düşüncede yaşanan/olan/var olan bir boşluğun, yeni bir tasarımın tanımlanması
ve isimlendirilmesi sonucu, düşünce varlığının gösterenenini ortaya koymaktır.
Bu konuyu duygular veya zihni durum
eylemlerinde de açıklayabiliriz; daha somut olduğu için hareketler üzerinden
açıklamaya çalışalım. Örneğin, insan elinin bilekten aşağı kısmının on dört
serbestlik derecesi vardır, yani elin parmaklarla birlikte on dört farklı yöne
hareket yeteneği vardır; parmakların birbirleriyle olan hareket ilişkisi
vardır; bu hareket yeteneği ile çeşitli şekiller oluşturulabilmektedir. Bunlardan
yalnızca birkaçı Türkçede isimlendirilmiştir; zafer işareti, tamam işareti (bu
söyleyişler bile en az çaba yasası ve temiz dil gereği sıkıntılıdır), “yumruk”
gibi… İşte buradan başlanıp yaygın kullanılan hareketleri; görünümüne, anlamına
ve sesine uygun tanımlayıp yeni sözcükler üretilerek kullanıma sokulabilir veya
önerilebilir. Daha açık söylersek, yaşanan, duyulan, yapılan bir
eylemin/duygunun/durumun tanımlanmasında Türkçede oldukça fazla boşluklar
vardır ve bunlar tanımlanarak yeni sözcüklerle anlatılabilmelidir. Eylem,
durum ve duygu durumu ile yaşanma biçiminde var olup sözcük olarak
kazandırılmamış boşlukların tespit edilip tanımlanması gerekir. İşte bu boşlukları
tanımlama, düşünce sınırlarını genişletme eyleminin önemli bir parçasıdır.
Başka bir şekilde söylersek, boşlukları tespit edip düşünme hızına,
derinliğine, genişliğine ve özgürlüğüne daha fazla katkı yaparız.
İki veya
daha fazla sözcükle açıklamaya çalıştığımız; durum, olay, olgu, eylem, nesne ve
duygu durumunu tek sözcükle çözmenin yolları aranmalıdır. Örneğin anne sevgisi.
Anne sevgisi dünyada önemli ve başat bir duygunun yaşanma biçimidir ve biz bunu
tek sözcükle anlatamıyoruz. Bunu tek sözcükle anlatabilsek, doğrusal olarak bu
sözcüğün türevleri oluşacak ve karşımıza yeni anlatım olanakları doğacaktır.
Dil uzmanları, bilinenleri bir kenara koyup dil üzerinde ayrıksı bir bakış
açısıyla düşünmelilerdir. Çünkü birkaç sözcükle tanımlanan bazı konular tek
sözcükle anlatılabilir; böylece beynin çalışma süresini biraz daha
azaltabiliriz. Temiz dili diğer bir deyişle temiz Türkçeyi yaratabiliriz.
Bilindiği gibi beyin en kısa zaman, var olan en az bilgiyle anlamlandırma ve
tanımlama yöntemiyle çalışan bir organdır. Bu yüzden dilde sadelik önemli bir
konudur. Leonarda Da Vinci’nin söylediği gibi “Sadelik, en yüksek gelişmişlik
düzeyidir”, çağdaşlıktır. Dilde en kısa yoldan anlatıma yönelmek, en az çaba
yasası gereği dile yapılabilecek en büyük katkı olur demek yanlış olmaz
düşüncesindeyim.
Duyguların
yaşanma ve görünme biçimi o kadar çok çeşitlidir ki bunları nitelendirmeye/isimlendirmeye
kalkarsak yüzlerce sözcük üretebiliriz. Gülmenin sayısız biçimini
isimlendirebiliriz veya nitelendirebiliriz. Düşünme süresinin kısaltılması ve
sadeleştirilmesi için fazla sözcük kullanmadan sorunu anlatabilecek altyapının
kurulması, sözcüklerin anlam ve ses uyumuyla üretilmesi ve kullanımı
önerilmelidir. Yürümeyle koşma arasında farklı eylem biçimleri vardır; bunları
değişik nitelendirmeyle veya birkaç sözcük kullanarak tanımlamaya çalışıyoruz.
Oysa hızlı yürüyüş eylemini tek bir sözcükle belirtirsek, bu sözcüğün ekleriyle
birlikte birçok türevi ortaya çıkacaktır. Bunun anlamı, Türkçeye yeni yeni
sözcükler kazandırmak ve düşün evrenini genişletmek, dolaysısıyla dil evrenini
genişletmek demektir. Düşünme ve söyleyiş süresini kısaltmak ve yeni sözcüğün
anlam alanıyla düşünce de anlatım derinliği kazandırmaktır. Beynin
anlamlandırma süresini kısaltmaktır.
Dilin
zenginleştirilmesi konusuna olağan bir bakış açısıyla değil; düşüncenin
geliştirilmesi yönüyle bakılırsa karşımıza daha farklı sorgulanması gereken
konular ve özel çalışma alanları çıkar. Örneğin, düşünme sürecini kısaltmak ve
beynin anlamlandırma yetkinliğini artırmak için dile kazandırılması gereken
özellikler neler olabilir sorusu gibi… Var olan sözcüğün yerine sözcük türetmek
değil; nesne, durum, ilişki, eylem, duygu durumu ve bunların dilde
yaşanma/kullanım biçimlerinin tanımlanmasını kapsayan sözcük üretmek
gerektiğini düşünebiliriz. Sözcükler, yalnızca gereksinimden
doğmazlar/üretilmezler. Bugün beynimizin tanımladığı ancak sözcükler ile
anlatamadığımız o kadar çok şey vardır ki bunları somutlaştırma yönüne
gidebiliriz. Var olanı görüp-anlamlandırıp dilde tasarımlama yolunu açan bir
yaklaşım sergileyebiliriz. Bu durumda, bilimlerin bize sunduğu olanakları
sonuna kadar kullanmak zorunda kalırız ki o zaman temele dayanmayan ve sıradan
yaklaşımları öteleyebiliriz.
Dil
çalışmalarında temel değişken “düşüncenin geliştirilmesi” varsayımı ile yola
çıkar ve bu değerler dizgesi üzerinden sorgularsak dilin eylem/duygu/olay/olgu
boşlukları ile uğraşırız; bu tanımlanmamış bir şeyin üstüne gitmek olur ki
gelişmenin en etkin biçimidir. Soyut veya somut
hareket-nesne-eylem-duygu-olay-olgu boşluklarının sorgulanması; düşüncenin
genişletilmesi, düşünceye yeni yeni alanlar yaratılması demektir. Sorgulama
hızını artırmak, düşüncenin genleşmesini sağlamaktır. Düşüncenin evrilmesi,
dilin uzamının genişlemesi ve yeni anlam alanlarına açılması demektir.
Üzerinde
düşünülmesi gereken bir diğer konu şudur: Bilindiği gibi insanın, doğanın ve
nesnenin; bazı eylemleri, davranışları, duyumları, sözcüklerle
anlatılamamaktadır. Yaptığımız, duyduğumuz ve gördüğümüz, düşündüğümüz her şeyi
ne oranda sözcüklerle anlatabiliyorsak dil o kadar gelişmiş demektir. Türkçe
çok zengin bir dil olmasına karşın bütün dillerde olduğu gibi bu tür boşlukları
vardır.
Dilin
özleşmesi, zenginleşmesi ve gelişimi birbirleri ile iç içe olan bir konudur;
küçük ayrıntılarla bunlar birbirlerinden ayrılırlar. Şu ana kadar özleşme,
zenginleşme konularına kısaca göz attık. Şimdi dilin “geliştirilmesi” konusunu
ele alalım. Çünkü dilin özleşmesi var olan sözcükler üzerinden hareket ederken
dilin zenginleşmesi var olmayan sözcüklerin üretiminde varlık bulmalıdır; daha
doğrusu bana göre bu şekilde tanımlanmalıdır. Türetmek sözcüğünü kullanmıyorum;
çünkü türetmek demek, var olan bir kökten eklemleme yaparak yeni sözcüğe
ulaşmak demektir. Bu Türkçenin önemli bir özelliğidir; ancak elbette her söz
yeni anlam alanları açarak yeni sözcüklerin doğumuna yol verir. Sadece bu durumla
sınırlamamak için üretmek sözcüğünü kullanıyorum. Aynı aileden bir köke
dayanmak zorunda değildir yeni sözcük; işlevsel özelliği, ses özelliği ve anlam
alanı açısından düşünülerek yeni bir sözcük üretilebilir. Mutlaka bir köke
dayandırmak, yaratıcılığı sınırlamak olur ki böyle bir zorunluluğumuz
olmamalıdır.
“Dilde
Gelişim”; özleşme ve zenginleşmeyi de içine alan kocaman bir alandır. Yani
anlamsal olarak çok geniş bir kavramdan söz ediyoruz demektir. Neden? Özleşme,
dilin gelişmesine katkı veren önemli bir çalışmadır. Zenginleşme ise
insanoğlunun ürettiği yeni kültür varlıklarının dildeki karşılığını tanımlamak
ve yeni anlam alanı kazandırmaktır. Olmayan sözcüğün yerine sözcük üretmektir.
Bunları; ses, duygu, anlam ve köken olarak kavramsal bir alana oturtmaktır.
İnsanoğlunun algıladığı ve anlamlandırdığı tüm soyut-somut varlık veya var
olduğu varsayılanlar; her tür görüngü-hareket-eylem-duygu-yer-nesne vs. ile eş
zamanlı dile kazandırılması demektir. Bir anlamda var olanı veya duyumsananı,
düşünüleni, dile kazandırmak olarak anlamalıyız. Diğer dillerden taşınan, yeni
bilgi ve teknik sonucu açığa çıkan terim/sözcükler dahil yüksek dolaşımı da
içine alan bir alandır. Şöyle dersek daha anlaşılır olacak: Nasıl bilgi bilgiyi
üretiyor, kültür varlığı başka bir kültür varlığını üretiyorsa bilgiler arası
ilişki[25], kavram ve
terimi, terimler de sözcüklerin ortaya çıkmasını sağlıyorlar.
Sonuç olarak bunların hepsi, dilin kendini
geliştirmesi gibi görünse de düşünce gücünün artması, daha kapsamlı anlatım
olanakları, yeni bakış ve anlayışın oluşmasıdır; düşüncede tasarımlanmış yeni
sözcükler olarak karşımıza çıkanlardır. Anlatım olanaklarını artıran,
dolayısıyla düşünme gücünü zenginleştiren kaynaklardır.
İlkesel
olarak dilin amacı, bana göre kendi anlatım olanaklarını artırmak olmamalıdır.
Dilin asıl amacı, düşüncenin uzam, uzay ve boyutunu güçlendirmek/genişletmek
olmalıdır. Daha doğrusu dilin genişliği değil; düşüncenin genişliği temel öge
olarak ele alınmalıdır. Öyleyse biz, dil çalışmalarında düşüncenin geliştirilmesi
varsayımından yola çıkarak daha değişik bulgulara ulaşabilir miyiz? Düşünce
dili araç olarak kullanır; dil düşünceyi değil. Bu mantıktan yola çıkarak dil
çalışmalarında düşünceyi geliştirmeyi baz almak daha akılcı bir yaklaşım
olabilir mi?
Dilde
gelişim dediğimizde biraz daha ayrıksı düşünme gereği doğmaktadır. Benim
düşünceme göre dil gelişimi, üretilen kültür varlıklarıyla ilgilidir. Daha açık
söylersek, doğa, sosyal ve insan bilimleri ile soyut-metafizik kavramların
mantıksal sonuçlarıyla ilgilidir. Ne kadar bilgi üretirseniz, -ki bilgi üretimi
bilimler arası bir sonuçtur- düşüncenin evreni o kadar genişler ve ister
istemez kendi gösterenini üretir. Örneğin telefondan başlayıp günümüz iletişim
teknolojilerine kadar tanık olduğumuz iletişim dünyası, kendi kavram, terim ve
sözcüklerini üretmişlerdir; yöresel dillerden daha fazla sayıda özgün
sözcüklere sahip olmuşlardır. Buradan da anlaşılıyor ki dilde gelişimi
sağlamanın tek yolu düşünce evrenini genişletmektir. Yeni bilgi
üretmektir; bilgiyi teknolojiye dönüştürmektir. Üretilen bilginin gösterenini
yerine koymaktır. Bilgi üretmiyorsanız dilde gelişim sağlayamazsınız. Son
yıllarda ne dış dünyada üretilen bilginin gösterenini dilimize doğru
uyarlıyoruz ne de kendimiz sağlıklı bilgi üretiyoruz. Bilgi üretmeden gösteren
de üretemeyeceğimize göre Türkçenin kısır bir süreç yaşaması kaçınılmaz bir
sonuç değil midir? Dikkat edilirse üniversitelerimizden yazın dünyasına kadar
tüm sektör ve kurumlar, zengin ve güçlü bir taklit dünyasında var olmaya çalışmaktadırlar.
Örneğin, sanat dünyasında, sanatın önünü açan kuramsal yaklaşımlar, öne çıkan
yazar ve şairler tarafından küçümsemekte ve görmezden gelinmektedir. Bilgi
üretiminden kaçış nedeniyle, farkındalıklı düşünen, özgün bir şeyler ortaya
koyan, öne çıkmış bilimsel bir sonuç üreten, ülkemizde yok denecek kadar azdır.
Dili
geliştirmenin temelinde yatan ana öge, düşüncenin gücü ve uzamı ile uzayını
genişletmektir. Farkındalıklı yaklaşım ve bilgiler arası çözümlemelerle,
düşünme açısı genişletilebilir, düşünce gücü derinleştirilebilir ve bu yolla
yeni kavramlar üretilebilir. Yani kuramsal bilgiler ortaya konabilir. Diğer bir
anlatımla, dildeki anlatım olanakları zenginleştirilebilir. Kuramsal bilgiler,
bize genellenebilir, denenebilir ve izlenebilir kavramlara yöneltir ve bu
kavramlar düşünce uzayına yeni yeni ufuk açar. Bildiğimiz gibi düşüncenin uzayı
sınırsızdır ve buna bağlı olarak dildeki anlatım olanakları da sınırsızdır.
İşte bu yaklaşım bize; insan, yaşam, nesne ve evren arasındaki ilişkilerin
dilde yer almamış, anlatım olanağı kazanmamış boşluklarını tanımlar, yeni anlam
alanları açar ve bizleri kavram üretmeye zorunlu kılar. Üretilen kavramlar
kendi anlam alanlarını oluştururken aynı zamanda terim ve sözcüklerini üretmeye
yöneltir. Örneğin sanata ilişkin bir kuram ortaya koyduğunuzda bu kuramı somut
duruma dönüştürmek için anlamsal alanı belirli bir kavramla tanımlamak zorunda
kalırız.
Açıkçası
Türkçeyi şöyle kullandın böyle kurallarını hiçe saydın, mutlaka böyle
kullanmalıyız gibi söylemler, dile ne bir katkı sağlar ne de ne de dilin kötüye
gitmesini engeller. Bu söylemler, kendimizi ışıklı bir vitrine koymak dışında
hiçbir anlam içermez, diye düşünüyorum. Çünkü dil yaşayan bir olgudur ve bu
olgunun içinde düşünme görüngüleri çözülememiş bir değişken vardır. Bilimsel
verilere göre tutum takınmak, en mantıklı yaklaşımımız olur. Ayrıca dil
geliştikçe düşünce de buna koşut olarak gelişir, genişler; bunu görmezden
gelemeyiz. Dil ile düşünce iç içe bir olgudur. Ele aldığım konu bir yöntem
konusudur ve baz alınması gereken noktalara açıklık getirmektir. Bir anlamda
dile ilişkin gittikçe kısırlaşan çalışma biçimine devinim ve yeni bir bakış
açısı getirebilmenin yollarını araştırmaktır. Bilimsel çalışmalarda yöntem ve
sorgulanması gereken ölçütler değiştikçe, yeni yeni durumlar ortaya çıkar ve
sorunların çözümü kolaylaşır.
Dilde özleşme,
zenginleşme ve gelişme kavramları; birbirini tetikleyen ve birbirini var eden
kavramlardır. Şekil üzerinde açıklarsak; piramidin tabanını dilin
geliştirilmesi, orta bölümü zenginleştirme ve özleşme ise üst kısmı temsil
eder. Sonuçta düşünce evreni; özgürlüğünü, derinliğini, genişliğini,
yetkinliğini ve yaratıcılığını kendi ekseninde var eder; bunlar sağlıklı ve
tutarlı bir biçimde doğrudan dile yansıtılır. Bir anlamda dilin simgelerini
düşünebildiği oranda ortaya koyabilir; bunun anlamı, dilin gelişmişliği
düşüncenin evreni kadardır. Yani dili geliştirmek gibi bir işe soyunuyorsak,
asıl değişken olarak düşünceyi baz almalıyız. Özet olarak en geçerli yaklaşım:
‘Dil, düşüncenin gösterenidir; dilin göstereni düşünce değildir’, olmalıdır. Açıkçası
şunu söylemek istiyorum. Uygulamada gördüğümüz kadarıyla, dil çalışmaları
istendiğimiz oranda başarılı değildir; elbette çok değerli çalışmalar
yapılmıştır ancak bu konuda karakucak bir savaşım veriliyormuş izlenimi vardır.
Dili geliştirmenin yolu düşünmenin sınırlarını genişletmektir; çünkü düşünmenin
sınırı yoktur ve düşünce kendi uzayında genişledikçe kendi kavram ve terimleri
ile sözcüklerini üretir.
Bu açıklamalardan sonra bir kez daha
soruyorum: Dil çalışmalarında baz alınması gereken yaklaşım; düşüncenin
geliştirilmesi mi, yoksa dilin geliştirilmesi mi olmalıdır?
Düşüncenin geliştirilmesi yaklaşımı baz alınırsa “sorgulanması gereken değerler
dizgesi” nelerdir? Yöntem ve yaklaşım değişikliği nasıl bir sonuç üretir? Uygulamada
somut bir şeylere ulaşabilir miyiz? Bu sorular; bilimsel, deneysel ve ayrıntılı
araştırmalar gerektirmektedir. Diğer yandan, dil baz alınırsa şu anda
yaptıklarımızdan çok farklı bir şey yapmayacağımız için düşünmeden oturmaya
‘devam edebiliriz’. Örneğin tırnak içindeki, “devam edebiliriz” yerine neden
“sürdürebiliriz” sözcüğünü kullanmadın diye birbirimizi suçlayarak Türkçeyi
geliştirme algoritmasının üzerinde yerimizi alıp kısır döngüyü
alkışlayabiliriz.
Sonuç
olarak, özleşme çalışmaları bugün olduğu gibi daha kapsamlı olarak
sürdürülmelidir. Dilin zenginleştirme çabalarına ise daha bilimsel bir açıdan
yaklaşılmalıdır. Dilin gelişimi, özleştirme ve zenginleştirme ile gerçeklik
kazanır ancak bu, yeterli değildir. Başımızı kaldırıp bilimlerin ileri sürdüğü
kuramlara bakmalıyız, yeni kuramlar üretmeliyiz ve düşüncede var olup da dilde göstereni
olmayan nedir, bunları çözmeye yönelmeliyiz. Kısacası dil çalışmalarına fen,
sosyal ve insan bilimlerinin toplamının gözünden bakmalıyız.
Türkçe,
köklü bir kültüre ve uzak geçmişe (binlerce yıl) sahip olmasına karşın
günümüzde palazlanıp uçmaya hazırlanan yaralı bir kuş yavrusu gibidir.
Bilimlerle donatılıp, güçlendirilip ve farklı bir yaklaşımla
hareketlendirilmeden bir kanadı hep kırık kalacaktır. Dil; yaşamın amacını,
biçimini ve estetik değerini ortaya çıkaran bileşendir. Bilginin teknolojiye dönüştürülmesinde
başat etkendir. Dil gelişimi; bilgi üretimi ve bilimlerin gelişimi ile koşut
bir olgudur. Bilgi üretimi ve bilimlerin gelişimi ise dilin gücüyle doğru
orantılıdır. Düşüncenin uzayı temel değişken olmalıdır ve dilin genişliği
düşünebildiğimiz kadardır. M.K.Atatürk,
Türk Dil ve Tarih Kurumu gibi kurumsal bir yapı oluştururken nasıl bir dil geleceği
öngörmüştür? Öngördüğü o geleceği, yüz yıl sonra biz görebiliyor muyuz?
Dil
çalışmalarında daha somut, hızlı ve etkili bir sonuca varabilir miyiz? 27 Ekim
2019, Narlıdere
SAYISAL
KİTAP (e-kitap)
Zaman hızla akıyor ve büyük bir değişimi kucağımıza bırakıyor. Bilgi ve insanın kullandığı teknoloji sürekli güncelleniyor. Yaşadığımız ortam, değişime karşı önlem almak gerekliliğini söylüyor. Hatta değişime koşut değil, değişimin önünde olacak biçimde hızımızı düzenlememiz öncelik taşıyor. Bugün bilgisunar (internet) ile gençliğin kullandığı elektronik aygıtlar, artık basılı kitap konusunu biraz daha geri plana itmektedir. Bir terabaytlık diskte binlerce kitabın saklanabildiğini ve istendiği zaman az çabayla ulaşılabildiğini hepimiz biliyoruz. E-kitap okuma aygıtları da dünyada ciddi anlamda artık elden ele dolaşmaktadır; daha rahat ve konforlu okuma ortamı sağlayabilmektedir.
Kullanım oranı çok yüksek olan cep
telefonları, e-kitap, e-dergi gibi sayısal verileri işlemeye uygun
üretilmektedir. Sayısal verilere her yerde ve her an ulaşabilme olanağı
doğmaktadır.
E-kitap okumanın önündeki ilk sorun; bugün
için bilgisunar ve bilgisayar kullanım oranının düşük olmasıdır. Kırklı
yaşların üstündekilerin bilgisunar kullanım oranı çok daha düşüktür. Ne var ki
gelecekte teknolojinin kullanımı öylesine büyüyecek ki oran yüzde yüzleri
bulacak ve ders kitapları gibi özellikli kitaplar dışında kalanlar, e-kitap
haline dönüşecektir. Sürece ve gelişim hızına baktığımızda, bu duruma
evrileceğini kuşkuya yer kalmaksızın söyleyebiliriz.
İkinci sorun ise yasal düzenlemelerin
yetersizliği ve teknolojik altyapının hazır olmamasıdır.
Belirtmek gerekir ki basılı kitabın yerini
e-kitap alamaz; hiçbir zaman da basılı kitaptan vazgeçilemez. Bir iletiyle
milyonlarca adrese dağıtımı yapılabilen bir e-kitabın belge niteliği taşıyan
nesnel bir basımının da olmasını bizim neslimiz unutamaz. Ancak gelecek
nesiller bizim gibi düşünür mü, bunu kestirmek zordur. Gazete ve dergi gibi
süreli yayınların e-yayına dönüşmesi, çok küçük tutarla bu işin üstesinden
gelinmesi çağın bir olanağı olarak önümüzdedir.
Değişim ve her gelişimin kaçınılmaz olumsuz
yönleri vardır. Örneğin, insanın alışkanlığından vazgeçmemesi önemli bir
olumsuzluktur. Yapılması gereken, olumsuz olan şeylerin sıfıra yakın bir değere
çekilmesidir. Bana göre bunlarla baş etmenin en geçerli yolu, gerekli altyapıyı
kurmak ve tüm yönleriyle hazır olmaktır. Soru şudur: Değişimin önünde olmak
için kurmamız gereken altyapı nedir?
Öncelikle terim ve sözcüklerle işe başlamak
gerekir. Örneğin e-kitap okuma aygıtı “kindle”, bir marka adıdır ve bu ad ile
gençlerin diline yerleşmiştir; jilet gibi… Kindle yerine bunun adına “okuncak” diyerek veya başka bir sözcük
önerisiyle işe başlayabiliriz. E-Kitap yerine “sayısal kitap” diyebiliriz. Bilgisunar satış sitelerine de bu adla
girerse bir başlangıç yapılmış olur, diye düşünüyorum.
Sistemler veya toplumlar, değişimin önünde olabilmek için
kurulacak teknolojik altyapının ön çalışmasını yapmak zorundadır. Örneğin,
yasal düzenlemeler bir an önce yapılmalıdır.
Telif hakları ile bilgisunar ortamındaki eser dağıtımına ilişkin yasal
düzenlemeler öncelik taşımalıdır. Ne var ki bizim gibi toplumlar bu
gerçeklikten biraz uzak yaşamaktadırlar. Bugün sayısal kitaba yönelik ne yazar
ne yayıncı ne de kanun koyucuların hazırlıkları vardır. Gelişmeleri ve değişimi
görüp ondan sonra önlem alma alışkanlığımızın olduğunu yaşadığımız sayısız
örnekten biliyoruz. İş işten geçmeden hazırlık yapılmalıdır.
Çağ hız çağıdır. Teknoloji, toplumların
değişim hızından daha yüksek yeteneklidir. İşte sorun burada başlar ve bunun
çözümü de bireyi eğitmektir. Yanlış eğitim anlayışı ile metafizik dünyaya
itilen gençlik, değişimin önünde olamaz. Bu maddenin yasasına ters bir durumdur.
Maksadım; politize olmuş insanların algı ve yargılarını sorgulamak değildir;
önümüze atılmış bir gerçeklik var ve bu gerçekliğin üstesinden gelmenin
gerekliliğini söylemektir. Teknoloji transferinden bilginin işlenmesine kadar
pek çok alanda gerilerde kaldığımızı hem de göz göre göre tepki
gösteremediğimizi bir kez daha anımsatmakta yarar olduğunu düşünüyorum.
Yirmi dördüncü İzmir Kitap fuarında, “Ben bu
kitabı sayısal kitap olarak okudum, çok hoşuma gitti ve kütüphanemde bulunması
gerektiğini düşündüğüm için alıyorum.” diyen gençlere tanık oldum. Günümüzün
gençliği, alışkanlık gereği basılı kitap konusunda tutucudur. Ne var ki birkaç
yıl sonra bu alışkanlıklar kırılacak ve basılı yayınların çok büyük bir kısmı
sayısal yayın biçiminde istenecektir.
Bugün dergiyi posta yoluyla sürdürümcülere
gönderiyoruz; yarın ise bir tuş ile bunları binlerce adrese gönderebileceğiz,
aynı işi daha hızlı ve az tutarla yapabileceğiz.
Sayısal kitapla bir konu daha gündeme
gelmiştir. Okumak yerine bunlar okuma programlarıyla sesli olarak
dinlenebilecektir. Şimdilik çok yaygın olmasa da teknik bir olanaktır ve
kullanımı yaygınlaştırılmalıdır.
Aydınlığa duyarlı insanlar ve kültürel
dernekler, değişik yerlerde kitap bağışı ve kütüphane kurma kampanyaları
düzenliyorlar. Bunlar şimdilik gerekli ve önemli çalışmalardır. Çok sayıda
kütüphane vardır ve buralarda binlerce insan çalışıyor. Ne var ki sayısal
kitaba doğru gidişin olduğunu da göz ardı edemeyiz. On terabaytlık bir aygıtta
bir milyon üzerinde kitap saklanabiliyor. İstendiğinde, raf derdi ve arama
derdi olmaksızın bir tık ile önümüze açabileceğimiz kitaplar bunlar. Kaç
kütüphanede bir milyonun üzerinde kitap vardır? Kütüphanelerde ve okuma
salonlarında sayısal kitap için hazırlık yapma zamanı geldi ve geçiyor. Sadece
bunlar mı? Okullar, üniversiteler, araştırma merkezleri ve ticari kuruluşlar
aynı düzenlemeleri yapmak zorundalardır.
Derginin yerini sayısal dergi tutar mı, diye
soran olacaktır doğal olarak. Gelecekte basılı derginin yadırganır olacağını ve
sayfa çevirmenin sıkıcı bir iş görüleceğini ayrıca söylemeye gerek var
mıdır?
Ciltler dolusu ansiklopediler ve tuğla
kalınlığındaki sözlükler, bugün raflarda tozunu almak dışında başka bir işlem
görmüyorsa kitapların da aynı sonu yaşamayacağını söyleyebilir miyiz? Bir an önce,
bilgisunar, bilgisayar, elektronik kitap okuma aygıtı ve cep bilgisayarı gibi
sayısal teknolojiyi kullanan araçlar ile sayısal yayınlara uyum sağlamaya
bakalım; eğer dönüşümün dışında kalırsak düşeriz. 23
Nisan 2019
MİLLİ GÜÇ ÖGELERİ
Bir ülkenin durumu ve geleceği ile ilgili stratejik düzeyde inceleme yapmak istiyorsak milli güç ögelerini ayrıntılı incelemek ve birbirleriyle olan etki ile ilişkilerini sağlıklı okumalıyız. Bunları ayrıntılı irdelediğimizde ülkenin makro düzeyde fotoğrafını yüksek doğrulukla çekebiliriz. Bunun yanında ufukta bekleyen tehdit ve tehlikeleri görebilme yeteneği kazanırız. Olanak ve yeteneklerimiz nedir ve gelecek nasıl şekilleniyor gibi sorulara az çok yanıt bulabilme yeterliliğine ulaşırız. Aynı zamanda olumlu gelişmeleri açıkça okuyabilir, olumsuzluğun neden olumsuz olduğuna ilişkin sorgulama ve yorum yeteneğimiz gelişir. Büyük resmi yüksek doğrulukla okuma yeteneğine ve yetkinliğine erişiriz ki bu her aydının ulaşması gereken bilinç düzeyidir.
Çevremize baktığımızda, öylesine iç yakıcı karar, söylem ve
uygulamalarla karşı karşıya kalıyoruz ki çağdaş dünyayla ve “aklımızla dalga
geçildiğini” görüp umutsuzluğa kapılıyoruz. Tüm varlığımızla, emeğimizle ve
gücümüzle kendimizi adadığımız ülkemizde aklımızla dalga geçildiğini, göz göre
göre bazı hak ve özgürlüklerimizin gasp edildiğini görmek, sorgulama yeteneği
gelişmiş ve büyük resmi okuyabilen aydın insanları rencide etmektedir;
umutsuzluğa düşürmektedir. Bu konu delilsiz söylenecek kadar açık ve ülkedeki
aydın kişilerin yaşadığı güncel gerçektir. Bu ülke bizim, bu gençlik bizim ve
sorunlarda bizlerin de payı olduğu gerçeğini unutmamak zorundayız. Her ne
olursa olsun doğruyu ve geleceğimizin güvencesi olan ilkeleri gençliğe
aktarmaktan geri durmamalıyız. Önünü bile görmekten yoksun kişilerin ele
geçirdiği kaleleri, her ne pahasına olursa olsun yıkılmaması için çaba
harcamalıyız. Akıl, bilim ve adalet, geç de olsa kazanacaktır. Bugüne kadar
taraflı ve diktelerle yönlendirilen hiçbir sistem, uzun süre ayakta kalamamış
ve toplumlar için verimli bir sonuç üretememişlerdir.
Bu yazıya başlamadan önce, Siyasi
Güç, Ekonomik Güç, Askeri Güç, Demografik Güç, Coğrafi Güç, Bilimsel ve
Teknolojik Güç, Psiko-Sosyal ve Kültürel Güç olmak üzere ülkenin genel
durumunu yedi başlık altında incelemeyi düşünmüştüm. Bugünü; geçmiş verilerle
kıyaslayarak; güncel olay, olgu, veri ve bilgilerle inceleyerek; ülkenin genel
durumu hakkında bir sonuca varmayı hedeflemiştim. Nasıl söyleyeyim? İçim
karardı ve yakın gelecekte yeniden ele almak üzere incelemeyi erteledim. Hangi
güç ögesine kısa bir giriş yaptıysam, hangisini bazı verilerle ele aldıysam,
hepsi elimde asılı kaldı ve içim daraldı, ağrılı bir korku saldı bedenime. Asıl
benim içimi karartan ise şu iki konu oldu: Özellikle bunların altını çizmem
gerektiğini düşündüm.
Birincisi, demografik (nüfusbilimsel) yapının insanların duygusal
zayıflıkları kullanılarak bilinçli olarak bozuluyor olmasıydı. Demografik
yapının bozulması çok tehlikeli bir durumdur; bugün ve tarihte kargaşaya
sürüklenerek dağılan ülkelerin, yıkılma nedenleri bu tür yozlaşma ve
bozulmalara dayanmaktadır. Karar verici makamlar bunların en kısa zamanda
değerlendirmesini yapmalı ve çok ivedi önlem almalılardır. Ülke yol geçen
hanına dönmüş ve bunun yarım yüz yıl sonra ciddi sonuçları olacaktır. Bunun
neden sonuç ilişkisini ayrıca açmaya gerek yoktur; bunlar günlük yaşamımızda
gözlenmektedir.
İkincisi ise; Psiko-Sosyal ve Kültürel Gücün bilinçli olarak
yozlaştırılmasıdır. Toplumda yozlaşma ve bozulma; çağdaş olmayan kabul edilmiş
sözde ilkeler ışığında; sağlıklı nesil yetiştiriyoruz yanılgısıyla hareket
ediyor olmalarından kaynaklanmaktadır. Güç ve güçler birliğinin temel ögesi,
insandır. Onun çamuru eğitimle kıvama getirilir. Yapısı eğitimle güçlendirilir.
Çağdaş ve bilimsel olmayan tutumla hem demografik yapı hem de
Psiko-Sosyo-Kültürel yapı, hep birlikte bir arada eş zamanlı yozlaştırılırsa,
yeni yeni baharlar yaşamak zorunda kalabiliriz; On beş Temmuz gibi, Mısır gibi,
Suriye veya Libya gibi… Her iki güç ögesinin yozlaştırılması ve bozulması;
huzursuzluğun başlaması, terör, anarşi ve iç karışıklığın temel dayanak noktası
demektir. Sırasıyla ekonomi ve diğer fiziki güç ögelerine yayılır ki- yayıldığı
çok belirli- günlük yaşamda duyumsamaya ve fiziksel olarak yaşamaya başlarız.
Ülkemiz, uyuşturucu yolları, göç yolları, kaçakçılık yolları ve
kaynakların geçiş yolları üzerinde konumludur. Coğrafi güç açısından hassas bir
durumdur; bu hem yararlı hem de zararlı sonuçlar verir. Bu özellik, doğru
kullanılmalı ve coğrafyada yaşayan insanların günlük yaşamlarını etkilemeyecek
biçimde düzenlenmelidir. Gel gelelim çevremize baktığımızda, bırakın günlük
yaşamımızı etkilemekten söz etmeyi, artık akut sorun durumuna dönüşmüş konular
olduğu gerçeğini birebir yaşıyoruz. Nereye, ne zamana kadar bu boşluk sürecek
ve gelecekte oluşacak sosyal yapı nasıl bir sonuç üretecektir. Bunlar,
sorgulanması ve ivedi önlem alınması gereken önemli konulardır.
Pozitif bilimlerin ve stratejik gerekliliklerin ışığında hareket
edilmediği sürece, ideolojik veya dinsel saplantılara sahip kişilerin kararları
ile bu konuları çözmek sadece birer düştür. Bugün tanık olduğumuz uygulamalar,
dinsel ve ideolojik saplantıların egemen olduğu beyinlerin başı altından
çıkmaktadır. Ülke ve çevremizdeki sorunlara çözüm üreteceksek; doğa, sosyal ve
insan bilimlerini esas almak zorundayız. Ancak ve ancak bu yaklaşım biçimiyle
sorunlara evrensel çözüm üretebiliriz. Bunların ilacı ne dinlerdir ne de
ideolojilerdir. En doğru şey birileri için vatan hainliği, en zararlı şey
birileri için vatanseverlik olan yozlaşmış algıya sahip insan kitlesi, çığ gibi
büyüyor. Bu yozlaşmış algının olumluya dönüştürülmesi ve ayrışmanın
engellenmesi sadece ve sadece pozitif bilimlere başvurmakla olasıdır.
Ülkemizde kırk yıldır yaşanan bir terör gerçeği vardır. Binlerce
insanımız şehit edilmiş, binlerce genç kandırılıp dağlarda telef edilmiş,
binlerce aile bunların acısıyla yaşamaktadır ve binlerce ananın gözyaşı
yüreklerimize akmıştır. Kırk yıldır yaşanan terör ve şiddet gerçeğine karşın
toplum olarak bunlara karşı aynı dili konuşamıyoruz. Demografik ve
psiko-sosyo-kültürel yapı bozulduğunda daha büyük karışıklıkların önü açılmış
olacaktır; özellikle terör konusunda. Bunları görmek ve yakın geleceğin gebe
kaldığı sorunları okuyabilmek için stratejist olmak gerekmiyor. Çığ gibi
büyüyerek üzerimize gelen kocaman kocaman sorunlar var. Sorunların çözümü,
doğa, sosyal ve insan bilimlerinin veri ve kazanımlarında gizlidir; inançlarda,
tarikatlarda, inançsal topluluklarda ve bunların çağdışı uygulamalarında değildir.
Meclisi bombalayan caniler gözümüzün önündeyken hâlâ alnı secdeye değenden yarar
bekliyorsak, bilimsel gerçekliği olmayan fakülte mezunlarını müdür, yönetici
atıyorsak bunları tanımlayabilecek söz yoktur. Terör ve şiddet nereden gelirse
gelsin, amacı ve kapsamı ne olursa olsun, toplum olarak insanlık adına buna
kitlesel olarak karşı durmak zorundayız ve aynı dili konuşabilmeliyiz.
Demografik ve psiko-sosyo-kültürel yapının bozulması demek;
ayrıştırılmış, kamplaşmış ve akışkan kitleler yaratmak demektir. İnsanı insana
kul yapmaya yöneltmek demektir. Siyaseti ülke kaynaklarında kolay kazanç
kotaran aracı iş alanı durumuna getirmek demektir. Pastanın paylaşımını belirli
kişilere bırakmak demektir. Hatta bunu doğal bir hak ve davranış türü durumuna
dönüştürmektir; bugün olduğu gibi… Ne olur çocuklarımıza ve geleceğimize iyi
bir kalıt (miras) bırakmak istiyorsak sorunları çağdaş ve evrensel değerlerle
sorgulamalı ve çözümlemeliyiz. Ülkenin gereklerini gerektiği gibi yerine
getirmeli, dinlerin ve ideolojilerin saplantı ve önyargılarıyla hareket
edilmemelidir. Tarihinden öç alır gibi yaklaşım ve uygulamalar var ülkemizde
gözlediğimiz ve tanık olduğumuz. Arkanıza yaslanın ve şöyle bir düşünün; bu
topraklarda varoluşumuzun dayandığı temel esaslar nedir?
Demografik yapının bozulmaması için taraflı ve ben bilirimci
siyaseti öteleyip hukukun üstünlüğü sağlanmalı ve ülke güvenliğinin
gerektirdiği önlemler bir an önce alınmalıdır. Bu ülkeyi yol geçen hanına
döndürmenin getireceği hiçbir yarar yoktur. Herkes çalışıp hak ettiği kadar pay
alabildiği bir dünyada, benim çocuklarımın hakkını sağa sola peşkeş çekmeye
hiçbir seçilmişin hakkı yoktur.
Psiko-sosyo-kültürel yapının yozlaşmasını engellemek için zaman
kaybetmeden ana okulundan doktora programlarına kadar eğitim sisteminin tamamı;
doğa, sosyal ve insan bilimlerinin esaslarına göre ele alınmalı ve
düzenlenmelidir. Emek yoğun ve bilgi üreten eğitim sistemine bir an önce
geçilmeli, bilgi üretmeyen üniversiteler ile pozitif bilimleri esas almayan
liselere boş yere kaynak aktarılmamalıdır. Ağustos 2019, Narlıdere/İZMİR
İNSAN
NEDEN SANAT YAPAR?
Sanat, yaşamsal
süreklilik ve neslin egemenliği üzerine yapılandırılan bir varoluş çabasıdır.
İnsan neden şiir yazar, resim yapar veya dans eder? Daha genel soralım, neden sanat yapar? İnsanın sanat eseri üretme amacının temelinde ne yatar? Bunu bir kez de birey olarak kendimize soralım; neden şiir yazar veya resim yaparız? Bu ve buna benzer sorular sürekli sorulagelmiş ve bakış açısına göre yanıt, çoğunlukla değişiklik göstermiştir. Bunlar, basit sorular gibi görünse de işin ayrıntısına girildiğinde evren döngüsü ve insan davranışları ile ilişkileri işin içine girer. “Sanat için sanat, toplum için sanat” gibi birkaç açıdan ele alınmış bir önerme ile durumu açıklayamayız.
İnsanoğlunun sanata yönelik çabasının başında, kendini gerçekleştirmesi
olduğu düşüncesinden hareket etmeliyiz. Sanatı insan üretir; bu eylemin
nedenleri, fizyolojik dürtü, psikolojik güdü ve toplumsal olgular olmak üzere,
bilinçaltı, bilinç ve bilinç üstü ile duygu-algı-anlamasından doğan bir amaç
vardır.
Hangi tür canlıyı ele alırsak alalım hepsi, varoluşunu koruma ve
sürekliliğini sağlama çabası içindedir. Bu temelde fizyolojik ve biyolojik bir
güdüdür/dürtüdür. İnsanoğlu ise bu amacı gerçekleştirmek için, güdü, duygu,
mantık ve zihin denen toplam akılla daha da sıkı örgütlenmiştir. Ülküsel
varsaydığı etkinliklerle varoluş ve sürekliliğini daha çekici yapma çabası
içindedir. Aklını kullanarak; güzele, yüceye, iyiye, uyuma ve geleceği
şekillendirecek olan en mükemmele ulaşmaya çalışır. Kimilerinin “saf istek”,
kimilerinin estetik tavır, kimilerinin güzele ulaşmak dediği görüngünün
temelinde yatan gerçek; sırasıyla temel dürtüler, duygu, bilinçaltı, bilinç ve
toplam aklın en mükemmele ulaşma çabası yatar. Tüm canlıların, varlığını ve
yaşamsal sürekliliğini sağlama çabasının altında yatan gerçeği tanımlamak için;
özellikle erkek ve kadının arasındaki bütünselliğe, birbirini tamamlar ilişkiye
bakmak gerekir. Özel bir gayrete gerek kalmaksızın, kadın ve erkek arasındaki
geometrik uyuma, hormonal zorunluluğa, biyolojik çekime, tensel ve gensel dengeye,
güzeli ve güçlüyü arama tutumuna, yine bu amaca yönelik kendini gerçekleştirme
çabasına bakalım. Bunlar, sanat yapmanın temelinde yatan ve değişik biçimlerde
dillendirilen gerçek hakkında bilgi veriyor olmalıdır.
İster makinist dünyadan kaçınmak ve daha korunaklı bir yere sığınmak için
diyelim; ister kendini kanıtlamak için diyelim; ister ekonomik kaygıdan
diyelim; sanat üretme çabasının altında yatan şey; bilinçaltı ve bilincimizin
en iyiye, en üstüne, en yaşamsal gerekliliklere yönelik çalışmasıdır. Dış dünya
kaygılarından kaçınmak, iç huzuru kendinde yakalamak vb. gibi hangi gerekçeyi
öne sürersek sürelim, insanın güzeli aramasının temelinde yatan neden, onun
güdü diskinde doğal olarak yüklü olmasındandır. Diske
yüklü bilgiler; güzeli yaratarak daha yaşanabilir dünyaya ulaşmak; kendinden
sonra egemen olacak genlerin varoluşunu ve sürekliliğini sağlamak içindir.
Gerek sosyal düzen gerek toplumsal olgular gerek kişisel eğilim etkisiyle,
yaşamımızda yeniden şekillenirler. Bu, yaşamsal süreklilik ve neslin egemenliği
üzerine kurulmuş bir varoluş gerçeğidir. Yaşamın sürekliliğine yönelmeyen,
varoluşunu garanti altına alma çabası içinde olmayan, bitkiler dahil hiç canlı
gördünüz mü?
Cinselliğe, canlıların üreme davranışlarına, bitkilerin çoğalma şekillerine
baktığımızda, bazı şeylerin kesinlik taşıdığını görebiliriz. Ayrıca, sanatın
cinselliğe bağlı gerçek güdüler ile yakın bir ilişki içinde olduğunu pek çok
düşünür söylemektedir. Ancak bu ilişkinin dayandığı temeli doğru yorumlamak
önemlidir diye düşünüyorum. “İnsanın fizyolojik güdüleri ile sonradan kazandığı
olgular, kendisi için daha yaşanabilir dünya kurmak ve kendinden sonra egemen
olacak genlerin sürekliliğini sağlamak üzere yapılanır.” Bu tümceyi biraz
açalım isterseniz.
Fizyolojiyi ve özellikle beynimizin çalışma yöntemini uzmanların
açıklamalarından az çok anlıyoruz. Buna dayanarak, dürtü, güdü, bilinçaltı,
algı, anlama, bilinç, bilinç üstü ve insanın diğer duyumsal niteliklerini
açıklayabiliyoruz. Bilincimiz dâhilinde yaptıklarımız ile bilinçaltı-zihnimizin
yaptırdığı, sayısız etkinlik söz konusudur. Bunlar, biyolojik ve psikolojik
emirlerdir. Doğuştan genlere kodludur ve bunlardan hareket almaktadır, diye
düşünüyorum. Bana kalırsa bu açıklamayı somutlaştırmanın en kolay şekli,
cinsellik ve aşk kavramlarına bakmaktır.
İnsanın bazı davranış ve eylemlerini, erkeklik ve kadınlık hormonlarının
ürettiği enerji yönlendirmektedir. Enerjinin sönümlenme amacına yönelik insanı,
ısrarla sürüklemektedir. İşte burada önemli bir nokta vardır. Enerjinin sönümlenme
amacına uygun yönelim, öğrenilmiş kalıplar ile tehlike doğuracak durumlar söz
konusu olduğunda baskı altına alınabilmektedir. Dürtü, güdü ve duyular
aracıyla, bilinçaltı ve bilinci harekete geçirmektedir. Cinsellik gibi aşk da
ruhbilimsel olduğu kadar biyolojik bir eylem türüdür. Bilinçaltı ve bilincin
emirleri ile yönetilir. Bu eylem, canlının en önemli gördüğü bir gerekliliğin
dışavurumudur; doğal ve karşı durulamaz bir emirdir. Canlı organizmaların
mutlak davranışıdır. İnsanda açığa çıkan bu enerjinin sönümlenmeye yönelik
çabası, güçlü ve güzel olanda kendini gerçekleştirme üzerine kuruludur. Dikkat
edilirse “estetik kaygının doğuş gerekçesi” burasıdır. Cinsellik ve aşkın
birinci aşama amacı; bilinçaltında kodlu olan bilgiden hareketle; güçlü, üstün,
seçkin ve güzel olanda kendini gerçekleştirmektir. Bir diğer anlamda güç sahibi
olmak veya güzel olmak bu amacın gerçekleştirilmesinin en risksiz yoludur.
Sağlıklı geni geleceğe taşımak; güçlü, üstün, seçkin ve güzel olmaya bağlı
olduğuna dair algı; canlı doğasında gizil bir zorunluluktur. Bu amacı
gerçekleştirmek için, güç sahibi olmak veya çok güzel görünmek doğal bir istek
olarak karşımıza çıkar. Bilinç ve bilinçaltı yazılımı, transfer ve hazzın
gerçekleştirilmesini bu özellikler üzerinde görür.
Buraya kadar olan kısmı, insan
davranışlarının birinci aşama eylemleri olarak adlandırabiliriz. Cinsellik ve
aşkın nihai amaca ulaşması, yani birinci aşama eylemleri, sadece insana özgü,
duygu ve bilincin yönettiği duygusal, naif, estetik biçimde gelişir. Bu, eylemin
nesnel, biyolojik ve kimyasal yanıdır, aynı zamanda bunun içinde daha karmaşık
olan duygusal alan vardır; ancak burada daha fazla ayrıntıya girmeyelim.
Ayrıca şunu da belirtmekte yarar vardır; estetik değer, estetik tavır,
estetik yargı, güzel, haz ve hoşlanma kavramları sadece insan için
geçerlidir. Bunlar, doğal olarak sadece
insanda vardır. “İnsan neden sanat yapar?” sorusunun yanıtını tamda bu noktada,
yani cinsellik ve aşkın birinci aşama eylemlerinde aramalıyız. Varoluş ve
yaşamsal eylemlere yönelik tüm dengelerin, neslin sürekliliği üzerine kurulu
olması ayrı bir tanıktır bu teze.
Kant ve Shiller gibi düşünürler, estetik tavrı ‘auto-talos’ kavramında
görürler. Diğer bir söyleyişle, ‘kendinden başka ereği olmayan’ tavır olarak
ele alırlar. Estetik tavır, bir eserden haz duyma veya estetik yaşantı,
kendinden başka ereği olmayan estetik tavır olarak tanımlansa da bunun çok
geçerli bir söylem olabileceği akla uygun gelmemektedir. Yüzeysel baktığımız
zaman, bir çocuğun oyun oynaması kendinden başka ereği olmayan estetik tavra
örnek verilebilir belki. Ne var ki bunun altında, aklın gelişmesi için bir çaba
olduğunu söyleyebiliriz. Yaşamsal gerçekleri çözümlemiş bir insanın, kendinden
başka ereği olmayan bir estetik tavrı yaşayabilmesi bana göre olası görünmüyor.
Adı geçen estetik tavrı yönelten, doğuran mutlaka bir altyapı gerçeği, artalan
bilgisi vardır ve her farklı insan için farklı biçim alır. Tıpkı çağdaş sanat
anlayışına göre, sanat eserinin her insan algısında farklı bir kavrayışı
sağladığı gibi.
İşte bu noktada, gerek güdü, duyu ve bilinçaltı gerek bilinç ve gerekse
bedensel gereksinimler; bireyin bilinçsiz, bilinçli ve öğrenilmiş olan davranış
kalıplarını yönetir. Üstün olma, güç sahibi olma, önde olma, güçlü olma, güzel
olma, güvende olma, kendini kanıtlama, beğenilme gibi görüngüleri doğurur.
Birey, kendinde bulduğu yetenek ve olanakların sınırlarını zorlayarak bunları;
hareket, söz, ses, çizim ve yazı ile dışavurur. İçinde var olan, öğrenilmiş,
gelenekten alınmış eylemleri; sevme ve hoşlanma duygusunun yoğunluğuna bağlı
olarak gerçekleştirmeye yönelir. Bilinçaltı emirlerine uygun olarak; duygusal,
psikolojik ve sosyal yönelimleri ile sonradan öğrenilmiş olgulara dayanarak;
kendini gerçekleştirebildiğine, kanıtlayabileceğine ve beğenileceğine inanır.
Bu yüzden herhangi bir sanat alanına sevgi ve tutku ile bağlanır. Beğenildiğini
ve alkış aldığını gördüğünde, iktidar ereğine, kişisel tatmin ve hazza ulaşır
ki kendini gerçekleştirmenin en somut dışavurumudur bu.
Buraya kadar açıkladıklarımızdan şu yanılgıya düşmeyelim. Sanat edimi,
sadece cinsellik ve aşk temelli bir eylem olarak düşünülemez. Cinsellik ve aşk,
sanat üretme eyleminin temel çıkış noktasını oluşturması açısından önemlidir.
İnsandaki estetik kaygıyı doğuran; dürtü, olgu ve olaylardır. İnsanın sanat
üretmeye yönelişinin, doğal ve ilkel temelini bu düzlem oluşturur. Bundan
sonrası, öğrenilmiş ve sonradan yapılandırılmış olgulara dayanır. Örneğin,
kişisel yararlılık duygusu, kendini kendinde görme, anlama, gösterme,
kanıtlama, gerçekleştirme, toplumsal bilincin oluşturduğu ideolojik misyon veya
inanç baskısının yarattığı yaratanın en iyi kulu olma çabasıdır. Bunların
yanında, ölümsüz olma isteği, dünyayı iyileştirme ve anlatmaya çalışma gibi
olguları sanat yapmaya yönelten durumlar olarak gösterebiliriz. Ne var ki
burada saydıklarımız, sanat yapmak için ikincil gerekçe olmaktan öte
geçemezler.
Sanat yapmanın temelinde yatan birincil gerekçe, insanın nihai amacına
ulaşma kaygısıdır. Bu kaygı kendini gerçekleştirme olgusunda ortaya çıkar.
Zaten bu konuda çoğu düşünür benzer yaklaşımlarda bulunur. Bunlar yine
bilinçaltı kodları üzerine oturmuş, bir kısmı sonradan kazanılmış ancak bilinçli
(yeniden yapılandırılmış) bir yönelimdir. Neresinden ele alırsak alalım, sanat
ediminin en önemli ve değişmez parametresi, insanın nihai amacına hizmet eden
bir eylem olmasıdır. Buna göre sanat yapmaya yönelten ikincil gerekçeler;
inanç, misyon, yararlılık, kendini gerçekleştirme, toplumsal gücü sağlama… gibi
değişkenlerdir. Bunların bir kısmı, büyük oranda öğrenilmiş, öğretilmiş,
duygulara ekilmiş, inandırılmış ve yönlendirilmiş insan davranış kalıplarıdır.
Bir bakıma, yönelimlerin, sistemlerin, olayların, yönetim ve eğitim
tekniklerinin yardımıyla; dürtü, güdü ve gereksinimlerin yaşam sürecinde
güncellemesidir.
Kandinsky, “Sanat, içsel bir zorunluluktur.” der. Bu bana göre, insanın
nihai amacından doğan bir kaygıdır. Kendini gerçekleştirme isteği, bu kaygıyla
ortaya çıkan bir insan tutumudur. İçsel zorunluluk, kendini gerçekleştirme
isteği doğurur. Konunun kökenine indiğimizde, varoluş ve neslin sürekliliği
kaygısının doğurduğu bir zorunluluktur. Zorunluluk sonucunda sanata yönelik
eğilim, sonradan yapılandırılmış olgu ve olaylarla ilgilidir. Sanata yaklaşımı;
kişi, ortam, kültür, bilgi ve coğrafya gibi etkenler nedeniyle farklı farklı
biçimler alır. Aslında amaç aynıdır ve aynı kaygının sonucudur.
Özetlersek, sanat yapma veya sanata yönelme, birincil olarak varoluş ve
süreklilik kaygısından doğar; içsel bir zorunluluktur. İnsana özgü bir kaygının
sonucudur. Kaygısını; yüceye, iyiye güzele ulaşmakla; üstün olmak, en başarılı
olmak, güç sahibi olmak gibi görüngüler üzerinde gidermeye çalışır. Bu tutuma, kendini
gerçekleştirme çabası da diyebiliriz.
Sonra ikincil kaygı kendini gösterir. İnanç, kültür ve algı biçimi
gereği yaşam sürecinde yeniden yapılandırılarak daha farklı boyuta, yaklaşıma,
anlayışa evrilir. Kiminde estetik kaygı, kiminde ekonomik kaygı, kiminde
politik kaygı, kiminde inanç kaygısı öne çıkar. Sanat anlayışını buna göre
şekillendirir. Hiç kimse ama hiç kimse, ben sevdiğim için resim yapıyorum
diyerek kendisini bize tanımlayamaz. Çünkü sevmenin gerisinde, art alan bilgisi
ve bir döngüyü gerçekleştirme çabası vardır; süreklilik… Sanat ediminin
gerisinde var olan zorunluluk gibi…
ŞİDDET VE YAZIN
Altının ayarı, durduğu rafın
ya da yanında bulunduğu diğer nesnenin/kişinin niteliğine göre belirlenmez;
kendi saflık derecesiyle belirlenir.
“Edebiyatın,
şiddeti önleyici etkisini nasıl artırabiliriz” diye sorduğumuzda, buna doyurucu
yanıt verebilecek çalışma var mıdır? Çocuk edebiyatında şiddet konusu üzerinde
özellikle durulduğunu biliyoruz ancak yetişkinler için aynı çalışmaların
yapıldığını söyleyebiliyor muyuz? Sanırım buna yanıtımız olumlu değildir.
Çoğunluğumuz, neyin dilsel şiddet, neyin eleştiri olduğunu veya neyin alaysama
olduğunu ayırt edemeyecek durumdadır.
Şiddetin her türüne karşı çok duyarlı bir toplum olmadığımız gibi şiddet
ve dilsel şiddet konusunda bilgi noksanlığımız olduğunu hemen söylemeliyiz. Bu
yüzden, dilsel şiddet içeren metinler, iyi bir şiir olarak topluma
sunulabiliyor ve bunlar alkış alabiliyor. Şiddet duygusunu kamçılayan şiir,
öykü veya denemelere yapıt denebilir mi, bunlar ayrıca tartışılmalıdır.
Yazın dünyamızda, şair veya yazarlar hakkında yazmak pek yaygın ve geçerli
bir tutumdur. Neredeyse bir yazın türüne dönüşmüştür; biyografi olmayanlardan
söz ediyorum. Ritüeli şuymuş, alışkanlıkları buymuş, böyle yazar şöyle
çizermiş, kahvaltısını böyle yapar, paltosunu şöyle giyer, votkasına şarap
karıştırırmış gibi dedikodudan öte bir anlam içermeyen yazılar... Yapıtları
hakkında söyleyeceğiniz bir şey varsa, eleştiri gibi eleştiri yapıp etkinliğini
ve yetkinliğini yazacaksanız diyeceğim yoktur. Şair ve yazarları öteki tarafa
koyup kendi tarafına geçerek, inceleyip eleştirmek yerine övgü ya da yergiyle
metin yazmak sığ bir konu gibi geliyor bana. Çünkü yetkin bir eleştiri sistemi
olmadan haklarında ortaya koyacağımız yargı, bir temele dayanmayacak, onları
sadece övecek ya da yerecektir.
Konumuz şiddet ve edebiyatsa, saygınlık, makam, mevki algısından, yani
kişisel dürtülerin en ilkel olanıyla hareket eden bir kitleden söz etmeliyiz
öncelikle. Sadece sanatçılar arasında değil; hemen hemen her ortamda olan bu
kaygı ve tutumdan. Ayrıştırılmış, akışkan, birbirine saldıran, birbirinin
üstüne basan “bir ben” kaygısının görünürlüğü vardır buralarda. Ne var ki bu
kaygıdan doğan tutum, dilsel şiddetin (edebî şiddet) altında yatan temel
ögedir. Görünür olmak, bir başkasının omzuna çıkmakla veya yakınında olmakla
özdeş tutulmaktadır. Sanata gönül vermiş insanları bu tür davranışlara
zorlayan, ele geçirilmiş ve dayatılmış sistem ile alışılagelmiş algı biçimidir,
düşüncesindeyim.
Toplum tarafından saygınlık görüyor olmak, kişiye rütbe ve makam verilmiş
anlamına gelmez. Diğer taraftan iyi şiir yazmak ve çok güzel tablolar yapmak,
ne rütbe verir ne de makam sahibi olmanızı sağlar. Sosyal medyada bir paylaşım,
çok hoşuma gitmişti. Aklımda kaldığı kadarıyla şöyle yazıyordu: “Galaksinin
içinde binlerce gezegenden birinde, taş çatlasa altmış-yetmiş yıl yaşayan küçük
bir canlı formusun, senden önce milyarlarca insan yok oldu, sen de çevrendeki
yirmi-otuz kişi dışında kimsenin umurunda değilsin. Ne diye kasıyorsun
kendini?”
İnsan; sıkıntılarını, isteklerini ve eksikliklerini gidermeye çalışır.
Bunlar, çoğu zaman yerleşik kurallara aykırı davranışlar olarak ortaya çıkar.
Ancak başka bir konu vardır ve işin temeli burasıdır diye düşünüyorum. Üstün
olma ve saygınlık sorunu… Bu sorunun ikincil ayağı; insanda sonradan oluşan bir
durumdur. Üstün olma güdüsüyle ilgilidir; ancak bu metinde, toplumsal olgu ve
olaylardan öğrenilen sözde saygınlık sorunundan söz ediyorum. Toplumsal olgu ve
tutumlar, kişiler üzerinde etkilidir. Bu tutumlar, bir anlamda toplum
içerisinde öğrenilip taklit edilen, sonra da davranış biçimine dönüşen
şeylerdir. Ayırdına varamayanlar veya davranış değişikliğine gidemeyenler,
başkalarının ona dikte ettiği makam, mevki, iyi şair, ortalama şair gibi
yakıştırmaları gerçekliğe taşıyarak bunlara boyun eğmek durumunda kalırlar.
Buna göre tutum geliştirirler ve herkesin saygı duymasını isterler. Deyim
yerindeyse, “Dünyayı kurtardığını” düşünerek herkesin onu omuzlar üstünde
taşımasını bir hak olarak görürler. Ne yazık ki okuduğumuz çoğu metinde bu tür
yaklaşımlar sıklıkla görülür. Buna, insan oğlunun kendisini savunma
mekanizmasıdır, deyip geçelim.
Sosyal medyaya, dergilere, kitaplara, sanat veya şiire ilişkin yazılara
şöyle bir bakalım. Bu yazıların çoğunda, yazar veya şair, kendini ışıklı bir
vitrinin en üst noktasına yerleştirmiş, diğerlerini; kötü, bilinçsiz, bilgisiz,
şiirden, yazından habersiz bir kalabalık olarak görmektedir. Sanatsal ve
bilimsel yazılar konu dışı olmak üzere, eleştiri adı altında yazılan metinlerin
büyük bir kısmı böyledir. Yukarıdaki tümceler, birer saptama olduğu için satırlara
girdi. Yazınımızda sık sık karşılaştığımız eleştiri amaçlı metinler, çoğunlukla
dilsel şiddet içeren metinlerdir. Yazı ve şiirlerimizde kullandığımız dil,
başkasının üzerinden pay çıkarmaya, yarar sağlamaya, görmezden gelmeye, öç
almaya, tanınırlık devşirmeye, saygınlığına zarar vermeye, küçük düşürmeye ve
gülünç duruma düşürmeye yönelikse bunlar, dilsel şiddet içeren metinler olarak
görülmelidir.
Başkalarını aşağılamak, kendine makam mevki vererek bir yerleri işgal
etmeye yeltenmek, bir diğerini değersiz görmek, güzel değeri olmasına karşın
sırf saplantılarınızdan dolayı bilerek görmezden gelmek, sanatta ve edebiyatta
bir şiddet türüdür. Şiddeti sekiz kategoriye ayırıyor Franz Kiener. (İleten
İmran Karabağ, Dil ve Şiddet, İkaros Yayınları) Maytap geçmeden başlayıp
küçük düşürme ve sözlü saldırıya, hakaretten küfre kadar varan konuşma dilidir.
Bir başkasını incitmeye, onun duygularını ve saygınlığını ezmeye yönelik sözlü
eylemler bütünüdür.
Bunu biraz açalım isterseniz. Ruhsal şiddetin en etkili aracı dildir. Diğer
bir deyişle sözle yapılan saldırılardır. Şiddet açısından düşünecek olursak
çoğu metinde var olan, ancak çok üzerinde durmadığımız ayrıntılardır bunlar.
Elbette dilsel şiddet konusu, eğitim ve yaşam anlayışıyla doğrudan ilgilidir.
Ayrıntılı düşünmeyi gerektirir. Bu tür söylemlere başvuran kişi, kendisine bir
yarar sağlamak amacıyla yapar. Ne kadar özen gösterilip gösterilmeyeceğini,
toplumdaki ortak davranışlar belirler.
Dilsel Şiddet (Sözlü saldırılar) Kategorilerini şu şekilde belirliyor Franz
Kiener:
Şüpheye dayalı olanlar; yalan söylemek, bir başkası hakkında çarpıtıcı
bilgi vermek…
·
Yerleşik kurallara aykırı olanlar; azarlama, uyarma,
ön yargıya dayalı eleştiri, yargılayıcı sözler, alay etmek, görmezden gelme,
·
Kötü niyetli olanlar; suçlama, iftira ve ihanet türü
sözler, öç alma, dolaylı yoldan zarar verme, haysiyet ve onurunu kırma…
·
Teşhir ediciler; küçük düşürücü, suçlayıcı, tahrik
edici, saygınlığını yok edici söylemler
·
Taciz ediciler; tartışmaya yönlendirenler, saygısız
konuşmalar,
·
Tehdit edici-meydan okuyucular; okura bağırma, saygı
sınırlarını aşan söz kullanımı
·
Sert tartışmaya neden olanlar; hakaret, küfür, hor
görme, aşağılama…
·
Gülünç duruma düşürenler; alaycı, taklit edici,
iğneleyici ve makaraya alıcı, maytap geçme.
Aslında “şiddet, övgü, eleştiri ve dilsel şiddet” ayrımı önemlidir.
Sınırları çok dikkatli çizilmelidir. Eleştiri olmadan gelişim olmaz. Dilsel
şiddet içeren ancak göz ardı edilebilir gibi düşünülenler vardır ki bunlar,
ruhsal çöküntüyü için için körükleyen şeylerdir. Görmezden gelme, hor görme,
küçümseme söylemleri gibi… Neden özellikle bunu belirtiyorum? Okuduğumuz pek
çok metin, eleştiri gibi görünmesine karşın çoğunlukla dilsel şiddet
içermektedir. Biz bunları eleştiri yazısı ya da deneme diye okuyor, üstelik “Ne
güzel yazmış, ağzına sağlık diyoruz.” Çünkü bizden başka birini aşağılıyor veya
toplum gözünde onun saygınlığını zedeliyor. Çoğunlukla bunlar, bizim de şiddet
duygumuzu kaşıyan metinlerdir. Büyük çoğunluğumuz da bunların dilinden hoşnut
oluyor.
Eleştiri düşüncesiyle yazılan çoğu metin; kişi, grup, sınıf gibi hedef
aldığı kitlenin toplum gözünde saygınlığının zedelenmesine neden oluyor.
Bunları çok kötü iş yapıyor olmakla suçlayarak veya yaptıklarını kötüleyerek,
okurların uzak durmasına yardımcı oluyorlar. Birey olarak bizler, birbirine
bakarak karar vermeye eğilimli kişileriz. Olumsuz bildirilerden etkilenerek,
etkinlikte, dergi sayfalarında veya bir grubun yanında bulunmaktan kaçınıyoruz.
Hem de çok açık bir şekilde yapıyoruz bunu. Sanat dünyasında bilerek ya da
bilmeden yapılan bu tür girişimler, etkili birer şiddet türüdür, diye
düşünüyorum. “Altının ayarı; durduğu rafın ya da yanında/ilişkide bulunduğu
diğer nesnenin/kişinin niteliğine göre belirlenmez; kendi saflık derecesiyle
belirlenir.” Sanatçı da altın gibidir. Bulunduğu, durduğu yere göre saygınlığı
belirlenmez. Bu, dayatılmış ve sonradan öğretilmiş bir anlayış kalıbıdır. Diğer
yazarın iyi ya da kötü olması kimsenin iyi yazar olmasıyla ilgili değildir.
Düzeyleri hakkında karşılaştırma yapabilmek için somut bir kanıt da yoktur
elimizde. Sınırsızlık, sonsuzluk ve özgürlük ortamında üretilmelidir her yapıt.
Kimin ne yaptığını ve kimin nerede durduğunu küçümsemek bağnaz bir yaklaşımdır.
Birinin yanında durduğu için şişinmek, kendi yetkinliğini kanıtlayamamış kişi
tutumudur; başkalarına karşı dilsel şiddet kullanmak ise eğitimsizliktir.
Edebiyatı şiddetten uzak tutacaksak, daha doğrusu toplumda şiddeti önlemeye
yönelik edebiyatın işlevini etkin kullanacaksak; önce yazar ve şair olarak,
şiddetin kaynaklarından kendimizi arındırmalıyız. Dilimizden, kalemimizden
uzaklaştırmalıyız. Dilsel şiddet, tek başına bir eylem/olgu değildir; içimizde
yatan asıl şiddetin dışavurumudur. İster istemez kalemimize yansır. Okura aynı
şekilde geçer. Okuru estetik yaşantıya yöneltmek yerine, şiddet eğilimli bir
varlığa dönüştürür. Kadın, çocuk veya toplumun her kesimine karşı şiddet, içsel
bir sıkıntının sonucunda ortaya çıkar. Bu sıkıntılar, sanat ve yazın gibi
alanların gücüyle azaltılabilir. Yeter ki yazar ve şairler, son zamanlarda
olduğu gibi içlerindeki şiddeti sağa sola cömertçe saçmasınlar. Ön almak için
öncelikle yazar ve şairler dikkatli olmalılardır. Geçmişte kalmışlar gibi,
şiire silah, eleştiriye mezarcı, öyküye gardiyan ve denemeye bildirge görevi
verilmemelidir. Şiiri veya yazınsal metni, öteki üzerinde üstünlük kurma gereci
olarak görmemeliyiz. Şiirin/sanatın hedefi, okuru ezmek ya da ötekini dövmek
değildir; okuru estetik yaşantıya sokmaktır. 14 Aralık 2019 Narlıdere/İzmir
[1]
“Rastlantısal Anlam”, yapıt ve izleyici etkileşiminde düşünsel olarak
yaşanan mutlak bir süreçtir ve kuram niteliği taşır. “Saf Sanattan İnsana, Şiir
Çözümleme Tekniği ve Şiir Eleştirisi” isimli kitapta ayrıntılı açıklanmıştır.
(Rastlantısal Anlam Tabakası, Sayfa-268)
[2] Özmen Y., “Bir Damla Suda Halkalar” Temren Yayn., Şubat 2018, “Büyüdükçe
Bir Daha Kırılıyor” isimli şiir.
[3]
“Çağrışımsal İmgelem”, yapıttaki iletilerin çağrışımına
dayanarak okurun yaşamsal izlerine, zaman ve kültürüne bağlı daha farklı olay,
anlam görüntü ve örüntülerin zihninde oluşmasıdır.
[4] Soyutu tekrar soyutlayamayız…
[5] Anlamsız bir kullanım… (Plastik cerrah mantığıyla kullanırsak
doğrudur)
[6] Estetik kavramı, niteleme, durum ya da belirtme sıfatı değildir.
Bu tür bir kullanım anlamsal olarak doğru değildir.
[7] Sanatta eleştirinin hedefi estetik değeri ortaya çıkarmaktır;
estetik eleştiri diye bir tamlama kullanılamaz.
[8] Sanat bilimi; “Sanat Felsefesi, Sanat Sosyolojisi, Sanat Psikolojisi ve
Estetik Bilimi”nden oluşan bilgi disiplinidir.
[9] Sincan İstasyonu dergisi 101’inci Sayısında yayınlanan
“İmgelem-İmge-İmgelem” başlıklı denememden alıntıdır.
[10]
“Biçim, anlam, anlatım, ses, çağrışım, coşum ve
estetik” bir sanat eserinde olması gereken en az varlık katmanlarıdır.
[11] Y.Özmen, Bir Damla Suda Halkalar, Temren Yayınları, 2018
[12] Hava yastığı ile su üstü ve karada hareket edebilen amfibi araç.
[13]
[13]
İmgelem, edinilmiş zihinsel varlıkları tasarımlama ve bu tasarılardan yeni
zihinsel işlemler oluşturma yetisidir. “Saf imgelemi” zihnimizin, bağımsız,
çıkarsız, özgün, sınırlayıcı olmayan, dinsel ve ideolojik
sınırlayıcılıktan/bağlayıcılıktan uzak, insani, sosyal, kültürel ve doğa
değerlerini bağımsızca yorumlayabilme ve tasarımlayabilme yetisi olarak ele
alabiliriz.
[14]
[14]
Aziz Nesin’in Bulgaristan’da bir etkinlikte söylediği sözdür. Gazeteci Yazar
Şair Okan Yüksel, sözün söylenişine tanıktır ve tümcenin aslını bir toplantıda
kendisi açıklamıştır.
[15]
Katman; şiirde birbirine benzer belirli özellikleri fiziksel veya duyusal
nitelik veya niceliklerin bir arada bulunduğu bir yapı olarak kullanılan bir
terimdir. Örneğin ses veya anlam katmanı gibi…
[16]
İrşat Dili: misyoner ya da tebliğ mantığı taşıyan dinsel söylemler
[17]
Y.Özmen, Saf Sanattan İnsana, Şiir
Çözümleme Tekniği ve Şiir Eleştirisi, Trend Yayınları, Kasım 2018, Sayfa-117
[18]
Y.Özmen, Saf Sanattan İnsana, Şiir
Çözümleme Tekniği ve Şiir Eleştirisi, Trend Yayınları, Kasım 2018, Sayfa-126
[19]http://www.kosulsuz-sevgi.com/yeni-eklenen-mesajlar/albert-einstenin–kizina-mektubu/
Çeviren:Saffet Güler
[20]
“Katman Edebiyat Eleştiri Kuramı”nı ileri süren kitap.
[21] Şiir Çözümleme Tekniği, şairin imgelem sürecinden şiiri yaratışına,
şiirin okurda yarattığı erekten gelecekteki anlamsal devinime ve şiire artı
değer katan tüm unsurlara kadar toplam şiirsel süreci kapsar. Şiirin bütün
organlarının varlığı ya da yokluğu ile işlevsellik ve işlerlik durumunun ortaya
konmasına yöneliktir.
[22] Katman, şiirin nesnel ve duyusal varlıklarını kendi özellikleri
içerisinde bir grupta toplayan yapıdır.
[23] Tabaka, katmanları oluşturan nesnel veya duyusal daha alt varlık
alanlarıdır.
[24] Eksen, sesin fiziksel özelliği gereği ses katmanının altındaki sınıflandırmadır.
Tabaka teriminin işlevi ile aynıdır.
[25]
Bilgiler arası ilişki: Metinler arası ilişki, tarihsel bilgi, bilginin bilgiyi
açığa çıkarması ve bilginin teknolojiye dönüşümü gibi kavramları içine alan
bilginin işlem süreci.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder