Sanata Çözümlemeli Bakış, Sanatsal Denemeler-4, Yaşar Özmen
SANATA ÇÖZÜMLEMELİ BAKIŞ (SANATSAL DENEMELER-4) Yaşar Özmen
ISBN:978-605-74589-5-7 Bilim ve sanat yalan söylemez; böyle bir yeteneği yoktur. Sanatta doğruluk değeri yüksek bilgiye ulaşmak istiyorsak başvuru kaynağımız, her zaman bilim olmalıdır. Çünkü sanatla bilim, eşzamanlı ve eşgüdümlü çalışan dünyanın iki ayrı kolu gibidir.
Kapak ve Kitap Tasarım Yaşar Özmen Yayımlanan Kitapları: Bir Damla Suda Halkalar, şiir
kitabı, 2018, Temren Yayınları.
Umut Bekler Bizi, Görsel-Sayısal
Şiir Kitabı, Mayıs 2020, (e-kitap) İmgelem-İmge-İmgelem (Denemeler-1) (e-kitap)
Vedat Günyol 4. Deneme Yarışması Seçici Kurul Özel Ödülü, Mayıs 2020 Şiir/Sanat Çözümlemesi (Denemeler-2) (e-kitap)
Mayıs 2020, Homeros Edebiyat Ödülleri 2020 Bir Şiiri İnceleme dalında “Turgut
Uyar’ın ÜÇYÜZBİN Şirinin İncelenmesi” üçüncülük ödülü alan inceleme bu kitaba
alınmıştır. Şiir/Sanat Çözümlemesi (Denemeler-3)(e-kitap)
Mayıs 2020 Dilhan, e-şiir
kitabı, 29 Ekim 2020 UMUT isimli
şiiri, Güncel Sanat Kaygusuz Abdal 11. Şiir Yarışması Seçici Kurul Özel ödülüne
uygun görülmüştür. ŞİİR SARNICI (E- DERGİ)’nın,
kurucusu, yayımcısı ve yöneticisidir.
Sardunya Zamanı Şiir Seçkisi, Türk Dünyası Şiir Seçkisi, Şiir Kalbimizde Şiir Seçkisi ve Nar Öykü/Şiir Seçkisi’nde yer almıştır. Deneme, makale, öykü ve şiirleri, yazın dergileri ile diğer yayın ortamında yayımlanmaktadır. İÇİNDEKİLER
Kitabın;
kapağından düzenlemesine, yazımından tasarımına, iskeletinden kurgusuna kadar
her bir işçiliği bana aittir. Denemelerim, Hidayet Karakuş İşlik’inde yazın ve
dil açısından değerlendirilmiş, büyük bir kısmı Ç. Türk Dili Dergisi, Artemis,
Maraşantiya ve Şiir Sarnıcı gibi dergilerde yayımlanmıştır. Ülkemizin
ve sanatın gerçekleriyle aklı tırmalar ara ara. Kültür ve bilgi varlıklarının
bunca bolluğu karşısında nasıl bir kıtlık yaşadığımızın duyumsanması ve anlaşılmasından
yanadır. Saptama ya da dilek değildir okurla buluşma gerekçesi; geleceği
kurgulayacak aklın bam teline dokunmaktır. Yazının
ya da sanatın hedefi, dünyayı değiştirmek değil; dünyayı değiştirecek olan
insandır. Onun; ruhunu yüceltmek, coşturmak, yaşam sevincini güçlendirmek ve
öngördüğü yüksek değerleri içten yaşamasını sağlamaktır. Dünyayı ateşe verecek
olan da evrensel barışı kuracak olan da odur. Asıl olansa aklının
düzenlenmesidir. Deneme,
özgür bir yazın türüdür. Ne kaleme ne konuya ne içeriğe ne de sonuca odaklanır.
Dans etmek gibidir yaşamın içindekilerle. Öyle olsa bile çerez bilgi[1]yle yazılan
denemeleri sevmiyorum. Altı dolu olmalı, ruhuna yapışıp kalmalı okurun. “Denemelerim,
zaman zaman deneme tanımının dışına taşar. Denemede yargı, saptama, kanıt
olmaz” derler ama olsun. Bu eylemleri, daha doğrusu bu ilkeyi de deneme türüne
ben sokmuş olayım. Sanata
yönelik; yeni terim, kavram, kuram ve yöntemden söz ediyorum denemelerimde; bu
yüzden saptama, çözüm ya da yargı olmak zorundadır. Akla dokunsun, sindirimi zaman alsın, bugünün okurundan çok
geleceğin okuruna yönelsin isterim. Sanatta kabullenilmiş ve alışılmış
doğrular, birer birer çöküyor ve aklın sınırlarını zorlayan bir uzama
evriliyor. Koşullar; sıradan düşüneni, geleneğe tutunanı, çerez bilgiyle yola
çıkanı, kalıpları kıramayanı, zamanın karanlık odalarına atıyor. Oysa her sanatçı
ve yapıtın ortak hedefi, tarih raflarında ışıl ışıl parlamak değil midir? Satır
aralarında o kadar çok şey fısıldadım ki bilmem duyar mısınız? Kendi
fısıltılarınızdan zaman bulup bunlara da yer açar mısınız? Amacım, salt
fısıltılarımın duyulması değil elbet; kendi fısıltılarınızın bunlarla çığlığa
dönüşmesidir. Kendi başına düşünmenin, anı mutlu yaşamanın, yaşamı kavramanın
ve dünyaya doğru içten bir çığlığın tadı… Duymak, duyumsamak ve görmek
varlığımızın amacını. Ne kadar bilinçli bir yaşam o kadar temiz bir dünya.
Sanatın damarları, zaten o temiz dünyanın özleminden beslenmez mi? İnanç ve öğretilerin
kaymağıyla beslenenler; başka seçenek yokmuş gibi çatışma kültürünün
vazgeçilmezliğini önümüze sürenler; daha uzun yıllar çatışmak zorunda
kalacaklar. Bu anlayışın sonucu bölge bölge konuşlandırılan silah ve silah
sistemleri, çatışmaları engellemeye yönelik değil; sürdürmeye yöneliktir.
Korkuyla, kendine düşman yaratmakla, en büyük payı kapma yarışıyla yiten zaman,
bilinçlerinde başka bir dünya kurgusuna izin vermemektedir. Bunu kırmanın bir
yolu olmalıdır. Türkiye
Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesiyle sorunu olmayan her yazar gibi ben de, yazılarımda
duru, temiz, güncel bir dil kullanmaya özen gösteririm. Yeni sözcüğün kavram
alanının tümce bağlamında düşündüğüm anlamı kapsamadığını gördüğüm yerlerde çok
seyrek olmakla birlikte, eski ya da alıntı sözcükleri zorunlu olduğum için
kullanmışımdır. Yazmak, içine
sığamamanın gösterenidir. Olması gerekenin olamamasına duyulan öfke de tuzu
biberi. Her ne olursa olsun sanat, olumlu duygu altında yapılmalı ve olumlu
duygu yaratmaya yönelik olmalıdır. Öfkeden beslenen her tutum, öfke doğurur.
Önemli olan gelecek kuşakların elinden öfke kozunu alıp kurtlar sofrasına ve barış
masasına öyle oturmalarını sağlamaktır. Bu da, sanatın yapıcı gücüyle olasıdır.
Denemelerimin sanata yönelik olması bundandır. Dilerim ki öfke ve çatışma
kültürünü yırtıp atar A. Einstein’ın dediği gibi en büyük güç olan sevgiyi
egemen kılarız. Sevgi dolu bir dünyaya doğru… Narlıdere/İzmir 26 Ocak 2022 [1] Çerez bilgi: anlık tüketilen, magazinsel
bilgi, dedikodu, vs. Evrende
yapılamayacak hiçbir şey yoktur; yeter ki o konuda ve konuyu ilgilendiren
alanlarda bilginiz yetkin olsun. Ölçülemeyecek hiçbir şey yoktur; yeter ki ölçü
biriminiz ve aygıtınız uygun olsun. Bu
yazımda, deneme dilinden daha içten bir dil kullanarak siz okurlarımla
karşılıklı konuşacağım. Yazın ve dil kurallarını bir yana koyup içimden geldiği
gibi yazacağım. Benim ne yazdığım değil; sizin ne anladığınız önemlidir. Ne
söylediğimle sizlerin ne anladığı arasında çelişkiye yol açmadan kaygılarımı
anlatmaya çalışacağım. Sanata, özellikle şiir sanatına yönelik, farklı şeyler
ortaya koydum ve yeni şeyler söylüyorum. Bugüne dek yazdıklarımla ilgili olumlu
ya da olumsuz doyurucu bir tepki görmedim. Tepkisizlik, anlaşılmamanın
belirtisidir; bunu biliyorum. Elinizdeki
kitabımın adı “Sanata Çözümlemeli Bakış” tır. Neden bu adı koydum, açayım. Şiir
yazınında yazılıp çizilen düşünce yazılarındaki konu ve içerik, şiiri araştırma
ve incelemeye başladığımdan beri sorularıma yanıt oluşturmadı. Etkinliklerde,
derslerde, dergilerde yapılan yorumların çoğu, şiir için etkili bir anlam
içermediği, şiir sanatına yeterince katkısı olmadığı kuşkusunu uyandırdı.
Özellikle Türk şiir yazınındaki deneme ve makaleler; ilgili bilimlerinin
ilkelerinden uzak, olması gerekenin dışında yapay algı ve yargıya bağımlı,
sıradan genellemelerden öte geçmediğini düşündürdü. Bu düşünceye dayanarak
uluslararası yayınlar da dâhil olmak üzere şiir sanatıyla ilgili kaynak
taramasına yöneldim. Ne yazık ki bunlar da kafamdaki soruları yanıtlayamadı. Bu
ve buna benzer nedenlerle sanat bilimine (sanat felsefesi, sosyolojisi,
psikolojisi, estetik bilimi) başvurdum. Araştırmalarım sırasında çıkış yolumu,
Prof. Dr. İsmail Tunalı’nın “Estetik Beğeni” kitabındaki “Sanat eserini ontik
bir bütün ve integral bir varlık olarak kavramak.” tümcesi gösterdi. Bu
tümcenin açılımını burada yapmayacağım. Yapıtın Sanat Değeri Ölçülebilir mi?
isimli denememde açıkladım. İlerideki sayfalarda okuyabilirsiniz. Sevgili
Sanatsever Dostlar. Bir
şeyi; öğrenmek, ölçmek, çözümlemek, eleştirmek, değerlendirmek, incelemek
istiyorsanız o nesne ya da sistemi parçalara ayırmak zorundasınız. Sistemin her
bir parçasını, ilgili bilimleriyle araştırıp, tartıp, ölçüp, deneyip sonuca gitmek
zorundasınız. Sonra kendiliğinden, her parçanın sonuçlarını ve parçaların
birbirleriyle olan ilişkilerini çözmeye yöneleceksiniz. Böyle bir yönteme
başvurduğunuzda göreceksiniz ki şiir sanatında, şiiri öyküleştirmekten öte yol
alınmamıştır. Bu yüzden şiire ilişkin yazılarımda, çok seyrek olarak kaynak ya
da referans vermişimdir. Başta
yazdığım iki tümce benim ışığımdır. Her ne olursa olsun ölçülemeyecek hiçbir
şey yoktur evrende; bu şiir olsa bile… Sanatın/şiirin;
değişkeni çoktur, organlar arası bağımlılığı yoğundur, algoritması karmaşıktır.
Olsun. Tasarım, yaratıcılık ve analiz konularındaki deneyimsel bilgime, bilgi
yönetimi ve bilginin teknolojiye dönüşmesi konusunda mühendislik becerime
dayanarak bunları sizlere aktarıyorum. Duyumsadığım, düşlediğim, gördüğüm ya da
uzun zamandır tasarladığım tümceler kuruyorum. Sanat, bununla birlikte şiir,
öyle bir konudur ki insanın ulaşabildiği derinlik kadar derindir. Keşfi henüz
yapılmamış pek çok yanı vardır; dipsiz kuyudur; sonsuza kadar da bu alandaki
keşifler tamamlanamayacaktır. Bir
yapıtı çözümlemek, eleştirmek ya da sanat değeri konusunda bir sonuca varmak
istiyorsanız, yapıtı katman ve tabakalara ayırıp ilgili bilimleriyle ele
almalısınız. İlgili bilimler sizi sağlıklı bir sonuca götürecek kadar gelişkindir.
Sanattaki boşlukları da, iyi yanlarını da, anlamsız olanlarını da önünüze
koyacaktır. Yeter ki kalıplaşmış bilgilerden kurtulup araştırmaya zaman
ayırınız. Genelleme sözlerle, kulaktan dolma bilgilerle; ne şiir öğrenilir ne
çözümlenir ne eleştirilir ne de yazılır. Bugüne kadar olduğu gibi önüne gelen
“Ben de varım” diyebilmek için şiiri kişileştirip bir şeylerin uydusu durumuna
düşürür. Şiirin yazılması ve öğrenilmesi, ne dil sorunudur ne de deneyimsizlik
sorunudur. Şiir, sanat felsefesinin sorunudur. Bu da, ilgili bilimlerin
eşgüdümünü gerektirir ve çok karmaşık bir yapı demektir. Bu karmaşa da, yapıtı
ayrıştırıp bütün organlarını tek tek çözümlemeyi zorunlu kılar. Yapılamayacak
hiç bir şey, ölçülemeyecek hiç bir etkinlik yoktur. Yeter ki konuya çözümlemeli
(analitik) bir mantıkla yaklaşalım. Ayrıca sanatta sistem, yöntem ya da teknik;
sınırlama anlamına gelmez, onun ayrıntılarını görmek için dinamik bir yol
kazandırır. Akademisyenlere, şair ve yazarlara buradan çağrı yapıyorum. Sanata
çözümlemeli yaklaşım için, ortaya koyduğum sanatsal kavram, kuram, sistem ve
tekniklere el veriniz; bunların boşluklarını bulup geliştirelim. Kitabım ve
denemelerimde dile getirdiğim; Şiir/Sanat Çözümleme Tekniği, Rastlantısal Anlam
Kuramı, Çağrışımsal İmgelem Kuramı ve Katman Edebiyat Eleştiri Sistemi;
rastgele ortaya atılmış bilgiler değildir. Bunlar, henüz başvuru kaynağı
olmayan doktora tez konularıdır. Yapılmış, yazılmış şiirleri ve şairlerini
incelemek; kalıplaşmış bilgileri her dönem yinelemek; bunları tez konusu olarak
ele almak; sanatta gelişime katkı sunmaz; deneyimsel ve açık bilgidir. Türk
sanatına evrensel boyut kazandırmak istiyorsak çözümlemeli bir yaklaşımla şiiri/sanatı
ele almalıyız. Çünkü şiir; hem akademik
alanda hem olağan ortamda kimsenin sahiplenmediği bir çağı yaşıyor. 22 Ağustos
2022
SANATA ÇÖZÜMLEMELİ BAKIŞ Sanat Nedir?
Öncelikle sanat nedir sorusuyla başlayacağım. “Bu soruya
yanıt olarak dünya edebiyatında o kadar çok metin ve kitap yazılmış ki hepsini
okumak için yaşamımız yetmez. Pek çoğu da sanatı bir kahraman olarak kullanıp
üzerinde debelenmiş. Her bilgi saygındır; ne var ki bir sonuca götürmesi,
yeniliğin önünü açması ve geçerli olması için birtakım verilere dayanmalıdır.
Sanat açık dokulu bir kavramdır. Tanımlanması zordur. Değişkeni ve çarpanı o
kadar çoktur ki bunların aralarındaki ilişkiyi çözmek kolay değil. Bu yüzden
çoğu sanatsal metinde, sanatın bir yönü ya da bir alanı alınıp
değerlendirilmiştir. Sanat
yazılarını genel anlamda taradığımızda çoğu, genellemeler üzerinden yanıt
bulmaya çalışır bu soruya. Ne yazık ki bu tür genellemeler, ne sanata ne
sanatçıya ne de yapıt üretimine kullanılabilir/işe yarar bilgi sunar. Örneğin
“Şiir tanımlanamaz, ne kadar şiir varsa o kadar da tanımı vardır” gibi altı boş
genellemelerle yazılanlar… Ben de varım diyebilmek için havaya salınmış
metinler çoğunluktadır. Veri ve deneyime dayanılarak yazılanlar da var; bunların
hakkını teslim etmeliyim. Yılların içinden süzülen bir birikim ve kazanım
vardır; yadsınamaz. Bunlar, kendi değerlerini yaşamalı, yaşarken de daha
iyisini ve yenisini üretmelidir. Resim
ya da şiir gibi bir sanat dalını ele alarak sanat nedir sorusuna yanıt
aramayacağım. Sanat gibi karmaşık bir kavramı, bir dal üzerinden anlatmak biraz
sığ kalır. Sanatı genel bir kavram olarak ele alıp sanat felsefesinin öngördüğü
ölçütler kapsamında kendimce çözümlemeli bir yol izleyeceğim. Bu şekilde
sanatın ne olduğunu daha kolay açıklayabilirim. Örneğin şiir; nedir, nasıl
yazılır ve okurla ilişkisi nasıldır, sorularına bu çözümlemeden sonra daha
kolay yanıt arayabilirim. Ayrıca sanata
çözümlemeli yaklaşım; okura, yazara, şaire ne kazandırır; neyin önünü açar,
sorularının yanıtını yazımın sonunda vermeye çalışacağım. Sanat;
sanatçı-yapıt-okur-ortam[2] dörtgeninde
oluşan; ses, dil, ışık, hareket… gibi gereçler kullanılarak estetik değer
yaratma çabası taşıyan, insan etkinliğidir. Burada sanatçı, okur ve ortam
üzerinde durmayacağım. Sanatı anlatabilmek için özellikle temel öğesi olan
yapıt üzerinde yoğunlaşmalıyım. Öyleyse yapıtın karnını deşip içinde neler var
birlikte bakmalıyız ki sanatla ilişkisi olmayan bir okur bile ne söylediğimi
anlayabilsin. Sanatı
genel anlamda sınıflandırırsak: Dil Sanatları; şiir, öykü,
roman, oyun, mektup deneme… Gereci dil olan sanatlar. Görsel Sanatlar; resim,
sinema, tiyatro, heykel, seramik…
Görüntü ve biçime göre oluşan sanatlar. Ses Sanatları; şarkı, türkü,
opera… Sesi, ezgiye dönüştürerek yapılan sanatlar. Hareket Sanatları; dans,
pandomim, halk oyunları… Harekete ve hareket biçimlerine dayalı sanatlar. Karma
Sanatlar; her ne kadar sanatı sınıflandırsak da bunlar çoğu
zaman birbirleriyle iç içedir. Şiir, aynı zamanda sesi, sinema ise hem dil hem
hareket hem de sesi birlikte kullanabilir. Ayrıca her sanatın kendine özgü bir
dili ya da dilleri vardır. Resmin ışık, dansın hareket, müziğin ses, sinemanın;
görüntü, ses, dil olduğu gibi… Kullandığı dil açısından ‘karma sanatlar’ diye
de bir sınıflandırma daha yaparsak yanlış olmaz. Sayısal
Sanatlar: Altıncı bir sınıf daha var ki henüz tanımlanmamış ya
da tanımlanması güç olan bir alan: Yapay zekâ veya sayısal teknolojilerin
ürettiği sanat. Bunlar, insan üretimi olmadığı için sanat kapsamında
düşünülmeyebilir. Ne var ki bu tür üretimlerin gerisinde yine insan zekâsı
vardır; fotoğrafta olduğu gibi... Bu yüzden sanat kapsamına alınması daha
mantıklı bir yaklaşım olur. Bana kalırsa
bunun adına da ‘Sayısal Sanatlar’ demeliyiz. Hologram, üst teknoloji
aygıtlarının ürettiği görsel objeler, yapay zekâ çizimleri gibi… Her
sanat dalı, aynı ilkeler üzerinde yürüyen sürece ve aynı amacı taşıyan bir
yapıya sahiptir. Aralarındaki ayrım, kullandıkları dil ve yöntemdir. Burada en
ayrıcalıklı olansa dil sanatlarıdır; çünkü düşüncemizin göstereni olan dilimiz,
onun temel gerecidir. Örneğin resmin gereci ışık olduğundan, ressam ikinci bir
dili kullanmak zorundadır. Yani düşündüğünü ek olarak ışığa dönüştürmesi
gerekir. Hangi
sanat alanı olursa olsun ortaya çıkan sonuç, gerekli sanatsal öğeleri taşıyorsa
biz buna yapıt diyoruz. Öyleyse bir yapıtta en az neler bulunmalıdır? Bilindiği
gibi yapıtın, sanat felsefesine göre ön ve arka yapısı vardır. Bunlar, nesnel
ve duyusal yapı diye de adlandırılır. Bir anlamda görünen kısmı nesnel,
görünmeyip duyumsanan kısmı ise duyusal yapı olarak ele alınır. Yapıtın ne olup
olmadığını anlamak için, nesnel ve duyusal yapı kavramlarını, zihnimizde
çözmemiz ve yapıt üzerinde işlevleriyle birlikte görebiliyor olmamız gerekir.
Örneğin insan bedenini bir sanat yapıtı varsayalım: Hücreler dâhil tüm
organların oluşturduğu bütün bedenimiz, sanatın nesnel kısmını; bilinç, duygu
veya ruh dünyamız ise duyusal kısmını içeren yapıdır. Yapıtta görünen ve
görünmeyen her parça (öğe), bir bütünü oluşturur. Diğer deyişle yapıttaki
katmanlar, bir sanat yapıtını oluşturur. Yapıttaki
öğeleri, katman; katmanın altındakileri de tabaka terimiyle tanımlayacağım.
Öyleyse bir yapıtta bulunan katman ve tabakalar ne anlama geliyor? Katman;
yapıtta birbirine benzer belirli özelliklerin, içsel, dışsal, fiziksel, duyusal
nitelik veya niceliklerinin bir arada bulunduğu, birbirleriyle etkileşim içinde
olan ve birbirlerini var eden yapılardır. Örneğin biçim, anlam… katmanı
gibi. Katmanların altındaki yapılarsa tabakalardır. Tersinden söylersem
tabakalar katmanı, katmanlar bir bütün sanat yapıtını var ederler. Tıpkı
insanın belirli ruhsal ve fiziksel katmanlardan oluşması gibi… Bu durumda
yapıtı; ağzı, dili, duygusu ve diğer organları olan bir beden olarak
düşünebiliriz. Sanat
yapıtında bana göre olmazsa olmaz en az yedi katman vardır. Bunlar; Biçim,
Anlam, Ses, Anlatım, Çağrışım, Coşum ve Estetik Katmanı’dır. Katmanlar,
birbirinden ayrı düşünülemez; birbiri içine geçmiş ve birlikte yapıtı oluşturan
yapıtaşlarıdır. Bir anlamda yapıtın dünyaya açılan yedi duyusu ya da yedi
organıdır. Bunların öncelikleri ya da baskınlıkları, sanatın sınıfına göre
değişebilir. Heykelde biçim öncelikliyken, şiirde anlam katmanı daha baskındır.
Ayrıca sanatın türüne göre ek katman da tanımlayabiliriz. Örneğin roman ve öykü
gibi sanatlar için ‘karakter yaratma ve karakterin betimlenmesi’ önemli bir
konudur. En az yedi katmandan kastım, her yapıtta bunların mutlak varlığıdır.
Heykelde ses katmanı olmamalı diyebilirsiniz. Heykelde ses katmanı olmalıdır.
Heykelin size bakışında bir görünümü bir de sesi vardır; çığlık atıyordur ya da
iç sesiyle size “Dokun bana” diyordur. Yani fiziksel olmasa bile duyusal olarak
bir sesi vardır her yapıtın. Yapıtta
bulunduğunu düşündüğüm katmanlar: Biçim
Katmanı: Her yapıtın bir biçimi vardır. Biçim, bazı sanat
sınıflarında iskelet, bazılarında kılıf bazılarında ise devinim şeklindedir.
Bir anlamda biçim, yapıtın taşıyıcı kabıdır. Yukarıda tanımladığımız altı
katman biçim içinde/üzerinde konumludur. Biçimi bir torba gibi düşünürsek,
içine doldurduklarımızla, torbanın aldığı fiziksel ve duyusal şekle, biçim
diyebiliriz. Obje sanatlarında ya da hareket sanatlarında biçimin öne çıkan bir
formu varken sinema ya da şiir gibi sanatlarda daha geri plandadır. Başka bir
deyişle biçim, yapıtın tüm öğelerini bünyesinde konumlandıran bir yapı olmasına
karşın bazı sanat alanlarında ön planda olmayabilir. Anlam
Katmanı: Sanatın hangi dilini kullanırsak kullanalım, ister
hareketi ister ışığı ister çizgiyi ister sözü; yapıtta kullandığımız dil, bizim
anlamlandırdığımız somut, sanal ya da soyut varlıklara dayanmak zorundadır. Bu
da; her çizginin, her ışığın, her sesin, her dizenin, her hareketin bir anlam
içerdiğini gösterir. Dilsel ve simgesel olarak yapıtta kullandığımız her şey,
bir veya birkaç anlama yönelir. Dizede kullandığımız her sözcüğün kendi
bağlamında veya kullanıldığı yere göre üzerine giyindiği bir anlamı vardır.
Kaldı ki anlamı olmayan dize kurmak, olası değildir. Sadece algımızın
alışkanlığı olan bütünlüğü oluşturmayabilir. Özetlersek, anlamın derinliği
kadar da yapıtın ağırlığı olacaktır. Anlam, aynı zamanda diğer katmanlarla da
ilişkilidir. Örneğin çağrışım katmanı; anlama, sesin anlamına, ışığın anlamına
hareketin anlamına bağlıdır. Her katman açıklamasında yinelememek için bir kez
söyleyelim: Bütün katmanlar birbirine bağımlıdır; birbirini kurar ve bir
bütünlük oluşturur. Anlam, anlatım ve sesin bir bütün olduğu gibi… Anlatım
katmanı: Her yapıtın kullandığı dile bağlı olarak kendine özgü
sınırsız bir anlatım tekniği vardır. Işıkla, hareketle, sesle ya da dille… Anlatım, anlam ve sesle eşgüdümlüdür, aynı
zamanda da eş zamanlı işler. Heykel, görsel bir anlatımı öne çıkarırken şiir,
dilsel bir anlatıma yönelir. Sonuçta her yapıtın bir veya birkaç anlatım gereci
ve düzeni vardır. Şiir, ses ve dili kullanırken sinema filmi, görüntü, ses,
hareket ve ışığı anlatım gereci olarak kullanır. Anlatım, anlamı ne kadar
güçlendirebilirse estetik değer de o oranda artar. Bütün sanatlar, anlatımın
anlamı güçlendirmesi üzerine kurgulanmıyor mu? Bu yüzden anlatım; incelik,
farklılık gerektiren, yapıta rengini ve tınısını veren bir katmandır. Ses
katmanı: Ses, anlam ve anlatımla bir bütündür. Özellikle dil
ve ses sanatlarında… Bu bütünlük, duyarlılığı artırıcı bir güçtür. Sesin insan
üzerinde yarattığı duygu değeri çok yüksektir. Yani duyusal ve anlamsal etkisi
güçlüdür. Biçim gibi ses de fiziksel bir katmandır. Yapıtta sesten söz etiğimiz
zaman, ezgiye dönüşmüş sesi anlatıyoruz demektir. Konuşmanın bile ezgisi
olduğuna göre gürültü dışındaki her ses, kendi başına ezgi demektir. Müzikte
başka, şiirde başka, resimde başka bir biçimde görünüşe çıkar. Sonuçta pandomim
bile olsa kendine özgü bir sesi vardır. Anlam ve anlatımla uygun ve yetkin
kullanıldığında, estetik değer yaratma gücü yüksektir. Müziğin ya da şiirin
duyarlılığı artırması ve duygusallığı kolay tetiklemesi bundandır. Yukarıda
açıkladığımız dört katman, yapıtın fiziksel ya da nesnel katmanlarıdır. Bu
aşamadan sonra anlaşılması ve anlatımı daha zor olan duyusal katmanları ele
alalım: Çağrışım
katmanı: Çağrışım; ses, anlam ve anlatımın verilerine
dayanarak; kişinin bilgi birikimine, yaşamsal ve duyusal belleğine, izlerden
yaşamsal birikime, oradan imge ve görüntüye, görüntüden imgelem[3]e ulaşan;
insana özgü bir özelliktir. İnsanın düş ve düşünsel evreninin sınırsız
eylemidir. Sanatın
temel taşıdır çağrışım. Amaç, çağrışımın güçlü ve çoğul olmasıdır. Başka
deyişle kurduğumuz çağrışım çekirdeği[4], yarattığımız
çağrışım yelpazesi[5] ve çağrışım
saçağı[6]; ne kadar
geniş bir alanı tarıyorsa/yayılıyorsa anlam o kadar derin ve çağrışım aynı
oranda güçlü demektir. Gerçek anlamda, gösterenle gösterilen örtüşür. Bunun
duygu değeri zayıftır. Oysa sanatta aranan ölçüt; değişmece, değinmece,
benzetme, alışılmadık bağdaştırma gibi tekniklerle yapılan güçlendirilmiş
anlamdır. Derin anlam, güçlü anlatım ve nitelikli ezgi; çağrışımın doğum
yeridir. Bu yüzden sanatı sanat yapan şey, çağrışım yelpazesinin genişliği,
uzunluğu ve çoğulluğudur. Çağrışım ne kadar çoğul ve güçlüyse imgelem yaratma
yeteneği o oranda güçlüdür. Sanatı çözümlemede ya da ölçümlemede, temel
ölçütlerimizden bir tanesidir. Yazınımızda üzerine gidilmeyen bir konu olmasına
karşın eleştiri, inceleme ve sanat çözümlemesinde; önemli bir ölçüttür ve
akademik olarak ayrıca ele alınması gereken vazgeçilemez sanat-insan
ilişkisidir. Coşum
Katmanı: Coşum; yapıtın duyusal varlığından doğan,
izleyicideki duygulanmanın, duyarlılık yaratmanın eylemsel sürecini içeren bir
katmandır. Olumlu ve olumsuz her tür duygu durumunun taşkınlığa yönelme
süreciyle ilgilidir. Bir başka deyişle, olumlu duygunun doğurulmasından
taşkınlaşmasına kadar olan ruh durumudur. Yapıtın amacı, duygunun harekete
geçirilerek taşkın diye belirttiğimiz kıvama dönüştürülmesidir. Görme, anlama,
sezme ve kendini duyumsama gibi duyusal, bilinçsel ve ruhsal eylemler; duygu
durumunun taşkınlaştığı, yani duyarlılığa dönüştürüldüğü zaman farkındalık
kazanmaya başlar. İşte estetik beğeni dediğimiz olgu da bu aşamadan sonra
işlerlik kazanır. Kısaca coşum, estetik beğeninin bir alt aşamasıdır. Coşumu;
çekici görünüş, derin anlam, güzel anlatım, nitelikli ezgi ve güçlü çağrışım
ortaya çıkarır. Yani yapıtın duygu değerinin okur duygularıyla bütünleşmesi
sonucu doğan duygu durumudur. Yapıta giydirilmek istenen elbise ve yapılan
makyaj, diğer söyleyişle sanatsal teknikler; coşumu en üst düzeye çıkarmak
içindir. Coşum,
öznel bir durumdur. Çözümlemede, eleştiride ya da incelemede; öznel tutuma gebe
oldukça fazla açık yan barındıran bir katmandır. Kişinin yaşamı algılama ve
tutuş durumuna göre şekil alabilir. Kimilerin Nazım Hikmet Ran’ı şair olarak
dikkate almazken Necip Fazıl’ı öncelemesi bundan kaynaklanır. Daha başka
nedenleri de var ama konumuza bulaştırmayalım. Estetik
Katmanı: Yapıtta amaç, estetik değer yaratmaktır. Her sanat
dalının temel yönelimi olabildiğince estetik değere sahip olmaktır. Estetik
algı, estetik kaygı ya da estetik tavır diye adlandırdığımız insan-yapıt arasındaki
ilişkiden doğan duyusal durum, estetik beğenidir. Beğeni, çok değişkenli bir
insan eylemidir; kişinin yaşamında eriştiği, yaşadığı, özlediği, öğrendiği ve
gördüğü tüm bilgilerin rol oynadığı duyusal bir sonuçtur. Ayrıca izleyicideki
beğeni, kişi ve toplum bilincine göre de görecelidir. Sanatçı ve yapıtın amacı
estetik beğeniyi sağlamak, izleyicinin amacıysa estetik yaşantıya girmektir.
İşte bu karşılıklı ilişki, estetik bilimiyle açıklanabilir bir süreçtir. Yapıt,
estetik algı ve estetik değer yargısını gıdıklayabildiği, duyguları ve zihni
estetik katmana taşıyabildiği kadar güzeldir. Sonuçta estetik değer; yapıttaki
biçim, anlam, anlatım, ses, çağrışım ve coşumun görevdeşliğinden doğar.
Beğeniyi, yapıtta mutlak var olan katmanların her birinin kendi içindeki
güzelliği ile hepsinin bir bütün olarak görevdeşliği sağlar. Zihni ne kadar
sarsıyor, aklı ne kadar sendeletiyor, duyarlılık ile duygusallığı ne kadar
tetikliyor ya da ulaşılmazlığı ne kadar güçlü duyumsatıyorsa işte o gerçek bir
yapıttır. Bu durumda yapıt, sanat değeri taşıyor ya da estetik değere sahip,
diyebiliriz. Bir yapıt karşısında izleyicinin; aklının sarsılması, hayranlık
duyması, ulaşılamazlık duygusuna girmesi; duygularının ele geçirilmiş olduğunu
gösterir. Yapıtın amacı, izleyicinin duygularını ele geçirmek değil midir? Sonuç
olarak yukarıda açıkladığım yedi katman, bir bütünü oluşturur ve bu bütüne
yapıt adı verilir. Bir şiir, öykü, tablo ya da opera gibi… Bu etkinliğin adı da
sanattır. Her bir katman, ilgili olduğu bilimlerin ilkeleriyle incelenebilir,
daha nesnel bilgilere ulaşılabilir. Anlam katmanı; anlambilim, göstergebilim ve
dilbilim; anlatım katmanı, anlatıbilim; ses katmanı, sesbilimle… Kısaca
tanımlarsak sanat, sınıfına özgü diliyle estetik değer taşıyan ve estetik
algıyı tetikleyen insan yaratımı bir etkinliktir. Dinamik ve açık dokulu bir
tanımlamaya gidersek sanat; bilgi,
yetenek, ortam ve sezgiye koşut, insan algı ve değer yargısı bağlamında belirli
katmanların görevdeşliği ile biçem alan etkinlikler bütünüdür. Yapıt; hangi
sanat döneminin, akımın ya da ekolün içinde doğarsa doğsun, sonuçta aynı katman
ve tabakalar ile çağının ve değişimin öngördüğü ek katmanları içerir. Buna
karşın sanat, dinamik bir yapıdadır; keşfedilmemiş sınırsız ve sonsuz bir
hareket alanına sahiptir. Üretilen bilgi, kültür varlıkları ve zamanın aldığı
değerler oranında gelişir/yenilenir. Çözümlemeli Bakışın Getirisi “Sanata çözümlemeli bakış nelerin önünü açar”
sorusunun yanıtını örnekleriyle görebilmek için şiir sanatını temel alacağım.
Bütünlüklü ve insanlığa mal olmuş bir şiiri ele aldığımızda, şiiri oluşturan
tüm katmanlar ve bu katmanların birbirleriyle ilişkisi çözümlenebilir. Her
katman, kendini ilgilendiren bilim alanlarıyla değerlendirildiğinde şiir sanatı
hakkında açığa çıkmamış boşluklar saptanabilir. Örneğin çok yerde yazılıp
çizilmiş olan “Biçimi, öz-içerik oluşturur” söyleminin, eksik bir saptama olduğu
ya da kullanılabilir bilgi içermediği görülebilir. Öncelikle
sanatı tüm varlık yapılarıyla görmemizi sağlar. Yapıttaki her katmanı, ayrı
ayrı inceleyip aralarındaki ilişkiyi çözmemizi kolaylaştırır. Her şiirin
yaşayan bir varlık olduğunu, belirli öğelerin görevdeşliğinden doğduğunu,
yaşamla insan ilişkisinin bir göstereni olduğunu duyumsamamızı sağlar. Şiir
nasıl yazılır, yaratılır, hangi katman hangi katmanı güçlendirir, bunların
görevdeşliğinden nasıl bir sanatsal değer elde edilir, sorularını aşama aşama
inceleyerek “Sanat nedir” sorusuna daha kolay yanıt bulmamıza yol açar. Sanattan
söz ediyorsak amacımız, şiirin anlamsal değerini ortaya koymak değil; anlamın
şiire kattığı sanat değerine karar verebilmektir. Anlam katmanını; anlambilim,
göstergebilim, nörobilim, toplumbilim, ruhbilim gibi… ilgili bilimlerle ele
alıp incelediğimizde, yapıtın sanat değerine katkısını daha kolay
saptayabiliriz. Öyleyse şiirden ulaşılan ve duyumsanan anlamın, sanat değerine
olan etkisini gösteren tanımlama ne olmalıdır, sorusuna götürür bizi. Şiirin
sanat değerini tanımlamak için anlambilimin öne sürdüğü gerçek anlam, yan
anlam, değinmece anlam gibi anlam öbekleri, amacımıza uygun veri sunmaz. Sanat
değerini ya da niteliğini ortaya koyabilmek için bu anlam öbeklerinin dışında
tanımlanması gereken başka bir yöntem ya da işleyiş var mıdır, diye araştırmaya
iter. Örneğin bu soru, okurun algısı ve anlaması ile yapıtın ortaya koyduğu
anlamın, beklenmeyen/kastedilmeyen bir sonuca yönelebileceği kuşkusunu doğurur.
Şiirin imge gücüyle okurun ulaşacağı imgelem, her zaman imgenin sınırları
içinde olmadığını biliyoruz. Yazılanla anlaşılanın, imgeyle imgelemin birebir
örtüşmek zorunda olmadığını anlatıbilim de söyler. O zaman burada tanımlanmamış
bir işleyişin varlığı önümüze çıkar. Bu işleyiş, nasıl tanımlanabilir?
Yanıtlamamız gereken yeni bir sorudur. Örnek olarak bu işleyişi özetleyeyim: Okur; kendi yaşamsal değerlerine,
izlerine, bilgi ve belleğine yaslanarak, şairin şiirinde gerek kastettiği gerek
kastetmediği anlatım ve anlam örgüsünden bazı ipuçları yakalar; bu ipuçlarından
beklenilmeyen imge, imgelem, olay ve görüntülere ulaşabilir.[7] Bu durum
ratlantısaldır ve kuramsal bir süreçtir. Şiirle her okur arasında oluşan bir
durumdur. İzlenebilir, denenebilir, genellenebilir ve aynı sonuçlara yönelen
bir işleyiştir. Bu işleyişten, anlam katmanının altında yeni bir anlam
tabakasının varlığı saptanabilir. Bunu, rastlantısal
anlam tabakası ve aynı zamanda rastlantısal anlam kuramı[8] biçiminde ele
aldım. Şiirin anlamı, okurun çağrışım yelpazesini ve imgelem yetisini ne kadar
güçlü tetikliyorsa şiirden ulaşılan rastlantısal anlam o kadar iyi demektir. Bu
durum, şiirin sanat değerine o oranda katkı yapıyor anlamına gelir. Şiirde
ses katmanı; ritim, ton, vurgu gibi parçalarüstü sesbirimlerle geçiştirilir.
Hatta yazınımızda, şiirdeki sesin ayrıntılı ve ilgili bilim alanıyla incelenmiş
bir kaynağı yoktur. Aslında sesin, şiirin anlam değerinden daha fazla duyguyu
tetikleme gücü vardır. Buna bağlı olarak sanat değerini daha da güçlendirme olanağına
sahiptir. Sesin şiire kattığı sanat değerinin göz ardı edilmesi, ezberci ve
usta çırak yöntemiyle şiire yaklaşmamızdan kaynaklanır. Çözümlemeli bir bakışla
ele almış olsaydık bu ayrıntılar bugüne kadar geliştirilir ve yazınımızda
yerini alırdı. Şiirin
sanat değerini ortaya çıkarmamıza yarayan bir diğer konu ise çağrışım
katmanıdır. Çağrışım, her sanat yapıtı karşısında izleyicide oluşan bir
eylemdir. Bu eylem başlı başına bir araştırma konusudur. Yapıt karşısında
oluşan çağrışım sürecini incelediğimizde yanıt bekleyen pek çok soru ortaya
çıkabilir. Her imge, her okuru imgelem sürecine sokar. Her yapıt her okurda
farklı çağrışımlara yol açar. Öyleyse “Burada kuramsal bir işleyiş olmalıdır”
kuşkusu doğar. Amacımız sanatsal bir sonucu ortaya çıkarmaksa kuramsal
işleyişin nedenlerini ve etkilerini ortaya koymamız gerekir. Çağrışım,
gerek şiir dili tekniği gerek doğrudan gönderme gerek imge gibi yöntemlerle
yapılsın; bellekte, bilinçte ve bilinçaltında var olan bilgileri uyararak okura
yeni imgelem olanakları sağlar. Okurun yaşamsal izlerini ve değerlerini
kurcalayarak, okurda öne çıkan bilgilerle yeni anlam alanları yaratır. Bu
alanlar, çağrışımsal imgelem alanlarıdır ve sanat değeri konusunda önemli
veriler sunar. Tanımlanması ve ayrıntılı incelenmesi gereken bir işleyiştir.
Çünkü, çağrışımsal imgelem kuramı; insan ve yapıt arasındaki etkileşimin doğal
ve mutlak bir sürecidir. Benzer etki-tepkiden benzer sonuçlara yönelir. “Sanata
çözümlemeli bakış nelerin önünü açar” sorusunun yanıtını, daha fazla uzatmadan
ulaşabildiğim bilgi ve sonuç kapsamında özetleyeyim: *
Açık kapı bırakmayan, öznelliği en az düzeye indiren, dinamik bir şiir/sanat
çözümleme tekniği, *
Katmanların incelenmesi sonucu, yeni kavram ve sanat terimlerine ulaşılması;
çağrışım çekirdeği, çağrışımsal imgelem, durumsal estetik değer gibi, *
Rastlantısal anlam kuramı ve çağrışımsal imgelem kuramı gibi sanat değerini
saptamaya yönelik iki kuram, *
Katman yöntemiyle işleyen, dinamik, ilgili bilimlerine dayalı, her sanat türü
için geçerli, öznelliği en az düzeyde tutan bir eleştiri sistemi, *
Ayrıca sanatın hangi dalı olursa olsun öz-içerik-biçimi konusunda genel bir
görüş verdiği gibi uygulaması ve yaratımı hakkında daha somut veriler, *
Şiirin sağından girilir, solundan girilir, şöyle yazılır, böyle yazılır gibi
genel söylemleri bir kıyıya itip şiir nasıl yaratılır sorusuna altı dolu
yanıtlar sunar. Bunlardan
sonra ayraç içinde şunu da belirtmeliyim: “Kuramsal bilgiyle iyi şiir yazılamaz”
anlayışıyla yetişmiş ve ısrarla bunu savunan bir şair ve akademisyen, bu
bilgileri önemsemeyecektir. “Yeni bilgi, sanatsal kavram ve terimler; bu tür
bilgi ve yaklaşımla üretilebilir, sanat dünyasına kazandırılabilir” önermesi
kanıtlanmış olsa bile bugün için önemli bir sonuç doğurmayacağını ilk bakışta
görebiliyorum. Bilgi, kullanılabilirse geçerli ve değerlidir. Bunun yanında
yeni bilgiyi kullanabilecek donanım gerekir. Amacımız, “Üzüm yemek mi yoksa
bağcı dövmek mi?” tam anlamıyla bunu şiir dünyamızda saptamış değiliz. Öyle bir
sanat kültürüne sahibiz ki neyi neden ve nasıl yapacağımıza değil; yapılmışa
öykünmek dışında yeni bir tutum geliştirecek gücümüzün olmadığını düşünüyoruz.
Oysa bugünün beyni öylesine çok, öylesine güçlü bilgiye sahip ki bunları
örgütleyip kullanabilse… 20 Nisan 2022, Narlıdere Ç. Türk Dili Dergisi Eylül 2022, Sayı 415’te
yayımlanmıştır.
NEDEN BU KISIRLIK? Sanatsal
konularda ya da şiir gibi özellikli bir sanat dalı hakkında; konuşmak,
tartışmak, yorum yapmak, düşünce alışverişinde bulunmak, sanatseverler için
zevkli, güzel ve yararlı eylemdir. Ne var ki bu güzelim eylemler, ilgili yayın
organlarında ya da yaygın iletişim ağlarında bir hiç uğruna yok ediliyor daha
doğmadan; saptandığı sanılan üstünkörü doğru, kulaktan dolma birkaç bilgiyle…
Dışarıdan bakıldığında şiirle ilgili ne kadar çok şey biliniyor, kıskanıyor
insan. Birkaç anı, birkaç söylem, büyük şairlerle birkaç oturup kalkmışlık,
yapılmış üzerine yazılmış bir doktora tezi, adı belli bir şair hakkında havadan
sudan içerikle yapılmış birkaç inceleme; her şeyi çözmüş, şiirin derinliğini
keşfetmiş ve mutlu sona ulaşmış havasına girmek için yeterli… Bu kadar
çalışmamıza, bu kadar bilgi sahibi olmamıza karşın bugüne kadar bir tane
sanatsal kuram saptayan, sanat kavramı öne süren ya da yeni bir şey ortaya
koyan; şair, sanat düşünürü ya da akademisyen çıkmamış son elli yılda, ilginç
değil mi? Şiirin gerçekliğini kavramış birisi, çevresine kuramsal bilgi
aktarmaz mı? Her şey keşfedildi de ondan mıdır bu kısırlık? Şiir, doyum
noktasına mı ulaştı acaba? Bunları,
açıkça söylemek, ulu orta haykırmak gerek ki her sanatsever duysun sessiz
çığlığı… Neyi bilmediğimizin bilinmediği, neyin ayırdında olunmadığı, yanlışın
yanlışla doğrulandığı öykünmeci bir şiir ortamının ağır havası; basmış diri
beyinlerin her bir köşesini… Elbette
şiir hakkında tartışmak ve düşünce alışverişinde bulunmak, belirli düzeyde
sanatsal altyapı, bilimsel donanım ve öngörü gerektirir. Şiir hakkında yazılan
yazılara baktığımızda, etkinliklerdeki konuşmaları izlediğimizde görüyoruz ki
herkes, sanatsal altyapıya sahip ve şiirin derinliğini kavramış bir tutumla
böbürleniyor. Görünen öyle de işin ayrıntısına girdiğimiz zaman altından
çapanoğlu çıkıyor… Estetik terimini doğru kullanmayan akademisyen, kuram
terimini yerinde kullanamayan şairlerin sanat düşünce yazılarıyla dolup taşıyor
ortam. Tekrarın tekrarıyla böbürlenme, yapılmışı yorumlamanın ötesine geçmeyen
inceleme yazıları, yaşamdan göçmüş ünlü bir şair isminden nemalanma çabaları;
almış başını gidiyor… Sanatsal ve bilimsel temele dayanmayan şiir bildirileri
(manifestolar…) ve Dünya şiir günü bildirileri.
Üstüne üslük “Kuramsal bilgiyle iyi şiir yazılamaz” deyip sallayıvermiş
yukarıdan aşağıya bazı şair dostlarımız. Ceviz kapçığını doldurmayan genelleme
tümcelerle şiir sanatını çözüvermiş en içten… Dostlar,
büyük abilerimizden devraldığımız bilgilerin kafasına şöyle vurun da biraz bu
işin bilimiyle oturup tartışalım. Şiirin duyusal yapısı, öylesine geniş bir
uzam ki bunu estetik bilimi bile çözmeye yeterli gelmez. Diğer bilimlerin
eşgüdümünü gerektirir. Deneyimler, bir kazanımdır. Yapılmışlar, yazılmış
şiirler, metinler önümüzde duran açık bilgidir. Şiir evreninde, felsefesinden
başlayıp insanla ilişkisine kadar olan süreçte, incelenecek çok konu, alınacak
çok yol vardır. Örneğin şiirin temel ögelerinden biri, çağrışımdır. Çağrışım
konusunda (katmanında) saptayamadığımız pek çok kuram olmalı. Bunlar
saptanmadan şiir çözümlemesi genel söylemlere bağımlı kalır. Bu konuyu
inceleyen kişi, bu konu hakkında ayrıntılı bir metin ya da araştırma yazısı
gördünüz mü? Akademik unvana sahip şairler bile, yapılmışı/yazılmışı inceleyip
adı bilinenin adından ad devşirme peşindedir. Bu kişilerden, eğitim sistemimiz
gereği yeni bir sanatsal kuram saptamalarını beklemiyoruz elbet, yeni kuram
saptamak için bütün bilimlerin ilkelerine egemen olmak gerekir. En azından
sanatta yeniliğe açılan yolların temizliğini yapabilsinler öpüp başımızın
üzerine koyalım… Bu
denemeyi okuyan pek çok kimse, sanata/şiire yönelik yeterince inceleme ve
araştırmanın olduğunu düşünebilir. Ne var ki bugüne kadar doyurucu ve yeniliğin
önünü açıcı bir çalışma okumuşluğum yoktur Türk yazınında… Bunları, çoğu kimse
dışlanırım düşüncesiyle söylemeye cesaret edemiyor belki. Aslında işin içine
girmiş her bilinçli şair ya da sanatçı, durumun bu merkezde olduğunu
görmektedir. Sorgulayan sanatseverler, yapıt üretiminden ödül sistemine,
eleştiriden estetik yargıya kadar olan sıkıntıları, farklı tümcelerle dile
getirmektedir. Neden böyledir, diye sorsak sayısız gerekçe gösterilebilir.
Ancak, şiirde/sanatta yeniyi yakalamak için neden sağlıklı ve köklü
araştırmaların içine girilmediğinin, geçimini bu konulardan sağlayan sanat
eğitimcilerinin bile, neden inceleme/araştırmaya yönelmediğinin, doyurucu sonuç
ortaya koyamadığının yanıtını vermek zordur. İnsan ile sanat arasındaki ilişki
çok boyutlu bir ilişkidir ve her sanatseverin, özellikle sanat eğitimcisinin
merak konusu olmalıdır. Kaldı ki işi budur. Bu alanda genelleme tümcelerle
çözülemeyecek kadar bir incelik ve ayrıntı vardır. Bu incelik, salt edebiyat ya da dil eğitimi almış olmakla
çözülebilecek bir konu da değildir. Yazdıklarım
ne kadar nereye ulaşır, inanın kestiremiyorum. Beynimizin çalışma sistemi
gereği, bir şey sanal ya da nesnel görülemiyorsa/tasarlanamıyorsa o şey yoktur
zaten. Eksikliğini dile getirdiğim konular gerçekten Türk şairinin kafasında
nesnel gerçeklik kazanmış mıdır, tasarlanabiliyor mu, bilemiyorum. Düşünceme
göre, bu konuların eksikliği sanatseverlerin kafasında yer etmiş olsaydı şiir
sanatında; en azından ses, çağrışım ve estetik değer gibi konular, ilgili bilimlerin
yardımıyla ayrıntılı incelenip sayısız metinde yer almaz mıydı? Bu tür
metinlerin olmadığı gibi, gerçek anlamda araştırma ve incelemeye dayalı bilgi
bütünlüğü kazanmış şiir yazısı yok denecek kadar azdır. Burada açıkça
görülebilecek bir sıkıntı durmuyor mu? Bu kadar bilgi, deneyim ve kazanımın
ortasında neden bu kısırlık? 03 Ağustos 2022, Maraşantiya Dergisi Ekim 2022,
Sayı:5’te yayımlanmıştır.
KAVRAM, KURAM, SANAT Aynı düşünceyi anlatmaya çalışan tümcelerle çok yerde
karşılaştım ve şiiri bildiğini düşündüğüm çok kişiden duydum. Bu yüzden bu
konuyu, özellikle yazma gereği duyuyorum. Kimin ya da kimlerin söyleyip
yazdığının hiçbir önemi yok. Bu tür bilgi noksanlığının sorgulanması ve
doğrunun açıklıkla ortaya konmasından yanayım. Bunları yaparken,
önemsizleştirmek, küçümsemek, pay çıkarmak gibi bir çabam yoktur, olmamıştır.
Sanatta bu tür yanlışlar ya da bilgi noksanlığı, beni rahatsız ediyor. Bilgi
çağında, herkesin ulaşabileceği kadar bilginin yanı başımızda olduğu bir
ortamda, çoğunluğumuzun hâlâ bu genellemelere inanması, sorgulamadan olduğu
gibi kabul etmesi edebiyatta bulunduğumuz noktayı gösteriyor. İçten olmalıyız
ve bilimsel konuları enine boyuna açıklıkla kişiselleştirmeden tartışmalıyız.
Yazını/sanatı/eleştiriyi, sağlam zemine oturtmanın başka bir yolu yoktur.
Edebiyat dediğimiz sanat alanı, bilimlerle eşgüdümlü çalışan bir sürece
sahiptir. Örneğin şiir gibi sanatların kısırlığı, felsefesinin çağın nesnel ve
düşsel gerçeklerine uygun tanımlanmamasından kaynaklanır; yazının her dalı da…
Yapacağınız kavram yanlışı, süreci istenmeyen yerlere sürükleyebilir. Yanlış
yapılması bugün için çok önemli olmayabilir belki ama arka planından doğacak
sonuçlar, gelişimin önüne kocaman birer engel olarak çıkabilirler. Şimdilik pek
çok kişi bunların ayırdında da olmayabilir. Gelecek kuşaklar mutlaka ayırdına
varacaklardır. Yanlışların, özellikle bilim alanındaki yanlışların er geç
doğruya ulaşmak gibi bir huyu vardır. Biliyorum ki pek çok şair ya da yazar; başta örnek
olarak aldığım tümce için “Nesi var, tastamam doğru bir tümce” diyecektir.
Yazının önde gelenlerinin donanımını ve birikimini az çok tanıyorsam… Sanatta
bazı şeyleri olduğu biçimiyle kabul edip bakış açınızı değiştirerek yapıttan
başka bir iyi yan ya da estetik değer yakalayabilirsiniz; sanatın doğasında
vardır bu. Ne yazık ki bilim alanında ve bilimsel konularda böyle bir esneklik
yoktur. Görünen o ki eleştirmenimiz, bu tümceyi kurduğu zaman yapıtın dayandığı
felsefeyi ve kuramla ilişkisinin nasıl olması gerektiğini yeterince
incelememiş. İsterseniz hem fen alanında hem de sosyal alanda kuram
nedir, küçük birer örnekle açıklamaya çalışalım. Siz, bir yere nişan alıp taşı
atarsınız, nişan aldığınız yeri vurursunuz vuramazsınız. Taş, sizin
uyguladığınız gücün yönü ve şiddeti ile yerçekimi yasasına göre bir yörüngede
hareket ederek düşer. İşte buradaki (fen alanı) kuram, yerçekimidir. Taşı,
yerçekimine, deneyimlerinize ve denge durumunuza göre atarsınız. Sizin kuramsal
olarak yerçekimine herhangi bir müdahale olanağınız yoktur; taşın hedefe
varmasını hesaplamak dışında. O, kendiliğinden işleyen bir mutlaklıktır. Bu
örnek şunu açıklar: Kuram, yaptığınız işten doğan bir ilkeler bütünü değildir.
Yaptığınız işte, uymak zorunda olduğunuz ya da uyguladığınızda daha verimli
sonuç alacağınız bir ölçüttür. Zaten var olan bir gerçekliktir. Yani yapıttan
ya da yaptığınız işten kuram doğmaz, doğuramazsınız; böyle bir sav bilimselliğe
aykırıdır. Yapıtlar, araştırma evreninde bir örneklem olarak ele alınabilir mi?
Alınır ancak bu kuram doğurması anlamına gelmez. Kuramı doğurmak ve kanıtlamak
için ilgili bilimlerin eşgüdümü gerekir.
Edebiyat gibi sosyal konularda kuram, yerçekimi yasası
gibi var olan; yaşanan ancak değişkeni ve etkeni daha fazla olan; bilimsel
verilerle bizim saptadığımız genellenebilir, gözlenebilir, denenebilir ve aynı
sonuçlara yönelen olgu ve süreçlerdir. Sistemin, olgunun ya da olayın; oluş,
işleyiş ve sürecinde aynı sonuçlara yönelen ilkeler bütünüdür. Etkiye karşı
verilen tepkinin sonuçlarının genelliğidir. Genellikle soyut olgulardır.
Kuramı, kişi ya da yapıt üretemez; zaten ilişkiler arası yaşanan bir süreçtir.
Olgu, olayın; oluş işleyişinden önerme ortaya koyar ve deneriz. Benzer
sonuçlara yöneliyorsa, genellik içeriyorsa, izlenebilir bir süreçse, tanımlar
ve kuram olduğu kanısına varırız. Örneğin yansıtma kuramı, bilgi kuramı gibi…
Bu durumda, yansıtma kuramı, yapıtlardan doğmuştur diyebilir miyiz? Bu bilgilerden sonra: Kuramın yapıttan doğması diye
bir durumu olmayacağı gibi kuramdan yapıt doğurmak gibi bir işlev de olamaz. Kısacası,
kuram doğmaz, doğurulmaz; saptanır; zaten var olan ve işleyen bir süreçtir. Öyleyse, “Kuramlar, kavramlar yapıtlardan doğar.”
önermesi bilimsel olarak doğrulanması olası olmayan bir önermedir. Öylesine bir
varsayımdır ki bunu kanıtlayabilmek için, tümcedeki üç sözcüğün aralarında
olanaklı olmayan bir ilişkiyi türetmiş olmak gerekir. “Yapıtlar kavramlardan,
kurallardan doğmaz” önermesi de önerilmesine gerek olmayan anlamsız bir
tümcedir. Örneğin, kavramları kullanmadan ve dil kurallarına uymadan öykü
yazabilir misiniz? Bu noktada benzer bir konuya daha açıklık
getirmeliyiz. “Kuramsal bilgiyle iyi şiir yazılamaz” gibi konumuzla ilgili
anlamsız sözler yazınımızda döner dolaşır. Aynı mantıksızlığın, benzer
bilgisizliğin tersinden görünümüdür bu söylem. Kuramsal bilgi, şiir yaratısının
dışında bir şey gibi anlaşılmaktadır. Oysa şiirin her aşamasında bilinçli ya da
bilinçsiz kullanmak zorunda olduğumuz bilgidir. Kuramsal bilgi dediğimizde,
sanata ilişkin tutarlı içerik ve genel doğruluğa sahip, bilimselliği ya da
değeri kanıtlanmış bilgi olarak ele almalıyız. Kuramsal bilgi, her yaptığınız
işin içinde var olan bir bilgidir. Araba sürerken matematik ya da fizik
kuramlarını ve bilgisini kullanmak gibi… Akademik bilgi olarak anlaşılır
yazınımızda. Oysa akademik bilgi, aynı zamanda doğrulanmış yazınsal (edebi)
bilgidir. Yazınsal bilgisini kullanan iyi şiir yazamaz demek gibi bir şey
olmuyor mu bu sav? T.S. Eliot’un nesnel bağlaşıklık kuramını düşünün. Şiir
yazarken bu kuramı bilseniz de bilmeseniz de kuramın sürecine bilinçsizce
uyarsınız. Saptanmadan önce de şiirler nesnel bağlaşıklık kuramına uygun
yazılabiliyordu. Şiir yazarken uyguladığınız her eylem; dilsel ya da düşünsel,
tanımlayabildiğimiz ya da tanımlayamadığımız kuramların sürecine uygun işler.
Kısacası her alan kendi kuramları ve ilgili olduğu alanların kuramlarıyla bir
bütünlük içinde çalışır… Gerçi Türk yazınında tespit edilmiş çok fazla kuram
yok. Yöntemi ya da tekniği kuram diye adlandıran pek çok akademisyen, şair ve
yazarımızın olduğu ise ayrı bir konudur. Sonuç olarak, bu kuramları biliyorsanız ve kuramsal
bilginiz varsa; o alanda düşünmeniz, duymanız, görmeniz, ayrıntıları
yakalamanız, yaratıcılığınız daha etkin ve yetkin olur… Yaptığınız işi;
bilerek, görerek, duyarak, tanımlayarak, farkındalık yaratarak yaparsınız.
Tersi durumda, attığınız taşın nereye düştüğünü ve ne işe yaradığını anlamada,
yazdığınız şiirin ne olduğunu ve nasıl bir sonuç ürettiğini açıklamada yetersiz
kalırsınız. Sonuçta kuramsal bilgi, iyi şiir yazmanıza engel olmaz; denenmiş ve
kanıtlanmış genel doğrulara uygun, çözümlemeli ve daha bilinçli yazmanızı
sağlar. Yazınımızı salt bu tür söylemler değil; bilimine
aykırı olmakla birlikte felsefesiyle yakından uzaktan ilgisi olmayan
genellemeler sarmıştır. Genellemeler, anlamları olmadığı gibi sanatın daha
esnek kısmı olan benzetme, değinmece, değişmece gibi anlamına da yönelmiyorlar.
Örneğin; “Şiirin estetiği bir matematiktir.”, “İdeolojik brikimi olmayanın
estetik birikimi olmaz.”, “Şiir dili, yapay bir dildir.”, “Şair, dili
kullanmayı reddetmeden şiir yazamaz” gibi önerme görünümünde ortaya atılmış
tümceler. Yazınımızdaki bu tür anlamsızlıklara dikkat çekebilmek için “Şiiri
Şairden Korumak” başlıklı denemeyi kaleme almak zorunda kaldım. Bu tür
söylemler, ortalarda dolaşıyor ve hâlâ inanılıyorsa bu durum, bize şunu
sorduruyor: Türk yazınında, şiirinde, sanatında biz neredeyiz ve bugüne kadar
bu denli bilginin ortasında ne yaptık? Edebiyat/sanat kaygısı duyan her birey
bu soruyu kendisine sormalıdır. Ayrıca Türk yazınında; bilim, diyalektik, paradigma,
kuram, estetik, potansiyel, metinler arası ilişki, tarihsel bilgi… gibi pek çok
kavram/terim/tamlama çok yerde yanlış/yersiz kullanılmaktadır. Bunlara ayrıca
örnek vermeyeceğim. Bu kullanımları yerine oturtmak için kavramlar arası
anlamsal alan ve aralarındaki ilişkiye egemen olmak gerekiyor. Özellikle sanat
alanında. Bu da, sanat felsefesine, psikolojisine, sosyolojisine ve estetik
bilimine egemen olmaktan geçer. Bilimlerin eşgüdümlü işlerlik ve birbiriyle
çelişmezlik ilkesini anlamış olmakla ilgilidir. Yazın, daha doğrusu sanat, çok
yönlü bilinç ister; diğer bir deyişle pek çok alanı içeren bilimsel donanım
ister. Bu yüzden ben şu sözü sürekli kullanırım: “Bilim ve sanat yalan söylemez;
böyle bir yetenekleri yoktur. Sanatta doğruluk değeri yüksek bilgiye ulaşmak
istiyorsak başvuru kaynağımız, her zaman bilim olmalıdır. Çünkü sanatla bilim,
eşzamanlı ve eşgüdümlü çalışan dünyanın iki ayrı kolu gibidir.” En önemlisi, bir metin yazıyorsanız metinde
kullanacağınız kavram, terim ve sözcüklerin; tümce içindeki kapsamını, bölümce
içindeki bağlamını, metin içindeki uzayını bilerek, görerek, anlayarak
kurgulamalısınız. Tersi durumda kullandığınız her sözcük bulundukları yerden
sırıtır. 20 Ocak 2022
Kitabın
önsözünde çerez bilgiden söz etmiştim. Çerez bilginin çerez konuları da olmalı.
Sanata yönelik denemelerden bıkmamak için çerez konularla kafamızın kaymağını
sıyırıp alalım. Tortulaşmış bilgileri çalkalayıp inceltelim. Okura sürekli aynı
konuda yüklenmek ruhbilimi açısından uygun değil kanımca. Bu yüzden gelin biraz
gülmeceye takılalım. Gülmece farklı bir yetenek işidir, biliyorum. Beceremem
ama seçilmişlerimizi canı gönülden izlersek gülecek çok şeyler
bulabiliriz. Dün
yerden yere vurduğunu bugün göklere çıkaranları, dün nefretini savururken bugün
ele ele verip gülücük dağıtanları, nereye koymak gerek bilemedim. Seçilene
değil seçene mi baksak uzun uzun… Aklın bile kıskandığı bu gelişmiş akılla,
ancak gülerek baş edebiliriz. Çünkü ağlamak çözüm üretmiyor gülmek kadar… Anısı
güzel olsun dayımın bir sözü vardı: “Yalan söyleyeceksen çırılçıplak
salıvermeyeceksin; azıcık tüylendirip öyle salacaksın” derdi. Yalanınızın
dayanağı olsun ki akşamdan sabaha ortaya çımasın anlamında söylerdi. Her akşam
televizyon programlarında fiziğini ve mimiklerini izlemek zorunda kaldığımız
bir kısım nöbetçi konuşmacılar ile bazı siyasilerimizin sabaha bile çıkmayacak
çerez sözlerini duyunca kendimden geçiyorum. Bundan daha başarılı bir gülmece
oyunu yazılabilir mi, diye kıskanıyorum. Aklımı bir tavada tereyağıyla
kavuruyorlar gibi oluyorum. Pinokyo
masalı gerçekte olsaydı, burun çarpışması kazalarına karşı Ankara
sokaklarındaki yaya trafiğinde yasal düzenleme yapmak zorunda kalacaktık. 23 Ocak
2022
YAPITIN SANAT DEĞERİ ÖLÇÜLEBİLİR Mİ? Prof.
Dr. İsmail Tunalı, Estetik Beğeni[9] kitabında
şöyle bir tümce kurar: “Sanat eserini ontik bir bütün ve integral bir varlık
olarak kavramak.” Ontik (varlıksal) bütünlüğü, ontolojik estetik araştırmaları
da söyler. Ontolojik estetik konusu içinde bir yapıtı “İntegral bir varlık
olarak kavramak” sözüyle ne anlatılır? Bu konuyu açıklığa kavuşturamadığım için
beni uzun süre düşündürdü ve araştırmaya itti. Araştırmama karşın “İntegral bir
varlık olarak kavramak” sözüyle neyi kastettiğini hiçbir kaynakta bulamadım.
(Belki vardır.) İntegral,
Türkçeye aynı kitapta ‘bütünsel’ anlamında çevrilmiştir. İntegrali, bütünsel
anlamında ele aldığımızda tümcede bir yineleme oluyor. Bu yineleme
olamayacağına göre altında başka bir şey olmalı” kuşkusunu doğurdu. Çeviri
yanlışı olabilir mi, diye düşündüm. İntegral,
matematiksel bir terimdir. Karmaşık işlemlerin, diferansiyel denklemlerin
çözümünde kullanılan bir yöntemdir. Başka bir söylemle, “Bir ya da birden
fazla fonksiyonu ve
bunların türevlerini ilişkilendiren işlemlerde kullanılan karmaşık bir çözüm yoludur.[10]” Herkesin
anlayabileceği şekilde açarsak integrali, mevcut ölçü birimleriyle
ölçemeyeceğimiz bir alanın hesaplanmasında kullanılan bir yoldur, diyebiliriz.
Estetik değer veya sanat değeri, oldukça karmaşık ve çok değişkenli bir fonksiyondur.
Bu, ancak integral gibi bir yöntemle çözülebilir. Ontolojik
ve psikolojik estetik araştırmaları, sanat yapıtının varlık tabakalarından
oluştuğunu; bunların, nesnel ve duyusal alanları olduğunu söyler. Duyusal
alanı, reel ve irreal alan olarak ikiye ayırır. Bunda bir sıkıntı yok,
tanımlanabilir şeyler. Kolaylıkla anlaşılabilir kavramlar. Ancak integral
sözcüğü, neyi veya neleri kapsamaktadır? Sanatla ve estetikle ilişkisi nedir? İntegralin
en önemli özelliği, yukarıda da açıkladığım gibi, mevcut ölçü birim ve
aygıtlarıyla ölçülemeyen hesaplamalarda kullanılan bir yöntem olmasıdır. İşte
ayrıntı buradadır. Sanatla ve estetikle ilişkisini buradan yola çıkarak
kurmalıyız. Yapıtı integral varlık olarak kavramak derken, matematik bilgime dayanarak,
yapıtın estetik değeri buna bağlı olarak da sanat değeri ölçülebilir, demek
istediği sonucuna götürür. Ya da ben öyle bir sonuç çıkardım. Aşağıda
açıklayacağım sonuca göre haklı olduğumu gördüm. Bu tümce, en azından dünyada
denenmemiş bulgulara ulaşmamı sağladı. Şimdi,
çoğumuzun uzak olduğu bilimsel terimleri bir yana bırakalım. Bu tümce, neyin
önünü açar, neler getirdi, sorusuna bakalım.
Araştırma
ve okumalarım; sanat yapıtındaki varlık katmanlarının tanımlanabileceğini;
bunların sanat bilimiyle çözümlenebileceğini; aralarındaki ilişki ve
görevdeşliğin saptanabileceğini; daha nesnel bir estetik yargıya
varılabileceğini; sanat değerinin daha nesnel hesaplanabileceğini; bunlar için
farklı yöntem ve tekniğin geliştirilebileceğini; gösterdi. Buradan, “Biz bir
sanat yapıtını, öznelliği en aza indirerek daha nesnel bir biçimde nasıl
çözümleyebiliriz, eleştirebiliriz” sorusu, karşımıza çıkmış oldu. ‘Dünyada
ölçülemeyecek hiçbir şey yoktur; yeter ki ölçü aleti ve ölçü biriminiz uygun
olsun. Yapılamayacak hiçbir şey yoktur; yeter ki bilginiz yetkin olsun.’ Olay
ve olgulara bu mantıkla bakmak gerektiğine inanırım. İşte,
‘Şiir Çözümleme Tekniği[11]’, diğer
adıyla “Sanat Çözümleme Tekniği” bu düşüncenin sonucunda ortaya çıkan bir
çözümleme sürecidir. Süreci kısaca tanımlamak dışında ayrıntıya girmiyorum. Bu
teknik, bütün sanat dallarının eğitiminde, çözümünde ve eleştirisinde
kullanılabilecek bir sisteme sahiptir. Bu yüzden, Şiir/Sanat
Çözümleme Tekniği olarak da isimlendirilebilir. Şiir,
çoğu sanat dalının varlık yapısını üstünde taşır. Biçim, anlam, anlatım, ses
gibi... İkincisi, gereci dildir ve dili birinci elden kullanan bir sanat
dalıdır. Örneğin resmin gereci, ışık ve buna bağlı olarak renktir. Dolayısıyla
resmin sanat dili, ikinci bir dildir. Bu yüzden, bu çalışmayı şiir sanatı
üzerinde yapmanın, daha ayrıntılı ve kapsayıcı olacağını düşündüm. Sanat
Çözümleme Tekniği, katman yöntemiyle şiirin nesnel ve duyusal varlık
alanlarının incelenmesi esasına dayanır. Şiirde olmazsa olmaz en az yedi
katmanın varlığı üzerinden hareket eder. Bunlar; biçim, anlam, anlatım, ses,
çağrışım, coşum ve estetik katmanlarıdır. Örneğin anlam katmanını incelerken
bunu alt birimlere ayırmak gerekir. Anlam bilimde, gerçek anlam ve yan anlam
açılımı gibi… Ben de bu incelemede
tabaka veya eksenlere ayırdım. Örneğin, anlam katmanında ‘üst anlam tabakası’,
gerçek anlam tabakası veya ses katmanında ‘tonlama ekseni’, ‘ezgi ekseni’
gibi. Yedi
katmanın incelenmesi ve açılımlarını yaparken sanat literatüründe tanımlanmamış
iki kurama ulaştım. Bu kuramlar; insan beyninin çalışma sistemi, sosyal
bilimler ve estetik biliminin ilişkisinden ortaya konmuş sonuçlardır. İnsanla
yapıt arasındaki ilişki esnasında mutlak yaşanan, ancak sanat literatüründe
tanımlanmamış oluş/işleyiş/olgulardır. Birinci
kuram; ‘Rastlantısal Anlam Kuramı’dır. Anlam katmanında, rastlantısal anlam
tabakasını incelerken rastlantısal anlamın bir kuram olduğu; denenebilir,
izlenebilir, genellenebilir bir süreç olduğu sonucuna vardım. Bu tabakada iki
durum vardır: İlki,
yapıtın okurda nasıl bir anlam oluşturduğunun tanımlanmasıdır. Yapıta verilmek
istenen anlam ile okurun anladığı şey, her zaman birebir değildir. Okurun
ulaştığı anlam alanı; daha geniş olabilir, daha çoğul bir olay olguya
yönelebilir, daha dar olabilir veya yakınlık taşımasına karşın ilgisiz
olabilir. İşte burada okurun ulaştığı
anlam alanı, rastlantısal bir özellik taşır.
İkincisi;
yapıtın bugünkü anlamsal değerinin gelecekte gelişen bilgiye göre farklı değer
alabilecek olmasıdır. Anlam genişlemesine uğrayacak olmasıdır. Rastlantısal
anlam kuramı, bu iki olguyu yanıtlayan bir süreçtir. Diğer
kuram ise Çağrışımsal İmgelem Kuramı’dır. Çağrışım katmanını alt tabakalara
ayırdığımda, sanat yapıtıyla insan ilişkisinden doğan daha geniş boyutlu bir
sürecin olduğu sonucuna ulaştım. Çağrışımın okurda yaratmış olduğu imgelem
yelpazesi, yapıtın varlık katmanlarının gücü ve duygu değerinin yüksekliğine
bağlı olduğunu gördüm. Kuramlar
ne işimize yarar? Aslında bu kuramlar, bütünlüklü bir sistemin alt parçalarıdır. Bunları anlamanın yolu, sanatta var olan
katman ve tabakaların incelenmesinden geçer. Bana göre bu kuramlar, sanatın
öğrenilmesi, üretilmesi, eleştirilmesi ve sanat değerinin ölçülmesinde
kullanılacak temel yollardan bir kaçıdır. Özetlersek;
Rastlantısal anlam kuramı, yapıtın okurda yarattığı etkiyi belirlemeye
yöneliktir. Çağrışımsal İmgelem Kuramı, sanatçının yapıtta yarattığı sanat
değerini belirlemeye yöneliktir. Denemenin kapsamı bakımında bunları burada
açıklamayacağım. Yukarıda
özet olarak açıkladığım çözümleme tekniği, kuramlar ve inceleme sonuçları; dil
sanatlarında yeni bir sistemin daha önünü açmıştır. Bu da Katman Edebiyat
Eleştiri Sistemi’dir. İzlenebilir, denenebilir, genellenebilir bir yapıya sahip
olduğu için, ben buna, Katman Edebiyat Eleştiri Kuramı diyorum. Eleştiri
kuramı, eleştirmenin öznel alanda hareket etmesini sınırlıyor ve olabildiğince
delilli estetik yargıya varmasını sağlıyor. Teknik ve kuramlar, eleştirmenin
şiirin sanat değeri hakkında yargıya varabilmesi için bütün soruları sanat
bilimine göre yanıtlamasını istiyor. Şöyle de diyebiliriz: Eleştirmeni, sanat
bilimi ve diğer bilimlere başvurmak zorunda bırakıyor. Sonuç olarak, sanatı;
salt sanatın içinde değil, diğer bilim alanlarıyla eşgüdümlü ve eşzamanlı
incelenmesini gerekli kılıyor. Bu durumda hem sanatı öğrenirken hem üretirken
hem eleştirirken hem de estetik değerini belirlerken, ayağı yere basar verilere
yöneltiyor. Örneğin şiirin estetik değeri hakkındaki yargı, incelemede ortaya
çıkan kanıtlara bağlıdır. Öznel yargı gereken durumlarda ise, yine şiirin
varlık katmanlarındaki bulgular ile kuramların sağladığı veriler, eleştirmenin
şiir hakkındaki toplam kanısını oluşturuyor.
Sonuç
olarak bunlar, dipnotta verdiğim kitapta ayrıntılı açıklanmıştır. Bu konuyla
ilgili kitaplarım, herkesin ulaşabileceği şekilde bilgisunarda yüklüdür. Blok[12] adresimden
okuyabilir veya sosyal medya hesaplarımdan PDF dosyasını indirebilirler. Bunlar,
şiirle/sanatla ilgili yeni bir sistem, yeni bir yaklaşım ve yeni bir bilgi
kütlesidir. Sanatta denenmemiş bir teknik, bilinmeyen kuramsal süreçlerdir.
Yanlışı da olsa, noksanı da olsa, bugüne kadar ortaya konmuş en yeni
bilgilerdir. İncelenmesi, araştırılması, denenmesi ve diğer bilimlerle ele
alınması gerekiyor. Benim gözümden olan kısmı, tamam olabilir ama göremediğim
veya bilgi noksanım olan değişkenler gözünden de incelenmelidir. Bir kişinin
üstesinden gelemeyeceği kadar çok değişkene sahip bir konudur. İrdelenmesi,
geliştirilmesi, farklı disiplinlerin gözünden yaklaşılması; hem kuramsal hem de
uygulamada Türk Sanatına önemli katkı sağlayacağını düşünüyorum. Bunlar; öğrenme, inceleme ve yeni bilgilerin
altında yatan gerekçeyi anlama çabası taşıyan; araştırmacı, eğitimci, şair ve
yazarları beklemektedir. 22 Temmuz 2021 Ç.Türk
Dili Dergisi, Eylül 2021 Sayı:403’de yayımlanmıştır.
Bilgi
ve bilginin kullanımı (teknoloji) sürekli güncelleniyor. Değişim, geçmişe göre
çok hızlı ve kendine uygun dönüşümleri de beraberinde getiriyor. Biz, insan
olarak değişimin dişlerinde öğütülmemek için önlem almak zorundayız. Hatta
değişime koşut değil, değişimin önünde olacak biçimde hızımızı düzenlememiz
gerekiyor. Bugün bilgisunar (internet) ile gençliğin kullandığı elektronik
aygıtlar, artık basılı yayın konusunu biraz daha geri plana itmektedir. Bir
terabaytlık diskte binlerce yayının saklanabildiğini ve istendiği zaman az
çabayla ulaşılabildiğini hepimiz biliyoruz. Sayısal yayın okuma aygıtları da
dünyada elden ele dolaşmaktadır; daha etkin ve konforlu okuma ortamı
sağlayabilmektedir. Cep telefonları, tablet, dizüstü bilgisayar vs. gibi
aygıtlar, sayısal verileri işlemeye uygun ve kullanımı çok yaygındır. Bu
durumda, sayısal verilere her yerde ve her an ulaşabilme olanağımız vardır.
Görsel, yazınsal, sesli, hareketli tüm yayınlar, çakmak gibi cebimizdedir.
İstediğimiz an çıkarıp görebilme/okuyabilme olanağına sahibiz. E-dergi (sayısal
dergi) de bunlardan biridir. 2019
yılından beri Şiir Sarnıcı (e-dergi) adında bir dergi çıkarıyorum ve on üçüncü
sayıya ulaştı. Sayısal derginin ne olup olmadığını değişik yer ve ortamlarda
tartıştım. Bu konuda bilgisi olmayan pek çok kişi olduğunu da biliyorum. Bu
yüzden sayısal derginin sorunlarını ve sağladığı olanakları biraz açmalıyız. Sayısal
dergi; blok, web sayfası, e-posta, sosyal medya hesapları gibi iletişim
olanaklarıyla bilgisunar ortamında tüm dünyada dolaşımda olan bir yayındır.
Basılı dergi düzeninde ya da platformunun izin verdiği biçimde düzenlenebilir.
Sonuçta basılı dergiler gibi aynı düzen ve içeriğe sahiptir. Bilgi işleme
aygıtlarının olanakları oranında daha fazla görsel destekli, okuma ve inceleme
kolaylığı sağlayan, bütün dünyanın bilgisunar üzerinden ulaşabildiği bir
yayındır. Yayımlandığı ortamın teknolojisine bağlı olarak süresiz okur
erişimine açıktır. İstenmesi durumunda basılı biçime de dönüştürülebilir. Basılı
dergi ile sayısal dergi arasındaki tek fark, biri sayısal teknoloji
sayfasındadır ve kitapçık biçimi yeğlenmez; diğeri, kâğıt üzerinde ve kitapçık
biçiminde basılı olmasıdır. Biri, alışkanlıklara uygundur; diğeri, bir takım
aygıt ve altyapıyı gerekli kılar. Sayısal dergi basılı dergiye göre daha fazla olanak
ve kolaylık sağlıyor ancak, her işte olduğu gibi onun da kendi içinde sorunları
vardır: Birincisi;
belli bir yaşın üstündeki okurun bilgisunar ve bilgisayar kullanım oranı
düşüktür. Hatta kırklı yaşların üstündeki okurların bir kısmı, sayısal
teknolojiyi yeterince kullanmıyor ve alışkanlıkları gereği basılı dergi okumak
istiyorlar. Hepimiz biliyoruz ki basılı derginin, kitabın, gazetenin yerini
hiçbir şey tutamaz; bizim kuşağın anlayışına ve alışkanlıklarına göre. Ne var
ki kazın ayağı öyle değil, yüzer gezer. El kadar bir aygıt, içinde binlerce
kitap taşıyabiliyor ve bir tıkla o yayınlara erişebiliyorsunuz. Evde, kafede,
kuyrukta, yolculukta, cep telefonu veya okuma aygıtlarıyla istediğiniz yayını
okuyabiliyorsunuz. Gençliğin; araştırma, inceleme, okuma ve arşiv konusunda
sayısal yayınları tercih ettiği düşünülürse durum daha kolay anlaşılır. Zamanla yarışan bir kuşak, elbette elinin
altındaki kolay ve hızlı bir sisteme yönelecektir. İkincisi;
sayısal yayınların yasal düzenlemesinin yetersiz olması ve buna ilişkin
teknolojik altyapının yeterince hazır olmamasıdır. Sistemler veya toplumlar,
değişimin önünde olabilmek için kurulacak teknolojik altyapı ön çalışmasını
yapmak zorundadır. Örneğin, yasal düzenlemeler bir an önce yapılmalıdır. Telif
hakları ile bilgisunar ortamındaki yapıt dağıtımına ilişkin yasal düzenlemeler
öncelik taşımalıdır. Ne var ki bizim gibi toplumlar, bu gerçeklikten biraz uzak
yaşamaktadırlar. Bugün sayısal yayına yönelik ne yazar ne yayımcı ne de kanun
koyucuların yeterli hazırlıkları vardır. Yasal ve sistemsel altyapı, kütüphaneler
dâhil tüm kurumlarda bir an önce oluşturulmalıdır. Üçüncüsü;
yazın çevresi, alışkanlıkları ve beklentileri gereği sayısal dergiye henüz
yabancıdır ve ciddi bir yayın ortamı olabileceği konusunda kuşkuludur. Bu
yüzden dergide, yarışmacı tutum, güven ve yazınsal tartışma ortamı
oluşturulamıyor. İstenen yazınsal ortam oluşmadığı için de yeterince nitelikli
yapıt katkısı yapılmıyor. Dördüncüsü;
sayısal dergiler bilinçli bireyler tarafından yayımlanmazsa, edebiyatın amacı
ve hedefi dışındaki sapkınlıklara konu olabilir. Sayısal yayın günümüzde bir
anlamda kontrolsüz bir yayın gücüdür. Bunu sansür anlamında kullanmıyorum.
Sanat ve edebiyat, bilinçli yapılmadığı ya da bilimsel davranılmadığı zaman,
toplum zararına ya da çocuklar gibi hassas konularda kötüye kullanımı olabilir.
Neden
sayısal dergi? En
önemli etken maliyettir. Dergi yönetimleri, dergi giderlerini
karşılayamadıklarını söylüyorlar. Yazın ve sanat dergilerinin okuru oldukça
düşüktür. Emek, dağıtım, depolama gibi ek giderleri bir yana koysak bile yalnızca
basımı, yüklü bir toplam tutmaktadır. Sayısal dergilerin parasal karşılığı yok
denecek kadar azdır. Örneğin, üç yıldır sayısal dergi yayımlıyorum ve bugüne
kadar hiç ücret ödemedim. Tamamen sayısal teknolojinin olanaklarını
kullanıyorum. Derginin blok sayfasına ya da PDF dosyasına ulaşmak isteyen her okur,
hiçbir ücret ödemeden ulaşıp okuyabilir. Daha önemli bir konu vardır: Sayısal
teknoloji var oldukça bu dergiler, tüm dünyada süresiz erişime açık kalabilir.
PDF dosyası; bilgisunar ortamında, sürücülerde, e-posta üzerinde, bilgisayar
diskinde veya harici disklerde sürekli yüklü kalabilir; istendiği zaman açıp
okunabilir. Araştırma ve inceleme için her an, en kolay erişim olanağına sahip
olarak karşımızdadır. Ayrıca, Milli Kütüphane Elektronik Yayın Derleme
Sistemi’nde yayınlarınız onaylanıp ücretsiz saklanabilir ve isteyen okurlar
bilgisunar üzerinden erişebilirler. (Henüz gelişkin değil) İkinci
önemli yanı, hız ve dağıtım kolaylığıdır. Bir parmak dokunuşuyla derginizi,
dünyanın her yerine aynı anda gönderebiliyorsunuz. Okur seçimi yapmaksızın
herkesin erişip okuyabileceği bir yerde bir parmak darbesi kadar yakındasınız. Var
olan teknoloji uygun kullanılırsa yalnızca sanatla yakından ilgilenen değil;
okuma kaygısı taşıyan pek çok insanın okumasını sağlayabiliyorsunuz. Basılı
derginin okur sayısı, sürdürümcü ve yakınındakilerdir. Bunun istatistiki
verilere göre bir çarpanı vardır ve ortalama bir okur sayısı elde edilir.
Sayısal derginin böyle bir hesabı yoktur. Dünyanın her yerinden görülebileceği için
okunma oranını tıklama sayısına göre değerlendirmek gerek. Tıklanması, okunması
anlamına gelmeyeceği için de okur oranını hesaplayacak elimizde bir istatistiki
veri ya da çarpanı yoktur. Örnek vermek gerekirse, Şiir Sarnıcı’nın tıklanma
sayısı, ülkemizde en çok okunan edebiyat dergisinin en az on katı kadardır. Sayısal
derginin sürdürülebilmesi için okur sayısının çok önemi yoktur. Gönüllü yapılan
bir iştir ve yalnıza içsel bir doyum aracıdır. Sayısal
dergilerin, üstünlük sağlayan önemli bir yanı daha vardır. Derginin WEB tabanlı
sayfası, yayımlandığı dil dışında uzantı programlarla pek çok dile otomatik
çevrilebilmektedir. Örneğin benim kullandığım platform, yüz dört ayrı dile
çevirmektedir dergiyi. Sayaçlardan ülke ve anakara bazında tıklama sayılarını
görebiliyorsunuz. Dergiye erişim sayısı, yayımlandığı döneme göre değişmekle
birlikte Türk Cumhuriyetleri başta olmak üzere Almanya, ABD, Japonya ve Kanada
gibi ülkelerde yoğunlaşmaktadır. Bunun anlamı şudur: Evinizden yayımladığınız
bir yayın, dünyanın her yerinde görülmeye hazırdır. Evrensel bir yayın
niteliğine dönüşüyor. Derginizin bilgisunar üzerinde yüzyıl boyunca okur
erişimine açık olduğunu varsayarsak ki öyle olacak, yalnızca rastlantısal
olarak web sayfasına erişeni dikkate alsak bile erişim sayısı yüzbinleri
bulacaktır. Sayısal
yayınla bir konu daha gündeme gelmiştir. Okumak yerine bunlar okuma
programlarıyla sesli olarak dinleyebilirsiniz. Engelli vatandaşlarımız çaba
harcamadan okuyabilirler. Şimdilik çok yaygın olmasa da teknik bir olanaktır ve
kullanımı yaygınlaştırılmalıdır. Çoğu işletim sistemleri bu programa sahip ve
ücretsiz okuma hizmeti vermektedir. Dergicilikte;
üretim, dağıtım ve depolama gibi maliyet gerektiren konulardaki pek çok sorun
sayısal dergiyle giderilmiş durumdadır. Örneğin sayısal dergiyi, kısa bir
kurstan sonra herkes tasarımlayabilir ve platformlarda düzenleyebilir. Bir
tıkla dünya üzerindeki her noktaya ve kişiye gönderebilir. Sayısal teknoloji
var oldukça erişime açık kalır ya da sıfır giderle depolanabilir. Değişik dosya
biçimine çevrilip değişik platformlarda okurun hizmetine sunulabilir. Bunlar
gibi daha pek çok kolaylık sıralayabiliriz. Başlangıçta da yazdığım gibi önemli
olan okurun tutumu, alışkanlıkları ve okura ulaşmaktır. En kolay kullanılabilen
word programını bile öğrenmemek için direnen insanlara bunları anlatmanın çok
zor olduğunu biliyorum. Yenilik ve teknolojinin şöyle bir huyu vardır:
Kullanmayanı, toplumsal işleyişin dışına atıp unutur. Sayısal
dergiye karşı ne kadar bağnaz ve tutucu davranırsak davranalım, teknoloji ve
eğilim en kolay ulaşılana, en kolay elde edilene yönelmektedir. Okuma güçlüğü
dışında hiçbir gideri olmayan bir dergi, eskilerin pabucunu dama atacaktır.
Kaçınılmaz bir sonuçtur. Kullanmak istemem ama durumu özetlediği için şu
tümceyi kurmak zorundayım: Sayısal yayınlar, “Edebiyatı tüccarın elinden
kurtarmaya adaydır.” En
çok sorulan sorulardan biri: “Basılı derginin yerini sayısal dergi tutar mı?”
Bu sorunun altında başka bir düşünce yatmaktadır. Yanıtı kısa ve nettir. Evet,
tutar hatta üstün yanları çok fazladır. Şunu da ekleyebiliriz: Gelecekte basılı
derginin yadırganır olacağını ve sayfa çevirmenin bile sıkıcı bir iş
görüleceğini söylemeliyiz. Geleceğin en önemli sorunu hız ve zaman olacaktır.
Sayısal yayınlar da hız ve zaman gibi önemli çarpanların verimliliğini
yükseltmektedir. Bizler,
asıl sorunumuza yönelmeliyiz. Basılı dergi ya da sayısal dergi ayrımı yapmadan
okuma alışkanlığını kazandırmak için çaba harcamalıyız. Okumadan yazmak, bir
sektöre dönüşmüştür bugün. Bundan sayısal dergiler de payını almaktadır. Etkili
okuma yapılıp yapılmadığı, gerek kitaplar gerek dergilerde yayımlanan yazıların
niteliğinden görülebilmektedir. Yayın her nasıl olursa olsun, her nerede
yayımlanırsa yayımlansın önemli olan okurla buluşmasıdır. Bu yüzden basılı
dergiymiş, sayısal dergiymiş, fanzinmiş ya da sokakta bulduğunuz bir
kitapçıkmış, okunduğu sürece birbirinden farkı yoktur. Bizim dergiciliğimiz ve
edebiyatımızda yapıtın okunması birinci önceliğimiz olmadığından “Oyun
bilmiyorum” demek yerine “Yerim dar” demeyi daha kolay buluyoruz. İşte bunu,
“Basılı derginin yerini sayısal dergi tutar mı?” sorusunun gerisinden yatan bir
neden olarak söyleyebiliriz. Belirtmek
gerekir ki basılı derginin tadını sayısal dergi veremez; hiçbir zaman da basılı
kitaptan vazgeçilemez. Bir iletiyle milyonlarca adrese dağıtımı yapılabilen bir
yayının, belge niteliği taşıyan nesnel bir basımının da olmasını bizim
kuşağımız ister. Ancak gelecek kuşaklar bizim gibi düşünür mü, bunu kestirmek
zordur. Gençlerin bugünkü tutumundan anladığım kadarıyla bu konuda tutucu
olmayacaklarını değerlendiriyorum. Her birey, yakın zamanda el kadar bir aygıtla
Milli Kütüphane’yi cebinde taşıyabilecek. Hatta dünyadaki tüm
kütüphaneleri… Gazete
ve dergi gibi süreli yayınların sayısal yayına dönüşmesi, çok küçük tutarla bu
işin üstesinden gelinmesi çağın bir olanağı olarak önümüzdedir. Ciltler dolusu
ansiklopedi ve tuğla kalınlığındaki sözlükler, bugün raflarda tozunu almak
dışında başka bir işlem görmüyorsa basılı dergilerin de aynı sonu
yaşamayacağını söyleyebilir miyiz? Bir an önce, bilgisunar, bilgisayar,
elektronik kitap okuma aygıtı, tablet ve cep bilgisayarı gibi sayısal
teknolojiyi kullanan araçlar ile sayısal yayınlara uyum sağlamaya bakalım; eğer
dönüşümün dışında kalırsak düşeriz. Bu
bir dilek değil; zorunluluktur. 14 Ocak 2022 Ç. Türk Dili Dergisi Nisan 2022, Sayı
410’da yayımlanmıştır.
DÜŞMAN
YARATMAK GEREK Dünyada üretilen, bölge bölge
konuşlandırılan silah ve silah sistemlerinin; hangi gerekçeye dayandığını, ne
amaçla konuşlandığını, hangi yöntemle kullanıldığını, stratejik düzeyde neyi
hedeflediğini, az çok biliyorum. Ülkemizin etki ve ilgi alanına giren ülkelerin
silahlarının, niçin, nerede ve nasıl kullanılacağına yönelik zamanında
çalışmalarım da olmuştu. Bunlar ayrıntılı bilgiler. Ancak ben burada silah
sistemleri ve kullanımına gerekçe olan konulardan söz etmeyeceğim. Aynı
kullanım ve gerekçenin, politika gibi konular olmak üzere sanatta da sık sık
kullanıldığını vurgulamak istiyorum. Sanat, silah sistemleri gibi yıkıcı değil;
yapıcıdır. Buna karşın yıkıcı gerekçeler koymalısınız karşısına. Tez antitez
mantığı da diyebilirsiniz. Düşman üretmek ya da hedef göstermek...
Aynı kapıya çıkar ama aralarında yöntem ve uygulama bakımından fark vardır.
Siyasette ve bireysel ilişkilerde olduğu kadar sanatın da karşısına bir düşman
koymak gerekiyor. Günümüz yönetimlerinin bilimi bir kenara ittiği gibi sanat
felsefesini (sanat bilimini) bir kenara itiyorsak ki itiyoruz. Neden biliyor musunuz? Çatışma
kültüründen beslenen bir çağın çocuklarıyız. Çatışmasız yaşamın olabileceğine
inanmayan bir anlayışa sahibiz. Hedef göstermeden, düşman üretmeden sürdürülen
bir yönetim anlayışını bugüne değin görüp yaşamadık. Bilmiyoruz çatışmasız bir
yaşamın güzelliğini. Bugün sanatta bu anlayış biraz kırılmış
olmakla birlikte şiirlerimiz bile çatışma kültüründen beslenen bir yapıya sahip
değil mi? Bu şekilde olması gerektiğine inanmayan kaç şair vardır? İnanç ve
öğretilerin yapılandırdığı bilinç, ekmeğini kavgayla almak zorunda kalınan bir
ortamda başka türlü sanat üretebilir mi? Peki neden böyle? İnsanca yaşamak her
bireyin hakkıdır. Sanatın amacı ve insanın çabası, insanca yaşama kavuşmaksa
eğer yönetimlerin yetersizliğini, sistemin bozukluğunu; kaleme alan, notaya
döken, sahneye koyan sanatçıları neden namlunun ucuna koyduk? Hedef saptırıp
yapay düşmanlar yarattık. Nazım Hikmet’i, Aziz Nesin’i, Metin Akpınar’ı, Müjdat
Gezen’i, adını sayamadığım yüzlerce sanatçıyı neden yargıladık? Yanıt çok basit; analitik bir incelemeye
bile gerek kalmadan. Sözde toplum düzenini sağlamak için başat gücün, kendisi
için belirlediği yollardaki taşları temizlemek… Başarılı olma olasılığı var mı?
Bence yok. Umarım, çatışma kültürünü bilincinden defetmiş gençlerimiz, bu
konuyu tereyağından kıl çeker gibi kolaylıkla çözeceklerdir. Bilimi esas alan toplumların gençleri,
insanın hak ettiği yaşam koşullarını er geç sağlayacaklardır. İnanç ve
öğretilerin kaymağıyla beslenenlerse uzun yıllar çatışacaklardır. Bu anlayışın
sonucu bölge bölge konuşlandırılan silah ve silah sistemleri, varlığını daha
uzun yıllar sürdürecek demektir. Caydırıcılık kılıfı altında düzmece düşman
yaratarak varlığına güç katacaktır. Dileğim odur ki bilinçli gençler, iş başına
gelinceye kadar dünya korkunç bir yıkıma sürüklenmesin… 26 Ocak 2022
ELEŞTİRİYE
KATLANAMAMAZLIK Eleştiriye katlanamamazlık…
(tahammülsüzlük…) Sanat ortamını, insan ilişkilerini, sosyal yaşamı ve sanatı
etkileyecek tutum bozukluğu. Eleştirinin amacı bakımından ilginç ve can sıkıcı
bir durum. Bu tutum, basit bir nedene dayanmıyor. Sorunu çok yönlü
sorguladığımızda altından neler çıkacak, birlikte görelim. Şiiriniz eleştirildiğinde nasıl tepki
verirsiniz, diye sorsak hemen hemen herkes; “Eleştirilmek, göremediklerimi
gösterir onun için eleştirene saygı duyarım” der… Gerçekte böyle midir?
Sağduyumuzu yanımıza alıp kendimize soralım. Yapıtı veya sanat anlayışı
eleştirildiğinde olumlu tepki gösteren sanatçıyla çok seyrek karşılaştım. Asıl
neden nedir, kısaca değinelim mi? Yazınla ilişkisi ve ilgisi olanlar, az
çok bu ortamın işleyişini bilirler. Hemen hemen herkesin sık sık tanık olduğu
bir eleştiri tahammülsüzlüğü ile karşı karşıyayız. Sosyal medya, şiir, metin ve
görsel paylaşım ortamına dönüştü. Paylaşılan şiire, beğeni dışında olumsuz bir
yorumda bulunursanız başınıza akla gelmedik işler açılabilir. Bunun yanında
eleştireni; çok bilmekle, bilgiçlik taslamakla, hadsizlikle ya da taraftarlıkla
suçlayıp sıyrılıveririz eleştirinin güzelliğinden… Paha biçilemez bilgileri,
fırlatıp atarız önyargılarımızın kol gücüyle; övgü kıvamında değilse… Eleştiri, özellikle dil sanatlarında vaz
geçilemez ve paha biçilemez bir konudur. Neden? Dil sanatları, o kadar çok
değişkenle karşı karşıyadır ki en usta yazar bile çoğu yerde çoğu değişkenin
ayırdına varamaz. Kerelerce üzerinden geçmesine karşın gözünün önündeki pek çok
yanlışı göremez. Diğer taraftan yapıtta estetik değer yaratacak örtük olgu ve
olayı çoğunlukla yakalayamaz. Yazında böyle bir durum vardır; normaldir ve
insan beyninin çalışma süreciyle ilgilidir. Bu yüzden her ne olursa olsun,
metnin ikinci hatta üçüncü bir gözle eleştirilmesi sorunlu yerlerin ortaya
çıkmasını sağlayacaktır. Yazarın/şairin eğitimi ve gelişimi için de çok
değerlidir. Keşke bilinçli ve yetkin eleştirmenler, ortaya koyduğumuz her
yapıtı eleştirebilseler. Yazara ve sanata rehber olabilseler. Burada ayraç açıp
küçük bir soru yöneltmeliyim: Bilinçli, yetkin ve sistemli bir eleştiri Türk
yazınında var mıdır? Ayrıca tartışılması ve yanıtlanması gereken kapsamlı bir
sorudur bu. Bu yazımda, sistemli ve bilinçli bir
yazın eleştirisinden yola çıkmayacağım. Bir şiir eleştirisi, ayaküstü bir
yargı, sanat görüşüne yönelik bir söylem karşısında; gösterdiğimiz yaklaşım ile
takındığımız tavrın nedenleri üzerinde duracağım. Tahammülsüzlüğün sınırları
öylesine daralmış ki patlama noktasına gelinmiş gibi bir ortam havası alıyorum.
Ayrıca şunu da belirtmeliyim. Ben eleştirmen değilim; birikimim ve deneyimim,
eleştirmen sıfatını kullanmak için yeterli değildir. Bu yazıyı kaleme almamın
amacı, gözlemlerimden ortaya çıkardığım önemli bir eksikliğin ve tavır bozukluğunun
ayırdına varılmasıdır. Sosyal medyada ya da değişik ortamlarda
şair ve yazarlarımızın sanat düşüncelerine karşı yorumlarım olmuştur. Olumsuz
görüş ileri sürdüğümde, olumsuzluğun altında yatan gerekçeyi değil benim
anlayışımın sorun olduğu bir ortam yaratılmıştır çoğunlukla. Adı bilinen ve bu
ortamın bilirkişisi görünümünde şair/yazarlarımızın ileri sürdüğü veya
savunduğu sanat düşüncesine, başka bir açıdan ve başka bir gerekçeyle olumsuz
bir yorum yaptığımda çok ağır sözlerle saf dışı bırakılmaya çalışılmışımdır.
Bazıları iletişimi kesmişlerdir. Düşüncelerine, sanat bilimi verileriyle
açıklık getirmeme karşın bu verileri anlamamakta, bildiklerinden şaşmamakta ve
işin doğrusunu öğrenmemekte ısrarcı davranan bilirkişi tavırlı pek çok kişiyle
karşılaştım. Doğru ya da yanlış; haklı ya da haksız… Sonuçta eleştiri, söz ya
da yapıtın var olan verilerle uyumlu olup olmadığı, sahip olduğumuz bilgiyle
çelişip çelişmediğiyle ilgili bir gereksinimdir. İleri sürülen düşüncenin
gelişimi ve geliştirilmesi için değişik açılardan, değişik verilerle
yorumlanmasında yarar vardır… Örneğin şiirin en duyarlı yanı, şiire yansımış
anlam ve söz duygu değerinin görünmezliğidir. Saçma bile olsa onun hakkında
yapılan sıradan yorumlar, görünmezi görünür kılabilir; yaratıcılığın önünü
açabilir. Sanat adına kaygı taşıyan insanlarız.
Ezbere işler gördüğümüzde düzeltme gereği duyan kişileriz. Okur, yanlışları ve
sıradanlığı göre göre her zaman övmek zorunda değildir yazarı… Bunları göre
göre yazarı övüyorsa zaten içten değildir; ileride umduğu bir yarar için bu
tavrı gösteriyordur. Bu tür tavır, bizim kültürümüzün bir parçasıdır;
yadırgamıyorum. Ekranların karşısında ya da sokağa çıktığımızda sürekli
karşılaştığımız bir alışılmışlık durumudur. Biz, bu denemede doğru olanı,
olması gerekeni ele alalım. Olumsuz eleştiriye katlanamamanın nedenlerini
düşünebildiğimiz kadarıyla sıralayalım: Birincisi; olumsuz eleştiriye gösterilen
tepkinin gerisinde olgunlaşmamış bir bilinç vardır. Olumsuz eleştiri, onun
kişiliğine yöneltilmiş önemsizleştirme girişimi olarak algılanır. Böyle
bireyler, varsaydığı bu tutum karşısında kendisini savunmak zorunda kalırlar.
Eleştiri, gelişkin bir yöntem ve sanat ilkeleri temel alınarak yapılsa bile.
Aslında bu tür durumlarda önemsizleştirmeden söz edemeyiz; eksik ya da yanlış
bir bilginin açıklanmasından, daha farklı bir biçimde ele alınmasından oluşur
eleştirinin içeriği… İkinci neden, bilgi ve bilginin
işlenmesi konusunda genellikle sıkıntımız vardır. Özellikle sanata yönelik
üretilmiş yeni bilgi, bizim anlağımızda önemli bir yer tutmaz. Antik çağdan
bugüne kadar gelmiş geçmiş tüm sanatçı ve düşünürleri referans veririz,
güveniriz bilgisine. Hayranlıkla anlatır da anlatırız. Ne var ki onlara göre
daha fazla bilgi ve sezgiye sahip günümüz insanının ürettiği bilgiye güvenimiz
yoktur. Eleştiri sonucu, ortaya koyduğumuz gerekçelerin altı ne kadar dolu
olursa olsun, ne kadar bilimsel dayanağı olursa olsun, eleştiri olumsuz olduğu
sürece günümüz yazar ve şairi, bir kılıf bulup bu bilgiyi yok sayabilme
yeteneğine sahiptir. Çünkü kabul edilmiş doğruları, izlediği modelleri vardır;
yeni bilgi bunlarla çelişmektedir. Bu, alışılmış/kalıplaşmış düşüncelerini
geçersiz kılmaktadır. İnsanoğlu, alışılmış ve kalıplaşmış düşüncesinin
sarsılmasına karşı tepkilidir. Altı dolu olumsuz eleştiri, bu durumda saldırı
niteliğindedir onun için. Saldırı olarak algılanan bir durum karşısında
eleştiriye katlanması beklenemez. Üçüncüsü; çoğu sanat alanı, usta çırak
yöntemiyle öğrenilmek zorundadır. Akademik eğitimi ya da bir sistemi yoktur. Örneğin
şiirin; resim, tiyatro ya da sinema gibi akademik eğitimi yoktur. Edebiyat
fakültelerinde verilen şiir eğitimine içerik açısından baktığımızda, şiir
tarihiyle ilgili olduğunu görürüz. Diğer bir söyleyişle yazılmışın incelenmesi
ve yapılmışa benzeme yeteneğinin artırılması yönündedir. Şiirin yapısıyla
ilgili değildir. Sağda solda şiir atölyesi şeklinde verilen şiir eğitimlerinde
de, şiiri dil açısından inceleme biçiminde ve şiire dair ön kabullerden oluşan
bir içerikle sürdürüldüğünü düşünüyorum. Şiir yazıları bunu gösteriyor. Şiir
sanatında isim yapmış şairlerin sözü yasa gibi önlerine konup bunun üzerinden
hareket edilmektedir. Yanlış mı, değil elbet ama yeterli olamaz. Dil bilgisi,
şiir örnekleri ve tarihsel bilgiyle şiir gibi bir sanatın felsefesini öğrenciye
kavratmak bir yere kadar verimli olabilir. Çünkü şiirin duyusal ve nesnel
yapısını açan ve onun öz-içerik-biçimine yönelen bir eğitim sistemi yoktur.
Estetik bilimi, sanat sosyolojisi ve psikolojisi verilerine göre, daha kısa
anlatımla sanat felsefesi bağlamında şiir bilgi bütünlüğü yazınımızda sağlam
temeller üzerine oturmamıştır. Bu nedenle şiir konusunda kendini yetkin gören
şairlerin sözü üzerine söz söylediğinizde bunun bir hadsizlik gibi algılanması
olağan bir durumdur. Çünkü şiir sanatının doğruları çalakalem bulunmuş ve bu
doğruların üzerine doğru yoktur gibi bir ortam oluşmuştur. Salt sanat alanında
değil tüm alanlarda bu yaklaşım yanlıştır.
Bu durum ve yöntemle, yeniliğe açılan kapılar tıkanmaktadır. Yeni biçem
deneyen gençleri de görmezden ve duymazdan gelince şiir sanatı hepten
kısırlaşır. Doğruları bulduğunu ve bunları şiirin en büyük ustasından
edindiğini düşünen insanların kalıplarını kıramazsınız; bugün olduğu gibi… Bu
durumda olumsuz eleştiriye katlanmasını bekleyemeyiz; çünkü doğrular en yetkin
kişilerden teslim alınmış ve üstüne söz söylenemez kesin bilgiye dönüşmüştür. Dördüncüsü; duygudaşlık eksikliği, her
alanda olduğu gibi sanat dünyasında da üst düzeydedir. Birey olma bilinci,
sanatçı/şair olma bilincinden daha temeldedir. Birey olma bilinci, kendi
özgürlüğü ve yapabilirlikleri ile diğer bireylerin özürlüğü ve yapabilirlikleri
arasında kurulabilen dengede kendini gösterir. Bireyin bireye saygısı; özgürlük
anlayışı, insana sevgi ve saygının sonucunda oluşan bir tavırdır. Bilgiye
dayanan, hakarete varmayan ya da dilsel şiddet içermeyen her eleştiri, tutarlı
ve geçerli olmasa bile saygındır. Çağdaş insanın tavrı bunu gerektirir. Birey
bilinci oluşmamış, özgürlük ve duygudaşlık bilinci oturmamış her kişi, bir
başkasının kendisi hakkında ya da yapıtı hakkında söylediği her olumsuz sözden
alınır. Düzey olarak kendisinden daha aşağıda birisinin eleştirisinden
kendisinin sorgulandığını, sorgulamanınsa hadsizlik olduğunu düşünür. Olumsuz
eleştiriyi dilsel şiddetmiş gibi algılar. Kısacası sanatçının diğer sanatçıya
karşı olumsuz algısından kaynaklanır. Bu durumda eleştiriye katlanmasından söz
edemeyiz. Çünkü sanatının eleştirilmesi değil, kendisinin sorgulanması
biçiminde bir tavır olduğu kanısındadır. Şairin sözde haklı olduğu, beşinci
sırada bir konu daha vardır: Eleştirinin amacı, kapsamı ve yararı hakkında
yeterince bilgi sahibi olunmaması. Örneğin, eleştirinin yararı ve amacı
konusunda özet birkaç tümce kuramayan pek çok kitaplı şair olduğunu
söyleyebiliriz. Sanata yönelik, sanat bilgisiyle ilgisi olmayan yorum ve
söylemlerle her an her yerde karşılaşabiliriz. İster istemez bu durum
karşısında şair, eleştireni/yorum yapanı bilgisizlikle suçlar. İlişkiler,
suçlama ya da aşağılama biçiminde gelişir. Bugün yazınımızda olduğu gibi bir şiiri
eleştirmek ya da şiir hakkında görüşünü söylemek, sıradan bir beğeni durumuna
dönüşür. Kimse gerçek düşüncesini ortaya koymaz. Hatta okur veya şair, yapıtı
eleştirmekten ya da yapıt hakkında görüş bildirmekten kaçınır. Şair, şiirini
eleştiren okuru hiç eleştiri bilgisi olmasa bile özenle ele almalı, sıradan bir
yorum bile olsa o görüşü bir kenara atmamalıdır. Hele az çok şiir bilgisi olan
okur, bir şey söylüyorsa mutlaka altında görünmeyen bir gerçek var demektir.
Yaratıcılık, sıradan düşüncelerden yola çıkarak ulaşılan bir durumdur. Eleştiriye katlanamamazlığın diğer bir
biçimi daha var ki bu, türümüzün ayıbıdır: Şairin, şaire karşı gösterdiği
hazımsızlık. Çağdaş insanın kabul edemeyeceği tavırdır bu… Dergi ve kitap
sayfalarından sosyal medya kanallarına kadar taşmış durumdadır. Eleştiri adı
altında hazımsızlıktan kaynaklanan söylemler… Ortam bunu gerektiriyor gibi
düşünülebilir ama ortamın işi değil; insan mühendisliğinin bir oyunudur bu tür
duygular. Beğenisizlikten hasat beklentisidir. Kutuplaşmış iki dünya, sınırları
keskin çizilmiş inançlar ve yaşam gerçeği karşısında sıkışmış şair; birbirinin
hem de yakınındaki birinin omzuna basıp yükselmeyi ya da yamanarak görüntü
vermeyi başarı olarak algılar olmuştur. Herkesin şiiri kendisinedir. Kimse kimsenin
şairliğini elinden alamaz. Kimse iyi şiir yazmakla dünyayı değiştireceği
yalanına kapılmamalıdır. Gelecekte sözümüzün ağırlığını ve kalıcılığını
istiyorsak, tutumumuz ve şiirimiz insanın değerlerine yönelik olmalıdır. Ne
öğreti ne inanç; evrensel değerler… Yedinci sırada ise eleştiriye
katlanamadığı için siper gerisinde saklanan kahramanları ele almalıyız. Sosyal
medyanın olanaklarını kullanmak çağımızın bir gereğidir. Alışılmışlıklarımızın
gölgesine sığınıp bunu göz ardı edemeyiz. Bu olanağı kullanmayan ve kullananı
azarlayan pek çok yazar/şair olduğunu da biliyorum. Eleştiriden kaçınmak için
siper gerisinde saklanan ya da medya ortamında olmasına karşın küçük bir yorum
ve iletişimde bulunmayan… Bu, saygı duyacağımız kişisel bir tutum olmakla
birlikte altında başka bir neden yatmaktadır. Kendisi hakkında yapılacak bir
yorum ve eleştiriye katlanamayacağını baştan kabul etmesidir. Anlamsız diye
nitelendirdiği boş söylemlerden kaçınmanın yolu olarak görmüştür. Daha doğrusu
kendi gerçeğinden kaçmanın en güzel gösterenidir. Eleştiriye saygı; sanata
güvenmek, bilime inanmak, gerçeği aramak için çıkış kapısı gibidir. En önemlisi
yüceye ulaşmak için can atmaktır. Yüceye ulaşmak için can atan sanatçı, ne
eleştiriden korkar ne yanılmaktan ne de sosyal medyanın yozlaşmışlığından.
Diğer bir yönden baktığımızda, övgü-yergi dışında bilimsel temelli bir eleştiri
kültürünün olmadığı, şairin okura ve eleştirmene güvenmediği bir ortamda, siper
gerisinde saklanmak haklı bir gerekçe de sayılabilir. Eleştiriye katlanamamazlığın ruh
bilimsel bir nedenini daha açmalıyız. Herkesin inancı ve siyasi bir görüşü
vardır. Yadsınamaz. Ne var ki biz bunları hem derin hem katı hem de duygusal
yaşarız. Tutucu ve bağnaz yanımız bu konularda oldukça güçlüdür. Sıkı sıkıya
bağlıyız ve onun dışına çıkabilme yeteneğimizi yitirmişizdir. Ayrışmış,
bölünmüş, karşıt düşüncenin kendisine zarar verdiğini düşünen, aynı şeyi
düşünse bile ayrı şey söyleyen insanlarız çoğunlukla. Biliyoruz ki toplumumuz,
belleğinde derin izler bırakmış travmalar yaşamıştır. Yaşamı algılayış biçimi;
şiddete yatkındır. Üstünlük kurmak, el âlem gözünde küçük düşmemek gibi fazlaca
sıkıntılı kişisel çabalarımız vardır. Bu tür sıkıntılarımız yüzünden şair;
şiiri ya da şairliği olumsuz eleştirildiğinde, bunu bir kişilik sorunu olarak
algılamaktadır. Savunduğu davanın çökeceği korkusuna kapılmaktadır. Bu algı
sonucu, yapıtının niteliğine ya da kendisine bakmaksızın, eleştirenin
kimliğiyle uğraşmaya başlayacaktır. Acıtabileceği en yumuşak noktayı hedef
alacaktır. Eleştirel deneme diye ortaya konan metinlere bakınız, büyük bir
çoğunluğu bu ve buna benzer sataşmalarla süslenmiştir. Eleştiriye katlanamamazlığın başka bir
nedeni daha vardır: Sanatın oluş, işleyiş, etki, tepki ve döngüsünü iyi
bilmemek. Yani sanat felsefesine egemen olmamaktan kaynaklanır. Eleştiri,
yapıtla okur arasında kurulan ilişkinin görünümüdür. Bu, aynı zamanda estetik
biliminin konusudur. Sanat felsefesini kavramış bir sanatçı, yapıtının okurda
bulduğu karşılığı; ölçme gereği duyan, bunları verilerle görmek isteyen
kişidir. Salt kendi yaşadığı duyarlılığı yansıtan değil; yaşanan duyarlılığı da
görme amacı taşıyandır. Bilir ki estetik değer, sanatın hangi dalı olursa
olsun, sanatçı-yapıt-alıcı üçgeninde kurulan bir sonuçtur. Şiirinde önerdiği
dünyanın, okur değer yargılarıyla örtüşüp örtüşmediğini, onu dönüştürecek
ögeleri şiirine giydirip giydiremediğini araştırandır. Özellikle bu konuda amaç
saptırıcı yerleşik genellemeler olduğundan şu tümceyi eklemeliyim: Bunlar,
yazarın/şairin özgünlüğünden, özgürlüğünden ödün vermek anlamına gelmez;
gelişimi ve daha yetkin yapıt üretmesi için önemli bir eğitim kaynağıdır. Şair,
ben bilirim mantığıyla hareket ediyorsa, işte o zaman şiiri hakkında yapılan
eleştiriye katlanamaz. Hele toplumdan biraz ilgi ve övgü gördüyse, yapıtı hakkındaki
eleştiriyi hakaret olarak algılar. Sanatın işleyişindeki en değerli süreci,
buruşturup bilinçsizce bir kenara atmış olur.
Gerçek sanatçı, ne eleştiriye
katlanamamazlık gösterir ne göz ardı eder ne de eleştiriden korkar… Yapıtının
eleştirilmesi, yorumlanması, okunması, olumsuz yerlerin açıklıkla dile
getirilmesi için çaba gösterir. Çok kişinin süzgecinden geçen yapıt ve ondan
sonra üretilenler, kısa sürede olgunlaşır. Bu arada şair, göremediği,
duyamadığı konulara karşı zihinsel beceri kazanır. Sezgisi güçlenir. Eleştiri
veya yorumu kimin ya da nasıl bir anlayışın yaptığına değil; ileri sürülen
düşüncenin niteliğine bakar… Göremediği, bilincinde ulaşamadığı yanlarını
eleştiri/yorum sonuçlarından alıp değerlendirir. Her olumsuz eleştiri ya da yorum,
dikkate alınırsa yapıta işlenmiş oya niteliğindedir. Bunları saygın bir görüş
olarak ele almak; bencilliği aşmanın, insana saygının, sanata saygının,
düşünceye saygının bir sonucudur. Kısacası eleştiriye katlanmak, çağdaş ve
aydın sanatçının tavrıdır. 30 Aralık 2021 Narlıdere/İzmir Ç. Türk Dili
Dergisi, Şubat 2022 Sayı:408’de yayımlanmıştır.
SORUNSUZLUKTAN
SORUN DOĞAR Anadolu’da çok sık kullanılan bir
atasözümüz vardır: “Siki taşağına denk, götü trampet çalıyor” diye… Herkes yeri
geldiğinde kullandığına göre bu uçkur altı atasözünü üç nokta koymadan
yazabilirim; sorgulanacağımı bilsem de. Sorunsuzluk sorunu. Keyfi yerinde
olduğundan boş işlere yeltenmek anlamında da kullanılır. Sorunsuzluktan nasıl sorun doğar,
diyeceksiniz. Doğar hem de en sorunlusu. Boş kalırsa insan, doğası gereği
uğraşacak bir şeylere gerek duyar. Örneğin kendimizle çatışacak bir düşman
yaratmamız gerekir. Şiddeti severiz, çatışmaya alışkınız. Geçimsizlik çıkarırız.
Çatışma kültüründen beslenmiş bir kuşağın öğrencileriyiz. Kendimize bir düşman
yaratmamışsak beynimizi kazıyan kurtlu düşüncelerle baş edemeyiz. İş yaşamımdan biliyorum. Çok
dillendirilen bir konudur. Bir ilke gibi. “Çalışanını boş bırakmayacaksın; boş
bırakırsan bir şeyleri kırar döker, geçimsizlik çıkarır, en azından dedikodu
yapıp bozguna neden olur”, diye. Her alanda öyle değil mi? Kontrolü ve baskıyı
azalttığın zaman iş yerimiz yıkılacakmış gibi duyumsarız… Bu yaklaşımın doğru olmadığı üretim
alanında kanıtlanmış olmasına karşın hâlâ kontrol ve baskıyı üst düzeyde tutma
çabasındayız. Salgın dönemi gösterdi ki kontrol ve baskı değil; doğru sistem ve
uygun teknoloji ile özgür iş yaşamı daha etkili ve daha üretken oluyor.
Sorunsuzluğun, daha yüksek üretim ve olumlu güdüleme (motivasyon) demek
olduğunu ne zaman anlarız, kim bilir! Örneğin yazar, şair, müzisyen, oyuncuyu,
ressamı boş bırakmak olmaz. Her şeyleri denk, bir de trampet çalıyorlar. Arada
bir ayar vermezsen dilleri uzar. Bir kılıf bulup en sivrilerini hedef
göstererek düşman yaratmak gerek, değil mi? Kafalarda uyuyan kurtları
çomaklayıp ülkeyi yıkarlar, Tanrı korusun.
Türk şiir sanatının geleceğinden
kaygılıyım. “Kaygılanacak ne var ki”, diye ilk soruyu içinizden sorabilirsiniz.
Yalnızca benim değil; toplam aklın ve kültürün bir kaygısı olmalıdır. Bir
yerden başlanmalı ve kırılma yerleri tespit edilmelidir. Temel sorunları ortaya
koymak gerekiyor. Bu denemede amacım, temel bir sorunun ve sorumluluk
yozlaşmasının resmini çizmektir. Bu sorun karşısında sanat ve şiir adına
kaygınız varsa, en azından ne yapmalıyım sorusunu kendinize sorma gereği
duymalısınız. Bana göre şiir sanatının gelişimini
geciktiren iki temel sorun vardır: Birincisi: Daha önce bir etkinlikteki
konuşmamda dile getirmiş ve Şiir Sarnıcı Dergisi 2. Sayısında aynı konuşmayı
yayımlamıştım. Şiir sanatı, salt dil
sorunuymuş gibi ele alınmaktadır. Şiir, bir sanattır ve sanat felsefesi
gözünden ele alınmalıdır. Yani şiire bir sanat alanı mantığıyla
yaklaşılmalıdır. İkinci sorundan ise bu denemede söz edeceğim. ‘Eskiye özlem
bağımlılığı.’ Eskiye özlem, etkin bir duygu durumudur
sanat dünyasında. Sanatta ya da edebiyatın herhangi bir dalında gelişimin
önünde duran önemli bir engeldir. Bu da nereden çıktı, diyeceksiniz. Şiir dünyasını izliyorsunuzdur. Sanat ve
şiir yazılarını, yorumları, incelemeleri, eleştirel deneme, şiir, öykü gibi
metinleri sizler gibi ben de okuyorum. Şiirle ilgili etkinlik, çalışma ve
tartışmaları izlemeye çalışıyorum. Bunların toplamının ruhuna girdiğinizde
önemli bir durum gözünüze çarpıyor: Eskiye özlem. Birkaç örnek vereyim. Şiir
yazılarına, etkinliklere, tartışmalara, yorumlara baktığımızda, “Şu büyük şair
şöyle yapmış, bu böyle yapmış”tan öte şiirin felsefesi ve tekniğine yönelik çok
şey yok. Eski şairleri kaynak göstererek şiir evreninde kendini kanıtlama
kaygısı almış başını gidiyor. Burada asıl soru şu olmalıdır: “Ben şiir için ne
yaptım, şiire ne kattım, ne kadar yeni bilgi ürettim?” Ne yazık ki
fakültelerimiz de aynı durumdadır. Bakınız tez konularına. Yapılmışı incelemek
ve öykünme içerikli çalışmalara temel hazırlamakla zaman yitiriyoruz. Yeni
bilgi arayan, yeni bilgi ortaya çıkarmaya yönelik kaç tez konusu
görebilirsiniz? Ya da ders konusu… Ben de varım diyebilmek için söylenmiş özlü
sözler çöplüğü, şiir yazılarının başat konusu olmuştur. Şiir etkinliklerine bakalım. “Şiire biz
ne kazandırdık” konulu bir etkinlik duydunuz mu? Ünlü bir şairin adını
kullanmak ya da kitap imza kampanyası dışında kaç tane şiir etkinliği
düzenlenmiştir? Düzenlense bile 19.
Yüzyıl bilgilerinin aktarıldığı bir içerikten öte yol alınmış mıdır? Tarihsel bilgi iyi irdelenmediği için
eski şairlerimizden kalma yalan yanlış bilgiler, bugün Türk şirinin temel
tartışma konularıdır. Örneğin “Şiirde anlam aranmaz gibi…” Bunlar sanat
bilimiyle incelenmeli, yanlış ve noksan olanlar gündemden çıkarılmalıdır.
İyileri, yeni bilgiyle donatılıp dönüştürülmelidir. Üstüne bir şeyler
konmalıdır. Tarihsel bilgiyi iyi kullanmazsak o
bilgi, bizi çöplüğe iter. Tıpkı, şu anda ülkemizin içinde bulunduğu sosyolojik
gerçek gibi. Sanatın tarihsel bilgisi, iyi bilgidir; deneyimdir, ışık tutar ama
yeni bilgi değildir. Geleceğe ışık tutar ama geleceğin şiirini kurmaz. Bu
bilgiyi yeni bilgiyle donatıp dönüşümünü sağlamazsak içinden çıkılamaz bir
durum oluşur. Eskiye özlem, öykünmeyi doğurur, öykünmek ise şiire can
çekiştirir. Ne yazık ki bugün Türk şiiri, eskiye özlem ve öykünme türü
yaklaşımlar nedeniyle tıkanmış durumdadır. Söz gevelemenin şiir olduğunu sanan
önde gelen şairler orkestrası oluşmuştur. Çağdaş sanatı geçtim, modern sanat
anlayışının bile yıktığı kavramlarla zaman geçiriyoruz. Şairin işi geçmişiyle
övünüp, öykünmek ve hayranlığının kurbanı olarak kedini eski ve kalıplaşmış
bilgiye teslim etmek değildir. Bağışlayın beni ama ben Türk şirini böyle bir
tehlikenin içinde görüyorum. Çeperini kıramayan şiir emekçileri, geçmişin
ortasında dikeliyor. Varsa yoksa geçmişte yazılmışlara sıkı sıkı sarılmak ve
onlara benzemek peşindedir. Nazım Hikmet, Cemal Süreya, Turgut Uyar gibi
şairlerimize benzemeye çalışmak ve onların ününden kendilerine ün devşirme
yarışındadır. Endişem bundandır. Adını andığımız şairlerimiz,
edebiyatımızın büyük değerleridir. Adını şiir tarihine yazdırmış diğer
şairlerimiz ve bugünün önde gelen şairleri; elbette anılacak, yazılacak,
yapıtları incelenecek, söylediklerine değer verilecek, adlarına etkinlik
düzenlenecek; düzenlenmesi de gerekiyor. Ancak bunların içine yeni bir şeyler
koymak gerekmez mi? Yenilerin önünü açacak, yenilerin yapıtlarını okura
taşıyacak, tanıtacak çabamız olmayacak mı? Geçmişe değil; geleceğe yönelmemiz
gerekmiyor mu? Eskiye özlem şemsiyesi altında
atladığımız önemli bir konu vardır: Geçmiş değerlerimizi bugünün bilgisi ve
sanat anlayışıyla aşamıyorsak, orada çürümüşlük var demektir. Nazım’ın yaşadığı
zamanın bilgisi, bilimi, kültürü ve bilinciyle bugünün şairinin bilgisi,
bilimi, kültürü ve bilinci arasında binlerce kat gelişim vardır. Bu gelişimi
çağımızın büyük şiirlerine dönüştüremiyorsak oturup kendimiz sorgulamalıyız. Sorunların kaynağını görmeyi
kolaylaştıracağı için konuyu, yaşadığım ve tanık olduğum örnekle açıklamak
istiyorum. Bu örnek kitabımda birkaç yerde daha geçmiştir. Lütfen bencil bir
yaklaşımla konuyu ele aldığımı, yaptığım şeyleri ortaya koymayı amaçladığımı
düşünmeyiniz. Ortada var olan bir gerçeği, tanık olduğum örneklerle ve
örneklerin ayrıntılarıyla anlatırsam daha anlaşılır olabilir. Kitabımda; Şiir Çözümleme Tekniği adı altında
katman yöntemiyle çalışan bir sistem ortaya koydum. Bu tekniğin sürecini ve
ayrıntılarını araştırırken, iki kurama ulaştım. Bunların toplamından bir
edebiyat eleştiri sistemi ortaya koydum. Bunlar, sadece şiir sanatının değil;
tüm sanat dallarının öğrenilmesinde, çözümünde, eleştirisinde bel kemiği olan
kuramlar olduğunu düşünüyorum. Aynı zamanda nesnel kanıtlara dayalı estetik
yargıya varmayı sağlayan kuramlar. Bunlar, şiirle/sanatla ilgili yeni bir
sistem ve yeni bir bilgi kütlesidir. Yanlış da olsa bugün açığa çıkarılmış yeni
bilgilerdir. Bir tek kişi çıkıp “Sen ne diyorsun, böyle saçma şey olur mu”,
demedi. Ya da olumlamadı. Yazar ve şairleri geçtim; bu ülkede onlarca sanat
fakültesi, yüzlerce akademisyen ve araştırma görevlisi var. Öğrenme, inceleme
ve yeni bilgilerin altında yatan gerekçeyi anlama çabası taşıyan bir
araştırmacı da görmedim. Sorum şudur: Adının önüne şurada burada eleştirmen,
şair, akademisyen yazan; değişik ortamlarda sanatıyla övünen; tez konularını
yöneten ve eğitim veren; birçok kişi olmasına karşın bunlar yeni bilgi
karşısında neredeler? Neden “Şu şair şöyle şiir yazdı, bu şair böyle dedi” gibi
genelleme yazılarla kendilerini avutuyorlar? Türk şiir sanatının geleceği ile ilgili
kaygım bu ve buna benzer durumlardan doğmaktadır. Tarihsel bilginin üzerine
yeni bilgi koymadıkça; metinler arası ilişkiyi anlamın anlamı üretmesi biçiminde
ele almadıkça; Türk şirinin önünü açamayız. Bilindiği gibi sanatta durumu
korumak gerilemek anlamına gelir; hız çağındayız. Sonuç olarak, şiir sanatıyla
ilgileniyorsak önce sanatın ruhunu anlamış olmalıyız. Bunun yolu, tarihsel
bilgiyi yineleyerek öykünmeci bir tavır sergilemek değildir. Tarihsel bilgiyi
sanat bilimiyle ele alıp irdelemek, bilimlerin eşgüdümüyle yeni bilgi üretmektir.
Eskiye özlem, insanoğlunun normal ve vazgeçilemez bir duygu durumudur. Şair,
eskiye özlem duygusunu gelecek kaygısıyla bir arada tutmalı ve yeni bilgi, iyi
yapıt üretmek için sürekli arayış içinde olmalıdır. Şiir sanatı, salt şiir
yazmakla gelişecek bir alan değildir; aynı zamanda onu var eden felsefenin
güncellenmesi, geliştirilmesi gerekir. Neden biliyor musunuz? Dünün bilgisiyle
bugünün bilgisi arasında, dünün estetik algısıyla bugünün estetik algısı
arasında büyük bir değişim/gelişim vardır. Eskinin üzerinde tepinerek ün
devşirmek değil; yeniyi bulmak için yola çıkmak gerekiyor. Bu, bilginin doğru
kullanılmasına ve kültürün yerinde yorumlanmasına bağlıdır.
NE
KADARSAK O KADARIZ Bir toplum neyi hak ediyorsa onu yaşar;
kurunun yanında yaşın yanması da, toplumsal bir gerçekliktir. Ülkelerin gönenç
ortamını belirleyen şeyin ortalama akıl olduğunu bir yana koymamak gerekir… Ne
kadarsak o kadar değer üretebiliriz. Ne kadarsak o kadar saptırıp algısıyla
oynayabiliriz kalabalıkların… İşin aslına bakarsak bugün yaşadıklarımız, toplam
aklımızın bir sonucudur. Bilimselmiş gibi davranıp çağın gerisini temel alan
bir sistemde gelişim olmaz; olsa olsa geriye doğru dönüşüm olur… Aklımla
gözümün içine baka baka dalga geçen seçilmişlerin cesareti; garibanlığı,
kulluğu, köleliği kendisine yakıştırmış ve bunu erdem sayan insanların
kalabalıklığından gelir. Toplam aklımızın ürettiği sonuç işte bu kadardır.
Saçmalığın, sistem diye insanlara yutturulmaya çalışıldığı bir beceriksizlik
köprüsünden geçiyoruz. Buna, koca koca adamların kanması da ayrı bir acı
tablodur; içten olduklarını her ne kadar düşünmesem de mide bağımlılığından
dolayı ekranlarda mış gibi şakıyorlar… Olsa olsa biat kültürünün travmatik bir
sonucu olmalı diyebiliyorum, altında başka bir felsefe görünmüyor çünkü…
Şapkamı değiştirip köyümden bakıyorum görünüme, sonra başka bir açıdan… Nereden
bakarsam bakayım gerçeklik, hiç de göründüğü ve söylendiği gibi değil.
Demokrasi yalanının altından başını kaldırmış koca bir korku sarmalı geldi
geliyor üstümüze üstümüze. Üreteceği sonuçsa derin bir karanlık… Ne yapalım!
Önüne koyduğun somut kanıtı okumaya üşenen insanoğlu, ona dayatıldığı kadarıyla
yaşamayı kabullenmişse yapacak çok az şey kalmıştır.
ŞİİR ELEŞTİRİSİ VE ÖDÜL İLİŞKİSİ Şiir eleştirisiyle şiir yarışmaları
arasında bir bağıntı var mıdır? Eleştirmen ve seçici kurulda görev alan
şair-yazarlar, bu bağıntı hakkında düşünüp yazmışlar mıdır? Herhangi bir yerde
karşılaşmadım. İşte bu denemede, şiirin olmazsa olmaz iki etkinliğinin yöntem
bakımından birbiriyle bağıntılı olabileceğini dile getireceğim. Bazı konular
dillendirildiğinde ilginç düşünceler ortaya çıkabilir. En azından bir arayış
olsun isterim. Şiir yarışmaları ve eleştiri sistemi, üzerinde özellikle
durduğum, katkı sağlamaya çalıştığım bileşke bir konudur. ‘Yeni ve
farkındalıklı şeyler çemberin dışına çıkılarak yaratılabilir’ düşüncesinden
hareketle, bu konunun tartışılmasında yarar olacağını düşünüyorum. Yazınımızda şiir yarışmaları ve eleştiri
sistemi, muğlak bir durumdadır. Kimin neyi nasıl eleştirdiği, kimin bir şiire
hangi gerekçeye dayanarak ödül verdiği, üstünkörü bir uygulama gibi geliyor
bana. Sürekli şikâyet ve tartışma konusu
olmasına karşın uygulanabilir bir yöntemin geliştirilemediğini, çözüm
üretilemediğini, atadan kalma alışkanlıklarla sürdürüldüğünü düşünüyorum. İyi şiir yazmak ve iyi bir şiir kültürü
oluşturmak için saygın bir ödül ve eleştiri sisteminin oluşturulması
gerektiğine inanıyorum. Bu iki alanın saygınlığı, güvenirliliği, eğiticiliği,
özendiriciliği; dinamik bir sistem, bilimsel ve kuramsal bir yaklaşımla
sağlanabilir. Bu demektir ki ödül ve eleştirinin hareket noktası, gelip sanat
biliminin kucağında birleşir. Diğer söyleyişle, kuramsal bilgi, araştırma,
inceleme, yöntem ya da sistem gerektirir. Ne var ki şairlerimizin kırılamaz
kabulleri, mutlak doğruluğuna inandığı alışılmışlıkları vardır. Bunlar engelin
en büyüğüdür. Görmek için bakmamak ve yerleşik bilgilerinin sarsılacağından
korkup yeni bilgiyi reddetmek. Zamanaşımına uğramış bilgilerden kurtulup
kurumsal ve bilimsel yaklaşımın gerekliliğine inanmış olsak şiire açık bir
gökyüzü bağışlamış olacağız. Eleştiri ve ödül sistemine de… Şiirde doğru yoktur; yapıt doğruluğuyla
değil, estetik değeriyle ölçülür. Sınır yoktur; aklın ulaşmakta zorlandığı
yerlerdedir. Bilgi üretmez, bilginin yarattığı değerleri daha farkındalıklı
göstermeye yönelir. Her ne olursa olsun her sanat dalının; kendine özgü yapısı,
sesi, dili, varlıkları ve bütünlüğünü oluşturan parçaları vardır. En önemlisi
de insan üzerindeki yükü ve etkisi… Kısacası sınırsız bir uzaydır. İşte bu
yüzden bütün bilimlerin eşgüdümü altında sanat bilimini (sanat felsefesi, sanat
sosyolojisi, sanat psikolojisi ve estetik bilimi) gerekli kılar. Eleştiri ve ödül
sistemi de buna koşut hareket etmelidir. Şiir eleştirisi, kendine özgü bir
sanattır. Yazar, şair ve okurun önemli bir eğitim kaynağıdır. Şimdilik etken
olmasa bile amacı gereği böyledir. Önde gelen işlevi, bir yapıtın etkinlik ve
yetkinliğini ortaya çıkarmaktır. Şaire eksikliklerini, okura görünmezleri
göstermektir. Bunun yanında geliştirici, yaratıcılığa yöneltici ve özendirici
bir işlevi vardır. Tıpkı ödül gibi… Sanatta ödül ve alkış, sanatçının enerji
kaynağıdır. Ödüllendirmenin saygın ve güvenilir olması da marş motorudur. Hak
edenin hakkının verildiği yerde; doğruluk vardır, yerindelik vardır, güven
vardır, sanata sanatçıya saygı vardır, yarışma vardır. Öyleyse şiir ödül
sistemini, sanatçı duyarlılığına yakışır bir şekilde düzenlemek gerekmez mi? Ödül; etkin,
yetkin ve estetik değer taşıyan şiire verilmelidir. Bunun belirlenebilmesi
için bir sistem ya da yöntem gerekir. Şiir yarışmalarındaki seçici kurul
üyeleri her ne kadar güvenilir ve saygın şairler olsa bile, sistemsiz yapılan
her işte boşluklar vardır. Bunu; doğru, saygın ve güvenilir bir yola koyacaksak
herkesin bildiği ve kabullendiği; dinamik, çağın sanat anlayışa yanıt
verebilecek bir yöntem ya da sistem olmalıdır. Bu tümce karşısında genel tavrı
bildiğim için hemen şunu eklemeliyim: Eleştiri ve şiir yarışmalarında bir
yöntem ya da bir sistem uygulanabilir mi, ölçüm yapılabilir mi, diye sormayın
sakın. Kalıpları kırdığınızda, eski bilgileri yeni bilgilerle donatıp
dönüştürdüğünüzde her şey yapılabilir. Şiir gibi açık dokulu alanlara, açık dokulu
sistemler geliştirilebilir. Yeter ki bilgi işlemeyi, kullanmayı ve dönüştürmeyi
kafamızda sınırlamayalım. Burada küçük bir not düşmeliyim:
Yazınımızda olduğu gibi övgü ya da yergi türü bir eleştiriden, ben yaptım oldu
türü bir şiir ödül sisteminden söz etmiyorum. Bilimlerin eşgüdümüyle
oluşturulmuş kuramsal bir eleştiri ve ödül sisteminden söz ediyorum. Böyle
dinamik bir sistem var mı? Uygulanırsa var. Sanat bilimi bunların hepsine yanıt
verecek bütünlüktedir. Yoksa da her anlayışa yanıt verebilecek bir sistemin
geliştirilmesi zor değil… Ancak, bilimlerin eşgüdümüyle oluşturulmuş kuramsal
bir eleştiri ve ödül sistemini işletmek zorlu bir iştir. Deneyim, donanım,
altyapı gerektirir. Eleştirmen sanatçının ilerisinde, seçici kurul üyeleri de
şairlerden daha donanımlı, şiiri ilgilendiren bilim alanlarının ilkelerine
egemen olmalıdır. Çoğu kişi şiir yazabilir; konuşmayı
bilen herkes dize kurabilir, sıkıntı yok… Pek çok eleştirmen eleştirel deneme
diye övgü ya da yerginin altına imza atabilir; bunda da sıkıntı yok. Pek çok
kişi seçici kurulda yer alabilir; sıralamada üstte kalanı seçip ödül verebilir,
bunda da sıkıntı yok. Bunları nasıl yaptın ve dayandığın gerekçe nedir, diye
sorduğumuzda buna doyurucu yanıt verebilecek kişi, parmakla sayılıdır. Deneyim
ve geçmişte yapılanlar, bir yapıtı eleştirmek ve bir şiire ödül vermek için
yeterli bir gerekçe olamaz. İşte sıkıntı buradadır. Eleştirinin amacı, şiirin etkinliğini ve
yetkinliğini araştırmaktır. Estetik değer taşıyıp taşımadığını tespit etmektir.
İyi, güzel ve eksik yanlarını ortaya koymaktır. Diğer bir söyleyişle, sanat
değeri hakkında yorum yapmaktır. Şairin ve okurun yararlanabileceği bilgileri
açıp dökmektir. Bunu yapabilmek için izleyeceğiniz bir algoritma olmalıdır. Ben
iyi şairim, iyi eleştirmenim, eleştirinin en iyisini yaparım demek; ben
heybemdeki kadarını yaparım demektir. Heybeniz dolu olsa bile bunları sırasıyla
ve gereğine göre ortaya koymak için bir yöntem olmalıdır. Şiir yarışmalarında, şiirin estetik
değeri yüksek, sanat değeri taşıyor diyebilmemiz için, varlık yapılarını
belirli bir yöntemle incelememiz gerekiyor. Sadece okumak yetmez, ayrıntılı
incelemeyle belirlenebilir. Yarışmaya başvuran yapıtlar arasında kıyas yapmak
da çözüm değildir. Kötünün biraz daha iyisine ödül vermek zorunda kalınır.
Sağlıklı bir yargıya varabilmek için, eleştiri kuramlarından herhangi biri
şiire uygulanıp etkinliği ve yetkinliği belirlenebilir. Her iki alanın amacı,
aynı sonucu gerektiriyor: Şiirin etkinliğine, yetkinliğine ve estetik değerine
karar vermek. Kanımca şiir eleştirisiyle şiir yarışmaları arasındaki bağıntı
buradadır. Eleştiri ve şiir ödüllerinde; genel
uygulamaya, alışılmışlığa, gelenekselleşmişliğe uyum sağlamak değil işimiz;
yapıtta estetik değer varlığını, etkinliğini ve yetkinliğini araştırmaktır.
Bunu yapmak için de oldukça yüklü kuramsal bilgiye sahip olma gereği doğuyor.
Alanında yetkin kişiler bile, kuramsal bilgi deyince geride duruyor ve şiirle
bağıntısı yokmuş gibi düşünüyorlar. Kuramsal bilgiye egemen olmadan sistem
geliştiremeyiz. Sistem geliştiremediğimiz için şiir ve uygulamalarında dönüşüm
ve nesnellik sağlayamayız. Şiirde tanımlanmamış kuramları açığa çıkaramıyorsak
yeni kavramlar üretemeyiz. Kısaca anlatmaya çalışayım: Geçmişte yapılan ve
yazılanları yineler, yarın bir kez daha öbür gün bir kez daha yineleriz. Şu
şöyle yaptı bu böyle yaptı, diye alaylı bir mantığın çemberinde döner dururuz.
Bu durumda, çağdaş sanatı geçtim, modern sanatın temel kuralı olan seçkinlik,
biriciklik ve özgünlüğü asla yakalayamayız. Sonuç olarak eleştiri; deneyim, birikim
ve kuramsal bilgi ile sistem gerektirir. Şiirin ödüle layık olduğunu kanıtlamak
için; yine deneyim, birikim, kuramsal bilgi ve yöntem gerekir. Eleştiri ya da
şiir ödüllendirmede böyle bir sistem ya da yöntem var mıdır? Ben iyi şairim,
iyi şiir bilgisine sahibim, ben iyi eleştirmenim, iyi edebiyat bilgisine
sahibim gibi bir söylemle yapacağımız eleştiri ve verdiğimiz ödüle, çağın
çocuğu inanmaz, inanmıyorlar. Bugün olduğu gibi yapıta değil isme ödül vermeyi
sürdürürüz. Eleştirel deneme yerine sayfalar dolusu övgü yazarız. Örneğin, çoğu
yarışmada ödül gerekçesi açıklanmıyor ama açıklananları gördüğümüz kadarıyla,
sanat bilimini yerle bir eden yuvarlak tümceler sarf eder geçeriz. Bu, çağın
şairine yakışan bir durum değildir. Bilgi, her yerde ve bir parmak dokunuşu
kadar yakınımızdadır… Sistemsiz, eleştiri ya da yarışma olmaz. Sistemsiz ve
yöntemsiz bir şey yapıyorsak, kayırmacılık, kotarmacılık, hayhuyculuk birinde
olmazsa diğerinde olacak demektir. Aklın yolu çoktur ama en kısa olanı fiziksel
ve matematiksel olarak yalnızca bir tanedir. Sanatın her dalı, oldukça geniş
bir alandır; bu alanda kaybolmamak için bugüne kadar üretilmiş bir bilgi
bütünlüğü vardır. Her tür sistemi kurmak, her tür yöntemi geliştirmek için
yeterlidir. 1 Ekim 2021 Ç.Türk Dili Dergisi, Kasım 2021
Sayı:405’de yayımlanmıştır.
BİLGİ
AKTI Prof. Dr. Takiyettin Mengüşoğlu,
Felsefeye Giriş[14] kitabında ‘bilgi aktı[15]ndan söz eder. Bilgi
görüngüsü bağlamında; algı, düşünme, anlama ve açıklama aktlarıdır bunlar. Bir
anlamda bilme ve açıklama etkinliğini tanımlamaya çalışır. İnsanın
algılamasını, düşünmesini, anlamasını ve konuşmasını (açıklama) inceleyen bir
süreçtir. Bu aktların sağlıklı çalışmasını sevgiye, yani olumlu duyguya bağlar
Mengüşoğlu. Sağımızda, solumuzda, ekranlarda en kötüyü bile şirin gören ve
toplum yararına olduğunu ısrarla savunan insanlar var ya işte onlar, duygu
durumundan kaynaklanan bilgi görüngüsü kurbanlarıdır. Bilgi aktının sanat açısından ayrı bir
önemi vardır bana göre. İnsanla yapıt arasındaki ilişkiyi ve etkiyi tanımlamaya
yarayan yolları gösterir. Bir anlamda yapıtın insan üzerindeki etkisinden,
yapıta giydirilecek tüm sanat tekniklerine kadar sanatsal işleyişi açıklamaya
yarayan bir konudur. Bilgi aktı, çok bilinmez ve yazılıp çizilmez. Aslına bakarsanız
her sanatçının bilmesi gereken önemli bir görüngüdür. Örneğin bilgi görüngüsünü
bilmezseniz düş-imgelem, algılama-anlama ve anlama-sezme arasındaki farkı
ayırmakta güçlük çekebilirsiniz. Yaygın olarak kullanıldığı gibi “Anladım
yerine algıladım” diyebilirsiniz. Algı-düşünme-anlama ve açıklama aktları
birbirine bağımlıdır ve birbiri içinde çalışırlar. Bunları harekete geçiren,
diğer bir deyişle ivmelendiren olumlu duygudur. Yani sevgidir. İşte bu bilgiye
dayanarak ‘duygu yönetimi ve eğitimi’ gerekliliği karşımıza çıkar. Sevginin,
diğer söyleyişle olumlu duygunun, küçük yaştan başlayarak düşük yoğunluklu
sanatsal ortam, sanat ve sanatsal etkinliklerle yaratılabileceği kanısındayım.
Bireyin ruhuna dokunabilmek, duyarlılığını artırmak, olumlu duygu durumuna
taşımak, sanat gibi güzellik ögesini önceleyen yöntemlerle olasıdır. Sanatın
gücüyle, insanın ruhuna dokunabilelim ki duygularını inceltebilelim,
duyarlılığını artırabilelim ve olumlu duygu durumunu yaşatabilelim. Sorunu, duygusunu olumlu ve yerinde
kullanamayan insanlar yaratır. Gizli bir hastalık biçimi ve ustalıktır sorun
üretebilmek. Psikologların yaptığı iş, danışanının duygu yönetimini düzenlemek
değil midir? Ülkemizde yaratılmış olan öfkeyi, ayrıştırmayı, olumsuzlukları
dikkate aldığımızda, duygu yönetimi ve eğitimi çok büyük bir öneme sahiptir. Dünyaya, çevreye, insana, canlıya karşı
duyarlı insan yetiştirmek ve barışçıl bir dünyaya varmak istiyorsak bireye,
duygularını yönetme becerisi kazandırmalıyız. Kinden nefretten olabildiğince
uzak tutmalıyız. Duygularını, olumlu ve duyarlı duruma dönüştürmek için taşın
altına elimizi koymak zorundayız. En azından ilkokullar başta olmak üzere tüm
eğitim kurumlarında öğrencilerimize düşük yoğunluklu sanat ortamı sunmalıyız.
Sanata gönül veren ve yeteneği olanlara ise sonuna kadar destek… Çünkü sanata
gönül vermek, barışa en yakın durmaktır. 2 Şubat 2022
YAŞLI
DÜŞÜNCE Bu denemenin amacı, kimin ne yaptığını
ya da ne yapmadığını sorgulamak değildir. Kişiler ya da uygulamaları, konumuzun
odağı olarak düşünülmemelidir. Farklı bir açı ve yaklaşım altında şiir ve yazın
konusunda aksayan yönleri panoramik bir bakış altında biraz olsun
sorgulamaktır. Bunun yanında, inceleme ve araştırmalarım ışığında; şiire
yaklaşım, şiir ödül sistemi ve şiir eleştirisi konularında; öngörebildiğim
çözüm önerilerini sizlerle paylaşmaktır.
Yaşlı düşüncenin balkonlarına
yerleştirilmiş sanat ve şiir anlayışı, oldukça sıkıntılı bir şiir geleceğinin
habercisidir, diye düşünenlerdenim. Günümüz şiir severi; kendini kanıtlamış
yaşayan ya da yaşamayan şairlerimizin söylediklerine çok önem verirler ve
bunları ölçüt kabul ederler. “Folklor şiire düşman”, “Şiirde anlam aranmaz”
gibi… Bunlar; alınmalı, yorumlanmalı değerlendirilmelidir. Bu; tarihsel bilgi,
bilgiler arası eşgüdüm ve metinler arası ilişki gereği böyle olmalıdır zaten.
Ancak bugün olduğu gibi bunları anıtlaştırıp sorgulanamaz duruma getirmek,
şiirdeki ayrıntıyı ve kapsamın genişliğini görmeyi zorlaştırıyor. İşin kötüsü
ateşli şiir sever gençler, bu tür sözde ölçütleri fazlasıyla önemsiyor.
Öykünmeci bir yaklaşım içine giriyorlar. Klasikleşmiş bu ölçütleri kırıp şiire
yeni açılardan bakmalarını ve daha uzağı görmelerini sağlamak için biraz çaba
ve yenilik gerekiyor. Tabii bu iş, kolay değil. Bu durum, şiir dünyasının en
sert ve kırılamaz kalıbıdır, diyebilirim. Türk yazınında öykünmeden şiir
yazılabileceğini kavrayamamış ve kabul edemeyen büyük bir çoğunluk vardır. Yani
şiir, şiirden ve şairden öğrenilir gibi önyargı, gerçeğin kendi gibi algılanır
olmuştur. Öne çıkmış şiir yazılarını incelediğimizde böyle düşünüldüğü, bundan
başka bir yolun olmadığı kanısının yaygın olduğu anlaşılıyor… Temiz ve sağlam bilgi, kendini delilsiz
kanıtlama yeteneğine sahiptir. Değişim sürecini biraz daha hızlandırır; bu
kesin. Ne var ki asıl sorun bu noktada öne çıkıyor. Edebiyat tarihçiliğiyle
edebiyatı, miras alınmış söylemlerle sanatı, kulaktan dolma bilgiyle estetik
bilimini anladığını varsayan yaşlı düşünce, sanat alanında temiz bilgiyi ayırt
edecek yeteneğe sahip olmadığı kanısındayım. Türk şiiri, sanat bilimi açısından
ele alınmıyor ne yazık ki. Usta çırak usulü ve derme çatma bilgilerle şiir,
şiir olmanın ötesinde bir mantıkla şiir severlere aktarılıyor. Yanlış veya
noksan bilgi, kabul edilmiş doğru olarak kulaktan kulağa aktarılıyor. “Şiirde anlam
aranmaz. Şiir bilgi içermez” gibi… Neden böyle düşünüyorum? Bugüne kadar
okuduğum şiir yazılarında ve sanat felsefesine yönelik yazılarda; ucundan
tutulur, dikkate alınır ve referans vermeye değer çok ender metin ve yazarla
karşılaştım. Örneğin, Özdemir İnce, Afşar Timuçin, İsmail Tunalı gibi
yazarlar… Belki çok daha değerli içeriğe
sahip yazılar ve konusunda yetkin yazarlar vardır; görememiş ve ayırdına
varamamış olabilirim. Sanat eğitimi içinde yetişmiş, konusunda uzman şair ve
öğretim üyelerinin affına sığınıyorum. Şiir yazılarının büyük çoğunluğu, şiiri
öyküleştirmek dışında sağlıklı bir içeriğe sahip görünmüyor. Ortaya yeni bir
şey koymuyorsanız referanslara yaslanarak şiir sanatı hakkında öykü anlatmak;
bir kazanım değildir. Hele akademik düzeyde, değeri olan bir çalışma değildir
bana göre. Artık şiir sanatı, sanat bilimi açısından ele alınmalı ve ilgili
disiplinlerin eleğinden geçirilerek gençlere sunulmalıdır. Şiir sanatı, kavram kargaşası altında
ele alınıyor ve bir şeyler yapılmaya çalışılıyor. Özellikle estetik bilimi ve
felsefeyle ilgili kavramlar… Sanat kavramları arasındaki hiyerarşi ve anlamsal
alanlar, tutarlılık ve bağlaşıklığı sağlamıyor çoğu yerde… Sanat felsefesine
egemen değilseniz şiir sanatı gibi geniş bir alanda, kavram kargaşasından
kurtulamazsınız. Bunlar arasında kargaşadan kurtulmak, çok yönlü bir yaklaşım
ve farkındalık gerektiren bir durumdur. Bana göre bunun temel bir nedeni
vardır: Çok yönlü olmayan beyinler; şiir gibi kapsamlı bir alanda değerlendirme
ve çözümleme için bilimler arası eşgüdümü kullanamazlar. Belirli alanların
dışına çıkamazlar. Şiir sanatına, yedi başlı dev muamelesi yaparlar. Bu yüzden
yüzeysel çıkarımlarda bulunur geçerler. Yeni bir şey keşfetmiş gibi nesnel ve
kavramsal karşılığı olmayan tümce kurup böbürlenirler. Örneğin, “Şiir de
kendisinin ne olduğunu bilmez”, “Şiir yazmak sözcükleri savurma sanatıdır”
gibi… Ayrıca şiiri, salt dil açısından ele alırlar. “Kurallar şiirden çıkar;
kaç çeşit gerçek şair varsa o kadar da gerçek kural vardır” gibi genelleme
söylemlere fazlaca yaslanırlar. Şiir,
ruhbiliminden geometriye kadar tüm bilimleri ilgilendiren geniş bir yelpazenin
taranmasını gerektirir. İlgili disiplinlere egemen olmayı gerektirir. Neden? Şiir bir düşünce sanatıdır. Düşünce
sanatı olması demek doğrudan insanın bilinç dünyasıyla ilgili olması demektir.
Onun, düş ve imgelem gücüyle doğru orantılıdır, demektir. Duygu, zekâ,
bilinçaltı gibi bilincin üzerindeki etkenlerin ayrıntısına burada girmiyorum.
Bilinci yapılandıran ve onun sağlıklı çalışmasını sağlayan şey; bilgi, bilgiler
arası eşgüdüm ve yorum yeteneğidir. Bu demektir ki bilincin alanı, aklımızın
sınırlarını zorlayan bir uzaydır. Bu uzay, şairin düş ve imgelem uzamıdır. İşte
bu uzam ne kadar bilgiyle doluysa; bilgiler arası eşgüdüm yeteneği ne kadar
güçlüyse; görme, sezme, duyma, duyumsama, ayırt etme ve yaratıcılık yeteneği o
kadar yüksek demektir. Yaşlı düşüncenin şiirle ilgili
öyküleştirdiği ve ritüel haline dönüştürdüğü pek çok şeye karşı çıkmamın
nedeni, bu uzamın anlaşılmamış olmasıdır. Şiir, her gün bir yeniye doğru
evrilmelidir. Şiir, bir sanat alanı değil; yeteneğe bağlı söz söyleme etkinliği
gibi düşünülmektedir. Genelleme tümcelerle övgüler sıralanmaktadır. Alaylı
geleneğin yaptığı bu ve buna benzer şeyler, bilimsel donanıma sahip gençliği
doyurmamaktadır. Çağımız bilgi çağıdır. Magazinsel söylemlerle, masalsı
yakıştırmalarla şiir gibi bir sanat alanında çağa ayak uydurulamaz. Teknik
ister; bilimlerin eşgüdümünü ister; sağlıklı ödül sistemi ister; iyi bir
eleştiri ve eleştirinin eleştirisini ister. Türk şiirinin sağlıklı bir ödül
sisteminin olmadığını çoğunluk kabul etmektedir. Ödül sistemini, sağlıklı ve
güvenilir duruma dönüştürmek için biraz özveri gerekiyor. Egoyu bırakıp bilgiye
önem gerekiyor. Seçici kurullarda yer alan şairlerimizin açıklamalarından ve
yazılarından anladığım kadarıyla çoğunluğunun estetik biliminden haberi yok.
Sanat felsefesine vakıf olmayan insanlardan seçici kurul oluşturmak, havanda su
döven insan topluluğu oluşturmak demektir. Bir kitaba/şiire hangi gerekçelere
dayanılarak ödül verilir, bunu bilen çok kişi yok; ayrıca en önemlisi, bu işin
elle tutulur bir yöntemi yok. Bir şiire neden ödül verilir sorusunun yanıtı;
şiirin estetik değeriyle ilgilidir. Yapıtın ölçütü ve ölçüsü, estetik değerdir.
Estetik değerden söz edilen bir ödül gerekçesi, hiçbir yerde görmedim,
okumadım, duymadım. Yapıtın estetik ve sanat değerini açıklamak yerine sayısız
ağdalı genel tümceler kuruluyor, ödül gerekçesi olarak. Üstelik sanat
kavramlarını yerle bir ederek… Türk şiirinin eleştiri sistemi, bana
göre ağır aksak yürüyen bir dedikodu dünyasıdır. Şiire yönelik, referans alalım
diyebileceğimiz eleştirel denemeye rastlanmaz oldu. Şairlerin birbirlerinin
bilgisine ve yapıtlarına saygısı yok. Bu ve buna benzer daha pek çok olumsuzluk
sayabilirim. Haksızlık etmeyeyim olumlu yanları var elbette yazınımızın,
şiirimizin. Dönüşüyor, gelişiyor, daha da gelişecek. Bu denemede söz ettiğim
konu; aksayan, acilen önlem ve sistem geliştirilmesi gerekenlerdir. Sorunları tespit ve şikâyette bulunmak,
anlayışımız gereği oldukça gelişkindir. Dağ gibi sorunlar önümüzdeyken “Nasıl
çözüm üretebiliriz” sorusundan çok “Kim ne söylemiş” dedikodusuna önem
veriyoruz. Tanımadığımız bir başkasından çözüm üretmesini bekliyoruz. Adı
duyulmuş ancak tanımadığımız yabancı ülke insanlarının çözüm önerilerine yüksek
değer veriyoruz; doğru yanlış, bilimlerle uyumlu olup olmadığını sorgulamadan.
İçimizden birinin ileri sürdüğü önerileri de nasıl çürütürüz diye yarış
yapıyoruz. Öğreti ve dinsel yönelimleri gerekçe göstererek, iyi bilgiyi kurban
ediyoruz. Görmezden geliyoruz, küçümsüyoruz. Bunlar şark zihniyetinden
kurtulamamış olmanın zayıflıklarıdır. Demek ki öğreti ve dinsel koşullandırma,
yeni bilgiyi göremeyecek kadar insanı körleştiriyor. Özet yapacak olursam: Birinci sorun, Türk şiirine sanat
felsefesi açısından bakmıyoruz. Dil sorunuymuş gibi algılayıp buna göre çözüm
arıyoruz. Değişik ortamlarda yayımlanan ve yayımlanmış şiir yazıları, böyle
olduğu sonucuna götürüyor bizi. Şiir sanatı, karmaşık bir sanattır; bütün disiplinlerin
eşgüdümünü gerektirir. Şiir, dille yapılır ama sadece dil değildir. Çünkü şiir
insan düşüncesi ve düşünün, birebir aynasıdır. Bu da, sınırsız bir uzay
demektir. İkinci sorun, yukarıda söz ettiğim gibi,
şiir ödülleri ve seçici kurulların sağlıklı olmayışıdır. Bu konuya yönelik
önerim vardır. “Saf Sanattan İnsana, Şiir Çözümleme Tekniği ve Şiir Eleştirisi”
isimli kitabımda önerdiğim bazı kuram ve teknikler var. Örneğin ‘Şiir Çözümleme
Tekniği’ adı altında ileri sürdüğüm teknik, ödül sistemine ve seçici kurulların
yöntemlerine katkı sağlayabilecek ayrıntılar içeriyor. Şiirin ilgili
disiplinlerini dayanak olarak ele alıyor ve bir şiirde olabilecek tüm
organların gözden geçirilmesine olanak sağlıyor. Delilsiz yargıya yer
bırakmıyor. Şiirin sanat ve estetik değeri hakkında bir kanıya varmayı
sağlıyor. Bu özelliği nedeniyle, sanat felsefesi konusunda yetkin olmayan
kişilerin seçici kurulda yer almasını engelliyor. Estetik bilimi, felsefe, ruh
bilimi ve toplum bilimi gibi sanatı çok yakından ilgilendiren başat bilimlere
uzak kimselerin, seçici kurullarda görev almamasını ve alırsa da bu işin
üstesinden gelemeyeceğini söylüyor. Bu tekniğin tek sorunu vardır. O da, uzun
zaman gerektiriyor olmasıdır. Üçüncü sorun ise şiir eleştirisidir.
Şiir eleştirisi adı altında bu işi yapan kimse veya topluluk var mı,
kuşkuluyum. Çünkü sayısız çözümleme ve eleştirel deneme okumuş olmama karşın
bu, gerçekten şiir eleştirisi diyebileceğim bir metinle ender karşılaştım. Çok
sayıda eleştirel deneme adı altında metin var yazınımızda ama ben, çoğunluğunun
eleştirinin işlevine uygun olduğunu düşünmüyorum. Eleştiri konusunda da bir önerim vardır.
Aynı kitapta, “Katman Edebiyat Eleştiri Kuramı” adı altında bir kuram ileri
sürdüm. Bu kuram, Şiir Çözümleme Tekniğine yaslanıyor ve dil sanatlarının
tamamı için uygulanabilir bir sistemdir. Hatta tüm sanatlar için
kullanılabilir. Bu sistem, eleştirmene şunu diyor: Eleştireceğin yapıtın
otopsisini yapacaksın, ilgili disiplinlerle açıklayacaksın ve estetik bilimine
göre kanıtlar üzerinden yargıya varacaksın. Yapıtı; yazar, yapıt, okur ve ortam
ilişkilerini dikkate alarak inceleyeceksin...
Yapıtın, etkinliği ve yetkinliğini ortaya koymak için kanıtları bir bir
dökeceksin. Kanıtsız yargıdan uzak duracaksın… Bu kuram, bütünlüklü bir sistemi
içeriyor ve bilimsel yöntemlerin dışında eleştirmene açık kapı bırakmıyor.
Öznel yargı gerektiren yerlerde de bazı delilleri ön koşul olarak ileri
sürüyor. Kitaplarımda öne sürdüğüm kuram, teknik,
sistem ve öneriler; akademik olarak ele alınmalıdır kanısındayım. Bunların
hepsi, sanat biliminin öngördüğü temele dayandırılmaktadır. Geliştirilmesi
gereken yanları mutlaka vardır. Bazı öneriler ile kuramlar, doktora tezi olacak
konulardır; ayrıntılı araştırma gerektiriyorlar. Türk yazınında, özellikle şiir
konusunda, daha dinamik davranılmalıdır. Salt edebiyat tarihçiliği ve dil
bilgisiyle bu işin üstesinden gelinemeyeceği anlaşılmalıdır. Hayranlık ve
öykünmeciliği birbirine karıştırıyoruz kanısındayım; bunlar ayrı şeylerdir.
Biri, sanatın gelişimine katkı sağlar; diğeri ölümüne… Yazılmış şiirlere benzer
şiir yazmak, özgün sanat anlayışını oluşturmanın önündeki en belirgin engeldir;
benzemekle kendi şiirini kurmak arasındaki çizgiyi koruyamıyorsan. Keşif
bekleyen geniş bir evren vardır şiir ve şiir emekçilerinin önünde… Donanımınızı
güncellemenin zamanıdır. Sararmış sayfalardan kopyalayıp
aldığımız bilgi, güncel olmayabilir. Bugünün bilgisiyle uyumlu olmayabilir. Bu
bilgilere; sanat felsefesi açısından baktığımızda önemli sorunları barındırdığı
görülüyor. Pek çoğunun, güncel bilgiyle çeliştikleri çok açık. Öğreti ve din
gibi koşullandırmaların altında yapılan yorum ve ortaya konan bilgiler; hepten
sanat bilimiyle çelişiyor. Örneğin, “İdeolojiye hizmet etmeyen sanat, sanat
değildir” diyebilen bir mantık, bugün kabul edilebilir mi? 25 Nisan 2021 Şiir Sarnıcı
(e-dergi) Temmuz 2021 Sayı:9’da yayımlanmıştır.
YAZMAK “Yazmak, rahatlamanın bir yoludur”
derler. Göreceli bir durum çoğu zaman. Yazdığımda erince kavuşacağımı
düşünüyorum ama o yazı sonra sırtıma biniyor… Bir yük gibi dolaşıyor
omuzlarımda. Kaldı ki öküzün altında buzağı aramanın en anlamsız olduğu sanat
ve sanat yaratılarına yönelik yazıyorum. Buna karşın birileri çıkıp sağından solundan
eğip büküp bir yasa maddesine uydurup “Haydi sorguya bakalım” diyecek kaygısı
dönüp dolaşıyor çevremde. Günümüzde nabza göre şerbet verenlerin dışında bu
kaygıyı duymayan yazar ya da şair var mıdır, sanmıyorum. Sağınıza solunuza bakın çok kişi göreceksiniz.
Ortam öylesi keskin bir ortam ki yanılıp yenilip hedef gösterilecek bir
sözünüz/yazınız yayımlanmışsa her şeyden önce sosyal medya gazisi
oluverirsiniz. Yasal süreç bir yana, sıra yasal işleme gelinceye kadar
kamuoyunda linç kampanyasının öznesi olmuşsunuzdur. Gülmece hiç korkar mı güldürmekten? Son
günlerde gülmece bile saklamıştır kendini dilinin altına. Sanatçı; gülmece,
karşıtlık, benzetme, değinmece, alaysama, abartma… gibi teknikleri
kullanacaktır yapıtlarında. Yayından fırlamış ok gibi gidip vuracaktır alın
şakından kaşarlanmış sorunlara. Sanatın özünde vardır; olanı, daha çekici,
yerinde ve vurgulu duvara asmak. Sanatçınınsa ruhundadır olumsuzluklara karşı
flama dikmek… Yapıtlarında propaganda ya da tebliğ dili kullanmıyorsa,
yapıtının özü ve içeriği dokunacaktır sırça saraylara, görünecektir en
uzaklardan görkemiyle… Kazanımlar bir bir yitip giderken, ekranlarda
gazeteci ya da akademisyen kılığında yazıp-çizen-konuşan şirinler varken,
gözlerimizin içine baka baka aklımızla dalga geçen bunca insan el üstünde
tutulurken; tarih bunları neresine sığdıracak, merak ediyorum. “O zaman öyleydi
bugün böyle”, diye yüzsüzlüğü duvara mı asacaklar? Yakın geçmişte olduğu gibi.
Kirli bilgiyle temiz bilgiyi ayırt edemeyecek kadar aklını tutkularına tütsülemiş
insan, ne sevimli bir zavallıdır! Böyle bir ortamda yazmanın erinç
olabileceğini düşünen, esrikliği iyimserliğe dönüştürebilmiş başarılı bir
oyuncudur. Onurlu yaşamak ve çağın gafına düşmemek
için; fanatizm, popülizm, nepotizm gibi olumsuz izmli tutumları bırakıp
gerçeklere gerekçeleriyle bakmak zorundayız. Silkinip bakalım çevremize,
dumansız ateşin yıkıntısı göz göre göre üzerimize doğru geliyor. Azıcık mantık
bir tutam sağduyuyla bakmak, çok şeyi değiştirir. Çünkü hiçbir şey dıştan
göründüğü gibi tekdüze, hiçbir şey allı pullu gösterildiği gibi şık değildir.
11 Şubat 2022
ALGI
YÖNETMEK SANATTIR Algı, özgün istencimizle oluşan bir
eylem midir? Toplumsal olgu ve olaylar ile bilinçli kurulmuş sistemlerin
yönlendirmesine bağımlı bir algı dünyasına mı sahibiz? Beynimiz ilginç bir çalışma biçimine
sahiptir. Bilgi, görgü, kültür, duygu, deneyim ve diğer girdilerin bileşkesine
bağımlı olarak çalışan devasa bir sistem.
Ulaşabildiği tüm bilgiyi kullanıp durmaksızın karar üreten bir süreç.
İlginç bir özelliği, halihazır bilginin olgunluğuna, doğruluğuna, yeterliliğine
bakmaksızın; edinebildiği kadarıyla, duygulara ve işleyebildiği deneyime
dayanarak karar verip insanı eyleme sürüklemesidir. Bu, bana göre beynin en
zayıf tarafıdır. Cahil insanın her şeyi biliyorum yargısı, beynin bu
zayıflığından yararlanıyor, diye düşünüyorum. Algı yönetimi, medyada sıkça
kullanılan adıyla algı operasyonu, beynimizin zayıf yerlerini kullanarak
yapılan sistemli çalışmadır, diyebilir miyiz?
Doğadaki canlılar, yaşamak için
birbirini ya da daha güçsüz olanları yemek zorundadır. Bir diğerinden daha
güçlü olmak, daha hızlı koşmak gibi bir çabası vardır. Doğası gereği bunun için
her biri kendi savunma sistemini ve donanımını geliştirir. İster gereklilik
diyelim ister evrimsel bir olgunun sonucu diyelim sonuçta her canlı, bulunduğu
ortama ayak uydurur; doğal seçilim gereği güçlü ve donanımlı olan yaşamını
sürdürür. Bu, öyle bir döngü ve dengedir ki doğanın mutlak gereklilikleriyle
asla çatışmaz. İnsan, döngünün mutlak gerekliliklerini
kırabilme yeteneğine sahiptir. Kendisinin isteğine göre çoğu şeyi
düzenleyebilir ya da değiştirebilir. Bu durum, bireyin davranışlarının
düzenlenebileceği ya da değiştirilebileceği anlamına gelir. Algı yönetimi diye
bir bilgi bütünlüğünün ortaya konması bundandır, diye düşünüyorum. Beynimizin
çalışma yöntemi üzerine sayısız çalışma yapılmıştır. Bu çalışmalar gösteriyor
ki beynimizin; aldatılabilir, kavrama yetisi kısıtlanabilir ya da istenen bir
davranışı gerçekleştirecek şekilde yönlendirilebilir. Kendi isteği ve özgün
kararıymış gibi çok şey yaptırılabilir. Algısı düzenlenmiş insan davranışını,
her gün ve her yerde görebiliriz. Örneğin, alışveriş isteği doğurulmuş insanlar
gibi… Bunlar, algısı değiştirilmiş ya da düzenlenmiş kişilerdir. Bu tutumu,
bireyin ya da toplumun kendi özgün isteğiymiş gibi tanımlar, normal bir durum
olarak karşılarız günümüzde. Ayrıntıya girdiğimizde kazın ayağının öyle
olmadığını görürüz. Asıl konumuz olan edebiyat ve algı
yönetimi ilişkisini biraz açalım. Edebiyat dil sanatıdır. Doğrudan duygu ve
düşünceyi etkisi altına alan dolayısıyla algıyı düzenleyebilen bir etkinliktir.
Burada üzerinde durmamız gereken önemli bir girdi vardır: Duygu. Edebiyat,
duyguyu kolay ele geçirebilen bir sanattır. Duygu da algının mutlak rehberidir.
Düşüncenin mayasıdır. Algı yönetimini, istenmeyen bir sonucu
doğuracakmış gibi olumsuz bir tamlama olarak karşılıyoruz. Basınımızda, algı
operasyonu diye söylenegelir ve olumsuz bir durumu anlatmak için kullanılır. Bu
yüzden kavram alanı bilincimize olumsuzluk olarak yerleşmiştir. İnsan tutumunu
düzenleme yoludur ve mutlaka olumsuz olacak diye bir şey söyleyemeyiz. Bence
bunun olumlu yanı, edebiyatın en temel amacıyla koşuttur. Okura yaşamın
gereklerini farkındalıklı olarak göstermek, bir anlamda algı ayarlarını açmak,
işlenebilir duruma getirmek, yüksek değerleri içtenlikle yaşayabilir duygu
durumuna taşımak, diyebiliriz. Edebiyat dâhil tüm sanatların; farkındalık ve
algıda seçicilik yaratmak, düşünceyi sarsarak daha geniş boyuta taşımak gibi
bir amacı vardır. Okuru, estetik beğeni yardımıyla arzu ettiğimiz hazza
sürüklemektir. Çünkü edebiyat; yaşamın içerisindeki bilgi, olgu, olayın en olgun
ve etkileyici görünüme getirildiği bir süreçtir. Öyle olunca edebiyatın her
dalı, algı yönetiminde gereç olarak olumlu yönde ve etkin bir biçimde
kullanılabilir. Bunun yanında; bir kurumun, ideolojilerin ya da dinlerin
amacına hizmet için de tasarlanabilir. Ne yazık ki edebiyatın kötüye
kullanımını hemen hemen her yerde görebiliriz. Özellikle hedef, çocuklar ve
genç beyinlerdir… Konunun daha iyi anlaşılması için,
stratejik düzeyde uygulanmış somut bir örnekle sürdürelim. Amerika, Irak
Krizini 1990 yılında başlattı, 2003’e kadar kara gücünü kullanamadı. On üç
yıllık sürede sadece hava gücünü kullandı. Havadan bombalamak kolay. Karşı
koyacak bir hava kuvveti yoktu. Askeri literatürde ‘harekât bölgesini
şekillendirmek’ diye bir aşama vardır. Bunun anlamı, hedef ülke halkının savaşa
hazır duruma getirilmesidir. Halkın direniş göstermemesini, barışçıl bir
eylemmiş gibi harekâtı desteklemesini sağlamaktır tüm amaç. Diğer söyleyişle,
ülke halkının direniş kararını arzu ettiğiniz bağlamda düzenlemektir. Tıpkı
1915-1920’li yıllarda Osmanlı İmparatorluğunun kendi halkına uyguladığı gibi.
İlk kurşun bu nedenle tarihe geçmiştir. İşte bu, algı yönetim teknikleriyle
gerçekleştirilen bir eylemdir. Halk, bile isteye sizin arzunuz doğrultusunda
hareket eder. Eski adı psikolojik harekât, yeni adı bilgi destek harekâtıyla
koşut bir çalışmadır. Bunun yöntemi, kendi halkını yasalarla, diğer ülke
halklarını algı yönetim teknikleriyle ikna edersiniz. Amerikan ordusu da
Irak’ta bu tekniği on üç yıl boyunca uyguladı ve halkın belirli bir kesimini
kazandıktan sonra kara gücünü sahaya sürdü. Ne kadar güçlü olursanız olun,
tersi durumda olası mıdır bir ülkenin devlet başkanını almak? Bu örneğin edebiyatla ilişkisi nedir?
Algı yönetimi, sistemli bir çalışmanın soncudur, alanında uzman kişilerin
tasarısıyla işler ve toplum üzerinde çok etkilidir. Edebiyat ve diğer sanat
dalları, bu zincirin bir halkasıdır. Diğer bir söyleyişle, topluma ya da bir
kesime belli bir düşünceyi kabul ettirmek üzere kullanılabilir. Uzun zaman
ister, sonucu geç alınır ama kalıcı bir ruh durumu yaratır. Edebiyatı estetik
tavrı yaratmak için değil de algıyı istediğimiz yönde değiştirmek için
kullanırsak ya bir gruba ya bir politik ideolojiye ya da dinsel bir olguya
hizmet eder duruma sokarız. Bu tehlikeli bir yoldur. Sanat olma gereklerinin
dışına yönelir. Sanat felsefesi gereği sanatın ana hedefi, insanda estetik
tavır yaratmaktır. Burada önemli bir nokta vardır: Edebiyat, toplumun değer
yargılarının bir sonucudur. Değer yargılarını, belirli bir kesimin düşüncesini
ya da inancını dikte etmeye yöneltirsek edebiyatı sloganlaştırırız. Sloganlaşan
edebiyat çatışmanın öncülüdür. Tüm sanat dalları, çatışmayı değil; estetik
tavrı yaratmak için yapılır, kurgulanır. Estetik tavır yaratmak, yaşamsal
gerekleri doğru algılayan saygın ve saygılı insan kazanmanın yoludur.
İletişimi, işleyişi, ilişkisi sağlıklı toplumun önünü açar. Diğer taraftan, algı yönetimi için
yazılan her metin, bugünün bilinçli bireyini rencide eder… Bir amacı
gerçekleştirmek üzere dayatılan her düşünce, sanat olmaktan öte propagandaya ya
da beyin yıkama tekniğine dönüşür. Bilinçli bireyler, apaçık gördüğü bir şeyin
abartılı ve görünümü değiştirilerek dayatılmasından rahatsız olurlar. Daha açık
söyleyelim: Aklıyla dalga geçilmesini sindiremezler. Ne var ki algı yönetiminde
öyle teknikler uygulanır ki birey, çoğu zaman gerçekle önüne sürülenin
arasındaki farkı ayırt edemez. Sunulana ikna olur ve kendiliğinden ikna
olduğunu sanır. En çok da ticari alanda kullanılan bir tekniktir. Hemen hemen
hepimiz bu tekniğe yenik düşeriz. Sıkıntı buradadır. Gizli düşmandır; şeker
hastalığı gibi… Bu yüzden ‘algı yönetimi bir sanattır’, demekte sakınca
görmüyorum. Algı yönetiminin olumlu ve olumsuz
yanlarını basit bir ölçütle görebiliriz. Yaşamın ve insanın süregelen gereklerini
değil de belirli bir görüşün/inanışın doğruluğunu ya da uygunluğunu dayatacak
biçimde yazmak, algı yönetimi çabasının önde gidenidir… Şimdi Türk edebiyatına
bakınız ve genel durumu sorgulayınız… Umarım kolaylıkla görebileceğiniz bir
resim gözünüzün önünde oluşacaktır. Öyle şiir ve metinler vardır ki sesi
tamamen sufledir. Buna karşın şair ve yazarının ünü büyüktür… Yazın dallarındaki ana hedef, toplumdaki
yüksek değerleri (moral değerler) diri tutmaktır. Bireyin yaşama sevincine
katkı sağlamak, sevgisini yüceltmektir. Yüksek değerleri diri tutulan birey ya
da toplum; olumlu, yapıcı, paylaşımcı, bireyler arası saygı ve güven ortamını
sağlar. Bu özelliklere sahip toplumlarda, birey hak ve özgürlük alanlarına
saygılı ve sevecen tavır gelişir. Uygulanan siyaset, yaşama geçirilen her
kural, inşa edilen her yapı; insan için ve insan değerlerine uygun yapılır.
İnsana saygının olduğu yerde çağdaş dünya görüşü egemendir... Bir konu daha var ki söylemeden
geçemeyeceğim. Bana göre gerek görsel gerek yazınsal, çocuk edebiyatı diye taze
beyinlerin üstüne çöken kara belâ, üzerinde en çok durmamız, tartışmamız ve
ayrıntılarıyla düzenlememiz gereken bir algı yönetim alanıdır. Bu, duyarlılığı
en yüksek bir zemindir ve üzerinde en çok oynanan bir konudur. Taze beyinlerin
çevresine çekilen demir perde, kolay kolay bir daha ışığı geçirmez… Edebiyatta
algı yönetimi sözü geçtiğinde ilk olarak ele almamız ve duyarlılık göstermemiz
gereken yer burasıdır. Sonuç olarak edebiyat, algı yönetiminin
vazgeçilemez bir gerecidir. Tıpkı ateş gibidir. Yerinde kullanırsanız yemek
yaparsınız, yanlış kullanırsanız evinizi yakarsınız. Ayrıca edebiyatı, olumlu
ya da olumsuz bir gereç olarak kullanmak bilinç sorunudur. Bıçak sırtı gibidir.
Estetik tavrı yaratmak için kurgulanan her yapıt, olumlu sonuç doğurur. Bir
şeyleri dikte etmeye, şiddete özendirmeye, inandırmaya, ikna etmeye yönelen her
yapıt; algı yönetiminde olumsuz bir gereçtir. Zaten sanatta, dilsel şiddet,
saldırı, dayatma, inandırma, ikna etme gibi olumsuzluklar felsefesi gereği olmamalıdır.
Güzellik ve türevleri, sanatın temel gereçleri olmalıdır. Bana göre çağdaş
sanat anlayışı, sanattaki bu karmaşayı kökünden çözen yerinde bir yaklaşımdır.
Çünkü bu anlayış, bu ve buna benzer olumsuzluklarla uğraşmaz; aklın karanlık
köşelerine dokunarak daha farkındalıklı bir dünyayı aydınlatır. Duyu ve
duyguyu, arkasından aklı sarsarak estetik tavrı yaratmaya çalışır. 15 Ekim 2021 Şiir Sarnıcı (e-dergi) Ocak 2022
Sayı:11’de yayımlanmıştır.
BEŞLİ ÇETE Çağdaş
ve mutlu bir toplum istiyorsak yoğunlaşmamız gereken konu ‘duygu yönetimi’
olmalıdır; özellikle eğitim ve öğretimde… Algı-anlama-düşünme-açıklama
sürecimiz, duygu durumuyla orantısal bir ilişki içerisindedir. Ne kadar olumlu
duygu taşıyorsak o kadar olumlu ve verimli bir düşünme/edim sürecimiz olacak
demektir. Duygu denetimi öğrenilebilir bir eylemdir. Olumlu duygu, yani sevgi
ve türevleri, duygu yönetiminde beslenmesi gereken temel değişkenlerdir. Olumsuz
duygunun temelinde yatan neden, korkudur. Korku, türevleriyle birlikte var olan
bir duygu durumudur. Kaygı, nefret, kin, öfke ve düşmanlık gibi beşi bir yerde
çete… Korkunun olduğu yerde beşli çete işbaşındadır. Bunların bir arada
saldırıda bulunduğu bir yerde sağlıklı algı-anlama-düşünme ve açıklamadan söz
edebilir miyiz? Çağdaş insana yaraşır ve barışçıl bir ortamın oluşması olası
mıdır? Beşli
çete, aynı zamanda korkuyu tetikleyen donanımlı, bileşke güçtür. Namlusuna
birtakım gereçleri de alarak döner durur beynimizin ortasında. Bunların olduğu
yerde sağlıklı düşünmenin yok olduğu gibi sanatsal yaratıcılık da yok olup
gider. Bizim gibi toplumlarda herkesin korkacağı bir gerekçe mutlaka vardır;
yoksa bile düzmece korku kaynağı yaratılması çok kolaydır. Korkudan yağ çıkaran
bir kültürümüz var. Öyle olagelmiş ve öyle olması için de her tür olanak sonuna
kadar kullanılmaktadır. Bu durumda, korku ve türevlerinden yarar umanlar, çağın
en büyük başarısını elde ettiğini düşünerek böbürlenirler. Artık orada
güdülebilir bir toplum tasarlanmış ve at oynatma zamanıdır. Tıpkı… Dahası tarihimiz
de korkuya dayalı yönetim biçimleriyle dolu değil mi? Bunların
saptanması zor değil; deneyimlerimiz açıkça gösteriyor zaten. Herkes biliyor
bilmesine de uygulamaya gelince elde var sıfır. Kaygı, nefret, kin, öfke ve
düşmanlık gibi beşli çeteden ne umuyoruz da sürekli yara yaparcasına kaşıyoruz,
anlam veremiyorum? Cehaletten doğan anlamsız hırs desek, şu anda içinde
bulunduğumuz durumu açıklamakta yetersiz kalır.
Korkunun
panzehiri güvendir. Ne var ki panzehiri vermek; son derece zordur, beceri ve
sağlam gereç ister. Bu tür kötü duyguları özelde bireyden, genelde toplumun
sırtından söküp almak gerekir. Bunu başarmanın iki koşulu vardır. Birincisi
ilkelerine göre işleyen bir adalet, ikincisi dengeli paylaşımdır. Başınız
zorda kaldığında, güvenebileceğiniz ve kararına inanabileceğiniz bir makam ya
da sosyal çevre kalmadığını düşünün. Haklıyken sözde gerekçelerle haksız duruma
düşürüldüğünüzü… Örneğin sağlık hizmeti, yargı ve resmi uygulamalarda… Ne
korkunç bir ruh durumudur!
KORKU
VE ÇIKAR Uzun zamandan beri duygular üzerine
yazmak istemişimdir. Ne var ki fırsat bulup yazamadım bugüne değin. Duygu, öyle
bir insan eylemidir ki bilinçten bilinçaltına, üst bilinçten mantığa, akıldan
zihne, düşünceden tavra kadar her şeyin içindedir. Aklın, istencin, isteğin ve tavrın; hareket
motorudur. “İnsan neden sanat yapar” sorusunu kendime
sormuştum sanatla ilgili bir kitabımı yazarken. Yanıtını uzun süre
araştırmıştım. Ulaştığım sonuç oldukça ilginçti. Duyguların; amaç-neden-sonuç
ilişkisine göre çalışan insana özgü bir eylem olduğunu anladım. İnsanoğlunun
her eylemi, tavrı veya duygusunun; öyle kendiliğinden ve rastgele oluşan bir
şey olmadığını gördüm. Canlı olmanın gereklerinden düşünebilme yetisine kadar
pek çok bileşen, duygunun doğumu ve yaşanmasına kaynaklık ediyor. Bazı kaynaklar altı temel duygu, bazı
kaynaklar ise sekiz temel duygu olduğunu söylerler. Bana göre duyguları, temel
yardımcı diye sınıflandırmak yerine olumlu duygular ve olumsuz duygular diye
ikiye ayırmak daha sağlıklı olur. Duyguların doğuş temeline inersek yaşamı
sürdürme kaygısı ve sürekliliği sağlama kaygısının bir çıktısı olduğunu
görürüz. Bu noktadan sonra, genetiğimizden tutun da toplumsal olgu ve olaylara
gösterdiğimiz tepkiye kadar her tür tavır, duygu durumumuzu ve türlerini
belirler. Duyguların nasıl oluştuğu değil; kişi ve
yaşamı nasıl etkilediği konusuna eğilmeliyiz kanımca. Korkunun insan üzerindeki
etkisine değineceksek korku ve türevlerini bir bütün olarak ele almalıyız.
Örneğin; kaygı, üzüntü, nefret, kin, dehşet, hırçınlık ve öfke gibi olumsuz
duygu durumlarını. Bunlar, birbirinin türevi olduğu kadar birbirini doğuran
duygu durumlarıdır. Sözü buraya kadar getirmişken bu
denemede, korku adını verdiğimiz duygudan yarar sağlamaya çalışan anlayıştan
söz edelim istiyorum. Korkudan yarar ummak, bana göre üzerinde durulması
gereken, insanlarda farkındalık yaratılması gereken önemli bir konudur. Bu, bir
bilinç konusudur aynı zamanda. Nasıl mı? Korktuğu için ders çalışmak gibi.
Korktuğu için sabah erken kalmak gibi. Korktuğu için sokağa yalnız başına
çıkmamak gibi... Bunlar çok basit ve
sıradan örnekler. Ne var ki yaşamımızın tüm değerlerini etkileyen ve
olumsuzluğa sürükleyen tutum ve duygu durumlarıdır. Korku kültüründen beslenmek
ve bunu yaptırım olarak kullanmak, kişi yaşamında ciddi sorun yaratan bir
hastalıktır. Korku konusunda yazanların ve
düşünürlerin bir kısmı, korkunun yararından söz edebilir. “Korku olmasaydı şunu
başaramazdım veya bu noktaya gelemezdim” gibi… “Ben korkutmasaydım oğlum ders
çalışıp bu başarıyı elde edemezdi” gibi… Masum gibi görünen bu tür tutumlar,
insan türünün en tehlikelisini yapılandırmaya yönelik girişimlerdir.
Korkutularak ya da korkarak başarı elde eden bir insandan sağlıklı bir üretim
ve sağlıklı bir yaşam sürmesini beklemek aymazlıktır. Korkunun egemen olduğu
bir yaşam, işkence ortamının en şiddetlisidir. Böyle bir ortamda büyüyen çocuk,
her tür şiddeti uygulayabilme becerisine sahip olur. Korku ve korkunun
türevleri, ruh durumuna zararlıdır. Ya bir yaptırımın ya bir olumsuzluğun ya
güç gösterisinin ya da haksız bir kazancın habercisidir her zaman. Yönü
kendiniz olabildiği gibi bir başkası veya başkaları olabilir. Sonuçta
olumsuzluğun olduğu bir durumdur. Semavi ve batıl dinlerin felsefesini
genel anlamda incelediğimizde şunu görürüz: Ödül ve ceza sistemi. Bir yerde
ceza sistemi varsa orada korku ve türevlerinin egemen olduğu bir temel var
demektir. Korkutarak inandırmak, korkutarak yaptırmak; insanlığın şiddetle
karşı durması gereken bir konudur. Toplum olarak ayırdına varılmasını istediğim
nokta burasıdır. Korkutarak inandırılan, korkutarak yaptırılan şey; sağlıklı,
yararlı ve kalıcı olamaz. Yararlı görünse bile daha çok zarar verir. Dinlerin
egemen olduğu çağlara ve coğrafyalara baktığımızda bugüne değin mutlu ve huzur
içinde yaşanılan bir zaman olmamıştır. İlahi korku kısmen ortadan kalktıktan
sonra reformlar ve birey hakları ön planda tutulmaya başlanmıştır. Batı dünyası
korku kültürünü erken kırdığı için daha hızlı gelişmiştir. Birey, birey olma bilincine eriştiğinde,
yersiz ve anlamsız korkularını daha kolay kırabilecektir. Bunları, olumlu duygu
durumuna çevirebilecek bilinci yakalayacaktır. O zaman inançlar, belki olumlu
bir dünya kurmak için kullanılabilir; ne var ki gelmiş geçmiş tüm dinler ve
politik ideolojilerde amaç bellidir. En iyi, en üstün, en doğru ve en haklı
olma bencilliği. İşte bu mantık, korkudan arındırılmış sağlıklı bir toplum
yaşamı kurmanın önünde yatan en büyük engeldir. Korkunun yarattığı tehdit
üzerimizde olmadığı durumlarda; insanları istediğiniz gibi yönetemezsiniz,
haksız kazanç sağlayamazsınız, inandırıp kendi isteğiyle veriyormuş gibi
elindekini alamazsınız, oyunu alamazsınız, kolay para kazanamazsınız. Çağdaş ve eğitim düzeyi yüksek
toplumlar, yasalara ceza korkusundan dolayı saygı duymazlar; gerekli olduğu
için saygı duyarlar. Bizim mantığımıza sahip insanlar, yasalardan kaçışlarının
olmadığını ve zorunluluktan uyduklarını söyleseler de durum onu göstermiyor.
Yasal olmayan bir tutumunuzda çevrenizde bulunan insanlar, çekinmeden sizi uyarabiliyor.
Yasalara aykırı davranışı, en azından toplum baskısıyla engelliyorlar. Bizde
olduğu gibi, yasalara uyumsuzluğa özendirmiyorlar. Örneğin “Devletin malı deniz
yemeyen domuz” diye bir atasözleri yoktur. İkinci dünya ülkelerinde, korkuya
dayandırılmadan iş görme kültürü ne yazık ki gelişmemiştir. Korku her şeyden
önce bir ihtiyaçtır. Yasaları bir gereklilik olarak algılamazlar, korkunun
yaptırım gücünü ön planda tutarlar. Bu, korkuya dayalı bir sistemi ayakta
tutmaya çalışmaktır. Notu tehdit olarak kullanan öğretmenden tutun cezayı
tehdit olarak öne süren yöneticiye kadar herkes, korkunun arkasına sığınır.
Olumlu duygunun yaptırım gücünün daha fazla olduğunun ayırdında değillerdir.
Olumlu duyguların egemen olduğu bir ortamı sürdürülemez görürler. Sonuç olarak, olumlu duyguların yaptırım
gücü, korku gibi olumsuz duygulardan daha fazladır. Örneğin, “Tatlı dil yılanı
deliğinden çıkarır” diye bir atasözümüz vardır. Burada önemli bir ayrıntıyı
gözden kaçırmamak gerek. Doğru, akılcı, bilimsel tutum ve uygulamalar, korkuyu
insanlar üzerinde kullanma gereği duymazlar. Haksızlık varsa, haksız kazanç
varsa, suç ve türevleri varsa; işte o zaman devletler, kurumlar, yöneticiler
korku ve baskı yöntemine başvururlar. Ne yazık ki hem egemen dinler hem de
egemen politikacılar, çağımızda hâlâ bu yöntemi kullanmaktalar ve kullanmayı
sürdürmeye kararlılar… Bana göre gelişmişliğin en önemli
göstergesi, korku kültürünü ne kadar geçersiz kılabildiğimizdir. Artemis Dergisi, Ekim 2021, Sayı:14’te
yayımlandı.
Yazına
gönül vermiş yazar ya da şair, kullandığı dile sahip çıkmalıdır. Benimsemeli ve
sorumluluk duymalıdır. Yayımlayacağı kitabının içeriği izin veriyorsa dilimizle
ilgili düşüncelerini aktarmasında yarar olduğu kanısındayım. Kitabında
kullandığı dille bu konudaki düşüncesini zaten aktarıyor, diye
düşünebilirsiniz. Bence bu yeterli değil, Türkçe üzerinde kafa yorduğunu ve
bunun gerekli olduğunu okuruna daha vurucu şekilde duyumsatmalıdır. Çünkü dil;
bilimden sanata, siyasetten stratejiye, düşünceden yaratıcılığa kadar her
alanda önemli bir etkendir. Aklınıza gelen her konuda gelişimin önemli bir
çarpanıdır. Anlatım gücü, sözcük sayısı, anlam alanları, kavramların
kapsamları, kuralları ve dil yasaları gibi konular oldukça önemlidir. Kime
sorarsanız sorun, “Dilimizin anlatım olanakları oldukça güçlüdür” diye yanıt
verecektir. Buna katılmıyorum. Anlatmak istediğiniz düşünceyi, Türkçenin
özelliği gereği eklemli bir dil olmasından yararlanarak, çevresinden dolaşarak
ya da sözcük tamlamalarıyla anlatabilirsiniz. Ne var ki bu anlatım biçimi
dolambaçlı ve beynimizin çalışma ilkelerine uyumlu değil. Hatta Türkçe,
matematik kadar iyi tasarlanmış dünyada başka bir örneği olmayan güçlü bir dil.
İlk bakışta anlatım olanakları oldukça güçlü diyebiliriz ama bence eksik kalan
ya da bilimlerle eş zamanlı genişlemede sıkıntıları gittikçe büyüyen bir dil. Örneğin
sanat alanında, düşündüklerimin kavram karşılığını bulup sözcüğe dökmekte
zorlanıyorum. Diğer dillerden alıntı, yalan yanlış Türkçeye çevrilmiş kavramları
kullanmak zorunda kalıyorum. İletişim
teknolojisindeki terimbilim konusunda da…
Bilim ya da felsefe alanında da aynı durum geçerli. Dilimiz, sanat ve
bilimlerin ürettiği bilgi ve nesne karşısında yeterince genişleyemiyor
kanısındayım. Yalnız iletişim teknolojisinde, dünya dillerinde yirmi beş bin
sözcük üretildiği bilgisi var. Buna karşın biz, bunların çok azını
kullanıyoruz; üstelik çoğunu başka dillerden alınmış şekliyle. Computere
bilgisayar, internete bilgisunar demişiz ve yerleşmiş. Diğerleri sayılabilecek
kadar az. Geri kalanını ya hiç kullanamıyoruz ya da diğer dillerden alındığı
şekliyle kullanıyoruz. Arı, duru ve temiz bir Türkçe istiyorsak, anlatım
olanaklarını güçlendirmek istiyorsak ki amacımız bu, bilimlerin ve sanatın
ürettiği kavram ve terimleri, dilimizin özelliklerine uygun kullanılabilir
duruma sokmamız ve yaygınlaştırmamız gerekiyor. Bu nasıl yapılabilir? Bunun
yanıtını dilbilimciler vermeli. Bazı
duygu, hareket ve olayları, sözcük tamlamalarıyla anlatmak zorundayız. Anne
sevgisi, kurbağa yürüyüşü, hastalık hastası gibi… Yukarıdaki üç tamlama,
kavramlaşacak kadar sürekli yaşanan bir durumdur. Dilimizdeki bu olanak, sözcük
çeşitliliğini sınırlıyor ve buna bağlı olarak düşünce uzayını daraltıyor. Aynı
zamanda yerine yeni bir sözcük bulup koymamızı engelliyor. Bu durumun aşılması
gerekir mi, tartışılır. Sözcük çeşitliliğinin artırılması, anlatımın
yalınlaştırılması, anlamın tek gösterene indirgenmesi; algının
kolaylaştırılması ve etkinleştirilmesi için gerekli olduğunu düşünüyorum. En
azından yaşanan temel duygu durumları ve günlük yaşamda sürekli yapılan
hareketler, sözcük tamlamasıyla değil de kavramlaşmış tek sözcükle
anlatılabilir. Bu hem sözcük çeşitliliğini doğurur hem düşüncede yeni anlam
alanları yaratır. Örneğin sevgi sözcüğü. Sevginin çeşitli yaşanma durumları
var. Aşk, hayvan sevgisi, çocuk sevgisi gibi. Sevgiyle aynı duygu durumunu
gösteren ancak başat bir duygu olduğu için sevi (aşk) gibi tek ve başka bir
sözcüğü kullanıyoruz. Hayvan sevgisi ve çocuk sevgisi, başat bir duygu
durumudur. Bunlar, neden tamlama yerine kavramlaşmış ayrı tek bir sözcükle
anlatılmasın? Bir başka örnek verelim: Yürümenin birçok çeşidi var. Koşar gibi
yürüyor, demek yerine bu yürüyüşü tek bir sözcükle anlatsak, bu hareketin resmi
beynimizde kavramsallaşsa düşüncede bir zenginlik oluşturmaz mı? Bilim, sanat
ve yazında daha özgür, kısa, yalın, etkin bir kullanım alanı sunmaz mı? Ç.
Türk Dili Dergisi’nde yayımlanan ve İmgelem-İmge-İmgelem isimli deneme kitabıma
da aldığım bir denememde dile getirmiştim. Kavramlaşmış ve deyimlere girmiş bir
sözcüğün yerine yeni bir sözcük üretmek, dil çalışmalarının en kolay yanıdır. Türk
Dil Kurumu’nun kuruluşundan bu yana yapılan ve halkın anladığı dil çalışması bu
yöndedir. Bu çalışmalarla kırk bin kadar sözcük üretildiği biliniyor. Dilimiz
kısmen temizlenmiş. Ne var ki çalışmalar, temiz bir Türkçe için yetersiz ve
anlatım olanaklarına katkısı sınırlıdır. Önemli
olan yaşanan/yapılan, düşüncede var olan; hareket, olgu ve duygularda, sözcük
eksikliklerini gidermektir. Örneğin sağ elimizin hareketleriyle yüzlerce şekil
yapabiliyoruz ve yumruk dışında çoğunun sözcük karşılığı yoktur. Bu bir
eksiklik mi, hem de önemli bir boşluk. Mimik var ve görüyoruz, hareketi
yapabiliyoruz, bunları görüyoruz ama göstermeden anlatamıyoruz. Bu önemli bir
boşluk değil mi? Dikkat çekmek istediğim nokta şudur: Düşüncede var olanın,
yaşadığımız duygunun, kavradığımız her olgunun, yapabildiğimiz her hareketin,
sözcük karşılığı olabildiğince çeşitli olmalı. Bunların düşüncede resmedilmesi
ve dilde nesnelleşmesi kolay bir süreç değil. Dilimizi geliştirmek istiyorsak
bu sürece yoğunlaşmak zorundayız. Bu sıkıntıya yönelik çalışma; donanımlı
kurul, yetkin çalışma grubu ve bilimsel yaklaşım gerektirir. Bugün var olanı
yıkarken, kazanımları bir bir yitirirken böyle bir çalışma gerçekleşir mi,
bilmem ama bu er geç görülüp ele alınması gereken bir dil sorunudur. Dilin
zenginleşmesine ve düşünce uzayının genişlemesine kendiliğinden katkı sağlayan
önemli bir konu daha vardır. Arapça ya da Farsça bir sözcüğün yerine TDK
tarafından üretilen bir sözcük kullanıma sokulmuş. Ne güzel ki sözcük, üretilen
sözcüğün yerine değil, yakın anlamlı yeni bir kavram alanı oluşturmuş ve yakın
anlamlı başka bir sözcük olarak dilimize girmiştir. Bunun anlamı şudur:
Düşüncenin gelişmesi ve saçaklanması; yani düşüncenin uzayının genişlemesi.
Örneğin, fikir ve düşünce; mümkün ve olası… gibi sözcükler. Fikir, durağan bir düşünce
topluluğunu çağrıştırırken; düşünce, hareketli ve işlem halindeki bir düşünce
topluluğunu çağrıştırıyor. Mümkün, yapılabilir ya da olanaklı anlamına gelirken
olası, bu anlama ek olarak olasılık boyutu da katıyor. Kavram kapsamı
genişliyor. Türkçenin
gelişimini gerçekten istiyorsak, dil çalışmalarının değerler dizgesinde
(Paradigma değişikliğine) değişikliğe gitmek gerekecek. Bugün olduğu gibi
sözcükten dile doğru değil; düşünceden-duygudan-hareketten-olgudan sözcüğe
doğru bir yaklaşım gerekiyor. Düşüncede kavramlaşmış ve resmi anlaklara
çizilmiş olan pek çok olgu, duygu ve hareket varken bunların, sözcük karşılığı
olmaması bana göre önemli bir anlatım boşluğudur. Dilbilimciler bunu
görebiliyor mu, bilmiyorum ama çoğu eğitimci ve yazar, bu işin farkında bile
değil; dil konusunda yazdığı metin ve uygulamalarından anlaşıldığı kadarıyla.
Arapça ve Farsça sözcükleri dilimizden temizlemeye çalışırken en az bunun kadar
önemli ve öncelikli dil sorunlarını göz ardı ediyoruz. Bilinçli ve kasıtlı
olduğunu sanmıyorum. Her birey kendi dilini sever. Sorunları önemsizleştirme ya
da hedef saptırması gibi bir kasıt da görmüyorum. Bir seçenek kalıyor; Türkçe
üzerinde yeterince düşünülmüyor. Birkaç
yabancı dil öğrenme çabam olduğundan ve Türkçe üzerinde kafa yorduğumdan,
dillerin doğasını az çok kavradım diyebilirim. Dilde zorlamanın bir işe
yaramayacağını, bileşen ve değişkenlerinin çok fazla olduğunu, en az çaba ve en
yaygın kullanımın önde olduğunu, dilin doğal akışına kurallarına göre uymak zorunda
olduğumuzu, toplumda kabul gören yüksek ve araç değerlerin ana etken olduğunu
biliyorum. Bilimsel yöntemlerin dışında hiçbir zorlamanın dil gelişiminde işe
yaramayacağını da anlıyorum. Bugün dil çalışmalarında bir noktaya gelinmiş ne
var ki istendiği gibi değil. Aşılması gereken çok eşik var. Dil gelişim ve
olanakları, kendiliğine bırakılmış, isteyen istediği yöne çekmektedir.
Dilbilim, göstergebilim, anlambilim, kökenbilim, terimbilim gibi kendi içinde
ilkelerini oluşturmuş bilimler; dili ilgilendiren felsefeden insanbilimine
kadar tüm diğer alanlar; edebiyat, tarih ve güzel sanatlar gibi lisans eğitimi
veren kurumlar; iş birliği yapıp eşgüdüm ve eşzamanlı çalışmalıdır. Günümüzde
bu konuyla ilgili ne kadar ve neler yapılıyor, ayrıntısını bilmiyorum ama böyle
bir çalışma grubu ya da bilimsel bir iş birliğinin olduğunu duymadım. Arap
kültürüne gözü kapalı koşan bir toplumda temiz ve anlatımı yüksek bir Türkçeye
nasıl ulaşılır, işte en büyük soru budur. Çünkü dil, felsefenin derinleşmesi,
bilimin gelişmesi ve düşüncenin özgürleşmesi yanında araç ve yüksek değerlerin
toplum katında bulduğu karşılıkla doğru orantılıdır. En önemlisi çağdaş devlet
politikası ve yüksek anlayış gerektirir. Dil, yetim bırakılmayacak kadar önemli
bir toplumsal konudur. Gecikmiş olsak bile biz, olması gerekeni ortaya koyalım
ve tatlı düşler kuralım. Her düş gibi, bu düşümüz de er geç gerçek olacaktır.
25 Ocak 2022, Şiir Sarnıcı (e-dergi), Ocak 2022’de yayımlanmıştır.
GÖRSEL-SAYISAL
ŞİİR Görsel-Sayısal Şiir; nedir, amacı nedir,
nasıl yapılıyor ve yapılmalıdır? Uzun zamandır kendime sorduğum ve
üzerinde düşündüğüm soru şuydu: Fotoğraf, resim ve şiiri bir arada nasıl
kullanabilirim? Şiirde, görsel estetik değer ile imgesel estetik değeri nasıl
birleştirebilirim? İkisinin birleşiminden nasıl bir sonuç elde edebilirim? Bu
soruların yanıtlarını biraz olgunlaştırdıktan sonra, “Umut Bekler Bizi” isimli
görsel-sayısal şiir kitabımı 15 Mayıs 2020’de bilgisunar ortamında ve PDF dosya
biçiminde yayımladım. Tablolar ve şiirler bana aittir, fotoğrafların bir kısmı
alıntı ve birleştirmedir. Yanlış bilmiyorsam bu, Türk şiirinde ilk denemedir.
İyi bir sonuç verip vermeyeceğini, kalıcı olup olmayacağını zaman
gösterecektir. Neden “Görsel-Sayısal Şiir?” Öncelikle
isimlendirme konusuna değinip bir an önce görsel-sayısal şiiri, merak konusu
olmaktan çıkarmalıyım ve anlaşılmasına katkı sağlayacak şekilde üzerinde
konuşalım. Görsel diye nitelendirmemin nedeni,
görsel sanat olan resim sanatı ve fotoğrafın, şiir sanatıyla
bütünleştirilmesinden doğmasıdır. Görsel imgenin, anlamsal imgeyi desteklemesi
veya tersi durumdur. Okurda ortak ve daha zengin bir imgelem dünyasını yaratmak
için görsel ile sözeli bir arada kullanma çabasından doğar. Işık, renk, yazı gibi sanatın
gereçlerinin ekranlarda görünümü, sayısal bir anlatımdır ve en küçük birimi
pikseldir. Bilgi sunar ve bilgisayar ortamında görüntülenebilmesi sayısal
kodlar (piksel) üzerinden yapılmaktadır. Görüntü ve imge görünümünün,
sayısal/dijital kodlarla ifade edilmesidir. E-kitap (Sayısal Kitap) olarak
bildiğimiz teknikle benzerlik gösterir. Bu yüzden “sayısal” sözcüğünü kullandım.
Bu yöntem, basılı kitaptan daha çok ekran görüntüsü biçiminde tercih
edilmelidir. Cep telefonu veya diğer ekranlar, resmi ve fotoğrafı basılı kitaba
göre daha sağlıklı görüntüleyebilir. Ekran görüntüsüyle daha yüksek etki
sağlama olanağına sahiptir. İşte bunlara dayanarak tasarıyı, “Görsel-Sayısal
Şiir” olarak isimlendirdim. Bu yeni bir şey mi? Teknik gereklilikleri içeren,
sanatsal gereklere göre uyarlanan, imge bütünlüğü oluşturan ve çağrışımsal
imgelem alanı yaratan kitap bütünlüğünde ayrıntılı bir çalışma ile
karşılaşmadım. Ne var ki sayısal teknolojide uygulanan bir durumdur. Pek çok
kişi, sosyal medyada şiirlerini buna benzer bir şekilde paylaşıyor; genellikle
imgesel bütünlüğü esas almıyorlar. Örneğin kendi fotoğrafıyla paylaşıyor. Çoğu
yazıya da fotoğraf ekliyorlar, fotoğraf olduğunda okunurluk oranı yüksek olduğu
için. Görsel-sayısal şiir, Türk şiirinde
bilinen görsel veya somut şiir anlayışından ayrılır. Bildiğimiz görsel ve somut
şiir, şiirin kendi kullandığı malzemeyle imge açılımı yapmaya, biçim üzerinde
oynamaya çalışan bir tekniktir. Harfler ve dizelerin veya birimlerin biçimsel
kullanımıyla oluşturulan bir yöntemdir. Türk şiirindeki örnekleri, bize bunun
bu şekilde anlaşılıp uygulandığını göstermektedir. Görsel-sayısal şiir ise iki
sanat alanını birleştiren ve bunların imge gücünü topluca kullanan, birlikten
bütünlük doğurarak daha yüksek estetik değer yaratan bir yöntemdir. Resim
sanatı, şiir sanatı veya fotoğraf-şiir sanatının ayrı ayrı ortaya koyduğu imge
gücünü, imgelem yeteneğini birleştirir ve estetik değeri yükseltir. Bileşke
güçten yeni, sinerjik (görevdeş) bir estetik değer yaratma mantığı üzerine
kurulu bir yaklaşımdır. Şiirde biçim; her ne kadar tartışılıyor
olsa da bütün katman[16]ları sırtında taşıyan
önemli bir katmandır. Sanat eserinin varlıksal bütünlüğü gereği, tıpkı insan
vücudu gibidir. Yapıtın hem tüm organları hem de ruhsal/duyusal dünyası, biçim
üzerinde konuşlu olmak zorundadır. Bilimsel olarak da böyledir zaten. Ne var ki
biçim, heykel sanatı veya resim sanatında olduğu gibi şiirin estetik değerine
etkisi konusunda başat katman değildir. Başka bir deyişle şiirde biçimin,
imgesel güce ve estetik değere çok fazla katkısı yoktur. Heykelde durum daha
farklıdır. Tiyatro sanatında daha farklıdır. Sanat terimleriyle anlatırsak biçim,
yapıtın nesnel ve duyusal alanlarını üzerinde barındıran bir yapıdır. Görsel
şiir veya somut şiir diye bilinen şiirler, yapıtın biçimi üzerinde değişiklik
yaparak farkındalık yaratmak üzerine kuruludur; bu uygulamadan kısmen imgesel
bir verim de alınabilir ama benim anladığıma göre sınırlıdır. Bana göre
görsel-sayısal şiirin yanında çok sönük kalır. Sanatın maksadı, en yüksek düzeyde
estetik değer yaratarak insanı estetik yaşantıya sokmaktır. Estetik yaşantıya
sokarak, duyarlılığını ve yaşam sevincini güçlendirmektir. Yaşamsal varlığını
ve sürekliliğini sağlamaya yönelik anlam kazandırmaktır. Şiirin maksadı da
budur. Öyleyse biz, neden bütün sanatların bileşke gücünü kullanmayalım?
Örneğin sinemanın yaptığı gibi; resim, fotoğraf, hareket, müzik, şiir ve yazın
dallarını aynı karede neden bütünleştirmeyelim? Engelleyen bir durum yok
bildiğim kadarıyla; önyargı dışında… Öyleyse görsel bir sanat türünü veya
teknolojik bir durumu, daha yüksek estetik değer yaratacak şekilde şiirle
birlikte kullanabiliriz. Bu, fotoğraf ve resimle sınırlı olmamalıdır. Daha
teknolojik ve değişik yöntemler de kullanılabilir; grafik veya hologram gibi… Şiir, kolay yapılabilen bir sanat gibi
dursa da aslında çok zor bir sanattır. Herkes şiir yazabilir; ancak metnin şiir
olabilmesi için anlatım, ses ve anlamla sıradan metinlerden ayrılması gerekir.
Diğer sanatlara göre imge oluşturma gereci oldukça fazla, imgelem yaratma gücü
oldukça yüksektir. İlgi ve etki alanı çok geniştir; yaşam, nesne ve evren
arasındaki soyut-somut tüm olgu ve olayları en ayrıntısına kadar çağrıştırma
gücüne sahiptir. Şiir sanatının sahip olduğu bu olanak, neden resim sanatı ve
fotoğrafla bütünleştirilip bunların bileşke gücünden daha yüksek bir değer
yaratmak için kullanılmasın? Mantıken de doğru bir yaklaşım değil midir? Bana
doğru geliyor ve bunu denedim. Resmin, imge gücü ve imgelem yaratma
yeteneği şiire göre daha özel alanı kapsar. Bir anlamda sınırlıdır imge ve
imgelem gücü. Fotoğraf da resim sanatı gibi kısıtlı imge ve imgelem yeteneğine
sahiptir. Örneğin resim bir kare olmasına karşın şiirle aynı kareden çok sayıda
ve çeşitlilikte resim yaratabilirsiniz. Yani görselin, görünenin dışına taşma,
çağrışımsal imgelem kurma, rastlantısal anlam kurma olanağı kısıtlıdır. Daha
durağan ve statiktir. Şiirde sözlerin; çağrışım yelpazesi[17]
oldukça geniştir, anlam genişlemesine açıktır, çoğul anlama açıktır, imge
olanağı oldukça fazladır, çok fazla resim oluşturabilir. Dolayısıyla imgelem
yaratma gücü çok yüksektir. Çağrışım, çağrışımsal imgelem, ezgisel imge,
rastlantısal anlam ve rastlantısal imgelem gibi şiirsel/sanatsal özellikler,
şiirde imge oluşturma ve imgelem yaratma gücünü sınırsız kılmaktadır. Bir
anlamda görseller şiirin çağrışım gücünü yükseltmek üzerine kurgulanmalıdır.
Örneğin bir fotoğraf bir coğrafyada yaşanan dramı göz önüne getirebilir; ne var
ki şiir bu dramın ayrıntılarına değinir, inceliklerine dokunur, çeşitli
durumlarını çağrıştırır. Şiirde; anlam, anlatım ve sesle ortaya konulan bu
değerler, görsel estetik değerle birleştiğinde iyi bir sonuca gider kanısındayım.
Fotoğraf, salt kadraja takılan karelerle
sınırlı değildir. En iyi fotoğraf, çekilen değil; yapılan fotoğraftır. Yani
teknolojiyle oluşturulan fotoğraf, istediğiniz görüntü ve imge kurgusuna
açıktır. Resim zaten elle yapılan bir sanat olduğu için, istediğiniz gibi
hareket edebilirsiniz. Burada önemli olan şudur: Resim, şiir ve fotoğraf hem
anlamda hem imgede hem görüntüde bütünleşmeli, aynı çağrışım yelpazesi
sınırları içinde olmalı, aynı hedefe yönelmeli ki estetik değeri, sarsıcılığı
ve vurgusu daha güçlü olabilsin. Bunun için yapılacak iş çok basit değildir.
Fotoğraf yapmayı ve birleştirmeyi bileceksin. Resim yapmayı bileceksin, iyi
şiir yazmayı bileceksin ve her üçünün imge gücünü birleştirerek yapıtın
çağrışım yelpazesini kurgulayacaksın. Şiirin kendi içinde dilsel ve sanatsal
bir tekniği var; resmin ayrıca bir tekniği var; fotoğrafın da kendine özgü
tekniği ve teknolojisi vardır. Görsel-sayısal şiir yazmak istiyorsanız, resim,
fotoğraf ve şiir dalında; yapım, çizim, çekim ve yazım konularında iyi olmalısınız.
Fotoğrafı başkasından, tabloyu bir başka yerden alıntılarsanız, konu ve imge
bütünlüğünü kurmakta zorlanabilirsiniz. Fotoğraf-şiir veya resim-şiir bir arada
ve aynı zaman dilimi içerisinde kurgulanmalıdır/yapılmalıdır/yazılmalıdır. Bu
tekniğin, profesyonel yaklaştığımızda önemli oranda estetik değer üreteceği
kanısındayım. Nasıl yapılmalıdır? Fotoğraf-şiirde,
şiirin anlamsal ve çağrışımsal gücünden yola çıkarak fotoğraf karesini fotoğraf
yapma tekniği ile, yani fotoğrafları birleştirerek düzenleyebilirsiniz. Veya
fotoğrafı kurgulamak istediğiniz temaya göre çekip, fotoğrafın imgelerini
destekleyecek biçimde şiiri yazabilirsiniz. Zor olan şiir yazmaktır; şiir
ortaya çıktıktan sonra şiirin temasına göre fotoğrafı çekerseniz ve imge
bütünlüğü oluşturacak şekilde birkaç fotoğrafı birleştirebilirsiniz. Resimde
uygulayacağınız teknik de aynıdır. Fotoğrafta olduğu gibi ya resimden şiire ya
da şiirden resme yönelmelisiniz. Hangi yöntem daha kolaydır derseniz? Bana
kalırsa hem görseli hem şiiri aynı zaman dilimi ve aynı tema içinde var etmek
daha uygun ve kolaydır. Resimde kurgulayacağınız imge bütünlüğü ile şiirde
kurgulayacağınız imge bütünlüğü birbirine koşut olmalıdır. Ayrışmadan bir
hedefe yönelmelidir, bütünlük oluşturmalıdır. Bunların, imge yönü ve okurda yaratacağı
imgelem yeteneği birbirini bütünler biçimde olmalıdır. Bu yüzden, imge
bütünlüğünü kurmak, çağrışım yelpazesini bir temaya yöneltmek, rastlantısal
anlamı, çağrışımsal imgelemi ortaya koymak ve imgelem olanaklarını hesaplayıp
görsel-sayısal şiiri kurgulamak; ayrıntı, zaman ve emek isteyen bir iştir. Bu,
önemli anlamda sanat bilgisi gerektiren bir durumdur. Sanatta sınır ve kural tanımıyorum;
temel ve teknik gereklilikler dışında. Sınırsızlık, sonsuzluk ve yaratıcılık;
sanatın temel ilkesi ve çıkış noktası görülmelidir. Örneğin görsel-sayısal
şiir, şiir türlerinden bildiğimiz somut şiir ve görsel şiirle de
birleştirilebilir. Fotoğraf-resim-görsel şiir-somut şiir-şiir, şeklinde de ele
alınabilir. Yenilik ve farklılığın sınırı yoktur. Bunu engelleyen bir durum var
mıdır? Yoktur. Yeni bir durum olarak düşünülebilir. Estetik değer yaratacağı
inanılan her şey yapılabilir. Yapılacak bir tek şey vardır: Öğretilmiş
olanları, dayatılmış olanları, sınır ve kural getirilmiş olanları buruşturup
atmak. Bilgi, bilgiyi üretir; akıl, bilgiyi teknolojiye dönüştürür. Bunlar da
şiiri geleceğe taşır. Düşüncenizi ve düş gücünüzü özgür bırakmak, sanatta
yaratıcılığın olmazsa olmazıdır. Görsel- sayısal şiirle ilgili olumsuz
bir durum öne sürülebilir mi? Her şeyde olduğu gibi olumsuz birkaç yönü
olabilir. Örneğin görselin şiirdeki imge ve imgelem gücünü sınırlayabilir,
görüşü ortaya atılabilir; bu olasılığı da vardır. Görseli sözle uygun
kullanırsanız bu kısıt da aşılabilir. Daha yüksek imge gücü ve imgelem
zenginliği yaratılabilir. Sonuç olarak Görsel Sayısal Şiir; görsel
sanatla dil sanatını birleştirerek daha zengin, daha güçlü ve daha somut imge
elde edebilen; okuru daha zengin ve kapsamlı imgeleme taşıyan; daha yüksek
estetik değer elde ederek okur zihninde kalıcı ve sarsıcı bir tat bırakmaya
yönelen şiirdir. İşte ben böyle bir yöntemi denedim. Estetik ve sanatsal değeri
ile kalıcılığı hakkında gelecek karar verecektir. Ne var ki ortaya koyduğum
görsel-sayısal şiir; her yönüyle tartışılmalı, eksik yanları tamamlanmalı,
sıkıntılı yanları giderilmeli; eleştiri konusu olarak ele alınmalı; gelişime
açık yanları ilgili uzmanlar tarafından denenmeli ve okur/yazar zihninde
olgunlaştırılmalıdır. Akıl akıldan üstündür ve her ileri sürülen eksiklik veya
güzellik, ek değer katacaktır. Bu tür girişimler, üzerinde düşünülmekle
olgunlaştırılır.
KENDİMLE
SÖYLEŞİ “Kendimle söyleşi” mi? Doğrudan yazmak
yerine kendimle neden söyleşiyorum ki? Türk yazınındaki çoğu söyleşi, standart
soruların farklı iletişim kanallarıyla sorulması ve söyleşenin de uygun bir
zamanda yanıtlanıp iletişim olanaklarıyla geri gönderilmesi biçimindedir. Buna,
sayısal teknolojinin kolaylığı diyelim. Günümüz söyleşileri, bazı yayın
kuruluşları dışında genellikle böyle yapılıyor. Bu söyleşide farklı bir yöntem
deneyeceğim. Bunu, kendimi öne çıkarmak gibi bir amaç için değil; gerekli bilgilerin
ilk ağızdan ortaya konulması ve önemli bir yönteme dikkat çekmek için
yapıyorum. Neden? Bana göre söyleşi, ilk giriş sorusundan sonra verilen
yanıtların ve özellikle sorulmak istenen soruların şekillendirdiği,
yönlendirdiği bir süreç olmalıdır. Yani zamana ve sanatçının yarattığı değere
tanıklık etmek üzere kullanılan bir yöntem olmalıdır. Söyleşi yapan da söyleşen
de açığa çıkması gereken bilgiyi bulmaya yönelmelidir. Çünkü söyleşi, bir test
ya da sorgulama yöntemi değil; konuyu en iyi bilen kişiden en doğru, en tutarlı
ve ders değerine sahip bilgiyi açığa çıkarmak üzere yapılmalıdır. Özellikle
edebiyat alanında elime geçen söyleşileri zaman zaman okuyorum; ne var ki çoğu,
ağızda kalması gereken tadı duyumsatmıyor. Aslında sanatçının yaşam öyküsü okur
için o kadar da gerekli bir bilgi değildir, onun bilincinin ve düş dünyasının
kurguladığı öyküdür okurda değer yaratacak olan. Bunu açığa çıkarmanın yolu,
önemli bir eğitim sürecinin peşinden gelebilir ancak. Bu yüzden söyleşi yapan,
söyleşenden daha ayrıntılı bilgiye sahip olmalıdır… Şimdi bu söyleşide durum, bire birdir; soran
da yanıtlayan da aynı altyapıya sahiptir. Kırma, çekinme ve üzme gibi endişeden
dolayı sözün ölçülüp tartılmasına gerek yoktur. Bu yüzden sorular, kısa, yalın,
içten bazen de alaysama biçimindedir. Yanıtlarsa sorulardan daha fazlasıdır… ‘Soran sen, yanıtlayan sen, bu söyleşi
mantığına aykırı bir durum değil mi,’ diye yadırgayabilirsiniz. Yazında
aykırılıklara da yer vermek gerekir. İşte bu yüzden aykırı bir durumu,
sayfalara taşımak istedim. Bana göre, “Doğal ve bilgi açığa
çıkarıcı söyleşi biçimi, kendi kendinizle yaptığınız söyleşidir.” Çünkü içtenliklidir.
Soruya göre değil, gerekli olana göre şekil aldığı için daha bilgilendirme
temelli olacaktır. Örneği var mı, görmedim ama deneyelim ne olur ki? Ben böyle
bir yöntem deniyor ve kendimle söyleşiyorum; her ne kadar kalıplaşmış söyleşi
yöntemine uyum sağlamadıysam da “İlk elin günahı olmaz” derler. Öyle diyorum da
benim görmediğim bilmediğim birileri denemiş olabilir bu yöntemi. Bilinir ki
edebiyat alanı çok geniştir ve her bir metni takip olanağımız yoktur. Edebiyat tarihinde Şiir Sarnıcı adında
bir dergi yer alacaktır mutlaka. Araştırma konusu olursa ya da kaynak
gerekliliği duyulursa, birinci ağızdan bu derginin tarih doğrusunu çizmek
gerekir, değil mi? Amacım, magazinsel olana değil, gerçek ve yaşanabilir olanla
yüz yüze gelip gelecek kuşaklara doğru bilgi aktarabilmektir. “Bırakın bunu
edebiyat tarihçiler araştırıp bulsun” diyorsanız bu yanlış bir tutumdur. Millet
olarak arşive ve kayda yeterince değer vermediğimiz için tarihimizin ilk
zamanları hatta yakın tarih belleklerimizde eksiktir. Bunun için, hem kurumsal
yapılar hem de bireysel çalışmalar, geleceğe ışık tutacak şekilde bugünden
düşünülüp ona göre kurgulanmalıdır. İkincisi, özellikle şiir konusunda
yazılıp çizilenlerin dışında farklı bir şeyler saptadım ve bunu kitaplarımda
açıkladım. Sıradan şeyler değil; sanatın/şiirin tanımı, çözümü ve ölçümü için
önemli konular. Eskiye hayranlığımız yeni bilgiye yatkınlığımızdan kat kat
üstün olduğu için, bu bilgileri inceleyip, anlayıp kabullenebilen yeterince
olmadı kanısındayım. Bunları, gelecek
kuşakların belleğinde doğru konumlanması için söyleşi aracılığıyla belirtmem
gerektiğini düşündüm. Uzatmadan kendimle söyleşi amacının en
duru anlatımı şudur: Geleceğin belleğinde doğru konumlanmak. Ben kimim ki kendi kendimle söyleşi
yapıyorum? Adımın ve kim olduğumun bir önemi var
mı? Şiir Sarnıcı (e-dergi)’nın kurucusu, yöneticisi ve yayımcısıyım. Birkaç
şiir kitabım birkaç da deneme kitabım var. Ben adıma, yaptıklarıma ya da
bulunduğum ortama hiç takılmadım. Kendime ilişkin sorun yaşamadım. Çünkü evren
ve toplam yaşamı düşündüğümüzde bir nokta kadar bile değiliz; bunun
bilincindeyim. Nasıl ve ne yapabilirim ki insanlığa bir yararım dokunur,
gelecekte de anımsanacak bir değer yaratabilirim, sorusuyla yaşadım bunca yıl.
Bilinmesini ve yazılı kaynak olarak kalmasını istediğim birkaç konu var ki o
da, Şiir Sarnıcı (e-dergi)’nın edebiyat tarihine doğru geçirilmesidir. İkincisi
ise sanatla ilgili bazı önerilerim ve kuram saptamalarım oldu. Bunların,
araştırma konusu olarak geleceğe aktarılmasıdır. Ayrıca bugüne kadar aldığım
eğitim ve kişisel çabalarım, yeterince birikim sağlayıp ürüne dönüşmüşse neden
gelecek kuşaklara aktarmayayım? Tüm bunlar bireysel bir çabadır ve sorumluluk
duygusundan kaynaklanıyor olmalıdır. Günlük cerideler ve resmi kayıtlar
olmasına karşın bu ülkenin kurtuluş mücadelesi bile çarpıtılabiliyorsa, bir
takım kitlelerin belleğinde başka biçimde yer alabiliyorsa, oturup yazdığımız
her metnin gelecekte alacağı değeri hesaplamak zorundayız. Çağdaş insanın ortak
tutumunun böyle olması gerektiğini düşünüyorum. İşte bu yüzden ortaya konan
bilginin ilk ağızdan aktarılması için kendimle söyleşi yapma gereği duyuyorum. Şiir Sarnıcı’nın doğuşuyla ilgili
düşüncelerimi biraz olsun açalım mı? Sancısız, basit, tek kişilik bir
düşüncenin doğumdur Şiir Sarnıcı (e-dergi). WEB tasarımı üzerinde çalışırken
tasarladığım sayfalara bir şeyler yazma gereği duydum. Önce sanat sitesi olarak
tasarlamaya çalıştım, daha sonra blok sayfasına yöneldim. Ah bir bilseniz, bilgisunar (internet) bu
konuda ne çok olanaklara sahip; özellikle yayımcılar için. “Bilgisunar
ortamında önemli olan WEB sayfası hazırlamak değil, sayfanın içeriğidir” derdi
tasarım hocam. Bunun yanında aklımda okunabilirliği, güvenirliği ve
tarafsızlığı yüksek bir yazın dergisinin düşü hep vardı. Küçük bir araştırmadan
sonra, tek başıma yürütebileceğim bir iş gibi geldi. Sayısal teknoloji
olanaklarının sonuna kadar kullanılabileceği, emek dışında maliyeti olmayan,
maliyeti olmayınca da popülist tutumun bertaraf edilebileceği bir yayın ortamı
oluşturmak istedim. Şiir Sarnıcı’nı ilk olarak, 30 Kasım 2019 tarihinde aylık
olarak blokta, arkasından PDF dosya olarak yayımladım. 01 Ocak 2020 tarihinden
itibaren de, üç aylık süreli yayına dönüştürdüm. Ocak, Nisan, Temmuz, Ekim
aylarında yılda dört sayı olarak yayımlanmaktadır. Nisan 2021’de, Milli Kütüphane
Elektronik Yayın Derleme Sistemine kayıt olarak derginin ISSN (2757-8682)
numarasını aldım. Yani derginin künyesi resmiyet kazanmış oldu. Her sayı Milli
Kütüphane arşivine kaydedilip onaylanmaktadır. Ayrıca burada şunu
belirtmeliyim: Yıllarca yöneticilik yaptım; yani insanla birebir uğraştım.
İnsanı çalıştırmanın, işleri düşündüğün/tasarladığın biçimde yürütmenin
zorluğunu bilirim. Bu yüzden, teknik ve deneyimsel bilgi dışında,
insanın/insanların söz hakkı ve karışmasına olanak tanımayan bir yayın sistemi
oluşturdum. Dergi güvenirliğinin ve niteliğinin yüksek olması için,
temsilcilikler ve yetkin kalemlerden yayın kurulu oluşturdum. Derginin genel
durumu için yön gösteren ve yorumlarını bizden kıskanmayan, yayın kurulumuzun
en kıdemli üyesi Hidayet Karakuş’a teşekkür ederim. Bu arada temsilcilerimize
ve yayın kurulu üyelerimiz; Dizdar Karaduman, Seval Arslan, Nilüfer Açılan
yıldız, Selami Karabulut, Özge Sönmez, Elif Burcu Özkan’a teşekkür ederim.
Özellikle yayımlanacak şiirleri, oldukça ince eleyip sık dokuyorlar. Bu konuda
Özge Sönmez ve Elif Burcu Özkan’a ayrıca teşekkür etmeliyim. Aslında sanatın her hangi bir dalıyla
uğraşan her insanın zevkle çalışabileceği bir iş dergicilik… Yazınımızda
dergicilik, her aklına esenin yapabileceği bir uğraş gibi duruyor. Bu konuda ders almak istedim; kaynak araştırması
da yaptım ama dergiciliğin süreciyle ilgili doyurucu şeyler bulamadım. Çoğu
alanda olduğu gibi dergicilikte de güvenilir,
üzerinde çalışılmış, deneyimlerin ders niteliğinde toplanmış bir kaydına
ulaşamadım. Dergi yayımlamak fazlaca emek gerektiren
bir uğraş; motive edici ögeler ön sıradadır.
Basit bir yorum, yararlı olduğuna ilişkin küçük bir tebessüm bile itici güç
oluşturmaktadır. Bizim şair-yazarlarımızın dünyası öyle sanıldığı gibi sıradan
bir dünya değildir. Bırakın güzel çalışmaların bir ucundan tutmayı, daha
doğmadan nasıl öldürebilirim düşüncesi daha coşkundur. Çağımızın ve ülkemiz
insanının genel bir tutumudur deyip geçelim. Türkçenin akraba dillerini konuşan
çoğu ülkede artık okunuyor dergimiz. Derginin ilk sayılarıyla temsilcilerimiz,
arkasından yayın kurulumuz oluştu ve bugün on altıncı sayıya geldik. Tabii ki
düşüncesi, görüşü ve deneyimini benimle paylaşıp yol gösteren, destek veren
yazar-şairlerimiz oldu. Bu söyleşi aracılığıyla Şiir Sarnıcı’na düşünce bazında
bile olsa emeği geçen herkese teşekkür ederim. Biliyoruz ki yazın dergileri,
imece yöntemiyle çıkarılır. Sanatçılarımızın katkısı olmazsa yürütülemez. Su, yaşamın kendidir. Onu gelecek için
biriktirmek ve daha kullanılabilir halde tutmak için sarnıçlar kullanılırdı;
özellikle yağmur sularının boşa akıp gitmesini önlemeye yönelik. Yaşamın en
önemli kaynağını biriktiriyorsunuz. Şiir, dahası sanat da yaşamın bir yüzüdür
ve bir yerlerde biriktirilmelidir. İşte yaşamın içinden doğagelen değerlerin
bir yerlerde toplanıp, biriktirilip gelecek için saklanması düşüncesinden çıkmıştır
Şiir Sarnıcı ismi. Derginin ismine Şiir Sarnıcı demiş olmam, onun salt şiir
dergisi olduğu anlamına gelmez. Şiir, çoğu sanat dalının ögelerini içinde
barındırır. Sanat yerine şiir dememdeki kasıt budur. Çıkış bildirisinde de yer
aldığı gibi Şiir Sarnıcı, sanat ve yazın dergisidir. Dergiye bunca emek veriyorum; bunca emek
ve buna katlanma kararlılığı nereden geliyor? Aslında derginin ortaya çıkışından
bugüne kadar yazın dünyasından beklediğim desteği aldım diyemem. Örneğin
gönderdiği şiir ya da metin, dergide yer almayınca hemen bu ortamı terk eden
çok yazar ve okurumuz oldu. Dergiye gönderilen şiir ya da metni yayımlamama
gerekçemi ilettiğimde aşırı derecede tepkiler aldım. Bunlar dergiyi sürdürme
kararlılığıma etkisi olmaz elbet. Ancak şunu açıkça kendimize fısıldamalıyız;
ister şiir yazalım ister deneme ister öykü, yazının hangi dalı olursa olsun,
olması gerektiği gibi işimizi yapmadığımıza tanık oldum. Yapmış gibi
görünenlerin çoğu da, iç yüzüne baktığımızda doyurucu, olması gereken çıtayı
aşan şeyler ortaya koymadığını gördüm. Amacım eleştiri değil elbet, kendimizi
tanımak zorundayız; tanıyormuş gibi yapmadan… Denemelerimde çok kez dile
getirmeye çalışmışımdır: İşin aslının değil, magazinsel bilginin ve yalandan
övgünün kahramanlarıyız çoğunluk olarak. Bu yüzden gerçek bilgi, alışkanlıkları
yıktığı için dokuz köyden kovulur durumda… Şiir Sarnıcı’na verilen bunca emeğin
altında yatan ana neden; tarafsız, nitelikli, magazinsel bilgi yerine sanatsal
bilginin öne çıkarılmasına yönelik bir edebiyat harmanı oluşturma isteğidir.
Bunu başarabilir ve sürdürebilir miyim? Gerçekten emin değilim. Öyle metin ve
şiirler geliyor ki şaşırmamak elde değil. Öyle denemeler, öyle kitaplar, öyle
çeviriler, öyle dergiler okudum ki bunlar için neden sayfa harcanmış diye sormadan
edemedim çoğu zaman. Bunlar, okurlarımı karamsarlığa itmesin isterim. Her şeye
karşın sanat ve onun alt dalı olan edebiyat, ülkemizde gelişiyor ve dönüşüyor.
Küllerinden yeniden doğan toplumların sanatı da edebiyatı da bu evrimi yaşamak
zorundadır. Çok iyi yapıt ve metinler var elbet edebiyatımızda; ne var ki
evrensel boyuta ulaşacak yapıtımız yeterince olmadığı kanısındayım; benim
açgözlülüğümden kaynaklanan bir değerlendirme de olabilir tabii. Şiir Sarnıcı’nın hedefi nedir? Büyünce adam olup dünyayı değiştirmek
değil tabii ki. Derginin çıkış bildirisinde: “Uluslararası düzeyde nitelikli
bir yazın dergisi olmak ve sanatçılarımızın yapıtlarını ülkemiz ve bütün
dünyaya duyurabilmektir. Yeni ve farkındalıklı bir sanat/şiir dünyasının
önündeki sorunları görünür kılmaktır. Özellikle, tozlanmış bilgilerden,
genellemelerden, yalan yanlış söylemlerden, hiçbir mantığa dayanmayan genel
geçer kabullerden biraz olsun arındırmaktır Türk şiirini… Etik bir yazın/şiir
dünyasının düzlemini hazırlamak ve estetik değer algısını, daha somut şeylerle
törpülemektir.” diye bir hedef belirlemiştim. Ayrıca hakemli dergi düzeyine
gelebilmekti kafamda tasarladığım. Ancak hakemli dergi olma tasarısı, ülkemiz
sanat anlayışında çok olası görünmüyor. Dil sanatları, daha doğrusu edebiyatın
her dalı, usta çırak biçiminde yön bulduğu için bu işin; felsefesi, estetiği,
çözümü ve ölçümüyle çok az kişi uğraşmaktadır. Bir kere sanatta çözüm ve
ölçümü, belli bir düzeye çıkarmadan yapılacak her şey havada kalır. Bugün bile,
yapılmışın tekrarı ya da irdelemesi olan çalışmasını hakemli dergide
yayımlattım, diye ortalarda dolaşan akademisyenler olduğuna göre, hakemli dergi
aşamasına daha çok yolumuz var kanısındayım. Nasıl bu kanıya vardım, onu da
açayım. Bugüne kadar hakemli dergilerde, uluslararası dergilerde
yayımlananlardan, sanat fakültelerinin seminer bildirilerinden ya da
çalışmalarından Türk sanatı için ortaya çıkarılmış yeni bir şey, keşif ya da
kuram saptandığını gösterin, ben de inanayım. Açık çağrı yapıyorum; sanatla
ilgili yeni bir şeyler saptandığını bilenler bizleri aydınlatsınlar; sözlerimi
geri almaya hazırım. Sanat fakültelerinde bu işlerle uğraşan çok sayıda
akademik personel var; ortalarda dünya sanat alanında kaynak gösterilecek kaç
yapıtları vardır sizce? Şapkamızı önümüze koyup sağduyu çerçevesinde düşünmek
zorundayız. Bana göre en önemli soru da şu olmalıdır: Biz bu işin neresinde ne
kadarız? Bulunduğu yeri bilmeyenin
gideceği yerde bezi olmaz… Aslında Şiir Sarnıcı’nın çıkış
gerekçelerinden biri, dünya yazar/şairlerini bir platformda buluşturup
tartıştırmak ve birbirleriyle sağlıklı, sanatsal içerikli iletişim kurulmasına
ön ayak olmaktı. Zaman zaman ülkemiz yazar/şairlerini dergi aracılığıyla
tartışma zeminine çekmeye çalıştım. Ne yazık ki ülkemiz edebiyatçıları;
tartışmaktan, eleştirilmekten, karşı düşünceden öyle korkuyorlar ki bu nasıl
kırılır, bilemiyorum. Görüşüne, sanat hakkındaki bilgisine, küçük bir eleştiri
getirdiğinizde dünyanın en kötü ve en ukala insanı oluveriyorsunuz. İletişimi
anında kesiyorlar. Eleştirilmek, bir sanatçı için bulunmaz bir değerdir; tabii
anlayana… Elbette Şiir Sarnıcı, zamanla kendi kurumsal kültürünü oluşturacak ve
herkesin etrafında yer almak isteyeceği bir konuma gelecektir. Bu konuda
ümitliyim. Çünkü doğru bilgi, dokuz köyden kovulsa da o, gelecekte bu harmanda
mutlaka başköşeye oturur. Şiir Sarnıcı (e-dergi)’nın, Nisan
2023’te 16. Sayısı yayımlanacak. Derginin yayın ortamı, okunma durumu, beğeni
durumu nedir? Elimden geldiğince renkli, tarafsız ve
güvenilir bir dergi yayın ortamı oluşturmaya çalışıyorum. Ne var ki
dergicilikte nitelikli yayın ortamı oluşturmak önemli değil; ne kadar popülist
davrandığın, birilerinin nazını ne kadar çektiğinle ilgilidir. Şair ya da
yazarın ününe değil, ortaya koyduğu ürüne baktığımdan biraz zorlanıyorum. “Söyleyecek
sözü olan, yapıtını okurla paylaşmak isteyen şiir/metin/yorumuyla katkısını
yapar.” İlkemiz gereği, bazı özel konular dışında yazarlardan yazı ya da şiir
istemiyorum. 16. Sayıya gelmemize karşın, halkın gözünde yer edinmiş pek çok
adı bilinen şairimiz, bir şiiriyle ya da yorumuyla katkı yapmamıştır. “Ne kadar
ekmek o kadar köfte” mantığı her alanda geçerli olduğu gibi bu sofrada daha
yoğundur. İyi şeylerin ucundan tutmak yerine nasıl öldürürüm coşkusu,
fazlasıyla pirim yapan sanat endüstri gerecidir. Yani görmezden gelmek, en ağır
yaptırımdır. Ayrıca yeni bir şeyler ortaya çıktığında o şey, kanaat
önderlerinin kucağına sığmıyorsa uzun süre sıkıntı yaşamak kaçınılmazdır. İyi
ki Şiir Sarnıcı’nın ekonomik ve birilerine bağımlı kalmak gibi bir kaygısı
yoktur. Burada başka bir sıkıntının olduğunu da anlıyorum. Şiir Sarnıcı’nın
yönünü, düşüncesini anlayıp bir dizgeye henüz oturtamadı çoğu dostumuz.
Magazinsel prestij kaybı korkusundan dolayı uzak duranlar çoğunlukta...
Biliyorsunuz ki yazınımızda asıl olan edebi yetkinlik değildir; birilerinin
tarafındaysan ve yardakçılığın güçlüyse etrafında o yolun yolcuları hemen
toplanır. Buna da dik duruş gibi bir öykü uydurulur. Şiir Sarnıcı, yazın ve
sanat dergisidir. Üstünlük öykülerine, ayrılmışlık, bölünmüşlük ve aidiyeti
ödünç kişiliklere kulak asmaz. Açık bir söylemle, Şiir Sarnıcı yapay öykülerin
içerisinde olmamak üzere yola çıkmıştır. Dergide aradığım ölçüt, güvenirlik;
yayımlanan metinlerde aradığım ölçüt ise yapıtın estetik değeri ya da sanat
değeridir. Çoğu okurumuz soracak; sanat değeri ya da estetik değer, iyi de bu
göreceli bir şey nasıl böyle bir ölçüt koyuyorsun? Evrende ölçülemeyecek hiçbir
şey yoktur; yeter ki ölçü aygıtınız ve ölçü biriminiz uygun olsun. İşte ben, bu
aygıtı ve ölçü birimini oluşturmaya çalışan bir yazın yolcusuyum. Derginin okunma durumu hakkında net bir
şey söyleyemem ama tıklanma oranı Türkiye’de yayınlanan edebiyat dergilerinden
en az on kat fazladır. Ayrıca salt ülkemizde değil, tüm dünya ülkelerinden
tıklanıyor… Bunların ne kadarı okunuyor ya da tıklanıp geçiliyor bilemem.
Ayrıca dergi 104 dile çevrilebiliyor. Ne var ki ne kadar çevrilip okunduğunu
izleyemiyorum. Bunun dışında derginin PDF dosyası sosyal medya hesaplarımdan
ücretsiz indirilebilir. Sosyal medyada yazın dostlarının olduğu gruplara PDF
dosyasını yüklüyorum. Dahası iletişim adresi bende kayıtlı olan (1500 kadar)
tüm e-posta adreslerine derginin her sayısını gönderiyorum. Yazar-çizer-şair
çevresinin pek çoğuna dergi ulaşıyor; ne var ki birkaç teşekkürden başka sessiz
bir kabullenişin boşluğunda kayboluyorum. Görmezden gelmenin dayanılmaz hoşluğu
deyip geçelim. Sayısal teknoloji ve sayısal dergiye uzak duran oldukça fazla
şair-yazar var hâlâ. Okunma oranında, biraz da sayısal teknolojiye uzak
durmanın etkisi var görünüyor. Başka bir şey daha var ki ben burada bunu
dillendirmek istemiyorum. Beğeni durumunu sormuştum kendime… Bunu
ben de bilmiyorum. Tıklanma oranı yüksek ama yorum sayısı oldukça düşüktür.
Bugüne kadar ki deneyimimden biraz da sanat çözümlemesi ve ölçümü bilgime
dayanarak şöyle diyebilirim: İyi iş yapıyoruz ekip olarak ve bir asır sonra
bile dergimiz isteyen okura ulaşacak biçimde sayısal teknolojide kayıtlıdır.
Biz ticari bir dergi olmadığımız için beğeni değildir asıl olan, beğeni değeri
olan yapıtlarla yol almaktır. Edebiyat tarih kütüğüne çakılacak çivinin
kalıcılığıdır. Dergide yayımlanacak şiir, metin ve
görselleri neye göre seçiyorum? Doğrusunu söylemek gerekirse çok fazla
seçeneğim olmuyor. Yüzlerce yazı ya da şiir gönderilmiyor dergiye. Gelen metin
ya da şiirlerin büyük çoğunluğu daha ilk bölümce/biriminde dergide yayımlanıp
yayımlanması gerektiği anlaşılıyor. Bilgisayar yazı programlarını kullanım
eksikliğinden olacak ki çoğu metin, fazlaca düzeltme istiyor. Sanat/şiir
çözümlemesine yönelik oldukça ayrıntılı çalışmalarım var. İleride söz edeceğim.
Sanat çözümleme tekniğine egemen olan bir kişi, neyin şiir neyin şiir
olmadığını, hangi yazının gerçekle veya alanıyla çelişip çelişmediğini, daha
ilk bakışta anlar. Tabii ki ben her metne ve şiire, ayrıntılı bakıyorum,
düşünce geçerliliği ve estetik değeri konusunda az çok bir sonuca
varabiliyorum. O zaman, biraz da olsa şiir değeri ya da metnin düşünce değeri
varsa yayın kuruluna yayımlanması için öneriyorum. Çıkış bildirimizde “Dilsel
şiddet içeren, ideolojik ve dinsel dayatmaya yol açan, propaganda, dinsel
tebliğ ve misyonerlik amaçlı, bağıran, çağıran, hakaret eden ve kişiyi hedef
alarak yazınsal eleştiri mantığını aşan metinler, sanat anlayışımıza sığmaz”
diye belirttim. Bu, önemli bir ölçüttür benim için. Bu tümce, başta göreceli
gibi anlaşılabilir ama son derece işe yarıyor ve somut çözümlere ulaştırıyor
beni. Bu ölçütlere uymaya çalıştığım zaman estetik değer olgusu öne çıkıyor.
Yayımlanacak metinleri, yazım ve noktalama açısından inceleyip, varsa
sıkıntıları düzeltip yayın kuruluna gönderiyorum. Yayın kurulundan bir üye bile
“Bu yazı dergide yer almamalı” diyorsa o metni yayımlamıyorum. Dergide sanat felsefesine yönelik
nitelikli yazılar yayımlamak istiyorum. Ne var ki bu konuda çok az yazı geliyor.
Dahası, genellemelere boğulmuş bir şiir düşünce dünyamız var. Her birey en
iyisini yazdığını sanıyor, ne var ki gönderilen yazılara veya şiirlere
baktığımda dergiyi dolduracak nitelikli metin zor buluyorum. Yapıtın
organlarından hücre bileşenlerine kadar her ayrıntıyı çözümlemeden sanat
üretmeye yönelmiş bir anlayış bu. Başka bir söylemle, şiirin organlarını, organların içeriğini çözümlemeden şiir nasıl
yazılır diye sayısız kitap ve ders notu dolaşıyor ortalarda. Önce şiirin
organları, hücre bileşenleri çözülür ondan sonra şiirin nasıl yazılacağına
geçilir. Eğer öyle olmazsa öykünmeden öte geçilemez. Bunu sanata çözümlemeli
bakış kitabımda açıklamaya çalıştım ama ne kadar ilgi görür, bilemiyorum;
dahası ümitsizim. Bu ortamda alışılmış bir tutumumuz var; “Üzüm üzüme bakarak
kararır.” İşte bu sanatın hiçbir dalında geçerli bir yöntem değildir. Özgünlük
ilkesine aykırıdır. Şiir Sarnıcı’nın yayımcısı olarak, emek
dışında maliyet gerektiren bir durum olmadığından popülist söylemlere gerek
duymuyorum. Derginin çok okuru olmuş olmamış ya da dergi yayın yaşamını
sürdürmüş sürdürememiş çok bir önemi yok. Nitelikli, tarafsız, sanat etiği
çerçevesinde, ağırbaşlı, sanatsal ve yazınsal bir harman oluşturmaktır amacım.
Bu yüzden bazı konuları açıkça konuşup kendi düzeyimizin resmini gerçekçi bir
şekilde çizmeliyiz. Öyküyü, ben en iyisini yaparım gazelini, bir yana bırakıp
konuya biraz bilimsel normlarla bakmanın zamanı gelmiştir, çağımız gereği…
Güzel Sanat ve Edebiyat Fakültelerindeki akademisyenlerimiz alınmasınlar. Hazırlıkları
ne aşamada bilmiyorum ama az çok tahmin edebiliyorum. Sanat ve edebiyat
tarihçiliğinden sıyrılıp çağın sanata yükleyeceği değişkenlere hazırlık yapmak
gerekir diye düşünüyorum. Bu tümceden okurlarım ne anlar bilemem. Öyle bir çağ
geliyor ki henüz düşlerimize sığmayacak kadar karmaşık. Sanatın ilkelerini tam
ortasından yarıp yere serecek biçimde…
Dergi okurlarından geri bildirim alıyor
muyum? Şiir Sarnıcı’nın sıkı okurları var.
Zaman zaman not, yorum veya mektup gönderiyorlar. Ancak ben yapım gereği övgü
içerikli mektup, yazı, not gibi iletileri yayımlamıyorum. Zahmet edip geri
bildirimde bulunan okurlar, lütfen alınmasınlar; eleştiri olmadığı sürece övgü
türündeki iletiler, okurla aramda özel bir iletişimdir. Eleştiri olursa hem
bana hem okura bir bakış açısı sunacağı için onlara dergide yer veririm. Çoğu
şair/yazar dostlarımız, her nasıl olursa olsun gönderdiği ürün yayımlanacak
gözüyle bakıyorlar, yayımlanmayınca da sitem ediyorlar ya da dergiyi izlemeyi
bırakıyorlar. Her yayın kuruluşu gibi Şiir Sarnıcı’nın da dikkate aldığı
ölçütler var ve çıtayı geçmeyen metinler yer almamalı dergide. Doğrusu, geri
bildirimlerin büyük bir çoğunluğu neden şiirinin/metninin yayımlanmadığına
dairdir. Söyleşinin en önemli sorusunu soruyorum
şimdi kendime. Şiir Sarnıcı (e-dergi)’nın geleceği konusunda ne düşünüyorum? Beklenti, umuttur. Ucunda görünen bazı
veriler vardır ki beklenti oluşmuştur. Bu nedenle diyorum ki derginin yayın
yaşamını sürdürememesi ya da durdurması için üç olasılık vardır: Birincisi, hukuki
veya resmi bir zorlamayla yayın yaşamının sona erdirilmesi ki ben bu olasılığı
az görüyorum. Düşünce suçundan dolayı dergi kapatmak her anlayışa kısmet
olmayacak kadar uç bir konudur. Bundan sonra öyle bir anlayışın baskın
olamayacağı bir ortama doğru gidiyoruz. Çünkü bu konuda genç kuşaklara
güveniyorum; saçmalamayacak kadar ayakları yere basan bir kuşak yolda, bunu
görüyorum. İkincisi, bu dergi, ben emek vermek
istediğim sürece yayın yaşamını sürdürebilir. Çünkü çoksesli olmak isteği olsa
da tek ses olarak da yoluna devam edecek birikime sahiptir. Yani tek kişi
olarak bile bu dergiyi sürdürme gücüne ve birikimine sahip olduğumu söylüyorum.
Ayrıca, ekonomik kaygısı, okur sayısı, sürdürümcü sayısı gibi sorunu yoktur.
Tek kaygısı estetik değer üretebilmesi ve okurun güvenini kazanacak işlerin
altına imza atabilmesidir. Yayımcı olarak emek vermeyi göze aldığım sürece bu
dergi yayın yaşamını sürdürebilir. Üçüncüsü ise daha farklı bir boyuttur.
Şiir Sarnıcı, hedeflediği konuları gerçekleştiremeyip atıl kaldığını
duyumsadığında yayım yaşamını kendiliğinden durdurabilir. Yani ötenazi
yapabilme hakkı saklıdır. Ancak şunu biliyorum ve gözlüyorum. Bir derginin hak
ettiği yere gelebilmesi için en az yirmi yıl yayım yaşamını sürdürmesi gerekir.
Çünkü çağdaşım olan şair ve yazarlar, derginin ucundan tutma konusunda çok
nazlı davranıyorlar. Derginin nostalji değeri oluşuncaya kadar uzunca bir zaman
gereklidir. Bu demek ki yeni bir şair-yazar kuşağının egemenliği… Bu süre için
fırsat olur mu bilmem ama ben bu dergiyi tek başıma da olsa yıllarca
sürdürebilecek olanağa sahip olduğumu okurlarıma bir kez daha anımsatmak
isterim. Ben emek vermek istemediğimde ya da
benden sonra dergiyi sürdürebilecek kişiyi/kişileri hazırlamam gerekir. Bu
konuda kafamda bazı tasarılar var ama kendime bile söylemek istemiyorum şu
anda… Süreklilik esastır. Yani, benden
sonra bu dergiyi sürdürecek birilerini yetiştirmek, benim diğer bir
sorumluluğum olduğunu biliyorum. Söyleşiyi çok uzattım. Biraz da diğer
çalışmalarımdan söz etsem nasıl olur? “ Örneğin Şiir Çözümleme Tekniği”ni
konuşalım. Söyleşi uzun olsun, zaman alsın ama
ortaya çıkarılmış yeni bilgi yitip gitmesin. Bu söyleşi, tarihi bir belge
olacağı için merak edenler okuyabilir, tersi durumda arşivde yıllarca
araştırmacılarını bekleyebilir. Araştıran olmazsa da ceninde uykusunu sürdürür.
Birileri uyandıracaktır mutlaka onu güzellik uykusundan, eminim. Çünkü
sanata/şiire yönelik ortaya koymaya çalıştığım şeyler, bugüne dek söylenmiş
konular değildir. Birincisi, yapıtın iç ve dış organları dâhil hücre ile
DNA’sını çözmeye yöneliktir. Öyle olunca yapıt nasıl üretilirden nasıl okunura,
izleyicide yarattığı etkiden gelecekte alacağı anlamsal değere kadar ister
istemez bir süreci kapsar… Örneğin yazınımızda çoğu şiir yazıları, şiir nedir
ve nasıl yazılıra yöneliktir. Oysa şiirin DNA’sını ve her organın birbiriyle
olan ilişkisini çözümlemeden şiir nedir ve nasıl yazılır sorusuna verilecek
yanıtlar havada kalır. İşte ben yapıtı oluşturan ögelerde ve ögelerin
birlikteliğinde var olan etkileşimi ve onun yarattığı estetik değeri çözmeye
çalışıyorum. Bu az bir şey değil. Prof. Dr. İsmail Tunalı’nın, “Sanat eserini
ontik bir bütün ve integral bir varlık olarak kavramak.[18]”
sözü böyle yapmamızı gerektiriyor. Sanat/Şiir Çözümleme Tekniği, bu düşünceden
yola çıkarak oluşmuş bir sistemdir. Burada ayrıntılarını vermeyeceğim. Bunları
kitaplarımda bulabilirsiniz. Ayrıca bütün kitaplarım herkesin
ulaşabileceği şekilde sosyal medya hesaplarımda PDF dosya olarak yüklüdür.
Ayrıca, Milli kütüphane Elektronik Yayın Derleme Sistemi’ne kayıtlıdır. Bilgiyi, yapıtı, kıskanmak gibi bir anlayışım
yoktur; isteyen istediği şekilde indirip okuyabilir paylaşabilir, alıntı
yapabilir. Herkesin yakındığı yayınevi ve telif hakkı sorununu, kökten çözmüş
bulunmaktayım. Şiir Çözümleme Tekniği, sanat yapıtının
ontik bütünlüğü ve integral yapısı gereği öne sürülen yeni bir şiir inceleme
tekniğidir. Ayrıca şiir eğitimi ve
öğretimi yöntemidir. Şiirin varlık katmanlarını inceleme esasına dayanır. Bu
teknik, şairin imgelem sürecinden şiiri yaratışına, şiirin okurda yarattığı
etkiden gelecekteki anlamsal devinime kadar toplam şiirsel süreci kapsar.
Şiirin bütün organlarının varlığı ya da yokluğu ile işlevsellik ve işlerlik
durumunu ortaya koymaya çalışır. Şiirin ön ve derin yapısını, kapalı-açık
alanlarını ve iletilerini açığa çıkarmaya yöneliktir. Bunun yanında, şiirin
kurgusu, şiir dili tekniklerini ve şiirin okurla karşı karşıya gelmesinde
ortaya çıkan etkiyi açıklamaya ve daha nesnel sonuçlara ulaşmaya çalışır. Diğer
taraftan bir şiirin ne olup olmadığı, nasıl yazıldığı gibi sorulara ayrıntılı
artalan bilgisi sunar. Sanat/Şiir Çözümleme Tekniği, üzerinde
çalışılması gereken bir konudur. Her sanat türü için kullanılabilecek dinamik
bir süreci ve ayrıntıları barındırır. Örneğin bu tekniğin sürecini incelerken
iki ayrı kurama ulaştım. Öyle sanıyorum ki burada daha başka kuramlar da
saptanabilir. Şimdilik benim görüş açım ve yetkinliğim bu kadardır. Daha
ötesini görebilen gözler mutlaka olacak ve o saklı kuramları bulup
çıkaracaklardır. Sanatın çözümü ve ölçümü için daha nesnel sonuçlar elde
edilecektir, umarım. Bu konuda söylemem gereken özel bir konu
vardır: Sanat/şiir Çözümleme Tekniği, adından da anlaşılacağı gibi bir
tekniktir. Bunun sınırlayıcı bir bağlamı olamaz. Teknik, bilginin mevcut
bilince göre en kullanılabilir şeklidir. Bu yüzden bu tekniği, sınırlayıcı ya
da kuralcı bir mantık açısından görmeyiniz. Var olan bilginin en kullanılabilir
biçimini önünüze koyacak bir dinamizme ve esnekliğe sahiptir. Akademisyenin,
sanatseverin ve okurun bakış açısını ve yaklaşımını az çok kestirebildiğim için
özellikle belirtmek istedim. Çünkü bu teknik, salt çözümleme tekniği değildir;
aynı zamanda şiiri anlama ve öğrenme yöntemidir. Kuram nedir? Kuram saptadığımı
söylüyorum, bunlar nedir ve işlevlerini nasıl tanımlıyorum? Rastlantısal anlam
kuramını anlatsam mı? Öncelikle şunu belirtmeliyim: “Kuramsal
bilgiyle iyi şiir yazılamaz” efsanesiyle yetişmiş bir şiir yolcusuna; kuramdan,
kuram saptamış olmaktan, ya da kuramsal bilgiden söz etmenin etkili bir durum
olmadığının farkındayım. Ne var ki kuramsal bilgi, herhangi bir sanat dalının
hamuru ve çamurudur. Elinizde hamur yeterince değilse ya da kıvamlı değilse ne
yaparsanız yapın öykünme aşamasından özgünlüğe geçemezsiniz. Konumuz edebiyata dönelim. Edebiyatla
ilgili kuramı nasıl tanımlamalıyız? Örneğin yerçekimi yasası gibi var olan;
soyut yaşanan ancak nicel değişkeni ve etkeni daha fazla olan; bilimsel
verilerle bizim saptadığımız genellenebilir, gözlenebilir, denenebilir ve
doğrulanabilir sonuçlara yönelen olgu ve süreçlerdir. Yani olay/olgu
ilişkilerinde zaten var olan ve yaşanan, benzer her etkinin özdeş sonuçlara
yöneldiği, gözlenebilir çıktılara neden olan ilkeler bütünüdür. Daha kısa
anlatımla, herhangi bir etkinin benzer sonuçlar verdiği ilkeler bütünüdür. Bu
açıklamadan sonra, Rastlantısal Anlam kuramından söz edeceğim. Ancak bazı
aşamaları açayım ki anlaşılması kolay olsun. Sanat/Şiir Çözümleme Tekniğini
araştırırken, özellikle yapıttaki anlam katmanını ayrıntılı ve alabileceği tüm
değişkenleri düşünerek incelemek zorunda kaldım. Anlam tek başına bir katman
değil elbet, onun türev katmanları vardır: Örneğin çağrışım ve coşum katmanları
gibi… Neden türev katman diyorum? Çağrışım ve coşum katmanı, anlam katmanının
derinliğiyle doğrudan ilgilidir. Yapıttaki anlam, insan üzerinde çağrışım,
coşum etkisi ve estetik tavır yaratacağı için anlam katmanını aşamalara ayırmak
zorunda kaldım. Bunlardan ilki gerçek anlam tabakasıdır. Anlambilimin
incelediği tüm olası söz tekniklerini (değişmece, değinmece, benzetme, aktarma
anlam gibi) bu tabakada ele aldım. Yapıtın görünen ve ulaşılan anlamını
tanımlayan tüm değişkenleri bir çıta altında toplayınca sorun çözülmüyor. Çünkü
yapıtın sanat değerini arıyorum. Estetik değer yaratan varlıkları arıyorum.
Yapıtın anlamsal değerinin insan üzerindeki etkisini arıyorum. Bir anlamda yapıtla
insan arasındaki ilişkiyi çözmeye çalışıyorum. Bu ilişki, bilindiği gibi
estetik biliminin temel konusudur. İşi daha estetik bilimine vardırmadan başka
bir şeylerin olması gerekir. İşte burada insan bilimleri ve beynimizin çalışma
sistemi devreye giriyor. Gerçek anlamdan sonra bir anlam tabakası daha olmalı.
Ben buna, rastlantısal anlam tabakası, dedim.
Bu tabaka da yeterli değil; yapıtın estetik değerine ulaşmak için bir
tabaka daha ele alınmalı; o da üst anlam tabakası. Bu bölümcede konumuz Rastlantısal
Anlam Kuramı olduğundan konuyu daha fazla dağıtmayayım. Okuduğunuz bir şiir, öykü, roman ya da
izlediğiniz bir tablo karşısında okur, gerçek anlamın etkisiyle, uyarılarıyla,
anımsatmasıyla belleğindeki bilgi, görüntü ve yaşamsal izler ile halen yaşamakta
olduğu düş ve gerçekler toplamından gerçek anlamın dışında bir takım ilgili
ilgisiz olay ve olgular içinde düşsel yaşantıya girer. Birincisi, işte burada
ana konudan bağımsız düşsel anlama ben “Rastlantısal Anlam” dedim.
Gerçeküstücülükte açıklanan ve bizim ileri gelenlerimizin ezber ettiği
rastlantısal anlam bilgisinden sıyrılmak gerektiğini anımsatmak isterim. Burada
söz ettiğim durum farklıdır. Rastlantısal anlamı incelediğimizde,
yapıtla okur karşı karşıya geldiğinde mutlak oluşan ve yaşanan, belleğindeki
izlere göre şekil alan genellenebilir, izlenebilir ve denenebilir bir durum
ortaya çıkıyor. İşte bu da Rastlantısal Anlam Kuramının varlığını açıklar.
Tabii ki üzerinde çalışılmalı, farklı değişkenler ve farklı disiplinler altında
incelenip sonuca gidilmelidir. Kuram oldu da ne oldu yani, diyebilirsiniz.
Birincisi, yapıtın sanat değerini belirlemek için önemli bir ölçüttür. İkincisi
ise yapıtı üretirken yapıta giydirilecek elbise ile makyaj gereçlerini seçmek
için aydınlatıcı pencere açar. Yani yapıtta doğurmak istediğiniz anlamı uyarıcı
ögeleri bulup koymanız için bir ışık olur. Üçüncüsü, bir yapıtın geçmişteki
anlamsal alanı ile gelecekte alacağı anlamsal değeri tanımlamaya çalışır.
Ayrıca, bugün saptayamadığımız daha pek
çok işlevinin olduğunu da dikkate almamız gerekir. Rastlantısal anlam kuramında ikinci bir
konu var ki bu üzerinde çok durulan bir durum değildir. Yapıtın gelecekte
anlamsal genişlemesi veya anlamın dönüşmesi olağan bir durumdur. Bunu çoğu
eleştirmenimiz ya da sanatçımız önemsiz gibi görür. Ne var ki yapıtın
kalıcılığı ve geleceğe açılan penceresi, rastlantısal anlamın ne kadar geniş
bir çağrışım yelpazesine sahip olduğuyla ilgilidir. Zamanla insan algısında ve
yargısında değişimler olacağı, olay ve kavramlar anlam ve şekil değiştirebileceği
için, gelecekte yapıtınızın anlam
genişlemesi veya dönüşümü olasılığı yüksektir. İşte bu genişleme ya da dönüşüm,
Rastlantısal anlam kuramıyla açıklanabilecek bir durumdur. Örneğin bugün
yazılan bir şiirinizde anlatmak istediğiniz durum, gelecekte olacak bir olayla birlikte daha
vurucu bir değere, daha estetik değer yaratacak duruma dönüşebilir ya da tam
tersi olabilir. Şu açıdan önemlidir bu: Şair, şiirini yazarken gelecekte
olabilecek olayları öngörüp ona göre şiirini kurgular. Diğer sanat dalları için
de geçerli bir durumdur. Bu bilinçüstü yetenek, çoğu sanatçıda az ya da çok
vardır. Ayrıca şiirin kalıcılığıyla ilgili bir yargıya varırken, eleştirirken veya çözümlerken şair, gelecekte
olabilecek olası olayları öngörüp ona göre kurgulamış mıdır şiirini? Bu konu,
sıradan gibi durmasına karşın beş yüz yıl önce yazılmış şiirleri bugün
çözümlemeye çalıştığımızda karşımıza önemli bir ölçüt olarak çıkacaktır. Özetlersem: Okurun/alıcının; algı,
anlama, bellek, bilgi birikimi, düşünme biçimi ve yaşamsal değerlerine göre
şiirden/yapıttan ulaşacağı uzak anlam ile zamanın getirilerine bağımlı olarak
şiirin uğrayacağı anlamsal genişlemeye, “rastlantısal anlam” diyorum. İkinci bir kuramdan söz ettim
kitaplarımda: Çağrışımsal İmgelem Kuramı. Bunu biraz açmalıyım ki anlaşılma
güçlüğü yaşanmasın. Aslında bu kuramın, yapıtın estetik
değerini belirlemede önemli bir ölçüt olacağını başlangıçta düşünememiştim.
Uygulama sonuçlarına baktığımda bir yapıtın sanat değeri hakkında karar vermek
için önemli bir nesnel ölçüt olarak karşımıza çıkıyor. Bunu nasıl
açıklayabilirim? Zor bir soru ve yanıtı oldukça karmaşık. Bazı konularla
paralellik gösteriyor. Bu da, yanılma payını yükseltiyor. İmgelemi düşten ayıran şey, bir yapıtın
uyaranlarıyla ulaşılan düş durumu olmasıdır. Düş ise dış etkiden tamamen
bağımsızdır; herhangi bir etki/uyaran gerektirmez. İkincisi, yapıttın anlamıyla
yapıttan doğan imgelemin arasındaki ayrımı yapmamız gerek. Yapıtın anlamı belli
sınırlar içerisindeyken, anlamın yarattığı çağrışımsal imgelem sonsuzdur.
Gerçek anlam, rastlantısal anlam ve üst anlam; bize bir yapıtın toplam anlam
değerini verir. Çağrışımsal imgelemle, yapıtın uyaranlarına paralel,
izleyicinin içine girdiği düşsel yaşantıdan yani imgelem sürecinden söz
ediyoruz demektir. Rastlantısal anlam ile çağrışımsal imgelem arasındaki ayrım
buradadır. Kısaca, Çağrışımsal İmgelem nedir? Yapıtta var olan değinmece,
bağdaştırma, benzetme, değişmece gibi söz sanatlarından doğan imgenin insan
üzerinde yarattığı düşsel dünyadır. Salt bu değil elbet, yapıttaki ışık, renk,
sözcük, tamlama, aktarma gibi her bir ögenin okur üzerinde yarattığı etkinin
toplamıdır. Çağrışımsal imgelem, şairin şiirde kurduğu uyaranlar, duygu değeri
ile okurun kendi yaşamsal varlıkları, kültürel değerleri ve belleğinde kayıtlı
görüntüler üzerine yaslanarak yeni görüntüler ve duyusal alanlar yaratma
sürecidir. Örneğin şiirin söz değerinin, anlam değerinin, estetik değerinin;
okur üzerinde yarattığı toplam düşsel süreçtir.
Toplam düşsel sürecin kısa ismi, imgelemdir. Çağrışımsal imgelem kuramı; yapıtın
okurla ilişkisinden doğan imgelemin niteliğini ve kapsamını tanımlayan bir
süreçtir. Çağdaş sanat anlayışının “hareket” olgusuna dayanır. Okurla yapıt
arasındaki ilişkinin zihinsel sürecini açıklamaya çalışır. Yapıtın anlamının
okurun bilgi ve yaşam izleri ile belleğine göre şekil alması, anlamlandırılması
üzerine kurulu, uygulamalarla kanıtlanabilir bir görüngüdür. Bilimler arası
eşgüdümle denenebilirliği, izlenebilirliği ve genellenebilirliği
araştırılmalıdır. Bir sanat yapıtının yaratılmasında, çözümlenmesinde ve
eleştirisinde önemli işlevinin olduğunu kendi uygulamalarımdan
görebiliyorum. Şiir sanatı üzerinden konuşursak şair,
okuru imgeleme götürecek gereçleri şiirinde kurarken dayanacağı ilkeler bu
kuramın altında saklıdır. Diğer taraftan eleştirmen, şairin şiirinde kurduğu
imgelem gereçlerini bu kuramın ilkeleriyle sorgulayabilir. Çağrışımsal imgelem, üzerinde epeyce
çalışılması gereken bir konudur. Yapıtın sanat değerini oluşturan ögeler,
çağrışımsal imgelem kuramı ilkelerine dayanarak belirlenebilir, çözümlenebilir,
ölçümlenebilir. Çünkü bu konu, yapıta giydirilen anlamın derinliği ve
kapsamıyla da ilgilidir. Rastlantısal anlam kuramı ve çağrışımsal imgelem
kuramı; bütünlük içerisinde, eşzamanlı, eşgüdümlü çalışan olgulardır/süreçlerdir.
Rastlantısal anlam, aynı zamanda
rastlantısal çağrışım da yaratır doğal olarak. Hem rastlantısal anlamın hem
gerçek anlamın okurda yarattığı toplam çağrışımsal imgelem; çözmemiz,
tanımlamamız ve ilkelerini saptamamız gereken bir düşsel alandır. İşte bu
düşsel alan, önemli bir araştırma konusudur. Umarım gelecekte, sanat bilimini
bir bilim alanı olarak ele alıp araştıran düşünürler çıkar. Çünkü sanatın
alıcıyla olan ilişkisini, salt estetik bilimiyle çözmek olası değildir. Bu
ilişki, çok değişkenli ve karmaşık bir ilişkidir. Değişik disiplin ve
sistemlerin gözünden de ele alınmalıdır. Örneğin beynin çalışma ilkeleriyle… Burada bir konuya dikkat çekmek
istiyorum. Sanat, çağrışım, imgelem vs. gibi, sanatsal terimlerden sıkça söz
ettim. Ancak söyleşi boyunca sanatın ana ögesi imge sözcüğü, çok seyrek
geçmiştir. Dikkatli okurlarımız bunun ayırdına varmış olmalı. İmge ya da imge
yaratmak, yazar/şairin işidir. Bu söyleşide üzerinde durduğum konu, yapıtla
okur arasındaki ilişkidir. Yani okun şairden çıktıktan sonrasıdır. İmge,
uyarandır, çağrışıma sokandır. Söz ettiğimiz kuramlar, imgeden sonra ya da
imgenin etkisiyle işleyen süreçlerdir. Kavramlar arası dizilimden söz
etmişimdir çoğu yerde. Yani kavramların anlamsal ve konumsal hiyeraşisinden...
Sanat üretme kaygısı olan bir sanatsever, bu hiyerarşiyi çok iyi bilmelidir.
İmge teriminin söyleşide çok kullanılmaması bundandır. Katman Edebiyat Eleştiri Sisteminden söz
ediyorum. Bu nedir? Saf sanattan İnsana Şiir Çözümleme
Tekniği isimli kitabım ve daha sonra kaleme aldığım deneme kitaplarımda, Katman
Edebiyat Eleştiri Kuramı diye yazmıştım. Anladım ki bu tip uygulama, yöntem ya
da sistemler, kuram[19] olmuyor. Ben de
yazınımızdaki akademisyenlerin yorumlarına uydum “kuram” demiş bulundum.
Örneğin yöntem olan ancak eleştiri kuramı diye anılan bilgi kirliliğinden
etkilendim. Katman Edebiyat Eleştiri Kuramı, aslında Katman Edebiyat Eleştiri
Sistemi olmalıdır. Bu söyleşi fırsatıyla
isimlendirmeyi düzeltiyorum. Şimdi bu sistem nedir, ondan söz edelim. Katman Edebiyat Eleştirisi, Sanat/Şiir
Çözümleme Tekniğini kullanarak, diğer söylemle katman yöntemini uygulayarak
daha nesnel, daha tarafsız, bilimsel ve sanatsal bir eleştiri yöntemidir. Üretilmiş
bir sanat yapıtının, örneğin şiirin, öykünün romanın ya da tablonun; katman
yöntemiyle incelenmesidir. İnceleme; iyi, olumsuz ve geliştirilmesi gereken
yanları ile kapalı yanların açığa çıkarılmasına, dolayısıyla yapıtın sanat
değerinin ortaya çıkarılmasına yöneliktir. Bir anlamda inceleme sonuçlarına
göre estetik yargıya varma yöntemidir. Yani eleştirmenin öznel tutumunu en aza
indirerek daha nesnel ve daha bilimsel olana yönlendiren, dahası zorunlu kılan
bir algoritmadır. Ne yazık ki yazınımızda eleştiri konusunu sıradan bir iş gibi
gören, en iyi şairin en iyi eleştirmen olabileceğini düşünen bir toplumuz. Eleştirmen,
farklı disiplinlere egemen olması yanında deneyimi de yeterli olmalıdır. Bu
sistemde önerdiğim algoritmik süreci çalıştırabilmek için alanında deneyimli ve
yetkin olmak gerekiyor. Bir anlamda sadece edebiyat bilgisiyle
sonuçlandırılacak bir iş değildir. Örneğin insan bilimleri en başta gerekli
olan disiplinlerdir. Daha anlaşılır bir anlatımla belirteyim: Yapıt hakkında
öykücülüğe ve dedikoduya izin vermeyen, yapıtın içeriği, kapalı yanları ve okurda
bulduğu değer ile sanat değerini ortaya koymaya yönelik bir süreçtir Katman
Edebiyat Eleştirisi… Bugün bu konuya yönelik bir ilgi yoksa bana göre, henüz
yazınımızda eleştiri amacı ve içeriğinin ilgili disiplinler nezdinde ele
alınmamasından kaynaklanır. Akademik ortamda edebiyat eleştirisi nasıl ele
alınıyor, üzerinde çalışmalar ne aşamada, ayrıntısıyla bilmiyorum. Edebiyata
ilişkin herhangi bir yapıt hakkında, bu güne kadar altı dolu doyurucu bir
eleştirel denemeyle karşılaşmadığıma göre bu konuda önemli bir sıkıntının
olduğunu peşinen söyleyebilirim. Ya da ben çıtayı çok yüksek tutuyorum… Okurlarımla paylaşmak istediğim diğer
konular nelerdir? Çabam, kişisel bir beklentiden doğmuyor
elbet. Öngörebildiğim ya da saptadığım bazı yazınsal sorunların çözümüne
yönelik bir uğraştır benimkisi. Dil sanatlarında, özellikle şiir sanatında
yaptığım araştırmalar sonunda; geçmişe, özellikle yabancı kaynağa öykünme,
taklit ve hayranlık tehdidi altında yönlendirilen bir şiir düşünce dünyasıyla
iç içe olduğumuzu gördüm. Dahası şiir yazın dünyasının, var olanı yinelemeden
öteye geçemediğini düşünüyorum. Geçmiş yapıtlar, bilimsel ya da dilimizde henüz
anlamı oturmamış ithal yabancı terimler başlığı altında inceleniyor,
değerlendiriliyormuş gibi sunuluyor okura…
Ayrıntısına girdiğimizde, yineleme, övgü ve dedikodudan öte yararlı bir
çıkarım bulamıyoruz. Şiir düşünce dünyasını ben böyle okuyorum. Bu yüzden
özellikle dil sanatlarında, yeni bir bakış açısı geliştirmemiz gerektiğine
inanıyorum. Bunun yolu, sanata çözümlemeli (analitik) yaklaşmaktır; bilimlerle
eşgüdümlü yürütmektir. Çoğu sanat alanı, bilim ve teknikle eşzamanlı kendini
geliştiriyor; sinema gibi… Dil sanatları, neden atadan kalma yöntemlerle ve
genelleme yorumlarla kendine yön bulmak zorunda kalıyor, bunu henüz anlamış
değilim. Bir sanat dalının güvenilir bir ödül sistemi ve eleştiri sistemi yoksa
söyleyecek geriye ne kalır? Yineliyorum; dil sanatlarına yeni bir bakış açısı
ve çözümlemeli yaklaşım… İşte ben, şiire yeni bir yaklaşım için bir çığır
açmaya, beyin fırtınası için bir temel oluşturmaya çalıştım. Yaratıcılığın
çıkış basamaklarına, düş tekniğine ve düşünüş biçimine; yeni ve ayrıksı bir
ufuk açmayı denedim. Elbette yeterli değil ama en azından ivme kazandırır, diye
umuyorum. Şiiri, öğrenilmiş kaygılarını bir
başkasına aktarmak için güzel söz söyleme becerisi gören bir anlayışa sahip
değilseniz; onu, bir sanat alanı olarak ele alıyorsanız; iç ve dış
dinamiklerine dolayısıyla felsefesine ulaşmak zorundasınızdır. Sanat felsefesi,
uğraştığınız sanat dalının arka yüzüdür, daha doğrusu temelidir. Bilgisayarın çalışma ilkelerine benzetirsek şiir
sanatını, onun felsefesi bilgisayar işletim sisteminin donanımsal ve yazılımsal
gücüdür. Öncelikle sanat terimleri ve anlamsal kapsamlarına, özellikle estetik
bilimi terimlerine egemen olmanız işinizi kolaylaştırır. Sanat, hangi dalı
olursa olsun bütünlüklü bir bilgi dünyasıdır. Bu dünyanın içine girebilmek için
ona karşı bilgi üstünlüğü kurmanız gerekir. Bilgi, beceri ve özgüven
kazanmanızı sağlar. Sanat bilgisiyle üstünlük kurmak çoğu zaman sanat tekniğine
egemen olmaktan çok daha iyidir, kanısındayım. Naçizane önerimdir genç kuşaklara… Dünya
edebiyatındaki sanatla ilgili söylenmiş genellemeleri, özellikle bizim şiir
düşünce dünyamızdaki havalı yorumları, akıl ve mantık süzgecinden geçirmeden kaynak
kabul etmeyiniz. Sayılamayacak kadar altı doldurulamayacak genelleme dolaşıyor
ortalıkta. “Şiir sözcükle yazılır…” gibi… Bugün, fizik kuramları bile
yanlışlanabiliyorsa, en iyi kaynak gösterilen sanat düşünürlerinin söyledikleri
de yanlışlanabilir. Bu tür durumlarda
başvurulacak yer, bilimsel veri ve çıktılarıdır; estetik bilimidir. Ayrıca en iyi kaynak olarak gösterilen şairin
söylediklerini, sorgulamadan kabul ediyorsanız işte burada öykünme dediğimiz
olay başlamış demektir. Sanatta öykünmeden korunma yolları çok fazla değildir;
öykünmeye düşmek ise çok çok kolaydır. Hayranlığınızın kurbanı olmamak, körü
körüne izleyici olmamak için sağduyunuzu kullanmalısınız. Sanatta sağduyu,
bilimde olduğundan daha fazla gereklidir. Sağduyu, mizah ve yaratıcılık için
temel basamaktır. Mantıklısını öngörmeden mizahta aklı şaşırtacak ters
ilişkileri kurmanız olası değildir. Bu nedenle, sanat felsefesini kavramak,
sanat bilgisine egemen olmak, olmazsa olmazdır. Kısacası, izleyen değil; izlenen olmak için
sanatın arka yüzüne egemen olmak zorundasınızdır. Ayrıca sanata yönelik; teknik, sistem ve
kuram yanında yeni terimler tanımladım. Bunlardan bir kaçını burada paylaşayım
sizlerle… Ayrıntıları için ayrıca kitaplarıma[20]
bakmak gerekir. Durumsal Estetik Değer, Çağrışımsal İmgelem, Çağrışım Çekirdeği,
Şiirsel Ezgi, Çağrışım Saçağı, Çağrışım Yelpazesi gibi… Sanata/şiire ilişkin ortaya koyduğum
bilgiler, bugün çoğu kişi için bir anlam içermeyebilir. Ne var ki şiir, zamanla
ciddi bir sanat alanı olarak görülecek, bunun da bir felsefesinin olduğunun
ayırdına varılacaktır. Şiirin de katmanlardan oluştuğunu, her ögenin diğer
ögeleri harekete geçiren bütünlüklü bir sistem olduğunun ayırdına varılacaktır.
İşte o zaman bu bilgiler, başvuru kaynağı olarak karşımıza çıkacaktır. Çünkü
çalışmalarım; şiir nasıl öğrenilirden nasıl yazılıra, nasıl eleştirilirden
nasıl ölçülüre kadar tüm şiirsel süreci kapsar. Üzerinde özellikle durduğum konu, şiir
düşünce dünyasında ezber edilmiş sığ bilgilerin sürekli yineleniyor olmasıdır.
Hayranlık temeline oturtulmuş bir izleyicilik söz konusudur. Deneyim önemli bir
bilgidir, söylenmiş her söz içinde bir şeyler saklar. Ne var ki sayısal ve
teknolojik bir sanat dünyasına evrildiğimiz göz önüne alınırsa, bu ezber
bilgiler çok işe yaramayacaktır. Yeni bir açı ve ayrıksı bir yaklaşımla ivme
kazandırmak zorundayız Türk sanatına/şiirine… İnsanoğlunun en güzel özelliği, ne
bilmediğini bilmemesidir. Sanatla/şiirle ilgili neyi bilmiyoruz, işte onu
bilmiyoruz. Bu yüzden, disiplinler arası ilkelerin gözünden bakmak gerek bazı
noktaların ayırdına varmak için. Neyi bilmediğimizin saptanabilmesi için.
Yaratıcılığa yönelmek, asıl amaç olmalıdır. Çünkü geçmişi yinelemek ya da
geçmişten ders çıkarmaya çalışmak, sanat alanında temel bilgidir ne var ki çok
geçerli bir yöntem değildir. Bugün gördüklerinizle gelecekte olabilecekleri
görebilmeniz arasındadır yaratıcılık… Neyse. Açıklamaya çalıştığım konular,
anlaşılır olsun diye olabildiğince çaba gösterdim; ne var ki bunlar yeni,
karmaşık ve düşünsel çaba gerektirdiği için ancak bu kadar
yalınlaştırılabiliyor. Sanat ve yazın adına küçük bir katkım olmuşsa ne güzel…
Söyleşimi, okuyup zaman harcadığınız için teşekkür ederim. Okunma eşiğini
aştığımı biliyorum. Araştırma yapanlar okusa bile benim için yeterlidir. En
azından bir şeyler katabilmişsem dağarcığınıza ne mutlu bana. Esenlikler… [2] Ortam;
coğrafya, zaman, gelecek öngörüsü, bilgi ve kültür varlıklarımızla oluşmuş
birikim ve deneyimler bütünü… [3] İmgelem,
bir yapıtın izleyiciyi götürdüğü ya da izleyicide yarattığı düşsel eylemlerdir.
Düşle karıştırılmamalı; düş genel bir eylem, imgelemse bir sanat yapıtının
doğurduğu sonuçtur. [4] Çağrışım
çekirdeği, çağrışım doğurma gücüne sahip, ilginç, dikkat çeken söz, tamlama
veya bağdaştırmalar. [5]
Çağrışım yelpazesi, şairin okuru yönlendirdiği çağrışım
katmanlarıdır. [6]
Çağrışım saçağı, şiirin/yapıtın okurda çağrışım sonucu yarattığı imge ve
imgelem demetidir. Çağrışım sonucu anlamın zihinde dal budak salması olarak
düşünülebilir. Çoklu imge ve imgeleme ulaşıldığını ifade eden bir benzetmedir.
[7] Y.
Özmen, Saf Sanattan İnsana, Şiir Çözümleme Tekniği ve Şiir Eleştirisi, Trend
Yay. 2018 [9] İsmail
Tunalı, Estetik Beğeni, Remzi Kitabevi, 2. Basım, Sayfa:26 [10]Wikipedia…
[11] Yaşar
Özmen, Saf Sanattan İnsana Şiir Çözümleme Tekniği ve Şiir Eleştirisi, Trend
Yay., 2018 [12] Blok
Bağlantısı: https://siirsarniciyasarozmen.blogspot.com/ [13]e-dergi yerine sayısal dergi demeyi yeğliyorum… [14][14]
T. Mengüşoğlu, Felsefeye Giriş, Remzi Kitabevi, 11. Baskı, Ekim 2018 [15]
Olgu-olay, Bilme etkinliği [16]
Katman; şiirde birbirine benzer belirli özelliklerin; içsel, dışsal, fiziksel,
duyusal nitelik veya niceliklerin, bir arada bulunduğu bir yapıyı belirtir. Ses
katmanı, anlam atmanı gibi… [17]
Çağrışım yelpazesi: Okurun çağrışımla ulaşabileceği en geniş anlam alanı. [18] İsmail Tunalı, Estetik Beğeni, Remzi Kitabevi, 2016 [19] Kuramla ilgili
ayrıntılı açıklamayı Sanata Çözümlemeli Bakış kitabımdan ulaşabilirsiniz. [20] Kitaplarım
ticari değildir. Bilgisunar ortamından, sosyal medya hesaplarımdan ya da Milli
Kütüphane EYDES’ten ulaşabilirsiniz.
Maliyet gerektirmediği için kitaplarıma rahatlıkla yönlendirebiliyorum.
Ulaşılabileceğiniz kitaplarım: Saf Sanattan
İnsana, Şiir Çözümleme Tekniği İmgelem-İmge-İmgelem
(Denemeler-1) Şiir/Sanat
Çözümlemesi (Denemeler-2) Sanatsal
Denemeler (Denemeler-3) Sanata
Çözümlemeli Bakış (Sanatsal Denemeler-4) |
SANATA ÇÖZÜMLEMELİ BAKIŞ (Sanatsal Denemeler-4)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
SANATA ÇÖZÜMLEMELİ BAKIŞ (Sanatsal Denemeler-4)
Sanata Çözümlemeli Bakış, Sanatsal Denemeler-4, Yaşar Özmen SANATA ÇÖZÜMLEMELİ BAKIŞ (SANATSAL DENEMELER-4) Yaşar Özmen ...
-
Umut Bekler Bizi Yaşar Özmen Görsel-Sayısal Şiir Kitabı Kitabım; tablolarım, fotoğraflarım (fotoğrafların bir kı...
-
Sanatsal Denemeler-3 Yaşar Özmen Sanat ve bilim, insanlığın ortak dilidir. Barışı...
-
Şiir/Sanat Çözümlemesi, Yaşar Özmen Homeros Edebiyat Ödülleri 2020 Bir Şiiri İnceleme yarışmasında dereceye giren şiir çözümlemem, örnek...
-
Saf Sanattan İnsana Yaşar Özmen Saf Sanattan İnsana Yaşar Özmen Kitabın son okuması ve düzeltmesini yapan Ortaokul Öğretmenim ...
-
Vedat Günyol Jüri Özel Ödülü Neden sayısal kitap? Kitap dosyamı herhangi bir basımevine göndermedim. Basım ve dağıtım konusunun çok sa...