SANATA ÇÖZÜMLEMELİ BAKIŞ (Sanatsal Denemeler-4)


Sanata Çözümlemeli Bakış, Sanatsal Denemeler-4, Yaşar Özmen

 

  

SANATA ÇÖZÜMLEMELİ BAKIŞ 

(SANATSAL DENEMELER-4) 

Yaşar Özmen

 

  

ISBN:978-605-74589-5-7

 

Bilim ve sanat yalan söylemez; böyle bir yeteneği yoktur. Sanatta doğruluk değeri yüksek bilgiye ulaşmak istiyorsak başvuru kaynağımız, her zaman bilim olmalıdır. Çünkü sanatla bilim, eşzamanlı ve eşgüdümlü çalışan dünyanın iki ayrı kolu gibidir. 

  

Kapak ve Kitap Tasarım

Yaşar Özmen

Yaşam Öyküm

1964 yılında Eskişehir’in Mihalıççık ilçesi Kızılbörüklü köyünde doğdu. 1989’da Kara Harp Okulu Makine Mühendislik bölümünü bitirdi. 2007 yılında Selçuk Üniversitesi’nde Yönetim Organizasyon konusunda yüksek lisans yaptı. Sanat felsefesi, yazın, fotoğrafçılık, resim ve şiir gibi sanata yönelik konularda kurs ve çalışmalarını sürdürmektedir. 2011 yılından beri sanat bilimi, dil bilimi, resim, öykü ve özellikle şiir üzerine çalışmalar yapmaktadır.

Yayımlanan Kitapları:

Bir Damla Suda Halkalar, şiir kitabı, 2018, Temren Yayınları.


Saf Sanattan İnsana, Şiir Çözümleme Tekniği ve Şiir Eleştirisi
, sanat çözümlemesine yönelik kuramsal kitap, 2018, Trend Yayınları.

Umut Bekler Bizi, Görsel-Sayısal Şiir Kitabı, Mayıs 2020, (e-kitap)

İmgelem-İmge-İmgelem (Denemeler-1) (e-kitap) Vedat Günyol 4. Deneme Yarışması Seçici Kurul Özel Ödülü, Mayıs 2020

Şiir/Sanat Çözümlemesi (Denemeler-2) (e-kitap) Mayıs 2020, Homeros Edebiyat Ödülleri 2020 Bir Şiiri İnceleme dalında “Turgut Uyar’ın ÜÇYÜZBİN Şirinin İncelenmesi” üçüncülük ödülü alan inceleme bu kitaba alınmıştır.

Şiir/Sanat Çözümlemesi (Denemeler-3)(e-kitap) Mayıs 2020

Dilhan, e-şiir kitabı, 29 Ekim 2020

UMUT isimli şiiri, Güncel Sanat Kaygusuz Abdal 11. Şiir Yarışması Seçici Kurul Özel ödülüne uygun görülmüştür.

ŞİİR SARNICI (E- DERGİ)’nın, kurucusu, yayımcısı ve yöneticisidir.    

Sardunya Zamanı Şiir Seçkisi, Türk Dünyası Şiir Seçkisi, Şiir Kalbimizde Şiir Seçkisi ve Nar Öykü/Şiir Seçkisi’nde yer almıştır. Deneme, makale, öykü ve şiirleri, yazın dergileri ile diğer yayın ortamında yayımlanmaktadır. 


İÇİNDEKİLER
 
Giriş………………...…….…………………….………………………………....…..7
Çözümsel Yaklaşım……………………………………………………………….…9
Sanata Çözümlemeli Bakış……………………………………….…......…………12
Neden Bu Kısırlık?................................................................................................25
Kavram, Kuram, Sanat……………………………………………………….....…28
Çerez Konular……………………………………………………………………....33
Yapıtın Sanat Değeri Ölçülebilir mi?...………………….……….............……….34
E-Dergi (Sayısal Dergi)……………………………………………………....….....40
Düşman Yaratmak Gerek…………………………………………………......…..47
Eleştiriye Katlanamamazlık………………………………………………............49
Sorunsuzluktan Sorun Doğar…………………………………………..........…...58
Eskiye Özlem………………………………………………………………...….…59
Ne Kadarsak O Kadarız.......................................................................................64
Şiir Eleştirisi ve Ödül İlişkisi………..………………………….……......…….….65
Bilgi Aktı……………………………………………………………………..….….70
Yaşlı Düşünce…………………………...................................................................72
Yazmak…………………………………………………………………………..…79
Algı Yönetmek Sanattır…………..………….…………….…...............................81
Beşli Çete…………………………………………………………………….....…..87
Korku ve Çıkar………………………..………….……………….…...………..…89
Türkçenin Anlatım Olanakları…………………………………………......……..93
Görsel-Sayısal Şiir…………………………………………………………..….….98
Kendimle Söyleşi…………………………………………………….……………105

GİRİŞ

Kitabın; kapağından düzenlemesine, yazımından tasarımına, iskeletinden kurgusuna kadar her bir işçiliği bana aittir. Denemelerim, Hidayet Karakuş İşlik’inde yazın ve dil açısından değerlendirilmiş, büyük bir kısmı Ç. Türk Dili Dergisi, Artemis, Maraşantiya ve Şiir Sarnıcı gibi dergilerde yayımlanmıştır.

Ülkemizin ve sanatın gerçekleriyle aklı tırmalar ara ara. Kültür ve bilgi varlıklarının bunca bolluğu karşısında nasıl bir kıtlık yaşadığımızın duyumsanması ve anlaşılmasından yanadır. Saptama ya da dilek değildir okurla buluşma gerekçesi; geleceği kurgulayacak aklın bam teline dokunmaktır.

Yazının ya da sanatın hedefi, dünyayı değiştirmek değil; dünyayı değiştirecek olan insandır. Onun; ruhunu yüceltmek, coşturmak, yaşam sevincini güçlendirmek ve öngördüğü yüksek değerleri içten yaşamasını sağlamaktır. Dünyayı ateşe verecek olan da evrensel barışı kuracak olan da odur. Asıl olansa aklının düzenlenmesidir. 

Deneme, özgür bir yazın türüdür. Ne kaleme ne konuya ne içeriğe ne de sonuca odaklanır. Dans etmek gibidir yaşamın içindekilerle. Öyle olsa bile çerez bilgi[1]yle yazılan denemeleri sevmiyorum. Altı dolu olmalı, ruhuna yapışıp kalmalı okurun. “Denemelerim, zaman zaman deneme tanımının dışına taşar. Denemede yargı, saptama, kanıt olmaz” derler ama olsun. Bu eylemleri, daha doğrusu bu ilkeyi de deneme türüne ben sokmuş olayım. Sanata yönelik; yeni terim, kavram, kuram ve yöntemden söz ediyorum denemelerimde; bu yüzden saptama, çözüm ya da yargı olmak zorundadır. Akla dokunsun, sindirimi zaman alsın, bugünün okurundan çok geleceğin okuruna yönelsin isterim. Sanatta kabullenilmiş ve alışılmış doğrular, birer birer çöküyor ve aklın sınırlarını zorlayan bir uzama evriliyor. Koşullar; sıradan düşüneni, geleneğe tutunanı, çerez bilgiyle yola çıkanı, kalıpları kıramayanı, zamanın karanlık odalarına atıyor. Oysa her sanatçı ve yapıtın ortak hedefi, tarih raflarında ışıl ışıl parlamak değil midir?  

Satır aralarında o kadar çok şey fısıldadım ki bilmem duyar mısınız? Kendi fısıltılarınızdan zaman bulup bunlara da yer açar mısınız? Amacım, salt fısıltılarımın duyulması değil elbet; kendi fısıltılarınızın bunlarla çığlığa dönüşmesidir. Kendi başına düşünmenin, anı mutlu yaşamanın, yaşamı kavramanın ve dünyaya doğru içten bir çığlığın tadı… Duymak, duyumsamak ve görmek varlığımızın amacını. Ne kadar bilinçli bir yaşam o kadar temiz bir dünya. Sanatın damarları, zaten o temiz dünyanın özleminden beslenmez mi?

İnanç ve öğretilerin kaymağıyla beslenenler; başka seçenek yokmuş gibi çatışma kültürünün vazgeçilmezliğini önümüze sürenler; daha uzun yıllar çatışmak zorunda kalacaklar. Bu anlayışın sonucu bölge bölge konuşlandırılan silah ve silah sistemleri, çatışmaları engellemeye yönelik değil; sürdürmeye yöneliktir. Korkuyla, kendine düşman yaratmakla, en büyük payı kapma yarışıyla yiten zaman, bilinçlerinde başka bir dünya kurgusuna izin vermemektedir. Bunu kırmanın bir yolu olmalıdır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesiyle sorunu olmayan her yazar gibi ben de, yazılarımda duru, temiz, güncel bir dil kullanmaya özen gösteririm. Yeni sözcüğün kavram alanının tümce bağlamında düşündüğüm anlamı kapsamadığını gördüğüm yerlerde çok seyrek olmakla birlikte, eski ya da alıntı sözcükleri zorunlu olduğum için kullanmışımdır.

Yazmak, içine sığamamanın gösterenidir. Olması gerekenin olamamasına duyulan öfke de tuzu biberi. Her ne olursa olsun sanat, olumlu duygu altında yapılmalı ve olumlu duygu yaratmaya yönelik olmalıdır. Öfkeden beslenen her tutum, öfke doğurur. Önemli olan gelecek kuşakların elinden öfke kozunu alıp kurtlar sofrasına ve barış masasına öyle oturmalarını sağlamaktır. Bu da, sanatın yapıcı gücüyle olasıdır. Denemelerimin sanata yönelik olması bundandır. Dilerim ki öfke ve çatışma kültürünü yırtıp atar A. Einstein’ın dediği gibi en büyük güç olan sevgiyi egemen kılarız. Sevgi dolu bir dünyaya doğru… Narlıdere/İzmir 26 Ocak 2022

[1] Çerez bilgi: anlık tüketilen, magazinsel bilgi, dedikodu, vs.

 

ÇÖZÜMSEL YAKLAŞIM

Evrende yapılamayacak hiçbir şey yoktur; yeter ki o konuda ve konuyu ilgilendiren alanlarda bilginiz yetkin olsun. Ölçülemeyecek hiçbir şey yoktur; yeter ki ölçü biriminiz ve aygıtınız uygun olsun.

Bu yazımda, deneme dilinden daha içten bir dil kullanarak siz okurlarımla karşılıklı konuşacağım. Yazın ve dil kurallarını bir yana koyup içimden geldiği gibi yazacağım. Benim ne yazdığım değil; sizin ne anladığınız önemlidir. Ne söylediğimle sizlerin ne anladığı arasında çelişkiye yol açmadan kaygılarımı anlatmaya çalışacağım. Sanata, özellikle şiir sanatına yönelik, farklı şeyler ortaya koydum ve yeni şeyler söylüyorum. Bugüne dek yazdıklarımla ilgili olumlu ya da olumsuz doyurucu bir tepki görmedim. Tepkisizlik, anlaşılmamanın belirtisidir; bunu biliyorum.

Elinizdeki kitabımın adı “Sanata Çözümlemeli Bakış” tır. Neden bu adı koydum, açayım. Şiir yazınında yazılıp çizilen düşünce yazılarındaki konu ve içerik, şiiri araştırma ve incelemeye başladığımdan beri sorularıma yanıt oluşturmadı. Etkinliklerde, derslerde, dergilerde yapılan yorumların çoğu, şiir için etkili bir anlam içermediği, şiir sanatına yeterince katkısı olmadığı kuşkusunu uyandırdı. Özellikle Türk şiir yazınındaki deneme ve makaleler; ilgili bilimlerinin ilkelerinden uzak, olması gerekenin dışında yapay algı ve yargıya bağımlı, sıradan genellemelerden öte geçmediğini düşündürdü. Bu düşünceye dayanarak uluslararası yayınlar da dâhil olmak üzere şiir sanatıyla ilgili kaynak taramasına yöneldim. Ne yazık ki bunlar da kafamdaki soruları yanıtlayamadı. Bu ve buna benzer nedenlerle sanat bilimine (sanat felsefesi, sosyolojisi, psikolojisi, estetik bilimi) başvurdum. Araştırmalarım sırasında çıkış yolumu, Prof. Dr. İsmail Tunalı’nın “Estetik Beğeni” kitabındaki “Sanat eserini ontik bir bütün ve integral bir varlık olarak kavramak.” tümcesi gösterdi. Bu tümcenin açılımını burada yapmayacağım. Yapıtın Sanat Değeri Ölçülebilir mi? isimli denememde açıkladım. İlerideki sayfalarda okuyabilirsiniz.

Sevgili Sanatsever Dostlar.

Bir şeyi; öğrenmek, ölçmek, çözümlemek, eleştirmek, değerlendirmek, incelemek istiyorsanız o nesne ya da sistemi parçalara ayırmak zorundasınız. Sistemin her bir parçasını, ilgili bilimleriyle araştırıp, tartıp, ölçüp, deneyip sonuca gitmek zorundasınız. Sonra kendiliğinden, her parçanın sonuçlarını ve parçaların birbirleriyle olan ilişkilerini çözmeye yöneleceksiniz. Böyle bir yönteme başvurduğunuzda göreceksiniz ki şiir sanatında, şiiri öyküleştirmekten öte yol alınmamıştır. Bu yüzden şiire ilişkin yazılarımda, çok seyrek olarak kaynak ya da referans vermişimdir.

Başta yazdığım iki tümce benim ışığımdır. Her ne olursa olsun ölçülemeyecek hiçbir şey yoktur evrende; bu şiir olsa bile…  Sanatın/şiirin; değişkeni çoktur, organlar arası bağımlılığı yoğundur, algoritması karmaşıktır. Olsun. Tasarım, yaratıcılık ve analiz konularındaki deneyimsel bilgime, bilgi yönetimi ve bilginin teknolojiye dönüşmesi konusunda mühendislik becerime dayanarak bunları sizlere aktarıyorum. Duyumsadığım, düşlediğim, gördüğüm ya da uzun zamandır tasarladığım tümceler kuruyorum. Sanat, bununla birlikte şiir, öyle bir konudur ki insanın ulaşabildiği derinlik kadar derindir. Keşfi henüz yapılmamış pek çok yanı vardır; dipsiz kuyudur; sonsuza kadar da bu alandaki keşifler tamamlanamayacaktır. 

Bir yapıtı çözümlemek, eleştirmek ya da sanat değeri konusunda bir sonuca varmak istiyorsanız, yapıtı katman ve tabakalara ayırıp ilgili bilimleriyle ele almalısınız. İlgili bilimler sizi sağlıklı bir sonuca götürecek kadar gelişkindir. Sanattaki boşlukları da, iyi yanlarını da, anlamsız olanlarını da önünüze koyacaktır. Yeter ki kalıplaşmış bilgilerden kurtulup araştırmaya zaman ayırınız. Genelleme sözlerle, kulaktan dolma bilgilerle; ne şiir öğrenilir ne çözümlenir ne eleştirilir ne de yazılır. Bugüne kadar olduğu gibi önüne gelen “Ben de varım” diyebilmek için şiiri kişileştirip bir şeylerin uydusu durumuna düşürür. Şiirin yazılması ve öğrenilmesi, ne dil sorunudur ne de deneyimsizlik sorunudur. Şiir, sanat felsefesinin sorunudur. Bu da, ilgili bilimlerin eşgüdümünü gerektirir ve çok karmaşık bir yapı demektir. Bu karmaşa da, yapıtı ayrıştırıp bütün organlarını tek tek çözümlemeyi zorunlu kılar. 

Yapılamayacak hiç bir şey, ölçülemeyecek hiç bir etkinlik yoktur. Yeter ki konuya çözümlemeli (analitik) bir mantıkla yaklaşalım. Ayrıca sanatta sistem, yöntem ya da teknik; sınırlama anlamına gelmez, onun ayrıntılarını görmek için dinamik bir yol kazandırır. Akademisyenlere, şair ve yazarlara buradan çağrı yapıyorum. Sanata çözümlemeli yaklaşım için, ortaya koyduğum sanatsal kavram, kuram, sistem ve tekniklere el veriniz; bunların boşluklarını bulup geliştirelim. Kitabım ve denemelerimde dile getirdiğim; Şiir/Sanat Çözümleme Tekniği, Rastlantısal Anlam Kuramı, Çağrışımsal İmgelem Kuramı ve Katman Edebiyat Eleştiri Sistemi; rastgele ortaya atılmış bilgiler değildir. Bunlar, henüz başvuru kaynağı olmayan doktora tez konularıdır. Yapılmış, yazılmış şiirleri ve şairlerini incelemek; kalıplaşmış bilgileri her dönem yinelemek; bunları tez konusu olarak ele almak; sanatta gelişime katkı sunmaz; deneyimsel ve açık bilgidir. Türk sanatına evrensel boyut kazandırmak istiyorsak çözümlemeli bir yaklaşımla şiiri/sanatı ele almalıyız.  Çünkü şiir; hem akademik alanda hem olağan ortamda kimsenin sahiplenmediği bir çağı yaşıyor. 22 Ağustos 2022 

 

SANATA ÇÖZÜMLEMELİ BAKIŞ

Sanat Nedir?

 

Öncelikle sanat nedir sorusuyla başlayacağım. “Bu soruya yanıt olarak dünya edebiyatında o kadar çok metin ve kitap yazılmış ki hepsini okumak için yaşamımız yetmez. Pek çoğu da sanatı bir kahraman olarak kullanıp üzerinde debelenmiş. Her bilgi saygındır; ne var ki bir sonuca götürmesi, yeniliğin önünü açması ve geçerli olması için birtakım verilere dayanmalıdır. Sanat açık dokulu bir kavramdır. Tanımlanması zordur. Değişkeni ve çarpanı o kadar çoktur ki bunların aralarındaki ilişkiyi çözmek kolay değil. Bu yüzden çoğu sanatsal metinde, sanatın bir yönü ya da bir alanı alınıp değerlendirilmiştir.

Sanat yazılarını genel anlamda taradığımızda çoğu, genellemeler üzerinden yanıt bulmaya çalışır bu soruya. Ne yazık ki bu tür genellemeler, ne sanata ne sanatçıya ne de yapıt üretimine kullanılabilir/işe yarar bilgi sunar. Örneğin “Şiir tanımlanamaz, ne kadar şiir varsa o kadar da tanımı vardır” gibi altı boş genellemelerle yazılanlar… Ben de varım diyebilmek için havaya salınmış metinler çoğunluktadır. Veri ve deneyime dayanılarak yazılanlar da var; bunların hakkını teslim etmeliyim. Yılların içinden süzülen bir birikim ve kazanım vardır; yadsınamaz. Bunlar, kendi değerlerini yaşamalı, yaşarken de daha iyisini ve yenisini üretmelidir.

Resim ya da şiir gibi bir sanat dalını ele alarak sanat nedir sorusuna yanıt aramayacağım. Sanat gibi karmaşık bir kavramı, bir dal üzerinden anlatmak biraz sığ kalır. Sanatı genel bir kavram olarak ele alıp sanat felsefesinin öngördüğü ölçütler kapsamında kendimce çözümlemeli bir yol izleyeceğim. Bu şekilde sanatın ne olduğunu daha kolay açıklayabilirim. Örneğin şiir; nedir, nasıl yazılır ve okurla ilişkisi nasıldır, sorularına bu çözümlemeden sonra daha kolay yanıt arayabilirim. Ayrıca sanata çözümlemeli yaklaşım; okura, yazara, şaire ne kazandırır; neyin önünü açar, sorularının yanıtını yazımın sonunda vermeye çalışacağım.

Sanat; sanatçı-yapıt-okur-ortam[2] dörtgeninde oluşan; ses, dil, ışık, hareket… gibi gereçler kullanılarak estetik değer yaratma çabası taşıyan, insan etkinliğidir. Burada sanatçı, okur ve ortam üzerinde durmayacağım. Sanatı anlatabilmek için özellikle temel öğesi olan yapıt üzerinde yoğunlaşmalıyım. Öyleyse yapıtın karnını deşip içinde neler var birlikte bakmalıyız ki sanatla ilişkisi olmayan bir okur bile ne söylediğimi anlayabilsin.

Sanatı genel anlamda sınıflandırırsak:

Dil Sanatları; şiir, öykü, roman, oyun, mektup deneme… Gereci dil olan sanatlar.

Görsel Sanatlar; resim, sinema, tiyatro, heykel, seramik…  Görüntü ve biçime göre oluşan sanatlar.

Ses Sanatları; şarkı, türkü, opera… Sesi, ezgiye dönüştürerek yapılan sanatlar.

Hareket Sanatları; dans, pandomim, halk oyunları… Harekete ve hareket biçimlerine dayalı sanatlar.

Karma Sanatlar; her ne kadar sanatı sınıflandırsak da bunlar çoğu zaman birbirleriyle iç içedir. Şiir, aynı zamanda sesi, sinema ise hem dil hem hareket hem de sesi birlikte kullanabilir. Ayrıca her sanatın kendine özgü bir dili ya da dilleri vardır. Resmin ışık, dansın hareket, müziğin ses, sinemanın; görüntü, ses, dil olduğu gibi… Kullandığı dil açısından ‘karma sanatlar’ diye de bir sınıflandırma daha yaparsak yanlış olmaz.

Sayısal Sanatlar: Altıncı bir sınıf daha var ki henüz tanımlanmamış ya da tanımlanması güç olan bir alan: Yapay zekâ veya sayısal teknolojilerin ürettiği sanat. Bunlar, insan üretimi olmadığı için sanat kapsamında düşünülmeyebilir. Ne var ki bu tür üretimlerin gerisinde yine insan zekâsı vardır; fotoğrafta olduğu gibi... Bu yüzden sanat kapsamına alınması daha mantıklı bir yaklaşım olur.  Bana kalırsa bunun adına da ‘Sayısal Sanatlar’ demeliyiz. Hologram, üst teknoloji aygıtlarının ürettiği görsel objeler, yapay zekâ çizimleri gibi…

Her sanat dalı, aynı ilkeler üzerinde yürüyen sürece ve aynı amacı taşıyan bir yapıya sahiptir. Aralarındaki ayrım, kullandıkları dil ve yöntemdir. Burada en ayrıcalıklı olansa dil sanatlarıdır; çünkü düşüncemizin göstereni olan dilimiz, onun temel gerecidir. Örneğin resmin gereci ışık olduğundan, ressam ikinci bir dili kullanmak zorundadır. Yani düşündüğünü ek olarak ışığa dönüştürmesi gerekir.

Hangi sanat alanı olursa olsun ortaya çıkan sonuç, gerekli sanatsal öğeleri taşıyorsa biz buna yapıt diyoruz. Öyleyse bir yapıtta en az neler bulunmalıdır?

Bilindiği gibi yapıtın, sanat felsefesine göre ön ve arka yapısı vardır. Bunlar, nesnel ve duyusal yapı diye de adlandırılır. Bir anlamda görünen kısmı nesnel, görünmeyip duyumsanan kısmı ise duyusal yapı olarak ele alınır. Yapıtın ne olup olmadığını anlamak için, nesnel ve duyusal yapı kavramlarını, zihnimizde çözmemiz ve yapıt üzerinde işlevleriyle birlikte görebiliyor olmamız gerekir. Örneğin insan bedenini bir sanat yapıtı varsayalım: Hücreler dâhil tüm organların oluşturduğu bütün bedenimiz, sanatın nesnel kısmını; bilinç, duygu veya ruh dünyamız ise duyusal kısmını içeren yapıdır. Yapıtta görünen ve görünmeyen her parça (öğe), bir bütünü oluşturur. Diğer deyişle yapıttaki katmanlar, bir sanat yapıtını oluşturur.

Yapıttaki öğeleri, katman; katmanın altındakileri de tabaka terimiyle tanımlayacağım. Öyleyse bir yapıtta bulunan katman ve tabakalar ne anlama geliyor? Katman; yapıtta birbirine benzer belirli özelliklerin, içsel, dışsal, fiziksel, duyusal nitelik veya niceliklerinin bir arada bulunduğu, birbirleriyle etkileşim içinde olan ve birbirlerini var eden yapılardır. Örneğin biçim, anlam… katmanı gibi. Katmanların altındaki yapılarsa tabakalardır. Tersinden söylersem tabakalar katmanı, katmanlar bir bütün sanat yapıtını var ederler. Tıpkı insanın belirli ruhsal ve fiziksel katmanlardan oluşması gibi… Bu durumda yapıtı; ağzı, dili, duygusu ve diğer organları olan bir beden olarak düşünebiliriz.

Sanat yapıtında bana göre olmazsa olmaz en az yedi katman vardır. Bunlar; Biçim, Anlam, Ses, Anlatım, Çağrışım, Coşum ve Estetik Katmanı’dır. Katmanlar, birbirinden ayrı düşünülemez; birbiri içine geçmiş ve birlikte yapıtı oluşturan yapıtaşlarıdır. Bir anlamda yapıtın dünyaya açılan yedi duyusu ya da yedi organıdır. Bunların öncelikleri ya da baskınlıkları, sanatın sınıfına göre değişebilir. Heykelde biçim öncelikliyken, şiirde anlam katmanı daha baskındır. Ayrıca sanatın türüne göre ek katman da tanımlayabiliriz. Örneğin roman ve öykü gibi sanatlar için ‘karakter yaratma ve karakterin betimlenmesi’ önemli bir konudur. En az yedi katmandan kastım, her yapıtta bunların mutlak varlığıdır. Heykelde ses katmanı olmamalı diyebilirsiniz. Heykelde ses katmanı olmalıdır. Heykelin size bakışında bir görünümü bir de sesi vardır; çığlık atıyordur ya da iç sesiyle size “Dokun bana” diyordur. Yani fiziksel olmasa bile duyusal olarak bir sesi vardır her yapıtın. 

Yapıtta bulunduğunu düşündüğüm katmanlar:

Biçim Katmanı: Her yapıtın bir biçimi vardır. Biçim, bazı sanat sınıflarında iskelet, bazılarında kılıf bazılarında ise devinim şeklindedir. Bir anlamda biçim, yapıtın taşıyıcı kabıdır. Yukarıda tanımladığımız altı katman biçim içinde/üzerinde konumludur. Biçimi bir torba gibi düşünürsek, içine doldurduklarımızla, torbanın aldığı fiziksel ve duyusal şekle, biçim diyebiliriz. Obje sanatlarında ya da hareket sanatlarında biçimin öne çıkan bir formu varken sinema ya da şiir gibi sanatlarda daha geri plandadır. Başka bir deyişle biçim, yapıtın tüm öğelerini bünyesinde konumlandıran bir yapı olmasına karşın bazı sanat alanlarında ön planda olmayabilir.

Anlam Katmanı: Sanatın hangi dilini kullanırsak kullanalım, ister hareketi ister ışığı ister çizgiyi ister sözü; yapıtta kullandığımız dil, bizim anlamlandırdığımız somut, sanal ya da soyut varlıklara dayanmak zorundadır. Bu da; her çizginin, her ışığın, her sesin, her dizenin, her hareketin bir anlam içerdiğini gösterir. Dilsel ve simgesel olarak yapıtta kullandığımız her şey, bir veya birkaç anlama yönelir. Dizede kullandığımız her sözcüğün kendi bağlamında veya kullanıldığı yere göre üzerine giyindiği bir anlamı vardır. Kaldı ki anlamı olmayan dize kurmak, olası değildir. Sadece algımızın alışkanlığı olan bütünlüğü oluşturmayabilir. Özetlersek, anlamın derinliği kadar da yapıtın ağırlığı olacaktır. Anlam, aynı zamanda diğer katmanlarla da ilişkilidir. Örneğin çağrışım katmanı; anlama, sesin anlamına, ışığın anlamına hareketin anlamına bağlıdır. Her katman açıklamasında yinelememek için bir kez söyleyelim: Bütün katmanlar birbirine bağımlıdır; birbirini kurar ve bir bütünlük oluşturur. Anlam, anlatım ve sesin bir bütün olduğu gibi…

Anlatım katmanı: Her yapıtın kullandığı dile bağlı olarak kendine özgü sınırsız bir anlatım tekniği vardır. Işıkla, hareketle, sesle ya da dille…  Anlatım, anlam ve sesle eşgüdümlüdür, aynı zamanda da eş zamanlı işler. Heykel, görsel bir anlatımı öne çıkarırken şiir, dilsel bir anlatıma yönelir. Sonuçta her yapıtın bir veya birkaç anlatım gereci ve düzeni vardır. Şiir, ses ve dili kullanırken sinema filmi, görüntü, ses, hareket ve ışığı anlatım gereci olarak kullanır. Anlatım, anlamı ne kadar güçlendirebilirse estetik değer de o oranda artar. Bütün sanatlar, anlatımın anlamı güçlendirmesi üzerine kurgulanmıyor mu? Bu yüzden anlatım; incelik, farklılık gerektiren, yapıta rengini ve tınısını veren bir katmandır.

Ses katmanı: Ses, anlam ve anlatımla bir bütündür. Özellikle dil ve ses sanatlarında… Bu bütünlük, duyarlılığı artırıcı bir güçtür. Sesin insan üzerinde yarattığı duygu değeri çok yüksektir. Yani duyusal ve anlamsal etkisi güçlüdür. Biçim gibi ses de fiziksel bir katmandır. Yapıtta sesten söz etiğimiz zaman, ezgiye dönüşmüş sesi anlatıyoruz demektir. Konuşmanın bile ezgisi olduğuna göre gürültü dışındaki her ses, kendi başına ezgi demektir. Müzikte başka, şiirde başka, resimde başka bir biçimde görünüşe çıkar. Sonuçta pandomim bile olsa kendine özgü bir sesi vardır. Anlam ve anlatımla uygun ve yetkin kullanıldığında, estetik değer yaratma gücü yüksektir. Müziğin ya da şiirin duyarlılığı artırması ve duygusallığı kolay tetiklemesi bundandır.

Yukarıda açıkladığımız dört katman, yapıtın fiziksel ya da nesnel katmanlarıdır. Bu aşamadan sonra anlaşılması ve anlatımı daha zor olan duyusal katmanları ele alalım:

Çağrışım katmanı: Çağrışım; ses, anlam ve anlatımın verilerine dayanarak; kişinin bilgi birikimine, yaşamsal ve duyusal belleğine, izlerden yaşamsal birikime, oradan imge ve görüntüye, görüntüden imgelem[3]e ulaşan; insana özgü bir özelliktir. İnsanın düş ve düşünsel evreninin sınırsız eylemidir.

Sanatın temel taşıdır çağrışım. Amaç, çağrışımın güçlü ve çoğul olmasıdır. Başka deyişle kurduğumuz çağrışım çekirdeği[4], yarattığımız çağrışım yelpazesi[5] ve çağrışım saçağı[6]; ne kadar geniş bir alanı tarıyorsa/yayılıyorsa anlam o kadar derin ve çağrışım aynı oranda güçlü demektir. Gerçek anlamda, gösterenle gösterilen örtüşür. Bunun duygu değeri zayıftır. Oysa sanatta aranan ölçüt; değişmece, değinmece, benzetme, alışılmadık bağdaştırma gibi tekniklerle yapılan güçlendirilmiş anlamdır. Derin anlam, güçlü anlatım ve nitelikli ezgi; çağrışımın doğum yeridir. Bu yüzden sanatı sanat yapan şey, çağrışım yelpazesinin genişliği, uzunluğu ve çoğulluğudur. Çağrışım ne kadar çoğul ve güçlüyse imgelem yaratma yeteneği o oranda güçlüdür. Sanatı çözümlemede ya da ölçümlemede, temel ölçütlerimizden bir tanesidir. Yazınımızda üzerine gidilmeyen bir konu olmasına karşın eleştiri, inceleme ve sanat çözümlemesinde; önemli bir ölçüttür ve akademik olarak ayrıca ele alınması gereken vazgeçilemez sanat-insan ilişkisidir.

Coşum Katmanı: Coşum; yapıtın duyusal varlığından doğan, izleyicideki duygulanmanın, duyarlılık yaratmanın eylemsel sürecini içeren bir katmandır. Olumlu ve olumsuz her tür duygu durumunun taşkınlığa yönelme süreciyle ilgilidir. Bir başka deyişle, olumlu duygunun doğurulmasından taşkınlaşmasına kadar olan ruh durumudur. Yapıtın amacı, duygunun harekete geçirilerek taşkın diye belirttiğimiz kıvama dönüştürülmesidir. Görme, anlama, sezme ve kendini duyumsama gibi duyusal, bilinçsel ve ruhsal eylemler; duygu durumunun taşkınlaştığı, yani duyarlılığa dönüştürüldüğü zaman farkındalık kazanmaya başlar. İşte estetik beğeni dediğimiz olgu da bu aşamadan sonra işlerlik kazanır. Kısaca coşum, estetik beğeninin bir alt aşamasıdır. Coşumu; çekici görünüş, derin anlam, güzel anlatım, nitelikli ezgi ve güçlü çağrışım ortaya çıkarır. Yani yapıtın duygu değerinin okur duygularıyla bütünleşmesi sonucu doğan duygu durumudur. Yapıta giydirilmek istenen elbise ve yapılan makyaj, diğer söyleyişle sanatsal teknikler; coşumu en üst düzeye çıkarmak içindir.

Coşum, öznel bir durumdur. Çözümlemede, eleştiride ya da incelemede; öznel tutuma gebe oldukça fazla açık yan barındıran bir katmandır. Kişinin yaşamı algılama ve tutuş durumuna göre şekil alabilir. Kimilerin Nazım Hikmet Ran’ı şair olarak dikkate almazken Necip Fazıl’ı öncelemesi bundan kaynaklanır. Daha başka nedenleri de var ama konumuza bulaştırmayalım.

Estetik Katmanı: Yapıtta amaç, estetik değer yaratmaktır. Her sanat dalının temel yönelimi olabildiğince estetik değere sahip olmaktır. Estetik algı, estetik kaygı ya da estetik tavır diye adlandırdığımız insan-yapıt arasındaki ilişkiden doğan duyusal durum, estetik beğenidir. Beğeni, çok değişkenli bir insan eylemidir; kişinin yaşamında eriştiği, yaşadığı, özlediği, öğrendiği ve gördüğü tüm bilgilerin rol oynadığı duyusal bir sonuçtur. Ayrıca izleyicideki beğeni, kişi ve toplum bilincine göre de görecelidir. Sanatçı ve yapıtın amacı estetik beğeniyi sağlamak, izleyicinin amacıysa estetik yaşantıya girmektir. İşte bu karşılıklı ilişki, estetik bilimiyle açıklanabilir bir süreçtir.

Yapıt, estetik algı ve estetik değer yargısını gıdıklayabildiği, duyguları ve zihni estetik katmana taşıyabildiği kadar güzeldir. Sonuçta estetik değer; yapıttaki biçim, anlam, anlatım, ses, çağrışım ve coşumun görevdeşliğinden doğar. Beğeniyi, yapıtta mutlak var olan katmanların her birinin kendi içindeki güzelliği ile hepsinin bir bütün olarak görevdeşliği sağlar. Zihni ne kadar sarsıyor, aklı ne kadar sendeletiyor, duyarlılık ile duygusallığı ne kadar tetikliyor ya da ulaşılmazlığı ne kadar güçlü duyumsatıyorsa işte o gerçek bir yapıttır. Bu durumda yapıt, sanat değeri taşıyor ya da estetik değere sahip, diyebiliriz. Bir yapıt karşısında izleyicinin; aklının sarsılması, hayranlık duyması, ulaşılamazlık duygusuna girmesi; duygularının ele geçirilmiş olduğunu gösterir. Yapıtın amacı, izleyicinin duygularını ele geçirmek değil midir?

Sonuç olarak yukarıda açıkladığım yedi katman, bir bütünü oluşturur ve bu bütüne yapıt adı verilir. Bir şiir, öykü, tablo ya da opera gibi… Bu etkinliğin adı da sanattır. Her bir katman, ilgili olduğu bilimlerin ilkeleriyle incelenebilir, daha nesnel bilgilere ulaşılabilir. Anlam katmanı; anlambilim, göstergebilim ve dilbilim; anlatım katmanı, anlatıbilim; ses katmanı, sesbilimle…

Kısaca tanımlarsak sanat, sınıfına özgü diliyle estetik değer taşıyan ve estetik algıyı tetikleyen insan yaratımı bir etkinliktir. Dinamik ve açık dokulu bir tanımlamaya gidersek sanat; bilgi, yetenek, ortam ve sezgiye koşut, insan algı ve değer yargısı bağlamında belirli katmanların görevdeşliği ile biçem alan etkinlikler bütünüdür. Yapıt; hangi sanat döneminin, akımın ya da ekolün içinde doğarsa doğsun, sonuçta aynı katman ve tabakalar ile çağının ve değişimin öngördüğü ek katmanları içerir. Buna karşın sanat, dinamik bir yapıdadır; keşfedilmemiş sınırsız ve sonsuz bir hareket alanına sahiptir. Üretilen bilgi, kültür varlıkları ve zamanın aldığı değerler oranında gelişir/yenilenir.

Çözümlemeli Bakışın Getirisi

 “Sanata çözümlemeli bakış nelerin önünü açar” sorusunun yanıtını örnekleriyle görebilmek için şiir sanatını temel alacağım. Bütünlüklü ve insanlığa mal olmuş bir şiiri ele aldığımızda, şiiri oluşturan tüm katmanlar ve bu katmanların birbirleriyle ilişkisi çözümlenebilir. Her katman, kendini ilgilendiren bilim alanlarıyla değerlendirildiğinde şiir sanatı hakkında açığa çıkmamış boşluklar saptanabilir. Örneğin çok yerde yazılıp çizilmiş olan “Biçimi, öz-içerik oluşturur” söyleminin, eksik bir saptama olduğu ya da kullanılabilir bilgi içermediği görülebilir.

Öncelikle sanatı tüm varlık yapılarıyla görmemizi sağlar. Yapıttaki her katmanı, ayrı ayrı inceleyip aralarındaki ilişkiyi çözmemizi kolaylaştırır. Her şiirin yaşayan bir varlık olduğunu, belirli öğelerin görevdeşliğinden doğduğunu, yaşamla insan ilişkisinin bir göstereni olduğunu duyumsamamızı sağlar.

Şiir nasıl yazılır, yaratılır, hangi katman hangi katmanı güçlendirir, bunların görevdeşliğinden nasıl bir sanatsal değer elde edilir, sorularını aşama aşama inceleyerek “Sanat nedir” sorusuna daha kolay yanıt bulmamıza yol açar.

Sanattan söz ediyorsak amacımız, şiirin anlamsal değerini ortaya koymak değil; anlamın şiire kattığı sanat değerine karar verebilmektir. Anlam katmanını; anlambilim, göstergebilim, nörobilim, toplumbilim, ruhbilim gibi… ilgili bilimlerle ele alıp incelediğimizde, yapıtın sanat değerine katkısını daha kolay saptayabiliriz. Öyleyse şiirden ulaşılan ve duyumsanan anlamın, sanat değerine olan etkisini gösteren tanımlama ne olmalıdır, sorusuna götürür bizi. Şiirin sanat değerini tanımlamak için anlambilimin öne sürdüğü gerçek anlam, yan anlam, değinmece anlam gibi anlam öbekleri, amacımıza uygun veri sunmaz. Sanat değerini ya da niteliğini ortaya koyabilmek için bu anlam öbeklerinin dışında tanımlanması gereken başka bir yöntem ya da işleyiş var mıdır, diye araştırmaya iter. Örneğin bu soru, okurun algısı ve anlaması ile yapıtın ortaya koyduğu anlamın, beklenmeyen/kastedilmeyen bir sonuca yönelebileceği kuşkusunu doğurur. Şiirin imge gücüyle okurun ulaşacağı imgelem, her zaman imgenin sınırları içinde olmadığını biliyoruz. Yazılanla anlaşılanın, imgeyle imgelemin birebir örtüşmek zorunda olmadığını anlatıbilim de söyler. O zaman burada tanımlanmamış bir işleyişin varlığı önümüze çıkar. Bu işleyiş, nasıl tanımlanabilir? Yanıtlamamız gereken yeni bir sorudur.

Örnek olarak bu işleyişi özetleyeyim: Okur; kendi yaşamsal değerlerine, izlerine, bilgi ve belleğine yaslanarak, şairin şiirinde gerek kastettiği gerek kastetmediği anlatım ve anlam örgüsünden bazı ipuçları yakalar; bu ipuçlarından beklenilmeyen imge, imgelem, olay ve görüntülere ulaşabilir.[7] Bu durum ratlantısaldır ve kuramsal bir süreçtir. Şiirle her okur arasında oluşan bir durumdur. İzlenebilir, denenebilir, genellenebilir ve aynı sonuçlara yönelen bir işleyiştir. Bu işleyişten, anlam katmanının altında yeni bir anlam tabakasının varlığı saptanabilir. Bunu, rastlantısal anlam tabakası ve aynı zamanda rastlantısal anlam kuramı[8] biçiminde ele aldım. Şiirin anlamı, okurun çağrışım yelpazesini ve imgelem yetisini ne kadar güçlü tetikliyorsa şiirden ulaşılan rastlantısal anlam o kadar iyi demektir. Bu durum, şiirin sanat değerine o oranda katkı yapıyor anlamına gelir.  

Şiirde ses katmanı; ritim, ton, vurgu gibi parçalarüstü sesbirimlerle geçiştirilir. Hatta yazınımızda, şiirdeki sesin ayrıntılı ve ilgili bilim alanıyla incelenmiş bir kaynağı yoktur. Aslında sesin, şiirin anlam değerinden daha fazla duyguyu tetikleme gücü vardır. Buna bağlı olarak sanat değerini daha da güçlendirme olanağına sahiptir. Sesin şiire kattığı sanat değerinin göz ardı edilmesi, ezberci ve usta çırak yöntemiyle şiire yaklaşmamızdan kaynaklanır. Çözümlemeli bir bakışla ele almış olsaydık bu ayrıntılar bugüne kadar geliştirilir ve yazınımızda yerini alırdı.

Şiirin sanat değerini ortaya çıkarmamıza yarayan bir diğer konu ise çağrışım katmanıdır. Çağrışım, her sanat yapıtı karşısında izleyicide oluşan bir eylemdir. Bu eylem başlı başına bir araştırma konusudur. Yapıt karşısında oluşan çağrışım sürecini incelediğimizde yanıt bekleyen pek çok soru ortaya çıkabilir. Her imge, her okuru imgelem sürecine sokar. Her yapıt her okurda farklı çağrışımlara yol açar. Öyleyse “Burada kuramsal bir işleyiş olmalıdır” kuşkusu doğar. Amacımız sanatsal bir sonucu ortaya çıkarmaksa kuramsal işleyişin nedenlerini ve etkilerini ortaya koymamız gerekir.

Çağrışım, gerek şiir dili tekniği gerek doğrudan gönderme gerek imge gibi yöntemlerle yapılsın; bellekte, bilinçte ve bilinçaltında var olan bilgileri uyararak okura yeni imgelem olanakları sağlar. Okurun yaşamsal izlerini ve değerlerini kurcalayarak, okurda öne çıkan bilgilerle yeni anlam alanları yaratır. Bu alanlar, çağrışımsal imgelem alanlarıdır ve sanat değeri konusunda önemli veriler sunar. Tanımlanması ve ayrıntılı incelenmesi gereken bir işleyiştir. Çünkü, çağrışımsal imgelem kuramı; insan ve yapıt arasındaki etkileşimin doğal ve mutlak bir sürecidir. Benzer etki-tepkiden benzer sonuçlara yönelir.

“Sanata çözümlemeli bakış nelerin önünü açar” sorusunun yanıtını, daha fazla uzatmadan ulaşabildiğim bilgi ve sonuç kapsamında özetleyeyim:

* Açık kapı bırakmayan, öznelliği en az düzeye indiren, dinamik bir şiir/sanat çözümleme tekniği,

* Katmanların incelenmesi sonucu, yeni kavram ve sanat terimlerine ulaşılması; çağrışım çekirdeği, çağrışımsal imgelem, durumsal estetik değer gibi,

* Rastlantısal anlam kuramı ve çağrışımsal imgelem kuramı gibi sanat değerini saptamaya yönelik iki kuram,

* Katman yöntemiyle işleyen, dinamik, ilgili bilimlerine dayalı, her sanat türü için geçerli, öznelliği en az düzeyde tutan bir eleştiri sistemi,

* Ayrıca sanatın hangi dalı olursa olsun öz-içerik-biçimi konusunda genel bir görüş verdiği gibi uygulaması ve yaratımı hakkında daha somut veriler,

* Şiirin sağından girilir, solundan girilir, şöyle yazılır, böyle yazılır gibi genel söylemleri bir kıyıya itip şiir nasıl yaratılır sorusuna altı dolu yanıtlar sunar.

Bunlardan sonra ayraç içinde şunu da belirtmeliyim: “Kuramsal bilgiyle iyi şiir yazılamaz” anlayışıyla yetişmiş ve ısrarla bunu savunan bir şair ve akademisyen, bu bilgileri önemsemeyecektir. “Yeni bilgi, sanatsal kavram ve terimler; bu tür bilgi ve yaklaşımla üretilebilir, sanat dünyasına kazandırılabilir” önermesi kanıtlanmış olsa bile bugün için önemli bir sonuç doğurmayacağını ilk bakışta görebiliyorum. Bilgi, kullanılabilirse geçerli ve değerlidir. Bunun yanında yeni bilgiyi kullanabilecek donanım gerekir. Amacımız, “Üzüm yemek mi yoksa bağcı dövmek mi?” tam anlamıyla bunu şiir dünyamızda saptamış değiliz. Öyle bir sanat kültürüne sahibiz ki neyi neden ve nasıl yapacağımıza değil; yapılmışa öykünmek dışında yeni bir tutum geliştirecek gücümüzün olmadığını düşünüyoruz. Oysa bugünün beyni öylesine çok, öylesine güçlü bilgiye sahip ki bunları örgütleyip kullanabilse… 20 Nisan 2022, Narlıdere

Ç. Türk Dili Dergisi Eylül 2022, Sayı 415’te yayımlanmıştır.

 

NEDEN BU KISIRLIK?

Sanatsal konularda ya da şiir gibi özellikli bir sanat dalı hakkında; konuşmak, tartışmak, yorum yapmak, düşünce alışverişinde bulunmak, sanatseverler için zevkli, güzel ve yararlı eylemdir. Ne var ki bu güzelim eylemler, ilgili yayın organlarında ya da yaygın iletişim ağlarında bir hiç uğruna yok ediliyor daha doğmadan; saptandığı sanılan üstünkörü doğru, kulaktan dolma birkaç bilgiyle… Dışarıdan bakıldığında şiirle ilgili ne kadar çok şey biliniyor, kıskanıyor insan. Birkaç anı, birkaç söylem, büyük şairlerle birkaç oturup kalkmışlık, yapılmış üzerine yazılmış bir doktora tezi, adı belli bir şair hakkında havadan sudan içerikle yapılmış birkaç inceleme; her şeyi çözmüş, şiirin derinliğini keşfetmiş ve mutlu sona ulaşmış havasına girmek için yeterli… Bu kadar çalışmamıza, bu kadar bilgi sahibi olmamıza karşın bugüne kadar bir tane sanatsal kuram saptayan, sanat kavramı öne süren ya da yeni bir şey ortaya koyan; şair, sanat düşünürü ya da akademisyen çıkmamış son elli yılda, ilginç değil mi? Şiirin gerçekliğini kavramış birisi, çevresine kuramsal bilgi aktarmaz mı? Her şey keşfedildi de ondan mıdır bu kısırlık? Şiir, doyum noktasına mı ulaştı acaba?  Bunları, açıkça söylemek, ulu orta haykırmak gerek ki her sanatsever duysun sessiz çığlığı… Neyi bilmediğimizin bilinmediği, neyin ayırdında olunmadığı, yanlışın yanlışla doğrulandığı öykünmeci bir şiir ortamının ağır havası; basmış diri beyinlerin her bir köşesini…

Elbette şiir hakkında tartışmak ve düşünce alışverişinde bulunmak, belirli düzeyde sanatsal altyapı, bilimsel donanım ve öngörü gerektirir. Şiir hakkında yazılan yazılara baktığımızda, etkinliklerdeki konuşmaları izlediğimizde görüyoruz ki herkes, sanatsal altyapıya sahip ve şiirin derinliğini kavramış bir tutumla böbürleniyor. Görünen öyle de işin ayrıntısına girdiğimiz zaman altından çapanoğlu çıkıyor… Estetik terimini doğru kullanmayan akademisyen, kuram terimini yerinde kullanamayan şairlerin sanat düşünce yazılarıyla dolup taşıyor ortam. Tekrarın tekrarıyla böbürlenme, yapılmışı yorumlamanın ötesine geçmeyen inceleme yazıları, yaşamdan göçmüş ünlü bir şair isminden nemalanma çabaları; almış başını gidiyor… Sanatsal ve bilimsel temele dayanmayan şiir bildirileri (manifestolar…) ve Dünya şiir günü bildirileri.  Üstüne üslük “Kuramsal bilgiyle iyi şiir yazılamaz” deyip sallayıvermiş yukarıdan aşağıya bazı şair dostlarımız. Ceviz kapçığını doldurmayan genelleme tümcelerle şiir sanatını çözüvermiş en içten…

Dostlar, büyük abilerimizden devraldığımız bilgilerin kafasına şöyle vurun da biraz bu işin bilimiyle oturup tartışalım. Şiirin duyusal yapısı, öylesine geniş bir uzam ki bunu estetik bilimi bile çözmeye yeterli gelmez. Diğer bilimlerin eşgüdümünü gerektirir. Deneyimler, bir kazanımdır. Yapılmışlar, yazılmış şiirler, metinler önümüzde duran açık bilgidir. Şiir evreninde, felsefesinden başlayıp insanla ilişkisine kadar olan süreçte, incelenecek çok konu, alınacak çok yol vardır. Örneğin şiirin temel ögelerinden biri, çağrışımdır. Çağrışım konusunda (katmanında) saptayamadığımız pek çok kuram olmalı. Bunlar saptanmadan şiir çözümlemesi genel söylemlere bağımlı kalır. Bu konuyu inceleyen kişi, bu konu hakkında ayrıntılı bir metin ya da araştırma yazısı gördünüz mü? Akademik unvana sahip şairler bile, yapılmışı/yazılmışı inceleyip adı bilinenin adından ad devşirme peşindedir. Bu kişilerden, eğitim sistemimiz gereği yeni bir sanatsal kuram saptamalarını beklemiyoruz elbet, yeni kuram saptamak için bütün bilimlerin ilkelerine egemen olmak gerekir. En azından sanatta yeniliğe açılan yolların temizliğini yapabilsinler öpüp başımızın üzerine koyalım… 

Bu denemeyi okuyan pek çok kimse, sanata/şiire yönelik yeterince inceleme ve araştırmanın olduğunu düşünebilir. Ne var ki bugüne kadar doyurucu ve yeniliğin önünü açıcı bir çalışma okumuşluğum yoktur Türk yazınında… Bunları, çoğu kimse dışlanırım düşüncesiyle söylemeye cesaret edemiyor belki. Aslında işin içine girmiş her bilinçli şair ya da sanatçı, durumun bu merkezde olduğunu görmektedir. Sorgulayan sanatseverler, yapıt üretiminden ödül sistemine, eleştiriden estetik yargıya kadar olan sıkıntıları, farklı tümcelerle dile getirmektedir. Neden böyledir, diye sorsak sayısız gerekçe gösterilebilir. Ancak, şiirde/sanatta yeniyi yakalamak için neden sağlıklı ve köklü araştırmaların içine girilmediğinin, geçimini bu konulardan sağlayan sanat eğitimcilerinin bile, neden inceleme/araştırmaya yönelmediğinin, doyurucu sonuç ortaya koyamadığının yanıtını vermek zordur. İnsan ile sanat arasındaki ilişki çok boyutlu bir ilişkidir ve her sanatseverin, özellikle sanat eğitimcisinin merak konusu olmalıdır. Kaldı ki işi budur. Bu alanda genelleme tümcelerle çözülemeyecek kadar bir incelik ve ayrıntı vardır. Bu incelik,  salt edebiyat ya da dil eğitimi almış olmakla çözülebilecek bir konu da değildir.

Yazdıklarım ne kadar nereye ulaşır, inanın kestiremiyorum. Beynimizin çalışma sistemi gereği, bir şey sanal ya da nesnel görülemiyorsa/tasarlanamıyorsa o şey yoktur zaten. Eksikliğini dile getirdiğim konular gerçekten Türk şairinin kafasında nesnel gerçeklik kazanmış mıdır, tasarlanabiliyor mu, bilemiyorum. Düşünceme göre, bu konuların eksikliği sanatseverlerin kafasında yer etmiş olsaydı şiir sanatında; en azından ses, çağrışım ve estetik değer gibi konular, ilgili bilimlerin yardımıyla ayrıntılı incelenip sayısız metinde yer almaz mıydı? Bu tür metinlerin olmadığı gibi, gerçek anlamda araştırma ve incelemeye dayalı bilgi bütünlüğü kazanmış şiir yazısı yok denecek kadar azdır. Burada açıkça görülebilecek bir sıkıntı durmuyor mu? Bu kadar bilgi, deneyim ve kazanımın ortasında neden bu kısırlık? 03 Ağustos 2022, Maraşantiya Dergisi Ekim 2022, Sayı:5’te yayımlanmıştır.

 

KAVRAM, KURAM, SANAT

Şiir eleştirisi üzerine tanınmış bir eleştirmenimizle yapılmış ve Gösteri Sanat Dergisi Kasım 2004’te yayımlanmış söyleşiden ilginç bir tümce aldım: “Her zaman tekrarladığım gibi, yapıtlar kavramlardan, kurallardan değil, kuramlar, kavramlar yapıtlardan doğar.” diyor eleştirmenimiz. Anısı güzel olsun, yanıt veremeyeceği için adını özellikle belirtmiyorum. Beni şaşkınlığa uğratan bir tümce olduğu için üzerinde biraz düşünelim istedim. Metnin diğer kısmını alma gereği duymadım; çünkü asıl sorun tam da bu tümcenin içindedir

Aynı düşünceyi anlatmaya çalışan tümcelerle çok yerde karşılaştım ve şiiri bildiğini düşündüğüm çok kişiden duydum. Bu yüzden bu konuyu, özellikle yazma gereği duyuyorum. Kimin ya da kimlerin söyleyip yazdığının hiçbir önemi yok. Bu tür bilgi noksanlığının sorgulanması ve doğrunun açıklıkla ortaya konmasından yanayım. Bunları yaparken, önemsizleştirmek, küçümsemek, pay çıkarmak gibi bir çabam yoktur, olmamıştır. Sanatta bu tür yanlışlar ya da bilgi noksanlığı, beni rahatsız ediyor. Bilgi çağında, herkesin ulaşabileceği kadar bilginin yanı başımızda olduğu bir ortamda, çoğunluğumuzun hâlâ bu genellemelere inanması, sorgulamadan olduğu gibi kabul etmesi edebiyatta bulunduğumuz noktayı gösteriyor. İçten olmalıyız ve bilimsel konuları enine boyuna açıklıkla kişiselleştirmeden tartışmalıyız. Yazını/sanatı/eleştiriyi, sağlam zemine oturtmanın başka bir yolu yoktur. Edebiyat dediğimiz sanat alanı, bilimlerle eşgüdümlü çalışan bir sürece sahiptir. Örneğin şiir gibi sanatların kısırlığı, felsefesinin çağın nesnel ve düşsel gerçeklerine uygun tanımlanmamasından kaynaklanır; yazının her dalı da… Yapacağınız kavram yanlışı, süreci istenmeyen yerlere sürükleyebilir. Yanlış yapılması bugün için çok önemli olmayabilir belki ama arka planından doğacak sonuçlar, gelişimin önüne kocaman birer engel olarak çıkabilirler. Şimdilik pek çok kişi bunların ayırdında da olmayabilir. Gelecek kuşaklar mutlaka ayırdına varacaklardır. Yanlışların, özellikle bilim alanındaki yanlışların er geç doğruya ulaşmak gibi bir huyu vardır.

Biliyorum ki pek çok şair ya da yazar; başta örnek olarak aldığım tümce için “Nesi var, tastamam doğru bir tümce” diyecektir. Yazının önde gelenlerinin donanımını ve birikimini az çok tanıyorsam… Sanatta bazı şeyleri olduğu biçimiyle kabul edip bakış açınızı değiştirerek yapıttan başka bir iyi yan ya da estetik değer yakalayabilirsiniz; sanatın doğasında vardır bu. Ne yazık ki bilim alanında ve bilimsel konularda böyle bir esneklik yoktur. Görünen o ki eleştirmenimiz, bu tümceyi kurduğu zaman yapıtın dayandığı felsefeyi ve kuramla ilişkisinin nasıl olması gerektiğini yeterince incelememiş.

İsterseniz hem fen alanında hem de sosyal alanda kuram nedir, küçük birer örnekle açıklamaya çalışalım. Siz, bir yere nişan alıp taşı atarsınız, nişan aldığınız yeri vurursunuz vuramazsınız. Taş, sizin uyguladığınız gücün yönü ve şiddeti ile yerçekimi yasasına göre bir yörüngede hareket ederek düşer. İşte buradaki (fen alanı) kuram, yerçekimidir. Taşı, yerçekimine, deneyimlerinize ve denge durumunuza göre atarsınız. Sizin kuramsal olarak yerçekimine herhangi bir müdahale olanağınız yoktur; taşın hedefe varmasını hesaplamak dışında. O, kendiliğinden işleyen bir mutlaklıktır. Bu örnek şunu açıklar: Kuram, yaptığınız işten doğan bir ilkeler bütünü değildir. Yaptığınız işte, uymak zorunda olduğunuz ya da uyguladığınızda daha verimli sonuç alacağınız bir ölçüttür. Zaten var olan bir gerçekliktir. Yani yapıttan ya da yaptığınız işten kuram doğmaz, doğuramazsınız; böyle bir sav bilimselliğe aykırıdır. Yapıtlar, araştırma evreninde bir örneklem olarak ele alınabilir mi? Alınır ancak bu kuram doğurması anlamına gelmez. Kuramı doğurmak ve kanıtlamak için ilgili bilimlerin eşgüdümü gerekir. 

Edebiyat gibi sosyal konularda kuram, yerçekimi yasası gibi var olan; yaşanan ancak değişkeni ve etkeni daha fazla olan; bilimsel verilerle bizim saptadığımız genellenebilir, gözlenebilir, denenebilir ve aynı sonuçlara yönelen olgu ve süreçlerdir. Sistemin, olgunun ya da olayın; oluş, işleyiş ve sürecinde aynı sonuçlara yönelen ilkeler bütünüdür. Etkiye karşı verilen tepkinin sonuçlarının genelliğidir. Genellikle soyut olgulardır. Kuramı, kişi ya da yapıt üretemez; zaten ilişkiler arası yaşanan bir süreçtir. Olgu, olayın; oluş işleyişinden önerme ortaya koyar ve deneriz. Benzer sonuçlara yöneliyorsa, genellik içeriyorsa, izlenebilir bir süreçse, tanımlar ve kuram olduğu kanısına varırız. Örneğin yansıtma kuramı, bilgi kuramı gibi… Bu durumda, yansıtma kuramı, yapıtlardan doğmuştur diyebilir miyiz?

Bu bilgilerden sonra: Kuramın yapıttan doğması diye bir durumu olmayacağı gibi kuramdan yapıt doğurmak gibi bir işlev de olamaz. Kısacası, kuram doğmaz, doğurulmaz; saptanır; zaten var olan ve işleyen bir süreçtir.

Öyleyse, “Kuramlar, kavramlar yapıtlardan doğar.” önermesi bilimsel olarak doğrulanması olası olmayan bir önermedir. Öylesine bir varsayımdır ki bunu kanıtlayabilmek için, tümcedeki üç sözcüğün aralarında olanaklı olmayan bir ilişkiyi türetmiş olmak gerekir. “Yapıtlar kavramlardan, kurallardan doğmaz” önermesi de önerilmesine gerek olmayan anlamsız bir tümcedir. Örneğin, kavramları kullanmadan ve dil kurallarına uymadan öykü yazabilir misiniz?

Bu noktada benzer bir konuya daha açıklık getirmeliyiz. “Kuramsal bilgiyle iyi şiir yazılamaz” gibi konumuzla ilgili anlamsız sözler yazınımızda döner dolaşır. Aynı mantıksızlığın, benzer bilgisizliğin tersinden görünümüdür bu söylem. Kuramsal bilgi, şiir yaratısının dışında bir şey gibi anlaşılmaktadır. Oysa şiirin her aşamasında bilinçli ya da bilinçsiz kullanmak zorunda olduğumuz bilgidir. Kuramsal bilgi dediğimizde, sanata ilişkin tutarlı içerik ve genel doğruluğa sahip, bilimselliği ya da değeri kanıtlanmış bilgi olarak ele almalıyız. Kuramsal bilgi, her yaptığınız işin içinde var olan bir bilgidir. Araba sürerken matematik ya da fizik kuramlarını ve bilgisini kullanmak gibi… Akademik bilgi olarak anlaşılır yazınımızda. Oysa akademik bilgi, aynı zamanda doğrulanmış yazınsal (edebi) bilgidir. Yazınsal bilgisini kullanan iyi şiir yazamaz demek gibi bir şey olmuyor mu bu sav?

T.S. Eliot’un nesnel bağlaşıklık kuramını düşünün. Şiir yazarken bu kuramı bilseniz de bilmeseniz de kuramın sürecine bilinçsizce uyarsınız. Saptanmadan önce de şiirler nesnel bağlaşıklık kuramına uygun yazılabiliyordu. Şiir yazarken uyguladığınız her eylem; dilsel ya da düşünsel, tanımlayabildiğimiz ya da tanımlayamadığımız kuramların sürecine uygun işler. Kısacası her alan kendi kuramları ve ilgili olduğu alanların kuramlarıyla bir bütünlük içinde çalışır… Gerçi Türk yazınında tespit edilmiş çok fazla kuram yok. Yöntemi ya da tekniği kuram diye adlandıran pek çok akademisyen, şair ve yazarımızın olduğu ise ayrı bir konudur.

Sonuç olarak, bu kuramları biliyorsanız ve kuramsal bilginiz varsa; o alanda düşünmeniz, duymanız, görmeniz, ayrıntıları yakalamanız, yaratıcılığınız daha etkin ve yetkin olur… Yaptığınız işi; bilerek, görerek, duyarak, tanımlayarak, farkındalık yaratarak yaparsınız. Tersi durumda, attığınız taşın nereye düştüğünü ve ne işe yaradığını anlamada, yazdığınız şiirin ne olduğunu ve nasıl bir sonuç ürettiğini açıklamada yetersiz kalırsınız. Sonuçta kuramsal bilgi, iyi şiir yazmanıza engel olmaz; denenmiş ve kanıtlanmış genel doğrulara uygun, çözümlemeli ve daha bilinçli yazmanızı sağlar.

Yazınımızı salt bu tür söylemler değil; bilimine aykırı olmakla birlikte felsefesiyle yakından uzaktan ilgisi olmayan genellemeler sarmıştır. Genellemeler, anlamları olmadığı gibi sanatın daha esnek kısmı olan benzetme, değinmece, değişmece gibi anlamına da yönelmiyorlar. Örneğin; “Şiirin estetiği bir matematiktir.”, “İdeolojik brikimi olmayanın estetik birikimi olmaz.”, “Şiir dili, yapay bir dildir.”, “Şair, dili kullanmayı reddetmeden şiir yazamaz” gibi önerme görünümünde ortaya atılmış tümceler. Yazınımızdaki bu tür anlamsızlıklara dikkat çekebilmek için “Şiiri Şairden Korumak” başlıklı denemeyi kaleme almak zorunda kaldım. Bu tür söylemler, ortalarda dolaşıyor ve hâlâ inanılıyorsa bu durum, bize şunu sorduruyor: Türk yazınında, şiirinde, sanatında biz neredeyiz ve bugüne kadar bu denli bilginin ortasında ne yaptık? Edebiyat/sanat kaygısı duyan her birey bu soruyu kendisine sormalıdır.

Ayrıca Türk yazınında; bilim, diyalektik, paradigma, kuram, estetik, potansiyel, metinler arası ilişki, tarihsel bilgi… gibi pek çok kavram/terim/tamlama çok yerde yanlış/yersiz kullanılmaktadır. Bunlara ayrıca örnek vermeyeceğim. Bu kullanımları yerine oturtmak için kavramlar arası anlamsal alan ve aralarındaki ilişkiye egemen olmak gerekiyor. Özellikle sanat alanında. Bu da, sanat felsefesine, psikolojisine, sosyolojisine ve estetik bilimine egemen olmaktan geçer. Bilimlerin eşgüdümlü işlerlik ve birbiriyle çelişmezlik ilkesini anlamış olmakla ilgilidir. Yazın, daha doğrusu sanat, çok yönlü bilinç ister; diğer bir deyişle pek çok alanı içeren bilimsel donanım ister. Bu yüzden ben şu sözü sürekli kullanırım: “Bilim ve sanat yalan söylemez; böyle bir yetenekleri yoktur. Sanatta doğruluk değeri yüksek bilgiye ulaşmak istiyorsak başvuru kaynağımız, her zaman bilim olmalıdır. Çünkü sanatla bilim, eşzamanlı ve eşgüdümlü çalışan dünyanın iki ayrı kolu gibidir.”

En önemlisi, bir metin yazıyorsanız metinde kullanacağınız kavram, terim ve sözcüklerin; tümce içindeki kapsamını, bölümce içindeki bağlamını, metin içindeki uzayını bilerek, görerek, anlayarak kurgulamalısınız. Tersi durumda kullandığınız her sözcük bulundukları yerden sırıtır. 20 Ocak 2022

 

ÇEREZ KONULAR

Kitabın önsözünde çerez bilgiden söz etmiştim. Çerez bilginin çerez konuları da olmalı. Sanata yönelik denemelerden bıkmamak için çerez konularla kafamızın kaymağını sıyırıp alalım. Tortulaşmış bilgileri çalkalayıp inceltelim. Okura sürekli aynı konuda yüklenmek ruhbilimi açısından uygun değil kanımca. Bu yüzden gelin biraz gülmeceye takılalım. Gülmece farklı bir yetenek işidir, biliyorum. Beceremem ama seçilmişlerimizi canı gönülden izlersek gülecek çok şeyler bulabiliriz.  

Dün yerden yere vurduğunu bugün göklere çıkaranları, dün nefretini savururken bugün ele ele verip gülücük dağıtanları, nereye koymak gerek bilemedim. Seçilene değil seçene mi baksak uzun uzun… Aklın bile kıskandığı bu gelişmiş akılla, ancak gülerek baş edebiliriz. Çünkü ağlamak çözüm üretmiyor gülmek kadar…

Anısı güzel olsun dayımın bir sözü vardı: “Yalan söyleyeceksen çırılçıplak salıvermeyeceksin; azıcık tüylendirip öyle salacaksın” derdi. Yalanınızın dayanağı olsun ki akşamdan sabaha ortaya çımasın anlamında söylerdi. Her akşam televizyon programlarında fiziğini ve mimiklerini izlemek zorunda kaldığımız bir kısım nöbetçi konuşmacılar ile bazı siyasilerimizin sabaha bile çıkmayacak çerez sözlerini duyunca kendimden geçiyorum. Bundan daha başarılı bir gülmece oyunu yazılabilir mi, diye kıskanıyorum. Aklımı bir tavada tereyağıyla kavuruyorlar gibi oluyorum.

Pinokyo masalı gerçekte olsaydı, burun çarpışması kazalarına karşı Ankara sokaklarındaki yaya trafiğinde yasal düzenleme yapmak zorunda kalacaktık. 23 Ocak 2022

 

YAPITIN SANAT DEĞERİ ÖLÇÜLEBİLİR Mİ?

Prof. Dr. İsmail Tunalı, Estetik Beğeni[9] kitabında şöyle bir tümce kurar: “Sanat eserini ontik bir bütün ve integral bir varlık olarak kavramak.” Ontik (varlıksal) bütünlüğü, ontolojik estetik araştırmaları da söyler. Ontolojik estetik konusu içinde bir yapıtı “İntegral bir varlık olarak kavramak” sözüyle ne anlatılır? Bu konuyu açıklığa kavuşturamadığım için beni uzun süre düşündürdü ve araştırmaya itti. Araştırmama karşın “İntegral bir varlık olarak kavramak” sözüyle neyi kastettiğini hiçbir kaynakta bulamadım. (Belki vardır.) 

İntegral, Türkçeye aynı kitapta ‘bütünsel’ anlamında çevrilmiştir. İntegrali, bütünsel anlamında ele aldığımızda tümcede bir yineleme oluyor. Bu yineleme olamayacağına göre altında başka bir şey olmalı” kuşkusunu doğurdu. Çeviri yanlışı olabilir mi, diye düşündüm.

İntegral, matematiksel bir terimdir. Karmaşık işlemlerin, diferansiyel denklemlerin çözümünde kullanılan bir yöntemdir. Başka bir söylemle, “Bir ya da birden fazla fonksiyonu ve bunların türevlerini ilişkilendiren işlemlerde kullanılan karmaşık bir çözüm yoludur.[10]” Herkesin anlayabileceği şekilde açarsak integrali, mevcut ölçü birimleriyle ölçemeyeceğimiz bir alanın hesaplanmasında kullanılan bir yoldur, diyebiliriz. Estetik değer veya sanat değeri, oldukça karmaşık ve çok değişkenli bir fonksiyondur. Bu, ancak integral gibi bir yöntemle çözülebilir.

Ontolojik ve psikolojik estetik araştırmaları, sanat yapıtının varlık tabakalarından oluştuğunu; bunların, nesnel ve duyusal alanları olduğunu söyler. Duyusal alanı, reel ve irreal alan olarak ikiye ayırır. Bunda bir sıkıntı yok, tanımlanabilir şeyler. Kolaylıkla anlaşılabilir kavramlar. Ancak integral sözcüğü, neyi veya neleri kapsamaktadır? Sanatla ve estetikle ilişkisi nedir?

İntegralin en önemli özelliği, yukarıda da açıkladığım gibi, mevcut ölçü birim ve aygıtlarıyla ölçülemeyen hesaplamalarda kullanılan bir yöntem olmasıdır. İşte ayrıntı buradadır. Sanatla ve estetikle ilişkisini buradan yola çıkarak kurmalıyız. Yapıtı integral varlık olarak kavramak derken, matematik bilgime dayanarak, yapıtın estetik değeri buna bağlı olarak da sanat değeri ölçülebilir, demek istediği sonucuna götürür. Ya da ben öyle bir sonuç çıkardım. Aşağıda açıklayacağım sonuca göre haklı olduğumu gördüm. Bu tümce, en azından dünyada denenmemiş bulgulara ulaşmamı sağladı.

Şimdi, çoğumuzun uzak olduğu bilimsel terimleri bir yana bırakalım. Bu tümce, neyin önünü açar, neler getirdi, sorusuna bakalım. 

Araştırma ve okumalarım; sanat yapıtındaki varlık katmanlarının tanımlanabileceğini; bunların sanat bilimiyle çözümlenebileceğini; aralarındaki ilişki ve görevdeşliğin saptanabileceğini; daha nesnel bir estetik yargıya varılabileceğini; sanat değerinin daha nesnel hesaplanabileceğini; bunlar için farklı yöntem ve tekniğin geliştirilebileceğini; gösterdi. Buradan, “Biz bir sanat yapıtını, öznelliği en aza indirerek daha nesnel bir biçimde nasıl çözümleyebiliriz, eleştirebiliriz” sorusu, karşımıza çıkmış oldu.  

‘Dünyada ölçülemeyecek hiçbir şey yoktur; yeter ki ölçü aleti ve ölçü biriminiz uygun olsun. Yapılamayacak hiçbir şey yoktur; yeter ki bilginiz yetkin olsun.’ Olay ve olgulara bu mantıkla bakmak gerektiğine inanırım.

İşte, ‘Şiir Çözümleme Tekniği[11]’, diğer adıyla “Sanat Çözümleme Tekniği” bu düşüncenin sonucunda ortaya çıkan bir çözümleme sürecidir. Süreci kısaca tanımlamak dışında ayrıntıya girmiyorum. Bu teknik, bütün sanat dallarının eğitiminde, çözümünde ve eleştirisinde kullanılabilecek bir sisteme sahiptir. Bu yüzden, Şiir/Sanat Çözümleme Tekniği olarak da isimlendirilebilir.

Şiir, çoğu sanat dalının varlık yapısını üstünde taşır. Biçim, anlam, anlatım, ses gibi... İkincisi, gereci dildir ve dili birinci elden kullanan bir sanat dalıdır. Örneğin resmin gereci, ışık ve buna bağlı olarak renktir. Dolayısıyla resmin sanat dili, ikinci bir dildir. Bu yüzden, bu çalışmayı şiir sanatı üzerinde yapmanın, daha ayrıntılı ve kapsayıcı olacağını düşündüm.

Sanat Çözümleme Tekniği, katman yöntemiyle şiirin nesnel ve duyusal varlık alanlarının incelenmesi esasına dayanır. Şiirde olmazsa olmaz en az yedi katmanın varlığı üzerinden hareket eder. Bunlar; biçim, anlam, anlatım, ses, çağrışım, coşum ve estetik katmanlarıdır. Örneğin anlam katmanını incelerken bunu alt birimlere ayırmak gerekir. Anlam bilimde, gerçek anlam ve yan anlam açılımı gibi…  Ben de bu incelemede tabaka veya eksenlere ayırdım. Örneğin, anlam katmanında ‘üst anlam tabakası’, gerçek anlam tabakası veya ses katmanında ‘tonlama ekseni’, ‘ezgi ekseni’ gibi. 

Yedi katmanın incelenmesi ve açılımlarını yaparken sanat literatüründe tanımlanmamış iki kurama ulaştım. Bu kuramlar; insan beyninin çalışma sistemi, sosyal bilimler ve estetik biliminin ilişkisinden ortaya konmuş sonuçlardır. İnsanla yapıt arasındaki ilişki esnasında mutlak yaşanan, ancak sanat literatüründe tanımlanmamış oluş/işleyiş/olgulardır.  

Birinci kuram; ‘Rastlantısal Anlam Kuramı’dır. Anlam katmanında, rastlantısal anlam tabakasını incelerken rastlantısal anlamın bir kuram olduğu; denenebilir, izlenebilir, genellenebilir bir süreç olduğu sonucuna vardım. Bu tabakada iki durum vardır:

İlki, yapıtın okurda nasıl bir anlam oluşturduğunun tanımlanmasıdır. Yapıta verilmek istenen anlam ile okurun anladığı şey, her zaman birebir değildir. Okurun ulaştığı anlam alanı; daha geniş olabilir, daha çoğul bir olay olguya yönelebilir, daha dar olabilir veya yakınlık taşımasına karşın ilgisiz olabilir.  İşte burada okurun ulaştığı anlam alanı, rastlantısal bir özellik taşır. 

İkincisi; yapıtın bugünkü anlamsal değerinin gelecekte gelişen bilgiye göre farklı değer alabilecek olmasıdır. Anlam genişlemesine uğrayacak olmasıdır. Rastlantısal anlam kuramı, bu iki olguyu yanıtlayan bir süreçtir.

Diğer kuram ise Çağrışımsal İmgelem Kuramı’dır. Çağrışım katmanını alt tabakalara ayırdığımda, sanat yapıtıyla insan ilişkisinden doğan daha geniş boyutlu bir sürecin olduğu sonucuna ulaştım. Çağrışımın okurda yaratmış olduğu imgelem yelpazesi, yapıtın varlık katmanlarının gücü ve duygu değerinin yüksekliğine bağlı olduğunu gördüm.

Kuramlar ne işimize yarar? Aslında bu kuramlar, bütünlüklü bir sistemin alt parçalarıdır.  Bunları anlamanın yolu, sanatta var olan katman ve tabakaların incelenmesinden geçer. Bana göre bu kuramlar, sanatın öğrenilmesi, üretilmesi, eleştirilmesi ve sanat değerinin ölçülmesinde kullanılacak temel yollardan bir kaçıdır.

Özetlersek; Rastlantısal anlam kuramı, yapıtın okurda yarattığı etkiyi belirlemeye yöneliktir. Çağrışımsal İmgelem Kuramı, sanatçının yapıtta yarattığı sanat değerini belirlemeye yöneliktir. Denemenin kapsamı bakımında bunları burada açıklamayacağım.

Yukarıda özet olarak açıkladığım çözümleme tekniği, kuramlar ve inceleme sonuçları; dil sanatlarında yeni bir sistemin daha önünü açmıştır. Bu da Katman Edebiyat Eleştiri Sistemi’dir. İzlenebilir, denenebilir, genellenebilir bir yapıya sahip olduğu için, ben buna, Katman Edebiyat Eleştiri Kuramı diyorum. Eleştiri kuramı, eleştirmenin öznel alanda hareket etmesini sınırlıyor ve olabildiğince delilli estetik yargıya varmasını sağlıyor. Teknik ve kuramlar, eleştirmenin şiirin sanat değeri hakkında yargıya varabilmesi için bütün soruları sanat bilimine göre yanıtlamasını istiyor. Şöyle de diyebiliriz: Eleştirmeni, sanat bilimi ve diğer bilimlere başvurmak zorunda bırakıyor. Sonuç olarak, sanatı; salt sanatın içinde değil, diğer bilim alanlarıyla eşgüdümlü ve eşzamanlı incelenmesini gerekli kılıyor. Bu durumda hem sanatı öğrenirken hem üretirken hem eleştirirken hem de estetik değerini belirlerken, ayağı yere basar verilere yöneltiyor. Örneğin şiirin estetik değeri hakkındaki yargı, incelemede ortaya çıkan kanıtlara bağlıdır. Öznel yargı gereken durumlarda ise, yine şiirin varlık katmanlarındaki bulgular ile kuramların sağladığı veriler, eleştirmenin şiir hakkındaki toplam kanısını oluşturuyor. 

Sonuç olarak bunlar, dipnotta verdiğim kitapta ayrıntılı açıklanmıştır. Bu konuyla ilgili kitaplarım, herkesin ulaşabileceği şekilde bilgisunarda yüklüdür.  Blok[12] adresimden okuyabilir veya sosyal medya hesaplarımdan PDF dosyasını indirebilirler.

Bunlar, şiirle/sanatla ilgili yeni bir sistem, yeni bir yaklaşım ve yeni bir bilgi kütlesidir. Sanatta denenmemiş bir teknik, bilinmeyen kuramsal süreçlerdir. Yanlışı da olsa, noksanı da olsa, bugüne kadar ortaya konmuş en yeni bilgilerdir. İncelenmesi, araştırılması, denenmesi ve diğer bilimlerle ele alınması gerekiyor. Benim gözümden olan kısmı, tamam olabilir ama göremediğim veya bilgi noksanım olan değişkenler gözünden de incelenmelidir. Bir kişinin üstesinden gelemeyeceği kadar çok değişkene sahip bir konudur. İrdelenmesi, geliştirilmesi, farklı disiplinlerin gözünden yaklaşılması; hem kuramsal hem de uygulamada Türk Sanatına önemli katkı sağlayacağını düşünüyorum.  Bunlar; öğrenme, inceleme ve yeni bilgilerin altında yatan gerekçeyi anlama çabası taşıyan; araştırmacı, eğitimci, şair ve yazarları beklemektedir.   22 Temmuz 2021

Ç.Türk Dili Dergisi, Eylül 2021 Sayı:403’de yayımlanmıştır. 

 

E-DERGİ (SAYISAL DERGİ)[13]

Bilgi ve bilginin kullanımı (teknoloji) sürekli güncelleniyor. Değişim, geçmişe göre çok hızlı ve kendine uygun dönüşümleri de beraberinde getiriyor. Biz, insan olarak değişimin dişlerinde öğütülmemek için önlem almak zorundayız. Hatta değişime koşut değil, değişimin önünde olacak biçimde hızımızı düzenlememiz gerekiyor. Bugün bilgisunar (internet) ile gençliğin kullandığı elektronik aygıtlar, artık basılı yayın konusunu biraz daha geri plana itmektedir. Bir terabaytlık diskte binlerce yayının saklanabildiğini ve istendiği zaman az çabayla ulaşılabildiğini hepimiz biliyoruz. Sayısal yayın okuma aygıtları da dünyada elden ele dolaşmaktadır; daha etkin ve konforlu okuma ortamı sağlayabilmektedir. Cep telefonları, tablet, dizüstü bilgisayar vs. gibi aygıtlar, sayısal verileri işlemeye uygun ve kullanımı çok yaygındır. Bu durumda, sayısal verilere her yerde ve her an ulaşabilme olanağımız vardır. Görsel, yazınsal, sesli, hareketli tüm yayınlar, çakmak gibi cebimizdedir. İstediğimiz an çıkarıp görebilme/okuyabilme olanağına sahibiz. E-dergi (sayısal dergi) de bunlardan biridir.

2019 yılından beri Şiir Sarnıcı (e-dergi) adında bir dergi çıkarıyorum ve on üçüncü sayıya ulaştı. Sayısal derginin ne olup olmadığını değişik yer ve ortamlarda tartıştım. Bu konuda bilgisi olmayan pek çok kişi olduğunu da biliyorum. Bu yüzden sayısal derginin sorunlarını ve sağladığı olanakları biraz açmalıyız.

Sayısal dergi; blok, web sayfası, e-posta, sosyal medya hesapları gibi iletişim olanaklarıyla bilgisunar ortamında tüm dünyada dolaşımda olan bir yayındır. Basılı dergi düzeninde ya da platformunun izin verdiği biçimde düzenlenebilir. Sonuçta basılı dergiler gibi aynı düzen ve içeriğe sahiptir. Bilgi işleme aygıtlarının olanakları oranında daha fazla görsel destekli, okuma ve inceleme kolaylığı sağlayan, bütün dünyanın bilgisunar üzerinden ulaşabildiği bir yayındır. Yayımlandığı ortamın teknolojisine bağlı olarak süresiz okur erişimine açıktır. İstenmesi durumunda basılı biçime de dönüştürülebilir.

Basılı dergi ile sayısal dergi arasındaki tek fark, biri sayısal teknoloji sayfasındadır ve kitapçık biçimi yeğlenmez; diğeri, kâğıt üzerinde ve kitapçık biçiminde basılı olmasıdır. Biri, alışkanlıklara uygundur; diğeri, bir takım aygıt ve altyapıyı gerekli kılar. Sayısal dergi basılı dergiye göre daha fazla olanak ve kolaylık sağlıyor ancak, her işte olduğu gibi onun da kendi içinde sorunları vardır:

Birincisi; belli bir yaşın üstündeki okurun bilgisunar ve bilgisayar kullanım oranı düşüktür. Hatta kırklı yaşların üstündeki okurların bir kısmı, sayısal teknolojiyi yeterince kullanmıyor ve alışkanlıkları gereği basılı dergi okumak istiyorlar. Hepimiz biliyoruz ki basılı derginin, kitabın, gazetenin yerini hiçbir şey tutamaz; bizim kuşağın anlayışına ve alışkanlıklarına göre. Ne var ki kazın ayağı öyle değil, yüzer gezer.  El kadar bir aygıt, içinde binlerce kitap taşıyabiliyor ve bir tıkla o yayınlara erişebiliyorsunuz. Evde, kafede, kuyrukta, yolculukta, cep telefonu veya okuma aygıtlarıyla istediğiniz yayını okuyabiliyorsunuz. Gençliğin; araştırma, inceleme, okuma ve arşiv konusunda sayısal yayınları tercih ettiği düşünülürse durum daha kolay anlaşılır.  Zamanla yarışan bir kuşak, elbette elinin altındaki kolay ve hızlı bir sisteme yönelecektir.

İkincisi; sayısal yayınların yasal düzenlemesinin yetersiz olması ve buna ilişkin teknolojik altyapının yeterince hazır olmamasıdır. Sistemler veya toplumlar, değişimin önünde olabilmek için kurulacak teknolojik altyapı ön çalışmasını yapmak zorundadır. Örneğin, yasal düzenlemeler bir an önce yapılmalıdır. Telif hakları ile bilgisunar ortamındaki yapıt dağıtımına ilişkin yasal düzenlemeler öncelik taşımalıdır. Ne var ki bizim gibi toplumlar, bu gerçeklikten biraz uzak yaşamaktadırlar. Bugün sayısal yayına yönelik ne yazar ne yayımcı ne de kanun koyucuların yeterli hazırlıkları vardır. Yasal ve sistemsel altyapı, kütüphaneler dâhil tüm kurumlarda bir an önce oluşturulmalıdır.

Üçüncüsü; yazın çevresi, alışkanlıkları ve beklentileri gereği sayısal dergiye henüz yabancıdır ve ciddi bir yayın ortamı olabileceği konusunda kuşkuludur. Bu yüzden dergide, yarışmacı tutum, güven ve yazınsal tartışma ortamı oluşturulamıyor. İstenen yazınsal ortam oluşmadığı için de yeterince nitelikli yapıt katkısı yapılmıyor.

Dördüncüsü; sayısal dergiler bilinçli bireyler tarafından yayımlanmazsa, edebiyatın amacı ve hedefi dışındaki sapkınlıklara konu olabilir. Sayısal yayın günümüzde bir anlamda kontrolsüz bir yayın gücüdür. Bunu sansür anlamında kullanmıyorum. Sanat ve edebiyat, bilinçli yapılmadığı ya da bilimsel davranılmadığı zaman, toplum zararına ya da çocuklar gibi hassas konularda kötüye kullanımı olabilir.

Neden sayısal dergi?

En önemli etken maliyettir. Dergi yönetimleri, dergi giderlerini karşılayamadıklarını söylüyorlar. Yazın ve sanat dergilerinin okuru oldukça düşüktür. Emek, dağıtım, depolama gibi ek giderleri bir yana koysak bile yalnızca basımı, yüklü bir toplam tutmaktadır. Sayısal dergilerin parasal karşılığı yok denecek kadar azdır. Örneğin, üç yıldır sayısal dergi yayımlıyorum ve bugüne kadar hiç ücret ödemedim. Tamamen sayısal teknolojinin olanaklarını kullanıyorum. Derginin blok sayfasına ya da PDF dosyasına ulaşmak isteyen her okur, hiçbir ücret ödemeden ulaşıp okuyabilir. Daha önemli bir konu vardır: Sayısal teknoloji var oldukça bu dergiler, tüm dünyada süresiz erişime açık kalabilir. PDF dosyası; bilgisunar ortamında, sürücülerde, e-posta üzerinde, bilgisayar diskinde veya harici disklerde sürekli yüklü kalabilir; istendiği zaman açıp okunabilir. Araştırma ve inceleme için her an, en kolay erişim olanağına sahip olarak karşımızdadır. Ayrıca, Milli Kütüphane Elektronik Yayın Derleme Sistemi’nde yayınlarınız onaylanıp ücretsiz saklanabilir ve isteyen okurlar bilgisunar üzerinden erişebilirler. (Henüz gelişkin değil) 

İkinci önemli yanı, hız ve dağıtım kolaylığıdır. Bir parmak dokunuşuyla derginizi, dünyanın her yerine aynı anda gönderebiliyorsunuz. Okur seçimi yapmaksızın herkesin erişip okuyabileceği bir yerde bir parmak darbesi kadar yakındasınız. Var olan teknoloji uygun kullanılırsa yalnızca sanatla yakından ilgilenen değil; okuma kaygısı taşıyan pek çok insanın okumasını sağlayabiliyorsunuz.

Basılı derginin okur sayısı, sürdürümcü ve yakınındakilerdir. Bunun istatistiki verilere göre bir çarpanı vardır ve ortalama bir okur sayısı elde edilir. Sayısal derginin böyle bir hesabı yoktur. Dünyanın her yerinden görülebileceği için okunma oranını tıklama sayısına göre değerlendirmek gerek. Tıklanması, okunması anlamına gelmeyeceği için de okur oranını hesaplayacak elimizde bir istatistiki veri ya da çarpanı yoktur. Örnek vermek gerekirse, Şiir Sarnıcı’nın tıklanma sayısı, ülkemizde en çok okunan edebiyat dergisinin en az on katı kadardır. Sayısal derginin sürdürülebilmesi için okur sayısının çok önemi yoktur. Gönüllü yapılan bir iştir ve yalnıza içsel bir doyum aracıdır.

Sayısal dergilerin, üstünlük sağlayan önemli bir yanı daha vardır. Derginin WEB tabanlı sayfası, yayımlandığı dil dışında uzantı programlarla pek çok dile otomatik çevrilebilmektedir. Örneğin benim kullandığım platform, yüz dört ayrı dile çevirmektedir dergiyi. Sayaçlardan ülke ve anakara bazında tıklama sayılarını görebiliyorsunuz. Dergiye erişim sayısı, yayımlandığı döneme göre değişmekle birlikte Türk Cumhuriyetleri başta olmak üzere Almanya, ABD, Japonya ve Kanada gibi ülkelerde yoğunlaşmaktadır. Bunun anlamı şudur: Evinizden yayımladığınız bir yayın, dünyanın her yerinde görülmeye hazırdır. Evrensel bir yayın niteliğine dönüşüyor. Derginizin bilgisunar üzerinde yüzyıl boyunca okur erişimine açık olduğunu varsayarsak ki öyle olacak, yalnızca rastlantısal olarak web sayfasına erişeni dikkate alsak bile erişim sayısı yüzbinleri bulacaktır. 

Sayısal yayınla bir konu daha gündeme gelmiştir. Okumak yerine bunlar okuma programlarıyla sesli olarak dinleyebilirsiniz. Engelli vatandaşlarımız çaba harcamadan okuyabilirler. Şimdilik çok yaygın olmasa da teknik bir olanaktır ve kullanımı yaygınlaştırılmalıdır. Çoğu işletim sistemleri bu programa sahip ve ücretsiz okuma hizmeti vermektedir.

Dergicilikte; üretim, dağıtım ve depolama gibi maliyet gerektiren konulardaki pek çok sorun sayısal dergiyle giderilmiş durumdadır. Örneğin sayısal dergiyi, kısa bir kurstan sonra herkes tasarımlayabilir ve platformlarda düzenleyebilir. Bir tıkla dünya üzerindeki her noktaya ve kişiye gönderebilir. Sayısal teknoloji var oldukça erişime açık kalır ya da sıfır giderle depolanabilir. Değişik dosya biçimine çevrilip değişik platformlarda okurun hizmetine sunulabilir. Bunlar gibi daha pek çok kolaylık sıralayabiliriz. Başlangıçta da yazdığım gibi önemli olan okurun tutumu, alışkanlıkları ve okura ulaşmaktır. En kolay kullanılabilen word programını bile öğrenmemek için direnen insanlara bunları anlatmanın çok zor olduğunu biliyorum. Yenilik ve teknolojinin şöyle bir huyu vardır: Kullanmayanı, toplumsal işleyişin dışına atıp unutur.

Sayısal dergiye karşı ne kadar bağnaz ve tutucu davranırsak davranalım, teknoloji ve eğilim en kolay ulaşılana, en kolay elde edilene yönelmektedir. Okuma güçlüğü dışında hiçbir gideri olmayan bir dergi, eskilerin pabucunu dama atacaktır. Kaçınılmaz bir sonuçtur. Kullanmak istemem ama durumu özetlediği için şu tümceyi kurmak zorundayım: Sayısal yayınlar, “Edebiyatı tüccarın elinden kurtarmaya adaydır.”

En çok sorulan sorulardan biri: “Basılı derginin yerini sayısal dergi tutar mı?” Bu sorunun altında başka bir düşünce yatmaktadır. Yanıtı kısa ve nettir. Evet, tutar hatta üstün yanları çok fazladır. Şunu da ekleyebiliriz: Gelecekte basılı derginin yadırganır olacağını ve sayfa çevirmenin bile sıkıcı bir iş görüleceğini söylemeliyiz. Geleceğin en önemli sorunu hız ve zaman olacaktır. Sayısal yayınlar da hız ve zaman gibi önemli çarpanların verimliliğini yükseltmektedir.

Bizler, asıl sorunumuza yönelmeliyiz. Basılı dergi ya da sayısal dergi ayrımı yapmadan okuma alışkanlığını kazandırmak için çaba harcamalıyız. Okumadan yazmak, bir sektöre dönüşmüştür bugün. Bundan sayısal dergiler de payını almaktadır. Etkili okuma yapılıp yapılmadığı, gerek kitaplar gerek dergilerde yayımlanan yazıların niteliğinden görülebilmektedir. Yayın her nasıl olursa olsun, her nerede yayımlanırsa yayımlansın önemli olan okurla buluşmasıdır. Bu yüzden basılı dergiymiş, sayısal dergiymiş, fanzinmiş ya da sokakta bulduğunuz bir kitapçıkmış, okunduğu sürece birbirinden farkı yoktur. Bizim dergiciliğimiz ve edebiyatımızda yapıtın okunması birinci önceliğimiz olmadığından “Oyun bilmiyorum” demek yerine “Yerim dar” demeyi daha kolay buluyoruz. İşte bunu, “Basılı derginin yerini sayısal dergi tutar mı?” sorusunun gerisinden yatan bir neden olarak söyleyebiliriz. 

Belirtmek gerekir ki basılı derginin tadını sayısal dergi veremez; hiçbir zaman da basılı kitaptan vazgeçilemez. Bir iletiyle milyonlarca adrese dağıtımı yapılabilen bir yayının, belge niteliği taşıyan nesnel bir basımının da olmasını bizim kuşağımız ister. Ancak gelecek kuşaklar bizim gibi düşünür mü, bunu kestirmek zordur. Gençlerin bugünkü tutumundan anladığım kadarıyla bu konuda tutucu olmayacaklarını değerlendiriyorum. Her birey, yakın zamanda el kadar bir aygıtla Milli Kütüphane’yi cebinde taşıyabilecek. Hatta dünyadaki tüm kütüphaneleri… 

Gazete ve dergi gibi süreli yayınların sayısal yayına dönüşmesi, çok küçük tutarla bu işin üstesinden gelinmesi çağın bir olanağı olarak önümüzdedir. Ciltler dolusu ansiklopedi ve tuğla kalınlığındaki sözlükler, bugün raflarda tozunu almak dışında başka bir işlem görmüyorsa basılı dergilerin de aynı sonu yaşamayacağını söyleyebilir miyiz? Bir an önce, bilgisunar, bilgisayar, elektronik kitap okuma aygıtı, tablet ve cep bilgisayarı gibi sayısal teknolojiyi kullanan araçlar ile sayısal yayınlara uyum sağlamaya bakalım; eğer dönüşümün dışında kalırsak düşeriz.  Bu bir dilek değil; zorunluluktur. 14 Ocak 2022

Ç. Türk Dili Dergisi Nisan 2022, Sayı 410’da yayımlanmıştır.

 

DÜŞMAN YARATMAK GEREK

Dünyada üretilen, bölge bölge konuşlandırılan silah ve silah sistemlerinin; hangi gerekçeye dayandığını, ne amaçla konuşlandığını, hangi yöntemle kullanıldığını, stratejik düzeyde neyi hedeflediğini, az çok biliyorum. Ülkemizin etki ve ilgi alanına giren ülkelerin silahlarının, niçin, nerede ve nasıl kullanılacağına yönelik zamanında çalışmalarım da olmuştu. Bunlar ayrıntılı bilgiler. Ancak ben burada silah sistemleri ve kullanımına gerekçe olan konulardan söz etmeyeceğim. Aynı kullanım ve gerekçenin, politika gibi konular olmak üzere sanatta da sık sık kullanıldığını vurgulamak istiyorum. Sanat, silah sistemleri gibi yıkıcı değil; yapıcıdır. Buna karşın yıkıcı gerekçeler koymalısınız karşısına. Tez antitez mantığı da diyebilirsiniz.

Düşman üretmek ya da hedef göstermek... Aynı kapıya çıkar ama aralarında yöntem ve uygulama bakımından fark vardır. Siyasette ve bireysel ilişkilerde olduğu kadar sanatın da karşısına bir düşman koymak gerekiyor. Günümüz yönetimlerinin bilimi bir kenara ittiği gibi sanat felsefesini (sanat bilimini) bir kenara itiyorsak ki itiyoruz.

Neden biliyor musunuz? Çatışma kültüründen beslenen bir çağın çocuklarıyız. Çatışmasız yaşamın olabileceğine inanmayan bir anlayışa sahibiz. Hedef göstermeden, düşman üretmeden sürdürülen bir yönetim anlayışını bugüne değin görüp yaşamadık. Bilmiyoruz çatışmasız bir yaşamın güzelliğini.

Bugün sanatta bu anlayış biraz kırılmış olmakla birlikte şiirlerimiz bile çatışma kültüründen beslenen bir yapıya sahip değil mi? Bu şekilde olması gerektiğine inanmayan kaç şair vardır? İnanç ve öğretilerin yapılandırdığı bilinç, ekmeğini kavgayla almak zorunda kalınan bir ortamda başka türlü sanat üretebilir mi?

Peki neden böyle? İnsanca yaşamak her bireyin hakkıdır. Sanatın amacı ve insanın çabası, insanca yaşama kavuşmaksa eğer yönetimlerin yetersizliğini, sistemin bozukluğunu; kaleme alan, notaya döken, sahneye koyan sanatçıları neden namlunun ucuna koyduk? Hedef saptırıp yapay düşmanlar yarattık. Nazım Hikmet’i, Aziz Nesin’i, Metin Akpınar’ı, Müjdat Gezen’i, adını sayamadığım yüzlerce sanatçıyı neden yargıladık?

Yanıt çok basit; analitik bir incelemeye bile gerek kalmadan. Sözde toplum düzenini sağlamak için başat gücün, kendisi için belirlediği yollardaki taşları temizlemek… Başarılı olma olasılığı var mı? Bence yok. Umarım, çatışma kültürünü bilincinden defetmiş gençlerimiz, bu konuyu tereyağından kıl çeker gibi kolaylıkla çözeceklerdir.

Bilimi esas alan toplumların gençleri, insanın hak ettiği yaşam koşullarını er geç sağlayacaklardır. İnanç ve öğretilerin kaymağıyla beslenenlerse uzun yıllar çatışacaklardır. Bu anlayışın sonucu bölge bölge konuşlandırılan silah ve silah sistemleri, varlığını daha uzun yıllar sürdürecek demektir. Caydırıcılık kılıfı altında düzmece düşman yaratarak varlığına güç katacaktır. Dileğim odur ki bilinçli gençler, iş başına gelinceye kadar dünya korkunç bir yıkıma sürüklenmesin… 26 Ocak 2022

 

ELEŞTİRİYE KATLANAMAMAZLIK

Eleştiriye katlanamamazlık… (tahammülsüzlük…) Sanat ortamını, insan ilişkilerini, sosyal yaşamı ve sanatı etkileyecek tutum bozukluğu. Eleştirinin amacı bakımından ilginç ve can sıkıcı bir durum. Bu tutum, basit bir nedene dayanmıyor. Sorunu çok yönlü sorguladığımızda altından neler çıkacak, birlikte görelim.

Şiiriniz eleştirildiğinde nasıl tepki verirsiniz, diye sorsak hemen hemen herkes; “Eleştirilmek, göremediklerimi gösterir onun için eleştirene saygı duyarım” der… Gerçekte böyle midir? Sağduyumuzu yanımıza alıp kendimize soralım. Yapıtı veya sanat anlayışı eleştirildiğinde olumlu tepki gösteren sanatçıyla çok seyrek karşılaştım. Asıl neden nedir, kısaca değinelim mi?

Yazınla ilişkisi ve ilgisi olanlar, az çok bu ortamın işleyişini bilirler. Hemen hemen herkesin sık sık tanık olduğu bir eleştiri tahammülsüzlüğü ile karşı karşıyayız. Sosyal medya, şiir, metin ve görsel paylaşım ortamına dönüştü. Paylaşılan şiire, beğeni dışında olumsuz bir yorumda bulunursanız başınıza akla gelmedik işler açılabilir. Bunun yanında eleştireni; çok bilmekle, bilgiçlik taslamakla, hadsizlikle ya da taraftarlıkla suçlayıp sıyrılıveririz eleştirinin güzelliğinden… Paha biçilemez bilgileri, fırlatıp atarız önyargılarımızın kol gücüyle; övgü kıvamında değilse…

Eleştiri, özellikle dil sanatlarında vaz geçilemez ve paha biçilemez bir konudur. Neden? Dil sanatları, o kadar çok değişkenle karşı karşıyadır ki en usta yazar bile çoğu yerde çoğu değişkenin ayırdına varamaz. Kerelerce üzerinden geçmesine karşın gözünün önündeki pek çok yanlışı göremez. Diğer taraftan yapıtta estetik değer yaratacak örtük olgu ve olayı çoğunlukla yakalayamaz. Yazında böyle bir durum vardır; normaldir ve insan beyninin çalışma süreciyle ilgilidir. Bu yüzden her ne olursa olsun, metnin ikinci hatta üçüncü bir gözle eleştirilmesi sorunlu yerlerin ortaya çıkmasını sağlayacaktır. Yazarın/şairin eğitimi ve gelişimi için de çok değerlidir. Keşke bilinçli ve yetkin eleştirmenler, ortaya koyduğumuz her yapıtı eleştirebilseler. Yazara ve sanata rehber olabilseler. Burada ayraç açıp küçük bir soru yöneltmeliyim: Bilinçli, yetkin ve sistemli bir eleştiri Türk yazınında var mıdır? Ayrıca tartışılması ve yanıtlanması gereken kapsamlı bir sorudur bu.

Bu yazımda, sistemli ve bilinçli bir yazın eleştirisinden yola çıkmayacağım. Bir şiir eleştirisi, ayaküstü bir yargı, sanat görüşüne yönelik bir söylem karşısında; gösterdiğimiz yaklaşım ile takındığımız tavrın nedenleri üzerinde duracağım. Tahammülsüzlüğün sınırları öylesine daralmış ki patlama noktasına gelinmiş gibi bir ortam havası alıyorum. Ayrıca şunu da belirtmeliyim. Ben eleştirmen değilim; birikimim ve deneyimim, eleştirmen sıfatını kullanmak için yeterli değildir. Bu yazıyı kaleme almamın amacı, gözlemlerimden ortaya çıkardığım önemli bir eksikliğin ve tavır bozukluğunun ayırdına varılmasıdır.

Sosyal medyada ya da değişik ortamlarda şair ve yazarlarımızın sanat düşüncelerine karşı yorumlarım olmuştur. Olumsuz görüş ileri sürdüğümde, olumsuzluğun altında yatan gerekçeyi değil benim anlayışımın sorun olduğu bir ortam yaratılmıştır çoğunlukla. Adı bilinen ve bu ortamın bilirkişisi görünümünde şair/yazarlarımızın ileri sürdüğü veya savunduğu sanat düşüncesine, başka bir açıdan ve başka bir gerekçeyle olumsuz bir yorum yaptığımda çok ağır sözlerle saf dışı bırakılmaya çalışılmışımdır. Bazıları iletişimi kesmişlerdir. Düşüncelerine, sanat bilimi verileriyle açıklık getirmeme karşın bu verileri anlamamakta, bildiklerinden şaşmamakta ve işin doğrusunu öğrenmemekte ısrarcı davranan bilirkişi tavırlı pek çok kişiyle karşılaştım. Doğru ya da yanlış; haklı ya da haksız… Sonuçta eleştiri, söz ya da yapıtın var olan verilerle uyumlu olup olmadığı, sahip olduğumuz bilgiyle çelişip çelişmediğiyle ilgili bir gereksinimdir. İleri sürülen düşüncenin gelişimi ve geliştirilmesi için değişik açılardan, değişik verilerle yorumlanmasında yarar vardır… Örneğin şiirin en duyarlı yanı, şiire yansımış anlam ve söz duygu değerinin görünmezliğidir. Saçma bile olsa onun hakkında yapılan sıradan yorumlar, görünmezi görünür kılabilir; yaratıcılığın önünü açabilir.  

Sanat adına kaygı taşıyan insanlarız. Ezbere işler gördüğümüzde düzeltme gereği duyan kişileriz. Okur, yanlışları ve sıradanlığı göre göre her zaman övmek zorunda değildir yazarı… Bunları göre göre yazarı övüyorsa zaten içten değildir; ileride umduğu bir yarar için bu tavrı gösteriyordur. Bu tür tavır, bizim kültürümüzün bir parçasıdır; yadırgamıyorum. Ekranların karşısında ya da sokağa çıktığımızda sürekli karşılaştığımız bir alışılmışlık durumudur. Biz, bu denemede doğru olanı, olması gerekeni ele alalım. Olumsuz eleştiriye katlanamamanın nedenlerini düşünebildiğimiz kadarıyla sıralayalım:

Birincisi; olumsuz eleştiriye gösterilen tepkinin gerisinde olgunlaşmamış bir bilinç vardır. Olumsuz eleştiri, onun kişiliğine yöneltilmiş önemsizleştirme girişimi olarak algılanır. Böyle bireyler, varsaydığı bu tutum karşısında kendisini savunmak zorunda kalırlar. Eleştiri, gelişkin bir yöntem ve sanat ilkeleri temel alınarak yapılsa bile. Aslında bu tür durumlarda önemsizleştirmeden söz edemeyiz; eksik ya da yanlış bir bilginin açıklanmasından, daha farklı bir biçimde ele alınmasından oluşur eleştirinin içeriği…

İkinci neden, bilgi ve bilginin işlenmesi konusunda genellikle sıkıntımız vardır. Özellikle sanata yönelik üretilmiş yeni bilgi, bizim anlağımızda önemli bir yer tutmaz. Antik çağdan bugüne kadar gelmiş geçmiş tüm sanatçı ve düşünürleri referans veririz, güveniriz bilgisine. Hayranlıkla anlatır da anlatırız. Ne var ki onlara göre daha fazla bilgi ve sezgiye sahip günümüz insanının ürettiği bilgiye güvenimiz yoktur. Eleştiri sonucu, ortaya koyduğumuz gerekçelerin altı ne kadar dolu olursa olsun, ne kadar bilimsel dayanağı olursa olsun, eleştiri olumsuz olduğu sürece günümüz yazar ve şairi, bir kılıf bulup bu bilgiyi yok sayabilme yeteneğine sahiptir. Çünkü kabul edilmiş doğruları, izlediği modelleri vardır; yeni bilgi bunlarla çelişmektedir. Bu, alışılmış/kalıplaşmış düşüncelerini geçersiz kılmaktadır. İnsanoğlu, alışılmış ve kalıplaşmış düşüncesinin sarsılmasına karşı tepkilidir. Altı dolu olumsuz eleştiri, bu durumda saldırı niteliğindedir onun için. Saldırı olarak algılanan bir durum karşısında eleştiriye katlanması beklenemez. 

Üçüncüsü; çoğu sanat alanı, usta çırak yöntemiyle öğrenilmek zorundadır. Akademik eğitimi ya da bir sistemi yoktur. Örneğin şiirin; resim, tiyatro ya da sinema gibi akademik eğitimi yoktur. Edebiyat fakültelerinde verilen şiir eğitimine içerik açısından baktığımızda, şiir tarihiyle ilgili olduğunu görürüz. Diğer bir söyleyişle yazılmışın incelenmesi ve yapılmışa benzeme yeteneğinin artırılması yönündedir. Şiirin yapısıyla ilgili değildir. Sağda solda şiir atölyesi şeklinde verilen şiir eğitimlerinde de, şiiri dil açısından inceleme biçiminde ve şiire dair ön kabullerden oluşan bir içerikle sürdürüldüğünü düşünüyorum. Şiir yazıları bunu gösteriyor. Şiir sanatında isim yapmış şairlerin sözü yasa gibi önlerine konup bunun üzerinden hareket edilmektedir. Yanlış mı, değil elbet ama yeterli olamaz. Dil bilgisi, şiir örnekleri ve tarihsel bilgiyle şiir gibi bir sanatın felsefesini öğrenciye kavratmak bir yere kadar verimli olabilir. Çünkü şiirin duyusal ve nesnel yapısını açan ve onun öz-içerik-biçimine yönelen bir eğitim sistemi yoktur. Estetik bilimi, sanat sosyolojisi ve psikolojisi verilerine göre, daha kısa anlatımla sanat felsefesi bağlamında şiir bilgi bütünlüğü yazınımızda sağlam temeller üzerine oturmamıştır. Bu nedenle şiir konusunda kendini yetkin gören şairlerin sözü üzerine söz söylediğinizde bunun bir hadsizlik gibi algılanması olağan bir durumdur. Çünkü şiir sanatının doğruları çalakalem bulunmuş ve bu doğruların üzerine doğru yoktur gibi bir ortam oluşmuştur. Salt sanat alanında değil tüm alanlarda bu yaklaşım yanlıştır.  Bu durum ve yöntemle, yeniliğe açılan kapılar tıkanmaktadır. Yeni biçem deneyen gençleri de görmezden ve duymazdan gelince şiir sanatı hepten kısırlaşır. Doğruları bulduğunu ve bunları şiirin en büyük ustasından edindiğini düşünen insanların kalıplarını kıramazsınız; bugün olduğu gibi… Bu durumda olumsuz eleştiriye katlanmasını bekleyemeyiz; çünkü doğrular en yetkin kişilerden teslim alınmış ve üstüne söz söylenemez kesin bilgiye dönüşmüştür.

Dördüncüsü; duygudaşlık eksikliği, her alanda olduğu gibi sanat dünyasında da üst düzeydedir. Birey olma bilinci, sanatçı/şair olma bilincinden daha temeldedir. Birey olma bilinci, kendi özgürlüğü ve yapabilirlikleri ile diğer bireylerin özürlüğü ve yapabilirlikleri arasında kurulabilen dengede kendini gösterir. Bireyin bireye saygısı; özgürlük anlayışı, insana sevgi ve saygının sonucunda oluşan bir tavırdır. Bilgiye dayanan, hakarete varmayan ya da dilsel şiddet içermeyen her eleştiri, tutarlı ve geçerli olmasa bile saygındır. Çağdaş insanın tavrı bunu gerektirir. Birey bilinci oluşmamış, özgürlük ve duygudaşlık bilinci oturmamış her kişi, bir başkasının kendisi hakkında ya da yapıtı hakkında söylediği her olumsuz sözden alınır. Düzey olarak kendisinden daha aşağıda birisinin eleştirisinden kendisinin sorgulandığını, sorgulamanınsa hadsizlik olduğunu düşünür. Olumsuz eleştiriyi dilsel şiddetmiş gibi algılar. Kısacası sanatçının diğer sanatçıya karşı olumsuz algısından kaynaklanır. Bu durumda eleştiriye katlanmasından söz edemeyiz. Çünkü sanatının eleştirilmesi değil, kendisinin sorgulanması biçiminde bir tavır olduğu kanısındadır.

Şairin sözde haklı olduğu, beşinci sırada bir konu daha vardır: Eleştirinin amacı, kapsamı ve yararı hakkında yeterince bilgi sahibi olunmaması. Örneğin, eleştirinin yararı ve amacı konusunda özet birkaç tümce kuramayan pek çok kitaplı şair olduğunu söyleyebiliriz. Sanata yönelik, sanat bilgisiyle ilgisi olmayan yorum ve söylemlerle her an her yerde karşılaşabiliriz. İster istemez bu durum karşısında şair, eleştireni/yorum yapanı bilgisizlikle suçlar. İlişkiler, suçlama ya da aşağılama biçiminde gelişir. Bugün yazınımızda olduğu gibi bir şiiri eleştirmek ya da şiir hakkında görüşünü söylemek, sıradan bir beğeni durumuna dönüşür. Kimse gerçek düşüncesini ortaya koymaz. Hatta okur veya şair, yapıtı eleştirmekten ya da yapıt hakkında görüş bildirmekten kaçınır. Şair, şiirini eleştiren okuru hiç eleştiri bilgisi olmasa bile özenle ele almalı, sıradan bir yorum bile olsa o görüşü bir kenara atmamalıdır. Hele az çok şiir bilgisi olan okur, bir şey söylüyorsa mutlaka altında görünmeyen bir gerçek var demektir. Yaratıcılık, sıradan düşüncelerden yola çıkarak ulaşılan bir durumdur.  

Eleştiriye katlanamamazlığın diğer bir biçimi daha var ki bu, türümüzün ayıbıdır: Şairin, şaire karşı gösterdiği hazımsızlık. Çağdaş insanın kabul edemeyeceği tavırdır bu… Dergi ve kitap sayfalarından sosyal medya kanallarına kadar taşmış durumdadır. Eleştiri adı altında hazımsızlıktan kaynaklanan söylemler… Ortam bunu gerektiriyor gibi düşünülebilir ama ortamın işi değil; insan mühendisliğinin bir oyunudur bu tür duygular. Beğenisizlikten hasat beklentisidir. Kutuplaşmış iki dünya, sınırları keskin çizilmiş inançlar ve yaşam gerçeği karşısında sıkışmış şair; birbirinin hem de yakınındaki birinin omzuna basıp yükselmeyi ya da yamanarak görüntü vermeyi başarı olarak algılar olmuştur. Herkesin şiiri kendisinedir. Kimse kimsenin şairliğini elinden alamaz. Kimse iyi şiir yazmakla dünyayı değiştireceği yalanına kapılmamalıdır. Gelecekte sözümüzün ağırlığını ve kalıcılığını istiyorsak, tutumumuz ve şiirimiz insanın değerlerine yönelik olmalıdır. Ne öğreti ne inanç; evrensel değerler…

Yedinci sırada ise eleştiriye katlanamadığı için siper gerisinde saklanan kahramanları ele almalıyız. Sosyal medyanın olanaklarını kullanmak çağımızın bir gereğidir. Alışılmışlıklarımızın gölgesine sığınıp bunu göz ardı edemeyiz. Bu olanağı kullanmayan ve kullananı azarlayan pek çok yazar/şair olduğunu da biliyorum. Eleştiriden kaçınmak için siper gerisinde saklanan ya da medya ortamında olmasına karşın küçük bir yorum ve iletişimde bulunmayan… Bu, saygı duyacağımız kişisel bir tutum olmakla birlikte altında başka bir neden yatmaktadır. Kendisi hakkında yapılacak bir yorum ve eleştiriye katlanamayacağını baştan kabul etmesidir. Anlamsız diye nitelendirdiği boş söylemlerden kaçınmanın yolu olarak görmüştür. Daha doğrusu kendi gerçeğinden kaçmanın en güzel gösterenidir. Eleştiriye saygı; sanata güvenmek, bilime inanmak, gerçeği aramak için çıkış kapısı gibidir. En önemlisi yüceye ulaşmak için can atmaktır. Yüceye ulaşmak için can atan sanatçı, ne eleştiriden korkar ne yanılmaktan ne de sosyal medyanın yozlaşmışlığından. Diğer bir yönden baktığımızda, övgü-yergi dışında bilimsel temelli bir eleştiri kültürünün olmadığı, şairin okura ve eleştirmene güvenmediği bir ortamda, siper gerisinde saklanmak haklı bir gerekçe de sayılabilir.

Eleştiriye katlanamamazlığın ruh bilimsel bir nedenini daha açmalıyız. Herkesin inancı ve siyasi bir görüşü vardır. Yadsınamaz. Ne var ki biz bunları hem derin hem katı hem de duygusal yaşarız. Tutucu ve bağnaz yanımız bu konularda oldukça güçlüdür. Sıkı sıkıya bağlıyız ve onun dışına çıkabilme yeteneğimizi yitirmişizdir. Ayrışmış, bölünmüş, karşıt düşüncenin kendisine zarar verdiğini düşünen, aynı şeyi düşünse bile ayrı şey söyleyen insanlarız çoğunlukla. Biliyoruz ki toplumumuz, belleğinde derin izler bırakmış travmalar yaşamıştır. Yaşamı algılayış biçimi; şiddete yatkındır. Üstünlük kurmak, el âlem gözünde küçük düşmemek gibi fazlaca sıkıntılı kişisel çabalarımız vardır. Bu tür sıkıntılarımız yüzünden şair; şiiri ya da şairliği olumsuz eleştirildiğinde, bunu bir kişilik sorunu olarak algılamaktadır. Savunduğu davanın çökeceği korkusuna kapılmaktadır. Bu algı sonucu, yapıtının niteliğine ya da kendisine bakmaksızın, eleştirenin kimliğiyle uğraşmaya başlayacaktır. Acıtabileceği en yumuşak noktayı hedef alacaktır. Eleştirel deneme diye ortaya konan metinlere bakınız, büyük bir çoğunluğu bu ve buna benzer sataşmalarla süslenmiştir.  

Eleştiriye katlanamamazlığın başka bir nedeni daha vardır: Sanatın oluş, işleyiş, etki, tepki ve döngüsünü iyi bilmemek. Yani sanat felsefesine egemen olmamaktan kaynaklanır. Eleştiri, yapıtla okur arasında kurulan ilişkinin görünümüdür. Bu, aynı zamanda estetik biliminin konusudur. Sanat felsefesini kavramış bir sanatçı, yapıtının okurda bulduğu karşılığı; ölçme gereği duyan, bunları verilerle görmek isteyen kişidir. Salt kendi yaşadığı duyarlılığı yansıtan değil; yaşanan duyarlılığı da görme amacı taşıyandır. Bilir ki estetik değer, sanatın hangi dalı olursa olsun, sanatçı-yapıt-alıcı üçgeninde kurulan bir sonuçtur. Şiirinde önerdiği dünyanın, okur değer yargılarıyla örtüşüp örtüşmediğini, onu dönüştürecek ögeleri şiirine giydirip giydiremediğini araştırandır. Özellikle bu konuda amaç saptırıcı yerleşik genellemeler olduğundan şu tümceyi eklemeliyim: Bunlar, yazarın/şairin özgünlüğünden, özgürlüğünden ödün vermek anlamına gelmez; gelişimi ve daha yetkin yapıt üretmesi için önemli bir eğitim kaynağıdır. Şair, ben bilirim mantığıyla hareket ediyorsa, işte o zaman şiiri hakkında yapılan eleştiriye katlanamaz. Hele toplumdan biraz ilgi ve övgü gördüyse, yapıtı hakkındaki eleştiriyi hakaret olarak algılar. Sanatın işleyişindeki en değerli süreci, buruşturup bilinçsizce bir kenara atmış olur.  

Gerçek sanatçı, ne eleştiriye katlanamamazlık gösterir ne göz ardı eder ne de eleştiriden korkar… Yapıtının eleştirilmesi, yorumlanması, okunması, olumsuz yerlerin açıklıkla dile getirilmesi için çaba gösterir. Çok kişinin süzgecinden geçen yapıt ve ondan sonra üretilenler, kısa sürede olgunlaşır. Bu arada şair, göremediği, duyamadığı konulara karşı zihinsel beceri kazanır. Sezgisi güçlenir. Eleştiri veya yorumu kimin ya da nasıl bir anlayışın yaptığına değil; ileri sürülen düşüncenin niteliğine bakar… Göremediği, bilincinde ulaşamadığı yanlarını eleştiri/yorum sonuçlarından alıp değerlendirir.

Her olumsuz eleştiri ya da yorum, dikkate alınırsa yapıta işlenmiş oya niteliğindedir. Bunları saygın bir görüş olarak ele almak; bencilliği aşmanın, insana saygının, sanata saygının, düşünceye saygının bir sonucudur. Kısacası eleştiriye katlanmak, çağdaş ve aydın sanatçının tavrıdır. 30 Aralık 2021 Narlıdere/İzmir

Ç. Türk Dili Dergisi, Şubat 2022 Sayı:408’de yayımlanmıştır. 

 

SORUNSUZLUKTAN SORUN DOĞAR

Anadolu’da çok sık kullanılan bir atasözümüz vardır: “Siki taşağına denk, götü trampet çalıyor” diye… Herkes yeri geldiğinde kullandığına göre bu uçkur altı atasözünü üç nokta koymadan yazabilirim; sorgulanacağımı bilsem de. Sorunsuzluk sorunu. Keyfi yerinde olduğundan boş işlere yeltenmek anlamında da kullanılır.

Sorunsuzluktan nasıl sorun doğar, diyeceksiniz. Doğar hem de en sorunlusu. Boş kalırsa insan, doğası gereği uğraşacak bir şeylere gerek duyar. Örneğin kendimizle çatışacak bir düşman yaratmamız gerekir. Şiddeti severiz, çatışmaya alışkınız. Geçimsizlik çıkarırız. Çatışma kültüründen beslenmiş bir kuşağın öğrencileriyiz. Kendimize bir düşman yaratmamışsak beynimizi kazıyan kurtlu düşüncelerle baş edemeyiz.

İş yaşamımdan biliyorum. Çok dillendirilen bir konudur. Bir ilke gibi. “Çalışanını boş bırakmayacaksın; boş bırakırsan bir şeyleri kırar döker, geçimsizlik çıkarır, en azından dedikodu yapıp bozguna neden olur”, diye. Her alanda öyle değil mi? Kontrolü ve baskıyı azalttığın zaman iş yerimiz yıkılacakmış gibi duyumsarız…

Bu yaklaşımın doğru olmadığı üretim alanında kanıtlanmış olmasına karşın hâlâ kontrol ve baskıyı üst düzeyde tutma çabasındayız. Salgın dönemi gösterdi ki kontrol ve baskı değil; doğru sistem ve uygun teknoloji ile özgür iş yaşamı daha etkili ve daha üretken oluyor. Sorunsuzluğun, daha yüksek üretim ve olumlu güdüleme (motivasyon) demek olduğunu ne zaman anlarız, kim bilir!

Örneğin yazar, şair, müzisyen, oyuncuyu, ressamı boş bırakmak olmaz. Her şeyleri denk, bir de trampet çalıyorlar. Arada bir ayar vermezsen dilleri uzar. Bir kılıf bulup en sivrilerini hedef göstererek düşman yaratmak gerek, değil mi? Kafalarda uyuyan kurtları çomaklayıp ülkeyi yıkarlar, Tanrı korusun.

 

ESKİYE ÖZLEM

Türk şiir sanatının geleceğinden kaygılıyım. “Kaygılanacak ne var ki”, diye ilk soruyu içinizden sorabilirsiniz. Yalnızca benim değil; toplam aklın ve kültürün bir kaygısı olmalıdır. Bir yerden başlanmalı ve kırılma yerleri tespit edilmelidir. Temel sorunları ortaya koymak gerekiyor. Bu denemede amacım, temel bir sorunun ve sorumluluk yozlaşmasının resmini çizmektir. Bu sorun karşısında sanat ve şiir adına kaygınız varsa, en azından ne yapmalıyım sorusunu kendinize sorma gereği duymalısınız.

Bana göre şiir sanatının gelişimini geciktiren iki temel sorun vardır: Birincisi: Daha önce bir etkinlikteki konuşmamda dile getirmiş ve Şiir Sarnıcı Dergisi 2. Sayısında aynı konuşmayı yayımlamıştım.  Şiir sanatı, salt dil sorunuymuş gibi ele alınmaktadır. Şiir, bir sanattır ve sanat felsefesi gözünden ele alınmalıdır. Yani şiire bir sanat alanı mantığıyla yaklaşılmalıdır. İkinci sorundan ise bu denemede söz edeceğim. ‘Eskiye özlem bağımlılığı.’  

Eskiye özlem, etkin bir duygu durumudur sanat dünyasında. Sanatta ya da edebiyatın herhangi bir dalında gelişimin önünde duran önemli bir engeldir. Bu da nereden çıktı, diyeceksiniz.

Şiir dünyasını izliyorsunuzdur. Sanat ve şiir yazılarını, yorumları, incelemeleri, eleştirel deneme, şiir, öykü gibi metinleri sizler gibi ben de okuyorum. Şiirle ilgili etkinlik, çalışma ve tartışmaları izlemeye çalışıyorum. Bunların toplamının ruhuna girdiğinizde önemli bir durum gözünüze çarpıyor: Eskiye özlem. Birkaç örnek vereyim. Şiir yazılarına, etkinliklere, tartışmalara, yorumlara baktığımızda, “Şu büyük şair şöyle yapmış, bu böyle yapmış”tan öte şiirin felsefesi ve tekniğine yönelik çok şey yok. Eski şairleri kaynak göstererek şiir evreninde kendini kanıtlama kaygısı almış başını gidiyor. Burada asıl soru şu olmalıdır: “Ben şiir için ne yaptım, şiire ne kattım, ne kadar yeni bilgi ürettim?” Ne yazık ki fakültelerimiz de aynı durumdadır. Bakınız tez konularına. Yapılmışı incelemek ve öykünme içerikli çalışmalara temel hazırlamakla zaman yitiriyoruz. Yeni bilgi arayan, yeni bilgi ortaya çıkarmaya yönelik kaç tez konusu görebilirsiniz? Ya da ders konusu… Ben de varım diyebilmek için söylenmiş özlü sözler çöplüğü, şiir yazılarının başat konusu olmuştur.

Şiir etkinliklerine bakalım. “Şiire biz ne kazandırdık” konulu bir etkinlik duydunuz mu? Ünlü bir şairin adını kullanmak ya da kitap imza kampanyası dışında kaç tane şiir etkinliği düzenlenmiştir?  Düzenlense bile 19. Yüzyıl bilgilerinin aktarıldığı bir içerikten öte yol alınmış mıdır?

Tarihsel bilgi iyi irdelenmediği için eski şairlerimizden kalma yalan yanlış bilgiler, bugün Türk şirinin temel tartışma konularıdır. Örneğin “Şiirde anlam aranmaz gibi…” Bunlar sanat bilimiyle incelenmeli, yanlış ve noksan olanlar gündemden çıkarılmalıdır. İyileri, yeni bilgiyle donatılıp dönüştürülmelidir. Üstüne bir şeyler konmalıdır.

Tarihsel bilgiyi iyi kullanmazsak o bilgi, bizi çöplüğe iter. Tıpkı, şu anda ülkemizin içinde bulunduğu sosyolojik gerçek gibi. Sanatın tarihsel bilgisi, iyi bilgidir; deneyimdir, ışık tutar ama yeni bilgi değildir. Geleceğe ışık tutar ama geleceğin şiirini kurmaz. Bu bilgiyi yeni bilgiyle donatıp dönüşümünü sağlamazsak içinden çıkılamaz bir durum oluşur. Eskiye özlem, öykünmeyi doğurur, öykünmek ise şiire can çekiştirir. Ne yazık ki bugün Türk şiiri, eskiye özlem ve öykünme türü yaklaşımlar nedeniyle tıkanmış durumdadır. Söz gevelemenin şiir olduğunu sanan önde gelen şairler orkestrası oluşmuştur. Çağdaş sanatı geçtim, modern sanat anlayışının bile yıktığı kavramlarla zaman geçiriyoruz. Şairin işi geçmişiyle övünüp, öykünmek ve hayranlığının kurbanı olarak kedini eski ve kalıplaşmış bilgiye teslim etmek değildir. Bağışlayın beni ama ben Türk şirini böyle bir tehlikenin içinde görüyorum. Çeperini kıramayan şiir emekçileri, geçmişin ortasında dikeliyor. Varsa yoksa geçmişte yazılmışlara sıkı sıkı sarılmak ve onlara benzemek peşindedir. Nazım Hikmet, Cemal Süreya, Turgut Uyar gibi şairlerimize benzemeye çalışmak ve onların ününden kendilerine ün devşirme yarışındadır. Endişem bundandır.

Adını andığımız şairlerimiz, edebiyatımızın büyük değerleridir. Adını şiir tarihine yazdırmış diğer şairlerimiz ve bugünün önde gelen şairleri; elbette anılacak, yazılacak, yapıtları incelenecek, söylediklerine değer verilecek, adlarına etkinlik düzenlenecek; düzenlenmesi de gerekiyor. Ancak bunların içine yeni bir şeyler koymak gerekmez mi? Yenilerin önünü açacak, yenilerin yapıtlarını okura taşıyacak, tanıtacak çabamız olmayacak mı? Geçmişe değil; geleceğe yönelmemiz gerekmiyor mu?

Eskiye özlem şemsiyesi altında atladığımız önemli bir konu vardır: Geçmiş değerlerimizi bugünün bilgisi ve sanat anlayışıyla aşamıyorsak, orada çürümüşlük var demektir. Nazım’ın yaşadığı zamanın bilgisi, bilimi, kültürü ve bilinciyle bugünün şairinin bilgisi, bilimi, kültürü ve bilinci arasında binlerce kat gelişim vardır. Bu gelişimi çağımızın büyük şiirlerine dönüştüremiyorsak oturup kendimiz sorgulamalıyız.

Sorunların kaynağını görmeyi kolaylaştıracağı için konuyu, yaşadığım ve tanık olduğum örnekle açıklamak istiyorum. Bu örnek kitabımda birkaç yerde daha geçmiştir. Lütfen bencil bir yaklaşımla konuyu ele aldığımı, yaptığım şeyleri ortaya koymayı amaçladığımı düşünmeyiniz. Ortada var olan bir gerçeği, tanık olduğum örneklerle ve örneklerin ayrıntılarıyla anlatırsam daha anlaşılır olabilir.

 Kitabımda; Şiir Çözümleme Tekniği adı altında katman yöntemiyle çalışan bir sistem ortaya koydum. Bu tekniğin sürecini ve ayrıntılarını araştırırken, iki kurama ulaştım. Bunların toplamından bir edebiyat eleştiri sistemi ortaya koydum. Bunlar, sadece şiir sanatının değil; tüm sanat dallarının öğrenilmesinde, çözümünde, eleştirisinde bel kemiği olan kuramlar olduğunu düşünüyorum. Aynı zamanda nesnel kanıtlara dayalı estetik yargıya varmayı sağlayan kuramlar. Bunlar, şiirle/sanatla ilgili yeni bir sistem ve yeni bir bilgi kütlesidir. Yanlış da olsa bugün açığa çıkarılmış yeni bilgilerdir. Bir tek kişi çıkıp “Sen ne diyorsun, böyle saçma şey olur mu”, demedi. Ya da olumlamadı. Yazar ve şairleri geçtim; bu ülkede onlarca sanat fakültesi, yüzlerce akademisyen ve araştırma görevlisi var. Öğrenme, inceleme ve yeni bilgilerin altında yatan gerekçeyi anlama çabası taşıyan bir araştırmacı da görmedim. Sorum şudur: Adının önüne şurada burada eleştirmen, şair, akademisyen yazan; değişik ortamlarda sanatıyla övünen; tez konularını yöneten ve eğitim veren; birçok kişi olmasına karşın bunlar yeni bilgi karşısında neredeler? Neden “Şu şair şöyle şiir yazdı, bu şair böyle dedi” gibi genelleme yazılarla kendilerini avutuyorlar?

Türk şiir sanatının geleceği ile ilgili kaygım bu ve buna benzer durumlardan doğmaktadır. Tarihsel bilginin üzerine yeni bilgi koymadıkça; metinler arası ilişkiyi anlamın anlamı üretmesi biçiminde ele almadıkça; Türk şirinin önünü açamayız. Bilindiği gibi sanatta durumu korumak gerilemek anlamına gelir; hız çağındayız.

Sonuç olarak, şiir sanatıyla ilgileniyorsak önce sanatın ruhunu anlamış olmalıyız. Bunun yolu, tarihsel bilgiyi yineleyerek öykünmeci bir tavır sergilemek değildir. Tarihsel bilgiyi sanat bilimiyle ele alıp irdelemek, bilimlerin eşgüdümüyle yeni bilgi üretmektir. Eskiye özlem, insanoğlunun normal ve vazgeçilemez bir duygu durumudur. Şair, eskiye özlem duygusunu gelecek kaygısıyla bir arada tutmalı ve yeni bilgi, iyi yapıt üretmek için sürekli arayış içinde olmalıdır. Şiir sanatı, salt şiir yazmakla gelişecek bir alan değildir; aynı zamanda onu var eden felsefenin güncellenmesi, geliştirilmesi gerekir. Neden biliyor musunuz? Dünün bilgisiyle bugünün bilgisi arasında, dünün estetik algısıyla bugünün estetik algısı arasında büyük bir değişim/gelişim vardır. Eskinin üzerinde tepinerek ün devşirmek değil; yeniyi bulmak için yola çıkmak gerekiyor. Bu, bilginin doğru kullanılmasına ve kültürün yerinde yorumlanmasına bağlıdır.

 

NE KADARSAK O KADARIZ

Bir toplum neyi hak ediyorsa onu yaşar; kurunun yanında yaşın yanması da, toplumsal bir gerçekliktir. Ülkelerin gönenç ortamını belirleyen şeyin ortalama akıl olduğunu bir yana koymamak gerekir… Ne kadarsak o kadar değer üretebiliriz. Ne kadarsak o kadar saptırıp algısıyla oynayabiliriz kalabalıkların… İşin aslına bakarsak bugün yaşadıklarımız, toplam aklımızın bir sonucudur. Bilimselmiş gibi davranıp çağın gerisini temel alan bir sistemde gelişim olmaz; olsa olsa geriye doğru dönüşüm olur… Aklımla gözümün içine baka baka dalga geçen seçilmişlerin cesareti; garibanlığı, kulluğu, köleliği kendisine yakıştırmış ve bunu erdem sayan insanların kalabalıklığından gelir. Toplam aklımızın ürettiği sonuç işte bu kadardır. Saçmalığın, sistem diye insanlara yutturulmaya çalışıldığı bir beceriksizlik köprüsünden geçiyoruz. Buna, koca koca adamların kanması da ayrı bir acı tablodur; içten olduklarını her ne kadar düşünmesem de mide bağımlılığından dolayı ekranlarda mış gibi şakıyorlar… Olsa olsa biat kültürünün travmatik bir sonucu olmalı diyebiliyorum, altında başka bir felsefe görünmüyor çünkü… Şapkamı değiştirip köyümden bakıyorum görünüme, sonra başka bir açıdan… Nereden bakarsam bakayım gerçeklik, hiç de göründüğü ve söylendiği gibi değil. Demokrasi yalanının altından başını kaldırmış koca bir korku sarmalı geldi geliyor üstümüze üstümüze. Üreteceği sonuçsa derin bir karanlık… Ne yapalım! Önüne koyduğun somut kanıtı okumaya üşenen insanoğlu, ona dayatıldığı kadarıyla yaşamayı kabullenmişse yapacak çok az şey kalmıştır.   

 

ŞİİR ELEŞTİRİSİ VE ÖDÜL İLİŞKİSİ  

Şiir eleştirisiyle şiir yarışmaları arasında bir bağıntı var mıdır? Eleştirmen ve seçici kurulda görev alan şair-yazarlar, bu bağıntı hakkında düşünüp yazmışlar mıdır? Herhangi bir yerde karşılaşmadım. İşte bu denemede, şiirin olmazsa olmaz iki etkinliğinin yöntem bakımından birbiriyle bağıntılı olabileceğini dile getireceğim. Bazı konular dillendirildiğinde ilginç düşünceler ortaya çıkabilir. En azından bir arayış olsun isterim. Şiir yarışmaları ve eleştiri sistemi, üzerinde özellikle durduğum, katkı sağlamaya çalıştığım bileşke bir konudur. ‘Yeni ve farkındalıklı şeyler çemberin dışına çıkılarak yaratılabilir’ düşüncesinden hareketle, bu konunun tartışılmasında yarar olacağını düşünüyorum.

Yazınımızda şiir yarışmaları ve eleştiri sistemi, muğlak bir durumdadır. Kimin neyi nasıl eleştirdiği, kimin bir şiire hangi gerekçeye dayanarak ödül verdiği, üstünkörü bir uygulama gibi geliyor bana.  Sürekli şikâyet ve tartışma konusu olmasına karşın uygulanabilir bir yöntemin geliştirilemediğini, çözüm üretilemediğini, atadan kalma alışkanlıklarla sürdürüldüğünü düşünüyorum.

İyi şiir yazmak ve iyi bir şiir kültürü oluşturmak için saygın bir ödül ve eleştiri sisteminin oluşturulması gerektiğine inanıyorum. Bu iki alanın saygınlığı, güvenirliliği, eğiticiliği, özendiriciliği; dinamik bir sistem, bilimsel ve kuramsal bir yaklaşımla sağlanabilir. Bu demektir ki ödül ve eleştirinin hareket noktası, gelip sanat biliminin kucağında birleşir. Diğer söyleyişle, kuramsal bilgi, araştırma, inceleme, yöntem ya da sistem gerektirir. Ne var ki şairlerimizin kırılamaz kabulleri, mutlak doğruluğuna inandığı alışılmışlıkları vardır. Bunlar engelin en büyüğüdür. Görmek için bakmamak ve yerleşik bilgilerinin sarsılacağından korkup yeni bilgiyi reddetmek. Zamanaşımına uğramış bilgilerden kurtulup kurumsal ve bilimsel yaklaşımın gerekliliğine inanmış olsak şiire açık bir gökyüzü bağışlamış olacağız. Eleştiri ve ödül sistemine de…

Şiirde doğru yoktur; yapıt doğruluğuyla değil, estetik değeriyle ölçülür. Sınır yoktur; aklın ulaşmakta zorlandığı yerlerdedir. Bilgi üretmez, bilginin yarattığı değerleri daha farkındalıklı göstermeye yönelir. Her ne olursa olsun her sanat dalının; kendine özgü yapısı, sesi, dili, varlıkları ve bütünlüğünü oluşturan parçaları vardır. En önemlisi de insan üzerindeki yükü ve etkisi… Kısacası sınırsız bir uzaydır. İşte bu yüzden bütün bilimlerin eşgüdümü altında sanat bilimini (sanat felsefesi, sanat sosyolojisi, sanat psikolojisi ve estetik bilimi) gerekli kılar. Eleştiri ve ödül sistemi de buna koşut hareket etmelidir.

Şiir eleştirisi, kendine özgü bir sanattır. Yazar, şair ve okurun önemli bir eğitim kaynağıdır. Şimdilik etken olmasa bile amacı gereği böyledir. Önde gelen işlevi, bir yapıtın etkinlik ve yetkinliğini ortaya çıkarmaktır. Şaire eksikliklerini, okura görünmezleri göstermektir. Bunun yanında geliştirici, yaratıcılığa yöneltici ve özendirici bir işlevi vardır. Tıpkı ödül gibi…

Sanatta ödül ve alkış, sanatçının enerji kaynağıdır. Ödüllendirmenin saygın ve güvenilir olması da marş motorudur. Hak edenin hakkının verildiği yerde; doğruluk vardır, yerindelik vardır, güven vardır, sanata sanatçıya saygı vardır, yarışma vardır. Öyleyse şiir ödül sistemini, sanatçı duyarlılığına yakışır bir şekilde düzenlemek gerekmez mi?

Ödül; etkin, yetkin ve estetik değer taşıyan şiire verilmelidir. Bunun belirlenebilmesi için bir sistem ya da yöntem gerekir. Şiir yarışmalarındaki seçici kurul üyeleri her ne kadar güvenilir ve saygın şairler olsa bile, sistemsiz yapılan her işte boşluklar vardır. Bunu; doğru, saygın ve güvenilir bir yola koyacaksak herkesin bildiği ve kabullendiği; dinamik, çağın sanat anlayışa yanıt verebilecek bir yöntem ya da sistem olmalıdır. Bu tümce karşısında genel tavrı bildiğim için hemen şunu eklemeliyim: Eleştiri ve şiir yarışmalarında bir yöntem ya da bir sistem uygulanabilir mi, ölçüm yapılabilir mi, diye sormayın sakın. Kalıpları kırdığınızda, eski bilgileri yeni bilgilerle donatıp dönüştürdüğünüzde her şey yapılabilir. Şiir gibi açık dokulu alanlara, açık dokulu sistemler geliştirilebilir. Yeter ki bilgi işlemeyi, kullanmayı ve dönüştürmeyi kafamızda sınırlamayalım. 

Burada küçük bir not düşmeliyim: Yazınımızda olduğu gibi övgü ya da yergi türü bir eleştiriden, ben yaptım oldu türü bir şiir ödül sisteminden söz etmiyorum. Bilimlerin eşgüdümüyle oluşturulmuş kuramsal bir eleştiri ve ödül sisteminden söz ediyorum. Böyle dinamik bir sistem var mı? Uygulanırsa var. Sanat bilimi bunların hepsine yanıt verecek bütünlüktedir. Yoksa da her anlayışa yanıt verebilecek bir sistemin geliştirilmesi zor değil… Ancak, bilimlerin eşgüdümüyle oluşturulmuş kuramsal bir eleştiri ve ödül sistemini işletmek zorlu bir iştir. Deneyim, donanım, altyapı gerektirir. Eleştirmen sanatçının ilerisinde, seçici kurul üyeleri de şairlerden daha donanımlı, şiiri ilgilendiren bilim alanlarının ilkelerine egemen olmalıdır.

Çoğu kişi şiir yazabilir; konuşmayı bilen herkes dize kurabilir, sıkıntı yok… Pek çok eleştirmen eleştirel deneme diye övgü ya da yerginin altına imza atabilir; bunda da sıkıntı yok. Pek çok kişi seçici kurulda yer alabilir; sıralamada üstte kalanı seçip ödül verebilir, bunda da sıkıntı yok. Bunları nasıl yaptın ve dayandığın gerekçe nedir, diye sorduğumuzda buna doyurucu yanıt verebilecek kişi, parmakla sayılıdır. Deneyim ve geçmişte yapılanlar, bir yapıtı eleştirmek ve bir şiire ödül vermek için yeterli bir gerekçe olamaz. İşte sıkıntı buradadır.

Eleştirinin amacı, şiirin etkinliğini ve yetkinliğini araştırmaktır. Estetik değer taşıyıp taşımadığını tespit etmektir. İyi, güzel ve eksik yanlarını ortaya koymaktır. Diğer bir söyleyişle, sanat değeri hakkında yorum yapmaktır. Şairin ve okurun yararlanabileceği bilgileri açıp dökmektir. Bunu yapabilmek için izleyeceğiniz bir algoritma olmalıdır. Ben iyi şairim, iyi eleştirmenim, eleştirinin en iyisini yaparım demek; ben heybemdeki kadarını yaparım demektir. Heybeniz dolu olsa bile bunları sırasıyla ve gereğine göre ortaya koymak için bir yöntem olmalıdır.

Şiir yarışmalarında, şiirin estetik değeri yüksek, sanat değeri taşıyor diyebilmemiz için, varlık yapılarını belirli bir yöntemle incelememiz gerekiyor. Sadece okumak yetmez, ayrıntılı incelemeyle belirlenebilir. Yarışmaya başvuran yapıtlar arasında kıyas yapmak da çözüm değildir. Kötünün biraz daha iyisine ödül vermek zorunda kalınır. Sağlıklı bir yargıya varabilmek için, eleştiri kuramlarından herhangi biri şiire uygulanıp etkinliği ve yetkinliği belirlenebilir. Her iki alanın amacı, aynı sonucu gerektiriyor: Şiirin etkinliğine, yetkinliğine ve estetik değerine karar vermek. Kanımca şiir eleştirisiyle şiir yarışmaları arasındaki bağıntı buradadır.  

Eleştiri ve şiir ödüllerinde; genel uygulamaya, alışılmışlığa, gelenekselleşmişliğe uyum sağlamak değil işimiz; yapıtta estetik değer varlığını, etkinliğini ve yetkinliğini araştırmaktır. Bunu yapmak için de oldukça yüklü kuramsal bilgiye sahip olma gereği doğuyor. Alanında yetkin kişiler bile, kuramsal bilgi deyince geride duruyor ve şiirle bağıntısı yokmuş gibi düşünüyorlar. Kuramsal bilgiye egemen olmadan sistem geliştiremeyiz. Sistem geliştiremediğimiz için şiir ve uygulamalarında dönüşüm ve nesnellik sağlayamayız. Şiirde tanımlanmamış kuramları açığa çıkaramıyorsak yeni kavramlar üretemeyiz. Kısaca anlatmaya çalışayım: Geçmişte yapılan ve yazılanları yineler, yarın bir kez daha öbür gün bir kez daha yineleriz. Şu şöyle yaptı bu böyle yaptı, diye alaylı bir mantığın çemberinde döner dururuz. Bu durumda, çağdaş sanatı geçtim, modern sanatın temel kuralı olan seçkinlik, biriciklik ve özgünlüğü asla yakalayamayız.

Sonuç olarak eleştiri; deneyim, birikim ve kuramsal bilgi ile sistem gerektirir. Şiirin ödüle layık olduğunu kanıtlamak için; yine deneyim, birikim, kuramsal bilgi ve yöntem gerekir. Eleştiri ya da şiir ödüllendirmede böyle bir sistem ya da yöntem var mıdır? Ben iyi şairim, iyi şiir bilgisine sahibim, ben iyi eleştirmenim, iyi edebiyat bilgisine sahibim gibi bir söylemle yapacağımız eleştiri ve verdiğimiz ödüle, çağın çocuğu inanmaz, inanmıyorlar. Bugün olduğu gibi yapıta değil isme ödül vermeyi sürdürürüz. Eleştirel deneme yerine sayfalar dolusu övgü yazarız. Örneğin, çoğu yarışmada ödül gerekçesi açıklanmıyor ama açıklananları gördüğümüz kadarıyla, sanat bilimini yerle bir eden yuvarlak tümceler sarf eder geçeriz. Bu, çağın şairine yakışan bir durum değildir. Bilgi, her yerde ve bir parmak dokunuşu kadar yakınımızdadır… Sistemsiz, eleştiri ya da yarışma olmaz. Sistemsiz ve yöntemsiz bir şey yapıyorsak, kayırmacılık, kotarmacılık, hayhuyculuk birinde olmazsa diğerinde olacak demektir. Aklın yolu çoktur ama en kısa olanı fiziksel ve matematiksel olarak yalnızca bir tanedir. Sanatın her dalı, oldukça geniş bir alandır; bu alanda kaybolmamak için bugüne kadar üretilmiş bir bilgi bütünlüğü vardır. Her tür sistemi kurmak, her tür yöntemi geliştirmek için yeterlidir. 1 Ekim 2021

Ç.Türk Dili Dergisi, Kasım 2021 Sayı:405’de yayımlanmıştır. 

 

BİLGİ AKTI

Prof. Dr. Takiyettin Mengüşoğlu, Felsefeye Giriş[14] kitabında ‘bilgi aktı[15]ndan söz eder. Bilgi görüngüsü bağlamında; algı, düşünme, anlama ve açıklama aktlarıdır bunlar. Bir anlamda bilme ve açıklama etkinliğini tanımlamaya çalışır. İnsanın algılamasını, düşünmesini, anlamasını ve konuşmasını (açıklama) inceleyen bir süreçtir. Bu aktların sağlıklı çalışmasını sevgiye, yani olumlu duyguya bağlar Mengüşoğlu. Sağımızda, solumuzda, ekranlarda en kötüyü bile şirin gören ve toplum yararına olduğunu ısrarla savunan insanlar var ya işte onlar, duygu durumundan kaynaklanan bilgi görüngüsü kurbanlarıdır.

Bilgi aktının sanat açısından ayrı bir önemi vardır bana göre. İnsanla yapıt arasındaki ilişkiyi ve etkiyi tanımlamaya yarayan yolları gösterir. Bir anlamda yapıtın insan üzerindeki etkisinden, yapıta giydirilecek tüm sanat tekniklerine kadar sanatsal işleyişi açıklamaya yarayan bir konudur. Bilgi aktı, çok bilinmez ve yazılıp çizilmez. Aslına bakarsanız her sanatçının bilmesi gereken önemli bir görüngüdür. Örneğin bilgi görüngüsünü bilmezseniz düş-imgelem, algılama-anlama ve anlama-sezme arasındaki farkı ayırmakta güçlük çekebilirsiniz. Yaygın olarak kullanıldığı gibi “Anladım yerine algıladım” diyebilirsiniz.  

Algı-düşünme-anlama ve açıklama aktları birbirine bağımlıdır ve birbiri içinde çalışırlar. Bunları harekete geçiren, diğer bir deyişle ivmelendiren olumlu duygudur. Yani sevgidir. İşte bu bilgiye dayanarak ‘duygu yönetimi ve eğitimi’ gerekliliği karşımıza çıkar. Sevginin, diğer söyleyişle olumlu duygunun, küçük yaştan başlayarak düşük yoğunluklu sanatsal ortam, sanat ve sanatsal etkinliklerle yaratılabileceği kanısındayım. Bireyin ruhuna dokunabilmek, duyarlılığını artırmak, olumlu duygu durumuna taşımak, sanat gibi güzellik ögesini önceleyen yöntemlerle olasıdır. Sanatın gücüyle, insanın ruhuna dokunabilelim ki duygularını inceltebilelim, duyarlılığını artırabilelim ve olumlu duygu durumunu yaşatabilelim.

Sorunu, duygusunu olumlu ve yerinde kullanamayan insanlar yaratır. Gizli bir hastalık biçimi ve ustalıktır sorun üretebilmek. Psikologların yaptığı iş, danışanının duygu yönetimini düzenlemek değil midir? Ülkemizde yaratılmış olan öfkeyi, ayrıştırmayı, olumsuzlukları dikkate aldığımızda, duygu yönetimi ve eğitimi çok büyük bir öneme sahiptir.

Dünyaya, çevreye, insana, canlıya karşı duyarlı insan yetiştirmek ve barışçıl bir dünyaya varmak istiyorsak bireye, duygularını yönetme becerisi kazandırmalıyız. Kinden nefretten olabildiğince uzak tutmalıyız. Duygularını, olumlu ve duyarlı duruma dönüştürmek için taşın altına elimizi koymak zorundayız. En azından ilkokullar başta olmak üzere tüm eğitim kurumlarında öğrencilerimize düşük yoğunluklu sanat ortamı sunmalıyız. Sanata gönül veren ve yeteneği olanlara ise sonuna kadar destek… Çünkü sanata gönül vermek, barışa en yakın durmaktır. 2 Şubat 2022

 

YAŞLI DÜŞÜNCE

Bu denemenin amacı, kimin ne yaptığını ya da ne yapmadığını sorgulamak değildir. Kişiler ya da uygulamaları, konumuzun odağı olarak düşünülmemelidir. Farklı bir açı ve yaklaşım altında şiir ve yazın konusunda aksayan yönleri panoramik bir bakış altında biraz olsun sorgulamaktır. Bunun yanında, inceleme ve araştırmalarım ışığında; şiire yaklaşım, şiir ödül sistemi ve şiir eleştirisi konularında; öngörebildiğim çözüm önerilerini sizlerle paylaşmaktır.   

Yaşlı düşüncenin balkonlarına yerleştirilmiş sanat ve şiir anlayışı, oldukça sıkıntılı bir şiir geleceğinin habercisidir, diye düşünenlerdenim. Günümüz şiir severi; kendini kanıtlamış yaşayan ya da yaşamayan şairlerimizin söylediklerine çok önem verirler ve bunları ölçüt kabul ederler. “Folklor şiire düşman”, “Şiirde anlam aranmaz” gibi… Bunlar; alınmalı, yorumlanmalı değerlendirilmelidir. Bu; tarihsel bilgi, bilgiler arası eşgüdüm ve metinler arası ilişki gereği böyle olmalıdır zaten. Ancak bugün olduğu gibi bunları anıtlaştırıp sorgulanamaz duruma getirmek, şiirdeki ayrıntıyı ve kapsamın genişliğini görmeyi zorlaştırıyor. İşin kötüsü ateşli şiir sever gençler, bu tür sözde ölçütleri fazlasıyla önemsiyor. Öykünmeci bir yaklaşım içine giriyorlar. Klasikleşmiş bu ölçütleri kırıp şiire yeni açılardan bakmalarını ve daha uzağı görmelerini sağlamak için biraz çaba ve yenilik gerekiyor. Tabii bu iş, kolay değil. Bu durum, şiir dünyasının en sert ve kırılamaz kalıbıdır, diyebilirim. Türk yazınında öykünmeden şiir yazılabileceğini kavrayamamış ve kabul edemeyen büyük bir çoğunluk vardır. Yani şiir, şiirden ve şairden öğrenilir gibi önyargı, gerçeğin kendi gibi algılanır olmuştur. Öne çıkmış şiir yazılarını incelediğimizde böyle düşünüldüğü, bundan başka bir yolun olmadığı kanısının yaygın olduğu anlaşılıyor… 

Temiz ve sağlam bilgi, kendini delilsiz kanıtlama yeteneğine sahiptir. Değişim sürecini biraz daha hızlandırır; bu kesin. Ne var ki asıl sorun bu noktada öne çıkıyor. Edebiyat tarihçiliğiyle edebiyatı, miras alınmış söylemlerle sanatı, kulaktan dolma bilgiyle estetik bilimini anladığını varsayan yaşlı düşünce, sanat alanında temiz bilgiyi ayırt edecek yeteneğe sahip olmadığı kanısındayım. Türk şiiri, sanat bilimi açısından ele alınmıyor ne yazık ki. Usta çırak usulü ve derme çatma bilgilerle şiir, şiir olmanın ötesinde bir mantıkla şiir severlere aktarılıyor. Yanlış veya noksan bilgi, kabul edilmiş doğru olarak kulaktan kulağa aktarılıyor. “Şiirde anlam aranmaz. Şiir bilgi içermez” gibi…

Neden böyle düşünüyorum? Bugüne kadar okuduğum şiir yazılarında ve sanat felsefesine yönelik yazılarda; ucundan tutulur, dikkate alınır ve referans vermeye değer çok ender metin ve yazarla karşılaştım. Örneğin, Özdemir İnce, Afşar Timuçin, İsmail Tunalı gibi yazarlar…  Belki çok daha değerli içeriğe sahip yazılar ve konusunda yetkin yazarlar vardır; görememiş ve ayırdına varamamış olabilirim. Sanat eğitimi içinde yetişmiş, konusunda uzman şair ve öğretim üyelerinin affına sığınıyorum. Şiir yazılarının büyük çoğunluğu, şiiri öyküleştirmek dışında sağlıklı bir içeriğe sahip görünmüyor. Ortaya yeni bir şey koymuyorsanız referanslara yaslanarak şiir sanatı hakkında öykü anlatmak; bir kazanım değildir. Hele akademik düzeyde, değeri olan bir çalışma değildir bana göre. Artık şiir sanatı, sanat bilimi açısından ele alınmalı ve ilgili disiplinlerin eleğinden geçirilerek gençlere sunulmalıdır. 

Şiir sanatı, kavram kargaşası altında ele alınıyor ve bir şeyler yapılmaya çalışılıyor. Özellikle estetik bilimi ve felsefeyle ilgili kavramlar… Sanat kavramları arasındaki hiyerarşi ve anlamsal alanlar, tutarlılık ve bağlaşıklığı sağlamıyor çoğu yerde… Sanat felsefesine egemen değilseniz şiir sanatı gibi geniş bir alanda, kavram kargaşasından kurtulamazsınız. Bunlar arasında kargaşadan kurtulmak, çok yönlü bir yaklaşım ve farkındalık gerektiren bir durumdur. Bana göre bunun temel bir nedeni vardır: Çok yönlü olmayan beyinler; şiir gibi kapsamlı bir alanda değerlendirme ve çözümleme için bilimler arası eşgüdümü kullanamazlar. Belirli alanların dışına çıkamazlar. Şiir sanatına, yedi başlı dev muamelesi yaparlar. Bu yüzden yüzeysel çıkarımlarda bulunur geçerler. Yeni bir şey keşfetmiş gibi nesnel ve kavramsal karşılığı olmayan tümce kurup böbürlenirler. Örneğin, “Şiir de kendisinin ne olduğunu bilmez”, “Şiir yazmak sözcükleri savurma sanatıdır” gibi… Ayrıca şiiri, salt dil açısından ele alırlar. “Kurallar şiirden çıkar; kaç çeşit gerçek şair varsa o kadar da gerçek kural vardır” gibi genelleme söylemlere fazlaca yaslanırlar.  Şiir, ruhbiliminden geometriye kadar tüm bilimleri ilgilendiren geniş bir yelpazenin taranmasını gerektirir. İlgili disiplinlere egemen olmayı gerektirir. Neden?

Şiir bir düşünce sanatıdır. Düşünce sanatı olması demek doğrudan insanın bilinç dünyasıyla ilgili olması demektir. Onun, düş ve imgelem gücüyle doğru orantılıdır, demektir. Duygu, zekâ, bilinçaltı gibi bilincin üzerindeki etkenlerin ayrıntısına burada girmiyorum. Bilinci yapılandıran ve onun sağlıklı çalışmasını sağlayan şey; bilgi, bilgiler arası eşgüdüm ve yorum yeteneğidir. Bu demektir ki bilincin alanı, aklımızın sınırlarını zorlayan bir uzaydır. Bu uzay, şairin düş ve imgelem uzamıdır. İşte bu uzam ne kadar bilgiyle doluysa; bilgiler arası eşgüdüm yeteneği ne kadar güçlüyse; görme, sezme, duyma, duyumsama, ayırt etme ve yaratıcılık yeteneği o kadar yüksek demektir.

Yaşlı düşüncenin şiirle ilgili öyküleştirdiği ve ritüel haline dönüştürdüğü pek çok şeye karşı çıkmamın nedeni, bu uzamın anlaşılmamış olmasıdır. Şiir, her gün bir yeniye doğru evrilmelidir. Şiir, bir sanat alanı değil; yeteneğe bağlı söz söyleme etkinliği gibi düşünülmektedir. Genelleme tümcelerle övgüler sıralanmaktadır. Alaylı geleneğin yaptığı bu ve buna benzer şeyler, bilimsel donanıma sahip gençliği doyurmamaktadır. Çağımız bilgi çağıdır. Magazinsel söylemlerle, masalsı yakıştırmalarla şiir gibi bir sanat alanında çağa ayak uydurulamaz. Teknik ister; bilimlerin eşgüdümünü ister; sağlıklı ödül sistemi ister; iyi bir eleştiri ve eleştirinin eleştirisini ister.

Türk şiirinin sağlıklı bir ödül sisteminin olmadığını çoğunluk kabul etmektedir. Ödül sistemini, sağlıklı ve güvenilir duruma dönüştürmek için biraz özveri gerekiyor. Egoyu bırakıp bilgiye önem gerekiyor. Seçici kurullarda yer alan şairlerimizin açıklamalarından ve yazılarından anladığım kadarıyla çoğunluğunun estetik biliminden haberi yok. Sanat felsefesine vakıf olmayan insanlardan seçici kurul oluşturmak, havanda su döven insan topluluğu oluşturmak demektir. Bir kitaba/şiire hangi gerekçelere dayanılarak ödül verilir, bunu bilen çok kişi yok; ayrıca en önemlisi, bu işin elle tutulur bir yöntemi yok. Bir şiire neden ödül verilir sorusunun yanıtı; şiirin estetik değeriyle ilgilidir. Yapıtın ölçütü ve ölçüsü, estetik değerdir. Estetik değerden söz edilen bir ödül gerekçesi, hiçbir yerde görmedim, okumadım, duymadım. Yapıtın estetik ve sanat değerini açıklamak yerine sayısız ağdalı genel tümceler kuruluyor, ödül gerekçesi olarak. Üstelik sanat kavramlarını yerle bir ederek… 

Türk şiirinin eleştiri sistemi, bana göre ağır aksak yürüyen bir dedikodu dünyasıdır. Şiire yönelik, referans alalım diyebileceğimiz eleştirel denemeye rastlanmaz oldu. Şairlerin birbirlerinin bilgisine ve yapıtlarına saygısı yok. Bu ve buna benzer daha pek çok olumsuzluk sayabilirim. Haksızlık etmeyeyim olumlu yanları var elbette yazınımızın, şiirimizin. Dönüşüyor, gelişiyor, daha da gelişecek. Bu denemede söz ettiğim konu; aksayan, acilen önlem ve sistem geliştirilmesi gerekenlerdir.

Sorunları tespit ve şikâyette bulunmak, anlayışımız gereği oldukça gelişkindir. Dağ gibi sorunlar önümüzdeyken “Nasıl çözüm üretebiliriz” sorusundan çok “Kim ne söylemiş” dedikodusuna önem veriyoruz. Tanımadığımız bir başkasından çözüm üretmesini bekliyoruz. Adı duyulmuş ancak tanımadığımız yabancı ülke insanlarının çözüm önerilerine yüksek değer veriyoruz; doğru yanlış, bilimlerle uyumlu olup olmadığını sorgulamadan. İçimizden birinin ileri sürdüğü önerileri de nasıl çürütürüz diye yarış yapıyoruz. Öğreti ve dinsel yönelimleri gerekçe göstererek, iyi bilgiyi kurban ediyoruz. Görmezden geliyoruz, küçümsüyoruz. Bunlar şark zihniyetinden kurtulamamış olmanın zayıflıklarıdır. Demek ki öğreti ve dinsel koşullandırma, yeni bilgiyi göremeyecek kadar insanı körleştiriyor.

Özet yapacak olursam:

Birinci sorun, Türk şiirine sanat felsefesi açısından bakmıyoruz. Dil sorunuymuş gibi algılayıp buna göre çözüm arıyoruz. Değişik ortamlarda yayımlanan ve yayımlanmış şiir yazıları, böyle olduğu sonucuna götürüyor bizi. Şiir sanatı, karmaşık bir sanattır; bütün disiplinlerin eşgüdümünü gerektirir. Şiir, dille yapılır ama sadece dil değildir. Çünkü şiir insan düşüncesi ve düşünün, birebir aynasıdır. Bu da, sınırsız bir uzay demektir. 

İkinci sorun, yukarıda söz ettiğim gibi, şiir ödülleri ve seçici kurulların sağlıklı olmayışıdır. Bu konuya yönelik önerim vardır. “Saf Sanattan İnsana, Şiir Çözümleme Tekniği ve Şiir Eleştirisi” isimli kitabımda önerdiğim bazı kuram ve teknikler var. Örneğin ‘Şiir Çözümleme Tekniği’ adı altında ileri sürdüğüm teknik, ödül sistemine ve seçici kurulların yöntemlerine katkı sağlayabilecek ayrıntılar içeriyor. Şiirin ilgili disiplinlerini dayanak olarak ele alıyor ve bir şiirde olabilecek tüm organların gözden geçirilmesine olanak sağlıyor. Delilsiz yargıya yer bırakmıyor. Şiirin sanat ve estetik değeri hakkında bir kanıya varmayı sağlıyor. Bu özelliği nedeniyle, sanat felsefesi konusunda yetkin olmayan kişilerin seçici kurulda yer almasını engelliyor. Estetik bilimi, felsefe, ruh bilimi ve toplum bilimi gibi sanatı çok yakından ilgilendiren başat bilimlere uzak kimselerin, seçici kurullarda görev almamasını ve alırsa da bu işin üstesinden gelemeyeceğini söylüyor. Bu tekniğin tek sorunu vardır. O da, uzun zaman gerektiriyor olmasıdır.

Üçüncü sorun ise şiir eleştirisidir. Şiir eleştirisi adı altında bu işi yapan kimse veya topluluk var mı, kuşkuluyum. Çünkü sayısız çözümleme ve eleştirel deneme okumuş olmama karşın bu, gerçekten şiir eleştirisi diyebileceğim bir metinle ender karşılaştım. Çok sayıda eleştirel deneme adı altında metin var yazınımızda ama ben, çoğunluğunun eleştirinin işlevine uygun olduğunu düşünmüyorum.

Eleştiri konusunda da bir önerim vardır. Aynı kitapta, “Katman Edebiyat Eleştiri Kuramı” adı altında bir kuram ileri sürdüm. Bu kuram, Şiir Çözümleme Tekniğine yaslanıyor ve dil sanatlarının tamamı için uygulanabilir bir sistemdir. Hatta tüm sanatlar için kullanılabilir. Bu sistem, eleştirmene şunu diyor: Eleştireceğin yapıtın otopsisini yapacaksın, ilgili disiplinlerle açıklayacaksın ve estetik bilimine göre kanıtlar üzerinden yargıya varacaksın. Yapıtı; yazar, yapıt, okur ve ortam ilişkilerini dikkate alarak inceleyeceksin...  Yapıtın, etkinliği ve yetkinliğini ortaya koymak için kanıtları bir bir dökeceksin. Kanıtsız yargıdan uzak duracaksın… Bu kuram, bütünlüklü bir sistemi içeriyor ve bilimsel yöntemlerin dışında eleştirmene açık kapı bırakmıyor. Öznel yargı gerektiren yerlerde de bazı delilleri ön koşul olarak ileri sürüyor.

Kitaplarımda öne sürdüğüm kuram, teknik, sistem ve öneriler; akademik olarak ele alınmalıdır kanısındayım. Bunların hepsi, sanat biliminin öngördüğü temele dayandırılmaktadır. Geliştirilmesi gereken yanları mutlaka vardır. Bazı öneriler ile kuramlar, doktora tezi olacak konulardır; ayrıntılı araştırma gerektiriyorlar. Türk yazınında, özellikle şiir konusunda, daha dinamik davranılmalıdır. Salt edebiyat tarihçiliği ve dil bilgisiyle bu işin üstesinden gelinemeyeceği anlaşılmalıdır. Hayranlık ve öykünmeciliği birbirine karıştırıyoruz kanısındayım; bunlar ayrı şeylerdir. Biri, sanatın gelişimine katkı sağlar; diğeri ölümüne… Yazılmış şiirlere benzer şiir yazmak, özgün sanat anlayışını oluşturmanın önündeki en belirgin engeldir; benzemekle kendi şiirini kurmak arasındaki çizgiyi koruyamıyorsan. Keşif bekleyen geniş bir evren vardır şiir ve şiir emekçilerinin önünde… Donanımınızı güncellemenin zamanıdır.

Sararmış sayfalardan kopyalayıp aldığımız bilgi, güncel olmayabilir. Bugünün bilgisiyle uyumlu olmayabilir. Bu bilgilere; sanat felsefesi açısından baktığımızda önemli sorunları barındırdığı görülüyor. Pek çoğunun, güncel bilgiyle çeliştikleri çok açık. Öğreti ve din gibi koşullandırmaların altında yapılan yorum ve ortaya konan bilgiler; hepten sanat bilimiyle çelişiyor. Örneğin, “İdeolojiye hizmet etmeyen sanat, sanat değildir” diyebilen bir mantık, bugün kabul edilebilir mi?  25 Nisan 2021

Şiir Sarnıcı (e-dergi) Temmuz 2021 Sayı:9’da yayımlanmıştır. 

 

YAZMAK

“Yazmak, rahatlamanın bir yoludur” derler. Göreceli bir durum çoğu zaman. Yazdığımda erince kavuşacağımı düşünüyorum ama o yazı sonra sırtıma biniyor… Bir yük gibi dolaşıyor omuzlarımda. Kaldı ki öküzün altında buzağı aramanın en anlamsız olduğu sanat ve sanat yaratılarına yönelik yazıyorum. Buna karşın birileri çıkıp sağından solundan eğip büküp bir yasa maddesine uydurup “Haydi sorguya bakalım” diyecek kaygısı dönüp dolaşıyor çevremde. Günümüzde nabza göre şerbet verenlerin dışında bu kaygıyı duymayan yazar ya da şair var mıdır, sanmıyorum.

Sağınıza solunuza bakın çok kişi göreceksiniz. Ortam öylesi keskin bir ortam ki yanılıp yenilip hedef gösterilecek bir sözünüz/yazınız yayımlanmışsa her şeyden önce sosyal medya gazisi oluverirsiniz. Yasal süreç bir yana, sıra yasal işleme gelinceye kadar kamuoyunda linç kampanyasının öznesi olmuşsunuzdur.

Gülmece hiç korkar mı güldürmekten? Son günlerde gülmece bile saklamıştır kendini dilinin altına. Sanatçı; gülmece, karşıtlık, benzetme, değinmece, alaysama, abartma… gibi teknikleri kullanacaktır yapıtlarında. Yayından fırlamış ok gibi gidip vuracaktır alın şakından kaşarlanmış sorunlara. Sanatın özünde vardır; olanı, daha çekici, yerinde ve vurgulu duvara asmak. Sanatçınınsa ruhundadır olumsuzluklara karşı flama dikmek… Yapıtlarında propaganda ya da tebliğ dili kullanmıyorsa, yapıtının özü ve içeriği dokunacaktır sırça saraylara, görünecektir en uzaklardan görkemiyle…    

Kazanımlar bir bir yitip giderken, ekranlarda gazeteci ya da akademisyen kılığında yazıp-çizen-konuşan şirinler varken, gözlerimizin içine baka baka aklımızla dalga geçen bunca insan el üstünde tutulurken; tarih bunları neresine sığdıracak, merak ediyorum. “O zaman öyleydi bugün böyle”, diye yüzsüzlüğü duvara mı asacaklar? Yakın geçmişte olduğu gibi. Kirli bilgiyle temiz bilgiyi ayırt edemeyecek kadar aklını tutkularına tütsülemiş insan, ne sevimli bir zavallıdır! Böyle bir ortamda yazmanın erinç olabileceğini düşünen, esrikliği iyimserliğe dönüştürebilmiş başarılı bir oyuncudur.

Onurlu yaşamak ve çağın gafına düşmemek için; fanatizm, popülizm, nepotizm gibi olumsuz izmli tutumları bırakıp gerçeklere gerekçeleriyle bakmak zorundayız. Silkinip bakalım çevremize, dumansız ateşin yıkıntısı göz göre göre üzerimize doğru geliyor. Azıcık mantık bir tutam sağduyuyla bakmak, çok şeyi değiştirir. Çünkü hiçbir şey dıştan göründüğü gibi tekdüze, hiçbir şey allı pullu gösterildiği gibi şık değildir. 11 Şubat 2022 

 

ALGI YÖNETMEK SANATTIR

Algı, özgün istencimizle oluşan bir eylem midir? Toplumsal olgu ve olaylar ile bilinçli kurulmuş sistemlerin yönlendirmesine bağımlı bir algı dünyasına mı sahibiz?

Beynimiz ilginç bir çalışma biçimine sahiptir. Bilgi, görgü, kültür, duygu, deneyim ve diğer girdilerin bileşkesine bağımlı olarak çalışan devasa bir sistem.  Ulaşabildiği tüm bilgiyi kullanıp durmaksızın karar üreten bir süreç. İlginç bir özelliği, halihazır bilginin olgunluğuna, doğruluğuna, yeterliliğine bakmaksızın; edinebildiği kadarıyla, duygulara ve işleyebildiği deneyime dayanarak karar verip insanı eyleme sürüklemesidir. Bu, bana göre beynin en zayıf tarafıdır. Cahil insanın her şeyi biliyorum yargısı, beynin bu zayıflığından yararlanıyor, diye düşünüyorum. Algı yönetimi, medyada sıkça kullanılan adıyla algı operasyonu, beynimizin zayıf yerlerini kullanarak yapılan sistemli çalışmadır, diyebilir miyiz? 

Doğadaki canlılar, yaşamak için birbirini ya da daha güçsüz olanları yemek zorundadır. Bir diğerinden daha güçlü olmak, daha hızlı koşmak gibi bir çabası vardır. Doğası gereği bunun için her biri kendi savunma sistemini ve donanımını geliştirir. İster gereklilik diyelim ister evrimsel bir olgunun sonucu diyelim sonuçta her canlı, bulunduğu ortama ayak uydurur; doğal seçilim gereği güçlü ve donanımlı olan yaşamını sürdürür. Bu, öyle bir döngü ve dengedir ki doğanın mutlak gereklilikleriyle asla çatışmaz.

İnsan, döngünün mutlak gerekliliklerini kırabilme yeteneğine sahiptir. Kendisinin isteğine göre çoğu şeyi düzenleyebilir ya da değiştirebilir. Bu durum, bireyin davranışlarının düzenlenebileceği ya da değiştirilebileceği anlamına gelir. Algı yönetimi diye bir bilgi bütünlüğünün ortaya konması bundandır, diye düşünüyorum. Beynimizin çalışma yöntemi üzerine sayısız çalışma yapılmıştır. Bu çalışmalar gösteriyor ki beynimizin; aldatılabilir, kavrama yetisi kısıtlanabilir ya da istenen bir davranışı gerçekleştirecek şekilde yönlendirilebilir. Kendi isteği ve özgün kararıymış gibi çok şey yaptırılabilir.

Algısı düzenlenmiş insan davranışını, her gün ve her yerde görebiliriz. Örneğin, alışveriş isteği doğurulmuş insanlar gibi… Bunlar, algısı değiştirilmiş ya da düzenlenmiş kişilerdir. Bu tutumu, bireyin ya da toplumun kendi özgün isteğiymiş gibi tanımlar, normal bir durum olarak karşılarız günümüzde. Ayrıntıya girdiğimizde kazın ayağının öyle olmadığını görürüz.

Asıl konumuz olan edebiyat ve algı yönetimi ilişkisini biraz açalım. Edebiyat dil sanatıdır. Doğrudan duygu ve düşünceyi etkisi altına alan dolayısıyla algıyı düzenleyebilen bir etkinliktir. Burada üzerinde durmamız gereken önemli bir girdi vardır: Duygu. Edebiyat, duyguyu kolay ele geçirebilen bir sanattır. Duygu da algının mutlak rehberidir. Düşüncenin mayasıdır.

Algı yönetimini, istenmeyen bir sonucu doğuracakmış gibi olumsuz bir tamlama olarak karşılıyoruz. Basınımızda, algı operasyonu diye söylenegelir ve olumsuz bir durumu anlatmak için kullanılır. Bu yüzden kavram alanı bilincimize olumsuzluk olarak yerleşmiştir. İnsan tutumunu düzenleme yoludur ve mutlaka olumsuz olacak diye bir şey söyleyemeyiz. Bence bunun olumlu yanı, edebiyatın en temel amacıyla koşuttur. Okura yaşamın gereklerini farkındalıklı olarak göstermek, bir anlamda algı ayarlarını açmak, işlenebilir duruma getirmek, yüksek değerleri içtenlikle yaşayabilir duygu durumuna taşımak, diyebiliriz. Edebiyat dâhil tüm sanatların; farkındalık ve algıda seçicilik yaratmak, düşünceyi sarsarak daha geniş boyuta taşımak gibi bir amacı vardır. Okuru, estetik beğeni yardımıyla arzu ettiğimiz hazza sürüklemektir. Çünkü edebiyat; yaşamın içerisindeki bilgi, olgu, olayın en olgun ve etkileyici görünüme getirildiği bir süreçtir. Öyle olunca edebiyatın her dalı, algı yönetiminde gereç olarak olumlu yönde ve etkin bir biçimde kullanılabilir. Bunun yanında; bir kurumun, ideolojilerin ya da dinlerin amacına hizmet için de tasarlanabilir. Ne yazık ki edebiyatın kötüye kullanımını hemen hemen her yerde görebiliriz. Özellikle hedef, çocuklar ve genç beyinlerdir… 

Konunun daha iyi anlaşılması için, stratejik düzeyde uygulanmış somut bir örnekle sürdürelim. Amerika, Irak Krizini 1990 yılında başlattı, 2003’e kadar kara gücünü kullanamadı. On üç yıllık sürede sadece hava gücünü kullandı. Havadan bombalamak kolay. Karşı koyacak bir hava kuvveti yoktu. Askeri literatürde ‘harekât bölgesini şekillendirmek’ diye bir aşama vardır. Bunun anlamı, hedef ülke halkının savaşa hazır duruma getirilmesidir. Halkın direniş göstermemesini, barışçıl bir eylemmiş gibi harekâtı desteklemesini sağlamaktır tüm amaç. Diğer söyleyişle, ülke halkının direniş kararını arzu ettiğiniz bağlamda düzenlemektir. Tıpkı 1915-1920’li yıllarda Osmanlı İmparatorluğunun kendi halkına uyguladığı gibi. İlk kurşun bu nedenle tarihe geçmiştir. İşte bu, algı yönetim teknikleriyle gerçekleştirilen bir eylemdir. Halk, bile isteye sizin arzunuz doğrultusunda hareket eder. Eski adı psikolojik harekât, yeni adı bilgi destek harekâtıyla koşut bir çalışmadır. Bunun yöntemi, kendi halkını yasalarla, diğer ülke halklarını algı yönetim teknikleriyle ikna edersiniz. Amerikan ordusu da Irak’ta bu tekniği on üç yıl boyunca uyguladı ve halkın belirli bir kesimini kazandıktan sonra kara gücünü sahaya sürdü. Ne kadar güçlü olursanız olun, tersi durumda olası mıdır bir ülkenin devlet başkanını almak?

Bu örneğin edebiyatla ilişkisi nedir? Algı yönetimi, sistemli bir çalışmanın soncudur, alanında uzman kişilerin tasarısıyla işler ve toplum üzerinde çok etkilidir. Edebiyat ve diğer sanat dalları, bu zincirin bir halkasıdır. Diğer bir söyleyişle, topluma ya da bir kesime belli bir düşünceyi kabul ettirmek üzere kullanılabilir. Uzun zaman ister, sonucu geç alınır ama kalıcı bir ruh durumu yaratır. Edebiyatı estetik tavrı yaratmak için değil de algıyı istediğimiz yönde değiştirmek için kullanırsak ya bir gruba ya bir politik ideolojiye ya da dinsel bir olguya hizmet eder duruma sokarız. Bu tehlikeli bir yoldur. Sanat olma gereklerinin dışına yönelir. Sanat felsefesi gereği sanatın ana hedefi, insanda estetik tavır yaratmaktır. Burada önemli bir nokta vardır: Edebiyat, toplumun değer yargılarının bir sonucudur. Değer yargılarını, belirli bir kesimin düşüncesini ya da inancını dikte etmeye yöneltirsek edebiyatı sloganlaştırırız. Sloganlaşan edebiyat çatışmanın öncülüdür. Tüm sanat dalları, çatışmayı değil; estetik tavrı yaratmak için yapılır, kurgulanır. Estetik tavır yaratmak, yaşamsal gerekleri doğru algılayan saygın ve saygılı insan kazanmanın yoludur. İletişimi, işleyişi, ilişkisi sağlıklı toplumun önünü açar.

Diğer taraftan, algı yönetimi için yazılan her metin, bugünün bilinçli bireyini rencide eder… Bir amacı gerçekleştirmek üzere dayatılan her düşünce, sanat olmaktan öte propagandaya ya da beyin yıkama tekniğine dönüşür. Bilinçli bireyler, apaçık gördüğü bir şeyin abartılı ve görünümü değiştirilerek dayatılmasından rahatsız olurlar. Daha açık söyleyelim: Aklıyla dalga geçilmesini sindiremezler. Ne var ki algı yönetiminde öyle teknikler uygulanır ki birey, çoğu zaman gerçekle önüne sürülenin arasındaki farkı ayırt edemez. Sunulana ikna olur ve kendiliğinden ikna olduğunu sanır. En çok da ticari alanda kullanılan bir tekniktir. Hemen hemen hepimiz bu tekniğe yenik düşeriz. Sıkıntı buradadır. Gizli düşmandır; şeker hastalığı gibi… Bu yüzden ‘algı yönetimi bir sanattır’, demekte sakınca görmüyorum.

Algı yönetiminin olumlu ve olumsuz yanlarını basit bir ölçütle görebiliriz. Yaşamın ve insanın süregelen gereklerini değil de belirli bir görüşün/inanışın doğruluğunu ya da uygunluğunu dayatacak biçimde yazmak, algı yönetimi çabasının önde gidenidir… Şimdi Türk edebiyatına bakınız ve genel durumu sorgulayınız… Umarım kolaylıkla görebileceğiniz bir resim gözünüzün önünde oluşacaktır. Öyle şiir ve metinler vardır ki sesi tamamen sufledir. Buna karşın şair ve yazarının ünü büyüktür…  

Yazın dallarındaki ana hedef, toplumdaki yüksek değerleri (moral değerler) diri tutmaktır. Bireyin yaşama sevincine katkı sağlamak, sevgisini yüceltmektir. Yüksek değerleri diri tutulan birey ya da toplum; olumlu, yapıcı, paylaşımcı, bireyler arası saygı ve güven ortamını sağlar. Bu özelliklere sahip toplumlarda, birey hak ve özgürlük alanlarına saygılı ve sevecen tavır gelişir. Uygulanan siyaset, yaşama geçirilen her kural, inşa edilen her yapı; insan için ve insan değerlerine uygun yapılır. İnsana saygının olduğu yerde çağdaş dünya görüşü egemendir...

Bir konu daha var ki söylemeden geçemeyeceğim. Bana göre gerek görsel gerek yazınsal, çocuk edebiyatı diye taze beyinlerin üstüne çöken kara belâ, üzerinde en çok durmamız, tartışmamız ve ayrıntılarıyla düzenlememiz gereken bir algı yönetim alanıdır. Bu, duyarlılığı en yüksek bir zemindir ve üzerinde en çok oynanan bir konudur. Taze beyinlerin çevresine çekilen demir perde, kolay kolay bir daha ışığı geçirmez… Edebiyatta algı yönetimi sözü geçtiğinde ilk olarak ele almamız ve duyarlılık göstermemiz gereken yer burasıdır.   

Sonuç olarak edebiyat, algı yönetiminin vazgeçilemez bir gerecidir. Tıpkı ateş gibidir. Yerinde kullanırsanız yemek yaparsınız, yanlış kullanırsanız evinizi yakarsınız. Ayrıca edebiyatı, olumlu ya da olumsuz bir gereç olarak kullanmak bilinç sorunudur. Bıçak sırtı gibidir. Estetik tavrı yaratmak için kurgulanan her yapıt, olumlu sonuç doğurur. Bir şeyleri dikte etmeye, şiddete özendirmeye, inandırmaya, ikna etmeye yönelen her yapıt; algı yönetiminde olumsuz bir gereçtir. Zaten sanatta, dilsel şiddet, saldırı, dayatma, inandırma, ikna etme gibi olumsuzluklar felsefesi gereği olmamalıdır. Güzellik ve türevleri, sanatın temel gereçleri olmalıdır. Bana göre çağdaş sanat anlayışı, sanattaki bu karmaşayı kökünden çözen yerinde bir yaklaşımdır. Çünkü bu anlayış, bu ve buna benzer olumsuzluklarla uğraşmaz; aklın karanlık köşelerine dokunarak daha farkındalıklı bir dünyayı aydınlatır. Duyu ve duyguyu, arkasından aklı sarsarak estetik tavrı yaratmaya çalışır. 15 Ekim 2021

Şiir Sarnıcı (e-dergi) Ocak 2022 Sayı:11’de yayımlanmıştır. 

 

BEŞLİ ÇETE

Çağdaş ve mutlu bir toplum istiyorsak yoğunlaşmamız gereken konu ‘duygu yönetimi’ olmalıdır; özellikle eğitim ve öğretimde… Algı-anlama-düşünme-açıklama sürecimiz, duygu durumuyla orantısal bir ilişki içerisindedir. Ne kadar olumlu duygu taşıyorsak o kadar olumlu ve verimli bir düşünme/edim sürecimiz olacak demektir. Duygu denetimi öğrenilebilir bir eylemdir. Olumlu duygu, yani sevgi ve türevleri, duygu yönetiminde beslenmesi gereken temel değişkenlerdir.

Olumsuz duygunun temelinde yatan neden, korkudur. Korku, türevleriyle birlikte var olan bir duygu durumudur. Kaygı, nefret, kin, öfke ve düşmanlık gibi beşi bir yerde çete… Korkunun olduğu yerde beşli çete işbaşındadır. Bunların bir arada saldırıda bulunduğu bir yerde sağlıklı algı-anlama-düşünme ve açıklamadan söz edebilir miyiz? Çağdaş insana yaraşır ve barışçıl bir ortamın oluşması olası mıdır?

Beşli çete, aynı zamanda korkuyu tetikleyen donanımlı, bileşke güçtür. Namlusuna birtakım gereçleri de alarak döner durur beynimizin ortasında. Bunların olduğu yerde sağlıklı düşünmenin yok olduğu gibi sanatsal yaratıcılık da yok olup gider. Bizim gibi toplumlarda herkesin korkacağı bir gerekçe mutlaka vardır; yoksa bile düzmece korku kaynağı yaratılması çok kolaydır. Korkudan yağ çıkaran bir kültürümüz var. Öyle olagelmiş ve öyle olması için de her tür olanak sonuna kadar kullanılmaktadır. Bu durumda, korku ve türevlerinden yarar umanlar, çağın en büyük başarısını elde ettiğini düşünerek böbürlenirler. Artık orada güdülebilir bir toplum tasarlanmış ve at oynatma zamanıdır. Tıpkı… Dahası tarihimiz de korkuya dayalı yönetim biçimleriyle dolu değil mi?

Bunların saptanması zor değil; deneyimlerimiz açıkça gösteriyor zaten. Herkes biliyor bilmesine de uygulamaya gelince elde var sıfır. Kaygı, nefret, kin, öfke ve düşmanlık gibi beşli çeteden ne umuyoruz da sürekli yara yaparcasına kaşıyoruz, anlam veremiyorum? Cehaletten doğan anlamsız hırs desek, şu anda içinde bulunduğumuz durumu açıklamakta yetersiz kalır. 

Korkunun panzehiri güvendir. Ne var ki panzehiri vermek; son derece zordur, beceri ve sağlam gereç ister. Bu tür kötü duyguları özelde bireyden, genelde toplumun sırtından söküp almak gerekir. Bunu başarmanın iki koşulu vardır. Birincisi ilkelerine göre işleyen bir adalet, ikincisi dengeli paylaşımdır.

Başınız zorda kaldığında, güvenebileceğiniz ve kararına inanabileceğiniz bir makam ya da sosyal çevre kalmadığını düşünün. Haklıyken sözde gerekçelerle haksız duruma düşürüldüğünüzü… Örneğin sağlık hizmeti, yargı ve resmi uygulamalarda… Ne korkunç bir ruh durumudur!

 

KORKU VE ÇIKAR

Uzun zamandan beri duygular üzerine yazmak istemişimdir. Ne var ki fırsat bulup yazamadım bugüne değin. Duygu, öyle bir insan eylemidir ki bilinçten bilinçaltına, üst bilinçten mantığa, akıldan zihne, düşünceden tavra kadar her şeyin içindedir.  Aklın, istencin, isteğin ve tavrın; hareket motorudur.

 “İnsan neden sanat yapar” sorusunu kendime sormuştum sanatla ilgili bir kitabımı yazarken. Yanıtını uzun süre araştırmıştım. Ulaştığım sonuç oldukça ilginçti. Duyguların; amaç-neden-sonuç ilişkisine göre çalışan insana özgü bir eylem olduğunu anladım. İnsanoğlunun her eylemi, tavrı veya duygusunun; öyle kendiliğinden ve rastgele oluşan bir şey olmadığını gördüm. Canlı olmanın gereklerinden düşünebilme yetisine kadar pek çok bileşen, duygunun doğumu ve yaşanmasına kaynaklık ediyor.

Bazı kaynaklar altı temel duygu, bazı kaynaklar ise sekiz temel duygu olduğunu söylerler. Bana göre duyguları, temel yardımcı diye sınıflandırmak yerine olumlu duygular ve olumsuz duygular diye ikiye ayırmak daha sağlıklı olur. Duyguların doğuş temeline inersek yaşamı sürdürme kaygısı ve sürekliliği sağlama kaygısının bir çıktısı olduğunu görürüz. Bu noktadan sonra, genetiğimizden tutun da toplumsal olgu ve olaylara gösterdiğimiz tepkiye kadar her tür tavır, duygu durumumuzu ve türlerini belirler.

Duyguların nasıl oluştuğu değil; kişi ve yaşamı nasıl etkilediği konusuna eğilmeliyiz kanımca. Korkunun insan üzerindeki etkisine değineceksek korku ve türevlerini bir bütün olarak ele almalıyız. Örneğin; kaygı, üzüntü, nefret, kin, dehşet, hırçınlık ve öfke gibi olumsuz duygu durumlarını. Bunlar, birbirinin türevi olduğu kadar birbirini doğuran duygu durumlarıdır.

Sözü buraya kadar getirmişken bu denemede, korku adını verdiğimiz duygudan yarar sağlamaya çalışan anlayıştan söz edelim istiyorum. Korkudan yarar ummak, bana göre üzerinde durulması gereken, insanlarda farkındalık yaratılması gereken önemli bir konudur. Bu, bir bilinç konusudur aynı zamanda. Nasıl mı? Korktuğu için ders çalışmak gibi. Korktuğu için sabah erken kalmak gibi. Korktuğu için sokağa yalnız başına çıkmamak gibi...  Bunlar çok basit ve sıradan örnekler. Ne var ki yaşamımızın tüm değerlerini etkileyen ve olumsuzluğa sürükleyen tutum ve duygu durumlarıdır. Korku kültüründen beslenmek ve bunu yaptırım olarak kullanmak, kişi yaşamında ciddi sorun yaratan bir hastalıktır. 

Korku konusunda yazanların ve düşünürlerin bir kısmı, korkunun yararından söz edebilir. “Korku olmasaydı şunu başaramazdım veya bu noktaya gelemezdim” gibi… “Ben korkutmasaydım oğlum ders çalışıp bu başarıyı elde edemezdi” gibi… Masum gibi görünen bu tür tutumlar, insan türünün en tehlikelisini yapılandırmaya yönelik girişimlerdir. Korkutularak ya da korkarak başarı elde eden bir insandan sağlıklı bir üretim ve sağlıklı bir yaşam sürmesini beklemek aymazlıktır. Korkunun egemen olduğu bir yaşam, işkence ortamının en şiddetlisidir. Böyle bir ortamda büyüyen çocuk, her tür şiddeti uygulayabilme becerisine sahip olur. Korku ve korkunun türevleri, ruh durumuna zararlıdır. Ya bir yaptırımın ya bir olumsuzluğun ya güç gösterisinin ya da haksız bir kazancın habercisidir her zaman. Yönü kendiniz olabildiği gibi bir başkası veya başkaları olabilir. Sonuçta olumsuzluğun olduğu bir durumdur.   

Semavi ve batıl dinlerin felsefesini genel anlamda incelediğimizde şunu görürüz: Ödül ve ceza sistemi. Bir yerde ceza sistemi varsa orada korku ve türevlerinin egemen olduğu bir temel var demektir. Korkutarak inandırmak, korkutarak yaptırmak; insanlığın şiddetle karşı durması gereken bir konudur. Toplum olarak ayırdına varılmasını istediğim nokta burasıdır. Korkutarak inandırılan, korkutarak yaptırılan şey; sağlıklı, yararlı ve kalıcı olamaz. Yararlı görünse bile daha çok zarar verir. Dinlerin egemen olduğu çağlara ve coğrafyalara baktığımızda bugüne değin mutlu ve huzur içinde yaşanılan bir zaman olmamıştır. İlahi korku kısmen ortadan kalktıktan sonra reformlar ve birey hakları ön planda tutulmaya başlanmıştır. Batı dünyası korku kültürünü erken kırdığı için daha hızlı gelişmiştir.

Birey, birey olma bilincine eriştiğinde, yersiz ve anlamsız korkularını daha kolay kırabilecektir. Bunları, olumlu duygu durumuna çevirebilecek bilinci yakalayacaktır. O zaman inançlar, belki olumlu bir dünya kurmak için kullanılabilir; ne var ki gelmiş geçmiş tüm dinler ve politik ideolojilerde amaç bellidir. En iyi, en üstün, en doğru ve en haklı olma bencilliği. İşte bu mantık, korkudan arındırılmış sağlıklı bir toplum yaşamı kurmanın önünde yatan en büyük engeldir. Korkunun yarattığı tehdit üzerimizde olmadığı durumlarda; insanları istediğiniz gibi yönetemezsiniz, haksız kazanç sağlayamazsınız, inandırıp kendi isteğiyle veriyormuş gibi elindekini alamazsınız, oyunu alamazsınız, kolay para kazanamazsınız.  

Çağdaş ve eğitim düzeyi yüksek toplumlar, yasalara ceza korkusundan dolayı saygı duymazlar; gerekli olduğu için saygı duyarlar. Bizim mantığımıza sahip insanlar, yasalardan kaçışlarının olmadığını ve zorunluluktan uyduklarını söyleseler de durum onu göstermiyor. Yasal olmayan bir tutumunuzda çevrenizde bulunan insanlar, çekinmeden sizi uyarabiliyor. Yasalara aykırı davranışı, en azından toplum baskısıyla engelliyorlar. Bizde olduğu gibi, yasalara uyumsuzluğa özendirmiyorlar. Örneğin “Devletin malı deniz yemeyen domuz” diye bir atasözleri yoktur.

İkinci dünya ülkelerinde, korkuya dayandırılmadan iş görme kültürü ne yazık ki gelişmemiştir. Korku her şeyden önce bir ihtiyaçtır. Yasaları bir gereklilik olarak algılamazlar, korkunun yaptırım gücünü ön planda tutarlar. Bu, korkuya dayalı bir sistemi ayakta tutmaya çalışmaktır. Notu tehdit olarak kullanan öğretmenden tutun cezayı tehdit olarak öne süren yöneticiye kadar herkes, korkunun arkasına sığınır. Olumlu duygunun yaptırım gücünün daha fazla olduğunun ayırdında değillerdir. Olumlu duyguların egemen olduğu bir ortamı sürdürülemez görürler.

Sonuç olarak, olumlu duyguların yaptırım gücü, korku gibi olumsuz duygulardan daha fazladır. Örneğin, “Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır” diye bir atasözümüz vardır. Burada önemli bir ayrıntıyı gözden kaçırmamak gerek. Doğru, akılcı, bilimsel tutum ve uygulamalar, korkuyu insanlar üzerinde kullanma gereği duymazlar. Haksızlık varsa, haksız kazanç varsa, suç ve türevleri varsa; işte o zaman devletler, kurumlar, yöneticiler korku ve baskı yöntemine başvururlar. Ne yazık ki hem egemen dinler hem de egemen politikacılar, çağımızda hâlâ bu yöntemi kullanmaktalar ve kullanmayı sürdürmeye kararlılar…

Bana göre gelişmişliğin en önemli göstergesi, korku kültürünü ne kadar geçersiz kılabildiğimizdir. 

Artemis Dergisi, Ekim 2021, Sayı:14’te yayımlandı.

 

TÜRKÇENİN ANLATIM OLANAKLARI

Yazına gönül vermiş yazar ya da şair, kullandığı dile sahip çıkmalıdır. Benimsemeli ve sorumluluk duymalıdır. Yayımlayacağı kitabının içeriği izin veriyorsa dilimizle ilgili düşüncelerini aktarmasında yarar olduğu kanısındayım. Kitabında kullandığı dille bu konudaki düşüncesini zaten aktarıyor, diye düşünebilirsiniz. Bence bu yeterli değil, Türkçe üzerinde kafa yorduğunu ve bunun gerekli olduğunu okuruna daha vurucu şekilde duyumsatmalıdır. Çünkü dil; bilimden sanata, siyasetten stratejiye, düşünceden yaratıcılığa kadar her alanda önemli bir etkendir. Aklınıza gelen her konuda gelişimin önemli bir çarpanıdır. Anlatım gücü, sözcük sayısı, anlam alanları, kavramların kapsamları, kuralları ve dil yasaları gibi konular oldukça önemlidir.

Kime sorarsanız sorun, “Dilimizin anlatım olanakları oldukça güçlüdür” diye yanıt verecektir. Buna katılmıyorum. Anlatmak istediğiniz düşünceyi, Türkçenin özelliği gereği eklemli bir dil olmasından yararlanarak, çevresinden dolaşarak ya da sözcük tamlamalarıyla anlatabilirsiniz. Ne var ki bu anlatım biçimi dolambaçlı ve beynimizin çalışma ilkelerine uyumlu değil. Hatta Türkçe, matematik kadar iyi tasarlanmış dünyada başka bir örneği olmayan güçlü bir dil. İlk bakışta anlatım olanakları oldukça güçlü diyebiliriz ama bence eksik kalan ya da bilimlerle eş zamanlı genişlemede sıkıntıları gittikçe büyüyen bir dil.

Örneğin sanat alanında, düşündüklerimin kavram karşılığını bulup sözcüğe dökmekte zorlanıyorum. Diğer dillerden alıntı, yalan yanlış Türkçeye çevrilmiş kavramları kullanmak zorunda kalıyorum.  İletişim teknolojisindeki terimbilim konusunda da…  Bilim ya da felsefe alanında da aynı durum geçerli. Dilimiz, sanat ve bilimlerin ürettiği bilgi ve nesne karşısında yeterince genişleyemiyor kanısındayım. Yalnız iletişim teknolojisinde, dünya dillerinde yirmi beş bin sözcük üretildiği bilgisi var. Buna karşın biz, bunların çok azını kullanıyoruz; üstelik çoğunu başka dillerden alınmış şekliyle. Computere bilgisayar, internete bilgisunar demişiz ve yerleşmiş. Diğerleri sayılabilecek kadar az. Geri kalanını ya hiç kullanamıyoruz ya da diğer dillerden alındığı şekliyle kullanıyoruz. Arı, duru ve temiz bir Türkçe istiyorsak, anlatım olanaklarını güçlendirmek istiyorsak ki amacımız bu, bilimlerin ve sanatın ürettiği kavram ve terimleri, dilimizin özelliklerine uygun kullanılabilir duruma sokmamız ve yaygınlaştırmamız gerekiyor. Bu nasıl yapılabilir? Bunun yanıtını dilbilimciler vermeli.

Bazı duygu, hareket ve olayları, sözcük tamlamalarıyla anlatmak zorundayız. Anne sevgisi, kurbağa yürüyüşü, hastalık hastası gibi… Yukarıdaki üç tamlama, kavramlaşacak kadar sürekli yaşanan bir durumdur. Dilimizdeki bu olanak, sözcük çeşitliliğini sınırlıyor ve buna bağlı olarak düşünce uzayını daraltıyor. Aynı zamanda yerine yeni bir sözcük bulup koymamızı engelliyor. Bu durumun aşılması gerekir mi, tartışılır. Sözcük çeşitliliğinin artırılması, anlatımın yalınlaştırılması, anlamın tek gösterene indirgenmesi; algının kolaylaştırılması ve etkinleştirilmesi için gerekli olduğunu düşünüyorum. En azından yaşanan temel duygu durumları ve günlük yaşamda sürekli yapılan hareketler, sözcük tamlamasıyla değil de kavramlaşmış tek sözcükle anlatılabilir. Bu hem sözcük çeşitliliğini doğurur hem düşüncede yeni anlam alanları yaratır. Örneğin sevgi sözcüğü. Sevginin çeşitli yaşanma durumları var. Aşk, hayvan sevgisi, çocuk sevgisi gibi. Sevgiyle aynı duygu durumunu gösteren ancak başat bir duygu olduğu için sevi (aşk) gibi tek ve başka bir sözcüğü kullanıyoruz. Hayvan sevgisi ve çocuk sevgisi, başat bir duygu durumudur. Bunlar, neden tamlama yerine kavramlaşmış ayrı tek bir sözcükle anlatılmasın? Bir başka örnek verelim: Yürümenin birçok çeşidi var. Koşar gibi yürüyor, demek yerine bu yürüyüşü tek bir sözcükle anlatsak, bu hareketin resmi beynimizde kavramsallaşsa düşüncede bir zenginlik oluşturmaz mı? Bilim, sanat ve yazında daha özgür, kısa, yalın, etkin bir kullanım alanı sunmaz mı? 

Ç. Türk Dili Dergisi’nde yayımlanan ve İmgelem-İmge-İmgelem isimli deneme kitabıma da aldığım bir denememde dile getirmiştim. Kavramlaşmış ve deyimlere girmiş bir sözcüğün yerine yeni bir sözcük üretmek, dil çalışmalarının en kolay yanıdır. Türk Dil Kurumu’nun kuruluşundan bu yana yapılan ve halkın anladığı dil çalışması bu yöndedir. Bu çalışmalarla kırk bin kadar sözcük üretildiği biliniyor. Dilimiz kısmen temizlenmiş. Ne var ki çalışmalar, temiz bir Türkçe için yetersiz ve anlatım olanaklarına katkısı sınırlıdır.

Önemli olan yaşanan/yapılan, düşüncede var olan; hareket, olgu ve duygularda, sözcük eksikliklerini gidermektir. Örneğin sağ elimizin hareketleriyle yüzlerce şekil yapabiliyoruz ve yumruk dışında çoğunun sözcük karşılığı yoktur. Bu bir eksiklik mi, hem de önemli bir boşluk. Mimik var ve görüyoruz, hareketi yapabiliyoruz, bunları görüyoruz ama göstermeden anlatamıyoruz. Bu önemli bir boşluk değil mi? Dikkat çekmek istediğim nokta şudur: Düşüncede var olanın, yaşadığımız duygunun, kavradığımız her olgunun, yapabildiğimiz her hareketin, sözcük karşılığı olabildiğince çeşitli olmalı. Bunların düşüncede resmedilmesi ve dilde nesnelleşmesi kolay bir süreç değil. Dilimizi geliştirmek istiyorsak bu sürece yoğunlaşmak zorundayız. Bu sıkıntıya yönelik çalışma; donanımlı kurul, yetkin çalışma grubu ve bilimsel yaklaşım gerektirir. Bugün var olanı yıkarken, kazanımları bir bir yitirirken böyle bir çalışma gerçekleşir mi, bilmem ama bu er geç görülüp ele alınması gereken bir dil sorunudur.

Dilin zenginleşmesine ve düşünce uzayının genişlemesine kendiliğinden katkı sağlayan önemli bir konu daha vardır. Arapça ya da Farsça bir sözcüğün yerine TDK tarafından üretilen bir sözcük kullanıma sokulmuş. Ne güzel ki sözcük, üretilen sözcüğün yerine değil, yakın anlamlı yeni bir kavram alanı oluşturmuş ve yakın anlamlı başka bir sözcük olarak dilimize girmiştir. Bunun anlamı şudur: Düşüncenin gelişmesi ve saçaklanması; yani düşüncenin uzayının genişlemesi. Örneğin, fikir ve düşünce; mümkün ve olası… gibi sözcükler. Fikir, durağan bir düşünce topluluğunu çağrıştırırken; düşünce, hareketli ve işlem halindeki bir düşünce topluluğunu çağrıştırıyor. Mümkün, yapılabilir ya da olanaklı anlamına gelirken olası, bu anlama ek olarak olasılık boyutu da katıyor. Kavram kapsamı genişliyor.

Türkçenin gelişimini gerçekten istiyorsak, dil çalışmalarının değerler dizgesinde (Paradigma değişikliğine) değişikliğe gitmek gerekecek. Bugün olduğu gibi sözcükten dile doğru değil; düşünceden-duygudan-hareketten-olgudan sözcüğe doğru bir yaklaşım gerekiyor. Düşüncede kavramlaşmış ve resmi anlaklara çizilmiş olan pek çok olgu, duygu ve hareket varken bunların, sözcük karşılığı olmaması bana göre önemli bir anlatım boşluğudur. Dilbilimciler bunu görebiliyor mu, bilmiyorum ama çoğu eğitimci ve yazar, bu işin farkında bile değil; dil konusunda yazdığı metin ve uygulamalarından anlaşıldığı kadarıyla. Arapça ve Farsça sözcükleri dilimizden temizlemeye çalışırken en az bunun kadar önemli ve öncelikli dil sorunlarını göz ardı ediyoruz. Bilinçli ve kasıtlı olduğunu sanmıyorum. Her birey kendi dilini sever. Sorunları önemsizleştirme ya da hedef saptırması gibi bir kasıt da görmüyorum. Bir seçenek kalıyor; Türkçe üzerinde yeterince düşünülmüyor.

Birkaç yabancı dil öğrenme çabam olduğundan ve Türkçe üzerinde kafa yorduğumdan, dillerin doğasını az çok kavradım diyebilirim. Dilde zorlamanın bir işe yaramayacağını, bileşen ve değişkenlerinin çok fazla olduğunu, en az çaba ve en yaygın kullanımın önde olduğunu, dilin doğal akışına kurallarına göre uymak zorunda olduğumuzu, toplumda kabul gören yüksek ve araç değerlerin ana etken olduğunu biliyorum. Bilimsel yöntemlerin dışında hiçbir zorlamanın dil gelişiminde işe yaramayacağını da anlıyorum. Bugün dil çalışmalarında bir noktaya gelinmiş ne var ki istendiği gibi değil. Aşılması gereken çok eşik var. Dil gelişim ve olanakları, kendiliğine bırakılmış, isteyen istediği yöne çekmektedir. Dilbilim, göstergebilim, anlambilim, kökenbilim, terimbilim gibi kendi içinde ilkelerini oluşturmuş bilimler; dili ilgilendiren felsefeden insanbilimine kadar tüm diğer alanlar; edebiyat, tarih ve güzel sanatlar gibi lisans eğitimi veren kurumlar; iş birliği yapıp eşgüdüm ve eşzamanlı çalışmalıdır. Günümüzde bu konuyla ilgili ne kadar ve neler yapılıyor, ayrıntısını bilmiyorum ama böyle bir çalışma grubu ya da bilimsel bir iş birliğinin olduğunu duymadım.

Arap kültürüne gözü kapalı koşan bir toplumda temiz ve anlatımı yüksek bir Türkçeye nasıl ulaşılır, işte en büyük soru budur. Çünkü dil, felsefenin derinleşmesi, bilimin gelişmesi ve düşüncenin özgürleşmesi yanında araç ve yüksek değerlerin toplum katında bulduğu karşılıkla doğru orantılıdır. En önemlisi çağdaş devlet politikası ve yüksek anlayış gerektirir. Dil, yetim bırakılmayacak kadar önemli bir toplumsal konudur. Gecikmiş olsak bile biz, olması gerekeni ortaya koyalım ve tatlı düşler kuralım. Her düş gibi, bu düşümüz de er geç gerçek olacaktır. 25 Ocak 2022, Şiir Sarnıcı (e-dergi), Ocak 2022’de yayımlanmıştır.

 

GÖRSEL-SAYISAL ŞİİR

Görsel-Sayısal Şiir; nedir, amacı nedir, nasıl yapılıyor ve yapılmalıdır?

Uzun zamandır kendime sorduğum ve üzerinde düşündüğüm soru şuydu: Fotoğraf, resim ve şiiri bir arada nasıl kullanabilirim? Şiirde, görsel estetik değer ile imgesel estetik değeri nasıl birleştirebilirim? İkisinin birleşiminden nasıl bir sonuç elde edebilirim? Bu soruların yanıtlarını biraz olgunlaştırdıktan sonra, “Umut Bekler Bizi” isimli görsel-sayısal şiir kitabımı 15 Mayıs 2020’de bilgisunar ortamında ve PDF dosya biçiminde yayımladım. Tablolar ve şiirler bana aittir, fotoğrafların bir kısmı alıntı ve birleştirmedir. Yanlış bilmiyorsam bu, Türk şiirinde ilk denemedir. İyi bir sonuç verip vermeyeceğini, kalıcı olup olmayacağını zaman gösterecektir.

Neden “Görsel-Sayısal Şiir?” Öncelikle isimlendirme konusuna değinip bir an önce görsel-sayısal şiiri, merak konusu olmaktan çıkarmalıyım ve anlaşılmasına katkı sağlayacak şekilde üzerinde konuşalım.

Görsel diye nitelendirmemin nedeni, görsel sanat olan resim sanatı ve fotoğrafın, şiir sanatıyla bütünleştirilmesinden doğmasıdır. Görsel imgenin, anlamsal imgeyi desteklemesi veya tersi durumdur. Okurda ortak ve daha zengin bir imgelem dünyasını yaratmak için görsel ile sözeli bir arada kullanma çabasından doğar.

Işık, renk, yazı gibi sanatın gereçlerinin ekranlarda görünümü, sayısal bir anlatımdır ve en küçük birimi pikseldir. Bilgi sunar ve bilgisayar ortamında görüntülenebilmesi sayısal kodlar (piksel) üzerinden yapılmaktadır. Görüntü ve imge görünümünün, sayısal/dijital kodlarla ifade edilmesidir. E-kitap (Sayısal Kitap) olarak bildiğimiz teknikle benzerlik gösterir. Bu yüzden “sayısal” sözcüğünü kullandım. Bu yöntem, basılı kitaptan daha çok ekran görüntüsü biçiminde tercih edilmelidir. Cep telefonu veya diğer ekranlar, resmi ve fotoğrafı basılı kitaba göre daha sağlıklı görüntüleyebilir. Ekran görüntüsüyle daha yüksek etki sağlama olanağına sahiptir. İşte bunlara dayanarak tasarıyı, “Görsel-Sayısal Şiir” olarak isimlendirdim. Bu yeni bir şey mi? Teknik gereklilikleri içeren, sanatsal gereklere göre uyarlanan, imge bütünlüğü oluşturan ve çağrışımsal imgelem alanı yaratan kitap bütünlüğünde ayrıntılı bir çalışma ile karşılaşmadım. Ne var ki sayısal teknolojide uygulanan bir durumdur. Pek çok kişi, sosyal medyada şiirlerini buna benzer bir şekilde paylaşıyor; genellikle imgesel bütünlüğü esas almıyorlar. Örneğin kendi fotoğrafıyla paylaşıyor. Çoğu yazıya da fotoğraf ekliyorlar, fotoğraf olduğunda okunurluk oranı yüksek olduğu için.

Görsel-sayısal şiir, Türk şiirinde bilinen görsel veya somut şiir anlayışından ayrılır. Bildiğimiz görsel ve somut şiir, şiirin kendi kullandığı malzemeyle imge açılımı yapmaya, biçim üzerinde oynamaya çalışan bir tekniktir. Harfler ve dizelerin veya birimlerin biçimsel kullanımıyla oluşturulan bir yöntemdir. Türk şiirindeki örnekleri, bize bunun bu şekilde anlaşılıp uygulandığını göstermektedir. Görsel-sayısal şiir ise iki sanat alanını birleştiren ve bunların imge gücünü topluca kullanan, birlikten bütünlük doğurarak daha yüksek estetik değer yaratan bir yöntemdir. Resim sanatı, şiir sanatı veya fotoğraf-şiir sanatının ayrı ayrı ortaya koyduğu imge gücünü, imgelem yeteneğini birleştirir ve estetik değeri yükseltir. Bileşke güçten yeni, sinerjik (görevdeş) bir estetik değer yaratma mantığı üzerine kurulu bir yaklaşımdır.

Şiirde biçim; her ne kadar tartışılıyor olsa da bütün katman[16]ları sırtında taşıyan önemli bir katmandır. Sanat eserinin varlıksal bütünlüğü gereği, tıpkı insan vücudu gibidir. Yapıtın hem tüm organları hem de ruhsal/duyusal dünyası, biçim üzerinde konuşlu olmak zorundadır. Bilimsel olarak da böyledir zaten. Ne var ki biçim, heykel sanatı veya resim sanatında olduğu gibi şiirin estetik değerine etkisi konusunda başat katman değildir. Başka bir deyişle şiirde biçimin, imgesel güce ve estetik değere çok fazla katkısı yoktur. Heykelde durum daha farklıdır. Tiyatro sanatında daha farklıdır. Sanat terimleriyle anlatırsak biçim, yapıtın nesnel ve duyusal alanlarını üzerinde barındıran bir yapıdır. Görsel şiir veya somut şiir diye bilinen şiirler, yapıtın biçimi üzerinde değişiklik yaparak farkındalık yaratmak üzerine kuruludur; bu uygulamadan kısmen imgesel bir verim de alınabilir ama benim anladığıma göre sınırlıdır. Bana göre görsel-sayısal şiirin yanında çok sönük kalır.

Sanatın maksadı, en yüksek düzeyde estetik değer yaratarak insanı estetik yaşantıya sokmaktır. Estetik yaşantıya sokarak, duyarlılığını ve yaşam sevincini güçlendirmektir. Yaşamsal varlığını ve sürekliliğini sağlamaya yönelik anlam kazandırmaktır. Şiirin maksadı da budur. Öyleyse biz, neden bütün sanatların bileşke gücünü kullanmayalım? Örneğin sinemanın yaptığı gibi; resim, fotoğraf, hareket, müzik, şiir ve yazın dallarını aynı karede neden bütünleştirmeyelim? Engelleyen bir durum yok bildiğim kadarıyla; önyargı dışında… Öyleyse görsel bir sanat türünü veya teknolojik bir durumu, daha yüksek estetik değer yaratacak şekilde şiirle birlikte kullanabiliriz. Bu, fotoğraf ve resimle sınırlı olmamalıdır. Daha teknolojik ve değişik yöntemler de kullanılabilir; grafik veya hologram gibi…

Şiir, kolay yapılabilen bir sanat gibi dursa da aslında çok zor bir sanattır. Herkes şiir yazabilir; ancak metnin şiir olabilmesi için anlatım, ses ve anlamla sıradan metinlerden ayrılması gerekir. Diğer sanatlara göre imge oluşturma gereci oldukça fazla, imgelem yaratma gücü oldukça yüksektir. İlgi ve etki alanı çok geniştir; yaşam, nesne ve evren arasındaki soyut-somut tüm olgu ve olayları en ayrıntısına kadar çağrıştırma gücüne sahiptir. Şiir sanatının sahip olduğu bu olanak, neden resim sanatı ve fotoğrafla bütünleştirilip bunların bileşke gücünden daha yüksek bir değer yaratmak için kullanılmasın? Mantıken de doğru bir yaklaşım değil midir? Bana doğru geliyor ve bunu denedim.

Resmin, imge gücü ve imgelem yaratma yeteneği şiire göre daha özel alanı kapsar. Bir anlamda sınırlıdır imge ve imgelem gücü. Fotoğraf da resim sanatı gibi kısıtlı imge ve imgelem yeteneğine sahiptir. Örneğin resim bir kare olmasına karşın şiirle aynı kareden çok sayıda ve çeşitlilikte resim yaratabilirsiniz. Yani görselin, görünenin dışına taşma, çağrışımsal imgelem kurma, rastlantısal anlam kurma olanağı kısıtlıdır. Daha durağan ve statiktir. Şiirde sözlerin; çağrışım yelpazesi[17] oldukça geniştir, anlam genişlemesine açıktır, çoğul anlama açıktır, imge olanağı oldukça fazladır, çok fazla resim oluşturabilir. Dolayısıyla imgelem yaratma gücü çok yüksektir. Çağrışım, çağrışımsal imgelem, ezgisel imge, rastlantısal anlam ve rastlantısal imgelem gibi şiirsel/sanatsal özellikler, şiirde imge oluşturma ve imgelem yaratma gücünü sınırsız kılmaktadır. Bir anlamda görseller şiirin çağrışım gücünü yükseltmek üzerine kurgulanmalıdır. Örneğin bir fotoğraf bir coğrafyada yaşanan dramı göz önüne getirebilir; ne var ki şiir bu dramın ayrıntılarına değinir, inceliklerine dokunur, çeşitli durumlarını çağrıştırır. Şiirde; anlam, anlatım ve sesle ortaya konulan bu değerler, görsel estetik değerle birleştiğinde iyi bir sonuca gider kanısındayım.

Fotoğraf, salt kadraja takılan karelerle sınırlı değildir. En iyi fotoğraf, çekilen değil; yapılan fotoğraftır. Yani teknolojiyle oluşturulan fotoğraf, istediğiniz görüntü ve imge kurgusuna açıktır. Resim zaten elle yapılan bir sanat olduğu için, istediğiniz gibi hareket edebilirsiniz. Burada önemli olan şudur: Resim, şiir ve fotoğraf hem anlamda hem imgede hem görüntüde bütünleşmeli, aynı çağrışım yelpazesi sınırları içinde olmalı, aynı hedefe yönelmeli ki estetik değeri, sarsıcılığı ve vurgusu daha güçlü olabilsin. Bunun için yapılacak iş çok basit değildir. Fotoğraf yapmayı ve birleştirmeyi bileceksin. Resim yapmayı bileceksin, iyi şiir yazmayı bileceksin ve her üçünün imge gücünü birleştirerek yapıtın çağrışım yelpazesini kurgulayacaksın. Şiirin kendi içinde dilsel ve sanatsal bir tekniği var; resmin ayrıca bir tekniği var; fotoğrafın da kendine özgü tekniği ve teknolojisi vardır. Görsel-sayısal şiir yazmak istiyorsanız, resim, fotoğraf ve şiir dalında; yapım, çizim, çekim ve yazım konularında iyi olmalısınız. Fotoğrafı başkasından, tabloyu bir başka yerden alıntılarsanız, konu ve imge bütünlüğünü kurmakta zorlanabilirsiniz. Fotoğraf-şiir veya resim-şiir bir arada ve aynı zaman dilimi içerisinde kurgulanmalıdır/yapılmalıdır/yazılmalıdır. Bu tekniğin, profesyonel yaklaştığımızda önemli oranda estetik değer üreteceği kanısındayım.

Nasıl yapılmalıdır? Fotoğraf-şiirde, şiirin anlamsal ve çağrışımsal gücünden yola çıkarak fotoğraf karesini fotoğraf yapma tekniği ile, yani fotoğrafları birleştirerek düzenleyebilirsiniz. Veya fotoğrafı kurgulamak istediğiniz temaya göre çekip, fotoğrafın imgelerini destekleyecek biçimde şiiri yazabilirsiniz. Zor olan şiir yazmaktır; şiir ortaya çıktıktan sonra şiirin temasına göre fotoğrafı çekerseniz ve imge bütünlüğü oluşturacak şekilde birkaç fotoğrafı birleştirebilirsiniz. Resimde uygulayacağınız teknik de aynıdır. Fotoğrafta olduğu gibi ya resimden şiire ya da şiirden resme yönelmelisiniz. Hangi yöntem daha kolaydır derseniz? Bana kalırsa hem görseli hem şiiri aynı zaman dilimi ve aynı tema içinde var etmek daha uygun ve kolaydır. Resimde kurgulayacağınız imge bütünlüğü ile şiirde kurgulayacağınız imge bütünlüğü birbirine koşut olmalıdır. Ayrışmadan bir hedefe yönelmelidir, bütünlük oluşturmalıdır. Bunların, imge yönü ve okurda yaratacağı imgelem yeteneği birbirini bütünler biçimde olmalıdır. Bu yüzden, imge bütünlüğünü kurmak, çağrışım yelpazesini bir temaya yöneltmek, rastlantısal anlamı, çağrışımsal imgelemi ortaya koymak ve imgelem olanaklarını hesaplayıp görsel-sayısal şiiri kurgulamak; ayrıntı, zaman ve emek isteyen bir iştir. Bu, önemli anlamda sanat bilgisi gerektiren bir durumdur.

Sanatta sınır ve kural tanımıyorum; temel ve teknik gereklilikler dışında. Sınırsızlık, sonsuzluk ve yaratıcılık; sanatın temel ilkesi ve çıkış noktası görülmelidir. Örneğin görsel-sayısal şiir, şiir türlerinden bildiğimiz somut şiir ve görsel şiirle de birleştirilebilir. Fotoğraf-resim-görsel şiir-somut şiir-şiir, şeklinde de ele alınabilir. Yenilik ve farklılığın sınırı yoktur. Bunu engelleyen bir durum var mıdır? Yoktur. Yeni bir durum olarak düşünülebilir. Estetik değer yaratacağı inanılan her şey yapılabilir. Yapılacak bir tek şey vardır: Öğretilmiş olanları, dayatılmış olanları, sınır ve kural getirilmiş olanları buruşturup atmak. Bilgi, bilgiyi üretir; akıl, bilgiyi teknolojiye dönüştürür. Bunlar da şiiri geleceğe taşır. Düşüncenizi ve düş gücünüzü özgür bırakmak, sanatta yaratıcılığın olmazsa olmazıdır.

Görsel- sayısal şiirle ilgili olumsuz bir durum öne sürülebilir mi? Her şeyde olduğu gibi olumsuz birkaç yönü olabilir. Örneğin görselin şiirdeki imge ve imgelem gücünü sınırlayabilir, görüşü ortaya atılabilir; bu olasılığı da vardır. Görseli sözle uygun kullanırsanız bu kısıt da aşılabilir. Daha yüksek imge gücü ve imgelem zenginliği yaratılabilir.  

Sonuç olarak Görsel Sayısal Şiir; görsel sanatla dil sanatını birleştirerek daha zengin, daha güçlü ve daha somut imge elde edebilen; okuru daha zengin ve kapsamlı imgeleme taşıyan; daha yüksek estetik değer elde ederek okur zihninde kalıcı ve sarsıcı bir tat bırakmaya yönelen şiirdir. İşte ben böyle bir yöntemi denedim. Estetik ve sanatsal değeri ile kalıcılığı hakkında gelecek karar verecektir. Ne var ki ortaya koyduğum görsel-sayısal şiir; her yönüyle tartışılmalı, eksik yanları tamamlanmalı, sıkıntılı yanları giderilmeli; eleştiri konusu olarak ele alınmalı; gelişime açık yanları ilgili uzmanlar tarafından denenmeli ve okur/yazar zihninde olgunlaştırılmalıdır. Akıl akıldan üstündür ve her ileri sürülen eksiklik veya güzellik, ek değer katacaktır. Bu tür girişimler, üzerinde düşünülmekle olgunlaştırılır.

 

KENDİMLE SÖYLEŞİ

“Kendimle söyleşi” mi? Doğrudan yazmak yerine kendimle neden söyleşiyorum ki?

Türk yazınındaki çoğu söyleşi, standart soruların farklı iletişim kanallarıyla sorulması ve söyleşenin de uygun bir zamanda yanıtlanıp iletişim olanaklarıyla geri gönderilmesi biçimindedir. Buna, sayısal teknolojinin kolaylığı diyelim. Günümüz söyleşileri, bazı yayın kuruluşları dışında genellikle böyle yapılıyor. Bu söyleşide farklı bir yöntem deneyeceğim. Bunu, kendimi öne çıkarmak gibi bir amaç için değil; gerekli bilgilerin ilk ağızdan ortaya konulması ve önemli bir yönteme dikkat çekmek için yapıyorum. Neden? Bana göre söyleşi, ilk giriş sorusundan sonra verilen yanıtların ve özellikle sorulmak istenen soruların şekillendirdiği, yönlendirdiği bir süreç olmalıdır. Yani zamana ve sanatçının yarattığı değere tanıklık etmek üzere kullanılan bir yöntem olmalıdır. Söyleşi yapan da söyleşen de açığa çıkması gereken bilgiyi bulmaya yönelmelidir. Çünkü söyleşi, bir test ya da sorgulama yöntemi değil; konuyu en iyi bilen kişiden en doğru, en tutarlı ve ders değerine sahip bilgiyi açığa çıkarmak üzere yapılmalıdır. Özellikle edebiyat alanında elime geçen söyleşileri zaman zaman okuyorum; ne var ki çoğu, ağızda kalması gereken tadı duyumsatmıyor. Aslında sanatçının yaşam öyküsü okur için o kadar da gerekli bir bilgi değildir, onun bilincinin ve düş dünyasının kurguladığı öyküdür okurda değer yaratacak olan. Bunu açığa çıkarmanın yolu, önemli bir eğitim sürecinin peşinden gelebilir ancak. Bu yüzden söyleşi yapan, söyleşenden daha ayrıntılı bilgiye sahip olmalıdır…  Şimdi bu söyleşide durum, bire birdir; soran da yanıtlayan da aynı altyapıya sahiptir. Kırma, çekinme ve üzme gibi endişeden dolayı sözün ölçülüp tartılmasına gerek yoktur. Bu yüzden sorular, kısa, yalın, içten bazen de alaysama biçimindedir. Yanıtlarsa sorulardan daha fazlasıdır…

‘Soran sen, yanıtlayan sen, bu söyleşi mantığına aykırı bir durum değil mi,’ diye yadırgayabilirsiniz. Yazında aykırılıklara da yer vermek gerekir. İşte bu yüzden aykırı bir durumu, sayfalara taşımak istedim. 

Bana göre, “Doğal ve bilgi açığa çıkarıcı söyleşi biçimi, kendi kendinizle yaptığınız söyleşidir.” Çünkü içtenliklidir. Soruya göre değil, gerekli olana göre şekil aldığı için daha bilgilendirme temelli olacaktır. Örneği var mı, görmedim ama deneyelim ne olur ki? Ben böyle bir yöntem deniyor ve kendimle söyleşiyorum; her ne kadar kalıplaşmış söyleşi yöntemine uyum sağlamadıysam da “İlk elin günahı olmaz” derler. Öyle diyorum da benim görmediğim bilmediğim birileri denemiş olabilir bu yöntemi. Bilinir ki edebiyat alanı çok geniştir ve her bir metni takip olanağımız yoktur.

Edebiyat tarihinde Şiir Sarnıcı adında bir dergi yer alacaktır mutlaka. Araştırma konusu olursa ya da kaynak gerekliliği duyulursa, birinci ağızdan bu derginin tarih doğrusunu çizmek gerekir, değil mi? Amacım, magazinsel olana değil, gerçek ve yaşanabilir olanla yüz yüze gelip gelecek kuşaklara doğru bilgi aktarabilmektir. “Bırakın bunu edebiyat tarihçiler araştırıp bulsun” diyorsanız bu yanlış bir tutumdur. Millet olarak arşive ve kayda yeterince değer vermediğimiz için tarihimizin ilk zamanları hatta yakın tarih belleklerimizde eksiktir. Bunun için, hem kurumsal yapılar hem de bireysel çalışmalar, geleceğe ışık tutacak şekilde bugünden düşünülüp ona göre kurgulanmalıdır.

İkincisi, özellikle şiir konusunda yazılıp çizilenlerin dışında farklı bir şeyler saptadım ve bunu kitaplarımda açıkladım. Sıradan şeyler değil; sanatın/şiirin tanımı, çözümü ve ölçümü için önemli konular. Eskiye hayranlığımız yeni bilgiye yatkınlığımızdan kat kat üstün olduğu için, bu bilgileri inceleyip, anlayıp kabullenebilen yeterince olmadı kanısındayım.  Bunları, gelecek kuşakların belleğinde doğru konumlanması için söyleşi aracılığıyla belirtmem gerektiğini düşündüm. 

Uzatmadan kendimle söyleşi amacının en duru anlatımı şudur: Geleceğin belleğinde doğru konumlanmak.

Ben kimim ki kendi kendimle söyleşi yapıyorum?

Adımın ve kim olduğumun bir önemi var mı? Şiir Sarnıcı (e-dergi)’nın kurucusu, yöneticisi ve yayımcısıyım. Birkaç şiir kitabım birkaç da deneme kitabım var. Ben adıma, yaptıklarıma ya da bulunduğum ortama hiç takılmadım. Kendime ilişkin sorun yaşamadım. Çünkü evren ve toplam yaşamı düşündüğümüzde bir nokta kadar bile değiliz; bunun bilincindeyim. Nasıl ve ne yapabilirim ki insanlığa bir yararım dokunur, gelecekte de anımsanacak bir değer yaratabilirim, sorusuyla yaşadım bunca yıl. Bilinmesini ve yazılı kaynak olarak kalmasını istediğim birkaç konu var ki o da, Şiir Sarnıcı (e-dergi)’nın edebiyat tarihine doğru geçirilmesidir. İkincisi ise sanatla ilgili bazı önerilerim ve kuram saptamalarım oldu. Bunların, araştırma konusu olarak geleceğe aktarılmasıdır. Ayrıca bugüne kadar aldığım eğitim ve kişisel çabalarım, yeterince birikim sağlayıp ürüne dönüşmüşse neden gelecek kuşaklara aktarmayayım? Tüm bunlar bireysel bir çabadır ve sorumluluk duygusundan kaynaklanıyor olmalıdır. 

Günlük cerideler ve resmi kayıtlar olmasına karşın bu ülkenin kurtuluş mücadelesi bile çarpıtılabiliyorsa, bir takım kitlelerin belleğinde başka biçimde yer alabiliyorsa, oturup yazdığımız her metnin gelecekte alacağı değeri hesaplamak zorundayız. Çağdaş insanın ortak tutumunun böyle olması gerektiğini düşünüyorum. İşte bu yüzden ortaya konan bilginin ilk ağızdan aktarılması için kendimle söyleşi yapma gereği duyuyorum.

Şiir Sarnıcı’nın doğuşuyla ilgili düşüncelerimi biraz olsun açalım mı?

Sancısız, basit, tek kişilik bir düşüncenin doğumdur Şiir Sarnıcı (e-dergi). WEB tasarımı üzerinde çalışırken tasarladığım sayfalara bir şeyler yazma gereği duydum. Önce sanat sitesi olarak tasarlamaya çalıştım, daha sonra blok sayfasına yöneldim.  Ah bir bilseniz, bilgisunar (internet) bu konuda ne çok olanaklara sahip; özellikle yayımcılar için. “Bilgisunar ortamında önemli olan WEB sayfası hazırlamak değil, sayfanın içeriğidir” derdi tasarım hocam. Bunun yanında aklımda okunabilirliği, güvenirliği ve tarafsızlığı yüksek bir yazın dergisinin düşü hep vardı. Küçük bir araştırmadan sonra, tek başıma yürütebileceğim bir iş gibi geldi. Sayısal teknoloji olanaklarının sonuna kadar kullanılabileceği, emek dışında maliyeti olmayan, maliyeti olmayınca da popülist tutumun bertaraf edilebileceği bir yayın ortamı oluşturmak istedim. Şiir Sarnıcı’nı ilk olarak, 30 Kasım 2019 tarihinde aylık olarak blokta, arkasından PDF dosya olarak yayımladım. 01 Ocak 2020 tarihinden itibaren de, üç aylık süreli yayına dönüştürdüm. Ocak, Nisan, Temmuz, Ekim aylarında yılda dört sayı olarak yayımlanmaktadır. Nisan 2021’de, Milli Kütüphane Elektronik Yayın Derleme Sistemine kayıt olarak derginin ISSN (2757-8682) numarasını aldım. Yani derginin künyesi resmiyet kazanmış oldu. Her sayı Milli Kütüphane arşivine kaydedilip onaylanmaktadır. Ayrıca burada şunu belirtmeliyim: Yıllarca yöneticilik yaptım; yani insanla birebir uğraştım. İnsanı çalıştırmanın, işleri düşündüğün/tasarladığın biçimde yürütmenin zorluğunu bilirim. Bu yüzden, teknik ve deneyimsel bilgi dışında, insanın/insanların söz hakkı ve karışmasına olanak tanımayan bir yayın sistemi oluşturdum. Dergi güvenirliğinin ve niteliğinin yüksek olması için, temsilcilikler ve yetkin kalemlerden yayın kurulu oluşturdum. Derginin genel durumu için yön gösteren ve yorumlarını bizden kıskanmayan, yayın kurulumuzun en kıdemli üyesi Hidayet Karakuş’a teşekkür ederim. Bu arada temsilcilerimize ve yayın kurulu üyelerimiz; Dizdar Karaduman, Seval Arslan, Nilüfer Açılan yıldız, Selami Karabulut, Özge Sönmez, Elif Burcu Özkan’a teşekkür ederim. Özellikle yayımlanacak şiirleri, oldukça ince eleyip sık dokuyorlar. Bu konuda Özge Sönmez ve Elif Burcu Özkan’a ayrıca teşekkür etmeliyim.

Aslında sanatın her hangi bir dalıyla uğraşan her insanın zevkle çalışabileceği bir iş dergicilik… Yazınımızda dergicilik, her aklına esenin yapabileceği bir uğraş gibi duruyor.  Bu konuda ders almak istedim; kaynak araştırması da yaptım ama dergiciliğin süreciyle ilgili doyurucu şeyler bulamadım. Çoğu alanda olduğu gibi dergicilikte de güvenilir,  üzerinde çalışılmış, deneyimlerin ders niteliğinde toplanmış bir kaydına ulaşamadım. 

Dergi yayımlamak fazlaca emek gerektiren bir uğraş;  motive edici ögeler ön sıradadır. Basit bir yorum, yararlı olduğuna ilişkin küçük bir tebessüm bile itici güç oluşturmaktadır. Bizim şair-yazarlarımızın dünyası öyle sanıldığı gibi sıradan bir dünya değildir. Bırakın güzel çalışmaların bir ucundan tutmayı, daha doğmadan nasıl öldürebilirim düşüncesi daha coşkundur. Çağımızın ve ülkemiz insanının genel bir tutumudur deyip geçelim. Türkçenin akraba dillerini konuşan çoğu ülkede artık okunuyor dergimiz. Derginin ilk sayılarıyla temsilcilerimiz, arkasından yayın kurulumuz oluştu ve bugün on altıncı sayıya geldik. Tabii ki düşüncesi, görüşü ve deneyimini benimle paylaşıp yol gösteren, destek veren yazar-şairlerimiz oldu. Bu söyleşi aracılığıyla Şiir Sarnıcı’na düşünce bazında bile olsa emeği geçen herkese teşekkür ederim. Biliyoruz ki yazın dergileri, imece yöntemiyle çıkarılır. Sanatçılarımızın katkısı olmazsa yürütülemez.

Su, yaşamın kendidir. Onu gelecek için biriktirmek ve daha kullanılabilir halde tutmak için sarnıçlar kullanılırdı; özellikle yağmur sularının boşa akıp gitmesini önlemeye yönelik. Yaşamın en önemli kaynağını biriktiriyorsunuz. Şiir, dahası sanat da yaşamın bir yüzüdür ve bir yerlerde biriktirilmelidir. İşte yaşamın içinden doğagelen değerlerin bir yerlerde toplanıp, biriktirilip gelecek için saklanması düşüncesinden çıkmıştır Şiir Sarnıcı ismi. Derginin ismine Şiir Sarnıcı demiş olmam, onun salt şiir dergisi olduğu anlamına gelmez. Şiir, çoğu sanat dalının ögelerini içinde barındırır. Sanat yerine şiir dememdeki kasıt budur. Çıkış bildirisinde de yer aldığı gibi Şiir Sarnıcı, sanat ve yazın dergisidir.

Dergiye bunca emek veriyorum; bunca emek ve buna katlanma kararlılığı nereden geliyor?

Aslında derginin ortaya çıkışından bugüne kadar yazın dünyasından beklediğim desteği aldım diyemem. Örneğin gönderdiği şiir ya da metin, dergide yer almayınca hemen bu ortamı terk eden çok yazar ve okurumuz oldu. Dergiye gönderilen şiir ya da metni yayımlamama gerekçemi ilettiğimde aşırı derecede tepkiler aldım. Bunlar dergiyi sürdürme kararlılığıma etkisi olmaz elbet. Ancak şunu açıkça kendimize fısıldamalıyız; ister şiir yazalım ister deneme ister öykü, yazının hangi dalı olursa olsun, olması gerektiği gibi işimizi yapmadığımıza tanık oldum. Yapmış gibi görünenlerin çoğu da, iç yüzüne baktığımızda doyurucu, olması gereken çıtayı aşan şeyler ortaya koymadığını gördüm. Amacım eleştiri değil elbet, kendimizi tanımak zorundayız; tanıyormuş gibi yapmadan… Denemelerimde çok kez dile getirmeye çalışmışımdır: İşin aslının değil, magazinsel bilginin ve yalandan övgünün kahramanlarıyız çoğunluk olarak. Bu yüzden gerçek bilgi, alışkanlıkları yıktığı için dokuz köyden kovulur durumda…

Şiir Sarnıcı’na verilen bunca emeğin altında yatan ana neden; tarafsız, nitelikli, magazinsel bilgi yerine sanatsal bilginin öne çıkarılmasına yönelik bir edebiyat harmanı oluşturma isteğidir. Bunu başarabilir ve sürdürebilir miyim? Gerçekten emin değilim. Öyle metin ve şiirler geliyor ki şaşırmamak elde değil. Öyle denemeler, öyle kitaplar, öyle çeviriler, öyle dergiler okudum ki bunlar için neden sayfa harcanmış diye sormadan edemedim çoğu zaman. Bunlar, okurlarımı karamsarlığa itmesin isterim. Her şeye karşın sanat ve onun alt dalı olan edebiyat, ülkemizde gelişiyor ve dönüşüyor. Küllerinden yeniden doğan toplumların sanatı da edebiyatı da bu evrimi yaşamak zorundadır. Çok iyi yapıt ve metinler var elbet edebiyatımızda; ne var ki evrensel boyuta ulaşacak yapıtımız yeterince olmadığı kanısındayım; benim açgözlülüğümden kaynaklanan bir değerlendirme de olabilir tabii.

Şiir Sarnıcı’nın hedefi nedir?

Büyünce adam olup dünyayı değiştirmek değil tabii ki. Derginin çıkış bildirisinde: “Uluslararası düzeyde nitelikli bir yazın dergisi olmak ve sanatçılarımızın yapıtlarını ülkemiz ve bütün dünyaya duyurabilmektir. Yeni ve farkındalıklı bir sanat/şiir dünyasının önündeki sorunları görünür kılmaktır. Özellikle, tozlanmış bilgilerden, genellemelerden, yalan yanlış söylemlerden, hiçbir mantığa dayanmayan genel geçer kabullerden biraz olsun arındırmaktır Türk şiirini… Etik bir yazın/şiir dünyasının düzlemini hazırlamak ve estetik değer algısını, daha somut şeylerle törpülemektir.” diye bir hedef belirlemiştim. Ayrıca hakemli dergi düzeyine gelebilmekti kafamda tasarladığım. Ancak hakemli dergi olma tasarısı, ülkemiz sanat anlayışında çok olası görünmüyor. Dil sanatları, daha doğrusu edebiyatın her dalı, usta çırak biçiminde yön bulduğu için bu işin; felsefesi, estetiği, çözümü ve ölçümüyle çok az kişi uğraşmaktadır. Bir kere sanatta çözüm ve ölçümü, belli bir düzeye çıkarmadan yapılacak her şey havada kalır. Bugün bile, yapılmışın tekrarı ya da irdelemesi olan çalışmasını hakemli dergide yayımlattım, diye ortalarda dolaşan akademisyenler olduğuna göre, hakemli dergi aşamasına daha çok yolumuz var kanısındayım. Nasıl bu kanıya vardım, onu da açayım. Bugüne kadar hakemli dergilerde, uluslararası dergilerde yayımlananlardan, sanat fakültelerinin seminer bildirilerinden ya da çalışmalarından Türk sanatı için ortaya çıkarılmış yeni bir şey, keşif ya da kuram saptandığını gösterin, ben de inanayım. Açık çağrı yapıyorum; sanatla ilgili yeni bir şeyler saptandığını bilenler bizleri aydınlatsınlar; sözlerimi geri almaya hazırım. Sanat fakültelerinde bu işlerle uğraşan çok sayıda akademik personel var; ortalarda dünya sanat alanında kaynak gösterilecek kaç yapıtları vardır sizce? Şapkamızı önümüze koyup sağduyu çerçevesinde düşünmek zorundayız. Bana göre en önemli soru da şu olmalıdır: Biz bu işin neresinde ne kadarız?  Bulunduğu yeri bilmeyenin gideceği yerde bezi olmaz… 

Aslında Şiir Sarnıcı’nın çıkış gerekçelerinden biri, dünya yazar/şairlerini bir platformda buluşturup tartıştırmak ve birbirleriyle sağlıklı, sanatsal içerikli iletişim kurulmasına ön ayak olmaktı. Zaman zaman ülkemiz yazar/şairlerini dergi aracılığıyla tartışma zeminine çekmeye çalıştım. Ne yazık ki ülkemiz edebiyatçıları; tartışmaktan, eleştirilmekten, karşı düşünceden öyle korkuyorlar ki bu nasıl kırılır, bilemiyorum. Görüşüne, sanat hakkındaki bilgisine, küçük bir eleştiri getirdiğinizde dünyanın en kötü ve en ukala insanı oluveriyorsunuz. İletişimi anında kesiyorlar. Eleştirilmek, bir sanatçı için bulunmaz bir değerdir; tabii anlayana… Elbette Şiir Sarnıcı, zamanla kendi kurumsal kültürünü oluşturacak ve herkesin etrafında yer almak isteyeceği bir konuma gelecektir. Bu konuda ümitliyim. Çünkü doğru bilgi, dokuz köyden kovulsa da o, gelecekte bu harmanda mutlaka başköşeye oturur.  

Şiir Sarnıcı (e-dergi)’nın, Nisan 2023’te 16. Sayısı yayımlanacak. Derginin yayın ortamı, okunma durumu, beğeni durumu nedir?

Elimden geldiğince renkli, tarafsız ve güvenilir bir dergi yayın ortamı oluşturmaya çalışıyorum. Ne var ki dergicilikte nitelikli yayın ortamı oluşturmak önemli değil; ne kadar popülist davrandığın, birilerinin nazını ne kadar çektiğinle ilgilidir. Şair ya da yazarın ününe değil, ortaya koyduğu ürüne baktığımdan biraz zorlanıyorum. “Söyleyecek sözü olan, yapıtını okurla paylaşmak isteyen şiir/metin/yorumuyla katkısını yapar.” İlkemiz gereği, bazı özel konular dışında yazarlardan yazı ya da şiir istemiyorum. 16. Sayıya gelmemize karşın, halkın gözünde yer edinmiş pek çok adı bilinen şairimiz, bir şiiriyle ya da yorumuyla katkı yapmamıştır. “Ne kadar ekmek o kadar köfte” mantığı her alanda geçerli olduğu gibi bu sofrada daha yoğundur. İyi şeylerin ucundan tutmak yerine nasıl öldürürüm coşkusu, fazlasıyla pirim yapan sanat endüstri gerecidir. Yani görmezden gelmek, en ağır yaptırımdır. Ayrıca yeni bir şeyler ortaya çıktığında o şey, kanaat önderlerinin kucağına sığmıyorsa uzun süre sıkıntı yaşamak kaçınılmazdır. İyi ki Şiir Sarnıcı’nın ekonomik ve birilerine bağımlı kalmak gibi bir kaygısı yoktur. Burada başka bir sıkıntının olduğunu da anlıyorum. Şiir Sarnıcı’nın yönünü, düşüncesini anlayıp bir dizgeye henüz oturtamadı çoğu dostumuz. Magazinsel prestij kaybı korkusundan dolayı uzak duranlar çoğunlukta... Biliyorsunuz ki yazınımızda asıl olan edebi yetkinlik değildir; birilerinin tarafındaysan ve yardakçılığın güçlüyse etrafında o yolun yolcuları hemen toplanır. Buna da dik duruş gibi bir öykü uydurulur. Şiir Sarnıcı, yazın ve sanat dergisidir. Üstünlük öykülerine, ayrılmışlık, bölünmüşlük ve aidiyeti ödünç kişiliklere kulak asmaz. Açık bir söylemle, Şiir Sarnıcı yapay öykülerin içerisinde olmamak üzere yola çıkmıştır. Dergide aradığım ölçüt, güvenirlik; yayımlanan metinlerde aradığım ölçüt ise yapıtın estetik değeri ya da sanat değeridir. Çoğu okurumuz soracak; sanat değeri ya da estetik değer, iyi de bu göreceli bir şey nasıl böyle bir ölçüt koyuyorsun? Evrende ölçülemeyecek hiçbir şey yoktur; yeter ki ölçü aygıtınız ve ölçü biriminiz uygun olsun. İşte ben, bu aygıtı ve ölçü birimini oluşturmaya çalışan bir yazın yolcusuyum. 

Derginin okunma durumu hakkında net bir şey söyleyemem ama tıklanma oranı Türkiye’de yayınlanan edebiyat dergilerinden en az on kat fazladır. Ayrıca salt ülkemizde değil, tüm dünya ülkelerinden tıklanıyor… Bunların ne kadarı okunuyor ya da tıklanıp geçiliyor bilemem. Ayrıca dergi 104 dile çevrilebiliyor. Ne var ki ne kadar çevrilip okunduğunu izleyemiyorum. Bunun dışında derginin PDF dosyası sosyal medya hesaplarımdan ücretsiz indirilebilir. Sosyal medyada yazın dostlarının olduğu gruplara PDF dosyasını yüklüyorum. Dahası iletişim adresi bende kayıtlı olan (1500 kadar) tüm e-posta adreslerine derginin her sayısını gönderiyorum. Yazar-çizer-şair çevresinin pek çoğuna dergi ulaşıyor; ne var ki birkaç teşekkürden başka sessiz bir kabullenişin boşluğunda kayboluyorum. Görmezden gelmenin dayanılmaz hoşluğu deyip geçelim. Sayısal teknoloji ve sayısal dergiye uzak duran oldukça fazla şair-yazar var hâlâ. Okunma oranında, biraz da sayısal teknolojiye uzak durmanın etkisi var görünüyor. Başka bir şey daha var ki ben burada bunu dillendirmek istemiyorum.

Beğeni durumunu sormuştum kendime… Bunu ben de bilmiyorum. Tıklanma oranı yüksek ama yorum sayısı oldukça düşüktür. Bugüne kadar ki deneyimimden biraz da sanat çözümlemesi ve ölçümü bilgime dayanarak şöyle diyebilirim: İyi iş yapıyoruz ekip olarak ve bir asır sonra bile dergimiz isteyen okura ulaşacak biçimde sayısal teknolojide kayıtlıdır. Biz ticari bir dergi olmadığımız için beğeni değildir asıl olan, beğeni değeri olan yapıtlarla yol almaktır. Edebiyat tarih kütüğüne çakılacak çivinin kalıcılığıdır.

Dergide yayımlanacak şiir, metin ve görselleri neye göre seçiyorum?

Doğrusunu söylemek gerekirse çok fazla seçeneğim olmuyor. Yüzlerce yazı ya da şiir gönderilmiyor dergiye. Gelen metin ya da şiirlerin büyük çoğunluğu daha ilk bölümce/biriminde dergide yayımlanıp yayımlanması gerektiği anlaşılıyor. Bilgisayar yazı programlarını kullanım eksikliğinden olacak ki çoğu metin, fazlaca düzeltme istiyor. Sanat/şiir çözümlemesine yönelik oldukça ayrıntılı çalışmalarım var. İleride söz edeceğim. Sanat çözümleme tekniğine egemen olan bir kişi, neyin şiir neyin şiir olmadığını, hangi yazının gerçekle veya alanıyla çelişip çelişmediğini, daha ilk bakışta anlar. Tabii ki ben her metne ve şiire, ayrıntılı bakıyorum, düşünce geçerliliği ve estetik değeri konusunda az çok bir sonuca varabiliyorum. O zaman, biraz da olsa şiir değeri ya da metnin düşünce değeri varsa yayın kuruluna yayımlanması için öneriyorum. Çıkış bildirimizde “Dilsel şiddet içeren, ideolojik ve dinsel dayatmaya yol açan, propaganda, dinsel tebliğ ve misyonerlik amaçlı, bağıran, çağıran, hakaret eden ve kişiyi hedef alarak yazınsal eleştiri mantığını aşan metinler, sanat anlayışımıza sığmaz” diye belirttim. Bu, önemli bir ölçüttür benim için. Bu tümce, başta göreceli gibi anlaşılabilir ama son derece işe yarıyor ve somut çözümlere ulaştırıyor beni. Bu ölçütlere uymaya çalıştığım zaman estetik değer olgusu öne çıkıyor. Yayımlanacak metinleri, yazım ve noktalama açısından inceleyip, varsa sıkıntıları düzeltip yayın kuruluna gönderiyorum. Yayın kurulundan bir üye bile “Bu yazı dergide yer almamalı” diyorsa o metni yayımlamıyorum.

Dergide sanat felsefesine yönelik nitelikli yazılar yayımlamak istiyorum. Ne var ki bu konuda çok az yazı geliyor. Dahası, genellemelere boğulmuş bir şiir düşünce dünyamız var. Her birey en iyisini yazdığını sanıyor, ne var ki gönderilen yazılara veya şiirlere baktığımda dergiyi dolduracak nitelikli metin zor buluyorum. Yapıtın organlarından hücre bileşenlerine kadar her ayrıntıyı çözümlemeden sanat üretmeye yönelmiş bir anlayış bu. Başka bir söylemle, şiirin organlarını,  organların içeriğini çözümlemeden şiir nasıl yazılır diye sayısız kitap ve ders notu dolaşıyor ortalarda. Önce şiirin organları, hücre bileşenleri çözülür ondan sonra şiirin nasıl yazılacağına geçilir. Eğer öyle olmazsa öykünmeden öte geçilemez. Bunu sanata çözümlemeli bakış kitabımda açıklamaya çalıştım ama ne kadar ilgi görür, bilemiyorum; dahası ümitsizim. Bu ortamda alışılmış bir tutumumuz var; “Üzüm üzüme bakarak kararır.” İşte bu sanatın hiçbir dalında geçerli bir yöntem değildir. Özgünlük ilkesine aykırıdır.

Şiir Sarnıcı’nın yayımcısı olarak, emek dışında maliyet gerektiren bir durum olmadığından popülist söylemlere gerek duymuyorum. Derginin çok okuru olmuş olmamış ya da dergi yayın yaşamını sürdürmüş sürdürememiş çok bir önemi yok. Nitelikli, tarafsız, sanat etiği çerçevesinde, ağırbaşlı, sanatsal ve yazınsal bir harman oluşturmaktır amacım. Bu yüzden bazı konuları açıkça konuşup kendi düzeyimizin resmini gerçekçi bir şekilde çizmeliyiz. Öyküyü, ben en iyisini yaparım gazelini, bir yana bırakıp konuya biraz bilimsel normlarla bakmanın zamanı gelmiştir, çağımız gereği… Güzel Sanat ve Edebiyat Fakültelerindeki akademisyenlerimiz alınmasınlar. Hazırlıkları ne aşamada bilmiyorum ama az çok tahmin edebiliyorum. Sanat ve edebiyat tarihçiliğinden sıyrılıp çağın sanata yükleyeceği değişkenlere hazırlık yapmak gerekir diye düşünüyorum. Bu tümceden okurlarım ne anlar bilemem. Öyle bir çağ geliyor ki henüz düşlerimize sığmayacak kadar karmaşık. Sanatın ilkelerini tam ortasından yarıp yere serecek biçimde…     

Dergi okurlarından geri bildirim alıyor muyum?

Şiir Sarnıcı’nın sıkı okurları var. Zaman zaman not, yorum veya mektup gönderiyorlar. Ancak ben yapım gereği övgü içerikli mektup, yazı, not gibi iletileri yayımlamıyorum. Zahmet edip geri bildirimde bulunan okurlar, lütfen alınmasınlar; eleştiri olmadığı sürece övgü türündeki iletiler, okurla aramda özel bir iletişimdir. Eleştiri olursa hem bana hem okura bir bakış açısı sunacağı için onlara dergide yer veririm. Çoğu şair/yazar dostlarımız, her nasıl olursa olsun gönderdiği ürün yayımlanacak gözüyle bakıyorlar, yayımlanmayınca da sitem ediyorlar ya da dergiyi izlemeyi bırakıyorlar. Her yayın kuruluşu gibi Şiir Sarnıcı’nın da dikkate aldığı ölçütler var ve çıtayı geçmeyen metinler yer almamalı dergide. Doğrusu, geri bildirimlerin büyük bir çoğunluğu neden şiirinin/metninin yayımlanmadığına dairdir.

Söyleşinin en önemli sorusunu soruyorum şimdi kendime. Şiir Sarnıcı (e-dergi)’nın geleceği konusunda ne düşünüyorum?

Beklenti, umuttur. Ucunda görünen bazı veriler vardır ki beklenti oluşmuştur. Bu nedenle diyorum ki derginin yayın yaşamını sürdürememesi ya da durdurması için üç olasılık vardır: Birincisi, hukuki veya resmi bir zorlamayla yayın yaşamının sona erdirilmesi ki ben bu olasılığı az görüyorum. Düşünce suçundan dolayı dergi kapatmak her anlayışa kısmet olmayacak kadar uç bir konudur. Bundan sonra öyle bir anlayışın baskın olamayacağı bir ortama doğru gidiyoruz. Çünkü bu konuda genç kuşaklara güveniyorum; saçmalamayacak kadar ayakları yere basan bir kuşak yolda, bunu görüyorum.

İkincisi, bu dergi, ben emek vermek istediğim sürece yayın yaşamını sürdürebilir. Çünkü çoksesli olmak isteği olsa da tek ses olarak da yoluna devam edecek birikime sahiptir. Yani tek kişi olarak bile bu dergiyi sürdürme gücüne ve birikimine sahip olduğumu söylüyorum. Ayrıca, ekonomik kaygısı, okur sayısı, sürdürümcü sayısı gibi sorunu yoktur. Tek kaygısı estetik değer üretebilmesi ve okurun güvenini kazanacak işlerin altına imza atabilmesidir. Yayımcı olarak emek vermeyi göze aldığım sürece bu dergi yayın yaşamını sürdürebilir.

Üçüncüsü ise daha farklı bir boyuttur. Şiir Sarnıcı, hedeflediği konuları gerçekleştiremeyip atıl kaldığını duyumsadığında yayım yaşamını kendiliğinden durdurabilir. Yani ötenazi yapabilme hakkı saklıdır. Ancak şunu biliyorum ve gözlüyorum. Bir derginin hak ettiği yere gelebilmesi için en az yirmi yıl yayım yaşamını sürdürmesi gerekir. Çünkü çağdaşım olan şair ve yazarlar, derginin ucundan tutma konusunda çok nazlı davranıyorlar. Derginin nostalji değeri oluşuncaya kadar uzunca bir zaman gereklidir. Bu demek ki yeni bir şair-yazar kuşağının egemenliği… Bu süre için fırsat olur mu bilmem ama ben bu dergiyi tek başıma da olsa yıllarca sürdürebilecek olanağa sahip olduğumu okurlarıma bir kez daha anımsatmak isterim.

Ben emek vermek istemediğimde ya da benden sonra dergiyi sürdürebilecek kişiyi/kişileri hazırlamam gerekir. Bu konuda kafamda bazı tasarılar var ama kendime bile söylemek istemiyorum şu anda…  Süreklilik esastır. Yani, benden sonra bu dergiyi sürdürecek birilerini yetiştirmek, benim diğer bir sorumluluğum olduğunu biliyorum.

Söyleşiyi çok uzattım. Biraz da diğer çalışmalarımdan söz etsem nasıl olur? “ Örneğin Şiir Çözümleme Tekniği”ni konuşalım. 

Söyleşi uzun olsun, zaman alsın ama ortaya çıkarılmış yeni bilgi yitip gitmesin. Bu söyleşi, tarihi bir belge olacağı için merak edenler okuyabilir, tersi durumda arşivde yıllarca araştırmacılarını bekleyebilir. Araştıran olmazsa da ceninde uykusunu sürdürür. Birileri uyandıracaktır mutlaka onu güzellik uykusundan, eminim. Çünkü sanata/şiire yönelik ortaya koymaya çalıştığım şeyler, bugüne dek söylenmiş konular değildir. Birincisi, yapıtın iç ve dış organları dâhil hücre ile DNA’sını çözmeye yöneliktir. Öyle olunca yapıt nasıl üretilirden nasıl okunura, izleyicide yarattığı etkiden gelecekte alacağı anlamsal değere kadar ister istemez bir süreci kapsar… Örneğin yazınımızda çoğu şiir yazıları, şiir nedir ve nasıl yazılıra yöneliktir. Oysa şiirin DNA’sını ve her organın birbiriyle olan ilişkisini çözümlemeden şiir nedir ve nasıl yazılır sorusuna verilecek yanıtlar havada kalır. İşte ben yapıtı oluşturan ögelerde ve ögelerin birlikteliğinde var olan etkileşimi ve onun yarattığı estetik değeri çözmeye çalışıyorum. Bu az bir şey değil. Prof. Dr. İsmail Tunalı’nın, “Sanat eserini ontik bir bütün ve integral bir varlık olarak kavramak.[18]” sözü böyle yapmamızı gerektiriyor. Sanat/Şiir Çözümleme Tekniği, bu düşünceden yola çıkarak oluşmuş bir sistemdir. Burada ayrıntılarını vermeyeceğim. Bunları kitaplarımda bulabilirsiniz.

Ayrıca bütün kitaplarım herkesin ulaşabileceği şekilde sosyal medya hesaplarımda PDF dosya olarak yüklüdür. Ayrıca, Milli kütüphane Elektronik Yayın Derleme Sistemi’ne kayıtlıdır.  Bilgiyi, yapıtı, kıskanmak gibi bir anlayışım yoktur; isteyen istediği şekilde indirip okuyabilir paylaşabilir, alıntı yapabilir. Herkesin yakındığı yayınevi ve telif hakkı sorununu, kökten çözmüş bulunmaktayım.

Şiir Çözümleme Tekniği, sanat yapıtının ontik bütünlüğü ve integral yapısı gereği öne sürülen yeni bir şiir inceleme tekniğidir.  Ayrıca şiir eğitimi ve öğretimi yöntemidir. Şiirin varlık katmanlarını inceleme esasına dayanır. Bu teknik, şairin imgelem sürecinden şiiri yaratışına, şiirin okurda yarattığı etkiden gelecekteki anlamsal devinime kadar toplam şiirsel süreci kapsar. Şiirin bütün organlarının varlığı ya da yokluğu ile işlevsellik ve işlerlik durumunu ortaya koymaya çalışır. Şiirin ön ve derin yapısını, kapalı-açık alanlarını ve iletilerini açığa çıkarmaya yöneliktir. Bunun yanında, şiirin kurgusu, şiir dili tekniklerini ve şiirin okurla karşı karşıya gelmesinde ortaya çıkan etkiyi açıklamaya ve daha nesnel sonuçlara ulaşmaya çalışır. Diğer taraftan bir şiirin ne olup olmadığı, nasıl yazıldığı gibi sorulara ayrıntılı artalan bilgisi sunar.

Sanat/Şiir Çözümleme Tekniği, üzerinde çalışılması gereken bir konudur. Her sanat türü için kullanılabilecek dinamik bir süreci ve ayrıntıları barındırır. Örneğin bu tekniğin sürecini incelerken iki ayrı kurama ulaştım. Öyle sanıyorum ki burada daha başka kuramlar da saptanabilir. Şimdilik benim görüş açım ve yetkinliğim bu kadardır. Daha ötesini görebilen gözler mutlaka olacak ve o saklı kuramları bulup çıkaracaklardır. Sanatın çözümü ve ölçümü için daha nesnel sonuçlar elde edilecektir, umarım.

Bu konuda söylemem gereken özel bir konu vardır: Sanat/şiir Çözümleme Tekniği, adından da anlaşılacağı gibi bir tekniktir. Bunun sınırlayıcı bir bağlamı olamaz. Teknik, bilginin mevcut bilince göre en kullanılabilir şeklidir. Bu yüzden bu tekniği, sınırlayıcı ya da kuralcı bir mantık açısından görmeyiniz. Var olan bilginin en kullanılabilir biçimini önünüze koyacak bir dinamizme ve esnekliğe sahiptir. Akademisyenin, sanatseverin ve okurun bakış açısını ve yaklaşımını az çok kestirebildiğim için özellikle belirtmek istedim. Çünkü bu teknik, salt çözümleme tekniği değildir; aynı zamanda şiiri anlama ve öğrenme yöntemidir.

Kuram nedir? Kuram saptadığımı söylüyorum, bunlar nedir ve işlevlerini nasıl tanımlıyorum? Rastlantısal anlam kuramını anlatsam mı?

Öncelikle şunu belirtmeliyim: “Kuramsal bilgiyle iyi şiir yazılamaz” efsanesiyle yetişmiş bir şiir yolcusuna; kuramdan, kuram saptamış olmaktan, ya da kuramsal bilgiden söz etmenin etkili bir durum olmadığının farkındayım. Ne var ki kuramsal bilgi, herhangi bir sanat dalının hamuru ve çamurudur. Elinizde hamur yeterince değilse ya da kıvamlı değilse ne yaparsanız yapın öykünme aşamasından özgünlüğe geçemezsiniz.

Konumuz edebiyata dönelim. Edebiyatla ilgili kuramı nasıl tanımlamalıyız? Örneğin yerçekimi yasası gibi var olan; soyut yaşanan ancak nicel değişkeni ve etkeni daha fazla olan; bilimsel verilerle bizim saptadığımız genellenebilir, gözlenebilir, denenebilir ve doğrulanabilir sonuçlara yönelen olgu ve süreçlerdir. Yani olay/olgu ilişkilerinde zaten var olan ve yaşanan, benzer her etkinin özdeş sonuçlara yöneldiği, gözlenebilir çıktılara neden olan ilkeler bütünüdür. Daha kısa anlatımla, herhangi bir etkinin benzer sonuçlar verdiği ilkeler bütünüdür. Bu açıklamadan sonra, Rastlantısal Anlam kuramından söz edeceğim. Ancak bazı aşamaları açayım ki anlaşılması kolay olsun.

Sanat/Şiir Çözümleme Tekniğini araştırırken, özellikle yapıttaki anlam katmanını ayrıntılı ve alabileceği tüm değişkenleri düşünerek incelemek zorunda kaldım. Anlam tek başına bir katman değil elbet, onun türev katmanları vardır: Örneğin çağrışım ve coşum katmanları gibi… Neden türev katman diyorum? Çağrışım ve coşum katmanı, anlam katmanının derinliğiyle doğrudan ilgilidir. Yapıttaki anlam, insan üzerinde çağrışım, coşum etkisi ve estetik tavır yaratacağı için anlam katmanını aşamalara ayırmak zorunda kaldım. Bunlardan ilki gerçek anlam tabakasıdır. Anlambilimin incelediği tüm olası söz tekniklerini (değişmece, değinmece, benzetme, aktarma anlam gibi) bu tabakada ele aldım. Yapıtın görünen ve ulaşılan anlamını tanımlayan tüm değişkenleri bir çıta altında toplayınca sorun çözülmüyor. Çünkü yapıtın sanat değerini arıyorum. Estetik değer yaratan varlıkları arıyorum. Yapıtın anlamsal değerinin insan üzerindeki etkisini arıyorum. Bir anlamda yapıtla insan arasındaki ilişkiyi çözmeye çalışıyorum. Bu ilişki, bilindiği gibi estetik biliminin temel konusudur. İşi daha estetik bilimine vardırmadan başka bir şeylerin olması gerekir. İşte burada insan bilimleri ve beynimizin çalışma sistemi devreye giriyor. Gerçek anlamdan sonra bir anlam tabakası daha olmalı. Ben buna, rastlantısal anlam tabakası, dedim.  Bu tabaka da yeterli değil; yapıtın estetik değerine ulaşmak için bir tabaka daha ele alınmalı; o da üst anlam tabakası. Bu bölümcede konumuz Rastlantısal Anlam Kuramı olduğundan konuyu daha fazla dağıtmayayım.

Okuduğunuz bir şiir, öykü, roman ya da izlediğiniz bir tablo karşısında okur, gerçek anlamın etkisiyle, uyarılarıyla, anımsatmasıyla belleğindeki bilgi, görüntü ve yaşamsal izler ile halen yaşamakta olduğu düş ve gerçekler toplamından gerçek anlamın dışında bir takım ilgili ilgisiz olay ve olgular içinde düşsel yaşantıya girer. Birincisi, işte burada ana konudan bağımsız düşsel anlama ben “Rastlantısal Anlam” dedim. Gerçeküstücülükte açıklanan ve bizim ileri gelenlerimizin ezber ettiği rastlantısal anlam bilgisinden sıyrılmak gerektiğini anımsatmak isterim. Burada söz ettiğim durum farklıdır.

Rastlantısal anlamı incelediğimizde, yapıtla okur karşı karşıya geldiğinde mutlak oluşan ve yaşanan, belleğindeki izlere göre şekil alan genellenebilir, izlenebilir ve denenebilir bir durum ortaya çıkıyor. İşte bu da Rastlantısal Anlam Kuramının varlığını açıklar. Tabii ki üzerinde çalışılmalı, farklı değişkenler ve farklı disiplinler altında incelenip sonuca gidilmelidir. Kuram oldu da ne oldu yani, diyebilirsiniz. Birincisi, yapıtın sanat değerini belirlemek için önemli bir ölçüttür. İkincisi ise yapıtı üretirken yapıta giydirilecek elbise ile makyaj gereçlerini seçmek için aydınlatıcı pencere açar. Yani yapıtta doğurmak istediğiniz anlamı uyarıcı ögeleri bulup koymanız için bir ışık olur. Üçüncüsü, bir yapıtın geçmişteki anlamsal alanı ile gelecekte alacağı anlamsal değeri tanımlamaya çalışır. Ayrıca,  bugün saptayamadığımız daha pek çok işlevinin olduğunu da dikkate almamız gerekir.

Rastlantısal anlam kuramında ikinci bir konu var ki bu üzerinde çok durulan bir durum değildir. Yapıtın gelecekte anlamsal genişlemesi veya anlamın dönüşmesi olağan bir durumdur. Bunu çoğu eleştirmenimiz ya da sanatçımız önemsiz gibi görür. Ne var ki yapıtın kalıcılığı ve geleceğe açılan penceresi, rastlantısal anlamın ne kadar geniş bir çağrışım yelpazesine sahip olduğuyla ilgilidir. Zamanla insan algısında ve yargısında değişimler olacağı, olay ve kavramlar anlam ve şekil değiştirebileceği için,  gelecekte yapıtınızın anlam genişlemesi veya dönüşümü olasılığı yüksektir. İşte bu genişleme ya da dönüşüm, Rastlantısal anlam kuramıyla açıklanabilecek bir durumdur. Örneğin bugün yazılan bir şiirinizde anlatmak istediğiniz durum,  gelecekte olacak bir olayla birlikte daha vurucu bir değere, daha estetik değer yaratacak duruma dönüşebilir ya da tam tersi olabilir. Şu açıdan önemlidir bu: Şair, şiirini yazarken gelecekte olabilecek olayları öngörüp ona göre şiirini kurgular. Diğer sanat dalları için de geçerli bir durumdur. Bu bilinçüstü yetenek, çoğu sanatçıda az ya da çok vardır. Ayrıca şiirin kalıcılığıyla ilgili bir yargıya varırken,  eleştirirken veya çözümlerken şair, gelecekte olabilecek olası olayları öngörüp ona göre kurgulamış mıdır şiirini? Bu konu, sıradan gibi durmasına karşın beş yüz yıl önce yazılmış şiirleri bugün çözümlemeye çalıştığımızda karşımıza önemli bir ölçüt olarak çıkacaktır.

Özetlersem: Okurun/alıcının; algı, anlama, bellek, bilgi birikimi, düşünme biçimi ve yaşamsal değerlerine göre şiirden/yapıttan ulaşacağı uzak anlam ile zamanın getirilerine bağımlı olarak şiirin uğrayacağı anlamsal genişlemeye, “rastlantısal anlam” diyorum. 

İkinci bir kuramdan söz ettim kitaplarımda: Çağrışımsal İmgelem Kuramı. Bunu biraz açmalıyım ki anlaşılma güçlüğü yaşanmasın.

Aslında bu kuramın, yapıtın estetik değerini belirlemede önemli bir ölçüt olacağını başlangıçta düşünememiştim. Uygulama sonuçlarına baktığımda bir yapıtın sanat değeri hakkında karar vermek için önemli bir nesnel ölçüt olarak karşımıza çıkıyor. Bunu nasıl açıklayabilirim? Zor bir soru ve yanıtı oldukça karmaşık. Bazı konularla paralellik gösteriyor. Bu da, yanılma payını yükseltiyor.

İmgelemi düşten ayıran şey, bir yapıtın uyaranlarıyla ulaşılan düş durumu olmasıdır. Düş ise dış etkiden tamamen bağımsızdır; herhangi bir etki/uyaran gerektirmez. İkincisi, yapıttın anlamıyla yapıttan doğan imgelemin arasındaki ayrımı yapmamız gerek. Yapıtın anlamı belli sınırlar içerisindeyken, anlamın yarattığı çağrışımsal imgelem sonsuzdur. Gerçek anlam, rastlantısal anlam ve üst anlam; bize bir yapıtın toplam anlam değerini verir. Çağrışımsal imgelemle, yapıtın uyaranlarına paralel, izleyicinin içine girdiği düşsel yaşantıdan yani imgelem sürecinden söz ediyoruz demektir. Rastlantısal anlam ile çağrışımsal imgelem arasındaki ayrım buradadır. Kısaca, Çağrışımsal İmgelem nedir? Yapıtta var olan değinmece, bağdaştırma, benzetme, değişmece gibi söz sanatlarından doğan imgenin insan üzerinde yarattığı düşsel dünyadır. Salt bu değil elbet, yapıttaki ışık, renk, sözcük, tamlama, aktarma gibi her bir ögenin okur üzerinde yarattığı etkinin toplamıdır. Çağrışımsal imgelem, şairin şiirde kurduğu uyaranlar, duygu değeri ile okurun kendi yaşamsal varlıkları, kültürel değerleri ve belleğinde kayıtlı görüntüler üzerine yaslanarak yeni görüntüler ve duyusal alanlar yaratma sürecidir. Örneğin şiirin söz değerinin, anlam değerinin, estetik değerinin; okur üzerinde yarattığı toplam düşsel süreçtir.  Toplam düşsel sürecin kısa ismi, imgelemdir.

Çağrışımsal imgelem kuramı; yapıtın okurla ilişkisinden doğan imgelemin niteliğini ve kapsamını tanımlayan bir süreçtir. Çağdaş sanat anlayışının “hareket” olgusuna dayanır. Okurla yapıt arasındaki ilişkinin zihinsel sürecini açıklamaya çalışır. Yapıtın anlamının okurun bilgi ve yaşam izleri ile belleğine göre şekil alması, anlamlandırılması üzerine kurulu, uygulamalarla kanıtlanabilir bir görüngüdür. Bilimler arası eşgüdümle denenebilirliği, izlenebilirliği ve genellenebilirliği araştırılmalıdır. Bir sanat yapıtının yaratılmasında, çözümlenmesinde ve eleştirisinde önemli işlevinin olduğunu kendi uygulamalarımdan görebiliyorum. 

Şiir sanatı üzerinden konuşursak şair, okuru imgeleme götürecek gereçleri şiirinde kurarken dayanacağı ilkeler bu kuramın altında saklıdır. Diğer taraftan eleştirmen, şairin şiirinde kurduğu imgelem gereçlerini bu kuramın ilkeleriyle sorgulayabilir.

Çağrışımsal imgelem, üzerinde epeyce çalışılması gereken bir konudur. Yapıtın sanat değerini oluşturan ögeler, çağrışımsal imgelem kuramı ilkelerine dayanarak belirlenebilir, çözümlenebilir, ölçümlenebilir. Çünkü bu konu, yapıta giydirilen anlamın derinliği ve kapsamıyla da ilgilidir. Rastlantısal anlam kuramı ve çağrışımsal imgelem kuramı; bütünlük içerisinde, eşzamanlı, eşgüdümlü çalışan olgulardır/süreçlerdir.

Rastlantısal anlam, aynı zamanda rastlantısal çağrışım da yaratır doğal olarak. Hem rastlantısal anlamın hem gerçek anlamın okurda yarattığı toplam çağrışımsal imgelem; çözmemiz, tanımlamamız ve ilkelerini saptamamız gereken bir düşsel alandır. İşte bu düşsel alan, önemli bir araştırma konusudur. Umarım gelecekte, sanat bilimini bir bilim alanı olarak ele alıp araştıran düşünürler çıkar. Çünkü sanatın alıcıyla olan ilişkisini, salt estetik bilimiyle çözmek olası değildir. Bu ilişki, çok değişkenli ve karmaşık bir ilişkidir. Değişik disiplin ve sistemlerin gözünden de ele alınmalıdır. Örneğin beynin çalışma ilkeleriyle…

Burada bir konuya dikkat çekmek istiyorum. Sanat, çağrışım, imgelem vs. gibi, sanatsal terimlerden sıkça söz ettim. Ancak söyleşi boyunca sanatın ana ögesi imge sözcüğü, çok seyrek geçmiştir. Dikkatli okurlarımız bunun ayırdına varmış olmalı. İmge ya da imge yaratmak, yazar/şairin işidir. Bu söyleşide üzerinde durduğum konu, yapıtla okur arasındaki ilişkidir. Yani okun şairden çıktıktan sonrasıdır. İmge, uyarandır, çağrışıma sokandır. Söz ettiğimiz kuramlar, imgeden sonra ya da imgenin etkisiyle işleyen süreçlerdir. Kavramlar arası dizilimden söz etmişimdir çoğu yerde. Yani kavramların anlamsal ve konumsal hiyeraşisinden... Sanat üretme kaygısı olan bir sanatsever, bu hiyerarşiyi çok iyi bilmelidir. İmge teriminin söyleşide çok kullanılmaması bundandır.  

Katman Edebiyat Eleştiri Sisteminden söz ediyorum. Bu nedir?

Saf sanattan İnsana Şiir Çözümleme Tekniği isimli kitabım ve daha sonra kaleme aldığım deneme kitaplarımda, Katman Edebiyat Eleştiri Kuramı diye yazmıştım. Anladım ki bu tip uygulama, yöntem ya da sistemler, kuram[19] olmuyor. Ben de yazınımızdaki akademisyenlerin yorumlarına uydum “kuram” demiş bulundum. Örneğin yöntem olan ancak eleştiri kuramı diye anılan bilgi kirliliğinden etkilendim. Katman Edebiyat Eleştiri Kuramı, aslında Katman Edebiyat Eleştiri Sistemi olmalıdır.  Bu söyleşi fırsatıyla isimlendirmeyi düzeltiyorum. Şimdi bu sistem nedir, ondan söz edelim.

Katman Edebiyat Eleştirisi, Sanat/Şiir Çözümleme Tekniğini kullanarak, diğer söylemle katman yöntemini uygulayarak daha nesnel, daha tarafsız, bilimsel ve sanatsal bir eleştiri yöntemidir. Üretilmiş bir sanat yapıtının, örneğin şiirin, öykünün romanın ya da tablonun; katman yöntemiyle incelenmesidir. İnceleme; iyi, olumsuz ve geliştirilmesi gereken yanları ile kapalı yanların açığa çıkarılmasına, dolayısıyla yapıtın sanat değerinin ortaya çıkarılmasına yöneliktir. Bir anlamda inceleme sonuçlarına göre estetik yargıya varma yöntemidir. Yani eleştirmenin öznel tutumunu en aza indirerek daha nesnel ve daha bilimsel olana yönlendiren, dahası zorunlu kılan bir algoritmadır. Ne yazık ki yazınımızda eleştiri konusunu sıradan bir iş gibi gören, en iyi şairin en iyi eleştirmen olabileceğini düşünen bir toplumuz. Eleştirmen, farklı disiplinlere egemen olması yanında deneyimi de yeterli olmalıdır. Bu sistemde önerdiğim algoritmik süreci çalıştırabilmek için alanında deneyimli ve yetkin olmak gerekiyor. Bir anlamda sadece edebiyat bilgisiyle sonuçlandırılacak bir iş değildir. Örneğin insan bilimleri en başta gerekli olan disiplinlerdir. Daha anlaşılır bir anlatımla belirteyim: Yapıt hakkında öykücülüğe ve dedikoduya izin vermeyen, yapıtın içeriği, kapalı yanları ve okurda bulduğu değer ile sanat değerini ortaya koymaya yönelik bir süreçtir Katman Edebiyat Eleştirisi… Bugün bu konuya yönelik bir ilgi yoksa bana göre, henüz yazınımızda eleştiri amacı ve içeriğinin ilgili disiplinler nezdinde ele alınmamasından kaynaklanır. Akademik ortamda edebiyat eleştirisi nasıl ele alınıyor, üzerinde çalışmalar ne aşamada, ayrıntısıyla bilmiyorum. Edebiyata ilişkin herhangi bir yapıt hakkında, bu güne kadar altı dolu doyurucu bir eleştirel denemeyle karşılaşmadığıma göre bu konuda önemli bir sıkıntının olduğunu peşinen söyleyebilirim. Ya da ben çıtayı çok yüksek tutuyorum… 

Okurlarımla paylaşmak istediğim diğer konular nelerdir?

Çabam, kişisel bir beklentiden doğmuyor elbet. Öngörebildiğim ya da saptadığım bazı yazınsal sorunların çözümüne yönelik bir uğraştır benimkisi. Dil sanatlarında, özellikle şiir sanatında yaptığım araştırmalar sonunda; geçmişe, özellikle yabancı kaynağa öykünme, taklit ve hayranlık tehdidi altında yönlendirilen bir şiir düşünce dünyasıyla iç içe olduğumuzu gördüm. Dahası şiir yazın dünyasının, var olanı yinelemeden öteye geçemediğini düşünüyorum. Geçmiş yapıtlar, bilimsel ya da dilimizde henüz anlamı oturmamış ithal yabancı terimler başlığı altında inceleniyor, değerlendiriliyormuş gibi sunuluyor okura…  Ayrıntısına girdiğimizde, yineleme, övgü ve dedikodudan öte yararlı bir çıkarım bulamıyoruz. Şiir düşünce dünyasını ben böyle okuyorum. Bu yüzden özellikle dil sanatlarında, yeni bir bakış açısı geliştirmemiz gerektiğine inanıyorum. Bunun yolu, sanata çözümlemeli (analitik) yaklaşmaktır; bilimlerle eşgüdümlü yürütmektir. Çoğu sanat alanı, bilim ve teknikle eşzamanlı kendini geliştiriyor; sinema gibi… Dil sanatları, neden atadan kalma yöntemlerle ve genelleme yorumlarla kendine yön bulmak zorunda kalıyor, bunu henüz anlamış değilim. Bir sanat dalının güvenilir bir ödül sistemi ve eleştiri sistemi yoksa söyleyecek geriye ne kalır? Yineliyorum; dil sanatlarına yeni bir bakış açısı ve çözümlemeli yaklaşım… İşte ben, şiire yeni bir yaklaşım için bir çığır açmaya, beyin fırtınası için bir temel oluşturmaya çalıştım. Yaratıcılığın çıkış basamaklarına, düş tekniğine ve düşünüş biçimine; yeni ve ayrıksı bir ufuk açmayı denedim. Elbette yeterli değil ama en azından ivme kazandırır, diye umuyorum.

Şiiri, öğrenilmiş kaygılarını bir başkasına aktarmak için güzel söz söyleme becerisi gören bir anlayışa sahip değilseniz; onu, bir sanat alanı olarak ele alıyorsanız; iç ve dış dinamiklerine dolayısıyla felsefesine ulaşmak zorundasınızdır. Sanat felsefesi, uğraştığınız sanat dalının arka yüzüdür, daha doğrusu temelidir.  Bilgisayarın çalışma ilkelerine benzetirsek şiir sanatını, onun felsefesi bilgisayar işletim sisteminin donanımsal ve yazılımsal gücüdür. Öncelikle sanat terimleri ve anlamsal kapsamlarına, özellikle estetik bilimi terimlerine egemen olmanız işinizi kolaylaştırır. Sanat, hangi dalı olursa olsun bütünlüklü bir bilgi dünyasıdır. Bu dünyanın içine girebilmek için ona karşı bilgi üstünlüğü kurmanız gerekir. Bilgi, beceri ve özgüven kazanmanızı sağlar. Sanat bilgisiyle üstünlük kurmak çoğu zaman sanat tekniğine egemen olmaktan çok daha iyidir, kanısındayım.

Naçizane önerimdir genç kuşaklara… Dünya edebiyatındaki sanatla ilgili söylenmiş genellemeleri, özellikle bizim şiir düşünce dünyamızdaki havalı yorumları, akıl ve mantık süzgecinden geçirmeden kaynak kabul etmeyiniz. Sayılamayacak kadar altı doldurulamayacak genelleme dolaşıyor ortalıkta. “Şiir sözcükle yazılır…” gibi… Bugün, fizik kuramları bile yanlışlanabiliyorsa, en iyi kaynak gösterilen sanat düşünürlerinin söyledikleri de yanlışlanabilir.  Bu tür durumlarda başvurulacak yer, bilimsel veri ve çıktılarıdır; estetik bilimidir.  Ayrıca en iyi kaynak olarak gösterilen şairin söylediklerini, sorgulamadan kabul ediyorsanız işte burada öykünme dediğimiz olay başlamış demektir. Sanatta öykünmeden korunma yolları çok fazla değildir; öykünmeye düşmek ise çok çok kolaydır. Hayranlığınızın kurbanı olmamak, körü körüne izleyici olmamak için sağduyunuzu kullanmalısınız. Sanatta sağduyu, bilimde olduğundan daha fazla gereklidir. Sağduyu, mizah ve yaratıcılık için temel basamaktır. Mantıklısını öngörmeden mizahta aklı şaşırtacak ters ilişkileri kurmanız olası değildir. Bu nedenle, sanat felsefesini kavramak, sanat bilgisine egemen olmak, olmazsa olmazdır.  Kısacası, izleyen değil; izlenen olmak için sanatın arka yüzüne egemen olmak zorundasınızdır.

Ayrıca sanata yönelik; teknik, sistem ve kuram yanında yeni terimler tanımladım. Bunlardan bir kaçını burada paylaşayım sizlerle… Ayrıntıları için ayrıca kitaplarıma[20] bakmak gerekir. Durumsal Estetik Değer, Çağrışımsal İmgelem, Çağrışım Çekirdeği, Şiirsel Ezgi, Çağrışım Saçağı, Çağrışım Yelpazesi gibi…  

Sanata/şiire ilişkin ortaya koyduğum bilgiler, bugün çoğu kişi için bir anlam içermeyebilir. Ne var ki şiir, zamanla ciddi bir sanat alanı olarak görülecek, bunun da bir felsefesinin olduğunun ayırdına varılacaktır. Şiirin de katmanlardan oluştuğunu, her ögenin diğer ögeleri harekete geçiren bütünlüklü bir sistem olduğunun ayırdına varılacaktır. İşte o zaman bu bilgiler, başvuru kaynağı olarak karşımıza çıkacaktır. Çünkü çalışmalarım; şiir nasıl öğrenilirden nasıl yazılıra, nasıl eleştirilirden nasıl ölçülüre kadar tüm şiirsel süreci kapsar.  

Üzerinde özellikle durduğum konu, şiir düşünce dünyasında ezber edilmiş sığ bilgilerin sürekli yineleniyor olmasıdır. Hayranlık temeline oturtulmuş bir izleyicilik söz konusudur. Deneyim önemli bir bilgidir, söylenmiş her söz içinde bir şeyler saklar. Ne var ki sayısal ve teknolojik bir sanat dünyasına evrildiğimiz göz önüne alınırsa, bu ezber bilgiler çok işe yaramayacaktır. Yeni bir açı ve ayrıksı bir yaklaşımla ivme kazandırmak zorundayız Türk sanatına/şiirine…

İnsanoğlunun en güzel özelliği, ne bilmediğini bilmemesidir. Sanatla/şiirle ilgili neyi bilmiyoruz, işte onu bilmiyoruz. Bu yüzden, disiplinler arası ilkelerin gözünden bakmak gerek bazı noktaların ayırdına varmak için. Neyi bilmediğimizin saptanabilmesi için. Yaratıcılığa yönelmek, asıl amaç olmalıdır. Çünkü geçmişi yinelemek ya da geçmişten ders çıkarmaya çalışmak, sanat alanında temel bilgidir ne var ki çok geçerli bir yöntem değildir. Bugün gördüklerinizle gelecekte olabilecekleri görebilmeniz arasındadır yaratıcılık…

Neyse. Açıklamaya çalıştığım konular, anlaşılır olsun diye olabildiğince çaba gösterdim; ne var ki bunlar yeni, karmaşık ve düşünsel çaba gerektirdiği için ancak bu kadar yalınlaştırılabiliyor. Sanat ve yazın adına küçük bir katkım olmuşsa ne güzel… Söyleşimi, okuyup zaman harcadığınız için teşekkür ederim. Okunma eşiğini aştığımı biliyorum. Araştırma yapanlar okusa bile benim için yeterlidir. En azından bir şeyler katabilmişsem dağarcığınıza ne mutlu bana. Esenlikler…



 

[2] Ortam; coğrafya, zaman, gelecek öngörüsü, bilgi ve kültür varlıklarımızla oluşmuş birikim ve deneyimler bütünü… 

[3] İmgelem, bir yapıtın izleyiciyi götürdüğü ya da izleyicide yarattığı düşsel eylemlerdir. Düşle karıştırılmamalı; düş genel bir eylem, imgelemse bir sanat yapıtının doğurduğu sonuçtur. 

[4] Çağrışım çekirdeği, çağrışım doğurma gücüne sahip, ilginç, dikkat çeken söz, tamlama veya bağdaştırmalar.

[5] Çağrışım yelpazesi, şairin okuru yönlendirdiği çağrışım katmanlarıdır.

[6] Çağrışım saçağı, şiirin/yapıtın okurda çağrışım sonucu yarattığı imge ve imgelem demetidir. Çağrışım sonucu anlamın zihinde dal budak salması olarak düşünülebilir. Çoklu imge ve imgeleme ulaşıldığını ifade eden bir benzetmedir.

[7] Y. Özmen, Saf Sanattan İnsana, Şiir Çözümleme Tekniği ve Şiir Eleştirisi, Trend Yay. 2018 

[9] İsmail Tunalı, Estetik Beğeni, Remzi Kitabevi, 2. Basım, Sayfa:26

[10]Wikipedia…

[11] Yaşar Özmen, Saf Sanattan İnsana Şiir Çözümleme Tekniği ve Şiir Eleştirisi, Trend Yay., 2018

[12] Blok Bağlantısı: https://siirsarniciyasarozmen.blogspot.com/

[13]e-dergi yerine sayısal dergi demeyi yeğliyorum…

[14][14] T. Mengüşoğlu, Felsefeye Giriş, Remzi Kitabevi, 11. Baskı, Ekim 2018

[15] Olgu-olay, Bilme etkinliği

[16] Katman; şiirde birbirine benzer belirli özelliklerin; içsel, dışsal, fiziksel, duyusal nitelik veya niceliklerin, bir arada bulunduğu bir yapıyı belirtir. Ses katmanı, anlam atmanı gibi…

[17] Çağrışım yelpazesi: Okurun çağrışımla ulaşabileceği en geniş anlam alanı.

[18] İsmail Tunalı, Estetik Beğeni, Remzi Kitabevi, 2016

[19]  Kuramla ilgili ayrıntılı açıklamayı Sanata Çözümlemeli Bakış kitabımdan ulaşabilirsiniz.

[20] Kitaplarım ticari değildir. Bilgisunar ortamından, sosyal medya hesaplarımdan ya da Milli Kütüphane EYDES’ten ulaşabilirsiniz.  Maliyet gerektirmediği için kitaplarıma rahatlıkla yönlendirebiliyorum. Ulaşılabileceğiniz kitaplarım:

Saf Sanattan İnsana, Şiir Çözümleme Tekniği

İmgelem-İmge-İmgelem (Denemeler-1)

Şiir/Sanat Çözümlemesi (Denemeler-2)

Sanatsal Denemeler (Denemeler-3)

Sanata Çözümlemeli Bakış (Sanatsal Denemeler-4)




SANATA ÇÖZÜMLEMELİ BAKIŞ (Sanatsal Denemeler-4)

Sanata Çözümlemeli Bakış, Sanatsal Denemeler-4, Yaşar Özmen       SANATA ÇÖZÜMLEMELİ BAKIŞ   (SANATSAL DENEMELER-4)   Yaşar Özmen ...